0-5  5-50  50-95  95-140  140-175  175-215  215-255   255-300  300-340  340-380  380-415  415-445  

TEVELLÂ VE TEBERRÂ

Bütün din ve mezheplerde var olan, ancak adı konulmamış gerçeklerden biri de tevellâ ve teberrâ’dır.

Tevellâ; Kelime anlamı olarak; müsbet manada; dost olmak, velî edinmek, muhabbet duymak, sevmek, sevgiyi izhâr etmek, vb. anlamlara gelir.

Kur’ân’da bu kelime yukarıda belirttiğimiz anlamlarda kullanıldığı gibi; “Kim Allâh’ı O’nun elçisini ve müminleri velî edinirse (bilsin ki) gâlip gelecek olanlar, yalnız Allâh’ın taraftarlarıdır. (Hizbullâhtır.)” [Mâide (5): 56] vb. gibi. ayrıca menfi bir manada olmak üzere; yüz çevirmek, kabul etmemek, geri durmak, uzak kalmak gibi anlamlarda da kullanılmaktadır.

“Bunun ardından yüz çeviren var ya, işte onlar fâsık olanlardır.” [Âl-i İmrân (3): 82] vb. gibi.[1]

Ehl-i Beyt yolunun diğer yollardan ayrılan en bâriz özelliklerinden birisi hiç şüphesiz ki Kur’ân ile içli-dışlı olması, kabullerini ve redlerini Kur’ân ölçüsü içerisinde yapması ve bu konuda da hiç kimsenin kınamasından çekinmemesidir.

Teberrâ; Kelime anlamı olarak; uzak durmak, reddetmek, berî olmak, kabullenmemek, kalbî ilişkiyi kesmek, vs. gibi manalara gelir.

Bu kelime de Kur’ân’da bir çok âyette geçmekte ve müminlere bazı ölçüler vermektedir.

“... Fakat onun (İbrâhîm (a.s)’in babalığının) Allâh düşmanı olduğu belli olunca (İbrâhîm (a.s)) ondan uzak durdu (teberrâ etti)...” [Tevbe (9): 114] vb. gibi.[2]

Kur’ân’da açık ve seçik olarak yer alan bu gerçeğe her halde aklı başındaki hiç bir Müslüman itiraz etmez. Bazı mezhebî kaygılar ve bağnazlıklarla bir hakîkatin reddedilmesi ne insanlığa sığar ve ne de İslâmlığa sığar.

Ebû Hanîfe (r.h)’ye talebelerinden birisi velâyet (tevellâ) ve berâetin (teberrâ) açıklamasını sorduklarında buyurdular ki; “Velâyet; iyi amelden dolayı hoşnutluk, berâet de; kötü amelden dolayı hoşnutsuzluk demektir. Her ikisi de bazen bir insanda birleşebilir, bazen de birleşmezler. İyi ve kötü işler işleyen bir mümine yaptığı iyi işlerde muvâfakat eder ve onu seversin, işlediği kötü şeylerden dolayı da ona muhâlefet eder, ayrılır ve sevmezsin. Bu, sorduğun Velâyet ve berâetin bir kimsede birleşmesinin misâlidir. Kâfir olan, kendisinde iyi bir durum bulunmayan kimseye de buğzeder ve bütün kötülüklerinde kendisinden ayrılırsın. Dâima sevdiğin ve hiç bir davranışından hoşnutsuzluk duymadığın kimse ise bütün iyi şeyleri işleyen ve kötü şeylerden sakınan mümin kimsedir. Sen onun her husûsiyetini sever, hiç bir şeyinden hoşnutsuzluk duymazsın.”[3]

Velâyet ve berâet İslâm’ın ulvî hakîkatlerindendir.

İşin dînî ve mektebî boyutunu bir kenara bırakalım:

Yeryüzünde bir fert gösterilebilir mi ki, kalben bir kişiye aynı anda hem dost olsun ve hem de düşman olsun?

Yine bir kimse gösterilebilir mi ki, hakka da, bâtıla da muhabbet beslesin? Ya da hakka gönül vermiş olup da bâtıldan nefret etmesin?

Eğer böyle bir kimsenin var olduğu müşâhede edilirse, bilinsin ki; o kimse ya bir delidir, ya hak-bâtıl ölçüm terâzisinin dingilinde bir ayarsızlık vardır, ya da günübirlik yaşamı kendine yol seçmiş menfaatperest bir kimsedir.

Ehl-i Beyt öğretilerindeki tevellâ ve teberrânın içeriği bazılarının sandığı gibi mezhebî değil, insanî ve İslâmîdir.

Sevgili Peygamberimiz (a.s) buyurdular; “...Îmânın en sağlam esası, Allâh için sevmek, Allâh için buğzetmek, Allâh’ın velilerine tevellâ, Allâh’ın düşmanlarından da teberrâdır.”[4]

İmâm Ali (a.s) buyurdular; “...Allâh için sevmek, Allâh için buğz etmek îmânın erkânındandır...”[5]

Muhammedî yolun kılavuzlarından İmâm Muhammed Bâkır (a.s) buyurdular; “Îmân; sevgi ve buğzdan ibarettir.”[6] (Hakka ve taraftarlarına sevgi, bâtıla ve taraftarlarına da buğz-nefret.)

Velâyetine bağlanmak, dost olmak, sevmek, bağlı kalmak gibi manalarda tevellâ;

İslâm’a tevellâ etmek.

Kur’ân’a tevellâ etmek.

Peygamber efendimize (a.s) tevellâ etmek.

Ehl-i Beyt-i Mustafâ’ya (a.s) tevellâ etmek.

Seçkin Sahâbîlere ® tevellâ etmek.

Adâlete tevellâ etmek.

Hak olan her şeye tevellâ etmek, şeklinde tecellî etmektedir ve etmelidir de.

Ve yine teberrâ da;

Küfürden, şirkten teberrâ.

Kur’ân karşıtı her şeyden teberrâ.

Peygamberlerin ve peygamberimizin (a.s) düşmanlarından teberrâ.

Resûlullâh’ın (a.s) Ehl-i Beyt’inin (a.s) düşmanlarından teberrâ.

Hakperest sahabîlerin ® düşmanlarından teberrâ.

Zulümden teberrâ.

Bâtıl ve bâtıl taraftarlarından teberrâ etmek şeklinde olmuş ve olmalıdır da.

Yoksa siz;

Kur’ân’ın ahkâmına tevellâ ederken, beşerî ahkamlardan teberrî etmiyor musunuz?

Allâh’a tevella ederken, şeytândan teberrî etmiyor musunuz? 

Hâbil’e ® tevellâ ederken, Kâbil’den teberrî etmiyor musunuz?

İbrâhîm’e (a.s) tevellâ ederken, Nemrut’tan teberrî etmiyor musunuz?

Mûsa’ya (a.s) tevellâ ederken, Firavun’dan teberrî etmiyor musunuz?

Îsâ’ya (a.s) tevellâ ederken, düşmanlarından teberrî etmiyor musunuz?

Muhammed’e (a.s) tevellâ ederken, Ebû Leheb’ten teberrî etmiyor musunuz?

Ali’ye (a.s) tevellâ ederken, ona sebb edenlerden-lanet edenlerden teberrî etmiyor musunuz?

Hasan’a (a.s) tevellâ ederken, onu şehît edenlerden teberrî etmiyor musunuz?

İmâm Hüseyin’e (a.s) tevellâ ederken, kâtillerinden teberrî etmiyor musunuz?

Bütün Ehl-i Beyt’in seçkin sîmâlarına tevellâ ederken, onları zindanlarda, darağaçlarında işkenceye tâbî tutanlardan teberrî etmiyor musunuz?

Bugün de Hak yola baş koymuş âşıklara tevellâ ederken, onlara dünyada yaşamı zindana çeviren, yerli ve yabancı, bölgesel ve evrensel kan içici İslâm düşmanı güçlerden teberrî etmiyor musunuz?

İmâm Mehdî’ye (a.s) tevellâ ederken, Süfyân’dan, Deccâl’den ve Süfyânîlerden teberrâ-teberrî etmiyor musunuz?

Ehl-i Beyt’in parlak yolu biz bağlılarına işte bu tür bir tevellâ ve teberrâyı öğretmiş, Îmân ile küfrün ayrışmasını sağlamış, hak ile bâtılın tanınamaz bir şekilde birbiriyle kaynaşmasını önlemiştir.

Ey hak ve adâlet ehli kardeşim!

Esâsen bizler Kelime-i Tevhîd’i getirdiğimizde, oradaki “La” kılıcı ile; küfür-şirk, zulüm-cevr ve ilâhî olmayan her şeye “hayır” demekle, bir nevi teberrâ eylemini başlatmış, ve yine “illâ” ile de tevellânın temelini atmış bulunmaktayız.  

Lâ ilâhe İlla Allâh.

Lâ ilâhe İllallâh

ALIŞ VERİŞ HÜKÜMLERİ

Müslüman’ın alış-veriş hükümlerini ihtiyaç duyduğu kadar öğrenmesi lâzımdır. Günümüzde bir kısım insanlarca alış-veriş tamamıyla dînin dışındaki bir konu imiş gibi değerlendirilmektedir. İlmihâlimizin baş taraflarında da belirttiğimiz üzere, İslâm, insanın yalnızca Allâh ile ilişkisini düzenleyen bir din değildir. İslâm, yalnızca öte dünya ile ilgilenen mistik bir inanç manzûmesi değildir. Yüce dînimizin insanlar arası ilişkileri, hattâ devletler arası ilişkileri düzenleyen eskimez, ölümsüz hükümleri de vardır. Bu temel hükümler esas olmak şartıyla, teferruatta ufak-tefek farklı yaklaşımlar ve değişken içtihatlar yapılabilir. Bu içtihatlar, bölgeden bölgeye ve devirden devire de değişebilir.

