0-5  5-50  50-95  95-140  140-175  175-215  215-255   255-300  300-340  340-380  380-415  415-445  

ÖNSÖZ

Bismillâhirrahmânirrahîm

Hamd, âlemlerin Rabbi Allâh’adır. Allâh’ın selâmı, rahmeti, bereketi ve tüm güzellikler, O’nun habîbi; başımızın tâcı, gönlümüzün ilâcı, gözümüzün nûru, insanlığın surûru, nebî ve resullerin sonuncusu olan Hazreti Muhammed’e, O’nun pâk, temiz Ehl-i Beyt’ine, seçkin ashâbına, tüm enbiyâ ve mürselîn ile evliyâ, esfiyâ, evsıyâ, şühedâ, sâlihîn ve müminlerin üzerlerine olsun. Ebedî lanet ve azâp da, Allâh’a ve Allâh taraftarlarına düşman olanlara, şeytâna ve şeytân taraftarlarına olsun.

Bizler, yeryüzünde bağlıları milyonlarla-milyarlarla ifâde edilen bir dînin mensuplarıyız. Bu dînin mensupları, târihte olduğu gibi, günümüzde de, târîhin getirdiği, fıtratın tabîi bir sonucu ve bir kısım insanlardan ve cinlerden şeytanlaşmışların saptırması neticesinde, çeşitli görüş ve düşüncelere ayrılmışlar, fırka fırka olmuşlardır.

Dîn; İnsanları Tevhîd’e ve Vahdet’e çağırırken bu ayrılık ve fırkalaşmayı elbette ki tamâmıyla mazûr göstermeye çalışacak değiliz. Hedeflenenler ile içerisinde bulunulan durumlar çoğuzaman birbiriyle uyum içerisinde olmamaktadır. Ancak, bizler gerçekçi davranarak, hedefe giden yolda, mevcûdu en iyi şekilde değerlendirmek ve bu dînin bağlıları olarak; Tek olan Hz. Allâh’a kul, Hz. Muhammed’e ümmet, Ehl-i Beyt’eziynet olmaya gayret etmek zorundayız.

Bu vesîle ile, Dünyâ gezegeninin Türkiye coğrafyasında yaşayan ve sayıları oldukça kabarık olan ve kendilerine her bölgede farklı farklı isimler vermekle beraber; Allâh’a ve Resûl’e îmân, Kur’ân’ı tasdîk, Ehl-i Beyt’e muhabbet ve Oniki İmâm’ların İmâmet ve Velâyetine bağlılıkta ortak paydaları bulunan canlara, yaşamları-hayatları boyunca faydalanabilecekleri, mekteplerine ve yollarına uygun bir dînî bilgiler “İLMİHÂL” kitâbı hazırlamayı uygun bulduk. İnşâallâh, can dostlar kendi yol ve erkânlarını emîn ve güvenilir bir kaynaktan öğrenmiş olmakla bizlere duâcı olacaklar ve hep birlikte Rabb’imizin geniş rahmetine, rızâsına ve şefâatine nâil olacağız.

Kitâbımızı hazırlarken “hikmet müminin yitiğidir.” düstûrunu kendimize kılavuz edindik. Bir çok kaynağa mürâcaât ettik ve alıntılarda bulunduk. İlmihâlimiz; sahasında tek ve eksiksiz bir eser olmayıp, ulaşabildiğimiz doğruları ve hakîkatleri okyanustan bir damla misâli ortaya koymaktadır.[1] Ümidimiz odur ki bundan böyle, daha etraflıca yazılmış ve güzel insanlarımızın anlayışına uygun bir “Ehl-i Beyt yolu - Alevî İslâm İlmihâli” değerli âlim kardeşlerimiz tarafından kaleme alınır ve hizmete sunulur.

İlmihâlimizin hacminin fazla kabarık olmaması için, konuların öz ve özet olmasına, kaynakların da sınırlı olarak verilmesine gayret ettik. Şunu özellikle belirtmeliyiz ki, biz; Ehl-i Beyt mektebinin bağlıları olan Alevî-Caferî-İmâmî-Şîi[2] Müslüman’larca, Kur’ân-ı Kerîm hâriç, hiç bir kitâp bütünüyle kabul edilebilirözellikte değildir. Ve yine Peygamberler (a.s) ile Ehl-i Beyt’in diğer masûm zatları[3] olan Hz. Fâtıma (a.s.)[4] ve Oniki İmâm’lar (a.s.) hâriç, kendisine saygı duyup değer verdiğimiz hiç bir “Ehl-i Beyt yolu” âlimi ya da “Ehl-i Sünnet yolu” âlimi de tartışmasız mutlak otorite değildirler. O zâtların hak olan kelamlarını tasdîk eder, varsa yanlışlarını reddederiz.

Yeni baskıda eseri tekrâr gözden geçirerek bazı eksik kaldığını düşündüğümüz konuları ilâve ettik. Bu arada, gözden kaçan yazım hatalarını da düzeltme imkânı bulduk. Bu vesîle ile de yüce yaratanımıza sonsuz hamd ve şükürler ederiz.

Sınırlarını belirttiğimiz ölçüler içerisinde hakkı hak bilip uyan, bâtılı kimin kaleminden ve kelâmından dökülürse dökülsün bâtıl bilip, reddeden kardeşlere selâm olsun.

Çalışmak bizden, başarı Allâh’tandır.

Ehl-i Beyt’e râbıta lillâhi’l Fâtiha.

Kur’ân ve Ehl-i Beyt, ayrılmaz bir bütündür.

ALEVÎLİK NEDİR? ALEVÎ KİMDİR?

Alevîlik; Hz. Ali’nin velâyetiyle başlayarak, günümüze kadar gelmiş olan bir inanç sistemidir. Bu sistem çeşitli zamanlarda ve yerlerde mitolojik anlamlar yüklenerek îzâh edilmeye çalışılmıştır. Kimileri bu inancı mistik bir geleneğe, kimileri mitolojik bir inanca, kimileri İslâm öncesi Şamanizm ve eski Türk yaşantılarına, kimileri de günün siyâsî anlayışına uygun gelecek tarzda sosyalizme, ateizme, hümanizme, demokrasiye, laisizme... vs. dayandırdılar. Buradan yola çıkılarak ortaya konulan; Anadolu alevîliği(!), Anadolu müslümanlığı(!), Türk alevîliği(!), Türk müslümanlığı(!) vs. (her ne demekse) deyimleri ise insanın tüylerini diken diken eden ve buram buram ırkçılık-faşizm kokan bir anlayışı sergilemektedir. Aklı başında hiç bir insanın, ne Alevîlik ve ne de Sünnîlik adına bu tür yaklaşımlara onay vermesi düşünülemez. Bu zihniyeti benimseyenlerin de (kusura bakmasınlar ama) Allâh’ın dîni olan İslâm ile bir ilişkileri yoktur. Bunlar ne gerçek Alevîdirler, ne de gerçek Sünnî’dirler. Olsa olsa kendini bilmez, ilimden yoksun, ırkperest şovenist kimselerdirler. 

Herkesçe bilinmektedir ki; Alevîlik, kendi orijinalliği ile gerçek ve arı-duru olarak “İmâm Ali’nin İmâmet ve Velâyetine inanmaya” dayanmaktadır. Ve Alevîlik asırlar boyu bu Velâyet anlayışına yönelik baskı ve saldırılara karşı direnmiş, mücâdele etmiştir.

Evet... Alevîlik siyâsî atmosferde şekillenen hiç bir “izm” le îzâh edilemeyecek kadar açık, net ve köklü bir inançtır. Bu inancın temelinde Kur’ân ve Ehl-i Beyt’in ayrılmazlığına inanç ile, İmâm Ali’nin (a.s) tüm şer-şeytânî düzenlere karşı verdiği kutsal mücâdele ve bu mücâdelenin devâmını sağlayan İmâmet anlayışı yatmaktadır.

Alevîlik, târih boyunca tüm değerlerini Kur’ân’dan, Hz. Peygamberden (s.a.a.) ve Oniki İmâm’ların (a.s.) öğretilerinden aldığı içindir ki İslâm ile özdeşleşmiş, “ÖZ İSLÂMÎ YOL” olmuştur.

Zaman zaman bu kutsal inanç üzerinde İslâm’ın açık ve gizli düşmanları büyük ve saptırıcı hesaplar yapmaktadırlar. İmâm Ali’nin (a.s.) tüm şîarlarını ve misyonunu içeren Alevîlik, siyasal kavramlara, geleneksel ve yöresel anlayışlara hapsedilerek, kültürel bir olay izlenimi verilip, evrensellik anlayışından uzaklaştırılmak istenmektedir. Bu tür saptırmalara gerek görsel basında, gerekse yazılı basında rastlamak mümkündür. Özellikle İslâm düşmanlarının bu konuda yoğunlaşmalarının sebebi, Alevîliği öz membaı olan “Muhammedî İslâm anlayışı” ndan uzak tutmak, Kur’ân’a ve Ehl-i Beyt’e yönelmeyi engellemektir. Çünkü şeytânın yandaşları iyi biliyorlar ki Alevîliğin rehberleri olan Oniki İmâm’lar (a.s) her türlü beşerî nizâm ve şer düzenlerinden uzaktırlar ve hayatları da bu tür sistemlerle mücâdele içinde geçmiştir.

Yine şeytânın askerleri biliyorlar ki, Ondört Masûmlar (a.s.), ilahî inancı hayatlarının tüm zerrelerinde yaşadılar ve bunu yaşatma mücâdelesi verdiler.

Alevîler, yüzyıllardır toplumsal olarak sosyal, ekonomik ve psikolojik baskı altında ezildiler. Artık Alevîler gerçek kimliklerini sorgulamaya başlamışlardır. Bu sorgulama esnâsında yıllarca kendilerini çeşitli baskılar altında tutan tüm siyâsî, örfî ve idârî mekanizmaları aşarak, bugün kimliklerini ve inançlarını muhâfaza etmeyi ve yaşamayı amaç edinen Alevîler, bu dönemlerde serbest düşünme güzelce araştırma ve öz inançlarına yönelme kulvarına girmişlerdir.

Alevî kimdir?;

Bu bilgiler ışığında diyoruz ki;

ALEVÎ; Yüce Allâh’ın (c.c.) son Peygamberi Hazreti Muhammed’in (s.a.a.), ümmetine emânet olarak bıraktığı Kur’ân ve Ehl-i Beyt yolunda en derin aşk ve sarsılmaz bağlılıkla yürüyen yol ehlidir.

ALEVÎ;  Hz. Peygamberimizin (a.s), kendisi için; “...dünyâ ve âhirette kardeşimsin...”buyurduğu İmâm Ali’ye (a.s) candan bağlı olan ve O’na benzemeye çalışan kimsedir.

ALEVÎ;  İmâmet ve Velâyet mayasıyla yoğrulan kâmil bir mümindir.

ALEVÎ; İmânını, ahlâkını, düşüncesini, iyiyi-kötüyü, doğruyu-yanlışı, helâlı-harâmı, kini-sevgiyi, yaşamı, ibâdeti, namâzı, niyâzı, cemi, cemâati, aşkı, muhabbeti... kısaca her şeyini, HazretiMuhammed, Hz. Ali, Hz. Fâtıma, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Hz. Zeynelâbidîn, Hz. Muhammed Bâkır, Hz. Cafer Sâdık, Hz. Mûsâ Kâzım, Hz. Ali Rızâ, Hz. Muhammed Takî, Hz. Ali Nakî, Hz. Hasan Askerî ve Hz. İmâm Muhammed Mehdî’ den (Allâh’ın selamı ve rahmeti onlara, laneti de düşmanlarının üzerine olsun.) öğrenen, kabullenen ve yaşamına aktarandır.

ALEVÎ;  “Hablullâh” (Allâh’ın ipi) olan Kur’ân-ı Kerîm ve Ondört Masûm’a kalben, kavlen ve amelen sımsıkı sarılandır.

ALEVÎ;  Muhammed (s.a.a.), Ali’nin (a.s.) nûrundan nasiplenendir.

ALEVÎ; Halk içinde Hakk’ı, yol içinde Yol’u, can içinde Cân’ı bulandır.

Ve’l-hâsıl...

ALEVÎ;

“Lâ ilâhe illallâh, Muhammedün Resûlullâh, Aliyyün Veliyyullâh” ı kalben ve kavlen tasdîk edip, bunun gereklerini amel ile de tatbîk edendir.[5]

Ehl-i Beyt’in pîri; Hz. Muhammed (a.s)’dir.

DİNLER VE MEZHEPLER HAKKINDA
GENEL BİLGİLER

Dîn; İnsanoğlunun kendi saâdet ve selâmetini, inanmakta ve uygulamakta gördüğü bir yaşam şeklidir ve genel olarak iki kısımda ele alınabilir.

1-İlâhî dinler.

2-Beşerî dinler.

İlâhî dinler de inancımıza göre; tahrîf edilmiş ilâhî dinler ve değiştirilmeden günümüze kadar ulaşmış olan ilâhî din olarak ikiye ayrılır.

Şu açık bir şekilde bilinmektedir ki, gönderildikleri dönemin İslâm dîni olan bugünün Yahûdîlik ve Hrıstiyanlığı, peygamberlerinin vefâtından sonra aslını yitirmiş ve tahrîfe marûz kalmıştır. Bunun böyle olduğunu, onların temel kaynakları olan Kitâb-ı Mukaddes ve değerli ilim adamlarının konuyla ilgili yazdıkları eserleri okuyan aklı başındaki herkes rahatlıkla anlayabilir. Zîra kutsal kabûl ettikleri kitaplarındaki çelişkili ve tutarsız bilgiler gizlenemeyecek kadar açık ve çoktur.[6]

Tahrîf edilmeyen din olarak da, günümüzde hâlâ varlığını sürdüren aslını sâfiyetini ve berraklığını koruyan kendisiyle övünç duyduğumuz hakîkat yolu olan İslâmiyet kalmıştır.

Yüce Allâh’ın bir lütfu ve nimeti olarak bu din günümüze kadar gelmiş ve kıyâmete kadar da tertemiz olarak ulaşacaktır.

Peki... İlâhî din nedir?

İlâhî din; İnsanın doğumundan, hattâ ana rahmine düştüğünden, ölümüne, ölüm ötesi yaşamına kadar insanı ve insan hayâtını konu alarak, insana yön veren ilâhî kânûn ve kurallar bütünüdür. Yani;

İlâhî din;

İnsan-Allâh,

İnsan-İnsan,

İnsan-Tabîât ve

insanın; eşi, işi, âilesi, kabîlesi, kavmi, âmiri, memuru, büyüğü, küçüğü, komşusu, hemşehrisi, dostu, düşmanı velhâsıl herkes ve her şey ile olan ilişkisini ilâhî öğreti ve kanunlara göre şekillendiren bir yoldur, bir yaşamdır. Bu yaşamın temelleri Kur’ânî vahiy üzerine atılmış olup, binâsı ise sevgili peygamberimiz (s.a.a.) ve vârislerinin (a.s) emir ve tavsiyeleri ile yükseltilmiştir.

