0-5  5-50  50-95  95-140  140-175  175-215  215-255   255-300  300-340  340-380  380-415  415-445  

KURBAN KESMEK

Memleketinden uzak diyarlara giderek hac farîzasını yerine getirmeye çalışan hacılar, bu amellerini yerine getirirken Allâh yolunda elbette ki çok ter dökerler.

Allâh için ter döken bu kimseler, öyle anlar gelir ki o kutsal mekanlarda muhtelif ortamlarda, gece ve gündüz göz yaşı da akıtırlar. Îmân hamurlarını ter ve gözyaşı mayası ile mayalandırarak yoğururlar.

Şimdi ise, îmân davası için kan-can vermenin zamanıdır. İşte kurban; Allâh yoluna gerektiğinde kan vereceğimizin, bu davada kanımızı, canımızı versek de ayrılmayacağımızın bir ifadesidir. 

Bu mesaj, bize yüce İslam peygamberleri Hz. İbrahim Halîlullâh (a.s) ile Hz. İsmail (a.s) ve onların kutlu takipçilerinden mîras kalmıştır.

Mina’da Allâh için kurban edilecek hayvan; deve, sığır veya koyun olmalıdır. Bu hayvanlarda da bulunması gereken bazı özellikler vardır. Şöyle ki;

a-Deve altıncı yılını, inek ve keçi üçüncü yılını, koyun ise ikinci yılını doldurmuş olmalıdır.

b-Hayvanlar sağlıklı olmalıdır.

c-Bedeninin her hangi bir uzvu eksik; kör, topal veya kuyruksuz vb. olmamalıdır.

d-Fazla yaşlı olmamalıdır.

e-Aşırı derecede zayıf olmamalıdır.

f-Yumurtaları çıkarılmış, burkulmuş olmamalıdır.

Kurban kesmeye gücü yetmeyen kimse ise, hac ibâdeti döneminde peşi peşine üç gün, hacdan döndükten sonra da yine peşi peşine yedi gün olmak üzere toplam on gün oruç tutmalıdır.

Haccın haricinde kurban kesmek Ehl-i Beyt yoluna göre müstehab (sünnet) bir ameldir. Hâli-vakti yerinde olanların Allâh için bu ibâdeti yerine getirmeleri gerekir.

Kurbanını kesen kişinin, kesilen hayvanı üç kısma ayırarak; yemesi, yedirmesi ve dağıtması önemle tavsiye edilen sünnetlerdendir.

Kurbanın kesilme âdâb ve erkânı diğer zamanlarda hayvan boğazlamak gibidir. Hayvanı kesende ve hayvan kesiminde uyulması gereken kurallara riâyet etmek gerekir.[1]

SAÇ TIRAŞI VEYA TAKSÎR

Mina’da yerine getirilen Cemre-i Ukbâ’yı taşlama ve kurban kesme farzlarından sonra üçüncü farz amelde saç tıraşı veya taksîrdir.

İlk defa hac görevini yerine getiren kimsenin saçını tamamıyla tıraş etmesi gerekir. Kadınlar ise, başlarını tamamıyla tıraş etmez, saçlarından veya tırnaklarından bir miktarını keserler.

Bunların haricindeki tüm hacılar tıraş veya taksir amelinden dilediklerini yerine getirirler.

Temettu haccındaki diğer farz amellerden;

KABE’Yİ TAVAF ETMEK

İKİ REKAT TAVAF NAMAZI KILMAK

SAFÂ İLE MERVE ARASINDA SA’Y ETMEK

NİSÂ TAVAFI YAPMAK

İKİ REKAT NİSÂ TAVÂFI NAMAZI KILMAK, ise; Temettu umresinde yapıldığı şekilde yerine getirilirler.

Daha sonra sünnet bir uygulama olarak, Hacerül Esved’in yanına gidilerek O’na el sürülür (isti’lam edilir.) ve öpülür. O esnâda tekbîr getirilir, salavât-ı şerîfeler okunur, duâlar edilir. Şayet Hacerül Esved’e el sürme imkanı olmaz ise karşısına geçilerek tekbîr getirilir, duâlar edilir. Ve nihâyet yüce Allâh’a “Yâ Rabbi! Emânetimi edâ ettim, ahdimi yerine getirdim. Şâhit ol!” denilerek ilticâda bulunulur.

Nisâ (kadınlar) tavafının bazı hikmetleri;

Her ibâdet ve eylemin kendi içerisinde bir takım hikmetlerinin olduğu şüphe götürmez bir gerçektir. Nisâ tavafının yapılmasında da bir çok hikmetler vardır. Şu kadarını belirtelim ki yüce İslam dîni, kadına verilmesi gereken önemi ısrarla belirtmiş, şanlı Peygamberimiz de (a.s) kadınlar hakkında bir çok tavsiyelerde bulunmuşlardır. Öyle ki toplumun yarısını oluşturan kadın tâifesi (analar) “ayakları altında Cennet bulunan” bir makâma oturtulmuş ve azîz kılınmıştır.

Kadın ve erkek arasında nikah bağı ile oluşan ilâhî antlaşma, aynı zamanda insan ile Allâh arasında da gerçekleşen bir antlaşma ve ahittir. Bu nikah ile eşler karı-koca vazîfelerinde ve âilevî sorunlarında Kur’ân’ın emirlerine uyacaklarına dâir Allâh önünde söz verirler.

Kabe’yi ziyâret eden hacılar da Nisâ tavafı ve namazı ile, eşlerinin ve âilelerinin hukûkuna sâdık kalacaklarını belirtmiş olurlar. Evlilikte, kadın ve erkek evlilik akdinin okunması (nikah) ile birbirlerine helâl oldukları gibi, ihrâma girmekle eşlerine harâm olan hacılar da kadınlar tavafı ve namazını yapmakla bir kez daha ahitlerini ve akitlerini yenilemiş, Allâh’ın emirlerine itaat edeceklerini belirtmekle de birbirlerine helâl olmuş olurlar.

MİNA’DA 11. VE 12. GECE İKÂMETİ

Hacılar, Mekke’de yapılması gereken beş ameli yerine getirdikten sonra, büyük bir ordu gibi çadırlarda konaklamak ve şeytânlar aleyhine genel bir savaş başlatmak için 11. ve 12. gece çadırlarda kalmak üzere Mina’ya geri dönerler.

Mina’daki bu konaklama da bir ibâdet olup, Allâh’a itaat için hâlis ve temiz niyetlerle yerine getirilmelidir.

Hastalar, hasta bakıcıları, Mina’da kalmaları halinde müşkül duruma düşebilecek kusurları olanlar, mallarının çalınacağından korkan kimseler, Mekke’de hacılara su verme vazifesini üstlenen kişiler ve Mekke’de gece sabaha kadar ibâdet etmek isteyen kimseler Mina’da kalmak mecbûriyetinde değildirler.

CEMRELERİN TAŞLANMASI

Zilhicce’nin onbir ve onikinci günleri şeytânlarla savaş günleridir. Mina’da bulunan şu üç sütun; Birinci Cemre, Orta Cemre ve Son Cemre üç putu temsil eder. Hacılar, bu sembolik savaşta (savaş tatbikâtında) nişan alarak, şeytândan ve her türlü günahlardan, nefsin azgınlığından Allâh’a sığındıklarını duâ ve niyazları-yakarışlarıyla ifâde ederek, her sütuna yedişer taş atarlar.

Cemrelerin taşlanmasıyla hac amelleri sona ermiş olur. Ziyaretçilerin çoğu Mekke’ye dönerler. Mekke’de sünnet olan bazı amelleri icrâ ederler, güzîde Sahabîlerin (r.a.) ve Ehl-i Beyt’in (a.s) mezarlarını ziyâret ederler, Kur’ân okur, duâlar eder, salât ve selâm gönderirler. Daha önce Medîne’ye uğramamış olanlar da Resûlullâh’ın (a.s) ve kutlu sîmâların (r.a.) kabirlerini ziyâret amacıyla Medîne’ye giderler.[2]

İMÂM CAFER SÂDIK (a.s) AÇISINDAN HACCIN BAZI SIRLARI

İmâm Cafer Sâdık (a.s) bir rivâyete göre Haccın sır ve inceliklerini şöyle beyân etmektedir;

1. Hacca gitmeye niyet ettiğin zaman, hareketten önce kalbini Allâh için her türlü dünyevî iş, perde ve engelden temizle.

2. Bütün işlerini yaratana havâle et.

3. Bütün işlerinde hareket ve sükûnet ile Allâh’a tevekkül et.

4. İlâhî kazâ ve kadere boyun eğ.

5. Dünyâyı ve rahatlığı bırak.

6. İnsanların senin boynunda olan haklarını edâ et.

7. Yol arkadaşlarının yanlarında getirdikleri azığa, kendi malına, gençliğe ve gücüne güvenme. Bunların, senin düşmanın ve azâbın olmasından kork. Çünkü bir kimse Allâh’ın rızâsını iddia edip de Allâh’tan başka bir şeye güvenirse, o şey onun düşmanı ve azâbı oluverir. İlâhî yardım olmaksızın Allâh’tan başka hiç bir şeyin güç ve kudretinin olmadığını bil.

8. Bir daha geri dönmeyecekmiş gibi kendini o yolculuğa hazırla.

9. Yol arkadaşlarınla iyi geçin.

10. İlâhî farzlara ve Hz. Resûlullâh’ın (a.s) sünnetlerine riâyet et.

11. Sana farz olan her şeye riayet et; yani edepli olmak, tahammül etmek, sabırlı olmak, şükretmek, kardeşlerine muhabbet ve sevgi göstermek, cömertlik ve mal ihsânında bulunmak gibi.

12. Daha sonra tevbe suyu ile gusül et ve kendini bütün günahlardan temizle, arındır.

13. Sıdk, safâ, huzu ve huşû elbiselerini giy.

14. Allâh’ı hatırlamaktan, Allâh’a ibâdet etmekten seni uzaklaştıran her şeyi kendine haram kıl.

15. Temiz, hâlis ve tezkiye olmuş bir cevapla ilâhî çağrıya “Lebbeyk” de. Kuvvetli ilâhî ipe sımsıkı sarıl.

16. Beytullâh’ın etrâfını tavaf eden Müslüman’lara bedeninle katıldığın gibi, Arş’ın etrafını tavaf eden meleklere de kalbinle katıl.

17. Nefsânîlikten, hevâ ve heveslere kapılmaktan sakın ve kendini onlardan uzak tut.

18. Mina’ya doğru hareket etmekle gafletten ve haktan ayrılmaktan sakınmış ol.

19. Allâh katında Allâh’ın birliğine dâir ahdini yenile.

20. Kalbinle Allâh’a yaklaş.

21. Müzdelife’de takva kazanmaya bak.

22. Arafat dağının tepesine gittiğinde rûhunla Allâh’ın huzûruna yüksel.

23. Kurban kestiğin zaman, hevâ, heves ve tamah boğazını kes.

24. Cemreleri taşladığında, şehvetleri, alçaklığı, kötü ve çirkin işleri kendinden uzaklaştır.

25. Başını tıraş etmekle bâtınî ve zâhirî ayıpları, kötü sıfatları terket.

26. Harem’e girmekle, Allâh’ın emânına ve ilâhî gölgeye girdiğini düşün.

27. Beytullâhü’l Harâm’ı, Beyt’in sahibine saygı ve O’nun ma’rifet ve celâli hakkı için ziyâret et.

28. Hacerü’l Esved’e el sürdüğünde Allâh’ın azameti karşısında huşû içinde ol.

29. Vedâ tavafı ile Allâh’tan gayrı her şeye vedâ et.

30. Safâ ve Merve’de kendi benlik ve vasıflarından geçerek kendini Allâh’ın karşısında geçenlerden eyle.

31.  Hac amelleri; başlangıcından sonuna kadar akıllılar ve düşünebilenler için, ölüme, mezara, mezardan kalkmaya ve kıyâmete-haşr’e işârettir.[3]

İMÂM ZEYNELÂBİDÎN’E (a.s) GÖRE HACCIN HAKÎKATİ

İmâm Zeynelâbidîn (a.s) hacdan geri döndükleri zaman Şiblî, İmâmı (a.s) karşıladı ve aralarında şöyle bir konuşma geçti;

“Hz. İmâm Seccâd (Zeynelâbidîn) O’na sordu:

- Ey Şibli, hac merâsimlerini yerine getirdin mi?