Biz de Kur’ân ve Ehl-i Beyt’in-İtret’in (a.s) buyrukları ışığında alış-veriş ile ilgili konularda özet bilgiler vermeye çalışacağız.[7]

Ehl-i Beyt’in öğretilerine göre; alış-verişler ana hatlarıyla;

1. Haram alış-verişler.

2. Mekrûh alış-verişler.

3. Mübah alış-verişler, olmak üzere üç kısma ayrılırlar.

HARAM ALIŞ-VERİŞLER

Kullanılması bizzat harâm olan her şeyin alış-verişi de haramdır. Sarhoş edici her çeşit içki, leş, bevl (sidik), ğâit (büyük pislik), domuz, tedâvî amaçlı kullanılmayacak kan, av ve benzeri amaçlar için kullanılmayacak olan köpek, gasb edilmiş mal, fâizli alış-veriş vs. gibi.

Haram amaçlar uğrunda kullanılan her şeyin alış-verişi de haramdır. Kumar araç-gereçleri, tapınılmak amaçlı olarak kullanılan heykel, haç vb. şeyler, İslâm düşmanlarına silah satışı, satılması câiz olan her hangi bir şeyin zâlime veya bâtıl amaçlar uğrunda kullanılması yolunda kiraya verilmesi vb.

Alış-verişte, hîle, yalan, alıcının ya da satıcının aldatılması gibi durumlar da harâm olan davranışlardandır.

Bu tür alış-verişlerin dışında kalan alış-verişler genel anlamda mübahtır. Ancak, bazı özel durumlarda mekrûh olabilmektedir. Meselâ; Sabah ezânı ile güneşin doğması arasındaki zaman diliminde zorunlu olmadıkça alış-veriş yapmak, aşağılık kimselerle alış-verişte bulunmak, yapılmakta olan bir alış-verişe haksız ve menfî müdâhalede bulunmak gibi.

SATICI VE ALICIDA BULUNMASI GEREKEN ŞARTLAR

Satıcı ve alıcıda şu beş şart bulunmalıdır:

1. Bulûğa ermiş olmalıdırlar. Kıymeti düşük olan şeylerin alış-verişinde bu şart aranmaz.

2. Akıllı olmalıdırlar.

3. Alış-verişi şaka olarak değil, ciddi yapmış olmalıdırlar.

4. Bir kimse tarafından mecbûr edilmiş, zorlanmış olmamalıdırlar.

5. Alış-verişini yapmakta oldukları mala sâhip-mâlik olmalıdırlar.

Alış-verişle ilgili bazı hükümler:

Vakfedilmiş bir şeyin alım-satım muâmelesi geçersizdir.

Başkasına kiraya verilmiş bir mülkü satmanın sakıncası yoktur. Ancak, durumun alıcıya bildirilmesi gerekir.

Çiçeğini döküp, normal olarak âfet görme zamanını atlatmış olacak şekilde tanelenmiş meyvelerin, olgunlaşmamış üzümün vs. toplanmadan satılmasının sakıncası yoktur.

Veresiye alış-verişlerde zamanın tam olarak belirtilmesi gerekir. Harman zamanı gibi muğlak ifadelerle alış-veriş geçersizdir.

Veresiye satışlarda, peşin fiyatının üzerine bir miktar daha fiyat konularak yapılan alış-verişler karşılıklı rızâ ile uygundur.

Alıcının sonradan malı almak üzere para vermesine “selef muâmelesi” denir. Alınan-satılan malın ne olduğu, özellikleri, fiyatı, ödenme ve teslim alma zamanı net olarak belirtilmişse, bu şekildeki “selef alış-verişi” nin sakıncası yoktur.[8]

EHL-İ BEYT’TEN FEYİZLER

Resûlullâh (a.s) buyurdular; “İbâdet yetmiş kısımdır. Onların en faziletlisi de helâlinden kazanmaktır.”[9]

İmâm Cafer Sâdık (a.s) buyurdu; “Muhakkak ki Allâh, çok uyuyan ve boş duran kulunu sevmez.”[10]

Hak yolun bülbülü İmâm Cafer Sâdık (a.s) buyurdu; “Helâlinden âilesinin geçimini sağlamaya çalışan kimse, Allâh yolunda çarpışan mücâhit gibidir.”[11]

Allâh’ın aslanı İmâm Ali (a.s) buyurdular; “Borçlanmaktan uzak durunuz. Borç, gündüz zillet, gece de derttir...”[12]

Resûlullâh (s.a.a.) buyurdular; “Emânete hıyânet eden, birbirlerini aldatan bizden değildir...”[13]

İmâm Cafer Sâdık (a.s) buyurdu; “En küçük fâiz, bir kimsenin hala-teyze gibi mahremlerinden yetmiş kişi ile zinâ yapmasından daha günahtır.”[14]

Resûlullâh (a.s) buyurdular; “Şu dört özellik kendisinde bulunan kimsenin alış-verişi iyidir. 1-Bir şey satın alırken alacağı şeyi kötülemez. 2-Bir şey satarken onu övmez. 3-Satışında alıcıya hîle yapmaz. 4-Alış-veriş yaparken yemin etmez.”[15]

Resûlullâh (a.s) buyurdular; “Malı piyasaya süren kimse, rızık kazanmış olur. Stok yapan ise lanetlenmiştir.”[16]

İmâm Ali’nin (a.s) naklettiğine göre, Resûlullâh (a.s) buyurdular; “Rızkın onda dokuzu ticârettedir.”[17]   

İmâm Ali (a.s) buyurdu; “ ... Alış-veriş, güzel sûrette, adâletli, alıcının ve satıcının zarar etmeyeceği bir fiyatla olmalıdır...”[18]   

Resûlullâh (a.s) buyurdular; “İnsanlara yük olan kimse lanetlidir.”[19]

İmâm Cafer Sâdık (a.s) buyurdular; “Yüzünü güldürmek, borçlarını ödemek ve yakınlarına yardımcı olmak amacıyla helâlinden mal-mülk edinmeyi sevmeyende hayır yoktur.”[20]

İmâm Ali Rızâ’ya (a.s) soruldu; “Müslüman olmayan borçlu bir kimse İslâm’a girse, ve yanında sarhoş edici içki ve domuz bulunsa, o kimse borcunu ödemek için elindekileri satabilir mi?” İmâm (a.s) buyurdular; “Hayır satamaz. Borcunu helal şeyler satarak ödemelidir.”[21] (Yeni İslâm’a girmiş bir kimsenin bile haram olan bir şeyi satması uygun değilken, bugünün “Müslümanım” diyen ve bu haramları bir ömür boyu satan insanlarına ne demeli?)

Kardeşini aldatan kendini aldatmış olur.

NİKÂH

Nikâh; İki karşı cins arasında teklîf ve kabûl ile gerçekleşen bir akittir, sözleşmedir.

Bir yönüyle dünyâya bakar: Bununla iki insan birbirlerine helal olur, birbirlerine mirasçı olur, birbirlerine karşı hak ve sorumluluk yüklenirler. Nesillerini, soylarını devâm ettirir, evlilik tarlasından Cennet meyvesi çocuklar devşirir, toplumlar, milletler meydana getiren ve toplumun en küçük numûnesini ortaya koyan âileyi oluştururlar.

Diğer yönüyle âhirete bakar: Nikâh ile birbirlerine helâl olan eşler, meşrû olan her ilişkilerinde niyetlerine göre sevâp alır, sâlihlerin yoluna uymuş olmanın mükâfâtını görür, bağlı bulundukları inanca mensup bireylerin çoğalmasına vesîle olurlar.

İlâhî kaynaklarda ve târihî belgelerde belirtildiği üzere Peygamberlerin (a.s) ekserîsi evlenmiş, yuva kurmuş, nikah denilen bu bağı örnek yaşamlarıyla pratize etmişlerdir. Çok özel ve istisnâî durumlar hâriç, târihin hiç bir döneminde Peygamberlerden (a.s), Evliyâullâhdan (a.s), Sâlih zatlardan (a.s) evlenmeyen çıkmamıştır. Zirâ, Onlar (a.s) dâimâ fıtrata, kevnî ve teşrî sünnet-emirlere uygun hareket eden kimselerdir.

Yüce Rabbimiz Allâh da yaratılıştaki fıtrîlik ve meyile mutahhar âyetlerinde şöyle değinmektedir;“O’nun (varlığının) delillerinden biri de, kendileriyle sükûna ermeniz için size kendi nefislerinizden olan eşler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet koymasıdır...” [Rûm (30): 21], “...Onlar (kadınlar) sizin giysiniz, siz de onların giysilerisiniz...” [Bakara (2): 187]

Peygamberler ulusu Hz. Muhammed (a.s) de şöyle buyuruyorlar; “İslâm’da, Allâh’a evlilikten daha sevimli gelen bir binâ kurulmuş değildir.”

Sultanu’l Enbiyâ (a.s) buyurdular; “Sizden kim ki bir kadınla sırf güzelliği için evlenirse, sevdiği şeyleri onda bulamaz. Kim, bir kadınlamalı için evlenirse, Allâh onu istediğine kavuşturur. Siz kadınları dinleri için alınız. (Dîni, ahlâkı, iffeti, namusluluğu, huy güzelliği vs. için alınız.)”[22]  

Öyleyse;

Nikah; Yarım iken tam olmaktır.

Nikah; Hayat bulmaktır.

Nikah; Eşine kavuşmaktır.

Nikah; Fıtratın gereğini yapmaktır.

Nikah; Sünnetullâh’a ve Sünnet-i Nebî’ye uymaktır.

Nikah; İnsan olduğunu bilmektir.

Nikah; Fuhşa set çekmektir.

Nikah; Nesli korumaktır.

Nikah; Toplumsal barıştan yana olmaktır.

Nikah; Gönül yoldaşıyla birlik olmaktır... vs.

İnsanlık târihi boyunca erkek ve kadın cinsi yaratılışının tabii bir sonucu olarak birbirlerine ilgi göstermiş, birbirlerine tinsel ve ruhsal yakınlık hissetmişlerdir. Bu, Cenab-ı Hakk’ın bütün canlı varlıkların doğasına yerleştirdiği bir yöneliştir. İnsan dışındaki diğer varlıklar her hangi bir dış müdâhale ve yönlendirmeye gerek kalmaksızın zamanı geldiğinde eşini bulur ve çeşitli münâsebetlerle hayatlarının kışına son vererek bahara kavuşurlar. Bunun için aralarında özel bir akit, antlaşma vs. gerekmez. Her şey içgüdüsel (fıtrî-doğal) bir şekilde mecrâsında akıverir.