Beşerî din ise; hayatın kurallarını ilâhî vahiyden almayan, vahiyden uzak bir şekilde tanzîm edilen, yalnızca insan zekâsının ürünü olan yasalar-kanunlar ve hayat düstûru kabul edilen emir ve yasaklar bütünüdür. Bu dinler isim olarak çok çeşitli olmakla birlikte kısaca “ŞEYTÂNİZM=SATANİZM” olarak kabul edilebilir. Diğer bütün “izm” ler şeytânizm ağacının dallarıdır, uzantılarıdır. Budizm, Şamanizm, Konfüçyanizm, Brahmanizm, Şintoizm, Taoizm, Hinduizm, Animizm, Materyalizm, Kapitalizm, Nasyonalizm, Faşizm, Sosyalizm, Komünizm, Marksizm-Leninizm, Maoizm, Ateizm, Nihilizm... ..izm. vs. gibi. Şüphesiz ki beşerî dinlerin de bazıları ilâhî hakîkatlerden bir takım güzellikleri târih içerisinde kendilerine mâl etmişler, onları kendi öz değerleri imiş gibi insanlığa sunmuşlardır. Çünkü hiç bir bâtıl yüzde-yüz bâtıl olmayıp, bilakis içerisindeki hak ve doğrular üzerine binâ edilmiş, insanlara özellikle hak yüzlerini göstermiş, bâtıl yüz ve yönlerini ise gizlemişlerdir.[7]

Öyle ise; İnsanlığın mutluluk ve saâdeti, bütün beşerî dinleri reddedip, ilâhî din-tevhîd dîni olan İslâmiyet’e sımsıkı sarılmaktan geçer.

Din hakkındaki görüşlerimiz;

Bizim, Kur’ân ve Ehl-i Beyt taraftarları olarak din hakkındaki inanç ve görüşlerimizden bazıları şöyledir:

a-İnsanlığın ilk dîni TEVHÎD DÎNİ olup, neslimizin ilk insanı ve ilk peygamberi olan Hazreti Âdem (a.s) ile başlamıştır.

b-Çeşitli coğrafi, siyâsî, sosyal ve şeytânî sebeplerden ötürü, bu ilâhî din bağlıları, yeryüzünün değişik alanlarına dağılmış, dinleri hakkında da yeterli ve kalıcı bilgileri-dokümanları yanlarında bulunmadığından, beşerî zaaf ve sapmalardan... vb. gerekçelerden, dînin özünü tahrîf etmişler, muhtelif dînî ekoller ve bâtıl dinler ortaya çıkarmışlardır.

c-Ateşe, puta, Ay’a, Güneş’e, yıldızlara, ruhlara, atalara, cinlere... vb. tapınmalar da ilâhî tevhîd dîninin tahrîfinden sonra ortaya çıkmış sapma ve sapkınlıklardır.

d-Hak yoldan sapan insanlar, Allâh’ın rahmet ve merhametinin bir gereği olarak, tekrar tekrar nebîler ve resuller gönderilerek, ilâhî dîne davet edilmişler ve din de aslına döndürülmüştür.

e-Bütün peygamberlerin (s.a.a.) teblîğ ettikleri dîne, zamanın diline ve dînin gönderildiği kavme göre değişik isimler verilmiş olsa da, öz olarak hepsi İslâm dînidir ve Allâh’a teslîm olmayı ifâde eder.

f-Şartlar gayet müsâit ve insanlık da tekâmüle doğru gittiği içindir ki, en son olarak da İslâm, Hz. Muhammed (s.a.a.) ile insanlara ulaştırılmış, peygamberin sonsuzluğa kanat açmasından sonra da, Vârislerinin (a.s), güzide Sahabîlerin (Allâh onlardan râzı olsun.) ve ümmetin gayretli çalışmaları ile gelecek nesillere aktarılmış, Allâh’ın inâyeti ve kudreti ile kıyâmet gününe kadar koruma altına alınmıştır.

Son ve Allâh katında tek geçerli din olan İSLÂM’ın, tüm inananlarına, inanmalarını zorunlu kıldığı inanç sistemi olduğu gibi, yapmalarını da farz kıldığı ibâdet ve ameller manzûmesi vardır. Bu inançlar ve ameller ekseriyetle bütün Müslüman’ların üzerinde ittifâk ettikleri hakîkatlerdir. Bu cümleden olmak üzere Kur’ân-ı Mübîn’de belirtildiği gibi;

Îmânın esasları;

1-Allâh’a,

2-Meleklere,

3-Kitaplara,

4-Peygamberlere,

5-Âhiret gününe,

îmân etmek[8], îmânın temel esaslarındandır. Yine, Kur’ân’ın, Sahîh Sünnet’in ve Allâh dostlarının, çerçevesini belirttiği tarzda KADERE ÎMÂN da şüphe götürmeyecek îmânîbir zorunluluktur.[9]

Mezhepler hakkında;

Resûlullâh’ın (a.s) Hakk’a yürümesinden sonra, kısa bir zaman zarfında, gerek cehâlet, gerek yanlış ve eksik anlama, gerekse kasıtlı saptırıcıların çabaları neticesinde ümmet arasına bir takım fitne ve fesatlar girmiş; Müslüman’lar bir dağınıklık ve parçalanmaya uğramışlardır. Ancak Allâh’ın lütfu ve ihsânı olarak kargaşa ve fitneler bir bir atlatılmış, son ve tek din olan dînimizin özüne ilişilememiş, herkes ettiğinin karşılığını almak üzere yüce ilâhî dîvâna götüren eceline kavuşmuş, İslâm günümüze kadar gelmiştir. İşte bu ahvâl içerisinde onlarca sebeplerin etkisi ile bir takım mezhep ve mektepler zuhûr etmiştir. Bu farklılaşmada mazûr görülebilecek haller olduğu gibi, şeytânî komploların tesîrinin de olduğu gün gibi âşikardır. Zîra din, tevhîdi, vahdeti, bir ümmet olmayı, tefrikaya düşmemeyi emrederken, fırka fırka olmak elbette tedâvî edilmesi gereken bir hastalıktır. Herkesin kendi niyetine göre amellerinin karşılığını göreceği güne itikâd ederek amellerini O güne havâle etmek, Müslüman’ın hüsnü yaklaşımının bir gereğidir.

Târih içerisinde oluşmuş mezheplerin bazıları her ne sebeple olursa olsun, varlığını koruyamamış, ancak bunlardan bir kısmı günümüze kadar ulaşmıştır.

İtikâdî mezhepler ana hatlarıyla;

1-Cebriye

2-Ehl-i Sünnet vel Cemâat (Sünnîler)

3-Ehl-i Şîa (Ehl-i Beyt yolu taraftarları, Alevîler.)

4-Hariciler

5-Kaderiye

6-Mutezile...vs. dallara ayrılmışsa da bunlar yine kendi aralarındada itikâdî (inançla ilgili) ve fıkhî ekoller denilen kollara, dallara, mezhep, meşrep ve tarîkatlara bölünmüşlerdir.

Ehl-i Sünnet ve’l Cemâat mezhebi de itikâdî olarak üçe;

a-Selefîler

b-Maturidîler

c-Eşarîler 

fıkhî olarak da;

1-Hanefî

2-Şâfiî

3-Mâlikî

4-Hanbelî

5-Evzâî

6-Sevrî

7-Taberî

8-Zâhirî...vb. mezheplere ayrılmış olup, bunlardan yalnızca ilk dördü günümüze kadar ulaşmış, diğerleri ise yalnızca kitaplarda ve târihte kalmışlardır.

Bugün, dört Sünnî mezhep denildiğinde akla ilk gelen mezhepler, baştaki dört mezheptir.

Yaşadığımız coğrafyada basılan dînî içerikli kitaplarda, “Ehl-i Beyt yolu” olarak bilinen; Caferîlik, Alevîlik, İmâmîlik, Şîilik hâriç, bütün diğer mezhepler hakkında yeterli malûmât mevcuttur.[10] Biz ise özel ilgi ve çalışma alanımız olmasından dolayı Ehl-i Beyt yolu hakkında doğru ve sağlam bilgiler vermeye çalışıyoruz.[11]

Oniki İmâm’ın beşincisi olan İmâm Muhammed Bâkır (a.s) efendimiz buyurdular; “Yahûdîler Mûsâ’nın (a.s.) vefâtından sonra yetmişbir fırkaya ayrıldılar. Onlardan bir fırka cennetlik, yetmiş fırka ise cehennemlik oldular. Hıristiyanlar da Îsâ’dan (a.s.) sonra yetmişiki fırkaya ayrıldılar. Onlardan da bir fırka cennetlik, yetmişbir fırka ise cehennemlik oldular. Bu ümmet de Peygamber’den (s.a.a.) sonra yetmişüç fırkaya ayrıldı. Bu yetmişüç fırkadan onüç fırka biz Ehl-i Beyt’in Velâyet ve meveddetine (sevgisine) intisâp ettiklerini iddia ettiler. Onlardan da Oniki fırka cehennemlik, bir fırka cennetlik oldu. Altmış fırka da diğer insanlardan olup cehennemliktirler.”[12]

Şurası bir gerçektir ki, her yolun yolcusu, kendisinin mensûbu bulunduğu yolu, Fırka-i Nâciye (kurtuluşa eren fırka) bilecektir. Biz de, Kur’ân’ın işâreti ve Peygamberler şâhı Hz. Muhammed Mustafâ’nın (s.a.a.) vasiyeti gereğince Ehl-i Beyt yolu’nun kurtuluşa erdireceğini kabûl ediyor ve bu yolda bulunmaktan şeref duyuyoruz. Ve inanıyoruz ki adâletsiz yapılan her işin sonucu anarşidir. Bu bakımdan din sömürüsü de, yön sömürüsü de, kin sömürüsü de bir anarşidir. Kavram sömürüsü de bir anarşidir. Mânâ sömürüsü de bir anarşidir. Öyleyse, Ehl-i Beyt yolu mensubu Müslüman’ların en önemli özelliklerinden birisi de her türlü sömürüden uzak durmalarıdır.

Târih boyunca uzun zaman dilimlerinde Müslüman’lara hükûmet eden dikta yönetimler, ümmetin birbirinden kopma nedeni olduğu gibi, aynı idealleri paylaşan, aynı değerlere sâhip çıkan insanları, farklı bölgelerde yaşamlarını sürdürdüklerinden ve birbirlerinden haberdâr olamadıklarından, şeytânî desîseleriyle farklı farklı isim, ünvân ve nâm ile damgalamışlar, kavram anarşisi çıkartmışlardır. Öyle ki insanlar birbirlerini anlayamaz olmuşlardır. Bundan en çok çekenlerden birileri de şüphesiz ki Ehl-i Beyt şîaları (Alevîler ) olmuştur.

Bugün şunu müşâhede etmekteyiz ki, Ehl-i Beyt katârında yer alan canlar, dünyânın bir çok bölgelerinde -husûsen Ortadoğu bölgesinde- değişik isimleri kendilerine izâfe etmişlerdir. Bunlardan ülkemizde kullanılan bazılarına değinecek olursak; Alevî, Kızılbaş, Caferî, İmâmî, Şîi, Rızâî, Tahtacı, Yörük, Sıraç, Türkmen, ...vs. vs. İşin aslına ve özüne bakacak olursak, bu, bir gerçeği ifâde etmektedir. Adını saydığımız ve sayamadığımız her kesim, kendilerini; KUR’ÂN’a bende, PEYGAMBER’e (a.s) tâbi, EHL-İ BEYT’e (a.s) muhib, ONİKİ İMÂM’lara (a.s) bağlı birer neferbilmektedirler. Öyle ise bütün bu verilen isimler öz olarak tanımlanacak olursa;

Kimliğimiz;

Irk ayrımı yapmayız; soyca Ademî’yiz. (Hz. Adem’deniz)

Dînimiz; İslâm, Müslüman’ız.

Peygamberimiz; Hz. Muhammed Mustafâ (s.a.a), Muhammedî’yiz.

İlk İmâmımız; İmâm Ali (a), Alevî’yiz.

Oniki İmâm’lara bağlıyız; İmâmî’yiz.

Buyruklara özellikle İmâm Cafer (s.a.) ile ulaşmışız; Caferî’yiz.

Kur’ân’a ve Ehl-i Beyt’e (a.s) taraftarız; Şîa’yız, Şîi’yiz... ve’s-selâm.

Alevî, Ali (a.s) gibi yaşayandır.

EHL-İ BEYT MEKTEBİNDE DÎNÎ
HÜKÜMLERİN KAYNAĞI

Ehl-i Beyt mektebinde dînî hükümlerin kaynağı dörttür:

1-Kitâb (Kur’ân-ı Kerîm)

2-Sünnet(Sahabenin değil, Peygamberin Sünneti)

3-İcmâ

4-Akıl

KİTÂB (KUR’ÂN-I KERÎM)

Bütün İslâm ümmetinin şeksiz ve şüphesiz üzerinde ittifâk ettikleri bir hakîkattir ki; yüce kitâbımız Kur’ân-ı Mecîd; Allâh’ın mûcize beyânı ve eşsiz Kelâmullâhtır. Bizler, her hükmün temelinin O Kitab’da bulunduğuna itikât ederiz. Kur’ân;âlim ve ârif bir zâtın beyânıyla;

“hem bir kitâb-ı şeriat, (Şerîat kitâbı)

hem bir kitâb-ı duâ, (Duâ kitâbı)

hem bir kitâb-ı hikmet, (Hikmet kitâbı)

hem bir kitâb-ı ubûdiyet, (Kulluk kitâbı)

hem bir kitâb-ı emir ve davet, (Emir ve davet kitâbı)

hem bir kitâb-ı zikir, (Zikir kitâbı)

hem bir kitâb-ı fikir, (Fikir kitâbı)

hem bütün insanın, bütün manevî ihtiyaçlarına merci olacak çok kitapları tazammun eden (içeren) tek, câmi bir kitâb-ı mukaddestir.[13]

Kur’ân değiştirildi mi?;

Kur’ân-ı Hakîm hakkında hem câhil dostların cehâleti, hem de şeytânî akıllı düşmanların menfi çalışmaları netîcesinde bazı spekülasyonlar ve yanlış görüşler ortaya çıkmıştır ki, bunlara da kısaca değinmemiz iktizâ etmektedir.

Allâh’ın kitâbı olan Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Peygamberimize (s.a.a.) her ne şekilde nâzil oldu ise günümüze değin değiştirilmeden, tahrîf ve tağyîr edilmeden, arttırılmadan ve eksiltilmeden gelmiştir. Bunun böyle olduğunun binlerce aklî ve naklî delîli vardır. Bu konuda gerekKur’ân-ı Kerîm âyetleri, gerek peygamberimizin (a.s) o tatlı, mübârek kelâmları, gerekse Ehl-i Beyt’in kudsî İmâmlarının (a.s.)şerefli sözleri (hadisleri) yeterli kanıttır.

