0-5  5-50  50-95  95-140  140-175  175-215  215-255   255-300  300-340  340-380  380-415  415-445 

İCMÂ

İcmâ; Ehl-i Beyt mektebinin temel kaynaklarında yer alan rivâyetlerin bir konu üzerindeki ittifâk ve görüş birliğidir. Bu şekilde, üzerinde Ehl-i Beyt’in önderlerinin ittifâk ettikleri bir konu elbette ki genel olarak İslâm’ın diğer mekteplerinin de bir çok görüşleri ile uyum içerisinde olmaktadır.

Gerçek anlamda, İslâmî bir çok meselenin teferruatında değilse bile, asıllarda tüm Müslüman’lar arasında görüş birliği (icmâ) vardır. Ve bu, gün kadar açık ve nettir.[1]

AKIL

Akıl; Kur’ân’dan, sünnetten ve icmâdan bir delîl olmadığı zaman kendisine baş vurularak, hüküm çıkartmaya yarayan delillerden birisidir. Ancak, aklın bilgi elde etmesi ve bir takım hükümler çıkarabilmesi, bâzı sonuçlara varabilmesi için de nakil ve rivâyetlere ihtiyaç vardır.

Esâsen akıl; İmâm Cafer Sâdık’ın (a.s) buyurduğu gibi; “Kendisiyle, Rahmân olan Allâh’a ibâdet edilen ve cennet kazanılan şeydir.”[2]

Ehl-i Beyt mektebinde, şeytânın egemenliğine girmiş bir kalbe komşu olan ve kötü niyeti kendine kılavuz edinmiş, fesâda uğramış bir akıl(!) ve sorumsuzca, bâtıl yol ve amaçlarla yapılan bir kıyas(!) geçersizdir ve bunun adı da “şeytâniyet” dir.[3]

Allâh’ın Resûlü Muhammed (a.s)buyurdular;“Ey Ali! Cehâletten daha şiddetli fakirlik, akıldan da daha dâimî zenginlik yoktur.”[4]

Bütün ilimlerin kaynağı; Kur’ân,

Sünnet’in de kaynağı; Ehl-i Beyt’tir.  

EHL-İ BEYT MEKTEBİNDE İNANÇ VE AMELLERLE İLGİLİ TEMEL PRENSİPLER

DÎNİN ESASLARI (USÛL-Ü DÎN) HAKKINDAKİ İNANÇ

Ehl-i Beyt mektebine göre, dînin beş temel prensibi vardır. Ve bunlara, bu yola mensûp her Müslüman itikâd etmelidir.

1.Tevhîd

2.Nübüvvet

3.Mead

4.Adâlet

5.İmâmet

Biz, Ehl-i Beyt yolu bağlıları olarak inanırız ki; bu beş temel prensipten ilk üçüne inanan ve îmân eden herkes umûmî mânâda Müslüman’dır, kardeşimizdir. Onların, canı, malı, ırzı, nâmûsu, harâmdır, mukaddestir. Huzurlarında veya ğıyâblarında hürmetlerinin korunması vâcibtir. İmâmete inanmadıklarından dolayı -Allâh korusun- onlara hiç bir sûretle kin ve garaz beslenemez, haklarında kötü söz söylenemez. Allâh katındaki dereceleri ve durumları ancak Allâh’ın bileceği bir husus olup, Allâh’a havâle edilir.[5] Bu beş temel prensibi kısa ve öz olarak açıklayacak olursak;

TEVHÎD:

“Lâ ilâhe illallâh” cümlesi ile formüle edilen bu inanç, tüm Müslüman’ların itikatlarının belkemiği ve cennetin anahtarıdır.

Esâsen insanoğlu, fıtrat itibâriyle Allâh’ın varlığına inanmaya meyyâldir. Zîrâ, her neye bakılsa, o şey için;

Bu nedir?

Niçin yapıldı?

O’nu kim yaptı?

gibi sorular insanın aklına gelmektedir. Şu görünen ve adına “tabîât” denilen âlemi de insan düşündüğünde, bu soruları sormadan edemiyor ve yaratanı arıyor.

Genel olarak dört delîl vardır ki, bu delillerin her biri, bir gücün, bir kudretin, bir ustanın, bir yaratıcının varlığını, birliğini haykırmakta, anlayışı bağlanmamışlara , “Lâ ilâhe illallâh” gerçeğini tasdîk ve îlân etmektedirler.

Allâh’ın varlığını ve birliğini lisân-ı hâl ve kâl ile beyân eden delillerden bâzıları şunlardır:

1.Âfâkî deliller.

2.Süflî deliller.

3.Enfüsî deliller. (Bu üçüne; tekvînî-yaratılışsal deliller de denilir.)

4.Tenzîlî deliller.

Âfâkî deliller: Gökyüzüdür. Güneş’i, Ay’ı, yıldızları ve daha göremediğimiz, bilemediğimiz diğer varlıkları ile enginleşen o muhteşem gökyüzünü bir düşünelim. Düşünelim ki insanoğlu en yakın olan gök cisimlerine dâhi henüz varabilmiş, ancak yeterli bilgiye ulaşamamıştır. Buna karşılık neredeyse uçsuz, bucaksız bir gökyüzünde hareketlilik devam ediyor, Güneş ve Ay doğup batıyor, geceler gündüz, gündüzler gece oluyor. Aylar, mevsimler değişiyor ve bütün bu olup bitenler, şaşmadan, şaşırmadan düzen ve intizâm içerisinde milyarlarca yıldır devam edip geliyor. Bütün bunları görüyor, biliyor ve öğreniyoruz. Şimdi; ya bu gökyüzündeki varlıkların her birini görevlerinin şuurunda olan üstün akıllı birer varlıklar olarak kabul edeceğiz(!) veya hepsini bir düzen ve intizâm ile çekip çeviren üstün bir gücün, kudretin var olduğuna inanacak, îmân edeceğiz.

Evet...! Her şey O’nun varlığını haber veriyor; ve “ALLÂH BİR, ALLÂH BİR,ALLÂH BİR” diyor.

Süflî deliller: Yeryüzüdür. Dünyâmızı, yeryüzünü gözlerimizin önüne getirip şöyle bir düşünelim. Dağları, denizleri, gölleri, çölleri, gülleri, ağaçları, kurtları, kuşları, insanları, vahşî ve ehil hayvanları, sebzeleri meyveleri, çiçekleri, böcekleri kısacası yer altında ve yer üstünde hâlâ adlarını bilmediğimiz, renklerini, kokularını duymadığımız, nice nimetlerle süslenmiş olan şu güzelim dünyâmıza bakalım. Nasıl her türlü mahlûkâtın, canlı ve cansız her şeyin insanoğlunun hizmetine verildiğini görelim. Bitkiler, meyve ağaçları meyvelerini yalnızca soylarının sürmesi için mi veriyorlar? Sığırlar, koyunlar ve bir çok hayvanlar sütlerini yalnızca yavruları için mi veriyorlar? Arılar ballarını sırf kendileri için mi yapıyorlar? Tavuklar bunca yumurtayı yalnızca soyumuz tükenmesin diye mi yumurtluyorlar? Bitkiler, bizlere zarar verecek gazı soluyup oksijen üretirlerken, bu işi bilerek mi yapıyorlar? Daha sayamayacağımız binlerce, milyonlarca nimet, ikrâm, ihsân, güzellikler ve hizmetler... Bütün bunlar şüphesiz ki görünmez bir mutlak Hâkim’in varlığını belgelemektedir.

Evet...! Her şey O’nun varlığını haykırıyor; ve “ALLÂH BİR,ALLÂH BİR, ALLÂH BİR” diyor.

Enfüsî deliller: Bedenimizdir. Kendimizi bir yoklayalım. Ne kadar mükemmel yaratılmışız. Gözümüz görüyor, kulağımız işitiyor, elimiz tutuyor, ayaklarımız yürüyor. Akıl, idrâk verilmiş, hepsi yerli yerinde bir çok âzâlar verilmiş. Hele bir eldeki baş parmağın veriliş hikmetini ve yerini düşünelim. Saçlarımız sürekli uzarken, kaş ve kirpiklerimiz neden belli bir uzunlukta sâbit kalıyor? Organların tamamı yerli yerinde, kemâl-i nizâm ve intizâm ile, yerleştirilmişler, ve aralarında iş bölümü yapılmak sûretiyle görevlerini icrâ ediyorlar. Hayat güneşimizin batması ânına kadar görevlerini bir sâniye bile sû-i istimâl etmiyorlar. Uyuyoruz, irâdemiz dışında, kalbimiz, midemiz ve sâir organlarımız çalışmalarını sürdürüyorlar... Öyleyse; basit bir heykel, heykeltıraşı, bir resim, ressâmı, bir kitap, kâtibi hatırlatır da, bu insan denilen muhteşem sanat eseri, sanatkârını hatırlatmaz mı?

Evet...! Her şey O’nun varlığını bildiriyor; ve “ALLÂH BİR, ALLÂH BİR,ALLÂH BİR” diyor.

Tenzîlî deliller: Kitaplar ve peygamberlerdir. Nice aklî ve kevnî delîl ve burhanlardan sonra yine de dünyânın aldatıcılığına, şeytânın vesvese ve saptırıcılığına, nefsinin isyankârlığına kanarak, Allâh’ı hakkıyla var ve bir bilmeyenler için, yüce Allâh kitaplar indirmiş, Resûl ve Nebîler göndermiş ve insanoğluna hüccetini tamamlamıştır. O Resuller ve Nebîlerin her biri,dönemlerinde bir çok mûcize ve beyanlarıyla insanlara O’nu (c.c.) anlatmış, O’na dâvet etmişlerdir. Son kitap Kur’ân-ı Kerim’in hakkıyla okunup anlaşılması ve O yüce Resûl’ün (a.s.) gönüller açıcı kelâmına kulak verilmesi ile anlaşılmaktadır ki;

Her şey O’nun varlığını bildiriyor; ve “ALLÂH BİR, ALLÂH BİR, ALLÂH BİR” diyor.[6]

Şu kadar var ki; Allâh’ın varlığını kabul etmek, tevhîd akîdesinde olmak mânâsına gelmemektedir. Çünkü, yeryüzündeki dinlerin bağlılarının ekseriyeti Allâh’ı kabul etmekle beraber, O’nun zâtı ve sıfatlarını tevhîd noktasında gereği gibi bilip kabul etmediklerinden yanılgıya düşmekte, İslâm’ın ve tevhîd inancının hâricinde kalmaktadırlar. Allâh ki o kimseler hakkında şöyle buyuruyor: “And olsun ki onlara: “gökleri ve yeri kim yarattı? Güneş’i ve Ay’ı kim istifâdenize boyun eğdirdi?” diye sorsan, “elbette ki Allâh” derler...” [Ankebût (29): 61], “Onlara “kim gökten suyu indirip de, ölmüş olan yeri onunla diriltiyor?” diye sorsan, “elbette ki Allâh” derler...” [Ankebût (29): 63]

Demek ki; Allâh’ın varlığını kabul etmek önemli olmakla birlikte asıl mesele değildir. Şurası iyice bilinmelidir ki; TEVHÎDİN, BİR SIRR-I HAKÎKATI, ALLÂH’A ŞİRK KOŞMAMAKTIR. O’nu ve sıfatlarını güzelce bilmek, kavramak ve îmân etmektir. Peki;

Şirk nedir?

Şirkin çeşitleri var mıdır?

Şirkten nasıl uzak durulur?