Şibli; Evet, Ey Allâh’ın Resûlünün evlâdı (torunu) dedi.

İmâm (a.s) buyurdular;

- Acaba Mikat’a giderek, dikilmiş elbiseleri üzerinden çıkardın ve guslettin mi?

Evet, dedi Şibli.

İmâm (a.s) tekrar sordu;

- Mikat’a girdiğin zaman günah elbisesini bir kenara atarak, Allâh’a itaat elbisesini giymeye niyet ettin mi?

Şibli, hayır dedi.

- Dikili elbiselerini çıkarırken riyâkarlık, nifak ve günah olması muhtemel işlerden arınmaya niyet ettin mi?

Hayır, dedi Şibli.

Bunun üzerine, İmâm (a.s); Eğer durum böyle ise, sen ne Mikat’a girmişsin, ne dikili elbiselerini çıkarmışsın ve ne de gusül etmişsin demektir, dedi.

İmâm (a.s) yeniden sormaya başladı;

- Acaba vücudunu temizleyip, ihram giydin ve haccetmeye karar verdin mi?

Şibli; evet ey Allâh’ın Resulü’nün evladı! (torunu) dedi.

- Temizlik anında ihram giydiğinde ve hac etmeye karar verdiğinde acaba tevbe ilacı ile kendini günahlardan arındırmaya da niyet ettin mi?

- İhram giydiğin zaman Allâh’ın haram kıldığı her şeyi kendine haram etmeye niyet ettin mi?

Şibli, dedi; hayır.

- Haccetmeye karar verdiğin zaman ilâhî olmayan bütün karar ve antlaşmaları ayaklarının altına alacağına niyet ettin mi?

Hayır, dedi Şibli.

- Öyle ise, sen ne temizlik yapmışsın, ne ihram giymişsin ve ne de hac etmeye karar vermişsin.

İmâm (a.s) yeniden sordu;

- Acaba Mikat’a girdin, iki rekat ihram namazı kıldın ve Lebbeyk dedin mi?

Evet.

- Mikat’a girdiğin zaman ziyâret amacıyla oraya girdiğine niyet ettin mi?

Hayır.

- İki rekat namaz kıldığın zaman amellerin en iyisi olan namaz sâyesinde yüce Allâh’a daha yakın olmaya niyet ettin mi?

Hayır.

- Lebbeyk dediğin zaman, Allâh’a itaat etmeye dâir taahhüdün sebebiyle her işte bunu söyleyeceğine, her türlü günah olan sözleri söylemeyeceğine niyet ettin mi?

Hayır, dedi Şibli.

- Öyleyse sen ne Mikat’a girmişsin, ne namaz kılmışsın ve ne de Lebbeyk demişsin.

İmâm (a.s) tekrar sordu;

- Acaba, Harem’e girip, Kabe’yi görüp namaz kıldın mı?

Evet.

- Harem’e girdiğin zaman, Müslüman’ların gıybetini etmeyi her zaman ve mekanda kendine haram kılacağına niyet ettin mi?

Hayır.

- Mekke’ye ulaştığın zaman bu yolculuktan hedefinin yalnızca Allâh olduğunu hiç düşündün mü?

Hayır.

- Öyleyse, sen ne Harem’e girmişsin, ne Mekke’yi görmüşsün ve ne de namaz kılmışsın.

İmâm (a.s) yeniden sordu;

- Acaba Kabe’yi tavaf ettin, erkanını yaptın ve Sa’y da bulundun mu?

Evet.

- Sa’y ettiğin zaman, şeytânın ve nefs-i emmârenin şerrinden Allâh’a sığındığına niyet edip ve her şeyi bilen Allâh’ın bu içinde bulunduğun durumları da bildiğini düşündün mü?

Hayır.

- O halde ne tavaf etmişsin, ne erkânı yerine getirmişsin ve ne de sa’y etmişsin.

İmâm (a.s) tekrar sordu;

- Acaba Hacerü’l Esved’e el sürüp, Hz. İbrâhîm’in (a.s) makâmında durdun ve orada iki rekat namaz kıldın mı?

Evet.

- Ah, ah! Hacerü’l Esved’e el süren aslında Allâh ile musâfaha yapmış olur. Öyleyse ey zavallı! Çok büyük bir saygınlığı olan bu işin değerini düşürmemeye ve ilâhî emirlere aykırılık yüzünden günahkar kimseler gibi kulluk sözünün (musâfahanın) anlamını harap etmemeye dikkat et.

Daha sonra, yine buyurdu (a.s);

- Hz. İbrâhîm’in (a.s) makâmına girdiğin zaman, tam bir itaat kararıyla ve Allâh’a her türlü isyâna karşı koyarak bu mukaddes mekanda vakfe ettiğine niyet ettin mi?

Hayır.

- İbrâhîm’in (a.s) makâmında iki rekat namaz kıldığın zaman, gerçekte İbrâhîm’in (a.s) namazını kıldığına ve böyle bir namazla şeytânın burnunu yere sürttüğüne niyet ettin mi?

Hayır.

- O halde, ne Hacerü’l Esved’e el sürmüşsün, ne İbrâhîm’in (a.s) makamında vakfeye durmuşsun ve ne de iki rekat namaz kılmışsın.

İmâm (a.s) soru sormaya devam ederek;

- Acaba Zemzem kuyusunun yanına giderek ondan su içtin mi?

Evet, dedi Şibli.

- O halde Hakka itaat etmekte kendini gözetleyip ve gözünü günahlardan sakındıracağına niyet ettin mi?

Hayır.

- Öyleyse, ne Zemzem kuyusunun yanına gitmişsin ne de ondan su içmişsin.

- Peki, Safâ ve Merve’ye gittin ve o iki yer arasında sa’y ettin, gidip geldin mi?

Evet.

- Sa’y ederken korku ile ümit arasında bir hal aldın mı?

Hayır.

- Öyleyse, Safâ ve Merve arasında ne Sa’y etmişsin, ne yol yürümüşsün ve ne de gidip gelmişsin.

Daha sonra, İmâm Zeynelabidin (a.s) şöyle buyurdu;

- Acaba Mina’ya gitmek için Mekke’den çıktın mı?

Evet, çıktım.

- Çıktığın zaman dilinle, elinle ve düşüncenle halkı rahatsız etmemen gerektiğini hiç düşündün mü?

Hayır.

- Öyleyse Mina’ya gitmek için Mekke’den yola çıkmamışsın.

- Acaba, Arafat’ta  vakfeye durdun, Rahmet dağının tepesine çıktın, orada Allâh’a yalvardın mı?(Lebbeyk dedin mi?)

Evet, dedi Şibli.

- Arafat’a gittiğin zaman Allâh’ı tanıma hakkına riâyet edip, ilâhî ilimleri kavrayarak bütün varlığınla Allâh’ın kudret ve egemenliği altında olduğunu, Allâh’ın senin içinde ve dışında olanlardan haberi olduğunu bildin mi?

Hayır.

- Acaba, Rahmet dağına çıktığın zaman Allâh’ın her inanan erkek ve kadına rahmette bulunacağını ve her Müslüman kadın ve erkeğe doğru yolu göstereceğini düşündün mü?

Hayır....

- O halde sen ne Arafat’a gitmişsin, ne Rahmet dağına çıkmışsın ve ne de Allâh’a yalvarmışsın.

Hz. İmâm (a.s) daha sonra şöyle buyurdu;

- Acaba, Arafat ve Meşar arasında geçtin, Müzdelife topraklarında yol yürüdün ve orada çakıl taşları topladın mı? Acaba Meşaru’l Harâm’a uğradın mı?

Evet.

- Arafat ve Meşar arasında yol yürüdüğün, sağa-sola sapmamaya çalıştığın zaman, hak dinden de sağa-sola sapmamaya da niyet ettin mi?

Hayır.

- Müzdelife’de yürüdüğün ve orada çakıl taşlarını topladığında, bütün günah ve câhiliyyeleri kendinden uzaklaştıracağına, ilmini ve amelini sağlamlaştıracağına niyet ettin mi?

Hayır.

- O halde, ne Meşar’da yol yürümüşsün, ne Müzdelife’de çakıl toplamışsın, ne de Meşaru’l Harâm’a varmışsın.

İmâm (a.s) sonra buyurdu;

- Acaba, Mina’ya vardın, Cemre’yi taşladın, başını tıraş ettin ve kurban kestin mi?

Evet.

- Mina’ya varıp şeytân taşladığında, murâdına erdiğini ve Allâh’ın senin isteklerini karşılayacağını düşündün mü?

Hayır.

- Şeytânı taşladığın zaman, düşmanın İblise karşı çıktığına ve önemli hac merâsimlerini sona erdirmekle şeytânın yoluna gitmeyeceğine niyet ettin mi?

Hayır.

- Acaba, başını tıraş ettiğinde, bütün çirkin davranışlardan, başkalarına karşı zulmetmekten arındığını ve dünyâya ilk geldiğin gibi günahlardan kurtulduğunu düşündün mü?

Hayır.

- Acaba, kurban kestiğin zaman zühd hakîkatine sarılarak, her türlü tamahın boğazını kesmenin ve gönlünün meyvesi -oğul İsmail’in- başını kesmekle kendinden sonra gelecekler için Allâh’a kulluk etmek ve O’na yaklaşmanın temelini atan Hz. İbrâhîm’in (a.s) sünnetine uyduğuna niyet ettin mi?

Hayır.

- O halde sen ne Mina’ya gitmişsin, ne şeytân taşlamışsın, ne başını tıraş etmişsin, ne kurban kesmişsin ve ne de Allâh’a yakınlaşmışsın. Sen gerçekte hac yapmamışsın, geri dön.

Şibli, kendi câhilliğinden ve hac merâsimini gerektiği gibi tam olarak yerine getiremediğinden dolayı üzüntüye kapıldı, ağlamaya başladı. O günden sonra, gelecek yıl daha üstün bir marifet ve sağlam bilgi ile hac ibâdetinin amellerini yerine getirebilmek için haccın sırlarını öğrenmeye koyuldu.”[4]

SEYYİD RÛHULLÂH’A (r.a.) GÖRE HACCIN BAZI HAKÎKATLERİ VE TAVSİYELER

“...Haccın hakîkati şudur; Gidiniz, halkın derdini öğreniniz, yoksulların nasıl bir durumda olduğunu görünüz ve onların dertleriyle ilgileniniz. Eğer insanlar hacca gitmekle daha önce sâhip olamadıkları bir refah içerisinde olmaları gerektiğini düşünürlerse bu hac olmaz...