Hangi fırkanın kaynaklarında bulunursa bulunsun, Kur’ân’a ve sağlam rivâyetlere muhâlif olarak nakledilmiş bütün nakiller ya zayıf, ya uydurma ya da bir tevîl ve tefsîri olan nakil ve rivâyetlerdir ki, itibâr edilmemesi gerekir.

Yüce Allâh buyuruyor; “O’nu (Kur’ân’ı) biz indirdik ve O’nun koruyucusu yine biziz.” [Hıcr (14): 9]

Ve yine Allâh buyuruyor; “O’na (Kur’ân’a) ne önünden, ne de arkasından bâtıl gelemez (karıştırılamaz).” [Fussilet (41): 42]

Canlar cânı, gönüller sultânı, iki cihân güneşi, peygamberimiz, efendimiz Hazreti Muhammed de (s.a.a.) buyurdular; “...Ey insanlar! Size iki ağır (önemli) emânet bırakıyorum. Bunlardan birisi Allâh’ın Kitâbı Kur’ân, diğeri ise itret’im, Ehl-i Beyt’imdir. Bu ikisi, Kevser havzu başında benimle buluşuncaya kadar birbirlerinden asla ayrılmazlar...”[14]

Oniki İmâm’ın dördüncüsü olan Hazreti İmâmZeynelâbidîn (a.s) buyurdular; “Doğu ve batı arasındaki tüm insanlar ölseler de bu ıssız kalan yerlerde Kur’ân yanımda olduktan sonra yalnız sayılmam.”[15]

Oniki İmâm'ın altıncısı olan İmâm Cafer Sâdık (a.s) buyurdular;“Mümin olan kimseye, ya Kur’ân’ı öğreniyor, ya da öğretiyor olarak ölmek yaraşır.”[16]

Şimdi insaflıca düşünmek lazımdır ki; Allâh (c.c.), Kitâbını koruyacağını vaad ediyor, Peygamberimiz (a.s), Kur’ân’ı ve Ehl-i Beyt’ini birbirinden kopmaz ve ayrılmaz bir bütün olarak ümmetine emânet ve vasiyet ediyor, Ehl-i Beyt’in İmamlarının her biri de zamanlarının birer manevi güneşi gibi ortalığı aydınlatıyor, âdetâ yürüyen, konuşan birer Kur’ân hükmünde oluyorlar, canlarını başlarını bu yolda fedâ ediyorlar, dünyâya meydân okuyorlar... Peki... nasıl mümkün olabilir ki, zâlimler, hâinler, mütecâvizler o mübârek kitâba el uzatabilsinler, Allâh’ın kelâmına ufacık bir leke getirmeye güçleri yetsin!!! Hiç mümkün mü? Bu dîn, bu Kitâp sâhipsiz mi? Bir şeyin sâhibi, koruyanı Allâh ise ona kim zarar verebilir? Ya da kötü niyetle yanaşabilir!? Güneşi söndürmeye çalışan ancak nefesini zâyi eder ve üzüntüsüyle cehenneme yuvarlanır gider.[17]

Kur’ân’ın değiştirildiği yolundaki görüşleri iki gurupta ele almak mümkündür.

Birincisi; Kur’ân hakkında yeterli bilgi ve araştırması olmadığı halde duyduklarını ve zanlarını birer gerçekmiş gibi câhilce ortaya atanların görüşleri.

İkincisi ise; bütün gerçekler ve Ehl-i Beyt’in ışık saçan beyânları orta yerde durduğu halde, inat, kasıt, İslâm’a ve hakîki Alevîliğe düşmanlık, insanları Kur’ân’dan uzaklaştırma ve dolayısıyla sapık görüş ve ideolojilerin oyuncağı hâline getirme gayretleri güdenlerin görüşleridir.

Birinci görüşte olan kimselere kardeşâne tavsiyemiz odur ki; araştırsınlar, incelesinler, bilen ve ehliyetli olan canlara danışsınlar ve her öne sürülen akıma kapılmasınlar. Böylece ümit edilir ki hak ile tanıştıkları anda hakka uyarlar, kurtuluşa ererler.

Diğerlerini ise, Allâh ıslah etsin! Ya da Kahhâr ism-i celîli ile mücâzâtını versin!... 

Allâh Kitâbını inzâl eyledi.

Cebrâîl okudu, Ahmed söyledi.

Ali’yi kâtibi eylemedi mi?

Kâtip mi şaşırdı, biz mi şaşırdık?

Birkaç şaşkın “Kur’ân değişmiş(!)” dedi.

Haddini bilmeden herzeler yedi.

Allâh kitâbını korumadı mı?

Koruyan mı âciz, biz mi şaşırdık?

Kur’ân ve Ehl-i Beyt emânet idi.

“Bunlar birbirinden ayrılmaz” dendi.

Masûmlar Kur’ân’ı öğretmedi mi?

Öğretmen mi şaşkın, biz mi şaşırdık?

Oniki İmâm’lar canlı Kur’ân’dı.

Bu yola canın, başın verendi.

Emânete sâhip çıkmadılar mı?

Onlar mı şaşkındı, biz mi şaşırdık?

Kılıçoğlu söyler sözün hak oldu.

Kendisini bilen, Rabb’ini bildi.

Ehl-i Beyt bu yolda can vermedi mi?

Kılavuz mu şaşkın, biz mi şaşırdık?

Kitâbımız Kur’ân-ı Kerîm hakkındaki inancımız odur ki; tüm sorunların çözümünün temel kaynağı O’dur. Takrîben yirmiüç yıllık bir risâlet döneminde vahyolmuş, içerisinde yer alması gereken tüm vahiyleri kapsayan bir kitaptır. Âyetleri arasındaki durak işâretlerinin yeri ve konumuna bağlı olarak altıbin-yedibin arasında âyetleri içermektedir. Yalnız, hatırda kolay kalması amacıyla bir kısım zâtlar âyet sayısının yuvarlak bir rakam olarak “altıbin altıyüz altmışaltı” (6666) olduğunu ifade etmişlerdir. Ve Kur’ân’da yüzondört (114) sûre bulunur.[18]

Ehl-i Beyt Mektebi’nden bir Müslüman’ın, Kur’ân’dan gereği gibi istifâde edebilmesi amacıyla başvurabileceği bazı tefsîrler (Kur’ân’ın geniş açıklamaları) şunlardır:

1 -Mecmau’l Beyân: Şeyh Tabersî

2 -Et-Tıbyân: Şeyh Ebû Cafer Tûsî

3 -El-Mîzân: Allâme Muhammed Hüseyin Tabatabâî

4 -Tefsîr-i Numûne: Allâme Mekârim Şîrâzî

5 -Tefsîr-i Kummî: Şeyh Kummî

6 -El-Burhân: Seyyid Bahrânî

7 -Tefsîr-i Ayâşi: Allâme Ayâşî

8 -Tefsîr-i Sâfî: Allâme Feyzül Kâşânî

9 -Min vahyi’l Kur’ân: Muhammed Hüseyin Fazlullâh...vb.

Ehl-i Sünnetten Müslüman kardeşlerimizin yazmış oldukları tefsîrlerden de;

1 - Fî zilâli’l Kur’ân: Seyyid Kutub

2 - Tefhîmü’l Kur’ân: Allâme Mevdûdi

3 - Hak dini Kur’ân dili: Elmalılı Hamdi Yazır

4 - Yüce Kur’ân’ın çağdaş tefsîri: Süleyman Ateş

5 - Hadislerle Kur’ân-ı Kerîm tefsîri: İbn-i Kesîr

6 - Tefsîr-i Kurtubî: Müfessir Kurtubî

7 - Tefsîr-i Taberî: Allâme Taberî

8 - Hülâsâtü’l Beyân: Konyalı Vehbi Efendi

9 - Dürru’l Mensur: Celâleddin Suyûtî...vb

tefsîrler de okunmaya değer ve biz Ehl-i Beyt yolu mensuplarına da faydalı olacak eserlerden bazılarıdır.

KUR’ÂN’I TANIMA ÜZERİNE...

Bismillâhirrahmânirrahîm // Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın adıyla...

Bütün övgüler yüce Allâh’a, Allâh’ın selâm ve rahmeti şanlı Peygamberimize (a.s), Âl-i Beyt’ine (s.a.) ve seçkin ashâbına (r.a.) olsun!

Neden “Kur’ân’ı tanıma üzerine” dedik?

Çünkü;

Tanımak; tanış olmaktır, yakın veya uzak durmaktır, dost ya da düşman bilmektir. Tanımamak da; tarafsız ve nötr kalmaktır. Tanınmayan bir şeye yakın veya uzak, karşı ya da taraf, dost veya düşman olunduğu söylenemez. Biz de istedik ki; bizim, Kitab’ımız ile tanışıklığımızın seviyesi ortaya çıksın. Ne olduğumuzu, kim olduğumuzu, neyin, kimin safında olduğumuzu, hangi konumda bulunduğumuzu anlayalım. Ne kendimizi, ne de toplumumuzu kandırma durumunda kalmayalım. Neysek onu görelim ve bilelim. Böylece; “Kitâbı tanıyan dîni tanımış, dîni tanıyan Allâh’ı tanımış, Allâh’ı tanıyan kendini tanımış, kendini tanıyan da cihânı tanımış olur.” sözünün bir hakîkat olduğu anlaşılsın!

Öyleyse; Bismillâh!

Kur’ân nedir?  

Kur’ân’ın muhâtabı kimlerdir?

Kur’ân’ın gönderiliş amacı nedir?

Kur’ân ölülere mi, dirilere mi okunmalı?

Kur’ân’ı Arapça mı yoksa, ana dilimizle mi okumalı?  

Kur’ân’ı nasıl anlayabiliriz?

Kur’ân’ı anlamadan; “Kitâb’a imân ettim.” demek yeterli mi?

Kur’ân’ı anlamak için Arapça bilmek zorunlu mudur?

Kur’ân’ı yalnızca mealden-tercümeden anlamaya çalışmak yeterli midir?

Kur’ân meallerinin farklılığı durumunda nasıl bir yaklaşım sergilenmelidir? 

Kur’ân’ın anlaşılmayan âyetleri olursa ne yapmalı?

Kur’ân’ı anladıktan sonra; “îmân ettim.” demek yeter mi?

Kur’ân abdestsiz okunabilir mi?

Kur’ân’a karşı görevlerimiz nelerdir?

Kur’ân’da hangi konular yer almaktadır?

Kur’ân’da yeralıp da zamanını doldurmuş, geçerliliğini yitirmiş hükümler, âyetler var mıdır?

Kur’ân’ı hayâtın dışında tutmanın kaç yöntemi vardır? Bunlardan hangisi daha tehlikelidir?

Kur’ân okunması yönünden diğer kitaplara benzer mi?

Kur’ân’a şirk koşmak ne demektir? Kur’ân’a şirk koşanların İslâm nazarındaki konumları nedir?

Kur’ân’ı anlamada nasıl bir metot takip etmeliyiz? 

Kurân nedir?

Kur’ân;Yüce yaratıcının kullarına gönderdiği bir mektup,

Kur’ân;Kâinâtın Tabîb’inin âlemlere indirdiği bir reçete,

Kur’ân;İnsanlara dünyâ hayatlarını tanzîm etmeyi öğreten bir rehber,

Kur’ân;Allâh’a kul olmanın genel prensiplerini veren bir yol gösterici,

Kur’ân;Şeytân’a ve tâğût’a kul olmamayı emreden bir bildiri,

Kur’ân;Kula kulluğu reddeden, yalnızca Allâh’a kul olmayı öğütleyen bir uyarıcı,

Kur’ân;Ruhlardaki ve nefislerdeki hastalıkları tedâvi eden bir şifâ kaynağı,

Kur’ân;Cennet ve Cehennem’in gidiş yolları üzerindeki trafik yol işareti,

Kur’ân;Okuyanın anlaması, anlayanın eyleme dönüştürmesi gereken bir ilâhî buyruk,

Kur’ân;Gönüllerin kışını sona erdiren bir bahar rüzgarı,

Kur’ân;Ağızları ballandıran ilâhî şerbet,

Kur’ân;Ölülerden çok dirilere hitap eden ve hayat proğramı sunan bir mesaj,

Kur’ân;Dünyâ’da insana yakışır bir şekilde yaşamayı, âhirette de bunun sonucunda elde edilecek olan mükâfâtı açıklayan bir tebliğci,

Kur’ân;Neyin iyi-neyin kötü, neyin güzel-neyin çirkin, neyin yapılması-neyin yapılmaması gerektiğini öğreten bir kılavuz,

Kur’ân;Allâh’tan, Peygamberimiz Hz. Muhammed’e (a.s) yaklaşık 23 yıl içerisinde Cebrâil vasıtasıyla indirilmiş Kutsal Kitap...

Kur’ân’ın muhâtabı kimlerdir?

İnsanlarımızın bir kısmı; Kur’ân’ın yalnızca âlimler tarafından anlaşılabileceğine, halkın ise âlimlerin görüşleri ve anlattıklarıyla yetinmeleri gerektiğine inanmaktadırlar. Hatta daha da ileri giderek; Kur’ân’ı anlamaya çalışmanın insanı saptırabileceğini bile söylemektedirler. Acaba gerçek böyle midir? Gerçekten Kur’ân; kendisini sadece Peygamberimizin (a.s), sahabenin (r.a), Ehl-i Beyt’in (a.s.) ve âlimlerin-dînî önderlerin mi anlayabileceğini bildiriyor? Yani, Kur’ân sadece saydığımız kimseleri mi muhâtap alıyor? Ve diğer insanlara ise körü körüne îmân ve tasdik mi düşüyor? Bunun cevâbını inandırıcı bir şekilde verebilmek için Kur’ân’a müracaat etmek ve aydınlanmak gerekiyor.

Kur’ân okuyan herkes, Kur’ân’da; “Ey insanlar!..., ey müminler!..., ey akıl sahipleri!...vs.” gibi ifâdelerle sıkça karşılaşır. Ve hiçbir âyette de sadece belli bir gurup din âlimlerine seslenen ifâdelerle karşılaşmaz. Bu neyi ortaya koyuyor? Demek ki Kur’ân’ın muhâtabı tüm insanlık âlemidir. Bu âlem içerisindeki her fertte; aklı, irfânı, anlayışı, genel kültürü, kabiliyeti ve bilgi kepçesinin büyüklüğü oranında Kur’ân okyanusundan faydalanır ve İslâm’ı yaşamaya çalışır.

Nasıl ki her hangi bir şeye bakan farklı sınıf ve bilgi seviyesindeki insanlar bilgileri oranında o şey hakkında fikir sâhibi olurlar ve gerekli açıklamalarda bulunurlarsa, Kur’ân okyanusuna bakanlar da aynı şekilde farklı pencerelerden konuları anlar, kavramaya çalışırlar ve güvenilir sünnetin (Peygamberimizin açıklamaları) de yol göstericiliği ışığında İslâm’ı yaşarlar.