Şirk; tevhîdin, birlemenin zıddıdır. Şirk; Allâh’a âit olanı, O’nunla birlikte başkalarına da âit bilmek, ortak koşmaktır. Şirkin bir kaç şekli vardır ki onların her birisi îmâna zarar verir, kişiyi mümin olmaktan ya da hakîki müminlikten uzaklaştırır.

1-Zâtî şirk: Allâh ile birlikte başka bir yaratıcının, yoktan var edicinin, bulunduğuna; maddenin bizâtihi kendi kendine var olduğuna ve ezelî ve ebedî olduğuna inanmaktır. Bu tür bir şirk, genellikle azınlıkta kalan az bir insan gurubunun içine düştüğü bir çeşit şirktir.

2-Yaratıcılıkta şirk: Allâh’ı tek yaratıcı kabul etmekle birlikte, O’nun, acziyetinden ötürü yaratırken yardımcılar tuttuğuna inanmak, ya da şer ve kötü olarak görülen bir takım şeylerin yaratılmasını Allâh’a uygun bulmamaktan, o şeyleri, başka bir varlığın yarattığına inanmaktır.

3-Sıfatlarda şirk: Yalnızca Allâh’a mahsus olan bâzı sıfatları (yaratma, yoktan var etme, mutlak ğaybı bilme, ezelî ve ebedî olma, kendi kendine var olma, hiç bir şeye ihtiyaç duymama, hüküm ve kanun koyma...vb.) Allâh’tan başkalarına vererek, O’na ortak koşmaktır.

4-Tapınmada şirk: Bu da insanın gizli yada açık, bilerek yada bilmeyerek, ibâdetlerinde kalben Allâh’a yönelmeyip, para, mal, mülk, makâm, mevki, şan, şöhret, desinler, riyâ, egoyu tatmin... vs. gibi çıkarlara yönelerek amel işlemekle ortaya çıkan örtülübir şirktir. 

İslâm, şirkin her türlüsünü reddeder ve onunla amansız bir şekilde savaşır.

Şirkten uzak kalmanın en kolay ve en kestirme yolu, şirkin ve tevhîdin ne olduğunu gerektiği gibi öğrenmek, Kur’ân’ı ve Sünnet’i, Ehl-i Beyt’in sîretini okuyup, anlamak, itikâd ve amellerde ihlâs üzere olmak, Allâh-u Teâlâ’dan hidâyet ve yardım niyâz etmektir.[7]

TEVHÎD’İN BİR SIRR-I HAKÎKATI DA TÂĞÛTU REDDETMEKTİR.[8]

Tâğût nedir?

Tâğût; Allâh’a ve O’nun hükümlerine karşı olan, kişi, kurum, yasa ve sistemlerdir. Allâh’ın emrine ilk karşı koyan varlık olarak şeytân tâğûtların elebaşısıdır. Allâh’ın her hangi bir emrini beğenmeyen, onu ağır ve çekilmez bulan, ve bu yolla şeytâna tâbî olan her nefis tâğûttur. Allâh’ın şerîatından her hangi bir hükmü çağdışı bulan ve onu uygulamamakla şeytâna uymuş olan her yönetici, kral, şâh, pâdişah, emîr, halîfe(!), reîs-i cumhûr, başkan, nefis...vs. tâğûttur. Allâh’ın dîninden olan bir hükmü, insanlara hoş görünmek, idârecilere yaranmak, bağlı olduğu gurubu haklı göstermek için gizleyen, tahrîf ederek anlatan her din adamı(!) tâğûttur. İnsanların Kur’ân ve Sünnet hükümlerine göre yönetilmediği, yasamanın bütünüyle seçen ve seçilenlere verildiği her sistem tâğûttur.

Alevî Müslüman, tâğûtu ve tâğût düzenlerini kökten reddeden insandır. Ve, Ehl-i Beyt yoluna bağlılığını bildiren bir Müslüman tâğûtu ve tâğûtî sistemleri reddederek, onlardan teberrî etmelidir. Zîrâ yüce Rabb’imiz Kur’ân’da “..Kim tâğûtu reddederek, Allâh’a îmân ederse, kopmayacak sağlam bir kulpa yapışmış olur...” [Bakara (2): 256] buyurmaktadır.

Tâğûtu ve tâğût sistemlerinin yasa ve hükümlerini reddetmenin ne kadar önemli ve gerekli olduğunu beyân eden şu rivâyet oldukça dikkat çekmekte ve insanı ciddî bir şekilde derinden düşünmeye dâvet etmektedir.

Râvi diyor ki; “Hz. İmâm Cafer Sâdık’a (a.s) arkadaşlarımızdan iki kişi arasındaki mîras veya borç ile ilgili bir anlaşmazlığı sultâna veya onun tayîn ettiği bir hâkime götürerek karar vermesini talep etmenin hükmünü sordum. Buyurdular ki; “Haklı yada haksız olduğu bir konuda, kim onlara muhâkeme olmayı isterse, muhakkak ki tâğûta muhâkeme olmayı istemiş olur. Onların verdiği bir hüküm ile, hakkı olan bir şeye dâhi kavuşulmuş olsa yine de haram işlenmiş olur. Çünkü, hakkına tâğûtun hükmü ile kavuşmuştur. Halbûki Allâh, tâğûtun inkâr edilmesini, ona başvurulmamasını emretmiş ve buyurmuştur: “...onlar tâğûta muhakeme olmak istiyorlar. Oysa kendilerine (Allâh tarafından) onu inkâr etmeleri emredilmiştir...” [Nisâ (4): 60][9]

O dönemde zâhiren de olsa “İslâm hukûkuna göre insanları yönetiyoruz(!)” iddiâsında bulunan zâlim idârecilere ve onların görevlilerine başvurmak ve itâat etmek, Ehl-i Beyt Îmamlarının (a.s.) hak olan kelâmları ile reddediliyor ve onlar tâğût kapsamında değerlendiriliyorsa; ya İslâm’a, İslâm hukûkuna alenen cephe açmış, onu hor, hakîr, gericilik, yobazlık, çağdışılık, olarak gören sistemler, düzenler, idâreler, yönetimler, hükûmetler, nasıl değerlendirilmeli? Onlardan medet bekleyenlere ve onlara destek verenlere, alkış tutanlara ne demeli? Bunlar nerede? Müslümanlık nerede? Ehl-i Sünnet olmak nerede?, Ehl-i Beyt’e bağlı olmak nerede? Alevî-Caferî-Bektâşî olmak nerede?[10] 

İmâm Cafer Sâdık (a.s) buyurdular; “Kim ki iki kuruşluk bir konuda bile Allâh’ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, o kimse Allâh’ı inkâr etmiş olur.”[11]

NÜBÜVVET:

İlâhî bir vazîfe ve rabbânî bir elçiliktir. Allâh, kullarına doğru yolu göstermek, dünyâda ve âhirette faydalarına olacak, mutluluklarını temin edecek hükümleri bildirmek, onları kötülüklerden, bozguncu gelenek ve göreneklerden arıtmak, hikmet ve marifet sahibi kılmak için içlerinden bâzılarını seçer ve görevlendirir. Bu görev, yalnızca elçilik, emir ve yasakları insanlara ulaştırmakla sınırlı olmayıp, Allâh adına yeryüzünde hilâfet ve imâmet görevini de üslenmek, her yönden beşer için güzel örnekler sergilemeye de şâmildir. Elbette bütün peygamberler günümüzdeki anlaşıldığı mânâda bir önderlik, devlet başkanlığı görevi îfâ etmemişlerdir. Ancak, dönemlerinin şartlarına en uygun bir tarzda, peygamberlik görev alanı içerisinde bulunan bölgelerde, topluma, kavimlerine en ideal örnek önderler, gelecek nesillere de birer numûne olmuşlardır.

Neslimizin ilk insanı ve ilk peygamberi Hz. Âdem (a.s) olup, son peygamberde Hz. Muhammed (s.a.a.)’dir. Kur’ân-ı Kerîm’de ve sahîh rivâyetlerde bildirilen bütün peygamberler haktır. Bu peygamberlerden kimisi, kimisinden derece bakımından üstün olmakla birlikte, en üstün olanı da şüphesiz Hâtemü’l Enbiyâ Hz. Muhammed (a.s)’dir. Peygamberler, kendi aralarında Nebî ve Resûl olarak iki ayrı makamda bilinmekle beraber, bir de bunlar arasında Ulu’l azm denilen peygamberler mevcuttur ki, bunlar; Hz. Nuh, Hz. İbrâhîm, Hz. Mûsâ, Hz. Îsâ ve Hz. Muhammed (Allâh’ın selâmı cümlesinin üzerine olsun.)’dir. Bu peygamberlerin her birisine ayrı ayrı birer şerîat verilerek, kitaplar gönderilmiş olması, onların “Ulu’l azm” peygamberlerden kabul edilmesine vesîle olmuştur.[12]

Yüce Allâh, peygamberlerini risâlet ve teblîğ ile görevlendirdiğinde bir kısım kimseler, onları reddetmiş ve amansız bir mücâdeleye girişmişlerdir. Allâh-u Teâlâ’da, elçisinin hak olup, kendisi tarafından seçilerek atandığının isbâtı için onlara bâzı mucizeler vermiştir. Bu mucizeler, genellikle peygamberlerin dönemlerindeki îmânsız insanları susturacak, iknâ edecek, o günün en gözde olan ilmî-edebî ve aklî gelişmelerinin üstünde tezâhür etmiştir. Kâinâtın efendisi olan Zât’a da (s.a.a.) yüzlerce mucize verilmiş olmakla beraber, kıyâmete kadar kalıcı olmak üzere Kur’ân-ı Kerîm gibi ebedî bir mucize de verilmiştir. Öyle bir mucize ki; üzerinden zaman geçmekle âdetâ daha da gençleşmekte, Peygamberimizi (a.s) ve teblîğ ettiği hakîkatleri ötelerin ötesinden her asırda tasdîk etmekte “MUHAMMEDÜN RESÛLULLÂH” nûrunu tüm dünyaya yaymaktadır.

Peygamberler mesûliyetlerinin ağırlığının gereği olarak, peygamberliklerini izhârdan önce de sonra da ma’sûm olup, zâhirî ve bâtınî her türlü ayıp, kusur, kir, günah ve çirkinliklerden uzaktırlar. Allâh’ın özel koruması altında tertemiz kılınmakla, insanlığa örnek olmuşlardır. Her birisi, insanların en akıllısı, en güzel ahlaklısı, en olgunu, en sabırlısı, en cesûru, en emîni, en takvâlısı, en cömerdi, en zâhidi ve soyca da en temiz olanıdır. Bu nûr öyle bir nurdur ki, puta tapan, zinâ eden bir soyda karar kılmaz.

Peygamberlerin bâzılarına suhuf, bâzılarına da Tevrat, Zebur, İncil olarak bildiğimiz ilâhî kitaplar verilmiştir. Bunlar, asıl olarak haktırlar, yalnız, günümüzdekiler aslına uygun olmayıp, tahrîf edilmiş haldedirler.

Kur’ân’da adı geçen her hangi bir peygamberi kabûl etmemek, ya da son peygamber Hz. Muhammed (a.s)’den sonra peygamber geldiğini veya geleceğini iddia etmek, son peygambere verilen ve ebedî mucize olan Kur’ân-ı Kerîm’in tahrîf edildiğini, aslı gibi olmadığını ileri sürmek kişiyi dinden-İslâm’dan çıkarıp kâfir yapar ki, böylesi bâtıl itikâd ve iddialardan Allâh’a sığınırız. Bu şekilde bir inanca sâhip olan kimselerin de ne İslâm ile ve ne de Alevîlik ile bir bağ ve iilişkileri yoktur.[13]

MEAD (ÂHİRETE VE YENİDEN DİRİLMEYE ÎMÂN):

Yüce Allâh bütün kâinâtı nasıl ki  insana hizmet için yaratmışsa, insanı da kendisine kullukta bulunması için yaratmıştır.