...Ey Kabe’nin ziyâretçileri! Kendi amellerinize dikkat edip, kendinizi korumalısınız. Bu yolculuğunuzu Allâh’a doğru bir yolculuk olarak değerlendiriniz. Bu yolculuğunuz ile belki de Allâh katında çok üstün bir derece kazanacağınızı biliniz. Allâh göstermesin, zilletin en aşağı mertebesine düşme ihtimâli de vardır.

...Dikkat ediniz ki hac yolculuğu maddî kazanç ve alış-veriş yolculuğu değildir. Dünyâ malı elde etme yolculuğu da değildir. Bu yolculukta yapılan bütün işler Allâh’ın rızâsını kazanmak için olmalıdır...

...Sizler şeytânı, içinizdeki şeytânları taşlamaya gidiyorsunuz. Siz, Rahmânî olunuz ki taşlamanız da Rahman ordusunun şeytânı taşlaması olsun. Siz, kutsal vakfeler yapıyorsunuz, bu vakfelerinize günah bulaştırmayınız ve yasak olan amelleri işlemeyiniz...

Hac farzı, diğer farzlar arasında farklı bazı özelliklere sahiptir. Denebilirki onun siyâsî ve sosyal yönü diğer yönlerinden üstündür. Bununla birlikte ibâdet yönü de apayrı bir özelliğe sâhiptir...

...Hacda bulunan bu muhteşem topluluk, Müslüman’ların karşı karşıya bulunduğu sorunları incelemeli ve bu sorunların giderilmesi yolunda ortak çareler aramalı, kararlar almalıdır...

...Hacca giden Alevî-Şîi Müslüman’lar orada fitneye sebep olacak hal ve hareketlerden şiddetle kaçınmalı, Ehl-i Sünnet Müslüman kardeşlerinin cemaat namazlarına iştirak etmeli, bölücülük ve fitne olarak algılanabilecek davranışlar sergilememelidirler...”[5]

Hac yolculuğu âdâbı;

1.Yola çıkılacağı zaman besmele çekilmeli.

2.Sadaka verilerek ve Âyete’l Kürsi okunarak yolculuğa başlanmalı.

3.Yol arkadaşlarına yardım edip onların ihtiyaçlarının giderilmesine çalışılmalı.

4.Harcama hususunda kendisi gibi olan bir yol arkadaşı seçmeli.

5.Herkese iyi ahlakla muâmele etmeli.

6.Beraberinde yeteri miktarda azık alınmalı.

7.Yol arkadaşlarıyla şerîat dairesinde şakalaşarak yolculuk stresini azaltmaya çalışmalı.

8.Namaza ehemmiyet vermeli ve vaktin evvelinde kılmalı.

9.Ziyâret yolculuklarına çıkmadan önce, mümkün ise gusletmeli.

10.Yolda yersiz konuşmayı, kavgayı ve husumeti terk etmeli.

11.Dâima abdestli olmaya çalışılmalı.

12.Ziyâretçinin elbisesi temiz, yeni, güzel ve beyaz olmalı.

13.Güzel kokular sürünülmeli.

14.Mukaddes mekanlara girilirken, sükûnet ve vakar ile adım atmalı, huşû içerisinde baş öne eğilmeli.

15.Özellikle hac seferinde âileye hediyeler getirilmeli.

Bir kaç sağlık tavsiyesi;

Hacı adaylarının, fazla sıcaklık yüzünden meydana gelen hastalıkları önlemek için aşağıdaki konulara dikkat etmeleri ve onları yerinde uygulamaları gerekmektedir;

1. Yeterince su içiniz.

2. Vücuttaki tuz miktarı, terleme yoluyla normalin altına iner. Bu tuz düşüklüğünü günlük yemeklere, sebze ve salatalara tuz eklemekle gidermeye çalışınız. Doktor tavsiyelerine önemle uyunuz.

3. Beyaz, açık renkli, ince ve zarif elbiselerden yararlanınız. Su geçirmeyen, naylon veya benzeri elbiseleri giymekten sakınınız.

4. Sağlıkça durumunuz elverişli ise, soğuk suyla duş alınız.

5. Vücudunuzun Arabistan sıcağına alışabilmesi için Arabistan’a hareketten bir kaç hafta önce, günde bir kaç saat güneşleniniz. Yürüyüşler yaparak vücudunuzu alıştırınız.

6. Mümkün olursa dînî amellerinizi havaların soğuduğu ve rüzgar esintilerinin bulunduğu gecelerde yapınız. Gündüzün sıcaklığı altında, bedensel faaliyetlerden ve yol yürümekten sakınınız.

7. Daha önce yapılmış ve bozulmaya yüz tutmuş yemeklerden yararlanmayınız.

8. Her zaman ve her yerde temiz ve kontrollü suları içiniz, şüpheli sulardan uzak durunuz.

9. Baş dönmesi, kusma ve diğer rahatsızlıklarınızda vakit geçirmeden doktora baş vurunuz.

10.  Tuvalete gidince elinizi sabunla yıkayınız. Kağıt mendiller ya da temiz havlularla kurulanınız.

11.  Her gün bedeninizi ve ayaklarınızı yıkayınız.

12.  Tırnaklarınızın uzamamasına dikkat ediniz. Devamlı hamama gidiniz ve kendinize ait temiz havlularla kurulanınız.

Her yerde ve her zaman Resûlullâh’ın (a.s) şu hadîsini hatırınızdan çıkarmayınız.

Ki, (a.s) buyurmuştur; “Temizlik îmandandır.”

HAC, UMRE, KURBAN VE ZİYÂRET İLEİLGİLİ EHL-İ BEYT KELÂMINDAN NURDAN DAMLALAR

Resûlullâh (s.a.a.) buyurdular; “Hac, zayıfların cihâdıdır.”[6]

İmâm Cafer Sâdık (a.s) buyurdular; “Bir hac, içerisi altın dolu bir evin altınlarının, tükeninceye kadar sadaka olarak verilmesinden daha hayırlıdır.”[7]

İmâm Cafer Sâdık (a.s) ve İmâm Ali (a.s) buyurdular; “Yılın her ayında bir umre yapılabilir. En faziletli umre ise, Receb ayında yapılanıdır.”[8]

Yine İmâm Cafer Sâdık (a.s) buyurdular; “Hacılar üç kısımdır: Bir kısmı; Cehennemden âzad olanlardır. Bir kısmı; analarından doğdukları gün ki gibi günahlarından arınanlardır. Bir kısmı da; âile efrâdını ve malını Allâh’ın koruması altına almış olanlardır. Bu sonuncusu; en düşük karşılıkla (mükâfatla) geri dönen hacılardır.”[9]

İmâm Zeynelâbidîn (a.s) buyurdular; “Ey hacca gitmeyen-gidemeyenler! Hacıları karşılayınız, onlarla musâfaha (tokalaşma, kucaklaşma vs.) yapınız. Onlara hürmet gösteriniz. Onlarla mükâfatlarında ortak olmak istiyorsanız bu şekilde davranınız...”[10]

Dînin Güneşi İmâm Cafer Sâdık (a.s) buyurdular; “Hac görevini yerine getirenler olduğu müddetçe bu din ayakta kalacaktır.”[11]

İmâm Cafer Sâdık’a (a.s) soruldu; “Bir kadın yanında mahremi olmadan hacca gidebilir mi?” İmâm (a.s) buyurdular; “Nefsini, ırzını koruyabilecek ise (her yönden emniyette olacaksa), evet gidebilir.”[12]

Hz. İmâm Muhammed Bâkır (a.s) “Hac bilinen aylardadır...” [Bakara (2): 197] âyeti hakkında, bu aylar; “Şevvâl, Zilkade ve Zilhicce aylarıdır. Bunların dışındaki aylarda hiç kimse hac yapamaz.” buyurdular.[13]

İmâm Cafer Sâdık (a.s) buyurdu; “Zemzem suyu, içen kimseye şifâdır.”[14]

Ehl-i Beyt İmâmlarından (a.s) nakledilmiştir ki; “...Kurban kesmenin en faziletli olduğu gün bayramın birinci günüdür.”[15]

İmâm Cafer Sâdık’a (a.s); “Kurban kesmek hakkında” sorulduğunda, şöyle buyurdular; “Gücü yeten her Müslüman’a kurban kesmek gereklidir.”[16]

İmâm Cafer Sâdık’tan (a.s) nakledildiğine göre; “Deve, sığır gibi büyük baş hayvanlar kurban edilirken yedi kişiye kadar ortak olunabilir.”[17]

İmâm Muhammed Bâkır (a.s) buyurdu; “Hiç kimsenin Mekke’de Kabe binâsından daha yüksek binâ yapması uygun değildir.”[18]

İmâm Cafer Sâdık’ın (a.s) naklettiğine göre, Resûlullâh (s.a.a) şöyle buyurdular; “Kim beni diri iken ya da ölümümden sonra ziyâret ederse, kıyâmet günü o kimseye şefaatçi olurum.”[19]

Kurbanın hakikatine erenler, rûz-i mahşerde yalnız kalmazlar.  

HUMUS

Ehl-i Beyt yoluna göre; İslâm’ın farzlarından birisi de, Âl-i Beyt’in hakkı olan humusun verilmesidir.

Humus; Kelime anlamı olarak beşte bir demektir. Dînî literatürdeki anlamı ise; belli mallardan belirtilen ölçüler içerisinde beşte bir kısmının hak sâhiplerine verilmesidir.

Humus; Kur’ân-ı Kerim’de [Enfâl sûresi (8): 41.] âyette belirtildiği üzere farz kılınmıştır. Bu konuda Yüce Allâh buyuruyor: “...bilin ki; ganimetlerin humusu (beşte biri); Allâh’a, Resûlüne, Zilkurbâ’ya (Resûle akrabalığı olanlara), yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir...”

Bu âyette ganîmetlerin humusunun verilmesi emredilmektedir. Şanlı Peygamberimiz (a.s) ve Oniki İmâmefendilerimiz de (a.s) bahsedilen ganîmetlerin nelerden ibâret olduğunu ve hangi hallerde humusunun verilmesi gerektiğini bizlere açıklamışlardır. Biz de Ehl-i Beyt yolunun bağlıları olan Müslüman’lar olarak bütün kazanç çeşitlerinin ganîmet kapsamına girdiğine itikât ediyor, bu farzın bugün de geçerli olduğuna inanıyoruz.

Ehl-i Sünnet’in hadîs kaynaklarından Sahîh-i Buhârî’de nakledildiğine göre, Resûlullâh (a.s) efendimiz şöyle buyurdular:“Ben size dört şeyi emrediyorum. Allâh’a îmân ettikten sonra namaz kılmayı, zekat vermeyi, Ramazan orucunu tutmayı ve ganîmetlerinizin (kazancınızın) beşte birini (humusunu) Allâh yolunda vermeyi.”[20]

Târihin bazı dönemlerinde Âl-i Beyt’in (a.s) hakkı olan humus, hak sâhiplerine maalesef verilmemiştir. Ehl-i Beyt’in ve Âl-i Muhammed’in (a.s) İslâm’daki yerine ve önemini hakkıyla bilen biz Ehl-i Beyt yolunun bağlıları Alevî-Şiî Müslüman’larda ise, humusun verilmesi bugüne kadar devâm edegelmiş ve Allâh’ın izni ve inâyeti ile kıyâmet gününe kadar da devâm edecektir.