Şu gerçekte hiçbir zaman gözardı edilmemelidir; Hiç kimse, “nasıl olsa ben de Kur’ân’ın muhâtabıyım.” diyerek aklının estiği gibi Kur’ân’ı anlamaya çalışamaz, Peygamberi (a.s), O’nun Ehl-i Beyt’ini ve Kur’ân’ı kendisinden daha iyi anlayabilecek ehil–yetkin kimseleri tamâmıyla kapı dışında bırakamaz. Çünkü Kur’ân’ı en iyi bilen, tanıyan ve anlatan ilk öğretmen Peygamberimizdir. O’ndan ve ehlinden faydalanmamak ilime ve insanlığa ihânettir, koyu bir cehâlettir.

Kur’ân’ın gönderiliş amacı nedir?

Madem ki Kur’ân bütün insanlığa hitap ediyor, peki; Kur’ân’ın gönderiliş amacı nedir? İnsanlık âlemi bu amaca uygun hareket etmiş midir? Ya da bugün Kur’ân’ın gönderiliş amacına uygun mu davranılıyor?

İnsanoğlunun ürettiği, îcat ettiği hemen her makine ve ürünün bir kullanım kılavuzu vardır. Bu kullanım kılavuzu ile işler daha bir kolaylaşmakta, yapılacak veya yapılması muhtemel olan hataların önüne geçilmektedir.

Peki... İnsanoğlu ürettiği bir ürünün boş yere heder edilmemesi, zaman kaybı olmaması için bu şekilde bir yol takip ediyor da, Yüce yaratıcının, insana hem kendisini hem de bütün yeryüzünü nasıl yöneteceği, nasıl ve hangi yolda kullanacağı konusunda bir “insanı ve evreni kullanım kılavuzu” vermesi gerekmez mi? Tabii ki gerekir! İşte bunun içindir ki Allâh ilk insandan bugüne kadar insanoğlunu başı boş bırakmayarak onlara rehberlik edecek Peygamberler ve Kılavuz Kitaplar göndermiştir. Kur’ân’da bunların en sonuncusu ve kalıcısıdır.

Öyleyse bu kitabın insana her konuda yol gösterici olması, onu doğruya yönlendirmesi gerekir.

Kur’ân’la tanıştığımızda karşılaştığımız bir gerçekte şudur; Bu Kitap insanlara hemen her alanda uyması gereken temel prensipleri ve programları vermektedir. Ama insanlar-Müslüman’lar (Alevîsiyle-Sünnîsiyle) kitaplarıyla yeteri kadar tanış olmadıklarından sürekli yan çizmekte, olur olmaz yönlere gitmektedirler. Peygamberimizin yaşadığı zaman dilimi hâriç, ne târih boyunca ve ne de bugün maalesef Kur’ân’ın gönderiliş amacına tamâmıyla uygun bir uygulama (devlet ve toplum düzeyinde) olmamıştır. Ancak Müslüman’ım diyenlerin samîmi olmaları ve Kur’ân’ın gönderiliş amacını tam olarak kavramaları hâlinde bu amaç bir hayal değil gerçek olacaktır. Bu, Allâh’ın bir vaadidir ve gerçekleşecektir.

Kur’ân ölülere mi okunmalı?

İnsana bir hayat programı sunan kitabın ölüler diyârına okunmasının ne önemi vardır? Kitap ölüler için ise, neden ölülere yine ölülerden olan bir Peygamber ve sadece onlara hitap eden bir kitap indirilmedi?

Bugün “İslâm toplumu” denilen kalabalıklara bir göz attığımızda genel olarak şu manzara ile karşılaşırız;

Kur’ân; Camilerde vs. yerlerde namazda, mübârek gün ve gecelerde, ölülerimizin arkasından belli zaman ve mekanlarda, her harfine bilmem ne kadar sevap almak amacıyla, bazı rûhî ve psikolojik hastalık ve depresyonların tedavisi için, kişisel akademik çalışmalarda bulunmak amacıyla, ruhsal olarak rahatlama ve Cennet’ten bir köşe kapmak niyetiyle okunan vs. bir kitap görünümünde!

İyi güzel de Kur’ân’ın gönderiliş amacı ile yukarıdaki okuma çeşitleri ve şekilleri arasında bir bağlantı var mıdır?

Doktorun yazdığı bir reçeteyi bilmem ne zaman, nerede okuyarak şifa bulmayı hedefleyen, verilen ilaçlara bakarak, ya da reçeteyi evinin en güzel yerine çerçevelettirip asarak tedâvî olacağını düşünen bir kimse avanak değilse nedir?

Babasının gönderdiği bir mektubun içeriğine uygun hareket etmeyen, evlatlık görevini yapmayan, fakat mektubu sürekli okuyarak, koynunda taşıyarak, evine asarak babasının seveceği bir evlat olmayı uman kimse ne derece umduğuna kavuşur?

Verilen iki örnekte olduğu gibi, Müslüman da kendisine gönderilen ilâhî mektubun ve reçetenin içeriğine uygun hareket etmekle yaratıcısına karşı kulluk borcunu yerine getirmiş olur. Yoksa gelenek, görenek ve câhil kalabalıkların yaptıklarına uymakla doğruyu yakalamış olmaz, âhirete gözlerini açtığı zaman umutlarının boşa çıktığına da şâhit olur.

Bu yazdıklarımızdan “Müslüman ölülerimizin ruhlarına Kur’ân okunmamalı.” diyoruz gibi bir mana da çıkartılmamalıdır. Peygamberimizin (a.s) ve Ehliyetli İslâm büyüklerinin uygun gördüğü ölçüde Kur’ân her zaman ve mekanda (özellikle de belli gün ve gecelerde daha ağırlıklı olacak şekilde) okunacaktır. Ancak bütün bu uygulamalar yapılırken Kur’ân’ın ana gayesinin ne olduğu öncelikle öğrenilecek ve hayata aktarılacak, ondan sonra gerekenler yapılacaktır. Aksi halde Kur’ân; bir ölüler kitabı, bir mezarlıklar kitabı, bir kutsal gün ve geceler kitabı, evde duvara asılacak bir aksesuar, kağıdı, cildi ve altın yaldızları çok kaliteli büfelik bir tarihi eşya konumunda görülmüşolur ki, (şu andaki uygulama maalesef budur.) bunun hesâbının altından hiç kimse kalkamaz.

Kur’ân’ı Arapça mı okumak gerekir?

Şurası bir gerçektir ki Kur’ân’ın dili Arapça’dır. Bu, Arap dilinin kutsal oluşunu mu ortaya koyar? Yoksa sosyolojik bir gerçeklik midir?

Allâh bir Peygamber seçiyor ve bu seçim kendi dilediği gibi oluyor. Bu seçilen Peygamberin de doğal olarak içinde yaşamış olduğu bir toplumu var. İnsanlara ulaştırılması amaçlanan ilâhî mesajın da ilk muhâtapları Peygamberin içinde yaşadığı topluluktur. Bu topluluğa anlamadıkları dilden bir kitabın indirilmesi hiç olması gereken iş midir? Siz isteklerinizi kendisine ulaştırmak istediğiniz bir kişiye ya da topluluğa anlamadıkları dille hitap eder misiniz? Onlara bilmedikleri dille yazılmış her hangi bir mektup, belge, kitap vs. gönderir misiniz? Elbette ki hayır! Yüce Allâh’ın da Kur’ân’ı Arapça olarak göndermesinin ilk ve en önemli sebebi tabii ki budur. Bundan gayrı bir takım hikmetleri var olsa da bu, bahsettiğimiz sebebin geçerliliğini ve önemini hiçbir zaman iptal etmez.

Gelelim Kur’ân’ın Arapça okunmasının faziletli olup olmadığına?

Eğer Kitab’ın indirilmesindeki ana gâye, insanlara nasıl yaşayacaklarını öğretmek ve hayatlarını tanzim edecek plan ve programı vermek ise, neden O Kitâb’ı ille de indirildiği dil ile okumak en üstün fazilet olsun ki? Nerede görülmüş amacın araca fedâ edildiği, aracın amaçtan üstün kabul edildiği?

Kur’ân’ın bir çok âyetinde geçen; “akletmez misiniz, düşünmez misiniz, anlamaz mısınız, ibret almaz mısınız...?” ifâdeleri kitâbın nasıl okunması gerektiği yönünde ipuçları vermiyor mu? Öyle ya; Bir şeyi anlamak için ya dilini bilmek, ya da bildiğin dilde okumak lazım! Şimdi kalkıp ta dünyâdaki bütün insanlara ya Arapça’yı mükemmel bir şekilde öğreteceksiniz! Ya da her topluluk kendi ana dillerinde ilâhî mektubu okuyacak, aklı ve anlayışı nispetinde anlayarak yaşayacak! Hangisi insan fıtratı ve dünya gerçeğine uygun? Şüphesiz ki ikincisi...

Dolayısıyla Kur’ân’ı her insanın kendi anlayabileceği dilde okuyarak anlamaya çalışması en doğru ve en güzel olan davranıştır. Hatim indirmek, filanın rûhu için, sevap almak amacıyla okumak vs. ne adına okumak olursa olsun en anlamlısı ve ilâhî buyrukların hedefine en uygun olanı anlaşılan bir dilden okumaktır.

Kur’ân’ın Arapça okunması gereken bir alan varsa, o da genelde namazdır. Ve yine ortak evrensel bir çağrı olan ezânın da Arapça lisanıyla okunması gerekir. Yalnız bunların Arapça okunması başta belirttiğimiz gibi dilin kutsallığından değil, ümmet arasında dil bazında bir takım ortak değerlerin olması gerektiği anlamındadır. Ve ihtiyata uygun bir uygulamadır. Zaten diğer zamanlarda kitabını ana diliyle okuyan bir kimse, namazda ve ezanda okunanları da aşağı yukarı mana olarak anlayacak seviyeye gelmiş olur.

Kur’ân’ı yalnızca mealden anlamaya çalışmak yeterli mi?

Demek ki her Müslüman Kur’ân’ı anlayabileceği bir dilde okumalıdır. Bu sefer de Kur’ân ile aramıza meal-tercüme denilen çeviriler girecektir. Belki de Allâh’ın buyruğu diye, çevirmenin yazdığını anlayacak ve yanlış bir yola yönlendirileceğiz. Ne yapalım öyleyse?

Piyasada var olan onlarca Kur’ân çevirisi-mealine güzelce bir dikkat edilecek olursa hemen hepsinin birbirine çok yakın ifâdeler kullandıkları görülür. Yani mealler arasında çok ciddî farklılıkların olmadığı göze çarpar. Biz de en güvenilir olarak bildiğimiz bir zâtın mealini elde etmeli ve anlamaya çalışmalıyız.

Öyle olur ki; Bazı âyet mealleri anlam itibâriyle aklımıza takılır. Yanlış anlamış olabileceğimizi düşünürüz. Mealden evrensel ilke ve kabullere aykırı sonuçlar çıkarabiliriz. O zaman ne yapacağız?

O durumda da başka meallere bakarak bir karşılaştırma yapmalı, yine de içinden çıkılmazsa bizden daha iyi bildiğine şâhit olduğumuz ehliyetli, yetkin kimselerden konunun hakîkati hakkında açıklama istemeli, ya da güvenli bir veya birkaç tefsîr (Kur’ân’ın geniş açıklamasının yapıldığı eserler) den doğrusunu etraflıca öğrenmeliyiz. Bu şekilde bakacağımız âyet mealleri de belki Kur’ân’ın % 10-15’ini bile bulmaz. Bu kadarcık zorluk da her Müslüman’ın Kitâb’ını anlama yolunda katlanmayı göze alması gereken bir zorluktur. Kimsenin yakınmaya hakkı olmasa gerek!

Kitâb’ı anlayarak îmân etmek yeterli mi?

Kur’ân’ın gönderilmesinin amacı insanların kendisine îmân etmesini sağlamak mıdır? Varsayalım Kur’ân’ı ana dilinizle baştan başa birçok kez okudunuz ve okumaya devam ediyorsunuz. Ve okuduğunuzu da anlıyor, anlamaya çalışıyorsunuz. En sonunda “Ben bu Kitâba bütün varlığımla ve samimiyetimle îmân ediyorum.” dediniz. Yeterli mi? Allâh insanlardan Kitâba yalnızca îmân etmelerini mi istiyor?

Kur’ân’ı anlamaya çalışmak; kapıya yönelmek demektir. Anlamak ise; açılacak kapının anahtarını elde etmektir. Bir de bu kapıdan içeri girmek var ki, bu da anladığını hayata geçirmek, inandığını iddia ettiğin ölçülere uygun bir şekilde yaşamaktır.

Sizden bir takım görevler isteyen bir üst makamdan gelen yazıyı anlamadan okumak ne derece anlamsız ise, okunanı yalnızca anlama aşamasında kalmak ve istenilenleri yerine getirmemekte bir o kadar, hattâ daha da ağır bir suçtur ve kişiye ağır sorumluluklar yükler. Siz de Kâinâtın Rabbi tarafından gönderilmiş bir fermânı okuyacak ve anlayacaksınız, sonra da; “inandım, iman ettim.” diyeceksiniz, hayatınızın akışında hiçbir şey değişmeyecek! Buna; inanmak, îmân etmek denir mi? Her iddia bir ispat istemez mi? Allâh’ın Kitâb’ına îmân ediyorsanız bunu neyinizle ispat edeceksiniz? “Îmân ettim.” deyip de Kitab’ın dediklerine uymayan bir insan, sevgilisinin hiçbir dediğini yerine getirmeyen ancak, kuru kuruya; “kurbanın olayım, seni çok seviyorum(!).” diyen bir âşığa ne kadar da benziyor!

Kitâb’ı anladıktan sonra “inandım-îmân ettim.” diyerek uygulamada hiç bir değişim göstermemek ne kadar ciddiyetsiz bir yaklaşım ise, Kitab’ı hiç okumadan, okuyup da anlamadan “inandım-îmân ettim.” demek de tamamıyla gülünç ve samimiyetsiz bir kimliğin göstergesidir.

Kur’ân abdestsiz okunabilir mi?

Kur’ân’ı anlayan kimselerin aslından, anlamayanların ise aslının yanında bir de mealinden ya da yalnızca mealinden okuyarak anlamaya çalışması gerektiği aklı başında hiçbir kimsenin îtirâz etmeyeceği bir husustur. Ancak, Kur’ân-ı Kerîm’in okunabilmesi için; Abdestli olmak, Kur’ân-ı Kerîm’in kapağına, kağıdına bile abdestsiz dokunulmaması vs. gibi bazı şartların gerekli olduğu söylenmekte, yazılmaktadır. Bunların gerçeklik payı nedir? Kur’ân’ı okurken nelere dikkat etmeliyiz?

Şunu bilmek gerekir ki, bir şey;

1- Ya araştırmak, incelemek, hakkında bilgi sâhibi olunmak için okunur.