İnsan ise, diğer canlılardan farklı olarak akıl nimeti ile donatılmış, kendisine her alanda sorumluluklar yüklenmiş, yeryüzünün en şereflisi kılınmış bir varlıktır. Hiç bir alanda başı boş bırakılmamış olan insanoğlu, evlilik konusunda da yaratıcısı tarafından başına buyruk terk edilmemiştir.

Yüce Allâh bu konuda neslimizin ilk insanı ve ilk peygamberi olan Hz. Âdem (a.s) zamanından beri gerekli emir ve yasakları bildirmiş, biz âciz kullarına yol göstermiştir. Ve bu ilâhî emir ve yasaklar bozulmuş olarak da olsa, bugüne kadar ilkel kabilelerden tutunuz da en gelişmiş topluma kadar yer yer kendisinin varlığını hissettirmekte, insanlar kendilerini nikah ve sorumluluklarından tamamıyla azâde bilmemektedirler. İslâm da ise tahrîfat olmadığından nikah konusu da sıkı tutulmuş, günümüze kadar Kur’ân ve Sünnet’e uygun bir şekilde yapılagelmiştir.

Nikah; bir açıdan toplumsal bir sorumluluk üstlenmektir de. Çünkü bu sayede hem kadının ve hemerkeğin ve hem de çocukların hak-hukukları korunur.

Her ne zaman ki nikahın toplumsal boyutu, hukûkî yaptırım gücü göz ardı edilmiş ve sadece işin fetvâ yanı ile yetinilmiş ise, bundan öncelikle kadın tarafı ve çocuklar zarar görmüş, mağdur olmuşlardır. Onun içindir ki, nikah her ne kadar zâhirî fetvâ olarak iki kişi arasındaki teklîf ve kabûl ile olabiliyor ise de İslâm’a uygun olarak yönetilen düzenlerde ve hattâ gayr-i şerî yönetimlerde bile devletin de ilgilendiği kanûnî bir veçhe kazanmıştır.

Hele de insanların alabildiğine bozulduğu, kurdun kuzu postuna büründüğü, kimsenin kimseye güveninin kalmadığı, itimadın kötüye kullanıldığı bir zaman ve mekanda, bu nikah akdinin sulandırılarak, yazılı metin ve kanûnî bağlayıcılığından uzak bir şekilde yapılması-yaptırılması insaftan, adâletten ve dînin temel hedef ve esprilerinden sapmadır.

İmâm Cafer Sâdık’ın (a.s) naklettiğine göre, Resûlullâh (a.s) efendimiz şöyle buyurdular; “Allâh’a en sevimli gelen şey, İslâm’a uygun bir nikah ile yuva kurmaktır. Allâh’ın hiç sevmediği de, sebepsiz yere boşanarak İslâm’a göre kurulmuş olan bir yuvayı yıkmaktır.”[23]

NİKAHIN ÇEŞİTLERİ

İçinde yaşadığımız toplumda “nikahın çeşitleri” başlığı bir çoğumuza ürkütücü ve anlaşılmaz gelebilir. “Nikahın çeşitleri de ne demekmiş? Nikah bir çeşit değil mi? Eski köye yeni âdet mi?” gibi söylentiler içerisinde olabiliriz.

Bizler; Hakkı ortaya koymak, bilinmezleri bilinir, anlaşılmazları anlaşılır, söylenmezleri söylenir, gizlenenleri açıklanır kılmak üzere yola çıktık. Bundan dolayıdır ki dost-düşman kim ne derse desin, İslâm’da var olan gerçekleri elimizden geldiğince ortaya koymaya çalışıyoruz.

Müminler! Canlar! Kardeşler!

Dînin öğretileri, hakîkatleri her türlü kabul ve değerlendirmelerin, çıkarların üzerindedir. Kur’ân ve Ehl-i Beyt’in zerre hakîkati, insanlar anlamazlar, ya da yanlış anlarlar diye gizlenemez, örtbas edilemez. Çünkü Rabb’imiz Allâh bizden Hakkın gizlenmemesinin gerektiği yönünde ahit almış ve buyurmuştur; “Hakkı bâtıla karıştırıp, bile bile hakkı gizlemeyin.” [Bakara (2): 42] Biz de bu ahde sâdık kalanlardanız, yolunda gitmekte şeref duyduğumuz zâtlar da (a.s) bu ahde en sâdık kalmış kimselerdir.

Nikah iki çeşittir;

1.Dâimî-sürekli-ömürlük nikah.

2.Muvakkat-geçici-süreli nikah. (Mut’a nikâhı)

DÂİMÎ NİKAH

İki karşı cins arasında meşrû sınırlar dâhilinde, şartlara riâyet edilerek gerçekleşen ve doğal olarak ömür boyu birlikte olmayı hedefleyen nikahtır. Yani; halkımızın “Allâh bir yastıkta kocatsın.” diye duâlar ederek kast ettikleri nikahtır.

Nikah bir yönüyle sözleşme mâhiyetinde olduğu için, bazı şartları vardır. Nikahın sahih olması içinde bu şartların yerine getirilmesi gerekir. Bu şartlar şunlardır;

Eş olacak kimselerin veya onlar orada hazır değillerse yerlerine vekil olan kimselerin nikah anında hazır bulunmaları.

Nikah akdinin okunması: Bu icab (teklif) ve kabul ile gerçekleşir. Yani, iki tarafın birbirlerini eş olarak kabul ettiklerini açık bir ifâde ile belirtmeleri gerekir. Meselâ; “Filan erkeği veya filan kadını kendine eş olarak kabul ettin mi?” sorusuna, “evet, kabul ettim. vb.” bir cevap verilmelidir.

Nikah her hangi bir şekilde zorlama ve baskı altında yapılmamalıdır.

Nikahı kıyılan ve kıyan kimseler akıllı olmalı, eşlerden her hangi birisi deli, sarhoş vs. bir halde olmamalıdır.

Nikahı kıyılan bayan şayet erginliğe ulaşmış, reşit (kendi fayda ve zararını bilecek yaşta) ve dul ise velînin izni gerekmez. Ancak reşit değil, veya reşit ancak bâkire ise veli olarak babanın veya baba tarafından dedenin ya da üzerinde velâyet hakkı olan bir büyüğünün izni gerekir. Kâfir olan bir baba veya dedenin Müslüman bayan üzerinde velâyet hakkı yoktur. Özel durumlarda ise, reşit, ancak bâkire olan bayanların velîlerinin izni gerekmeyebilir. Çünkü bu hüküm nikâhın olmazsa olmaz şartlarından değildir.

Yapılan nikah şaka ve benzeri amaçlarla kıyılmamalıdır. Bu amaçlarla kıyılan nikah geçersizdir, hiç bir hükmü yoktur. Meselâ; rol icâbı filmlerde, tiyatro oyunlarında vs. kıyılan nikahlar gibi.

Bunlardan başka, nikahta iki şâhidin bulunması, nikah kıyılırken kadının hakkı olan mehirin çevrenin genel kabulüne uygun bir miktarda belirlenmesi, her hal-u karda velînin, büyüklerinin izninin alınması, nikâhın çevreye meşru vesîlelerle duyurularak îlân edilmesi vs. müstehâb (iyi) davranışlar olarak görülmüştür.

Yine nikah akdi kıyılırken, besmele ile başlamak, Allâh’a hamd etmek, Peygamber’e (a.s) ve Ehl-i Beyt’ine (a.s) salât-u selâm getirmek, duâlar etmek, evlenecek kişilere İslâmî-insanî öğüt ve tavsiyelerde bulunmak, nikâhı ve düğünü İslâm kurallarına uygun bir tarzda haramlardan uzak bir şekilde yapmak vs. önemle vurgulanan âdâplardandır. 

Evlenecek kimselerin birbirlerini şerîat ölçüleri içerisinde görmeleri, tanımaları, bayanın ellerine, yüzüne, saçına bakması tavsiye edilmiştir. Birbirlerine eş olacak kimseler bütün bunları meşru sınırlar içerisinde yapmalı, şeytâna pirim verecek bir şekilde tenha, ıssız köşe-bucaklarda baş başa kalmamalıdırlar. 

EHL-İ BEYT’E KULAK VERELİM

Peygamberimiz (a.s) buyurdular; “Namaz gözümün nûru, kadınlar dünyadaki lezzetim, Hasan ve Hüseyin de reyhanlarım kılındılar.”[24]

İmâm Cafer Sâdık (a.s) buyurdular; “Kadınları sevmek peygamberlerin (a.s) ahlâkındandır.”[25]

Resûlullâh (a.s) buyurdular; “Sâliha bir eş, kişinin mutluluğundandır.”[26]

Allâh’ın aslanı (a.s) buyurdular;“Evleniniz. Muhakkak ki Resûlullâh (a.s) şöyle buyurmuştur; Kim benim sünnetime uymayı seviyorsa evlensin. Çünkü evlenmek benim sünnetimdendir.”[27]

İmâm Cafer Sâdık (a.s) buyurdular;“Evli kişilerin kıldığı bir rekat namaz, bekarların kıldığı yetmiş rekat namazdan daha faziletlidir.”[28]

İmâm Ali Rızâ (a.s) buyurdular; “...Evlilikte yemek vermek peygamberlerin sünnetlerindendir.”[29]

İmâm Cafer Sâdık (a.s) buyurdular; “Kim fakirlik korkusuyla evlenmezse, Allâh hakkında kötü zanda bulunmuş olur.”[30]

İmâm Cafer Sâdık (a.s) buyurdular; “Evlenecek bir kimsenin, şehvetle olmamak şartıyla eşi olacak bayanın yüzüne, bileklerine kadar ellerine, saçına ve güzelliğine bakmasında bir sakınca yoktur.”[31]

İmâm Cafer Sâdık’a (a.s); “Şâhitsiz nikah olur mu?” denildiğinde, buyurdular (a.s); “Evet olur. Nikah, evlenecek kişiler arasında ve Allâh huzurunda gerçekleşen bir ahitleşme ve sözleşmedir. Ancak, nikahta şâhitlerin bulunması, anlaşmazlık hâlinde nesebin belli olması, mîrâsın dağıtımında ihtilâfın olmaması ve İslâm’ın cezâî müeyyidelerinin (hadlerin) uygulanması gerektiğinde sorunların yaşanmaması için gerekir. (Yani; Nikâhın geçerli olmasının şartlarından değildir.)[32] 

MEHİR

Kur’ân’ın; “Kadınlara mehirlerini bir hak olarak (gönül hoşluğu ile) verin...” [Nisâ (4): 4] emri gereği Müslüman erkek tarafından kadına verilen bir haktır.