Zekat konusunda değindiğimiz gibi, Ehl-i Beyt soyundan olan kimselerin, çok zarûri haller dışında zekattan-sadakadan pay almalarıilâhî bir emirle yasak kılınmıştır. İşte bundan dolayıdır ki, Cenâb-ı Allâh onlara humus denilen payın verilmesini emretmiş, bu mektebin maddî ihtiyaçlarının bu vesîle ile karşılanarak güçlenmesini murâd etmiştir.

Bu konuda İmâm Cafer Sâdık (a.s) şöyle buyuruyorlar: “Kendisinden başka ilâh olmayan Allâh, bize sadaka-zekat almayı haram kıldı. Buna karşılık, humus hakkını bizim için takdîr etti. Sadaka-zekat almak bize haramdır. Humusun ise bize verilmesi farzdır.”[21]

Anadolu topraklarında da yüzyıllarca Ocakzâdelere (dede, baba, seyyidlere) çeşitli münâsebetlerle verilmiş olan ve adına “Hakkullâh” diyebileceğimiz pay da, esâsen bir nevî humustur. Ancak, halkımızın konunun teferruatı hakkındaki cehâleti, bunun biraz da gelişi güzel sürmesine ve zaman zaman da aksamasına sebep olmuştur.[22]

NELERDEN HUMUS VERİLİR?

Yedi şeyin humusunun verilmesi farzdır:

1. Kazancın kârı.

2. Maden.

3. Defîne.

4. Denize dalmakla çıkarılan mücevherler.

5. Helalle karışmış ve ayırt edilmesi mümkün olmayan haram mal.

6. Savaşta elde edilen ganimetler.

7. Zımmî kâfirin Müslüman’dan satın aldığı yerler.

Kazancın kârı

Bir kimse; ticâret, sanat, ziraat ve diğer kazanç yollarından bir çok mal elde eder. Bu kazancından kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin yıllık masraflarını karşılar. Geriye de ne artarsa bu artan miktarın humusunu vermelidir.

Kazançlardan, yıl ortasında yemek, elbise, ev eşyası, ev alımı, düğün masrafları, kız için çeyiz, ziynet ve benzeri işler için yapılan masraflar toplumun ortalama yaşam standartlarından daha lüks değilse bu yapılan harcamalara humus gerekmez. 

Bir malın humusu verilmedikçe, o maldan hiç bir sûrette istifâde etmek dînen uygun değildir.

Hediye olarak gelen maldan humus vermek farz değildir. Ancak, gelen hediyenin humusu verilmemiş maldan olduğu bilinirse, o hediyenin de humusu verilmelidir.

Kadının aldığı mehirin de humusu yoktur. Yine, bir kimsenin elde ettiği mîrastan da humus verilmesi farz değildir. Ancak, ele geçen mîrâsın humusunun verilmediği bilinirse, o mîrâsın humusu verilmelidir.

Kâfirden veya humusun farz olduğuna inancı olmayan bir kimseden, humusu verilmemiş bir mal ele geçerse onun humusunu vermek farz değildir.

Maden

Altın, gümüş, kurşun, bakır, demir, petrol, taşkömürü, akik, tuz... vb. diğer bütün madenler, bütün masraflar düştükten sonra nisab miktarına ulaşırsa humusunun verilmesi farzdır.

Madenlerin nisab miktarı; 105 miskal (yani; 504 gram civârı) gümüş veya 15 miskal (72 gram civârı) altın değerindeki madene sahip olmaktır.

Defîne

Defînenin nisab miktarı da 504 gram gümüş veya 72 gram altın değeridir. Defînenin ele geçirilmesi için yapılan tüm masraflar düşüldükten sonra elde kalan defînenin değeri belirtilen miktara ulaşırsa humusunun verilmesi farzdır.

Denizden çıkarılan mücevherler

Denizden çıkarılan inci, mercan ve diğer mücevherler yapılan masraflar çıktıktan sonra 4.8 grama ulaşırsa onun humusu verilmelidir.

Maden, defîne, denizden çıkarılan mücevherlerbaşkaları ile ortaklaşa olarak elde edilirse masraflar düştükten sonra kişi başına düşen miktar belirtilen gramajda ise humusu verilmelidir.

Bütün bunlar, belirtilen miktarlara ulaşmazsa, o taktirde diğer kazançlarla birlikte hesap edilir. Yıllık bütün masraflar çıktıktan sonra arta kalan olursa “kazancın humusu” bölümünde anlatıldığı tarzda humus verilir.

Helâl ile karışmış haram mal

Haram mal ile helal mal birbirlerinden ayırt edilemeyecek şekilde karışmış ise, malın temizlenerek helâl hale getirilmesi için bütün malın humusu verilmelidir.

Eğer kişi malı içerisindeki haram olan miktârı ve sâhibini bilirse derhal onu sâhibine vermelidir. Sâhibi belli değilse o zaman da sâhibine sevap olur ümidi ve niyetiyle, ihtiyaç sâhiplerine o malı vermelidir.

Savaşta elde edilen Ganîmetler

Müslüman’ların, küffâr ile yaptığı savaşlarda elde ettiklerinin tümüne, savaşta elde edilen ganîmetler denir. Bu ganîmetler, Ulu’l Emr veya görevlendirdiği kimseler tarafından Kur’ân ve Sünnet ölçülerine göre uygun görülen tarzda Müslüman’lara pay edilir. Ve ganîmetin humusu (beşte biri de) gereken yerlere ayrılır ve sarfedilir.

Zımmî kâfirin Müslüman’dan satın aldığı arâzî

İslâm’ın hükümlerinin uygulandığı bir devletin sınırları dâhilinde yaşayan, can, mal, namus, nesil, dil ve din emniyetinin İslâm Devleti tarafından güvence atına alınarak korunmuş olan kafire “Zımmî kâfir” denir.

Bu kâfirlerin, Müslüman’lardan satın almış oldukları toprakların, malların, ev, ticâret eşyası vs. humusunu ya yer olarak veya o şeyin parasal değeri olarak vermeleri gerekir. Kendileri vermedikleri zaman, İslâm devleti onlardan bu hakkı mutlaka alır. Bu uygulama; İslâm devletinin Müslüman’larla birlikte kâfirlere de götürmüş olduğu hizmetlerinin bir bedeli olarak zımmî kâfirin İslâm devletine verdiği bir tür vergi olarak da değerlendirilebilir.[23]

HUMUS KİMLERE VERİLİR?

Verilecek humus iki kısma bölünür: Bir kısmı; âyette geçen “... Allâh’a, Peygambere ve Zilkurbâ’ya âittir...” hükmü gereğince Onikinci İmâm’ın (a.s) hissesidir. Diğer kısmı ise; seyyidlerden-ocakzâdelerden yetim, yoksul veya yolda kalmış olanlarının hakkıdır.

Müslüman, bu iki hisseyi de Ehl-i Beyt yoluna candan bağlı, âdil, güvenilir, âlim bir müctehide vermelidir. Özellikle birinci hisse Onikinci İmâmın (a.f.) zâhir olmadığı zamanda mutlaka belirtilen vasıflara sâhip bir müctehide verilmelidir. Veya müçtehidin izni ile kullanılması uygun olan alanlarda harcanmalıdır. Bu müçtehit, humusu, İslâm’ın ve Müslüman’ların genel maslahatlarına uygun düşecek bir şekilde gerekli yerlere sarfeder.

Seyyidlerin hakkı olan humusun ise, mutlaka bir müctehide veya müçtehidin izniyle seyyidlere verilmesi zorunlu değildir. Herkes yaşadığı bölgede şartları tutan seyyidlere humusunu verebilir.

Memleketinde fakir olmamakla birlikte, gurbette-yolda muhtaç duruma düşen seyyide de humus verilebilir.

Kur’ân ve Sünnette  büyük günah olarak bildirilen günahları alenen işleyen, farzları îfâ etmeyen, Oniki İmâm’ı (a.s) kabul etmeyen seyyidlere humus verilmemelidir.

Bir kimse, yaşadığı bölgede şartları uygun düşen humus verilecek seyyid bulamazsa, imkânı olduğu kadar çevresindeki bölgelerde şartlara hâiz seyyidleri araştırmalıdır. Buna da imkan bulamazsa, humusun payını ayırmalı, saklamalı ve en müsâit bir zamanda hak sâhibine ulaştırmaya çalışmalıdır.[24]

Hak sahiplerine haklarını vermemek en büyük zulümlerdendir.

CİHÂD

Cihâd; Kur’ân ile farz olduğu sâbit olan İslâm’ın en önemli farzlarındandır. Kelime anlamı olarak; cehd etmek, çalışmak, gayret etmek, çaba sarfetmek vb. gibi manalara gelir. Dînî literatürdeki anlamı ise; Allâh’ın dînine ve Allâh’ın taraftarı olan Müslüman’lara, haksız yere karşı duran İslâm düşmanlarıyla Allâh yolunda savaşmak, mücâdele etmektir. Bu mücâdele şekli zamana, zemine ve şartlara göre farklılıklar arzedebilir. Kimi zaman olur ki, cihâd; mal ile yapılır, kimi zaman, kalem ile yapılır, kimi zaman, can ile yapılır, kimi zaman da olur ki bütün hepsi ile birlikte bu farz yerine getirilir. Ancak şunu belirtmeden geçmemek gerekir. Kur’ân’î bir kavram olan cihâd; Kur’ân-ı Kerîm’de ve Peygamberimiz (a.s) ile İmâmlarımızın (a.s) buyruklarında genellikle can ve mal ile yapılan kıtal-savaş manası ağırlıklı olarak kullanılmıştır. Biz de buna binaen cihâdın bu yönüne kısaca ağırlık vereceğiz.

Önce cihât ile ilgili bir kaç âyet-i kerîmeye bakalım: Yüce Allâh buyurur ki;

“İnananlar, hicret edenler ve Allâh yolunda cihât edenler Allâh’ın rahmetini umarlar...” [Bakara (2): 218]

“İnanıp hicret eden, Allâh yolunda cihât edenler... var ya, gerçek îmân edenler onlardır.” [Enfâl (8): 74]

“...Allâh yolunda mallarınızla, canlarınızla cihât ediniz...” [Tevbe (9): 41]

“Ey îmân edenler!...O’nun yolunda cihât edin ki kurtuluşa erişesiniz...” [Mâide (5): 35]

“Allâh yolunda gereği gibi cihât ediniz...” [Hac (22): 78]

“Ey Nebî! Kâfirlerle ve münâfıklarla cihât et ve onlara sert davran...” [Tevbe (9): 73]

“Îmân eden, hicret eden ve Allâh yolunda mallarıyla, canlarıyla cihât eden kimselere Allâh katında en büyük dereceler vardır...” [Tevbe (9): 20]

“Yoksa siz, Allâh’ın içinizden cihât edenleri ve sabredenleri ortaya çıkarmadan Cennete gireceğinizi mi sanıyordunuz?” [Âl-i İmrân (3): 142]

Görülmektedir ki şanı yüce Rabbimiz cihâd etmeyi başta Resûlü olmak üzere bütün Müslüman’lara emrediyor ve bunda sabırlı olunmasının da önemini belirtiyor.