Her canlı, bir misâfirhâne dediğimiz şu dünyâya geldiğinde bir takım merhalelerden geçer; doğar, büyür, olgunlaşır, yaşlanır ve nihâyet ölür. İnsanoğlunun yaşamı ise diğer canlılardan mâhiyet îtibâriyle farklılık arzetmektedir. Kendisine akıl verilmiş olan, peygamberlerle yol gösterilen, kitaplar gönderilerek yolları aydınlatılan bu varlık, hem kendini yaratana, hem de evrendeki canlı cansız tüm varlıklara karşı sorumluluk ve vazîfe yüklenmiştir. Fakat görünen odur ki, her insan vazîfesinin şuurunda olarak bir hayat sürmemektedir. Gerek kendini yoktan var edene, gerek diğer canlı-cansız varlıklara, gerekse hem nefsine hem de hem cinslerine karşı sorumsuzluk örnekleri sergilemekte, zulme varan taşkınlıklar, densizlikler göstermektedir.

İşte; yeryüzündeki bu zulüm ve haksızlıkları esef ve üzüntü ile gören ve izleyen akıl sâhibi insanlar, bir ân için şunu akıllarından geçirmekte ve demektedirler.“Bu dünyada herkesin yaptığı kendine kalacak, kimse yaptığının karşılığını görmeyecekse, o zaman, şu âlemde ne büyük bir adâletsizlik ve başı boşluk vardır(!) Hayat nasıl bu kadar anlamsız ve zâlimden yana olabilir!?..” Evet! Bu esnâda, her hastalığı tedâvi eden tatlı bir ilâhî ses şöylece akla ve kalbe hitâp etmektedir: “Sizi boş yere yarattığımızı ve bize dönmeyeceğinizi mi sanıyorsunuz?” [Müminûn (23): 115]

“Sonra siz, bunun ardından (dünya yaşamının sonunda) öleceksiniz. Ve sonra da kıyâmet günü muhakkak diriltileceksiniz.” [Müminûn (23): 15-16]

“Kıyâmet günü adâlet terâzileri kurarız, hiç kimseye en ufak bir şekilde zulmedilmez. Bir hardal tanesi kadar da olsa, yapılanları hesâba çekeriz...” [Enbiyâ (21): 47]

Yeniden dirilmeyle ilgili olarak, insanlardan ve cinlerden, şeytânlaşmış kişilerin, zayıf inançlı kimselerin aklına ve kalbine ektiği; “...biz, çürüyüp, toz-toprak, un-ufak olmuş kemikler olduktan sonra mı tekrar diriltileceğiz?, bu, gerçekleşmeyecek bir hayaldir...” gibi şek, şüphe ve vesveseleri de şânı yüce Rabbimiz olan Allâh;“...onları ilk defâ (yoktan var ederek) yaratan diriltecektir. O, her türlü yaratmayı bilendir.” [Yasin (36): 79] buyurarak, yok etmekte, insanın îmânının sağlam ve sarsılmaz bir temele oturmasına, kemâl-i îmâna ermesine hidâyet etmektedir.[14] 

Evet, insan bu îmân ile birlikte, hem aklen, hem kalben mutmain olarak, o yüce Allâh’a hamd ve şükreder, hem de kendi haklarının haksızlardan alınıp kendisine verileceği, bütün zulüm ve haksızlıkların hesabının görüleceği günü iştiyakla bekler. Ayrıca, kâmil bir mümin, Allâh’ın huzûruna zâlim olarak çıkmamak, Peygamberin ve Ehl-i Beyt’inin (s.a.) nûr yüzlerine alnı açık, yüzü ak, başı dik, lekesiz bir sîmâ ile çıkabilmek ve onlara utanç vesilesi olmamak için, temiz, güzel, hayırlarla süslenmiş bir yaşam sürmeye çaba sarfeder.

Rabbimiz, bizleri hesabı kolay görülenlerden, cennet ve cemâli ile müşerref olanlardan eylesin!.[15]

ADÂLET:

Yüce Allâh’ın, hiç kimseye zulmetmeyeceğine ve akl-ı selîmin, kötü ve şer olarak gördüğü şeyden Allâh’ın münezzeh olduğuna inanmak ve îtikâd etmektir.

Târih içerisinde insanlar üzerinde zulüm düzenleri kuran, terör estiren idâreler ve onların yardakçıları, yandaşları öyle zamanlar olmuş ki; işledikleri her cürüm ve cinâyetleri Allâh’a nisbet etmişlerdir. Tâbiri câiz ise, yanlışlıkları kendileri yapmışlar, faturayı ise Allâh adına kesmişlerdir. Bu durumda ise, hem toplumun îmânı, hem de îmâna dayanan adâlet anlayışı sarsılmış, bunların yerini zulüm ve küfür karanlığı kaplamış, hem de Allâh’ın zâtı ve sıfatları  hakkında yersiz ve yakışıksız inançlar oluşarak, bir çok fesat akımları ortalığı sarmıştır.

Bu, Kur’ân’a ve sahîh sünnete uygun olmayan bâtıl itikâdların düzeltilmesi için Ehl-i Beyt İmâmları (a) Adâletin, hem Allâh’ın sıfatları içerisindeki yerini ve önemini, hem de toplumsal yapıdaki yeri ve önemini öncelikli olarak gündeme getirmişler, zâlimlerin, İslâm’ın nurlu yüzünü karartma çabalarını boşa çıkartmışlardır.

Ehl-i Beyt yoluna göre Allâh; Kur’ân’ın apaçık naslarıyla sâbittir ki mutlak âdildir. Bu dünyâda da âhiret yurdunda da kullarına zerre miktârı zulmetmez. Dünya âleminde görülen zulüm ve haksızlıklar, şerler, insanların amellerinin sonucu olup, âhirette mutlak olarak karşılıkları verilecektir.

Ve yine yeryüzünde şer gibi görünen bâzı hâdiseler cereyan etmektedir ki, bunlar, izâfî-nisbî-göreceli bir şer olup, hayır yanları baskındır ve hayır amaçlıdır. Bunların her biri kazâ, kader, cebr, ihtiyâr, hüsün, kubuh gibi kelâmî meselelere dâir olup üzerinde fazlaca durmaya imkânımız müsâit değildir. Ancak, kalbinde vesvese, aklında konu ile ilgili sorunları olanlar, ehil olan kimselerden bu sorunları için tatmîn edici bilgiler talep edebilir, ilgili mûteber eserlere başvurabilirler.[16]

İMÂMET:

İmâm; Ehl-i Beyt mektebine göre, peygamberlerden sonra, ümmete yol göstermek, onları hidayete irşat etmek amacıyla Allâh’ın emri ile, peygamberler tarafından vasî olarak tayin edilen kimsedir. Özellikle de son peygamber Hz. Muhammed (a.s)’in aramızdan ayrılmasından sonra nübüvvet ve risâletle görevlendirme son bulduğundan, bu dînin korunup gelecek nesillere saf ve tertemiz iletilmesi görevi Allâh’ın irâdesi ve peygamberimizin aracılığı ile vasîlerine verilmiş ve onlar ümmetin İmâmlığına tayîn edilmişlerdir. Peygamberimizin sonsuzluğa kanat açmasından sonra ümmetin işlerini çekip çevirecek, Kur’ân-ı Kerîm’in ve hadîs-i şeriflerin zâhirî-bâtınî hakîki manalarını beyân edecek ve onlardan çıkarılan hükümleri tatbîk edecek bir liderin ve liderliğin (İmâmetin) gerekli olduğunu kabul etmek farzdır ve aklen de elzemdir.

İmâmetin gerekliliğini kabul etmek, Ehl-i Sünnet kardeşlerimizle, biz Ehl-i Beyt mektebi mensupları (Alevî, Şîi, İmâmî, Caferî...) arasında ortak bir inançtır. Şu kadar farkla ki;

Kardeşlerimiz; bu makâma belli şahısları değil, şartları tuttuğu takdirde, tüm Müslüman’ları-sahabîleri (r.a.) lâyık görüyorlar.

Biz; var olan ve inandığımız naslar gereği, bu makama sayıları belli olan, Oniki İmâm (a.s) olarak bilinen zâtları lâyık biliyoruz. 

Kardeşlerimiz; bu makamı Kur’ân ve Sünnetin tatbîk edildiği dünyevî yöneticilik ve hilâfetten öte görmüyorlar.

Biz; dünyevî hilâfete ilâveten, bu makâmın sâhiplerinin, Kur’ân-ı Kerîm’i ve Sünnet’i en iyi anlayıp koruduklarına, Nûr-u Nebîyi taşıdıklarına, Hz. Allâh katında zamanlarının en üstün Velâyet mertebelerinde olduklarına inanıyoruz.

Kardeşlerimiz; İmâmlığa kimin geçeceği ile ilgili Kur’ân’da ve Resûlullâh’ın (a.s) hadislerinde açık bir hüküm olmadığını söylüyorlar.

Biz; bu konuda yeteri kadar nasların, işâretlerin olduğuna inanıyor, bu bilgilerin temel kaynak eserlerde günümüze kadar ulaştığını savunuyoruz.

Elbette ki en doğrusunu Allâh bilir.

İmâmetin en önemli İslâmî farzlardan, hattâ, îmândan sonra ikinci sıradaki farzlardan olduğunu ifâde eden bâzı Ehl-i Sünnet (Sünnî) âlimi kardeşlerimizin görüşleri şöyledir:

“Hilâfet veya İmâmet şerî bir farzdır. Şerîat onu her Müslüman’a vâcip kılar. Bu farz yerine getirilinceye kadar, bütün Müslüman’lar sorumludur.”[17]

“İmâmet-i Kübrâ, Müslüman’lar üzerinde genel tasarrufa sahip olan makama verilen isimdir. Bu, Peygamber (a.s.)tarafından bize hilâfet yoluyla intikal eden reislik ve başkanlık demektir... Bu itibarla devlet başkanının tayîni en önemli farzlardandır...”[18]

“Bütün (mezhep) İmâmları, İmâmetin farz olduğu üzerinde ittifâk etmişlerdir. Dînin emirlerini uygulayan, mazlumları zalimlerin elinden kurtarıp haklarını alacak bir İmâm, bütün Müslüman’lar için gereklidir. Binâenaleyh, tüm dünyâda aynı zamanda iki İmâmın Müslüman’ları idâreye kalkışmaları hiç bir zaman câiz değildir...”[19]

“Din usûlünün dördüncüsü İmâmettir. İmâmet genel bir riyâsettir. Dünyâda din işlerini, peygamber (a) yerine, çekip çeviren kimsenin makâmıdır. İmâmla peygamber arasında vahiyden başka bir fark yoktur. İmâm şerîatın bekçisi, muhâfızıdır. Bu sebeple, İmâmın kötülüklerden münezzeh, temiz, masûm olması îcâp eder. Hiç bir eksikliğinin olmaması gerekir.[20]

“...İslâmî eserlerde halîfe, sultân, Ulul Emr ve İmâm kavramları hep aynı mânâları, mâhiyeti beyân için kullanılmıştır... İmâm Ebû Muîn En Nesefî: “Üzerimizde İslâm devlet başkanı olan İmâmı (Ulu’l Emr’i) görmeden bir günün (bile) geçmesi câiz değildir. İmâm, devlet başkanı olan halîfedir. İMÂMETİN HAK OLDUĞUNU KABUL ETMEYEN KİMSE KÂFİR OLUR.. Çünkü dînî hükümlerden bir kısmının farz olması İmâmın varlığına bağlıdır. Cuma namazı, bayram namazı ve yetimleri evlendirmek gibi... İmâmı inkâr eden kimse, farzları inkâr etmiş olur. Farzları inkâr eden de kâfir olur.” hükmünü zikreder.” (Yusuf Kerimoğlu: Kelimeler kavramlar: c:1 sh: 87)[21]

Hz. Peygamberimiz (a.s) buyuruyorlar; “...Her kim boynunda bîat (beyat) olmadığı halde ölürse, cahiliye ölümü ile ölmüş olur.”[22]

Ehl-i Beyt mektebi, Oniki İmâm yoluna göre ise, İmâmet makâmı; Kur’ân âyetlerinin işâretiyle, risâlet ağacının solmaz gülü olan Hz. Muhammed (a.s)’in ilâhî emirler çerçevesindeki beyân, tavsiye ve tayîni ile ilâhî bir makâm olarak tanıtılmış ve bu makâma lâyık olanların kimler olduğu açıklanmıştır.