Mehir, nikah kıyılırken miktar olarak takdîr edilerek, ya peşin olarak kadına verilir, (Buna mehr-i muaccel denir.) veya daha sonra kadına verilmek üzere karara bağlanır. (Buna da mehr-i müeccel tabir edilir.) Mehirin bir kısmını hemen bir kısmını da daha sonra vermek de mümkündür. Nikah anında alınacak olan mehir belirtilmemiş ise, daha sonra “mehr-i misil” tabîr edilen bir mehir verilir. Bu, kızın emsallerinin aldığı ve yaşanılan bölgenin halkının alıp-verdikleri mehir miktarıdır. .

Mehir; para, altın,mal-mülk vs. gibi her şey olabildiği gibi, bayanın erkekten talep edebileceği manevi bir görev ve sorumlulukta olabilir. Kadın ve erkek aralarında anlaştıkları takdirde kadın mehir alma hakkından vazgeçerek bunu erkeğe bağışlayabilir de. Ancak maddi değeri olan bir mehirin takdiri, sünnete ve bu zamana kadar ki uygulamalara daha uygundur.

Mehir vermek Allâh’ın Kur’ân da kadınlara verilmek üzere erkeğe yüklediği bir sorumluluk olmasına rağmen nikâhın geçerli olmasının bir şartı değildir.

Verilecek mehir, tamâmıyla kadının hakkı olup, kadının rızâsı alınmadığı müddetçe hiç bir surette ne kocası, ne ana-babası ve nede her hangi bir kimse bu hakkı kadından gasp edemez. Bugün “başlık parası” adı altında alınan maddî hiç bir değerin mehir ile uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Şayet bu para mehir niyetiyle alınırsa, o zaman da kızın anne-babası kızının hakkı olan şeyi hak sâhibine vermelidirler.

İnançlı bayanlar alacakları mehri mümkün olduğunca düşük tutmaya çalışmalı, erkeği ve erkek tarafını zora koşmamalıdır. Çünkü dînin temel hedefi maddî değerler değil, gönüllerin birliği, mutluluk ve yüce ülkünün gerçekleşmesine temel olacak âileler oluşturmaktır.

Evlenenler arasında cinsel ilişki henüz gerçekleşmeden ayrılma-boşanma vâkî olursa, belirlenen mehrin yarısı verilmelidir. Kızın zifaftan önce ölmesi durumunda da mehrin yarısı kızın velîsine-vârisine verilir. Ancak, zifaftan önce iki taraftan birinin vefâtı halinde gerideki kalanların aralarında antlaşma yaparak mehri ibtâl etmeleri en güzel olanıdır.

EHL-İ BEYT’TEN NURLU SÖZLER

İmâm Cafer Sâdık’ın (a.s) naklettiğine göre, Ulu önderimiz Resûlullâh (a.s) şöyle buyurdular; “Ümmetimin kadınlarının en faziletlisi... mehri az olanlardır.”[33] 

İmâm Muhammed Bâkır (a.s) ve İmâm Cafer Sâdık (a.s) buyurdular; “Mehir, az olsun, çok olsun insanların râzı oldukları miktardadır.”[34]

İmâm Cafer Sâdık (a.s) buyurdular; “Kim evlenirken kararlaştırılan mehiri (Mehri müecceli) daha sonra vermezse, o kimse hırsızlık yapmış gibidir. Evliliği de zinâ gibidir. (Günah üzerine binâ edilmiş olur.)[35]

İmâm Muhammed Bâkır’ın (a.s) naklettiğine göre; Resûlullâh (a.s), sahabeden mehir olarak verecek hiç bir şeyi olmayan birini Kur’ân’dan bir miktar öğretme karşılığında bir kadınla evlendirdi.”[36]

NİKAH AKDİNİ BOZMA HAKKI VEREN KUSURLAR

Erkek veya kadın nikah akdinden sonra birbirlerinde aşağıda belirtilen kusur ve hastalıkların bulunduğunu anlarlarsa nikâhı bozabilirler;

Erkek,kadında;

1. Delilik.

2. Cüzzam ve benzeri bir hastalık.

3. Baras. (Bir çeşit deri hastalığı)

4. Körlük.

5. Belli olacak derecede felç, sakatlık veya tedâvisi imkansız müzmin hastalık.

6. Çocuğa kalmasını mutlak olarak imkansız kılan bir hastalık. (Yumurtalığının olmaması, rahimin olmaması, mutlak kısırlık...vs.)

7. Hayız yolu ile idrar yolunun veya hayız yolu ile dışkı yolunun bir olması hali.

8. Fercinde et, kemik vb. cinsel ilişkiye mani olacak bir şeyin bulunması, durumlarından her hangi birinin varlığını anladığında nikah akdini-anlaşmasını bozabilir.

Kadın da, erkekte;

1. Delilik.

2. İlişkiye girecek kadar erkeklik organının olmadığını.

3. İktidarsız olduğunu, cinsel ilişkiye girme gücünün olmadığını.

4. Çocuğunun olamayacağı bir hâlinin, mutlak kısırlık hastalığının bulunduğu gibi durumlardan birinin var olduğunu anlarsa nikah anlaşmasını bozabilir.

Eğer kadın, erkeğin iktidarsız olup cinsel temasta bulunamaması dolayısıyla nikah akdini bozarsa, erkeğin kendisine vermiş olduğu mehirin yarısını geri vermesi gerekir.

Diğer şartlardan dolayı erkek veya kadın nikah akdini bozarlarsa ve cinsel ilişki de henüz gerçekleşmemişse, bu durumda erkeğin mehir vermesi gerekmez. İlişki gerçekleşmiş ise belirlenen mehirin tamâmının kadına verilmesi gerekir.

KENDİLERİ İLE EVLENİLMESİ HARAM OLANLAR

Evlenilmesi haram olan kimseler genel olarak Nisâ sûresi 23. âyetinde meâlen şöylece bildirilir; “Size (şunlarla evlenmeniz) harâm kılındı: Analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz,erkek kardeşin kızları, kız kardeşin kızları, sizi emziren analarınız (süt analarınız), süt bacılarınız, karılarınızın anaları, evlerinizde bulunan vekendileriyle ilişkiye girmiş olduğunuz karılarınızdan olma üvey kızlarınız, -henüz kendileriyle ilişkiye girmemişseniz (kızlarını almaktan dolayı) üzerinize bir günah yoktur- kendi sulbünüzden gelen oğullarınızın karıları ve iki kız kardeşi bir arada almanız...”

Âyet-i Kerîmede belirtilenlerden başka da değişik sebeplerle evlenilmesi haram kılınmış olan kimseler vardır. Ehl-i Beyt’in (a.s) nurlu yoluna göre aşağıda belirtilen sebeplerle bir kimseyle evlenme haramlığı gerçekleşir:

1. Nesep yolu ile haram olanlar.

2. Süt emme yolu ile haram olanlar.

3. Musâhere ile haram olanlar.

4. İddet hâlinde bir kimse ile evlenme ve Kur’ân’ın izin verdiği sayıdaki evlilikten başka evliliklerin haram olma hâli.

5. Liân boşanmanın gerçekleşmesi ile haram olma hâli.

6. Küfür (kâfirlik) sebebi ile haram olanlar.

Şimdi bunlarla ilgili kısa, öz ve gerekli bilgileri vermeye çalışalım.

NESEP YOLU İLE HARAM OLANLAR

Analar: Kişinin kendi anası, anasının ve babasının anası ve yukarısı.

Kızlar: Kişinin kendi kızları, oğlunun ve kızının kızları ve aşağıya doğru bütün torunları.

Kız kardeşler: Gerek ana bir, gerek yalnız ana veya yalnız baba bir kız kardeşler.

Halalar: Kişinin babasının ve dedesinin kız kardeşleri.

Teyzeler: Kişinin anasının ve ninesinin kız kardeşleri.

Erkek kardeşin kızları: Kişinin gerek ana-baba bir, gerekse yalnız ana veya yalnız baba bir olan erkek kardeşinin kızları ve aşağıya doğru bütün yeğenleri.

Kız kardeşin kızları: Kişinin gerek ana-baba bir, gerekse yalnız ana veya yalnız baba bir olan kız kardeşinin kızları ve aşağıya doğru bütün yeğenleridir.

SÜT VERME SEBEBİ İLE HARAM OLANLAR

Süt verme sebebi ile haramlığın gerçekleşmesi için altı şart vardır;

1. Emilen süt, nikahlı olarak çocuk doğurmuş olan bir kadının sütü olmalıdır. Bir kadın zinâ sebebi ile çocuk doğurur da sütlenirse, o kadının çocuğu kendisinden süt emen hiç bir kimseye haram olmaz.

2. Çocuk sütü kadının bizzat göğsünden emmelidir. Şayet süt değişik vâsıtalarla (biberon vs. gibi) çocuğa içirilir, ya da başka şeylerle (başkasının sütü, hayvan sütü, meyve suyu vs. gibi) karıştırılarak çocuğa verilirse haramlık gerçekleşmez.

3. Sütü emilen kadın diri olmalıdır. Süt emilme esnasında kadın ölse, emilen süt belirtilen miktarlara öldükten sonra ulaşırsa haramlık gerçekleşmez.

4. Çocuk Ay yılına göre iki yaşını doldurmamış olmalıdır. İki yaşından sonra emilen süt ile süt kardeşliği ve haramlık gerçekleşmez.

5. Çocuk sütü onbeş kez veya bir gece bir gündüz ya da “vücuduna et-kemik oldu.” denilecek kadar doyasıya emmiş olmalıdır.

Onbeş kez emme de peşi peşine olmalı, arada bir kez bile olsa başka bir şekilde çocuğun karnı doyurulmuş olmamalıdır. (Meselâ; başka bir kadından süt emme veya her hangi bir yiyecekle doyurmak gibi.)

Bir gece ve gündüz emme de aynı şekilde gerçekleşmeli, o gece ve gündüz zarfında çocuk bir defa bile olsa başka yollarla doyurulmuş olmamalıdır.