Bu ilâhî emirler orta yerde dururken Resuller ve Nebîler başbuğu (a.s) ve O’nun yılmaz takipçileri olan Ehl-i Beyt’in önderleri (a.s) bu görevi savsaklayabilirler mi?

Elbette hayır.

Onun içindir ki, Onlar (a.s), dur-durak bilmeden hem açık düşman olan kâfirlerle-müşriklerle, hem de dâhili düşman olan münâfıklarla bu kutsal dava uğrunda yılmadan cihâd etmişler, mallarını canlarını bu uğurda fedâ etmekten bir an bile geri durmamışlardır. O şanlı Peygamberin (a.s) hayatını azıcık okuyan en âmâ bir kimse bile, Resûlullâh’ın nasıl cihâd ettiğini, küffâra göz açtırmamacasına hayatını nasıl ortaya koyduğunu, ashâbını bu yolda nasıl eğittiğini görür.

Elbette ki cihâd, bazılarının sandığı gibi, haksız yere birilerine saldırmak, onların mallarını yağmalamak, toprakları genişletmek vs. amaçlı yapılan bir savaş değildir. Cihâd; Hakkın yayılması önünde eylemsel olarak duran, Nûr’un insanların kalplerini aydınlatmasını engellemeye çalışan, ard niyetli insanlık düşmanı güçlere karşı yapılan meşru bir savunma ve saldırıdır.

Hani, denilmiştir ya;

“Nush ile uslanmayanı etmeli tekdîr,

Tekdîr ile uslanmayanın hakkı kötektir.”

İşte Cihad da, kısacası, her yol denendikten sonra hâlâ uslanmayana meşrû sınırlar dâhilinde ve ilâhî izin ile haddini bildirmektir.

İşte; Bedirler, Uhudlar, Hendekler, Hayberler, daha nice seriyye ve gazvelercihat emrine ittibâ etmenin bir sonucudur.

İmâm Ali’nin (a.s); kâfire korku, mümine kıvanç veren dillere destan Zülfikârı da cihâdın Müslüman’ların nazarındaki yerini ortaya koymakta.

Ve Şehitler serdârı İmâm Hüseyin’in (a.s) Kerbelâ’daki cihâdı da, cihâdın önemini gözler önüne sermektedir.

Yalnız; cihâd, hak önderin veya görevlendirdiği ehil kimselerin komutasında yerine getirilmez ise çapulculuğa, yağmaya ve zulme dönüşebilir. Onun için bu ilâhî emrin hakkıyla yerine getirilmesi, hem çok titiz olmayı ve hem de uyanık olmayı gerektirir. İnsan, gereken ince ayarı yapamaz ise, hak gösterilen bâtıl bir dava uğrunda savaşa koyulur. Şehîd olmayı umut ederken -Allâh etmesin- pisi pisine de gidebilir. Nitekim bunun örnekleri hem târihte ve hem de günümüzde sayılamayacak kadar çoktur. Hak İmâma karşı savaş veren bedbahtlar-bâğîler bunun en bâriz örnekleri değil midirler? Bugün de İmâm Mehdî’nin (a.s) yolunun takipçileri olan Ehl-i Beyt yolu müçtehitlerinin fetvâ ve teşvikleriyle değil de, bilmem hangi beşerî nizâm ve düzenlerin bekâsı ve yayılması uğrunda sözüm onlara şehîd olma(!) hayalleriyle cephelere gidenler cihâd kavramının şeytânca tahrîf edilmiş olmasının gâfil kurbanlarıdırlar.

Onun için, âyetin bir parçası olan “...Allâh yolunda...” hakîkatini beynimizin bir yerine, silinmez bir yazı ile nakşetmemiz gerekir. Yoksa, bilmem kimin yolunda, bilmem ne uğrunda, bilmem neyin için yapılacak bir savaş, cihâd olmadığı gibi, kutsallık taşımaz ve Allâh katında da bir değer ifâde etmez. O yollarda ölen insanlar da İslâm’daki Şehîd kavramına layık olmazlar, milyonlar onlar için gözyaşı dökse, şehîdler gibi ağırlansalar da şehîd olamazlar.

İslâm’a göre bir kimsenin cihâda katılmasının farz olması için bir takım şartlar gerekir: Öyle ki, kişi;

Akıllı olmalıdır.

Bulûğ çağına ermiş olmalıdır.

Hür olmalıdır.

Erkek olmalıdır.

Pîr-i fâni, çok yaşlı olmamalıdır.

Cihâda katılamayacak kadar kötürüm, hasta vs. olmamalıdır.

Kör olmamalıdır.

İslâm vatanı her Müslüman’dan yardım görmeyi gerektirecek kadar büyük bir tehlike altında ise, kadınlar, yaşlılar, çocuklar, köleler, hasta olanlar vs. de duruma, savaş yapılan çağın tekniğine göre cihâda katılmak üzere görev alabilirler ve bu farz böylesi durumlarda onlar için de bağlayıcı bir emir olabilir.

Müslüman’lar, zâlim önderlerin emri ile cihâda katılmazlar. Böyle bir savaşa zorlanacak olurlarsa savaş cephesinde nefsi müdâfaa yaparlar, zâlimin zulmünün yayılması yolunda çalışmazlar.

Ancak, İslâm’ın hayâtiyeti söz konusu ve Müslüman’ların malı, namusu ve benzeri değerleri kâfirlerin ayakları altında çiğnenme tehlikesi geçirirse, o zaman zâlimin emri ile de olsa bu savaşa katılmak her Müslüman’ın boynuna borçtur.

Kâfirin, küfür ve nifak sistemlerinin emri ve icbârı durumunda da yapılacak şey aynıdır. Ancak, böylesi sistemlerin yapacağı hiç bir savaş cihâd olarak isimlendirilemez. Ve kutsallık çehresine-görüntüsüne büründürülemez.

Bir de bunlardan ayrı olarak, kişinin kendi iç dünyâsında yapması gereken bir cihâd var ki, İslâm buna “Cihâd-ı Ekber” (Büyük Cihâd) adını vermektedir. “İçsel olgunluk” da diyebileceğimiz Cihâd-ı Ekber, İslâm düşmanı kâfirlere karşı yapılması farz olan diğer cihaddan aşağı değil, belki onun da fevkinde bir farîzadır. Çünkü insanın yapmış olduğu bütün ibâdetlerin nihâî hedefi; nefse hâkim olma, şeytânın egemenliği altına girmeme ve Allâh’a hakkıyla kul olmaya yöneliktir. Bu hedefi gütmeyen namaz; namaz değildir, oruç; oruç değildir, zekat; zekat değildir, cihâd da cihâd değildir.[25]

Barışta ve cihâdda,

Alevî-Sünnî tek safta.  

EHL-İ BEYT KELÂMINDAN CİHÂDIN FAZİLETİ

İmâm Cafer Sâdık’ın (a.s) naklettiğine göre, Resûlullâh (a.s) buyurdular; “...Kim, cihâdı terkederse, Allâh ona zillet ve fakirlik elbisesini giydirir...”[27]

Âriflerin İmâmı Cafer Sâdık (a.s) buyurdular; “Cihâd, beş vakit namazdan sonra en fazîletli ameldir.”[28]

Sıddîk-ı Ekber Hz. İmâm Ali el-Murtazâ (a.s) buyurdular; “Allâh cihâdı erkeklere ve kadınlara farz kıldı. Erkeklerin cihâdı, mallarını, canlarını Allâh yolunda fedâ etmek, kadınların cihâdı ise, eşinden gördüğü eziyete sabırlı olmak, ona meşrû sınırlar içerisinde itaat etmektir. (iyi bir eş olmaktır.)”[29]

Yine İmâm Cafer Sâdık’ın (a.s) naklettiğine göre, Fârûk-u Âzam İmâm Ali (a.s) şöyle dedi; “Resûlullâh (a.s) beni savaşa gönderdiğinde şöyle buyurdular; Ey Ali! Hiç kimseyi Allâh’ın dînine davet etmeden -Hakkıyla teblîğ görevini yerine getirmeden- öldürme. Bir kimsenin, senin elinle hidâyete erişmesi, üzerine Güneşin doğup battığı her şeyin senin olmasından daha hayırlıdır...”[30]

İmâm Ali’nin (a.s) naklettiğine göre, Peygamber efendimiz (a.s) Hendek savaşı günlerinde şöyle buyurmuşlardır; “Harp, hîledir...”[31]

Sâdıkların İmâmı Cafer Sâdık’ın (a.s) ceddinden naklettiğine göre, Resûlullâh (a.s) şöyle buyurdular; “Darda kalmış bir Müslüman kardeşinin yardım çağrısına imkânı olduğu halde kulak vermeyenler, (kâmil) Müslüman sayılmazlar.”[32]

Seyyidü’s Sâcidîn İmâm Zeynü’lâbidîn’in (a.s) nakline göre, Kâinâtın efendisi, Sultanlar Sultânı, Ehl-i Beyt’in Pîri, Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafâ buyurdular; “Allâh katında hiç bir şey, Allâh’ın yolunda dökülen bir damla kandan daha üstün değildir.”[33]

Kâinâtın Sultânı Peygamberimiz (a.s) buyurdular; “En fazîletli cihâd, zâlim bir öndere karşı hakkı söylemektir.”[34]

Şehîdin kanı, İslâm ağacını canlı tutan bir Rahmet-i İlâhîdir.

EMR-İ BİL MARÛF VE NEHY-İ ANİL MÜNKER

“İyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak” diye tercüme edebileceğimiz bu esas, Kur’ân’ın ve Ehl-i Beyt’in öğretilerinin belkemiğidir.

Kur’ân-ı Mecîd’de bir çok âyetlerde geçtiği üzere, yüce Rabbimiz bu ümmeti de marufu emretmek ve münkerden nehyetmekle yükümlü kılmıştır. Bu sorumluluğun yerine getirilmesi, İslâm ümmetinin ayakta kalmasının yegâne sebeplerindendir.

Marûf nedir?

Marûf; iyilik, hayır, güzellik, evrensel müsbet değerler, insânî-İslâmî oluşum ve güzel geleceğe vesîle olabilecek her şeydir.

Münker nedir?

Münker de; İslâm’ın hoş görmediği şeylerdir.

Müslüman, İslâm’ı kabul etmekle iyiliği emretme ve kötülükten alıkoyma görevini de kabul ettiğinin sözünü vermiş olur.

Peygamberlerin (a.s), özellikle Hâtemül Enbiyâ’nın (a.s) hayatlarına baktığımızda, Onların yaşamları boyunca bu ilâhî emri aksatmadan yerine getirdiklerine şâhit oluruz. Onlar öyle insanlardı ki, kendilerine münâsip gördüklerini başkalarına da lâyık görürler, bu güzellikleri ve nimetleri paylaşmak için usûlüne uygun bir tarzda onu herkese emir ve tavsiye ederlerdi. Bir yanlışlık, çirkinlik ve kötülükle karşılaştıklarında ise, onu da güzel metotlarla gidermeye, engellemeye, nehyetmeye çalışırlardı.