2- Ya da içeriğinden haberli olunup, okumak, anlamak ve hayata aktarmak sûretiyle sevap vs. elde etmek amacıyla okunur.

Şayet bir kimse yalnızca birinci amaçla Kur’ân’ı okuyorsa ondan fazlaca bir şey beklemenin, saygı anlamına gelecek yaklaşımlar sergilemeyi ummanın bir anlamı yoktur. Hele bir Kitab’ı tanısın, O’na gerektiği gibi îmân etsin, sonra âdâbına uygun bir şekilde okusun!

Tamamıyla ibâdet kastı ile Kur’ân okuma niyeti olan (ister aslından, isterse mealinden olsun) kimse ise, elbette ki temiz bir elle Kitab’ı tutmalı ve temiz bir dille Kur’ân’ı okumalıdır. Mümkün olduğu kadar da abdestli olmaya çalışmalıdır. Kur’ân’ın kapağına, kağıdına vs. abdestsiz dokunmanın, tutmanın ise hiçbir şekilde sakıncası yoktur. Mevcut uygulama sadece bir âdet, gelenek ve âdaptan ibârettir. Kur’ân ve Sünnet’ten ciddî anlamda bir dayanağı bulunmamaktadır. Hakâret olsun diye Kur’ân’a abdestsiz dokunmak, okumak ise elbette haram ve yanlış bir davranıştır. Böyle bir hareketi yapan kimse ise zâten ta baştan kaybetmiştir ki, ona “Allâh seni ıslah etsin” demek düşer!

Kur’ân’a karşı görevlerimiz nelerdir?

1- Kur’ân’ı; Okunması gerektiği şekilde; sade, gösterişsiz ve harflere hakkını vererek okumak.

2- Kitâb’ı sanki kendimize yeni indiriliyormuşçasına okumak.

3- Kur’ân’ı, Kâinâtın Rabb’i ile konuştuğunun, O’nu dinlemekte bulunduğunun farkına vararak okumak.

4- Okunulan Kitab’ı anlamaya çalışmak.

5- Anladığımız kadarıyla hayatımıza yön vermek, emir ve yasaklarına uymak.

6- Herşeyimizde O’nu kendimize rehber ve ölçü almak.

7- Kitab’a saygısızlık olarak değerlendirdiğimiz tavırlardan kaçınmak.

8- Kabuktan çok öze, dıştan çok içe, görüntüden çok rûha önem vermek.

9- O’na hiçbir kitabı şirk (ortak) koşmamak... vs.

Bütün bunları bir tarafa bırakarak şekilde boğulmak, kağıt perestlik, harf perestlik ve gelenek perestlik olur.

Kur’ân’da yer alan konular nelerdir?

Kur’ân’da yer alan konuları bilmenin ne önemi var dememeli. Bunu bilmek Kur’ân’la tanışıklığımızın ölçüsünü, boyutlarını ortaya koyar. Samimi bir Müslüman’ın Kur’ân’ın içeriğinden haberli olması, onun daha uyanık olacağı ve daha az yanlışa düşebileceği anlamına gelir.

Her kim ki, Kur’ân’daki konulardan habersiz ise,

O kimsenin;

Yanlış yollara gitmesi...,

Bâtıl yollarda kullanılması...,

İslâm’a aykırı görüş, ideoloji, siyâsi akım ve düşüncelere takılıp kalması...,

İnsanlık dışı hal ve hareketlerde bulunması...,

Bazı çıkarcıların ve menfaatçi tiplerin oyuncağı haline gelmesi...,

Şeytan’ın taraftarlığını yapması...,

İyi niyetle “doğru yapıyorum.” diyerek yanlışlar içerisinde yüzmesi...,

Hakkı bâtıl, bâtılı hak bilmesi...,

Müslüman’ım diyerek Cennet’e gitmeyi ümit ederken, kafir bir halde Cehennem yolcusu olması...,

Kendisine, âile efradına, toplumuna ve bütün insanlık âlemine zulmetmesi...vs. kuvvetle muhtemeldir.

Neden?

Çünkü; Kitâb’ını bilmiyor ki inancını, hal ve hareketlerini ona göre ölçüp-biçsin, kendisine bir yön tayin etsin, doğruya ulaşsın!

Yanlışişaretlenmiş cetvelle doğru ölçüm yapılır mı? Bozuk terâzi ile doğru tartım olur mu? Çarpım tablosunu yanlış ezberlemiş olan bir kimse problemleri doğru çözebilir mi? Yanlış bilgi ile doğru adrese varılır mı?

Kitâb’ını tanıyarak, Cennet yönünü gösteren pusulaya kavuşamamış bir kişi de bocalamalar içerisinde sağa sola koşuşturup durur da, bir türlü rotasını doğrultamaz!

Kur’ân’ı Allâh’ın istediği gibi tanımayan, içindekilerden genel hatlarıyla haberli olmayanlar;

İlâh’larını, Rab’lerini bilmez,

Dinlerini bilmez,

Îmânı bilmez,

İnkârı bilmez,

Tevhîdi bilmez,

Şirki bilmez,

İnsanı tanımaz,

Kendilerini tanımaz,

Toplumlarını tanımaz,

Dünyâyı tanımaz,

Devleti tanımaz,

Hukûku tanımaz,

Evreni tanımaz,

Ahlâkı tanımaz,

Adâleti bilmez,

Zulmü bilmez,

Özgürlüğü bilmez,

Köleliği bilmez,

Geçmişi bilmez,

Geleceği görmez,

Hiçbir siyasal, sosyal, ekonomik ve psikolojik vs. olayları da gerektiği şekilde değerlendiremez, kavrayamaz, sürekli yanlışa düşer, serseri mayın misâli dolaşır, birilerinin kuyruğu ve kör bir takipçisi olur, bir ömür hebâ ederek hak ettiklerine kavuşurlar, sonra da; Ver elini haydi ateşe!

Kur’ân’ın içerdiği konular;

1.İnanılması gereken îmân esaslarını bildirir.

2.İbâdetlerin niçin ve nasıl yapılması gerektiğinin temel prensiplerini verir.

3.Dünyâ işleri ve âhiretle ilgili hükümler, yasalar ihtivâ eder.

4.Ahlâk ile ilgili ilkeleri açıklar.

5.İlme önem vermeyi, her şeyi Rahmânî akıl, mantık ve sağ duyu çerçevesinde değerlendirmeyi öğütleyen âyetleri içerir.

6.Geçmiş toplumlarla ilgili açıklamalarda bulunarak geleceğe nasıl yön verilmesi gerektiğinin ip uçlarını verir.

7.Ferdî, ailevî ve devlet-toplum düzeninin maddî ve manevî yönden sağlıklı yürümesi için genel plan ve programları içerir.

Ayrıntılarına girmediğimiz bu konuların içeriğinde, acaba zamanımıza hitap etmeyen hükümler, devrini doldurmuş, geçerliliği bugün için sözkonusu olmayacak kurallar var mıdır? Varsa nelerdir?

Müslüman-Alevî; Kur’ân’a bir bütün olarak îmân eden insandır.

Müslüman-Alevî;Kur’ân’ı evrensel bir kitap olarak kabul eden kimsedir.

Müslüman-Alevî;Kur’ân’ı târihe hapsetmeyendir.

Müslüman-Alevî;Kur’ân-ı Kerîm’i zaman ve mekan üstü bilendir.

Müslüman-Alevî; Kur’ân’ı çağa değil, çağı Kur’ân’a uyarlamaya çalışandır.

Müslüman-Alevî; Kur’ân’ı sadece geçmişin değil, her dönemin yegâne başvuru kaynağı olarak görendir.

Müslüman-Alevî; Kur’ân-ı Kerîm hükümlerini insanlar tarafından yazılmış-yapılmış yasalar, kanunlar gibi zaman geçtikçe eskiyen yasalar-hükümler toplamı olarak değerlendirmeyendir.

Müslüman-Alevî;Allâh’ın, geçmişi bildiği gibi geleceği de hakkıyla bildiğine inanan, kullarına da ölümsüz ve kalıcı hükümler indirdiğine îmân eden ve Kur’ân’ı buna göre kabul edendir.

Bu tanımlara göre; Müslüman-Alevî olmakla şeref duyan bir kimsenin Kur’ân-ı Kerîm’e yaklaşımı ne şekilde olmalıdır? “Kur’ân’daki filan hüküm bugün geçersizdir.” diyebilir mi?

Biz bugün görüyoruz ki niceleri; “Müslüman’ım-Alevî’yim.” dedikleri halde, Kur’ân’ın bir çok emir ve yasaklarını çağdışı bulmakta, Müslümanlığı-Alevîliği kimseye kaptırmamakta ve mangalda kül bırakmamaktadırlar! Bunlara ne demeli? Biz mi Müslümanlığı-Alevîliği yanlış biliyoruz? Onlar mı yanlış biliyorlar? Ya da doğru biliyorlar da halkı kandırmaya çalışarak iki yüzlülük, münâfıklık mı yapıyorlar? Veyahut Allâh mı indirdiği Kitâb’ın Kıyâmete kadar geçerli olacağını bildirmek suretiyle (hâşâ) yanlış yapmıştır, çağdışı hükümleri insanlara yüklemiştir?

-Sözüm onlara- Kimi ilerici ve çağdaş geçinen, duruma göre hem Müslüman-Alevî, ya da Müslüman -Sünnî olduğunu iddia eden ve de Kur’ân’ın birçok emir ve yasaklarını çağdışı, uygulanamaz, ilkel, gereksiz ...vs. bulanların gözünde, Kur’ân’ın hangi emir ve yasağı zamanını doldurmuştur?

Allâh’ı ve Peygamberini sevme emri mi?

Vakit namazlarını kılma emri mi?

Farz orucu tutma emri mi?

Abdest alma emri mi?

Zekat verme emri mi?

Hacca gitme emri mi?

Ümmet olma emri mi?

Nikahlanarak evlenme emri mi?

Boşanma durumunda Allâh ve Peygamberin buyruklarına uyma emri mi?

Miras dağıtım emri mi?

Sözünde durma emri mi?

Haram şeyleri yememe emri mi?

Ölçü ve tartıda hile yapmama emri mi?

Zâlimlere karşı olma emri mi?

Emânetleri ehline verme emri mi?

Alacak verecekleri yazma emri mi?

Hırsıza Kur’ân’daki cezâyı uygulama emri mi?

Zinâ edene verilmesi gereken cezâ emri mi?

Haksız yere adam öldürene, ya da yaralayana takdir edilen kısas emri mi?

Bayanların ve erkeklerin Kur’ân’a uygun giyinme emri mi?

Kul hakkı yememe emri mi?

Sabırlı olma emri mi?

Allâh yolunda savaş emri mi? vs.

Yalan ve yalan yere yemin yasağı mı?

İnsanlara iftirâ etme yasağı mı?

Kur’ân’da belirtilen kişilerle evlenme yasağı mı?

Rüşvet yasağı mı?

İçki yasağın mı?

Fâiz yasağı mı?

Kumar yasağı mı?

Puta tapma yasağı mı?

Gıybet, dedi kodu, gösteriş yapma, kendini beğenme, israfyasağı mı? vs.

Evet, bunların hangisi zamanını doldurmuştur ve bugün için bir anlam ifâde etmez? Allâh ya da Peygamber; “Ey Müslüman’lar! Kurân’daki şu âyetlerin hükmüne filan yüzyılda uymayabilir, onlarıyürürlükten kaldırabilirsiniz(!)” mi buyurmuşlar?

Bir kısım kimseler bu saydıklarımız içerisinden bazı emir ve yasakların bağlayıcılığının kalmadığını savunmakta, bunları çağdaş değil, ilkel bulmaktalar. Onlara soruyoruz? Çağdaş bulmadığınız hükümlerin yerine uyulmasını istediğiniz hükümler neler? Ve onlar kime göre çağdaş? Çağdaşlığın ölçüsü olarak neyi alıyorsunuz? Niçin sizin ölçü olarak aldığınız şeyi diğer insanlar da kabul etsinler? Bu zorunluluk nereden geliyor? Siz Kâinâtı yaratandan daha mı iyi biliyorsunuz, insanlığa neyin fayda neyin zarar getireceğini? Yoksa sizler, insanları kendi emir ve yasaklarınıza uymaya ve Allâh’ın yasalarından uzaklaşmaya çağıran zamanımızın Firavunları, Nemrutları, Ebû Lehebleri, Yezitleri... olmayasınız? 

Sahi, bizlerin ürettiği bir çok ürünün son kullanım tarihi var. Ve o tarih dolmadığı müddetçe o ürünün kullanılması bir sakınca doğurmuyor ve hattâ israf olmaması için kullanılması gerekiyor. Kur’ân’ın da bir bütün olarak “son kullanım tarihi” kıyâmet günü olduğuna göre, nasıl olur da bir Müslüman son kullanım tarihi geçmemiş bir Kitab’ın bazı hükümlerinin devrini doldurduğunu savunabilir? “Şu şu hükümler, âyetler eski dönemler içindi, bize hitap etmiyor(!)” diyebilir? Eğer bu bir cehâlet ise uyarıyoruz. Çünkü Müslüman, Müslüman’ı uyarır. Cehâlet değilse ihânettir, bunu da cümle âlem bilsin istiyoruz. Öyle ki bu görüşte olanların ne İslâm dîni ile, ne Müslüman’lıkla ne de Alevî’likle-Sünnî’likle bir yakınlıkları-ilişkileri yoktur. En iyisi yüzlerindeki maskeyi indirsinler ve gerçek kimliklerini ve yeni dinlerini ortaya koysunlar! Kendilerinin “Şeytânizm” isimli ilâhî olmayan bir dînin mensubu olduklarını îtirâf etsinler! Ne kendilerini kandırsınlar, ne de başkalarını!

Kur’ân-ı hayâtın dışında tutma yöntemleri nelerdir?

Kur’ân’ı hayâtın dışında tutma çabaları her zaman olagelmiştir. Bu çabalar; Kur’ân’ın bazen açık, bazen gizli düşmanları, bazen de câhil dostları tarafından ortaya konulmuştur.

Kur’ân’ın açık düşmanları; Allâh’ın “kâfir” adını verdiği kimselerdir. Onlar Kur’ân’ın toplum yaşamından uzakta tutulmasını avazlarının çıktığı kadar bağırarak dile getirirler ve derler ki; “İnsanoğlu için bu çağda dînin, kitâbın, peygamberin vs. ne önemi var? Akıl tek başına yeterlidir! Biz gelişmeyi, ilerlemeyi, topluma düzen vermeyi, hukuk anlayışını, ahlakı vs. vahyin öğretileriyle değil, pozitif bilimin ve aklın öncülüğüyle öğrenir ve uygularız! vs.”