6. Beşinci şartta belirtilen süt emme olayı -diğer şartlarda tutarsa- kadın bir koca ile evli olduğu durumda haram olmaya sebep olur. Meselâ; Sütü olan bir kadın, bir çocuğa sekiz kez vs. veya bir gün vs. süt emzirse, sonra da kadın kocasından boşansa ve başka bir kocaya varsa, süt emzirmekte olduğu çocuğa geriye kalan miktarı da emzirse (yedi kez vs. veya bir gece vs gibi.) o çocuk hiç kimseye haram olmaz. (diğer şartlar uygun olsa bile)

ŞARTLARA UYGUN OLARAK SÜT EMEN BİR ÇOCUK KİMLERE HARAM OLUR?

1. Süt emdiği kadının kendisine: Bu kadına “süt anne” denir.

2. Süt annenin kocasına: Bu erkeğe de “süt baba”denir.

3. Süt emziren kadının anne, baba ve daha yukarılarına. Dede vs.

4. O kadından dünyaya gelmiş veya gelecek olan çocuklarına. Bunlara da “süt kardeşler”denir.

5. Süt annenin çocuklarının çocuklarına ve aşağıya doğru bütün çocuklara. Bunlar yeğen hükmünde olurlar.

6. O kadının oğlan ve kız kardeşlerine. Velev ki kadının süt kardeşleri bile olsalar.

7. O kadının amca ve halalarına. Süt emme yolu ile amca ve hala olsalar dâhi.

8. O kadının dayı ve teyzelerine. Süt emme yolu ile dayı ve teyze olsalar bile.

9. Süt babanın bütün çocukları, çocuklarının çocukları ve daha aşağısı.

10.  Süt babanın anne, baba, dede, nine ve daha yukarısı.

11.  Süt babının oğlan ve kız kardeşleri. Süt kardeşi bile olsalar.

12.  Süt babanın hala, teyze. Amca, dayı ve daha yukarısı. Süt emme yoluyla olsa bile.

Bütün bu mahremiyetler ve haramlıklar yalnızca süt emen çocuk ile belirtilen kimseler arasında gerçekleşir. Süt emen çocuğun diğer büyük veya küçük kardeşleri ile sayılan kimseler arasında her hangi bir şekilde süt emme haramlığı-mahremiyeti gerçekleşmez.

SÜT VERME ÂDÂBI

Çocuk için en uygunu öz annenin süt vermesidir. Cenâb-ı Hak bir çocuk için en güzel gıdayı adeta Cennetin sütten ırmağı gibi olan annesinin memesinde halk eylemiştir. Onun için kadınlar mümkün ise çocuklarını en azından iki yıl emzirmeli, Cennet meyvesi çocuklarını bu lezîz gıda ve ikrâm-ı ilâhîden mahrum bırakmamalıdırlar.

Süt emziren anneler imkanları nisbetinde abdestli olarak çocuk emzirmeli, besmele, duâlar ve güzel bir muâmele ile yemek yedirmeli, içirmeli, yavrusunun boğazından haram geçmemesine gayret etmelidirler.

Anneler her önlerine gelene süt emzirmemeli, âilelerde çok zorunlu olmadıkça çocuklarını başka kadınlardan emzirmemelidirler. Allâh korusun kimin kime, ne zaman, ne kadar süt emzirdiği unutulursa, süt emme sebebi ile birbirlerine haram olan kimselerin evlenmesine meydan verilebilir.

Haram olmaya neden olan süt verme iki yolla bilinebilir;

1. İnsanın sözlerine güven duyduğu bir topluluğun durumu haber vermesi ile.

2. İki âdil erkek veya âdil dört kadının, bir âdil erkek ile iki âdil kadının vs. şâhitliği ile. Ancak, bu kimselerin süt vermenin şartlarını ve ne şekilde gerçekleştiğini açıklamaları gerekir.

MUSÂHERE İLE HARAM OLANLAR

Evlilik, zinâ vs. yolu ile gerçekleşen yakınlığa sıhriyet-musahere denir.

Nikah ile musâhere haramlığı olan kimseler şunlardır:

1. Kadının annesi, ninesi ve yukarısı .

2. Kadının kızları, bütün çocuklarının kızları ve aşağısı.

3. Erkeğin babası, dedesi ve yukarısı.

4. Erkeğin oğulları, bütün çocuklarının oğulları ve aşağısı.

Bir kadın ile nikahlanılır, ancak zifaf gerçekleşmeden boşanma olursa, kadın nikahlandığı erkeğin babasına ve oğullarına haram olur. Böyle bir durumda kadının kızı erkeğe haram olamaz. Kadının annesi ise erkeğe haramdır.

5. Kadınla evli olunduğu müddetçe, kadının kız kardeşi.

Zinâ ile haram olan kimseler:

1. Bir erkek bir bayanla -Allâh korusun- zinâ etse, artık o erkek, oğulları, aşağıya doğru bütün torunları ve babası o kadının annesiyle, kızlarıyla ve torunlarıyla evlenemezler. Ancak erkeğin kendisi o zinâ yaptığı kimse ile evlenebilir.

2.Evli bir kadınla zinâ yapıldığında ise, o kadınla, kadının annesiyle, kızlarıyla ve torunlarıyla -zinâ yapan erkek de dâhil- zinâ yapan erkeğin yukarıdaki sayılan bütün yakınları hiç bir sûrette evlenemezler.

İDDETTE VEYA BELLİ SAYIYA ULAŞTIĞINDA HARAM OLAN EVLİLİK

İddet; Boşanmış veya kocası ölmüş bir kadının yeniden evlenebilmek için belli bir süre beklemesidir. Bu, Kur’ân âyetleriyle sâbit olan bir beklemedir.

1.İddet halindeki bir kadınla evlenmek câiz değildir. Evlenecek olanların her ikisi veya biri bu hükmü bile bile nikahlanırlarsa bu nikah geçersiz olur ve birbirlerine ebediyen haram olurlar. İster cinsel temas gerçekleşmiş, isterse gerçekleşmemiş olsun.

2.Evlenecek olanların her ikisi de bu hükmü bilmeyerek nikahlanmışlar ve temas olmuş ise yine ebediyen haramlık gerçekleşir. Cinsel temas olmamış ise nikah geçersizdir. Ebedî haramlık da olmaz. İddet dolduktan sonra nikah kıyarak evlenebilirler.

3.Haram olduğunu bile bile bir kadınla hac veya umrede ihramlı iken nikahlanılırsa, ilişkiye girilmemiş bile olsa o kadın o erkeğe ebedî olarak haram olur. Hüküm bilinmediğinden nikahlanılırsa ilişki gerçekleşmiş bile olsa ebedi haramlık gerçekleşmez.

4.Bir erkeğin dört kadından fazlasıyla evlenmesi haramdır. Dörde kadar evlilikte kişinin kendi zevk ve anlayışına kalmış bir şey değil, zamana ve şarta bağlı olarak gerçekleşebilecek bir evliliktir.

LİAN BOŞAMANIN GERÇEKLEŞMESİ İLE HARAM OLAN EVLİLİK

Lian boşama; Eşlerin -Allâh korusun- bir takım sebeplerle oluşan geçimsizlik durumunda birbirlerinden lanetleşme ile boşanmalarıdır.

Bu şekilde birbirlerinden boşanmış olanların yeniden birbirleri ile evlenmeleri ebediyen haramdır.

KÂFİRLİK SEBEBİ İLE HARAM OLMA HALİ

Müslüman bir kadın Müslüman olmayan bir erkekle evlenemez. Ehl-i Beyt fıkhına göre Müslüman erkekte Müslüman olmayan (Hıristiyan, Yahudi, Mecusi, müşrik, putperest vs.) kadınlarla dâimî evlilik yapamaz.

Yine, İslâm’ı bir hayat nizâmı kabul etmiş Müslüman erkek ve kadınlar, İslâm’ın bir dünyâ ve âhiret dîni olduğunu kabul etmeyen, çağdaş(!) yaklaşımlarla dîni hayat sahnesinin dışına iten, beşerî ideoloji ve yaşam tarzlarının savunucusu, “müslüman” olduklarını zanneden örtülü müşriklerle ve ateistlerle evlenemezler. Eşlerden birinin bu durumda olması ile kıyılan nikah geçersiz olur, evlilik gerçekleşmez. Müslüman’lar, Müslüman’larla, gayr-ı müslimler de ancak kendileri gibi olanlarla evlenebilirler.

Ehl-i Beyt’e (a.s) ve Oniki İmâm’lara (a.s) düşman olan, Onlara (a.s) küfür ve hakâret eden, söven kimseler ile, Ehl-i Beyt’in İmâmlarını (a.s) bulundukları makamlardan daha yücelere çıkararak Onları (a.s) -hâşâ- peygamber, ilâh, vs. kabul edenlerle de evlenmek câiz değildir. Çünkü bu iki gurup da kâfir hükmündedirler.

Eşlerden birisinin her hangi bir sebep ve surette dinden dönmesi (mürted olması) ile nikah son bulur. Evlilik biter.

Evlenecek eşlerde aranan şartlar ve denklik;

Evlenecek olan kadın ve erkeklerde bulunması önemle tavsiye edilen bazı şartlar vardır. Bu şartlar nikahın geçerli olmasının şartları olmamakla beraber mutlu bir yuva kurmanın, mesut olmanın ve örnek bir aile oluşturabilmenin gerektirdiği şartlardır.Peygamberimiz (a.s) ve Allâh’ın velîlerinin (a.s) emir ve tavsiyelerinden çıkarılan sonuçlara göre;

Bayan ve erkek dindar olmalıdır. Her ikisi de dinin ferdi ve toplumsal emir ve yasaklarına birbirlerine yakın oranlarda duyarlı olmalı, pratiğe geçirmelidirler.

Güzel ahlak ve fazilet sâhibi olmalıdırlar.

Birbirlerine denk olacak şekilde güzel olmalıdırlar. Aralarında aşırı bedenî ve fizîkî farklılıklar bulunmamalıdır. Çünkü bu âile mutluluğunu olumsuz yönde etkiler.

Birbirlerini zorda bırakacak şekilde mehir takdir edilmemelidir.