Nitekim Allâh-u Teâlâ Peygamberimizin (a.s) bu görevine değinerek şöyle buyurmaktadır; “...O (peygamber) kendilerine iyiliği emreder ve kendilerini kötülükten men eder...” [Arâf (7): 157]

Yine, Yüce Allâh Kitâbında Emr-i bil marûf ve nehy-i anil münker görevini hakkıyla kimlerin edâ ettiğini ve bu kimseleri ne tür bir mükâfâtın beklediğini bazı âyetlerinde şöylece beyân etmektedir;

“Erkek ve kadın bütün müminler birbirlerinin velîleridirler. İyiliği emrederler, kötülükten nehyederler... Allâh onları rahmeti ile bağışlayacaktır.” [Tevbe (9): 71]

“Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allâh’a îmân edersiniz...” [Âl-i İmrân (3): 110]

“...İyiliği emreden, kötülükten men eden... müminleri müjdele!” [Tevbe (9): 112]

“Onlar ki kendilerini yeryüzünde yerleştirdiğimizde... iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar...” [Hac (22): 41]

Yukarıda birkaçının meâlini vermiş bulunduğumuz âyetlerden de anlaşılmaktadır ki, müminler iyiliği emretmek, kötülükten de nehyetmekle görevlendirilmişlerdir. Ve müminler, îmânlarının bir gereği olarak bu görevi fıtraten ve içtenlikle yerine getirirler.

Emr-i bil Marûf ve Nehy-i anil Münker görevi her hâl-u kârda yerine getirilecektir. Ancak bu vazîfe zamana, zemine, kişiye, duruma, emredilen ve nehyedilen şeyin ne olduğuna göre bazı farklı uygulamalarla yapılır.

Bu farzın îfâsında bazı merhaleler vardır. Şöyle ki; Sevgili Peygamberimiz (a.s) ve Ehl-i Beyt’in kudsî zâtlarının (a.s) beyanlarına göre, her Müslüman öncelikle örnek olmak sûretiyle iyilikleri yayacak, kötülüklerin önüne geçecektir. Kişiliğini kaybetmiş, örnek davranışlardan nasiplenemeyecek kadar kalbi kararmış kişilere ise dil ile nasihat edilir. Varsa, terk ettikleri farzlar uygun bir lisanla hatırlatılır. İşledikleri haramlara son vermeleri çağrısı yapılır. Ki Allâh bu konuda şöyle buyurur; “Sen hikmet ve güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et...” [Nahl (16): 125] Denenen bütün yol ve yordamlar kâr etmezse, o zaman da fiilî-eylemsel olarak bazı yaptırımlar uygulanmaya çalışılır. Bu, yüz ifâdesi ile memnuniyetsizliğin ortaya konulmasından tutunuz da, müminlerin sosyal ve psikolojik olarakyanlış yolda olan kişiyi hakka davet etme tavırları, bazı toplumsal dışlama, ilişkileri dondurma, vb. eylemler sergilemelerine kadar varır. Hattâ, eğer Kur’ân ve Ehl-i Beyt buyruklarına uygun olarak şekillenmiş bir İslâm düzeni hakim ise, gereken hadler ve cezâlar Ümmetin Önderi tarafından veya görevlendirdiği âdil görevliler tarafından icrâ edilir.

İnsanları “Hakka davet etme, bâtıl yol ve davranışlardan uzak tutma” emrinin yerine getirilmesinin suç sayıldığı küfür-zulüm düzenlerinde ise, Müslüman bir yolunu bulup görevini yapacak, hiç bir şey yapamaz ise kalben kötülüklere ve kötülere buğz edecek ki, bu da bilindiği üzere îmânın en zayıf hâlidir.

Aslına bakılırsa, bu vazîfe Müslüman olmanın, bir mektebe mensup bulunmanın kişiye yüklediği bir görev değil, insan olmanın getirdiği doğal bir sorumluluktur. Öyle ya;

Kim, aç, ve açıkta kalmış bir kimseye insanca yaşamanın yolunu öğretmez, bu konuda yardımcı olmaz ki? Böylesi hallere seyirci olanlara insan demek mümkün mü?

Kendinin sâhip olduğu güzel şeylere, başkalarının sâhip olmasını istememek hiç yakışık alır mı?

Okuma yazma öğrenmek isteyen bir kimseye, imkanı olduğu halde yardımcı olmamak mümkün mü?

Hastalıktan bîtâb düşmüş, derman arayan zavallıya, bilinen tedâvî yollarını göstermemek, gerekirse tedâvî etmemek insafsızlık değil mi? Hastanın hoşuna gitmemesi, canının yanması pahasına bile olsa, ilaç içirmek, iğne yapmak, gerekirse ameliyat etmek-ettirmek insanî bir görev değil midir?

Hangi insan, bir kimsenin evinde ve malında yangın ve benzeri zarar verecek bir hal görür de seyirci kalır?

Bir kış gününde, yatarken üzeri açılmış bir kimsenin üzerini örtmek insanlık görevi değil midir?

Üzerinde zarar verici bir böcek dolaşan, kendinden habersiz bir kişiye yardımcı olmak ve ondan zararı uzaklaştırmak gerekmez mi?

Sevdiğimiz insanlara, üç günlük dünyanın iş hayatında, eğitim-öğretiminde, aile yaşantısında vs. başarılı olma yollarını öğretmeye çalışıyor, yardımcı olmaya gayret ediyorsak, ebedî mutluluğu elde etmek, Cennet ve Cemâlullâh’a kavuşmak için de, herkese, yapılması lâzım gelen şeyleri öğreterek tavsiye etmek, onları kötülüklerden uzak tutmaya çalışmak boynumuzun borcudur.

İşte; Emr-i bil Marûf ve Nehy-i anil Münker, iki cihânı azîz kılmanın, iki âlemde de mutlu ve mesut olmanın prensiplerini söz, yazı, yaşantı vs. ile öğretmektir.

Şunu unutmamak lazımdır ki; “yaşanmayan gerçekler etkili olmaz”.

Emir ve nehiyde gözönünde bulundurulması gereken bazı esaslar;

1. Marûf (iyi) ve Münker (kötü); Kur’ân ve Sünnet ölçülerine göre iyice bilinmeli, câhilâne bir şekilde, zannî olarak başına buyruk hareket edilmemelidir.

2. Niyet, kesinlikle Allâh’ın rızâsını talep ve insanların hayrını istemek olmalı, nefsi, hevâyı, arzu ve istekleri tatmîn etmek olmamalıdır.

3. İnsanların onurunu kıracak, şahsiyet ve gururlarını incitecek, toplum içerisinde enâniyetini harekete geçirecek tarzda hareket edilmemelidir.

4. Gerektiğinde ısrarla hareket edilmeli, ancak, muhataplar dîne ve dînin emirlerine alenen düşman olacakları ya da münâfıkça davranacakları konumlara getirilmemelidirler.

5. “Kaş yaparken göz çıkaran.” kimselerden olunmamalıdır.

6. Bazı emir ve nehiylerin ferdî olarak yerine getirilememesi halinde, gönüllü olarak cemaat, cemiyet, dernek vs. oluşturularak, bu görev örgütlü olarak yapılmalı, bu halde de temel esaslar ve espriler çiğnenmemelidir.

7. Kişi önce kendi nefsinden başlamalı, sonra sırasıyla ehli-ayâline, yakın akrabalarına, komşularına, tanıdıklarına ve nihayet tüm insanlara hitâp etmelidir.

8. Bu görev yerine getirilirken, şahsına gelebilecek her türlü yıldırma, kınama, eziyet ve zorluklara göğüs gerilmeli, haksız yere yapılan kınama ve saldırılara aldırış edilmemeli, kimseye yaranmaya çalışılmamalıdır.

9. Ehl-i Kur’ân’ın İmâmı Cafer Sâdık’ın (a.s); “İnsanları dilinizle değil, yaşantınızla hakka çağırınız.”[35]  buyruğu aslâ ihmâl edilmemelidir.[36]  

Emr-i bil Marûf ve Nehy-i anil Münker’i yapmak Hüseynî olmaktır.

HAK ÖNDERLERİNDEN (a.s) ÖZDEYİŞLER

Yoluna canlar fedâ olsun! Resûlullâh (a.s) buyurdular; “İnsanlar iyilik ve takvâda yardımlaştıkları, emr-i bil marûf ve nehy-i anil münkeri yaptıkları müddetçe hayır üzere olurlar. Ne zaman ki bunları terkederler, onlardan bereket giderilir, bir kısmı bir kısmına musallat olur. O zamanda, onlara ne yerden ne de gökten yardımcı bulunmaz.”[37]

Velâyet ehlinin Hünkârı, İmâm Ali (a.s) buyurdular; “Kim, kötülüğü kalbi, eli ve dili ile inkâr etmezse (gücü yettiğince önlemeye çalışmazsa), o kimse, diriler arasındaki bir ölüdür.”[38]

İmâm Muhammed Bâkır (a.s) buyurdu; “... Muhakkak ki emr-i bil marûf ve nehy-i anil münker; Nebîlerin yolu, sâlihlerin minhâcı ve kendisi ile ilâhî emir ve yasakların uygulandığı, din ve dünyâ işlerinin yoluna girdiği büyük bir farzdır...”[39]

İmâm Cafer Sâdık (a.s) buyurdular; “Emr-i bil marûf ve nehy-i anil münkeri yaparak Allâh’ın dînini gereği gibi uygulamayan topluma yazıklar olsun!”[40]

Yine İmâm Cafer Sâdık’a (a.s); “...kendinizi ve ehlinizi ateşten koruyunuz...” [Tahrim (66): 6] âyeti hakkında sorulduğunda, İmâm (a.s) buyurdular; “ Ehlinize iyiliği emrederek, kötülükten de nehyederek onları ateşten koruyabilirsiniz.”[41]

İmâm Cafer Sâdık’ın (a.s) naklettiğine göre, Resûlullâh efendimiz (a.s) ashâbına şöyle buyurdular; “Kadınlarınız fesâda düşer, gençleriniz de hak yoldan saparlar ve siz de onlara iyiliği emretmeyip, onları kötülükten alıkoymadığınızda hâliniz nice olur?” Soruldu ki: “Böyle bir şey olacak mı ey Allâh’ın Resûlü?” Peygamberimiz (a.s) buyurdular; “Evet. Hattâ bundan da kötüsü olacak. Sizler kötülüğü emrettiğiniz ve iyilikten de nehyettiğinizde hâliniz nice olur?” Denildi ki; “Buda mı olacak ya Resûlallâh?” Resûlullâh (a.s) buyurdular; “Evet. Bundan daha kötüsü de olacak. Kötüyü iyi, iyiyi de kötü olarak bilip kabul etti mi hâliniz nice olur?”[42]

Hakkı yaşayan, Hak için de çalışır.

YALAN-NİFÂK VE TAKIYYE

Yalan; Hakîkate muhâlif olarak konuşmak, yazmak, nakletmek ve beyânda bulunmaktır.

Özü itibariyle yalan; bütün dinlerin, özellikle de İslam’ın şiddetle yasakladığı, kutlu Peygamberin (a.s) lisânıyla da “imân ile bir arada bulunamayacağının” belirtildiği günah bir davranıştır.

Kur’ân’ın mutahhar âyetlerinde ve Ehl-i Beyt’in (a.s) sahih hadislerinde ifade edilmiştir ki; Allâh adına yalan düzmek, Resûlullâh (a.s) ve diğer Masûmlar (a.s) adına yalan uydurmak, îmâna taban tabana zıt ve kâfirlikten doğabilecek bir haldir. Allâh adına yalan uydurmanın ne tür bir cürüm olduğuna dikkat çeken onlarca âyetten birisinde meâlen Yüce Allâh buyurur ki; “...Allâh adına yalan uyduranlar iflâh olmazlar.” [Nahl (16): 116] Nûr yolunun sönmez kandili Hz. Muhammed de (a.s) “Kim benim adıma yalan konuşursa Cehennemdeki yerine hazırlansın.” [43] îkâzını ümmetine fermân eylemişlerdir.