Bu makâmın vârisleri olan Ehl-i Beyt İmâmları (Allâh’ın selamı üzerlerine olsun), vahiy hâriç olmak üzere; takvâda, cesârette, güzel ahlakta, ilimde, celâl ve cemâlde, temizlik ve zerâfette, şirk-tuğyân-zulüm ve her türlü günahlardan berî ve uzak olmakla masûmlukta, âdetâ Resûl-ü Ekrem’in (Salât ve selâm O’na ve Âli’ne olsun) birer aynasıdırlar. Ve bu zâtlar, inancımıza göre ONİKİ İMÂM’lar  olarak bilinen kişilerdir.

Bu konudaki inanç ve itikâdımızın temelleri olarak kabul ettiğimiz bâzı âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler şunlardır:

Ehl-i Beyt yoluna göre İmâmete inanç ile ilgili bazı temel deliller;

Âyet-i Kerîmelerden bâzıları;

Mâide sûresi (5): 67.ayetindeki:“Ey Elçi! Rabbinden sana indirileni teblîğ et, eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allâh seni insanlardan korur...” buyruğunda insanlara duyurulması istenen mesaj, İmâm Ali’nin İmâmet ve Velâyeti olup, bu âyet Ğadîr-i Hum’da[23] nâzil olmuş görevi gereği peygamberimiz (a.s), İmâm Ali’nin Velâyetini bütün ashâbına (r.a.) îlân etmiş ve “...Ben kimin velîsi isem, Ali’de onun velîsidir. Ey Allâh’ım Ali’yi velî edineni sen de velî edin! O’na düşman olana, sen de düşman ol! O’na yardım edene sen de yardımcı ol! O’nu aşağılamaya çalışanı dazelîl et!..” buyurarak Velâyet ve İmâmet tezkeresini o mübârek kelamları ile mühürlemişlerdir.

Nisâ sûresi (4): 59. ayetindeki: “Ey îmân edenler! Allâh’a itaat edin, Resûle ve sizden olan Ulu’l- Emre’ de itaat edin!..” buyruğunda yer alan “Ulul Emr” in kimler olduğu Ehl-i Beyt kanalıyla gelen rivâyetlerde ve bir çok Ehl-i Sünnet âlimlerinin beyânıyla da açıklanmıştır ki; onlar; altın soy olan Ehl-i Beyt İmâmlarıdır ve Oniki muhterem zâttırlar.

Mâide sûresi (5): 55. ayetindeki: “Sizin velîniz ancak Allâh, O’nun elçisi ve namazlarını kılan ve rüku halinde zekâtını (sadakasını) veren müminlerdir.” buyruğunda peygamberimizden sonra müminlerin velîsi olduğu belirtilen ve bâzı özellikleri bildirilen zât, bir çok Alevî (şîi) ve Sünnî rivâyetlerde ifâde edildiği üzere İmâm Ali (a)’dir.

Ahzâb sûresi (33): 33. âyetindeki: “...Ey Ehl-i Beyt! Muhakkak ki Allâh sizden her türlü kiri, günâhı (ricsi) uzak tutup, sizleri tertemiz kılmayı murâd ediyor.” buyruğunda, günah ve her türlü maddî ve manevî pislikten mutahhar olmalarını, Allâh’ın kendi üzerine aldığı, Ehl-i Beyt’in fertlerinin kimler olduğu sahîh ve güvenilir yollarla günümüze kadar ulaştırılmış ve bu zâtların; “Hamse-i Âl-i Âbâ” tabîr edilen; Hz. Muhammed (s.a.a.), Hz. Fâtıma (a), Hz. İmâm Ali (a), Hz. İmâm Hasan (a) ve Hz. İmâm Hüseyin (a) efendilerimiz olduğu açıklanmıştır.

Şûrâ sûresi (42): 23. âyetindeki: “...(Ey Resûlüm) De ki; yapmış olduğum tebliğe karşılık, sizden, yakınlarımı sevmenizden başka bir ücret istemiyorum...” buyruğunda, sevilmeleri Allâh tarafından emredilen, farz kılınan “yakınların” kimler oldukları sağlam rivayetlerle ortaya konulmuş, bu zâtların da Ehl-i Beyt’in fertleri olduğu sübût bulmuştur.

Mâide (5): 3; İkmâlüddîn âyeti, Âl-i İmrân (3): 61; Mübâhale âyeti ve daha nice âyet-i kerîmeler...

Sünnet’e, hadîs-i şerîflere gelince;

Hazreti Ali’nin, Resûlullâh’tan sonra, bütün müminlerin velîsi olduğunu beyân eden “ĞADÎR-İ HUM” hadîsi, Hazreti Ali’nin, Resûlullâh’ın yanındaki konumunun, Hazreti Hârun (a.s.)’un Hz. Mûsâ (a.s.)’nın yanındaki konumu gibi olduğunu bildiren “MENZİLET” hadisi, ilk inen âyetlerden olan Şuarâ (26): 214. âyeti; “(önce) en yakın akrabânı uyar.” nâzil olduğunda teblîğ amaçlı yapılan yakın akrabâ toplantısında, Hz. Ali’nin vasî, vezîr ve halîfe olarak tanıtıldığı “YEVMÜ’D-DÂR” hadîsi, Ehl-i Beyt’i Nûh (a.s.)’un gemisine teşbîh ederek, binenlerin kurtulacağı müjdesini veren, ayrılanların ise helâk olacaklarını inzâr eden “SEFÎNE-İ NÛH” hadîsi, “Benden sonra Oniki halîfe (İmâm-emir) gelecektir, hepsi de kureyştendir...” buyrularak, Oniki İmâm’ların geleceğini bildiren “ONİKİ HALİFE” hadîsi, vedâ haccında ve muhtelif zamanlarda ümmete emânet olarak bırakıldığı bildirilen, iki emânetten bahseden “KUR’ÂN VE EHL-İ BEYT EMÂNETİ” (SEKALEYN-HALÎFETEYN) hadîsi, İmâm Mehdî (a.f.) ile ilgili onlarca hadîs ve daha nice hadîs-i şerîfler...[24]

Hazreti Peygamber (a.s) buyurdular; “Ey İnsanlar! Aranızda iki ağır (önemli) emânet bırakıyorum. Birisi, Allâh’ın gökten yere uzanan bir ipi olan Kur’ân, diğeri ise itret’im, Ehl-i Beyt’imdir. Bunlar, kıyâmette Kevser havuzunun başında bana ulaşıncaya kadar birbirlerinden ayrılmazlar. Bu ikisine sarılırsanız aslâ dalâlete düşmezsiniz.”[25]

Canlar cânı (s.a.a.) buyurdular; “Oniki halîfe olduğu müddetçe İslâm azîz olacaktır. Onların hepsi de Kureyş’tendir.”[26]

Oniki halîfenin kimler olduğunu beyân eden ve Ehl-i Sünnet âlimlerinden bâzı kimselerin nakletmiş oldukları aşağıdaki rivâyette oldukça dikkat çekicidir.  

Hz. Resûlullah (a.s) efendimiz şöyle buyurdular; “Ben peygamberlerin efendisiyim. Ebû Tâlibin oğlu Ali’de vasîlerin efendisidir. Benden sonra Oniki vasîm vardır. İlki, Ali b. Ebî Tâlib, sonuncusu ise Mehdî’dir.”

Yine Nebîler başbuğundan (a.s) nakledildiğine göre şöyle buyurdular; “Mîrac gecesi göğe yükseldiğimde yüce Rabb’im bana şöyle buyurdu: “Peygamber, Rabb’inden kendisine nâzil olanlara îman etti...” [Bakara (2): 285] dedim ki: “müminler de”, buyurdu ki; “doğru söyledin ey Muhammed! Ben yeryüzü ehline şöyle bir nazar kıldım ve içlerinden seni seçtim. Sonra, kendi isimlerimden birinden senin için bir isim seçtim. Benim zikrolunduğum her yerde sen de benimle zikrolundun. Ben Mahmûd’um, sen de Muhammed’sin. Sonra bir nazar daha kıldım, diğerlerinin içinden de (velî) olarak Ali’yi seçtim. O’nu da kendi adlarımdan birisi ile adlandırdım. Ey Muhammed! Seni, Ali’yi, Fâtıma’yı, Hasan’ı, Hüseyin’i ve Hüseyin’in soyundan olan İmâmları kendi nûrumdan yarattım, sizlerin velâyetinizi göklerin ve yerin ehline sundum...

Ey Muhammed! Eğer kullarımdan bir kul nefesi kesilinceye kadar ve derisi kemiğe yapışıncaya kadar bana ibâdet etse dâhi eğer sizin velâyetinize karşı çıkarsa onu affetmem. Ey Muhammed! Onları görmek ister misin?” Dedim ki; “Evet ey Rabb’im.” Bana buyurdu ki; “Arşın sağ tarafına bak.” bakınca; Ali, Fâtıma, Hasan, Hüseyin, Ali b. Hüseyin, Muhammed b. Ali, Cafer b. Muhammed, Mûsâ b. Cafer, Ali b. Mûsâ, Muhammed b. Ali, Ali b. Muhammed, Hasan b. Ali ve Muhammed Mehdî b. Hasan’ı gördüm. O (Mehdî) onların içinde inci misâli parlayan bir yıldız gibiydi. Buyurdu ki; “Ey Muhammed! Onlar, benim kullarıma hüccetimdir. Onlar, senin vasilerindir...”[27]

Gönüller Sultânı (a.s) buyurdular; “Dünya, ömründen bir gün bile kalmış olsa, Allâh, Ehl-i Beyt’imden ismi ismime uygun Arap birini zulüm ile dolmuş olan dünyâyı adâletle doldurması için göndermedikçe yok olmayacaktır.”

“Mehdî, Fâtıma’nın evlatlarından olan soyumdandır.[28]” 

“Aleviyim” demekle, Alevî olunmaz.

Alevî, Ali (a.s) gibi yaşamakla olunur.

İMÂMET İNANCININ GÜNÜMÜZE BAKAN YÖNÜ

İmâmet inancı; konumuzun başında da belirttiğimiz üzere, Ehl-i Beyt anlayışına göre, hem dînî liderlik, hem de dîne dayalı dünyevî hilâfet ve yönetimi içerisine almaktadır.