İki tarafta çocuk sâhibi olmaya müsâit olmalıdır. Buna engel olacak bedensel veya ruhsal bir dengesizlik ve uyumsuzluk bulunmamalıdır.

İki tarafta soyu-sopu belli ve geçmişi temiz olmalıdır.

Tahsil durumları birbirlerine yakın, eşler birbirlerini anlayacak bilgi ve kültür seviyesinde olmalıdırlar.

Mal, zenginlik, toplumsal konum, anlayış, fıtrî yöneliş, karakter, huy ve zevkler vs. gibi hallerde uyum sağlayacak durumda olmalıdırlar.

Aşk aklı baştan alır, insanı duygusal kılar. Bu nedenle öğüt ve tavsiyeler gözardı edilerek, evliliğe hissî ve gerçekçi olmayan bir yaklaşımda bulunulmamalıdır. [37] 

EHL-İ BEYT’TEN ÖĞRETİLER

Peygamber efendimiz (a.s) buyurdular; “Cebrâil (a.s) bana kadınlarla ilgili o kadar tavsiyelerde bulundu ki, fuhuş yapmaları hariç hiç bir durumda boşanmanın olamayacağını sandım.”[38]

İmâm Cafer Sâdık’ın naklettiğine göre, Resûlullâh (a.s) buyurdular; “Bir kadın kocasından başka birilerine hoş görünmek için güzel koku sürünürse (süslenirse vs.), o halden uzaklaşıncaya kadar, Allâh o kadının namazını kabul etmez.”[39]

İmâm Cafer Sâdık (a.s) naklediyor ki, Resûlullâh (a.s) buyurdular; “İçki içen kimselerle kızlarınızı evlendirmeyiniz.”[40]

Resulu’s sekaleyn (a.s) buyurdular; “Sizin en hayırlınız, kadınlarına hayırlı olanınızdır. Ben de kadınlara içinizden en hayırlı olanınızım.”[41]

MUT’A NİKAHI[42]

İki karşı cins arasında belirlenen şartlara göre ve şerîata uygun bir tarzda süresi belirlenerek kıyılan geçici bir nikahtır.

Mut’a nikâhı; İslâm’ın ilk devirlerinden itibâren Allâh-u Teâlâ tarafından Müslüman’lara meşrû kılınmıştır. Sünnî Müslüman’ların çoğunluğu, Ehl-i Beyt yolu bağlılarının da tamâmı tarafından kabul edilmektedir ki;Nisâ sûresi (4): 24. âyeti mut’a nikâhının meşru oluşunun Kur’ân’dan delîlidir. Âyet şöyledir; “...Onlardan faydalandığınıza karşılık olarak (onlarla istimta’-mut’a yaptığınızda) onların ücretlerini verin...”

Bu âyetin ifâde ettiği ve sınırlarını, şartlarını ve uygulanış şeklini de şanlı Peygamberimizin (a.s) açıkladığı biçimde ilk nesil Müslüman’lar (Sahâbe) bu nikâhı yer yer, zaman zaman pratiğe koymuşlar, onunla âmil olmuşlardır. Bununla ilgili bir kaç nakil şöyledir;

Sahabeden bir zât diyor ki; “Mut’a âyetinâzil olmuş ve Allâh’ın kitâbındadır. Biz de Resûlullâh ile birlikte amel ettik. Kur’ân-ı Kerîm’de onu haram kılacak bir âyet inmedi. Hz. Resûlullâh (a.s) da vefât edinceye kadar onu yasaklamadı. Sonra birisi (Ömer) çıkıp bu hususta kendi görüşüne göre istediğini söyledi...”[43]

Yine, seçkin sahabîlerden Câbir-i Ensârî şöyle diyor; “Ömer, hilâfeti dönemindemuta’yı yasaklayıncaya kadar biz Hz. Peygamber’in (a.s) ve Ebû Bekir’in döneminde bir avuç hurma ve un karşılığında mut’a yapıyorduk.” [44]

Hz. Ali de buyuruyor; “Mut’a Allâh’ın kullarına bir rahmeti idi. Eğer Ömer onu yasaklamasaydı sapıklardan başka hiç kimse zinâ etmezdi.” [45] 

H. Ömer b. Hattab’ın da kendi beyânında bu gerçek açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. O der ki; “İki mut’a Resûlullâh’ın döneminde serbest idi. Ben bu iki mutayı da yasaklıyorum ve onları yapanı dacezâlandıracağım. Bu iki mut’a; hac mutası ile, kadınlarla yapılan mut’a dır.”[46]

Abdullâh b. Mesud’dan şöyle nakledilir; “Peygamberle (a.s) birlikte savaşıyorduk. Eşlerimizde yanımızda yoktu. Peygambere kendimizi iğdiş mi edelim diye soruldu. Peygamber (a.s) bizi ondan nehyetti. Bize bir süreliğine elbise karşılığında kadınları nikah etmemize (muta nikâhı yapmamıza) izin verdi. Abdullah b. Mesud sonra şu âyeti okudu; “...Allâh’ın sizin için helal kıldığı güzel şeyleri haram kılmayın ve haddi aşmayın...” [Mâide (5): 87] [47]

Ehl-i Beyt’in İmâmlarına (a.s) göre bu âyetin hükmünü yürürlükten kaldıran başka bir âyet gelmemiş ve bu uygulama hiç bir şekilde ebedi olarak Resûlullâh tarafından da yasaklanmamıştır.[48] Hakikatte âyetin helâl kıldığı bir şeyi Resûlullâh’ın (a.s) yasaklayacağı da düşünülemez. Ve böyle bir şeyin örneği de yoktur. Halîfe Ömer ise kendi görüş ve içtihâdıyla zamanın maslahatına göre mutayı yasaklamıştır. (Haram kılmamıştır.) O’nun da helâli haram kılma yetkisi yoktur. Müslüman için de sünnetine-yoluna tabî olunması gereken kimse öncelikle Allâh’ın peygamberidir. O’nun Allâh’ın emri ile helal kıldığı kıyâmete kadar helâl, harâmı da kıyâmete kadar harâmdır.

Mut’a (geçici) nikah ile ilgili şu hususları belirtmeden de geçemeyeceğiz:

Meşrû olan her hüküm, nâmertlerin, câhillerin, İblis tabiatlı münâfık kimselerin elinde kötüye kullanılabilir, zararlı kılınabilir. Târihte bunun örnekleri sayılamayacak kadar çoktur. Mut’a nikâhı da bunlardan sadece biridir. Meselâ;

Kişi isterse namaz gibi bir ibâdeti kötü kimliğini örtücü bir maske olarak kullanmıyor mu?

Oruç gibi Allâh’tan başka kimsenin bilmemesi gereken bir amel bile riyâkârların elinde gizli şirke vesîle kılınmıyor mu?

Zekat, zenginlerin varlıklarıyla şımarmalarına, birilerinin üzerinde sulta kurarak insanları minnet altında kalmaya zorlamalarına sebep olmuyor mu hiç?

Hac, toplumsal kariyerin yükselmesine, hacı-hoca lakabıyla çağırılmaya ve gurura kapılmaya neden olmuyor mu?

İslâm’ın cevaz verdiği bir çok konuda tarih içerisinde suisti’mâller olmadı mı?

Peygamber soyunun halk nazarındaki değerinden istifâdeye kalkışan uyanık sahtekarlar çıkmadı mı, çıkmıyor mu?

Mehdî inancını sömüren sahte mehdî taslakları piyasayı kaplamadı mı?

Peygamberlik misyonunu kendi çıkar ve menfaatlerine kullanan sahte peygamberler çıkmadı mı? çıkmıyor mu? vs.

Şimdi bütün bunlardan sonra;

Her şeyin batıl amaç ve hedefler uğrunda kullanılması mümkün oluyor diyerek hak olan şeylerin önünü mü keselim?

Müslüman’ların pısırıklığından dolayı dînin emir ve yasakları birileri tarafından uyuşturucu gibi kullanılıyor diye, bazı aydın bozuntularının dediği gibi İslâm için (haşâ)“din bir afyondur!” mu diyelim?

Müslüman’a düşen görev; çirkin davranışların oluşmaması, kötü niyetli kimselerin meşru hükümleri gayr-ı meşru emellerine vesîle kılmamaları için uyanık olmak, İslâm’ın yüce hedeflerini ve insanlığın ortak çıkarlarını korumak ve kollamak uğrunda yılmadan çalışmaktır. Yoksa, kötülere mânî olamıyorum diyerek, helâli harâm, harâmı helâl gibi görmek değildir.

Ehl-i Beyt mektebine  bağlı Alevî Müslüman;

İnsanlar yanlış amaçlar uğrunda kullanıyorlar diyerek, helâli haram kabul etmez, meşru olanı da gayr-ı meşru bilmez.

Helal ve meşru olan her şeyi de nefsine hoş geliyor diye hemen uygulamaya kalkmaz. Toplumsal yapıyı, insanların anlayış ve kavrayış seviyelerini, genel hedef ve esprileri göz önünde bulundurur.

Mut’a ve benzeri konuları da bu bağlamda ele alır ve ona göre davranır.

Ehl-i Sünnet yoluna samîmiyyetle bağlı Sünnî Müslüman’lardan da içtenlik ve bilgisizlikle bazı endişe ve tereddütlere düşen kardeşlerimize bir-iki sözümüz vardır;

1. Âyetin hükmünün hiç bir surette sünnet ile kaldırılamayacağı yönündeki görüşü dînin temel anlayışı içerisinde dikkate alınız.

2. İttifakla kabul edildiği üzere Resûlullâh’ın (a.s) bir süre bile olsa izin verdiği mut’a nikâhına “örtülü zinâ” diyerek -hâşâ- Allâh’ın peygamberine (a.s) “geçici olarak örtülü zinâya izin verdi!” der gibi bir iftirâ ve İslâm dışı bir yakıştırmayı yapmayınız.

3. Amelî bir konu olan farklı bir fıkhî uygulamayı itikat boyutuna taşırarak kardeşlerinize; “İslâm’ın dışındadırlar, bâtıl mezhep taraftarıdırlar!...vs.” diyerek, “Ehl-i Kıble tekfîr edilmez.” genel prensibine ters düşmeyiniz. Ameli îmândanmış gibi değerlendirerek çelişkili tavırlar sergilemeyiniz. Yüce Allâh- ’ın;“Ancak müminler kardeştirler.” buyruğunu unutmayınız.