Yalan; Hem toplumu felâkete götüren bir hastalık, hem insanlar arasındaki güveni yok edici bir belâ ve hem de dostluk ve kardeşliği zedeleyen bir iç düşmandır.

Yalanın bu kötü yanlarının yanında, bir parça da olsa, hadîs-i şerifler ve akl-ı selîme göre konuşulmasında mahzûr bulunmayan ve hatta gerekli olan bir kaç yalan(!) türleri de vardır ki, bunlardan bazıları;

İki kişi arasını bulmak ve bu arada kimseye zarar vermeyecek şekilde uydurulan yalanlar.

Âile arasındaki sorunları vs. gidermeye yönelik zararsız yalanlar.

Fiilî bir savaşta düşmana karşı konuşulan yalanlar...vs.[44]

Nifak; İçinin negatif halini dıştan pozitif olarak göstermek, îmansızlığı zâhirde îmânlılık gibi arz etmek, içi-dışı farklı olmaktır. Kâfirliğin, îmân giysisi içinde arz-ı endâm etmesidir.

Mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’in bir çok âyetlerinde nifak içerisinde olanların kötü akîbetlerine dikkat çekilmiş, bu manadaki ilâhî bir kelamda şöyle buyurulmuştur; “Doğrusu münâfıklar ateşin (Cehennemin) en aşağı tabakasındadırlar...” [Nisâ (4): 145]

Peygamber efendimiz (a.s) de bir hadîs-i şeriflerinde; “...Münâfığın alâmeti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler, söz verdiğinde yerine getirmez, emânete hıyânet eder.”[45] buyurmuşlardır.

TAKIYYE

Takıyye; Kelime anlamı olarak, korumak, korunmak, gizlenmek, çekinmek, vs. gibi manalara gelir. Kur’ân ve Ehl-i Beyt öğretilerinde ise, canın, malın, namusun, inancın vs. korunması ve muhâfazası için gerektiğinde, kalben bir değişiklik olmadığı halde zâhiren inandığına aykırı bir görüntü sergilemektir.

Kur’ân’da takıyye var mıdır? Takıyye İslâmî bir olgu mudur? Yoksa fıtrî bir davranış mıdır? Takıyye bir mezhebe özgü müdür? Bazılarının iddia ettiği gibi, takıyye sadece Şîi inancında mı vardır? Takıyyeyi yalnızca Şîa-Alevî inancıyla ilişkilendirmek gerçekçi bir yaklaşım mıdır? Neden tarih boyunca Şîi Müslüman’lar Takıyyeyle bu denli içli-dışlı olmuşlardır? Anadolu’daki Alevîler yüzyıllardır “sır” kavramını takıyyeye karşılık olarak mı kullanmışlardır? Takıyyeye baş vurmak ayıp ve günah mıdır? Takıyye yapan kimse mi yanlış yapmaktadır, insanları takıyye yapmak zorunda bırakanlar mı yanlış yapmaktadırlar? İnanç ve inandığın şekilde yaşama özgürlüğünün dört dörtlük sağlandığı bir dünyâda takıyye ne anlam ifâde eder? Kısaca bunları cevaplamaya çalışalım.

Takıyye Kur’ân’da açık ve sarih olarak şu iki âyette vücûd bulmaktadır:

Meâlen yüce Allâh buyurur ki; “Müminler, inananları bırakıp kâfirleri dostlar (velîler) edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allâh ile bir bağı kalmaz. Ancak, onlardan (gelebilecek bir tehlikeye karşı) korunmanız (takıyye yapmanız) müstesnâdır...” [Âl-i İmrân (3): 28]

“İnandıktan sonra, kalbi îmânla dopdolu olduğu halde, zorlama-baskı sebebiyle Allâh’ı inkâr eden değil, (Bunlar kınanmaz ve ilâhî cezâyı hak etmezler.) ancak, (îmân ettikten sonra) isteyerek kâfirliği geri benimseyenler var ya, o kimselere Allâh’tan bir gazap iner ve onlar için büyük bir azâp vardır.” [Nahl (16): 106][46]

Bütün Sünnî ve Alevî inananların ittifâkıyla sâbittir ki, bu ayetler Ammâr b. Yâsir’in (r.a) ve benzerlerinin, îmânsızlardan gördüğü baskı neticesinde kalpten değil ama, görünüşte îmân ve inancından döndüğünü ifâde etmesi üzerine nâzil olmuştur. Yüce Allâh âyetten de anlaşıldığı üzere, böylesi durumlarda nasıl bir tavır takınılacağının “çekirdek mesajını” vermiş, Peygamber (a.s) ve O’nun hak vârisleri olan İmâmlarımız da (a.s) bu çekirdek mesâjın farklı ortamlarda nasıl filizlendiğini, hangi ölçülerde ne tür bir meyve verdiğini pratikleriyle ortaya koymuşlardır.

Nasıl ki, cihâd, emri bil marûf-nehyi anil münker, tevellâ-teberrâ, abdest, namaz, oruç vb. bazı ibâdetlerle ilgili ayrıntılı hükümlerin temeli genel olarak Kur’ân’da zikredilmiş, ayrıntıları ise Peygamberimiz tarafından ortaya konulmuş, zaman ve mekan farklılığından kaynaklanan bazı yeni görüşler de zamanla Peygamberin (a.s) vârisleri tarafından açıklanmışsa, takıyyeye de Kur’ân’da böylece deyinilmiş, kendilerinden yalan sadır olmayan güvenilir Önderlerimiz de (a.s) konuyu zaman içerisinde sistemleştirerek yaşatmışlardır.

Takıyyeyle ilgili olarak Ehl-i Beyt İmâmlarından (a.s) nakledilen nurlu sözlerden bir kaçı şöyledir;

İmâm Muhammed Bâkır (a.s) buyurdular; “Takıyye benim yolumdur, ceddimin yoludur. Takıyyesi olmayanın îmânı da olmaz.”[47]

Yine Muhammed Bâkır (a.s) hazretlerinden nakledilmiştir. Buyurdular ki; “ Zarûret hâsıl oldukça takıyye yapılır. Nerede, ne zaman, ne ölçüde takıyye yapılması gerektiğini her insanın kendisi en iyi bilir.”[48]

İmâm Cafer Sâdık (a.s) da; “Takıyye müminin kalkanı, takıyye müminin sığınağıdır. Takıyyesi olmayan îmânını koruyamaz...” buyurmuşlardır.[49]

Evet...Takıyyeyi, takıyye âyetlerinin iniş sebebi olan Ammâr (r.a) hazretlerinin davranış ölçüleri içerisine hapsetmek, İslâm’ın evrensel, zaman ve mekanüstü anlayışıyla bağdaşmaz. Böyle bir anlayış esasında İslâm’ın hakîkatlerinin doğru anlaşılmadığını da ortaya koyar.

Kısaca;

Takıyye; Tedrîci bir tebliğdir.

Takıyye; Tedrîci bir emir ve nehiydir.

Takıyye; Îmân ve inançtır.

Takıyye; Savaşta hîledir.

Takıyye; Savunmadır.

Takıyye; Korunmadır.

Takıyye; Emniyettir.

Takıyye; Kalkandır.

Takıyye; Taktikdir.

Takıyye; Metotdur.

Takıyye; Barıştır.

Takıyye; Islahtır.

Takıyye; Zırhtır.

Takıyye; Takvâdır.

Takıyyeli olmak; Îmânlı kalmaya çalışmaktır.

Takıyyeli olmak; Mevcûdu değil, Hakkı onaylamaktır.

Takıyyeli olmak; Mazlûmu zâlime yem etmemektir.

Takıyyeli olmak; Mücâdeleden vazgeçmemektir.

Takıyyeli olmak; Gerektiğinde sipere girmektir.

Takıyyeli olmak; Yüce maslahatları korumaktır.

Takıyyeli olmak; Gelecekten ümitli olmaktır.

Takıyyeli olmak; Ülkülü ve ilkeli olmaktır.

Takıyyeli olmak; Zulme set çekmektir.

Takıyyeli olmak; Sabrı kuşanmaktır.

Takıyyeli olmak; Uyanık kalmaktır.

Takıyyeli olmak; İdealist olmaktır.

Takıyyeli olmak; Adam olmaktır, insan olmaktır, akıllı olmaktır... ve’s selâm.

“ Ülküsü olanın takıyye lehine,

Ülküsü olmayanın takıyye neyine!”

Peki; takıyye Müslüman olmanın bir sonucu mu, insan olmanın bir sonucu mudur? Her insan gerekli gördüğünde adını koymadığı ama uygulamada takıyye olan tavırlar sergiler mi?

Eğer, bir düzen zulüm ve haksızlık üzerine kurulmuşsa,

Eğer, insanlar söylem ve eylemlerini net ve doğru kabul ettikleri şekilde mertçe ortaya koyma emniyetinden mahrumsa,

Eğer, insanlar hâkim güçler tarafından bir tornadan çıkmışçasına yetiştirilmek isteniyorsa,

Eğer, farklı düşünce ve davranışlar hoşgörüyle karşılanmıyorsa,

Eğer, insanlar bir şeyleri zor, baskı ve kanun gücüyle yapmaya zorlanıyorlarsa,

Bilinmelidir ki takıyye olmaya devam edecek, dava erleri takıyye silâhını kuşanarak yoluna-yordamına uygun bir şekilde yanlış kabul ettiklerini düzeltmeye çalışacaklardır.

Zulüm ve baskı zirvede olduğu müddetçe, takıyye de zirvede olacak, zulüm sıfır noktaya çekildiğinde, takıyye de sıfırlanmış olacaktır.

Takıyye, insan olayıyla bağlantılı ise, neden konu özellikle Şîî-Alevî yol ve anlayışıyla ilintilendiriliyor?

Apaçık bir gerçektir ki; takıyye mana ve mâhiyet olarak her toplumda vardır. Meselâ; “Köprüyü geçene kadar ....... dayı diyeceksin!” gibi bir ifâde ne anlama geliyor? Üstelik de argoca, fıkıhsız, sınırsız, başına buyruk bir uygulama ile ortaya seriliyor.

Kur’ân’la içli-dışlı olan kimseler, herkesin yapa geldikleri ama Kur’ân içerikli bir kavram kullanmadıkları şeyleri, Kur’ân’ın kavramlarıyla ifâde etmişlerdir. İşte Şîî-Alevî Müslüman’ların kabahati(!) Kur’ânsal bir gerçeği örtbas etmemeleri, zâlimleri çatlatırcasına Kur’ân eksenli düşünme ve yaşamaları, diktatör yönetimlerle hak uğrunda, adâlet uğrunda, özgürlük uğrunda, mazlumların yanında takıyye silâhını da kuşanarak mücâdeleye devam etmeleridir.

Elbette Ehl-i Beyt yolunun târihi takıyyeler târihi değildir. Ehl-i Beyt’in kutlu önderlerinin şanlı kıyamları, Alevî-Şîa erlerinin haklı başkaldırıları gözler önündedir. Her İmâm (a.s), döneminde ihtiyaç duyulduğu ölçüde takıyyeye sarılmış, gerektiğinde de varını-yoğunu ortaya koymaktan çekinmemiştir.