Müslüman’ların târihine baktığımızda; bir yüzünde; yüz kızartıcı, nâhoş, İslâm dışı uygulamalar, yönetimler ve zulüm düzenleri görmekteyiz. Diğer yüzünde ise, aydınlık bir çehre, zulme baş kaldıran, adâlet ve özgürlük âşığı zâtların mücâdeleleri, gelecek nesillere devredilmiş, kıymetli İslâmî ve ilmî eserler, bütün kir ve rezâletlerden uzak bir hayat geçirmiş bir çok İslâm büyüğünün ömür sayfaları, insanlığın bilim ve medeniyette gelişme ve ilerlemelerine ışık tutmuş İslâmî-ilmî çalışmalar, hatasıyla, sevâbıyla İslâm gerçeğini dünyanın dört bir yanına ulaştıran, insanları İslâm’dan haberdâr kılan Müslüman’lar, gayr-i müslimlerin egemen olduğu toplumlardaki fâhiş sapma ve çöküntülere göre nisbî de olsa hakka ve adâlete uygunluk arzeden kısmî yönetim ve idâreleri görmekteyiz.

Bunlardan da önemlisi Resûlullâh’ın (a) rıhletinden sonra, kıyâmete kadar bâki kalmak üzere ebedî rehberler olan Kur’ân ve Mutahhar Ehl-i Beyt’in ve İmâmların (a) tertemiz sîret ve sünneti korunmuş ve bizlere ulaştırılmıştır.

İnancımız odur ki; Ehl-i Beyt İmâmları (a.s), Kur’ân’ın beyân ve tefsîri, sünnetin teblîğ ve teşvîki noktasında Müslüman’lara İmâmlık yaptıkları gibi, dünyevî hilâfet noktasında da kesintisiz olarak İmâmet-Hilâfet makâmına geçirilse, hakları gasb edilmese ve ümmet gereği gibi onlara itaat etse idi, dünyâ; adâletin egemen olduğu, insanların mutlu ve huzur içerisinde bir hayat sürdükleri cennet misâli bir diyâra dönüşecekti. Ancak, târihî bâzı hata ve sapmalar, sebepler ve sonuçlar çerçevesinde bu durumun olumsuz bir şekilde neticelenmesine yol açtı.

Her neyse...

İmâmlar, dünyevî hilâfet makâmından uzak tutuldukları halde, Allâh’a sonsuz hamd ve şükürler olsun ki; öğretilerinin yayılması engellenemedi ve dînin ebedî hakîkatleri, Kur’ân’ın birer müfessiri olan zâtlarca açıklandı ve bizlere sahîh ve güvenilir yollarla ulaştırıldı.

Bu, Kur’ân’ın eskimez, yıllar geçtikçe tâzelenen gerçekleri ile sünnet ve masûmların sîretinde, bir insanın doğumundan ölümüne kadar, gerek şahsî planda, gerekse toplumsal alanda karşılaştığı bütün soru, sorun ve çözümleri ile, sorumluluklarını ihtivâ eden cevherler doludur.

Peki; bu cevherler, masûmların hakka kavuşması ve aramızdan ayrılması ile kitapların tozlu sayfalarında mı kalacaktır? Yalnızca, abdest, namaz, zekât ve benzeri şahsî konularda ve bâzı ahlâkî noktalarda mı bize yol gösterecektir? Sorun sadece ferdî uygulamada İmâmlara uymak idiyse, onların zâlim iktidarlar ile mücâdeleleri ne mânaya geliyordu?

Hele; Allâh’ın kudreti ile hayatta olduğuna ve bir gün gelerek İslam ümmetine komuta ve önderlik edeceğine, adâlet düzenini kuracağına inandığımız İmâm Mehdî (a.s), şu anda zâhir olmadığına ve bu sır oluşun yıllarca sürdüğüne ve kim bilir daha nice yıllar devâm edeceğine inandığımıza göre, bu dönemde Müslüman’lar ne yapacaklar? Dîni tamamen rafa mı kaldıracaklar? Ferdî ibâdetlerini yerine getirip, dünyâdaki mevcut sistemlere ve zulüm çarklarının dönüşüne seyirci kalacak “amân bana ne” diyecek ya da -Allâh etmesin- onlara alkış tutacak, itaat ederek destek mi verecekler? Böyle bir anlayış ne kadar da Kur’ân’a zıt, peygamber efendimizin sünnetine aykırı ve masûmların sîretine (gidişâtlarına) muhâliftir.

Öyleyse; hâl-i hazırda ne yapılacaktır? Dünyânın her neresinde olursa olsunlar, hangi İslâm mezhebine ve tarîkatına mensûp bulunursa bulunsunlar, hangi ırktan gelirlerse gelsinler “Lâ ilâhe illallâh, Muhammedün Resûlullâh” kelime-i tevhîdine bağlı Müslüman’lar neye ve kime tâbî olacaklar? Başı boş, dağınık, parça-bölük, ezilmiş, sürülmüş, hakları ellerinden alınmış, mazlûm, mağdûr, mustazaf, perişan, hep gözleri yaşlı, gönülleri gamlı, bağrı yanık ve çilekeş mi kalacaklar?

Şüphesiz ki hayır!.. Binlerce hayır!

Bu zaman diliminde; Alevîsiyle, Sünnîsiyle bütün Müslüman’lar, ferdî ibâdetleri ile ruhsal kemâle ermeye ve toplumsal güzellikler oluşturmaya çalışacak. Ailelerinden başlamak üzere İslâm’ın tüm güzelliklerini öğrenerek yaşayacak. Suya atılan ve halka halka genişleyen dalgalar gibi İslâmın yaşanarak yayılmasına vesîle olacak. İslâm ahlâk ve fazîletinin yerleşmiş olduğu mahalleler, köyler, kasabalar, şehirler, bölgeler ve ülkeler oluşturacak. Vakit tamamlandığında, tabii bir sevgi, kardeşlik ve îmân atmosferinde, İslâm âlimleri, İmâm Mehdî’nin gelişine zemin hazırlayan ortamın devâmı için İslâm ümmetinin rehberini seçecek ve İmâm’ın vekili konumunda olan seçilmiş; âdil, fâkih, ihlaslı bir önder, rehberlik vazîfesini îfâ etmeye çalışacak ve bu İslâm bayrağını İmâm Mehdî (a.s.) ’ye sunmak üzere Allâh’a kul, Peygamber (a.s)’e ümmet, İmâm’a itaatkâr bir cemaat olacak fertleri yetiştirme çalışmasını tanzîm edecek, yönlendirecektir.

O günlerin gelmesi ise; hem Ümmet-i Muhammed arasındaki ayrılığın ve yanlış anlamalardan kaynaklanan kin, buğz, düşmanlık ve fitnelerin yok edilmesine, hem de Allâh’ın izni ile Rehber’in, İmâmın vekili konumundaki âdil bir liderin, ümmetin ortak reyi ile seçilmesine bağlıdır.

Böylece, özelde İslâm ağacının iki büyük dalı olan ve her biri farklı bölge ve iklimlerde güzel meyveler veren Ehl-i Beyt yolu bağlısı Şîa’lar-Alevîler ile Ehl-i Sünnet mektebi bağlısı Sünnîler arasında ve genelde de tüm Müslüman’lar arasında vahdet, birlik ve dirlik oluşur, zillet imhâ, izzet ihyâ edilir. Ki; Alevî ve Sünnî kardeşliğinin, birliğinin ve dirliğinin gerekliliği hususunda bâzı ârif zâtlar şöyle buyuruyorlar:

Alevî-Sünnî kardeşliği hakkında;

“...Ey Ehl-i Hak olan Sünnet ve’l cemâat! Ve ey Âl-i Beyt’in muhabbetini meslek ittihaz eden Alevîler! Çabuk bu manasız ve hakikatsız, haksız, zararlı olan nizâı aranızda kaldırınız. Yoksa, şimdiki kuvvetli bir surette hükmeyleyen zındıka cereyânı birinizi diğeri aleyhinde âlet edip, ezmesinde istimâl edecek (kullanacak). Bunu mağlûb ettikten sonra, o âleti de kıracak. Siz Ehl-i Tevhîd olduğunuzdan uhuvveti (kardeşliği), ve ittihâdı (bir olmayı) emreden yüzer esaslı râbıta-i kudsiye (kutsal bağlar) varken, iftirâkı (ayrılmayı) iktizâ eden (gerektiren) cüzî meseleleri bırakmak elzemdir.”[29]

“...Bugün; Sünnîsiyle, Şîisiyle (Alevisiyle) bütün Müslüman’ların dövüşerek değil, İslâm ve yüce Kur’ân’ın emri gereği uzlaşacakları bir gündür. Kur’ân-ı Kerîm her ne sûrette olursa olsun (haksız yere) çekişmeyi yasaklamıştır. Eğer Müslüman’lar birbirlerine düşerlerse güçlerinden olurlar, insanlıklarından uzaklaşırlar ve beşeriyeti cezbeden vasıflardan uzak kalırlar...”

“...Müslüman’lar birleştikleri, birlikte oldukları, aynı ülküyü paylaştıkları, İslâm’ı her yerde canlandırdıkları ve Müslüman’lara kâfirlerin müdâhelesini önlemek üzere ittifâka vardıkları gün, kutlu bir gün olacaktır...”[30]

“Bir Sünnî ile bir Alevî-Şîi birlikte yolculuk ediyorlarmış. Önlerine derin ve geniş bir hendek çıkmış. Alevî: “Ben yâ Ali der, bu hendeği atlarım” demiş, ve dediği gibi de yapmış, amma, hendeğin orta yerine yuvarlanmış.

Dar görüşlü Sünnî de: “Benyâ Ömer der, bu hendeği atlarım” demiş ve o da dediği gibi yaparak hendeğin ortasında hâlâ yanını, belini ovalayan Alevînin yanına düşmüş.

İki kafadar düştükleri hendek içinde bir yandan incinen yerlerini ovuştururlarken, bir yandan da baş başa verip düşünmüşler ve şu hükme varmışlar:

“Bu işte ne Ali’nin ne de Ömer’in kabahatleri yoktur. Kabahat olsa olsa hendeği bu derece geniş kazanlarda ve etrafından dolaşarak yola devam etmek varken, Ali’yi ve Ömer’i çağırarak atlamaya kalkanlardadır.”

Ve, bu iki arkadaş birbirlerine omuz vererek hendekten çıkmışlar, yollarına devam etmişler.

Ey Îmân ehli!

Dünyada tek başına dâhi kalsan, yine de Habl-ı İlâhî (Allâh’ın ipi) olan Kur’ân-ı Kerîm’den ve Nebîler serverinden ayrılma. Mümin ve Müslüman olarak ölmeyi, sâlihlere katılmayı, gece gündüz Allâh’tan dile. İkilik yapma! Tevhîd üzere ol! Îmânda sebat kıl! Kendi kendine (bilgisizce) hüküm vermeye kalkma! Hüküm versen bile, verdiğin hükme kendin uy, başkalarını da kendi görüşlerine çağırma! Diğer mezheplerde bulunan Kıble ehlini kâfirlikle suçlama! Cenâzelerinde hazır ol! Yalnız Müslüman’lara değil, bütün mahlûkâta karşı şefkatli ve merhametli ol! Bütün Müslüman’ları kardeş bil! Halk, senin elinden ve dilinden güvende olsun. Nefsini azîz görme! İzzeti nefsinde değil, dîninde ara! İzzet Allâh ve Resûlü’nün katındadır. Allâh ve Resûlü’ne îmânda dâim olursan, şerîata riâyet edersen iki cihanda da azîz olursun. Allâh ve Resûl’ü senden yüz çevirirse iki cihanda zelîl olur, ebedî olarak zillette kalırsın...”[31]

Sözümüzü yüce Rabb’imizin ruhlara hayat veren bir kelâmı ile noktalayalım:

“Muhakkak ki müminler kardeştirler. Öyle ise, kardeşlerinizin arasını düzeltiniz ve Allâh’tan gereği gibi korkunuz ki size rahmet edilsin.” [Hucurât (49): 10]

Şimdi de, İmâmet makâmı ve İmâm (a.s) hakkında, Oniki İmâm’ın sekizincisi olan, Hak İmâm Ali Rızâ (a)’ya kulak verelim.