Bunlara söyleyecek pek fazla sözümüz yok. Onlardan açık sözlü olanlar zaten kendilerinin Müslüman olduklarını iddia etmiyorlar. Biz de diyoruz ki; “sizin yolunuz size, bizim yolumuz bize. Allâh sizi hak yola döndürsün, ya da sizleri hak ettiğinize kavuştursun!”

Kur’ân’ın gizli düşmanları da; Allâh’ın “Münâfık” adını verdiği guruptur. Bunlar pirincin içindeki beyaz taş gibidirler. Farkına varmazsanız en büyük zarar bunlardan gelir. Bunlar koyun postuna bürünmüş kurtlardır. Sürüye daldılar mı bir daha baş edemezsiniz. Bunlar ne derler?; “Efendim biz de Müslüman’ız elhamdülillâh, Kur’ân’a da sonsuz saygımız var(!), bizim de babamız, dedemiz hacı, hoca, şeyh, dede, ocakzâde... Kur’ân’ın ahlâk ile ilgili hükümlerine bir diyeceğimiz de yok. İnsanlar namazlarını kılsınlar, oruçlarını tutsunlar, ferdî ibâdetlerini yapsınlar, onlara karışmak kimin neyine(!) Fakat... Kur’ân’da yer alan toplum düzeni ile ilgili emir ve yasaklar, giyim kuşamla ilgili hükümler, miras, ceza, evlenme-boşanma düzenlemeleri, kısacası şerîat-hukûk denilen uygulamalara gelince... bunlar biraz çağdışı(!). Bunlara yeniden bir çeki düzen vermek gerekir. Herkes giyim-kuşamını, ticâretini, yeme içmesini, eğlencesini, eğitimini, kamu işlerini vs. ilgililerin düzenlediği gibi yapmalı(!). Cezâ sistemi de hukukçularımızın(!) belirlediği gibi olmalı(!). Kimse bunların Kur’ân’a uygun olmasını istememeli(!). Çünkü, dînin bu ve benzeri konulardaki emir ve yasakları zamanımız insanının kabul edemeyeceği tarzda kabadır, eski zamanlar için geçerlidir. Dileyen bu konulardaki âyetleri istediği kadar okusun, sevâbını alsın, ama topluma uygulamaya gelince...hop dediiiiiik... vs.”

Bunlara ne diyelim? Düşünce, inanç ve yaşantılarının hayırlarını(!) görsünler.

Ancak, samîmi olarak “Müslüman’ım-Alevî’yim.” diyenlere söyleyeceklerimiz var; Yukarıdaki inanç ve görüşte olanları iyi tanısınlar, aldanmasınlar, onların takipçileri olmasınlar, bunları da Müslüman-Alevî kimliği içerisinde görmesinler. Bu tiplerin camiye, cumaya, ceme, cemaate gitmelerine, oruç tutmalarına, dindar görüntüsü altında bulunmalarına bakarak yanılgıya düşmesinler. Dostlarını, düşmanlarını tanısınlar ve gaflet uykusundan uyansınlar.

Kur’ân’ın câhil dostları; Bir de Kur’ân’ın dostu oldukları halde, câhilliklerinden Kur’ân düşmanları ile aynı sonuçları getiren uygulamalar peşinde olanlar var. Bunlar; Kur’ân’ın yazısını, kağıdını, okunmasını, yazılmasını vs. kutsallaştıran, ancak O’nu toplum hayatına yön veren bir yasalar manzûmesi olarak bilmeyenlerdir. Verin bunların eline Kur’ân’ı; Mübârek günlerde ve gecelerde okusunlar, bol bol hatim indirsinler, açılışlarda okusunlar, yarışmalarda okusunlar, Kitab’ı yükseklerde tutsun, öpsün, evlerinde bulundursunlar, camide ve benzeri bir yerde yanık sesli birinden dinleyip kendilerinden geçsinler, ölülerinin ruhlarına, hastalarının üzerine okuyarak üflesinler... hepsi bu! Senden iyi Müslüman yok. Yeryüzünde Müslümanlığı senden iyi yaşayan da yoktur vallâhi(!)

Evet... Kur’ân bunlardan şikayetçi! Kur’ân bunlardan davacı! Bunlar Müslüman’ların yüz karası! Bunlar her ne kadar kötü niyetli değillerse de, sonuç itibâriyle Kur’ân’a yaklaşımları diğer iki guruba çok yakın! Bunlar Peygamberinin, Ehl-i Beyt’in yüzlerine nasıl bakacaklar? “Kitab’ın nedir?” sorusuna ne cevap verecekler? İnsan Kitâb’ını tanımaz mı? Müslüman, Kitab’ının gönderiliş amacınıöğrenerek o amaca uygun hareket etmez mi?

Onlara da diyoruz ki; Allâh aşkına, Peygamber aşkına, Ehl-i Beyt aşkına Kur’ân aşkına; “Kitâb’ınızı tanıyın, üç günlük dünya menfaatine kapılmayın, câhil kalmayın, Kur’ân’a ve Müslümanlığa gölge düşürmeyin, kendinizi ve gelecek nesillerinizi tehlikeye atmayın. Allâh’ınızı, Peygamberinizi, Allâh’ın Velîlerini, dostlarınızı gücendirip, şeytanı ve düşmanlarınızı sevindirmeyin.”  

Görüldüğü üzere çok gurup insan, bilerek veya bilmeyerek, iyi niyetle ya da kötü niyetle Kur’ân’ı rafa kaldırma durumunda. Bu yöntemler bazen kabaca, bazen de kibarca ve tereyağından kıl çekercesine uygulanmakta.

Peki bu yöntemlerin en tehlikelisi hangisi?

Cevap; Hangi yöntem diğerinden daha az tehlikeli ki? Hepsi birbirinden bayağı!

Okuma yönünden; Kur’ân-ı Kerîm, diğer kitaplara benzer mi?

Günümüzde hemen her insan hayatında bir çok kitap okur. Hiç kitap okumayanlarsa konumuzun dışında. Dolayısıyla okunulan kitaplar insanlara kitap okuma ve anlama noktasında da yardımcı olurlar. Her kitabın da kendine has bir okunma tekniği vardır. Ancak bu teknik yaklaşım birkaç türü geçmez. Efendim, bir roman giriş, gelişme, sonuç vs. gibi bölümlerden oluşur. Bir fikir kitabı da aşağı yukarı aynı şekildedir. Bir ders kitabının ise durumu biraz daha farklıdır. Konular tek tek ele alınarak işlenir, sonuca varılır. Psikolojik ve felsefî bir kitap belki biraz daha farklı ele alınıp okunur. Şiir kitabı da kendine uygun bir tarzda okunur. Peki, Kur’ân’ı nasıl okumalı, nasıl anlamalı?

Kur’ân’a, bir roman gibi mi yaklaşmalı?

Kur’ân’ı bir felsefî kitap gibi mi okumalı?

Kur’ân’ı bir fikir kitabı gibi mi görmeli?

Kur’ân’a şiir kitabı gibi mi bakmalı?

Kur’ân’ı bir hukuk kitabı gibi mi değerlendirmeli?

Kur’ân’ı okumada bir baştan girip sondan mı çıkmalı?

Ya da Kur’ân’ın kendisine has bir okunma şekli mi olmalı?

Kur’ân’ı az çok tanımaya çalışan bir kimse şunu hemencecik fark eder. Kur’ân okunması ve anlaşılması yönünden hiçbir kitaba benzemez. Ne aralardan birkaç âyet okursanız tam doğru bir sonuca ulaşırsınız! Ne de baştan başa bir roman gibi okursanız doğru bir şey yapmış olursunuz!

O zaman ne yapmalı?

Lütfen ileri sayfalardaki;“Kur’ân’ı anlamada nasıl bir metot takip etmeliyiz?” bölümünü dikkatlice okuyunuz!

Kur’ân’a şirk koşmak ne demektir?

“Allâh’a şirk koşmak ne demektir?” sorusunu anladık da, “Kur’ân’a şirk koşmak da ne demekmiş?” demeyin. Belki böyle bir soruyla ilk defa karşılaşmakta ve şaşırmaktasınız. Fakat bilin ki; İnsanlar Allâh’a şirk koştukları gibi, Kur’ân’a da şirk koşmakta ve hem de bunu bazen dindarlık adına yapmaktadırlar. Nasıl mı?

Bir mezhebe,

Birtarîkata,

Bir cemâate,

Bir siyâsî topluluğa vs. mensup olan insanların sevip bağlandıkları liderleri, önderleri, âlimleri, şeyhleri, dedeleri, efendileri var. Bir de onların başucu kaynağı bildikleri, el üstünde tuttukları, sürekli okudukları kitapları var. Bu kitapların hiç birisi ne Allâh’tan, ne de Peygamberden bizzat onay almış, doğrulukları tasdik edilmiş eserler değiller. Bunların yazarları da yanılma ihtimalleri bulunan birer beşerdirler. Dolayısıyla yazılanlar içerisinde hatalı olanlar, Kur’ân’la uyuşmayanlar, Peygamberin güvenilir sünnetlerine aykırı düşenler olabilir. Müslüman’a bu durumda düşen görev sevip saydığı kişinin Kur’ân’a ve Sünnet’e aykırı görüşlerini reddetmek, Allâh’ın kitâb’ından yana tavır koymaktır. Değil mi?

Peki; Bizim insanlarımızın birçoğu ne yapmakta?

Efendilerini gücendirmemek, mezheplerinin görüşüne aykırı düşmüş olmamak, şeyhlerinin manevî yardımlarından(!) uzak kalmamak, âlimlere saygısızlık(!) etmiş bulunmamak, siyâsî yapıda aşağılarda kalmamak ve dışlanmamak vs. için Kur’ân’ın dediklerini bir tarafa kibarca itivermekte, sevdiklerinin dediklerine bağlanmaktalar! Kur’ân-ı Kerîm’i anlama yolunda ömürlerinin bir yılı-ayı-haftası-günü, hattâ saatini... bile ayırmayanlar, efendilerinin, liderlerinin, şeyhlerinin, üstatlarının, dedelerinin kitaplarını, eserlerini ise ellerinden bırakmamaktadırlar. Sabah oku, akşam oku, gündüz oku, gece oku, yat oku, kalk oku, bitir bitir tekrar oku, olmazsa ezberle...

Bir zâtın kitabından bir görüşü beğenmediniz ve eleştirmeye mi kalktınız? Kur’ân’a uymayan yerlerini mi söylediniz! Allâh etmesin! Hemen ağzınızın payını alır, cehennemlik ilan edilirsiniz! Cevap hazır; “Siz kim oluyorsunuz da bizim hocamızın, şeyhimizin, dedemizin, liderimizin, üstâdımızın yanlışını bulabiliyorsunuz? Bir kimseyi tenkit etmek için en azından onun seviyesinde olmak lazım(!). Siz daha elif’i, be’yi bilmiyorsunuz kalkmış bir de âlimlerin hatasından söz ediyorsunuz(!). Kur’ân’a aykırı gibi gördüğünüz yerler aslında aykırı değildir, vardır onun bir hikmeti(!) de siz bilemezsiniz. Eğer böyle yapmaya devam ederseniz çarpılır, bir belaya uğrarsınız(!). Aklınızı başınıza toplayın. Biz kim, Kurân’ı anlamak kim? Bizler Kur’ân’ı Arapça’sından belli zamanlarda okuruz. Hayatımıza yön vermek içinse büyük zâtların, âlimlerin kitaplarından faydalanırız. Onlar Kur’ân’ı okurlar, anlarlar bize kitaplarında anlatırlar. Bizim neyimize Kur’ân’ı anlamaya çalışmak?... vs”.

Yani, bu adamlarda var olan; Hem kolaycılık, hem “armut piş ağzıma düş.” anlayışı, hem kendilerine güvensizlik, hem efendicilik, üstatçılık, hem körü körüne taklitçilik, her şeyden de önemlisi Kur’ân’la tanışmaktan korkma hastalığıdır. 

Yukarıda sözünü ettiğimiz yaklaşımlar hayal mahsulü olarak yazdığımız şeyler değil. Bunlar bir çok “Müslüman’ım.” diyenin söyledikleri sözler ve uydukları pratiklerdir! (Maalesef)

Şimdi soruyoruz;

Bir beşer tarafından yazılmış kitabı tartışmasız bilmek, eleştirilmez kabul etmek, onu Kur’ân’a eş koşmak değil midir?

Her hangi bir eserin Kur’ân’a aykırı görüşünü savunmak, onda hikmetler aramak ve o görüşü reddetmemek o eseri Kur’ân’a şirk koşmak olmaz mı?

Allâh’ın Kitab’ını hayatında bir kez olsun anlayarak baştan başa okumayıp da, bilmem kimlerin kitabını dönüp dolaşıp okumak, okutmak, başucu kitabı edinmek o eserleri Kur’ân’a şirk koşmak sayılmaz mı? Şirkte ne demek? Şirkte biraz olsun denklik vardır! Şirkten de öte Kur’ân’dan üstün görmek olmaz mı?

Demek ki biraz dikkat edilecek olursa, görülür ki bir çok kimse bilerek ya da bilmeyerek bazı kimselerin eserlerini Kur’ân’a eş gibi görmekte, Kur’ân’dan daha üstün gibi değerlendirmekte ve tehlikeli bir konuma gelmektedirler. Oysa bir Müslüman, önce kendisinden hesaba çekileceğine inandığı Kitâb’ını iyi tanımalı, bilmeli, öğrenmeli, okuyacaksa en fazla O’nu okumalıdır. 

Bir de, yöneticiler tarafından diğer insanlara uymaları emredilen bir takım yasalar, kanunlar,yönetmelikler var. Alım-satımı, mirası, yeme-içmeyi, evlenmeyi-boşanmayı, eğitimi-öğretimi, cezaları vs. kısacası hayatın hemen her alanını tanzim eden ilkeler var. Bu ilkeler de belli kitaplar, dergiler, genelgeler vs.de yazılmış ve uygulanmakta. Bunlara uyanlar da, uygulayanlar da “Müslüman” olduklarını iddia etmekteler. Ve görünen o ki bu yasalar hazırlanırken Kur’ân hükümleri, Peygamberimizin (a.s) güvenilir sünnetleri ve Ehl-i Beyt’in temiz sîreti ölçü alınmamakta. Bu durumda, Kur’ân’a ve Sünnet’e aykırılıkları apaçık olan hükümleri kabul ederek uymak, hem Allâh’a ve hem de Kur’ân’a şirk koşmak olmaz mı?

Önce kendimizden başlamak üzere çevremize bir bakalım! Kimler; nelere, kimlere, ne adına ve ne zamandan beri uymakta ve buna ne mazeretler bulmaktalar? Şerîat’e aykırı olarak şekillenmiş bir devlet düzeninde;

Yürürlükteki hukuk mu Kur’ân hukûku?

Uyulmakta olan giyim-kuşamla ilgili emirler ve yasaklar mı Kur’ân’a uygun?

Suçlulara verilen cezâlar mı Kur’ân’ın bildirdiği cezâlar?

Evlenme boşanma sistemi mi Kur’ân’a göre mi düzenlenmiş?