Ehl-i Beyt’in ak yolunu, yalnızca takıyye yolu olarak lanse edenler ve bu konuda Hak yolun yolcularını kınayanlar, farkına varmadan bazı şeyleri itirâf etmiş olmaktadırlar. O da; yahiç haksızlığa karşı olmadıkları, ya da sürekli olarak haksızlardan yana oldukları, dolayısıyla takıyyeye ihtiyaç duymadıklarıdır. 

Şunu da söyleyelim ki; Şîa-Alevî canlar takıyyeye baş vururlarken zaman zaman ölçüyü kaçırmışlar, olmadık zaman ve mekanda da bunu kullanmışlardır. Bu da insan gerçeğinin ayrı bir boyutudur. Zaten ifrat ve tefrit hangi konuda olmamış ki?

Ehl-i Beyt yolunda takıyye duruma göre; yapılması farz olan takıyye, vâcip takıyye, câiz takıyye, mekruh ve haram takıyye gibi bölümlerde ele alınır. Her Müslüman içinde bulunduğu ortamın gidişâtına göre bu takıyye uygulamalarından münâsip olanını davranış hâlinde sergileyebilir.

Gönül her zaman şundan yanadır; İnsanlar her görüş ve düşünceye karşı açık, hoş görülü, birbirlerini dinleyen ve anlayan, gereksiz tabuları olmayan kimseler olsunlar ki kimse kimseye karşı takıyye yapmasın. Fakat, gerçekçi olmakta da fayda var, böyle bir ortam ne geçmişte, ne günümüzde olmuş ne de gelecekte olacağa benziyor.[50]

Son olarak diyoruz ki;

Temelini Kur’ân’ın ve Peygamber’in (a.s) attığı, binasını da Ehl-i Beyt İmâmlarının (a.s) yükselttiği takıyyeyi, yasaklanmış yalan, nifak ve ikiyüzlülükle karıştıranlar, ya ilim öğrenip cehâletlerini gidersinler, ya da sussunlar da kimse onların câhilliğini fark etmesin.

Takıyyesiz bir dünya arzu edenler,

Önce gereksiz tabularına “L” çeksinler.



[1] İlmihâlimizin hayvan kesimi ve hükümleri kısmına bakınız.

[2] Biz, hac ile ilgili genel hükümleri ve özellikle de farz konumundaki hükümleri ayrıntılarına girmeden vermeye çalıştık. Hacca gidecek olan Ehl-i Beyt dostu Müslümanların istifâde edebilecekleri tarzda bir hac ibâdeti rehberini edinmeleri ve bu yolun kıymetli âlimlerinin de hacimli hac rehberi hazırlamaları zarûrî bir ihtiyaçtır. Haccın ayrıntılı hükümleri ve hikmetleri ile ilgili geniş bilgi için bakınız: Seyyid Rûhullâh ®:Tam ilmihâl, Tahrîru’l Vesîle, Seyyid Hoî: Tam ilmihâl, Allâme Hıllî: Şerâiu’l İslâm, Muhtasaru’n Nâfî fî fıkhı’l İmâmiyye, B. Azar Şîrâzî: İslâm’ın büyük ibâdî-siyâsî kongresi Hac, Ali Şeriatî: Hac, vs.

[3] Mesabihü’ş Şeria: Bab: 21. B. Azar Şirazi: İslâm’ın büyük ibâdî-siyâsî kongresi: sh: 54-57

[4] B. Azar Şirazi: İslâm’ın büyük ibâdî-siyâsî kongresi Hac: sh: 58-64

[5] B. Azar Şirazi: İslâm’ın büyük siyâsî-ibâdî kongresi Hac: sh: 66-68

[6] Furû-u Kâfî: c: 4 sh: 259, Men lâ yahduruhul fakîh: c: 2 sh: 146, c: 4 sh: 298

[7] Furû-u Kâfî: c: 4 sh: 260

[8] Furû-u Kâfî: c: 4 sh: 534-536, Men lâ yahduruhul fakîh: c: 2 sh: 142, 276, 278, İstibsâr: c: 2 sh: 326

[9] Furû-u Kâfî: c: 4 sh: 262, Tehzîb: c: 5 sh: 21

[10] Furû-u Kâfî: c: 4 sh: 264, Men lâ yahduruhul fakîh: c: 2 sh: 147

[11] Furû-u Kâfî: c: 4 sh: 271

[12] Furû-u Kâfî: c: 4 sh: 282, Men lâ yahduruhul fakîh: c: 2 sh: 268

[13] Furû-u Kâfî: c: 4 sh: 289, Men lâ yahduruhul fakîh: c: 2 sh: 278

[14] Men lâ yahduruhul fakîh: c: 2 sh: 135

[15] Men lâ yahduruhul fakîh: c: 2 sh: 292, Tehzîb: c: 1 sh: 504, İstibsâr: c: 2 sh: 264

[16] Men lâ yahduruhul fakîh: c: 2 sh: 292

[17] Men lâ yahduruhul fakîh: c: 2 sh: 294, Tehzîb: c: 5 sh: 208, İstibsâr: c: 2 sh: 266

[18] Tehzîb: c: 5 sh: 420, 448

[19] Furû-u Kâfî: c: 4 sh: 548, Men lâ yahduruhul fakîh: c: 2 sh: 345, Tehzîb: c: 6 sh: 3-4

[20] Sahîh-i Buhârî: c: 4 sh: 44, Ehl-i Sünnet kaynaklarına göre de humusu verilmesi farz olan malların yalnızca savaşta elde edilen ganîmetlerden ibâret olmadığının bazı naklî delilleri için bakınız: Sahîh-i Buhârî: c: 2 sh: 136-137

[21] Men lâ yahduruhul fakîh: c: 2 sh: 21

[22] Humus hakkında geniş bilgi için bakınız: Ehl-i Beyt Mesajı dergisi: sayı: 13 sh: 74-80, Kâşifu’l Ğıtâ: Caferî mezhebi ve esasları: sh: 72-73, Prof. Dr. Muhammed Ticani Semavî: Doğrularla birlikte: sh: 261-267, Ahmed Sabri Hamedâni: İmâm Cafer Sâdık buyrukları: sh: 118, İslam’da ışıklı yol; Ehl-i Beyt yolu...

[23] İslâm’da humustan başka Enfâl, Öşür, Cizye, Harac vb. başka alınması-verilmesi gereken şeyler-vergiler de vardır. Bunlarla ilgili geniş hükümler için humus konusu sonunda vereceğimiz kaynak eserlere müracaat edilebilir.

[24] İlgili kaynaklara ilâveten Humus hakkında daha geniş bilgi için bakınız: Seyyid Rûhullâh (r.a.): Tahrîru’l-Vesîle: c: 1 sh: 351-367, Tevzîhu’l Mesâil: sh:255-267 Allâme Hıllî: Şerâiu’l-İslâm: c:1 sh: 162-166, Muhtasaru’n-Nâfî: sh: 63-64, Seyyid Hoî: Minhâcü’s Sâlihîn: sh: 331-356, Seyyid Ali Hameney: Fıkhî sorulara cevaplar: 291-366, Seyyid Muhammed RızâGulpaygani: Özet ilmihâl: sh: 97-100 vb.

[25] Cihâd ile ilgili geniş fıkhî ayrıntılar, cihâd, şehîd ve şehâdet ile ilgili bilgiler için bakınız: Allâme Hılli: Şerâiu’l İslâm: c:1 sh: 278-308, Muhtasaru’n Nâfi: sh: 109-114, Kâşifu’l Ğıtâ: Caferî Mezhebi ve esasları: sh: 75, Murtazâ Mutahharî: Cihâd, Şehîd, Seyyid Rûhullâh Humeynî: Cihâd-ı Ekber, Ali Şerîatî: Şehâdet, Mevdudi: Gelin Müslüman olalım: sh: 259-277 vs. 

[26] Furû-u Kâfî: c: 5 sh: 2, 8, Tehzîb: c: 6 sh: 122

[27] Furû-u Kâfî: c: 5 sh: 2

[28] Furû-u Kâfî: c: 5 sh: 4, Tehzîb: c: 6 sh: 121

[29] Furû-u Kâfî: c: 5 sh: 9, Men lâ yahduruhul fakîh: c: 3 sh: 277,c: 4 sh: 298, Tehzîb: c: 6 sh: 126, Vesâilü’ş Şîa: c: 11 sh: 15

[30] Furû-u Kâfî: c: 5 sh: 28, Tehzîb: c: 6 sh: 141

[31] Men lâ yahduruhul fakîh: c: 4 sh: 272, Tehzîb: c: 6 sh: 162, 163

[32] Tehzîb: c: 6 sh: 175

[33] Furû-u Kâfî: c: 5 sh: 53

[34] Furû-u Kâfî: c: 5 sh: 60, Tehzîb: c: 6 sh: 178

[35] Usûl-u Kâfî: c: 2 sh: 105

[36] Konu ile ilgili geniş açıklama ve hükümler için bakınız: Seyyid Rûhullâh: Tahrîru’l Vesîle, Seyyid Hoî: Minhâcü’s Sâlihîn, Allâme Hıllî: Şerâiu’l İslâm, Muhtasaru’n Nâfî, vs.

[37] Tehzîb: c: 6 sh: 181

[38] Tehzîb: c: 6 sh: 181

[39] Furû-u Kâfî: c: 5 sh: 56, Tehzîb: c: 6 sh: 180-181

[40] Furû-u Kâfî: c: 5 sh: 57, Tehzîb: c: 6 sh: 176

[41] Furû-u Kâfî: c: 5 sh: 62

[42] Furû-u Kâfî: c: 5 sh: 59, Tehzîb: c: 6 sh: 177

[43] Men lâ yahduruhul fakîh: c: 3 sh: 372, c: 4 sh: 264

[44] Usûl-u Kâfî: c: 3 sh: 198, 199, c: 4 sh: 39-42, Men lâ yahduruhul fakîh: c: 4 sh: 259

[45] Usûl-u Kâfî: c: 3 sh: 397, Men lâ yahduruhul fakîh: c: 4 sh: 261

[46] Takıyyeye inkârı  mümkün olmayacak bir şekilde değinen iki âyeti aldık. Bunlardan başka değişik açılardan takıyye olarak yorumlanan, mana itibariyle takıyye ile örtüşen bir çok âyet vardır ki ilgilenenler konu ile ilgili olarak kaleme alınmış eserlere müracaat edebilirler.

[47] Usûl-u Kâfî: c: 3 sh: 211

[48] Usûl-u Kâfî: c: 3 sh: 314

[49] Usûl-u Kâfî: c: 3 sh: 314

[50] Takıyye ile ilgili geniş bilgi için bakınız: Abdulbâki Gölpınarlı: Târih boyunca İslâm mezhepleri ve Şîilik: sh: 561-572, Cafer Sübhâni: El- İlâhiyât: c: 2 sh: 925-933, Usûl-u Kâfî: c: 3 sh: 307-321, Kadri Çelik: Bir devrimin anatomisi: sh: 364-383, Ali Tahrânî: Takıyye, Mekârim Şirazi: Takıyye, Muhammed Hüseyin Fadlullâh: Kuram ve Eylem, sh: 221-234, Hamid İnâyet: Çağdaş İslâmî siyâsî düşünce sh: 316-326,...vs.