Buyurdular ki; 

“...İmâmet makamı, peygamberlerin makâmı ve vasîlerin mîrâsıdır.

İmâmet;Allâh’ın ve Resûlü’nün hilâfetidir.

İmâmet;Müminlerin emîri Ali’nin makâmı ve Hasan ile Hüseyin’in (a) hilâfetidir.

İmâm;Dînin ipi, Müslüman’ların nizâmı, dünyânın salâhı ve müminlerin izzetidir.

İmâm;İslâm’ın gelişen kökü, yücelen dalıdır. İmâmla namaz, zekât, oruç, hac ve cihâd kâmil olur, ganîmet ve sadakalar çoğalır, hadler (şerîatın öngördüğü cezâlar) ve hükümleruygulanır, hudut ve sınırlar korunur.

İmâm;Allâh’ın helâlini helâl, harâmını da harâm kılar. Şerîatın cezâlarını uygular ve uygulatır. Allâh’ın dînini savunur. Halkı hikmet, güzel öğüt ve açık delillerle Allâh’ın yoluna dâvet eder.

İmâm;Gözlerin göremeyeceği ve ellerin ulaşamayacağı bir ufukta doğan ve ışınlarını âleme saçan bir güneşe benzer.

İmâm;Işık saçan dolunay, parlak kandil, doğan nur, karanlıklar ortasındaki hidâyet yıldızı, doğru yolu gösteren kılavuz ve (Allâh’ın izni ve yardımıyla) helâk olmaktan kurtarıcıdır.

İmâm;Yüksek tepede yanan bir ateştir, ısınmak isteyene sıcaklık bahşeder. Tehlikeli yollarda kılavuzdur, ondan ayrılan helak olur.

İmâm;Âdetâ yağmur yağdıran bir bulut, bol sağanak bir yağmur, kapsayıcı gölgesi olan gök, bol suyu olan bir pınar, selin oluşturduğu bir göl ve yerden bitenyeşilliktir.

İmâm;Yumuşak huylu, emin, şefkatli baba ve ikiz kardeştir. Küçücük yavrusuna iyilik yapan şefkatli bir anne gibidir, insanların sığınağıdır.

İmâm;Allâh’ın yeryüzündeki ve yaratılmışlar arasındaki emîni, kullarına hücceti ve şehirlerdeki halîfesidir. Halkı Allâh’a çağıran ve O’nun belirlediği sınırları savunandır.

İmâm;Günahlardan tertemiz kılınmış, ayıplardan arındırılmış, özelliği ilim, nişânesi hilim, dinin düzeni, Müslüman’ların izzeti, münâfıkların öfkesi ve kâfirlerin yok edicisidir.

İmâm;Zamânın yegânesidir. Hiç kimse onun makamına ulaşamaz. Hiç bir âlim onun dengi olamaz. Onun, insanlar arasında bedeli, misli ve eşi bulunmaz. Bağışlayıcı olan Allâh’ın ikramı ile isteme ve özel çalışmaya (kesbe) dayanmaksızın bütün faziletleri üzerinde taşır.[32]Durum böyle iken, İmâmı gerçek mânâda kim tanıyıp, özelliklerinin künhüne vâkıf olabilir?

Heyhât! Heyhât! İmâmın makamlarından veya fazîletlerinden birini bile tarif etmekte akıllar yitmiş, zihinler şaşkınlığa düşmüş, beyinler hayran kalmış, hatipler âciz olmuş, şâirler yorulmuş, edipler çaresiz kalmış, fasihler yorulup güçsüzleşmiş, bilginler susmuş, hepsi acziyet ve güçsüzlüğünü îtirâf etmiştir. Şu halde, O’nu bütünüyle anlatmak, olduğu gibi nitelemek nasıl mümkün olabilir? Kim (halkın câhilâne seçimiyle) onun yerine geçebilir? O’na duyulan ihtiyacı doldurabilir? Bu nasıl mümkün olur? Oysa İmâm; yıldızlar gibi, kendisine ulaşmaya çalışanların elinden ve onu tanıtanların tanıtmalarından daha üstün ve uzaktır.

İnsanlar, bu makâmın, Resûlullâh’ın rıhletinden sonra Ehl-i Beyt’inden başkasında bulunacağını mı sanıyorlar? And olsun Allâh’a ki, nefisleri onları aldatmış ve onları yanlış arzulara sevk etmiştir. İnsanlar sarp ve kaygan olan yüksek bir yere çıkmak istemişler de, ayakları kayarak uçuruma yuvarlanmışlardır. Kendi reyleriyle bir İmâm(!) seçmek istemişler. Oysa İmâm seçmek nasıl onların işi olabilir? İmâm; cehaletten uzak, âlim, hile yapmayan bir yönetici ve Nübüvvet madeninden olmalıdır. Nesebiyle ayıplanmamalı, soy sop sahibi hiç bir kimse onunla boy ölçüşememeli, Kureyş kabilesinden, Hâşimî soyundan ve Peyğamber âilesinden olmalı, şereflilere şeref vermelidir. Abdumenaf neslinden gelmelidir. Coşkun ve kâmil bir ilme sâhip, işleri yürütebilen, siyâset bilen, riyâsete lâyık, itaat edilmesi farz olan, Allâh’ın emrini ayakta tutan ve Allâh’ın kullarının hayrını isteyen biri olmalıdır. Allâh peygamberlerini ve onların vasîlerini muvaffak eder, onları sebatlı kılar, başkalarına vermediği gizli ilim ve hikmetlerinden onlara verir. İlimleri zamanlarındaki bilginlerin ilimlerinin üstünde olur. Nitekim Allâh buyurmuştur ki; “...Hakka ulaştıran mı uyulmaya daha lâyıktır? Yoksa, doğru yola hidâyet edilmedikçe kendisi hidâyete ulaşamayan mı? Ne oluyor size? Nasıl hükmediyorsunuz?” [Yûnus (10):35] [33]

Alevî-Sünnî el ele,

Elbet varır menzile.

ONDÖRT MA’SÛM’U (a.s) KISACA TANIYALIM

HAZRETİ MUHAMMED’İN (a.s) HAYÂTI

Hz. Muhammed (a.s) mîlâdî 571 yılında Mekke’de dünyâya geldi. Babasının adı Abdullâh (r.h.), annesinin adı Âmine (r.h.)’dir. Hz. Peygamberin doğumu bütün insanlık âlemini saran, karanlık câhiliyye gecesinin ufkunda, İslâm güneşinin yakında doğacağını müjdeleyen bir şafak misâliydi. Bu şafağın doğuşuyla, Kisrâ’nın sarayındaki direkler yıkılıyor, ateşperestlerin sönmez zannedilen ateşleri sönüyor, şirk ve put düzenlerinin bekçileri dehşete düşüyor, Kâbe’yi işgal etmiş putlar bir bir devriliyordu.

Ulu Önderimiz (s.a.a.) anne karnındayken babasını, altı yaşına geldiğinde de annesini kaybetti. Hayâtının ilk yıllarını Mekke dışında ve süt annesi Hâlime’nin yanında geçirdi. Daha sonra dedesi Abdulmuttalib’in himâyesine girdi. Dedesinin vefâtından sonra da sekiz yaşından itibâren amcası Ebû Tâlib ®’in yanında kaldı.

Ebû Tâlib (r.a.), peygamber efendimizi müşriklerden gelen baskı ve saldırılara karşı yiğitçe himaye eden bir kimse olmuştur. Hayâtının çocukluk dönemleri ilâhî gözetim ve ğaybî denetim altında geçen gönüller Sultânı (s)’nın, gençlik dönemi de herkese örnek olacak bir vefâlılık, nezâfet ve sadâkâtle noktalanmıştır. Sultân (a.s) gençlik dönemlerinde bile; özü, sözüne uygun, güvenilir birisi olmasından dolayı “Muhammedü’l- Emîn”  lakâbını almıştı.

O yüce insan, peygamberliğini henüz izhâr etmemiş olduğu olgunluk ve gençlik yıllarını yaratıcısına niyâz, duâ ve ibâdete ayırmıştı. Öyle ki; bazen ibâdet için halktan uzaklaşarak, Nûr dağındaki Hıra mağarasınaçekilirdi. 

Kırk yaşlarına ulaştığı sıralarda, yine bir gün Hıra mağarasındayken vahiy meleği Cebrâîl (a.s.), Kur’ân’dan, Alak sûresinin ilk âyetlerini getirmiş ve beklenen ilâhî güneş, cehâlet ve zulmet karanlığının üzerine hiç batmamak üzere doğmuştu.

İlk vahiyle birlikte insanlığa Allâh’ın elçisi olarak gönderilen Hâtemü’l Enbiyâ Hazreti Muhammed Mustafâ (s.a.v.) 23 yıl sürecek olan teblîğ ve cihâd hareketini başlattı. Bu kutlu dâvâda, ilk ve yılmaz savunucusu ve destekçisi ise sevgili eşi, müminlerin annesi Hz. Hatîce (s) idi. Bu dönemde nice mümin, mücâhit ve fedâkar insanlar yetiştirdi. Hz. Muhammed’in (a) Peygamberlik dönemi, söz ve fiiliyâtla, bütün insanlığa kurtuluş yolunu gösterdi.

Teblîğ; Bir mesajı ulaştırmak anlamına geldiğinden, en büyük mesaj olan Kur’ân-ı Mecîd’in ulaştırıcısı ve açıklayıcısı olan ebedî liderimiz (a.s), en büyük teblîğ görevini üslenmiştir. Bu teblîğ görevi, Mekke döneminde, öncelikle TEVHÎD, NÜBÜVVET ve MEAD’e (âhirete) îmânı, insanlara benimsetmek amacına yönelik olarak, müjdeleyici ve korkutucu âyetleri açıklamak noktasında ağırlık kazanıyordu. 

Elbette ki Şanlı Rehberin (s.a.a.) teblîğ yöntemi diğer bütün peygamberlerde olduğu gibi, ilk baştan müşriklerin inançlarının temelini oluşturan PUT ve TÂĞÛT’ları reddetmek ve onların bâtıl düzen ve sistemlerine karşı düşman olduğunu îlan etmek esâsına dayalıydı. Yani; LÂ İLÂHE İLLALLÂH’ı kalplere, gönüllere ve nihâyet toplumun her bir köşesine hâkim kılmak teblîğin ana gayesiydi. Bu yüzden, Resûlullâh ve güzîde ashâbı (r.a.), müşriklerin ve tüm bâtıl yolun yolcularının çeşitli işkence ve eziyetlerine marûz kalmışlardır.