Eğitim mi Kur’ân’ın hedefleri doğrultusunda?

Yasaklar ve serbestler Kur’ân-ı Kerîm ölçülerine göre mi belirlenmiş? vs. vs.

Hayır, hayır, hayır... Yüz binlerce hayır! Milyonlarca hayır!

O halde; Biz neyiz? Kimiz? Yoksa birileri yazdıkları, çıkardıkları yasaları bizlere kabul ettirmekle, hissettirmeden bizleri Allâh’a-Kur’ân’a şirk koşturmuşlar da haberimiz mi yok?

Kim bilir?   

Belki de!

Bu şirk hastalığına yakalanmış olanların acilen tedâvi görmeleri, Kur’ân’la yakınlıklarını tekrar gözden geçirmeleri, sevip saydıklarının kendilerini Allâh’ın azâbından kurtaramayacağını bilmeleri gerekir. Bütün bunlar da Kur’ân’la iyice bir tanış olmaktan, kendilerini ve amellerini sorgulamaktan ve Kur’ân tartısıyla tartmaktan geçer.

Kur’ân’a şirk koşanların İslâm nazarındaki durumları nedir?

Kur’ân’a şirk koşma hastalığı tedavi edilmez ise ebedî ölüm ve yıkım getirir,insanı bilinen adrese ulaştırır.

Adres; “C?H?N?E?.”

Kur’ân’ı anlamada nasıl bir metot takip etmeliyiz?

Kur’ân’ın kendine has bir okunma ve anlaşılma metodu vardır ki, ana hatlarıyla aşağıdaki maddeler halinde sıralanabilir;

Kur’ân’ı, hakkını vererek okumalı, okumada çok yavaş ya da çok hızlı olmamalıyız.

Kur’ân’ı okumak için en uygun zaman ve mekanı seçmeli. Olur olmaz yerlerde ve zamanlarda okumamalıyız. Çünkü rasgele okumak insanı istediği sonuca ulaştırmaz. Bu zamanı ve mekanı ise, her insan kendi içinde bulunduğu psikolojik hali ve durumuna göre belirler.

Kur’ân’ı anlamak niyetiyle okumalıyız.

Kur’ân’ı Allâh ile sohbet ediyormuşçasına okumalıyız.

Kur’ân’dan anladığımızı uygulamaya geçirme niyetinde olmalıyız.

Kur’ân’ı tekrar tekrar okumalı ve O’nunla irtibâtı kesmemeliyiz.

Kur’ân’ın belkemiği sayılabilecek temel kavramlar üzerinde araştırmalar yapmalı ve onların içeriğini öğrenmeliyiz. (Tevhid, şirk, küfür, din, ibâdet, ilâh, Rab, tâğût, sâlih amel, îmân, İslâm, adâlet, zulüm, velî, takvâ... vb.)

Kur’ân’ı manasını düşünerek okumalıyız.

Kur’ân’ı kendi bütünlüğü içerisinde okumalıyız. Âyetleri tamamıyla birbirinden bağımsız ve kopuk olarak ele almamalıyız.

Kur’ân’ı zaman zaman cemaat halinde ders yaparak okumalı ve anlamaya çalışmalıyız.

Fert veya cemaatla yapılan derslerimizde, sûreleri indiriliş sırasına göre veya tertip sırasına göre ya da bir konu ile ilgili tüm âyetleri ele alarak okumaya, anlamaya çalışmalıyız.

Anlamaya çalıştığımız âyet veya sûreyi, Mekke’de mi, Medîne’de mi indirildiğini göz önüne alarak değerlendirmeliyiz.

Sûre veya âyetin sonunda, verilmesi istenen ana fikri özet başlıklar halinde çıkarmalıyız.

Sûredeki emir, yasak ve dualara dikkat etmeli, gereken mesajları almaya çalışmalıyız.

Sûre veya âyette yalnızca Peygamberimizi (a.s) bağlayıcı hükümler olup olmadığına dikkat etmeliyiz.

Sûrede tanıtılan, müminlikte ve kâfirlikte önde gelen şahsiyetlerin özelliklerini kavramalı, onların günümüzdeki uzantılarını ve benzerlerini görmeliyiz.

Kur’ân’da anlatılan olayları, verilen tipleri iyi anlamaya çalışmalı, onlardan bütün zamanlara yönelik mesajları almalıyız.

Kur’ân’daki misaller ve benzetmelerin vermek istediğinin ne olduğu düşünmeliyiz.

Kur’ân’ı anlamaya çalışırken her türlü önyargı, bağnaz anlayış, mezhep, tarîkat ve cemaat taassubundan uzak kalmalıyız.

Kur’ân’ı ilk okuduğumuzda anlayamadığımız yerler için başka meallere de bakmalıyız.

Farklı meallere baktığımız halde içinden çıkamadığımız, anlaşılması güç olan âyetler olursa, güvenilir birkaç tefsîre başvurmalı, akla, mantığa, bilimsel verilere ve evrensel ilkelere en uygun açıklamalar yapılmış tefsirin açıklamalarını tercih etmeliyiz.

Kur’ân’da geçen mecâzî ifâdeleri, anadilimizdeki mecaz kelimeleri de dikkate alarak doğru anlamaya gayret etmeliyiz. (Allâh’ın eli deyimini-Devletin eli ifâdesi ışığında anlamak gibi..)

Kur’ân’da yer alan namaz, abdest, oruç, hac, vs. gibi ibâdetlerin uygulamalarını mümkünse Peygamberimizin Sünneti ve Ehl-i Beyt’in açıklamaları aracılığı ile öğrenmeli, yoksa güvenilir Ehl-i Beyt yolunun fıkıh-ilmihâl kitaplarına başvurarak yerine getirmeliyiz.

Kur’ân’ı anlama çalışmasında aslâ sabırsız olmamalı, yavaş fakat emin adımlarla çalışmamızı devam ettirilmeliyiz.

Kur’ân-ı Kerîm’i en iyi şekilde anlayabilmek için Peygamberimizin (a.s) de hayâtını okuyup bilgi sâhibi olmalıyız...vs.

Bu kadar yoğun ve yorucu olacağını düşündüğümüz uğraşı ile Kur’ân’ı anlayacaksak bu iş bize göre değil dememeli. Bir işe başlamak onu bitirmek, ya da yarılamak demektir. Belki her insan yukarıdaki açıklamalarımıza göre “Kur’ân’ı anlama ve yaşama çalışması” yapamayabilir. Bu kimseler, hiç olmazsa bir mealden faydalanır, Kur’ân’ı anlamaya çalışırlarsa, inanıyoruz ki bulunduğu durumu daha iyi kavramaya başlar, samimiyeti oranında çok faydalı sonuçlar elde ederler. Ve kendilerini Kur’ân aynasında seyrederek ne olup olmadıklarını öğrenirler.

Evet... Kur’ân’ı tanımanın formüllerini aldık, daha neyi bekliyoruz? Hâlâ;“Kur’ân’ı tanıma ve yaşama çalışması” yapma zamanı gelmedi mi?

Haydi; “Bismillâh!”

SÜNNET

Ehl-i Beyt yoluna göre sünnet; Şerîat’ın temel dayanaklarından ve Müslüman’lar için bağlayıcılığı olan kuvvetli esaslardandır. Kur’ân-ı Kerîm’de yer alıp da herkesin anlayabileceği şekilde açık olmayan hükümler, O Kitâb’ın asıl öğretmenleri olan zâtlar (ki başında peygamberimiz (a.s) gelir) tarafından söz ve pratik ile açıklanmış ve bunlar sünneti oluşturmuşlardır. Nasıl ki Kur’ân’sız bir İslâm düşünülemezse, Sünnetsiz de bir Kur’ân-İslâm elbette düşünülemez. Kur’ân’ın, gerçek ve tartışılmaz muallimleri olan Ehl-i Beyt (a.s) ve Oniki İmâm efendilerimizin (a.s), kendilerinden sâdır oldukları sâbit olmak şartıylaher söz ve davranışları sünnettir ve biz Ehl-i Beyt taraftarı Müslüman’lar için hüccettir vekabûle şâyandır.

“Ehl-i Şîa” da denilen Ehl-i Beyt mektebi mensuplarına, ıstılâh olarak değilse bile kelime anlamı itibâriyle “Ehl-i Sünnet” de denilebilir ve hattâ gerçek Ehl-i Sünnet, Ehl-i Şîa’dır denilse, mübâlağa edilmiş olmaz. Kur’ân ve Sünnet’in önemi ile ilgili olarak;

İmâmet semâsının yıldızlarından İmâm Mûsâ Kâzım (a.s) buyurdular; “...Her şey Allâh’ın Kitâbı’nda ve Nebî’nin sünnetinde mevcuttur.”[19]

Altıncı hak İmâm Cafer Sâdık (a.s) buyurdular; “Her şey Kur’ân’a ve Sünnet’e döndürülür. Her hangi bir hadîs(!) de Allâh’ın kitâbına uygun değilse, o, uydurma bir sözdür. (hadistir)”[20]

Ehl-i Beyt İmâmları olan Oniki İmâm’ların söz ve uygulamalarının sünnet kapsamında görülmesinin sebebi de şudur ki;

Yüce Allâh Kur’ân-ı Kerîm’inde; “Allâh’a itâat ediniz, Resûle itâat ediniz ve sizden olan Ulu’l-Emre de...” [Nisâ (4): 59] buyurmakla, “Ulul emr”e itâatı da mutlak olarak zikretmektedir. Resûlullâh (s.a.a.) da bu zâtların kimler olduklarını beyân etmiş ve bizlere kendisinden sonra Oniki Emîr’in (Halîfe-İmâm) geleceğini haber vermiştir.[21] Biz de bu ve benzeri rivâyetlere dayanarak, Oniki İmâm’lara (a.s) uymanın, Resûlullâh’a (s.a.a.) uymak, dolayısıyla, Allâh’a da itâat etmek olduğuna inanmaktayız. Zîrâ Onlar (a.s), Resûlullâh’ın (a.s.) “Râşid halîfeler”idirler.

İmâm Cafer Sâdık (a.s) buyurdular; “Benim sözüm, babamın sözüdür, babamın sözü, dedemin sözüdür, dedemin sözü, Hüseyin’in (a.s) sözüdür, O’nun sözü, Hasan’ın (a.s) sözüdür, Hasan’ın (a.s) sözü, Emîrü’l müminîn Ali (a.s)’ nin sözüdür, Ali’nin (a) sözü, Resûlullâh’ın sözüdür, Resûlullâh’ın hadîsi (sözü) de Allâh’ın kavli (sözü) dür.”[22]

Demek oluyor ki; bu ışık kaynaktan yayılıyor, bu sızıntı kaynaktan sızıyor, bu nehrin suyu saf olarak kaynaktan coşup akıyor. Nebî’nin (a.s.) vârisleri, Nûr-u Ahmed (a) ile nurlanmış, Lisân-ı Mustafâ (a) ile kelâm ediyorlar. Kendiliğinden, nefsânî ve hevâî söylemiyorlar. Vâris-i Enbiyâ olan Oniki İmâm’larımız (a.s.)Nûr-uNebî’yi, İlm-i Nebî’yiilâhî bir inâm ve ikrâm olarak membaından ve müteâkiben birbirlerinden almakla kemâl-i ilim ve ahlâka sâhip oluyorlar. Öyle ki, İmâmlarımızın (a) her birisi, Peygamberimiz (s.a.a.) onların zamanında yaşasa idi, nasıl konuşur, nasıl yapar, nasıl davranır, nasıl bir mücâdele metodu seçer, sorunları nasıl çözer idi ise, onlar da öyle yapıyorlar ve yaptıkları da sünnet hükmüne geçiyor.

Biz Ehl-i Beyt yolu yolcuları, Hz. Peygamber efendimizin (a.s.); “Kim benim adıma yalan konuşursa cehennemdeki yerine hazırlansın.”[23] hadîs-i şerîfi gereğince O yüce Resûl’e (a.s.) ve O’nun nûrundan feyizlenen Ehl-i Beyt İmâmlarına (a) yalan isnât edilmesine şiddetle karşı olmuşuz ve böylesi hallerden de şânı yüce Allâh’a sığınırız. 

Ve yine; O güzeller güzeli Efendimiz’in (a.s.); “Her bidat dalâlettir, her dalâlet de cehenneme götürür.” [24]

Ve yine; “Onlar ki ahbâr ve ruhbânı (din adamlarını) Allâh’tan gayrı Rabler edindiler...” [Tevbe (9): 31] âyetisorulduğunda İmâm Cafer Sâdık’ın (a.s);“Vallâhi onlar, din adamları için ne oruç tuttular, ne de namaz kıldılar. Onlar din adamlarına ibâdet etmediler, din adamlarına ibâdete çağrılmadılar. Ancak,din adamları onlara helâli harâm, harâmı da helâl kıldılar, onlar da din adamlarına bu hükümlerinde tâbî olmak sûretiyle, farkına varmadan, şuursuzca ibâdet etmiş ve onları Allâh’tan gayrı Rabler edinmiş oldular.” [25] şeklindeki açıklamasının farkında olarak, bizlere ulaşan rivâyetleri, Kur’ân mihengine vurup, Kur’ân süzgecinden geçirerek rehber ediniriz. Ve kabûl ederiz ki;

Canlar cânı Resûlullâh (a.s);“Ey insanlar! Benden size ulaştırılan hadîsler Kur’ân’a uygun ise onu ben söylemişimdir. Şayet Kur’ân’a aykırısözler benim ağzımdan nakledilirse, bunu biliniz ki ben Kur’ân’a aykırı söz söylemem.”[26] buyurmuş,

İmâm Cafer Sâdık (a.s) da;“Bütün rivâyetleri Kur’ân mihengine vurunuz. O’na uygun olanlara sarılınız. Kur’ân’a ters düşenleri ise reddediniz. Zîrâ, ne Resûlullâh (s.a.a.v.) ne de biz Ehl-i Beyt, Kur’ân’a aykırı sözler söylemeyiz.”[27] buyurmuşlardır.

Ehl-i Beyt mektebinde sünnetin kendisinden alınacağı, hadîs-i şerîfkitaplarından bazıları şunlardır:

1.Usûl ve Furû-u Kâfî: Ebû Cafer Muhammed Kuleynî

2.Men lâ yahduruhu’l Fakîh: Ebû Cafer Sadûk Kummî

3.Tehzîb: Ebû Cafer Muhammed b. Hüseyin Tûsî

4.İstibsâr: Ebû Cafer Muhammed b. Hüseyin Tûsî[28]

5.Bihâru’l Envâr: Muhammed Bâkır Meclisî

6.Vesâilü’ş Şîa: Allâme Hurru’l Âmûlî

7.Nehcü’l Belâğa (Hz. Ali’nin hutbeleri): Seyyid Radıyy

8.Tuhafu’l Ukûl: Hasan b. Ali Harrânî

9.Sefînetü’l Bihâr: Şeyh Abbas Kummî

10.Müstedrekü’l Vesâil: Şeyh Abbas Nûri ...vb.