4. Mut’a nikâhı câiz bilinirse, “Ortalık mut’a yapanlarla dolar, her şey herc-ü merc olur...vs.” gibi boş endişelere kapılmayınız. Bu tür boş ve anlamsız endişelerle sâbit olan bir hükmü inkâr ve redde kalkışmayınız. Zira, günümüzde bu tür yaklaşımları “Ehl-i dünya” bilinen ve ahkâm-ı ilâhînin gizli ve açık düşmanı olanlar, değişik konularda İslâm’ın bir takım hükümlerine karşı sergiliyorlar ki, sizler de farkına varmadan yaklaşım olarak onların konumlarına düşmeyiniz.

5. Meşru bilinen her şeyin toplumda el üstünde tutulacağı, haddinden fazla yaygınlaşacağı, çığırından çıkacağı vs. gibi zanlara kapılmayınız. Görünüz ki;

Taadüd-ü zevcât İslâm’ın şartlar dâhilinde meşru gördüğü bir uygulama iken bunu kaç kişi uygulamaktadır?

Bir çok mezhebin anlayışında erkek ve kızlar bulûğa erer ermez nikahlandırılabilecekleri ve hatta bulûğa ermeden dahi velisi tarafından nikahlanmasının câiz olduğu kabul edilirken, bu fetvâ ve hükümlere göre kim amel ediyor? Toplumda bu tür bir evlendirme ne kadar yaygın ki?

Yaşları birbirinden çok farklı olan iki kimsenin evlenmeleri dînî yönden câiz iken kaç kişi bu şekilde evlenmektedir?

Nikah aslen î’câb (teklif) ve kabulden ibâret olduğu halde kaç aile bununla yetiniyor da evlatlarını resmî nikahsız olarak evlendiriyorlar?

Erkeklerin avret mahalli en düşük şekliyle göbek ile diz kapağı arası iken kaç erkek sokaklarda o kıyafetle geziyor, o kılıkla ibâdet ediyor?

Anlayana bu kadar yeter. Kötü niyetli olup, Müslüman avına çıkan Ehl-i nifâk’a ise diyecek sözümüz yoktur. Onları Allâh’a havale ediyor, “Allâh haklarından gelsin.” diye duâcı oluyoruz.[49]  

MUT’A NİKÂHININ GEÇERLİ OLMASININ ŞARTLARI

Mut’a nikahının geçerli olması için şu dört şartın bulunması gerekir;

1. Mut’a nikâhı teklif ve kabul ile gerçekleşir. Dolayısıyla nikahlanacak olan taraflar her hangi bir zor ve baskı altında olmadan birbirlerini belli bir süreliğine eş olarak kabul ettiklerini ifade etmelidirler. Meselâ; “seni kendime nikahlıyorum. Seni mut’a nikâhı ile nikahlıyorum. vs”kabul ettin mi? tekliflerine, “Evet kabul ediyorum. Kabul ettim. vb.” gibi ifâdelerle yanıt verilmelidir.

2. Nikahlanacak bayan Müslüman, Hırıstiyan, Yahûdî veya Mecûsi vb. gibi Kitap ehli bir kimse olmalıdır. Putperest müşriklerle, ateistlerle vs. mut’a nikâhı ile nikahlanılamaz.

Müslüman bayan ise, ancak Müslüman bir erkekle mut’a nikâhı yapabilir. 

Bayan da, erkek de Ehl-i Beyt düşmanı olan kimselerle (Nâsıbîlerle) mut’a yapamazlar.

3. Nikah akdinin geçerli olması için mehir miktarı belirtilmelidir.Mehir az olsun, çok olsun belirtilerek karara bağlanmaz ise, nikah geçersizdir. Ancak, kadın mehir almaz veya kocasına bağışlar ise bunda bir sakınca yoktur.

4. Nikah yapılırken ne kadar süre ile evli kalınacağı belirtilmelidir. Süre sınırlandırılmaz ise, nikah dâimî nikah olur. Bu süre eşlerin kendilerinin anlaşarak karar verebilecekleri uzun veya çok kısa bir süre olabilir. (saat, gün, ay, yıl... vb.) Sürenin bitiminde iki taraf isterlerse nikahlarının süresini şartlara uygun olarak uzatabilirler. Nikah süresinin dolması ile eşler otomatik olarak birbirlerinden boşanmış olur ve birbirlerine haram hâle gelirler.

Mut’a ile ilgili bazı hükümler;

Bâkire veya dul, kârını-zarârını bilecek şekilde reşîde olmuş, erginliğe ulaşmış bir bayan ile mut’a nikâhı kıyılabilir. Ancak, bâkire kızın mut’a ile nikahlanması hoş karşılanmamış, ve bu durumun hem kız için ve hem de kızın âilesi için utanç verici bir hâl olacağı rivâyetlerde ifâde edilmiştir.

Mut’a nikâhında ayrıca bir boşanma gerçekleşmez. Sürenin bitimi ile boşanmışlık hâli ortaya çıkar.

Eşler arasında mîrâs hükümleri uygulamaya girmez.

Eşler arasındaki anlaşmaya göre, olacak çocuk iki taraftan birine evlat olur. Dilenirse hamileliği önleyici uygun tedbirler alınabilir.

Ayrıldıktan sonra kadın erkekten nafaka talebinde bulunamaz.

Bayan erkekle ilişkiye girmiş ise, nikah süresi bittiğinde iki hayız ve temizlik müddeti iddet beklemelidir. Hayız ve nifastan kesilmiş bir kadın ise kırkbeş (45) gün iddet bekler. Nikahlı iken erkeğin ölümü halinde ise, kadın dört ay on gün iddet bekler. Bu iddet süresi bitmeden başka bir kimse ile nikahlanan kadın zinâ etmiş olur.

Erkek mut’a yapacağı kadının iddetini vs. araştırmak zorundadeğildir. Ancak nikahtan önce bu durum ile ilgili olumsuz bilgiler edinmiş ise konuyu araştırması ve ona göre davranması daha uygun görülmüştür.

Mut’a nikahı sadece cinsel amaçla yapılan bir nikah değildir. Birbirleri ile dâimî eş olma niyetleri olan iki kişinin, harama düşmeden meşru sınırlar içerisinde konuşması, birbirlerini biraz olsun tanımaya çalışmaları, yan yana olmaları, vs. gibi amaçlarla da yapılabilir. Meselâ; insanlarımızın tanıma devresi gibi gördükleri nişanlılık dönemindeki yakınlığın dînin meşru sınırları içerisinde gerçekleşmesi gibi amaçlarla. Bu amaçlarla mut’a yapan kişiler antlaşmalarındaki şartlara mutlaka riâyet etmeli, haramlara vesîle olacak hal ve hareketlerden kaçınmalıdırlar. Çünkü Müslüman nikah ve antlaşma ile hem karşısındakine söz vermiş ve hem de Allâh’a söz vermiş olur.

Mut’a nikahı ile birbirlerini iyice tanıyan eşler dilerlerse nikahlarını dâimî nikaha çevirir, bir yastıkta mutlu bir ömür sürmenin hazzını tadarlar.

EHL-İ BEYT ( s.a.a.) NE BUYURMUŞ?

İmâm Cafer Sâdık (a.s) buyurdu; “Mut’a nikahı Kur’ân’da nâzil oldu ve onu Resûlullâh (a.s) sünnetle uyguladı-uygulattı.”[50]

Ebû Hanîfe (r.h); İmâm Cafer Sâdık’a (a.s), “Muta’dan sordu.” İmâm (a.s) dedi;“Hangi muta’yı soruyorsun?” Ebû Hanîfe dedi; “Ben Hac muta’sından sormuştum. Ancak, bana mut’a nikâhından da haber ver. O hak olan bir şey midir?” Hz. İmâm (a.s) buyurdular; “...onlarla mut’a yaptığınızda kararlaştırılan (farz olan) ücretlerini-mehirlerini kendilerine verin...” [Nisâ (4): 24] âyetini hiç okumadın mı?” Bunun üzerine, Ebû Hanîfe (r.a.); “Vallâhi ben bu âyeti sanki hiç okumamışım.” dedi.[51]

İmâm Cafer Sâdık (a.s) buyurdu;“Bir kadınla mut’a yapmak istediğinde şöyle diyerek anlaşırsın.” “Seni Allâh’ın Kitâbı ve Resûlün sünneti üzere, aramızda mîrâs hükümlerinin geçerli olmaması, şu kadar süreliğine, şu kadar mehir-ücret karşılığında ve süre bittiğinde iddetini beklemen şartlarıyla meşru bir nikah ile kendime zevce-eş edindim-ediniyorum.” (Bayan bu şartlarla nikahlanmayı kabul ettiği zaman nikah gerçekleşmiş olur.)[52]

İmâm Ali Rızâ (a.s) buyurdular; “Mut’a nikâhı; Mut’a ile ilgili hükümleri bilen kimselere helâl, konu ile ilgili gereken hükümleri bilmeyen kimselere ise harâmdır.” (Zîrâ, ilgili hükümleri bilmeyenler onu tatbîk edemezler ve dolayısıyla meşru olan bir nikâhı bile zinâya ve gayr-ı meşru ilişkiye döndürebilirler)[53]

Müslüman; İslâm’ı kendine değil, kendini İslâm’a uydurandır.



[1] Olumlu ve olumsuz anlamlardaki kullanımı için bakınız: Nisâ (4): 80, Arâf (7): 79, 93, 196, Enfâl (8): 20, Saffat (37): 174, 178, Mâide (5): 51, Tevbe (9): 23, Nahl (16): 100, Kamer (54): 6 vb.

[2] Bu konuda bakınız: Bakara (2): 166-167, Tevbe (9): 3, Enâm (6): 19, 78, Enfâl (8): 48, Yûnus (10): 41, Hûd (11): 35, 54, Şuarâ (26): 216, Haşr (59): 16, vs.