Hicretin akabinde, MEDÎNE İSLÂM DEVLETİ’nin tesîsinden sonra ve o devletin bilfiil devlet başkanının Resûlullâh olduğu dönemde ise, O başkomutan (a.s) İslâm’ın müdâfaası için bir çok savaşta hazır bulunmanın yanı sıra, fertlerin rûhen olgunlaşması için, yerine getirilmesi veya uzak durulması gereken emir ve yasakları (farzlar ve haramları) ve toplumsal hayatın İslâm’a göre şekillendirilmesi için de lâzım gelen siyâsî, iktisâdî, hukûkî ve cezâî esasları açıklamıştır. İnsanları her türlü esâret ve kölelik zincirlerinin boyunduruğundan kurtaran, Tevhîd akîdesinin yılmaz savunucusu Hz. Ahmed Muhammed Mustafâ (a.s), hak dava uğrunda nice çilelere katlanmış, İslâm’ı ve İslâm toplumunu koruma ve kollama yolunda bir çok savaşlara katılmış, hakka âşıkların, mazlûmların, mustazafların, kimsesizlerin umut güneşi, zâlimlerin, kâfirlerin, müstekbirlerin ve münâfıkların da korkulu rüyâsı olmuştur. Allâh tarafından yaratılmış ilk ve en kâmil nûr olan peygamberlerin sonuncusu, yüce mesâjın sâhibi Hazreti Muhammed Mustafâ (s.a.a.) 632 yılında bedenen aramızdan ayrılarak Sevgili (c.c.)’ye kavuşmuştur.[34]

Salât-ü Selâm üzerinize olsun , Ey Resûl ve Ehl-i Beyt’i! 

Selâm sizlere, Ey Resûl’ün yoldaşları, yâranları!

Selâm sana, Ey Hatîce ana!

Şefâatınız cümlemizin üzerine olsun!

Nebîler Şâhı (a.s) buyurdular; “İmâmını bilmeden (tanımadan) ölen kimse, câhiliyye ölümü ile ölmüş olur.”[35]

MUHAMMED’İM GEL

Rehberim, mürşîdim, Muhammed’im gel.

Resûlü Kibriyâ’m, Can Ahmed’im gel.

Nice, hayâlimde seyrangâhımsın,

Hak nûr-u Nübüvvet; Muhammed’im gel.

Hak habîbi; canım, Muhammed’im gel.

Ol nûr-u Rahmân’ım; Can Ahmed’im gel.

Sen ki dû cihânın Mustafâ’sısın,

Sâki-i âb-ı Kevser, Muhammed’im gel.

Müminler safâsı; Muhammed’im gel.

Ehl-i Beyt atası; Can Ahmed’im gel.

Bütün insanlığın şefaatkânısın,

Hakîkat binâsı, Muhammed’im gel.

Kâfirin korkusu; Muhammed’im gel.

Âşığın tartısı; Can Ahmed’im gel.

Cümle Enbiyâ’nın pâdişâhısın,

Nefsimin törpüsü, Muhammed’im gel.

Kul Kanmışım, candan sana bağlandım.

Ciğerciğim kebap oldu dağlandım.

Bazen Mecnûn oldum, bazen uslandım,

Aşkın yaktı bizi, Muhammed’im gel (s.a.a.)[36]

İmâm’lar (a.s); Muhammedî Güneş’in, çevresinde dönen gezegenlerdir.

HAZRETİ FÂTIMA’NIN ( a.s.) HAYÂTI

Hazreti Fâtıma (a.s); Peygamberimizin, Hazreti Hatîce’den (a.s) olma kızı ve peygamber neslinin devam ettiricisi, Nübüvvet semâsının nur saçan parlak yıldızıdır. Gönül hangi duygularla anlatabilir O’nu! Dil hangi kelimelerle ifâde edebilir O’nu! O ki; tarih yazan bir mektebin konuşan dili, haykıran yüreği, yaşayan bedeniydi. O, yüce Allâh’ın, Habîbine dünyâda iken ikrâm ettiği “Kevser” iidi.

Söz ve söyleyiş bakımından Resûl-ü Ekrem’e (a.s) çok benzerlerdi. Babalarının yanına girdikleri vakit, Resûlullâh, ona hürmeten ayağa kalkarlar, onu öperler, hal-hatırını sorarlar, oturturlardı. Peygamberimiz onun yanına vardıkları zaman da, Fâtıma ayağa kalkar, babalarına karşı aynı hürmette bulunurlar, ellerini öperler oturturlardı.

Hz. Fâtıma (a.s), Mekke’de Hz. Hatîce (a) annemizin vefâtlarından sonra, henüz çocuk yaşta oldukları halde babalarını her hususta korumaya başlamışlardı. Bir defasında Kureyş’in ileri gelen bazı kafirleri Resûlullâh namaz kılarken secdede mübârek sırtlarına pislik atmışlar, bunu duyan Fâtıma (a), koşarak babalarının yardımına gelmiş, O’nun mübârek sırtlarını temizlemişlerdi. O, âdeta babasının annesi idi ki; Resûlullâh bu yüzden ona “ümmü ebîha” (babasının annesi) lakâbını vermişlerdi.

Ehl-i Beyt İmâmlarının başlarının tâcı, müminlerin annesi, Peygamberin göz bebeği olan O güzel insan (a.s), Nûr’un (a) Nûr’la (a) cem olma vakti geldiğinde, Allâh’ın izni, Resûlullâh’ın (s) onayı ve ilâhî takdîr ile eşine kavuşmuş, insanlar arasında sade ve gösterişsiz, melekler  âleminde ise, büyük bir sevinç ve ilâhî bir nikâh ile gelin olmuştur.

O; Kâinattaki en güzel babaya-anaya, en güzel kız evlat, İmâmlar İmâmı Ali’ye en güzel yardımcı ve eş, güzeller güzeli cennetlik gençlerin efendileri olan Hasan ve Hüseyin’e (a) en güzel anne, mümin kadınlar ve kızlara en güzel örnek olmuştur.

Hz. Fâtıma, efendimizin (a.s.) sonsuzluğa yelken açmasından çok kısa bir süre sonra sevdiğine kavuşmuş, babasına komşu olmuştur.[37]

Peygamberimizin, Fâtıma-ı Zehrâ’nın ve tüm Ehl-i Beyt-i Mustafâ’nın üzerine sonsuz salât ve selâm olsun!

İlâhî! bizleri, onların yolunda ve onlara komşu eyle!

Hz. Fâtıma (a.s) buyurdu; “Allâh ana-babaya iyilik yapmayı ilâhî gazaptan korunma vesîlesi kıldı.” [38]

Din kardeşinin ayıbını örtmek, Ehl-i Beyt âşığının nişânesidir.

1. İMÂM HZ. ALİ’NİN (a)HAYÂTI

İmâm Ali (a.s) hicretten 23 yıl önce Mekke’de dünyaya geldi. Babası Ebû Tâlib ®, annesi Esed kızı Fâtıma ®’dır. Küçük yaşlardan itibaren, peygamberimiz onu kendi evine alarak, terbiye ve himâyesini bizzat kendisi üslendi. O, peygamberimize ilk îmân getiren kimseydi ve her zaman O’nunla beraberdi. Peygamberimizin biricik kızı Fâtıma (s), O’nun eşi idi. 

O; Putperestlerin, peygamber efendimizi öldürmek istedikleri o hicret gecesinde, canını ortaya koyarak Resûlullâh’ın yatağına yatan, hem Mekke’de ve hem de Medîne’ye hicret gerçekleştikten sonra ashâb ® arasındaki kardeşlik (musâhiplik) eşleşmesinde Hz. Peygambere kardeş olan, Resûlullâh’ın (a.s) hayatta olduğu dönemde yapılan savaşların çoğunda Allâh’ın izni ile Müslüman’ların muzaffer olmalarında olağanüstü emekleri geçen ve hakkında kudsî hadîs ile; “Lâ fetâ illâ Ali, Lâ seyfe illâ zülfikâr-Ali’den yiğit er Zülfikâr’dan üstün kılıç yoktur.” buyrulan, hendek savaşında Müslüman’larda korku ve gevşekliğin hâkim olduğu bir sırada, kimsenin karşısına çıkmaya cesâret edemediği elebaşı bir müşrîki, dillere destan kılıç darbesi ile cehenneme yuvarlayarak, Hz Peygamber’in (a.s); “Ali’nin bu kılıç darbesi diğer bütün insanlar ve cinlerin ibâdetlerinden daha üstündür/faziletlidir.” kelâm-ı şerîflerine mazhâr olan... kimsedir.

Ehl-i Beyt’in anlayışı ve yoluna göre, İmâm Ali (a), ilâhî emir gereği Hazreti Resûlullâh’ın (s.a.a.) hak halifeleri olan Oniki masum İmâm’ın ilkidir. Resûlullâh, İslâm davetini teblîğe başladığı günden itibaren, çeşitli münâsebetlerle, Hz. Ali’nin bu ilâhî hilâfet makâmının sâhibi olduğunu açıklamıştır. Özellikle de “Ğadir-i Hum” denilen mevkide vedâ haccı dönüşünde Hazreti Ali’yi hilâfet-İmâmet-Velâyet makâmına ilâhî bir emirle atamışlar, sahâbeden bir çok ileri gelenler de orada Hz. Ali’yi bu makâma atanmalarından dolayı tebrîk etmiş, kutlamışlardır. Ehl-i Beyt mektebinde bu münâsebetle “Ğadir-i Hum” olayının cereyân ettiği 18 Zilhicce günü “Ğadîr-i Hum bayramı” olarak kutlanır ki, bu günde, günün önemini belirten konuşmalar yapılır, İmâm’ın (a.s) kişiliği, hayâtı, mücâdelesi hakkında bilgiler verilir, ümmete, örnek bir “İnsan-ı Kâmil”  tanıtılmaya çalışılır.[39]

Ancak; Resûlullâh’ın vefâtından sonra bazı sebeplerden ötürü ilk üç halîfe ® döneminde İmâm-ı Ali’nin zâhirî hilâfeti gerçekleşmemiştir. Üçüncü Halîfe’den sonra Müslüman’larca halîfelik makâmına getirilen İmâm (s), kendisinden önceki halîfelerin atamış oldukları bir çok vâli ve devlet görevlilerini bulundukları makâma layık görmediğinden, onları azledip, yerlerine lâyık gördüğü kimseleri tayîn etti. Bu dönemde, çeşitli nedenlerden ötürü oluşan iç muhâlefet netîcesinde, İmâm (a), Cemel, Sıffin ve Nehrevan savaşlarını yapmak zorunda kaldı.

Hz. Ali ®; takvâda, Allâh’a ibâdette, cesârette, yiğitlikte, emînlikte, Hz. Resûlullâh’tan (s.a.) sonra gelen ilk insandı. O, her zaman hakkı, adâleti, Allâh’ın şerîatını icrâ ediyor, mazlûmlara yardımcı, dost, zâlimlere ise düşmân idi. O’nun adâlet anlayışında, hiç kimse için bir ayrıcalık söz konusu olmayıp, Hakk’a âşık, adâlet timsâli bir zât idi.

İmâm Ali; ilimde ashâbın ® arasında en bilgini idi. Resûlullâh (s.a.a); “Ben ilmin şehriyim, Ali’de onun kapısıdır, şehre girmek isteyen kapıdan gelsin.”[40] buyurarak, Hz. Ali’nin bu derin ilmini beyân etmişlerdir.

“NEHCÜ’L BELÂĞA” kitâbı da, ilim deryâsı olan İmâm’ın (a), hutbe, mektûp, öğüt ve nasîhatlerinden bir kısmını içeren kıymetlibir eserdir.

İmâm Ali, bir sabah namâzı esnâsında dâhilî hâinlerden İbn-i Mülcem (l.a.) tarafından bir kılıç-hançer darbesi ile vurulmuş ve aldığı yaralar neticesinde şehâdet şerbetini içmiştir.[41]

Selâm sana, Ey ilim şehrinin kapısı!

Selâm sana, Ey Resûlullâh’ın kardeşi!

Selâm sana, Ey müminlerin velîsi

Selâm sana, Ey hakkında; “Ali’ye söven bana sövmüştür, bana söven de Allâh’a sövmüş olur.”, “Ali ile savaşan benimle savaşmıştır, benimle savaşan da Allâh ile savaşmış gibi olur.”, Ey Ali! Ben Kur’ân’ın tenzîli için savaştım, sen de te’vîli için savaşacaksın.”, “Ali’yi sevmek îmândan, O’na buğzetmek ise münâfıklıktandır...” buyrulan İslâm Askeri!