Adı geçen kaynaklar ve daha niceleri sünneti anlama ve yaşamada başvurulacak kaynaklar olmakla birlikte, elbette ki Kur’ân-ı Kerîm gibi ilâhî koruma altında olan eserler olmayıp, bazı anlaşılması müşkil olan rivâyetler hadis usûlü ilmi öğrenmek sûretiyle kavranabilir, anlaşılabilir, işin ehlinden sorularak ilgili konularda bilgi edinilebilir.[29]

Ehl-i Sünnet kardeşlerimizin de temel hadîs kaynakları olarak kabul ettikleri ve zaman zaman biz Ehl-i Beyt yolu bağlılarınca da başvurulan eserlerden bazıları ise şunlardır:

1.Sahîh-i Buhârî: Buhârî

2.Sahîh-i Müslim: Müslim

3.Sünen-i Tirmizî: Tirmizî

4.Sünen-i Ebî Dâvûd: Ebû Dâvud

5.Sünen-i Nesâî: Nesâî

6.Sünen-i İbni Mâce: İbni Mâce[30]

7.Sünen-i Dârimî: Dârimî

8.Sünen-i Ahmed: Ahmed b. Hanbel

9.Sünen-i Beyhakî: Beyhakî

10.Muvatta: Mâlik b. Enes

11.Müstedrek: Hâkim Nîşâburî

12.Kenzul Ummâl: Muttakî El Hindî ...vb.



[1] Ayrıntılarına girmediğimiz fıkhî hükümler için bakınız: Seyyid Rûhullâh: Tam ilmihâl, Tahrîru’l Vesîle, Seyyid Hoî: Tam ilmihâl, Minhâcü’s Sâlihîn, Cevâd Tebrizî: Tam ilmihâl, Allâme Hıllî: Şerâiu’l İslâm, Muhtasaru’n nâfi fî fıkhı’l İmâmiyye...vb.

[2] Bazı çok bilmişler Alevîlik ile Şîiligin birbirinden farklı şeyler olduğunu, Alevîlerin mezhep olarak Caferî olmadıklarını iddia etmektedirler. Bunlar ya hakîkaten câhildirler, hiç bir klasik Alevî eseri okumamışlar, kendi kendilerine ahkâm kesiyorlar, ya da bile bile insanları saptırmaya, Alevîliği evrensel olmaktan çıkararak Anadolu sınırlarına hapsetmeye ve böylelikle alçakça emellerine ulaşmaya çalışmaktadırlar. Bu kimselere diyoruz ki; “okuyun da adam olun! Adam olmaya niyetiniz yoksa adam olma yolunda olanlara gölge etmeyin.”

[3] Masûmiyet ve delilleri ile ilgili bakınız: Kadri Çelik: Bir devrimin anatomisi: sh: 643-652, Muhammed Ticâni: Doğrularla birlikte: sh: 288-298

[4] (a.s.):“Selâm O’nun üzerine olsun” manasına gelir ki, bu ifâde şekli yalnızca peygamberler için kullanılmayıp, ilâveten peygamberimizin (s.a.a.) Ehl-i Beyt’ine de salavât getirilirken, hem topluca ve hem de ferd ferd kullanılabilir. Bu selâm tabiri Ehl-i Beyt kaynaklarında Ehl-i Beyt’in fertleri için sürekli kullanıldığı gibi, Ehl-i Sünnet (Sünnî) kardeşlerimizin de bazıkaynaklarında aynı şekilde geçmektedir. Bakınız: Sahîh-i Buhârî c: 6 sh: 101, 124 c: 4 sh: 208, 209c: 8 sh: 155, 190, Sünen-i Tirmizi: Hd. no: 3769, Sünen-i Ebî Dâvûd: Hd. no: 4630, 4646... vb.

[5] Alemdâr (Ehl-i Beyt) takvimi 1997, Ali İrfan: Alevî ve namaz.

[6] Bakınız: Maurice Bucaille: Kitâb-ı Mukaddes Kur’ân ve bilim...

[7] Din hakkında geniş bilgi için bakınız: Sâlih Gürdal: Din nedir?, Yaşar Nûri Öztürk: Din ve fıtrat, Yusuf Kerimoğlu: Kelimeler kavramlar, Ali Ünal: Kur’ân’da temel kavramlar, Ali Şerîatî: Dinler târihi, Dîne karşı din..., Mevdûdi: Gelin Müslüman olalım, Hâşimî Rafsancanî: İslâm öncesi câhiliye ve din gerçeği, Murtazâ Mutahharî: Hak ve bâtıl, Mehmet Alagaş: Din gerçeği ve İslâm, Tevhît ve şirk, Seyyid Kutub: Din bu... vb.

[8] Bakara sûresi (2): 177

[9] Ra’d (13): 8, Furkân (25): 2, Ahzâb (33): 38, Vâkıa (56): 60

[10] 1990-2000 yılları  itibâriyle

[11] Mezheplerle ilgili bakınız: M. Ebû Zehrâ: Mezhepler Tarihi, Suphi Sâlih: İslâmmezhepleri ve müesseseleri, Abdulbâki Gölpınarlı: Tarih boyunca İslâmmezhepleri ve Şîilik, Zübeyir Yetik: İslâm düşünce târihinde mezhepler...vb.

[12] Şeyh Kuleynî: Ravzatu’l-Kâfî: c: 8 sh: 224 had. no: 283

[13] Saîd-i Nursî: Sözler, 25. söz, İşârâtü’l-Îcâz: sh: 11

[14] Müslim: Sahih-i Müslim: c:2 sh: 362, Tirmizi: Sünen-i Tirmizi: c: 5 sh: 328, 329, Nesâi: Hasâis-i Nesâi tercm: sh: 21, Ahmed b. Hanbel: Müsned: c: 2 sh: 14, 17, 26, 59, c: 3 sh: 366, 371, c: 5 sh: 171, 181, Dârimi: Sünen-i Dârimi: c: 2 sh: 431, Beyhaki: Sünen-i Beyhaki, El Hâkim: Müstedrek: c: 3 sh: 109, 148, Muttakî el Hindî: Kenzul Ummâl: c: 13 sh: 104, A. Z. Gümüşhanevî: Râmuzul Ehâdis: sh: 362, Taberâni: Mucemül Kebîr: sh: 137, Mucemüs Sağîr: c: 1 sh: 131, 135, Suyûti: Câmius Sağîr: c: 1 sh: 353, Muhyiddin Nevevî: Riyâzüs Sâlihîn tercm: c: 1 sh: 379, 380, İbrahim Canan: Hadis Ansp: c: 12 sh: 414-420, Rûdânî: Büyük Hadis Külliyâtı (Cemul Fevâid): c: 1 sh: 43, Yusuf Kandehlevî: Hayâtüs Sahâbe: c: 2 sh: 651, M. Âsım Köksal: İslâm Târihi: c: 17 sh: 313, Altı parmak peygamberler tarihi: sh: 554, Ziya Şâkir: Mezhepler tarihi: sh: 157, 158, İbnül Esîr: Üsdül Ğâbe: c: 2 sh: 12, İbn-i İshâk ve İbn-i Hişâm: Sîre, Tefsir-i İbn-i Kesîr: c: 4 sh: 113, Tefsir-i Hazin: c: 1 sh: 4, Suyuti: Dürrul Mensur: c: 2 sh: 60, c: 6 sh: 7, 306, Konyalı Mehmet Vehbi: Hülâsâtül Beyân: c: 13-14 sh: 5139, Kadı İyâz: Şifâ-i Şerîf: sh: 443, Seyyid Eyyüb b. Sıddık: Peygamberimiz ve dört büyük halîfe: sh: 433, Şemseddin Sivâsî: Dört halîfenin menkıbeleri: sh: 538, Salih Suruç: Peygamberimizin hayâtı: c: 2 sh: 682, Lütfullâh Ahmed: Hz. Muhammed’in hayâtı: c: 1-2 sh: 573-574, Saîd-i Nursî (r.h.): Lem’alar: sh: 22, M. Cemal Öğüt: Fâtımatüz Zehrâ: sh: 121, M. Necati Bursalı: Hz: Ebû Bekir: sh: 140, 141, Hz. Ali: sh: 182, 183, Hz. Fâtıma: sh: 184, Yaşar Kaplan: Hz. Ali: sh: 215-217, Burhan Bozgeyik: Oniki İmam ve Alevîlik: sh: 15, 20, 24, 28, 59, Mehmed Kırkıncı: Alevîlik nedir?: sh: 14, 59, 63, Cihan Aktaş: Hz. Fâtıma: sh: 70, Murat Sarıcık: Kavram ve  misyon olarak Ehl-i Beyt: sh: 45-47, Tevfik Ebu İlm: Hz. Fâtıma: sh: 49-53, Yaşar Nuri Öztürk: Ehl-i Beyt’in annesi Hz. Fâtıma: sh: 117, 118, Asrı saadetin büyük kadınları: sh: 143, Fuzûli: Hadikatüs Süadâ tercm: sh: 123, Abdulbâki Gölpınarlı: Mesnevi Şerhi: c: 2 sh: 144, Şeyh Kuleyni: Usûl-u Kâfî: c: 2 sh: 41, El-Harrâni: Tuhaful Ukûl tercm: sh: 65, 961, Şeyh Müfid: İrşâd (Oniki İmâm’ın hayâtı) tercm: sh: 126..160, M. Ticâni: Nasıl hidâyete erdim?: sh: 211, 212, M. Kıtay: Hakîki İslâm târihi ve Ehl-i Beyt: sh: 161, Prof. 1400 (Nazmi Nizâmi Sakallıoğlu): Ehl-i Beyt ilmihâli: sh: 53, Ehl-i Beyt davası: c: 1 sh: 311-314, c: 2 sh: 34, 517, Abdulbâki Gölpınarlı: Sosyal açıdan İslâm târihi: sh: 156, 157, Enis Emir: Fazilet-i Ehl-i Beyt-i Resûlillâh, Cafer Sübhâni: Hz. Ali’ye neler yaptılar?: sh: 122.., El-İlahiyat: c:2 sh: 585-586, Ehl-i Beyt Mesajı dergileri: sayı: 1, 2, 15.., Âyetullâh Humeynî (r.h.): İlâhî siyâsî vasiyetnâme tercm: sh: 23, Meydan Larousse: Ehl-i Beyt maddesi, Yeni rehber ansp: c: 6 sh: 209, Seyyid Şerafeddîn: El-Müracaat, Seyyid Ali Milânî: Risâleler, Allâme Emînî: El-Ğadîr...

[15] Kuleynî: Usûl-u Kâfî: c: 4 sh: 403 Kitâb-u fazli’l Kur’ân, hd. no: 13, Muhammed Bâkır Meclîsî: Bıhâru’l-Envâr: c: 46 sh: 107

[16] Kuleynî: Usûl-u Kâfî: c: 4sh: 409

[17] Kur’ân’ın her türlü tahrîf ve değiştirilmeden korunduğuna dâir bakınız: Cafer Sübhânî: El-İlâhîyât: c:2 sh: 945-949, Muhammed Hâdî: Sıyânetü’l Kur’âni mine’t tahrîf (Kur’ân’ın tahriften korunmuşluğu), ve bir sonraki dipnotta verilen kaynaklar.

[18] Kur’ân hakkında geniş bilgi için bakınız: A. Sabri Hamedani: İmâm Cafer Sadık buyrukları: sh: 134, İslâm’da ışıklı yol (Ehl-i Beyt yolu), Usûl-ü Kâfî: c: 4, Kur’ân’ın fazileti bâbı, Cafer Sübhani: El-İlâhiyât: c:2 sh: 206-416, Said-i Nursî (r.h.): Sözler: 25. söz, Şîa-İmâmiyye inançları: sh: 14, Seyyid Radıyy (r.h.): Nehcül Belâğa (Hz. Ali’nin söz ve hutbeleri) sh: 53, Mehdi Pur: Dînî makâleler, Şirali Bayat: Sûrelerin fazileti, Ali Kirazlı: Ben bir Alevîyim, Ehl-i Beyt Mesajı dergisi: sayı: 2, Seyyid Hüseyin Nasr: İslâm idealler ve gerçekler, Murtazâ Mutahhari (r.h.): Kur’ânî araştırmalar, Allâme Tabatabâî (r.h.): İslâm’da Kur’ân, Muhammed Bâkır Sadr (r.h.): Kur’ân okulu, Hâşimi Rafsancâni: Kur’ân çerçevesinde, Dr. Beheşti (r.h.): Kur’ânı anlama metodu, Ali Şeriati (r.h.): Kur’ân’a bakış, Muhammed Hüseyin Fazlullâh: Min vahyil Kur’ân, Şaban Karataş: Şîa’da ve Sünnîkaynaklarda Kur’ân târihi, Muhammed Kutub: Kur’ânı nasıl okuyalım?, Mevdudi: Kur’ânı nasıl anlayalım?, Mehmet Alagaş: Kur’âna yönelirken, Abdullâh Yıldız: Kur’ânı anlamak farzdır, M. Fethullâh Gülen: İnancın gölgesinde 2, Dr. İsmail Karaçam: Sonsuz mucize Kur’ân....vb.

[19] Kuleynî: Usûl-u Kâfî: c: 1 sh: 80 İlmin fazileti kitâbı, Furû-u Kâfî: c: 6 sh: 58, 60, Tehzîb: c: 8 sh: 55, İstibsâr: c: 3 sh: 288

[20] Kuleynî: Usûl-u Kâfî: c: 1 sh: 89 İlmin fazileti kitabı

[21] Sahîh-i Buhârî: Kitâbul Ahkâm: 51. Bâb c:8,Sahîh-i Müslim: had. no: 1821..., Sünen-i Tirmizi: had. no: 2223, Sünen-i Ebî Dâvûd: had. no: 4279, 4280, Müsned-i Ahmed bin Hanbel: c: 1 sh: 398, 406, c:5 sh: 86-89, 90, 92, 94-101, 106-108, 

[22] Kuleynî: Usûl-u Kâfî: c: 1 sh: 68, Şeyh Müfid: El-İrşâd tercm: sh: 327

[23] Usûl-u Kâfi: c: 1 sh: 80, Men lâ yahduruhul fakîh: c: 3 sh: 372, c: 4 sh: 264

[24] Men lâ yahduruhul fakîh: c: 2 sh: 88, c: 3 sh: 374,

[25] Usûl-u Kâfî: c: 1 sh: 68, 69

[26] Usûl-u Kâfî: c: 1 sh: 89

[27] Usûl-u Kâfî: c:1 sh: 9, 88, 89

[28] Bu dört kaynak için “Kütüb-ü Erbea” (temel dört kaynak eser) denilir.

[29] Hüseyin Hâtemî: Temel kaynaklardan yararlanmada yöntem.

[30] Bu altı kaynak için “Kütüb-ü Sitte” (temel altı kaynak eser) denilir.