[3] Ebû Hanîfe: El-âlim ve’l Müteallim (tercm: Doç. Dr. Mustafa Öz): sh: 31

[4] Usûl-u Kâfî: c: 3 sh: 190, 191

[5] Tuhaful Ukûl (tercm): sh: 377

[6] Tuhaful Ukûl (tercm): sh: 603

[7] Ayrıntılar için bakınız: Seyyid Ruhullah: Tevzîhu’l Mesâil (Tam ilmihal), Tahrîru’l Vesîle c: 1-2, Allâme Hıllî: Şerâiu’l İslâm, Muhtasaru’n Nâfî fî fıkhı’l İmâmiyye... ve Ehl-i Beyt yolu hadis kaynakları.

[8] Kira, cuala, muzâraa, musâkat, vekâlet, borçlar, havâle, rehin, zamin olma, kefâlet, emânet, ariyet vs. ile konularla ilgili hükümler için bakınız: Ehl-i Beyt yolu âlimlerinin genişçe hazırladıkları ilmihaller ve hadîs kaynaklarının ilgili bölümleri.

[9] Furû-u Kâfî: c: 5 sh: 78, Tehzîb: c: 6 sh: 324

[10] Furû-u Kâfî: c: 5 sh: 84

[11] Furû-u Kâfî: c: 5 sh: 88, Men lâ yahduruhul fakîh: c: 3 sh: 103, Vesâilüş Şîa: c: 12 sh: 23

[12] Furû-u Kâfî: c: 5 sh: 95, Men lâ yahduruhul fakîh: c: 3 sh: 111, Tehzîb: c: 6 sh: 183

[13] Furû-u Kâfî: c: 5 sh: 133, Men lâ yahduruhul fakîh: c: 3 sh: 173

[14] Furû-u Kâfî: c: 5 sh: 144, Men lâ yahduruhul fakîh: c: 3 sh: 174, Tehzîb: c: 7 sh: 14, 15

[15] Furû-u Kâfî: c: 5 sh: 153

[16] Furû-u Kâfî: c: 5 sh: 165, İstibsâr: c: 3 sh: 114

[17] Men lâ yahduruhul fakîh: c: 3 sh: 130, 147

[18] Tuhaful Ukûl (tercm): sh: 267

[19] Furû-u Kâfî: c: 5 sh: 72, Men lâ yahduruhul fakîh: c: 3 sh: 94, Tehzîb: c: 6 sh: 327

[20] Furû-u Kâfî: c: 5 sh: 72

[21] Furû-u Kâfî: c: 5 sh: 231-232, Tehzîb: c: 6 sh: 195

[22] Seyyid Rûhullâh (r.a.): Tahrîru’l Vesîle: c: 2 sh: 236-237, Furû-u Kâfî: 5 sh: 328, 333, Men lâ yahduruhul fakîh: c: 3 sh: 248, Tehzîb: c: 7 sh: 399, 400, 403

[23] Furû-u Kâfî: c: 5 sh: 328, c: 6 sh: 54

[24] Furû-u Kâfî: c: 5 sh: 321

[25] Furû-u Kafi: c: 5 sh: 320

[26] Furû-u Kâfî: c: 5 sh: 327

[27] Furû-u Kâfî: c: 5 sh: 329, 496, Vesâilü’ş Şîa: c: 14 sh: 4

[28] Furû-u Kâfî: c: 5 sh: 328, Men lâ yahduruhul fakîh: c: 3 sh: 242, Tehzîb: c: 7 sh: 329, Bıhârul Envâr: c: 103 sh: 219

[29] Furû-u Kâfî: c: 5 sh: 367, Tehzîb: c: 7 sh: 409

[30] Furû-u Kâfî: c: 5 sh: 330, Men lâ yahduruhul fakîh: c: 3 sh: 243

[31] Furû-u Kâfî: c: 5 sh: 365

[32] Furû-u Kâfî: c: 5 sh: 387, Tehzîb: c: 7 sh: 349

[33] Furû-u Kâfî: c: 5 sh: 325, Men lâ yahduruhul fakîh: c: 3 sh: 243, Tehzîb: c: 7 sh: 404

[34] Furû-u Kâfî: c: 5 sh: 378, Tehzîb: c: 7 sh: 353, 354

[35] Furû-u Kâfî: c: 5 sh: 383

[36] Furû-u Kâfî: c: 5 sh: 380, Tehzîb: c: 7 sh: 354, 355

[37] Karı-kocanın birbirleri üzerindeki hak ve görevleri, çocukların İslam ahlakı ve Ehl-i Beyt sevgisi üzerine yetiştirilmeleri ve evlilikle ilgili Ehl-i Beyt yoluna uygun doyurucu bilgiler için bakınız:İslâm’da aile: Hüseyin Mezâhiri, İslâm’da aile: İbrâhîm Emînî,. İslâm’da evlilik ve cinsel sorunlar: Mehdi Aksu...vs.

[38] Furû-u Kâfî: c: 5 sh: 512, Men lâ yahduruhul fakîh: c: 3 sh: 378

[39] Furû-u Kâfî: c: 5 sh: 507, Men lâ yahduruhul fakîh: c: 3 sh: 278

[40] Furû-u Kâfî: c: 5 sh: 348

[41] Men lâ yahduruhul fakîh: c: 3 sh: 281, 362

[42] Mut’a nikâhına değinmemizin amacı Alevî ve Sünnî bütün Müslümanları konu hakkında bilgi sâhibi kılmaktır. Aksi halde fitneciler Müslümanları bölmek için konu ile uzaktan yakından ilgisi olmayan yalanlar yayarak kardeşi kardeşe düşman kılmakta ve Müslümanları farklı görüşteki kardeşlerine karşı kışkırtmaktadırlar. Hükümlerin açıklanması ve bilinmesi onu mutlak sûrette uygulamayı gerektirmez. Çok özel, zamana ve şartlara bağlı hükümler konusunda müslümana düşen görev daha duyarlı davranmaktır. 

[43] Sahîh-i Buhârî: c: 2 sh: 168, c: 6 sh: 33, Sahîh-i Müslim: c: 4 sh: 168, Sünen-i Nesâî: c: 5 sh: 155, Müsned-i Ahmed: c: 4 sh: 236, Sünen-i Beyhakî: c: 5 sh: 20, Tefsir-i Kurtubî, Tefsir-i ibn-i Kesir, Tefsîr-i Ebi Hayyan...vs.

[44] Musannefi Abdurrezzak: c:7 sh: 499, Fethul Bari: c: 9 sh: 49... vb.

[45] Tefsîr-i Taberî: c: 5 sh: 9, Musannef-i Abdurrezzak: c: 7 sh: 500, Tefsîr-i Râzî: c: 10 sh: 50, Dürrül Mensur: c: 2 sh: 140, Kenzul Ummâl: c: 8 sh: 204, Tefsîr-i Ebî Hayyan: c: 3 sh: 218, Furû-u Kâfî: c: 5 sh: 448, Tehzîb: c: 7 sh: 250, 270, İstibsâr: c: 3 sh: 141...vb.

[46] Sünen-i Beyhakî: c: 7 sh: 206, Müsned-i Ahmed: c: 1 sh: 52, Tefsîr-i Râzî: c: 10 sh: 50, Sahîh-i Müslim: had. no: 1357, Cessas: Ahkâmu’l Kur’ân: c: 1 sh: 342, 345, c: 2 sh: 152, Tefsîr-i Kurtubî: c: 2 sh: 370, Serahsi: El-Mebsut: c: 5 sh: 152, Kenzul Ummâl: c: 8 sh: 293 vs.

[47] Sahîh-i Müslim: c: 4 sh: 130, Sahîh-i Buhârî: c: 6 sh: 66, c: 7 sh: 5, Sünen-i Beyhakî: c: 7 sh: 200, Müsned-i Ahmed: c: 1 420, 432, Dürrül Mensur: c: 2 sh: 140, Tefsîr-i ibn-i Kesîr, Tefsîr-i Kurtubî, Ahkâmul Kur’ân...vb. 

[48] Ehl-i Sünnet (Sünnî) kardeşlerimizden bazılarının iddialarına göre daha sonra gelen bir kaç âyet vardır ki onlar mut’a nikâhına izin veren âyetin hükmünü yürürlükten kaldırmıştır. Ancak şunu belirtelim ki bahsedilen âyetlerin hiç birisinin mut’a nikâhı ile uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. İddia edilen bazı âyetler ise zaten mut’aya izin veren âyetten önce inmiştir ki mut’a âyetinin hükmünü kaldırması mantıken ve târihen de imkansızdır. Gerekli bilgiler için konunun sonunda verilecek olan kaynaklara baş vurulabilir. 

[49] Ehl-i Beyt yoluna göre İslâm’da mut’a nikâhı ve konu ile ilgili geniş açıklamalar için bakınız: Abdulkâdir Çuhacıoğlu: Kur’ân ve Sünnet ışığında Mut’a nikâhı, Prof. Dr. Muhammed Ticani Semavi: Doğrularla birlikte: sh: 327-337, Kâşiful Gıta: Caferî mezhebi ve esasları: sh: 79-87, Seyyid Muhammed Fadlallâh: İslâmî açıdan kadın sorunu: 148-158, Murtazâ Mutahharî: Kadın: sh: 50-79, Allâme Tabatabaî: İslâm sosyolojisi: sh: 69,70, Kadri Çelik: Bir devrimin anatomisi: sh: 383-404, Mehdi Aksu: İslam’da evlilik ve cinsel sorunlar: sh: 293-307, Ehl-i Beyt mesajı dergisi: sayı: 4 sh: 129-149, Abdulbâki Gölpınarlı: Tarih boyunca İslâm mezhepleri ve Şîilik: 616-621, Cafer Sübhânî: El-İlâhiyât: c: 2 sh: 950-960, Tam Hüsniye: 151-159, Prof. 1400 (Nazmi Nizami Sakallıoğlu): Ehl-i Beyt davası: c: 2 sh: 435-438, Allâme Emînî: El-Ğadîr: c: 6, Seyyid Ali Mîlânî: Risâleler,...vs. 

[50] Furû-u Kâfî: c: 5 sh: 449, Tehzîb: c: 7 sh: 251, İstibsâr: c: 3 sh: 142

[51] Furû-u Kâfî: c: 5 sh: 450

[52] Furû-u Kâfî: c: 5 sh: 455, 456, Tehzîb: c: 7 sh: 263, İstibsâr: c: 3 sh: 150, 151

[53] Men lâ yahduruhul fakîh: c: 3 sh: 292