Selâm sana, Ey Hizbullâh’ın İmâmı!

Hz. İmâm Ali (a) buyuruyor; “İyilerle kötüler senin yanında aynı değerde olmasın. Çünkü, bu iyileri iyilik yapmaktan soğutur, kötüleri de kötülük yapmak da cüretli kılar.”[42]

“Son veda haccı idi peygamberin.

Onsekizinci günü Zilhicce’nin.

Çıktı yüksek bir yere ol Mustafâ,

Yanına aldı Ali’yi, bâsafâ.

Dinleyiniz ey garib ümmetlerim,

Anlatayım size vasiyetlerim.

Aranızdan ayrılığım çok yakın,

Hak yoldan çıkmayın, aman, sakın.

Bana îmânı olanlar, dinleyin,

Allâh’ın fermânını siz belleyin.

İki muhkem şey bırakırım size,

Haşr’e dek rehber olur bunlar size.

Birisi, Allâh’ın Kur’ân’ıdır,

Diğeri, Ehl-i Beyt’in irfânıdır.

İşte aldım ben Ali’yi yanıma,

Son sözü tekrarlarım ihvânıma.

Canla, başla siz Ali’ye sarılın,

Böylelikle Hak yoluna doğrulun.

Ben, kimin mevlâsı olduysam heman,

Ali’de mevlâsıdır, onun her zaman.

Kim beni severse, sever Ali’yi,

Ayrı bilmez, Peygamberle, velîyi.

Kim, Ali’ye düşman olursa heman,

O, benim de düşmanımdır her zaman.

Sonra dedi, ol Muhammed Mustafâ,

Ey ashâbım eyleyin ahde vefâ.

Sonra kaldırdı elini Fahr-ı Cihân,

Dedi: Yâ Rab! Şâhit ol sen de hemân.

Allâh’ım sen de sev Ali’yi seveni,

Sen de sevme Ali’yi sevmeyeni.

Düşman ol! sen de Ali’nin düşmanına,

Yardım eyle! Ali’nin yârânına.

Her kim Ali’den kaçarsa ey Hüdâ!,

O’nu benden dâima eyle cüdâ.

Kim hakâret eylese bu Ali’ye,

Ya, husûmet eylese ol velîye.[43]

Sen iki cihânda onu kıl hakir,

Bu duâmı müstecâb et yâ Kadîr!

İşitince hep sahâbe bu sözü,

Vecde geldi, güldü hepsinin yüzü.”[44]

İmâm Ali (a.s) İslâm’ın onurudur.

2. İMÂM HZ. HASAN’IN (a.s) HAYÂTI

İmâm Hasan (a), Medîne’de dünyâya geldi. Babası, Hz. Ali (a.s), annesi Hz. Fâtıma (a.s)’dır. İmâm Hasan, Hz. Resûlullâh (a.s) gibi bir dede ile, Fâtıma ve Ali gibi bir anne ve babanın eli altında, onların terbiyeleri ile yetişti. O, Peygamber efendimizin, haklarında; “...cennetlik gençlerin efendileridir...” buyurduğu iki kardeşten birisidir.”

O’nun mübârek isimleri, bizzat Hz. Resûlullâh tarafından kendilerine verilmiş olup, peygamberimizin (a.s), zât-ı şerîflerine en ufak bir acı-zarar bile gelmesine, tahammül gösteremediği biricik torunlarından idi.

İmâm Hasan (a.s), babaları Şâh-ı Velâyet’in şehâdetleri esnâsında vasiyet üzerine ümmetin İmâmı olmuş, kudsî halleri ve rabbânî kemâlâtı ile ümmeti zâhiren ve bâtınen hakka ulaştırma yolunda cehd etmiştir. Kendisi gayet halîm, selîm, Resûlullâh’ın (s.a.a.) ve Velîler başbuğunun (a.s.) vasıflarını câmi, İmâm-ı Ali’nin bir çok sırlarına mahrem bir zât olup, peygamberimizin göz bebeği idi.

İmâmın, zâhirî hilâfet makâmına geçmesinden sonra uzun bir süre dolmadan Muâviye, İmâma baş kaldırarak önceki hîle ve desîselerine devam etti. İmâmın (a) taraftarlarının vefâsızlığı, Emevî soyunun Müslüman’larca henüz tam olarak tanınamaması, bir çok menfaat şebekelerinin deMuâviye’nin safında yer almış olmaları, ortam ve Müslüman’ların maslahatının, savaşa müsâit olmamasından dolayı, İmâm (a), belli şartlar dâhilinde O’nunla barış antlaşması imzaladı, Müslüman’ların ve İslâm’ın faydasına olması amacıyla zâhirî hilâfetten ferâğat etti.

Fakat, Muâviye, yaptığı antlaşmanın hiç bir şartına riâyet etmedi. Ve Resûlullâh’ın (a.s); münâfıkların alâmeti ile ilgili buyurmuş oldukları üç bâriz özelliği bütün çıplaklığıyla hal ve uygulamalarında tecellî ettirmiş oldu; “Söz verdi sözünde durmadı. Ehl-i Beyt emânetine ihânet etti. Yalanlarında sınır tanımadı.” (Kur’ân’da bahsedilen, münâfıklarla ilgili özelliklerle de Muâviye’nin yaşamının ne boyutta örtüştüğü her aklı başındaki müminin malûmudur.) Zamanla Ümeyye oğullarının içyüzü yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Sonunda, Muâviye, Hz. Hasan’ın (a) varlığına bile tahammül edemeyerek İmâm’ı zehirlettirerek şehît etti.[45]

Selâm sana, annene, babana, kardeşin Hüseyin’e ve Ceddin Resûlullâh’a, Ey Peygamberin torunu!

Selâm sana ve senden yana olan Şîalarına, Ey İmâm!

İmâm Hasan (a.s) buyurdu; “Kardeşlik, sıkıntı ve darlıkta vefâlı olmaktır.”[46]

.......

.......

İmâm Ali babaları,

Muhammed’dir dedeleri,

Arşın çifte küpeleri,

Hasan ile Hüseyin’dir. 

Yunus der ki dünya fâni,

Bizden evvel gelen hani,

Sekiz cennetin sultanı,

Hasan ile Hüseyin’dir(a.s)..[47]

Alevîlik, İslâm yoluna baş koymaktır.

3. İMÂM HZ. HÜSEYİN’İN (a.s) HAYÂTI

Hz. Hüseyin Medîne-i Münevvere’de dünyâyı şereflendirdi. Resûlullâh (a) tarafından ism-i şerîfleri verilen Hüseyin’in (a.s), babası, İmâm Ali (a.s), annesi ise, Fâtıma Betûl (s)’dür.

Fahr-i Kâinât (a.s.), Hazreti Hüseyin efendimize bizzat ilgi gösteriyordu. Kardeşi Hasan ile birlikte Resûlullâh’ın özel ilgi ve iltifâtına mazhâr olan şehitler efendisine gösterilen bu yakınlık, alelâde, dedenin toruna gösterdiği bir ilgi olmaktan öte, Resûlullâh’ın, Hüseyin’in şahsında İslâm’a, İslâm uğrunda Şehît olmaya, Ehl-i Beyt soyuna ve o soyun, tertemiz kılınmış İmâmlarına verdiği değeri ifâde ediyordu.

O yüce insan, kardeşi İmâm Hasan’ın vefâtı ile vasiyet üzere, ümmetin İmâmetine atanmış, Kerbelâ’da hunharca şehîd edilinceye kadar bu görevi hakkıyla îfâ etmiştir.

O; İslâm nedir?, küfür-şirk ne?, Müslüman kimdir?, kâfir kim?, takvâ nedir?, fücur ne?, hidâyet İmâmı kimdir?, dalâlet İmâmı kim?, İslâm’ın âdil düzeni nedir?, İslâm maskesi takılmış zulüm düzeni ne?, Allâh yolunda olmak nedir?, şeytân yolunda olmak ne?, Nebevî sünnet nedir?, Emevî sünnet ne? Hakk’a kul olmak nedir?, bâtıla satılmak ne?, Şeref nedir?, şerefsizlik ne?, İzzet nedir?, zillet ne?, Allâh’a ibâdet ve itaat nedir?, devlete, sultâna ibâdet ve itaat ne...??? bilinmediği, her şeyin birbirine karıştırıldığı bir dünyâda; hakkı bâtıldan ayıran bir Fâruk, doğruyu insanlara öğreten bir Muallim, zulüm bulutlarını dağıtan bir Güneş idi. O; zamanının, baltası ile putları kıran bir İbrâhîm’i, asâsı ile denizler yaran Mûsâ’sı, nefesiyle hayat veren Îsâ’sı, nûru ile kâinâtı tenvîr eden ceddi Muhammed’i (a) gibi idi.

Hüseyin (a), Müslüman’ların başına halîfe(!) sıfatıyla zulüm ve belâ getiren Muâviye’nin oğlu Yezit’e (l.a.) şanlı kıyâmıyla karşı koymuş ve Kerbelâ’da zâlimlerin eliyle, yetmişiki yârânıyla birlikte, geride Zeynep’ler, Zeynelâbidin’ler bırakarak şehâdete ulaşmış ve sevdiklerine kavuşmuştur. Kerbelâ’nın acı ve ibretli sahnesini günümüze taşıyan ve Asiye’lerin, Meryem’lerin, Hatîce’lerin, Sümeyye’lerin, ve Fâtıma’ların zalimlerce susturulamayacağını, yaşayışı ve haykırışlarıyla ortaya koyan İslâm’ın onurlu örnek kadınlarından Zeyneb’in (a) hayâtı ise, bir destan olup, Kerbelâ’nın ak yüzlerinden birini göstermekte, Zeynep, tüm çağların Müslüman kadınlarına “Üsve-i Hasene” olmaktadır.

İmâm Hüseyin ve dostlarının (r.a.) şehâdet şerbeti içtikleri acı ve hüzün dolu gün olan, 10 Muharrem Âşûrâ günü, İmâm’ın şehâdeti münâsebetiyle yüzlerce yıldır dünyânın dört bir yanında anılmakta, o günde Şehîdler Serveri’nin ve ashâbının ® muazzez ruhlarına Kur’ân okunmakta, duâlar edilmekte, gözler ve gönüller onun aşkı ile yanıp tutuşmakta ve ıslanmakta, sîneler dövülmekte, O’nun mücâdelesi ve tavizsiz yolu sürdürülmekte, tarihteki Yezîd’i (l.a.) tanıyan ve çağdaş Yezitlere karşı Muhammedî İslâm’ı savunan, yaşayan ve yaşatmaya çalışan bilinçli şahsiyetler oluşturulmaya çalışılmaktadır.[48]

Selâm sana, Ey Tûr-u Sînâ’sı Kerbelâ olan Hüseyin!

Selâm sana, Ey Resûlullâh’ın göz bebeği!

Selâm sana, Ey zamânın zübde-i âlemi!

Selâm sana, Ey aşk ikliminin güneşi!

Selâm sana, Ey Şehâdet âsâsı ile Tâğût Yezîd’in sihirleriniboşa çıkaran, zamânın Mûsâ’sı Hüseyin!

Selâm sana, Ey Zeyneb-i Kübrâ!

Selam, sana, ashâbına, yâranına, etbâına, evlâdına, ecdâdına Yâ Hüseyin!

Ehl-i Hakk’ın İmâmı Hüseyin (a.s) buyurdu; “Bir kardeşin senden ayrıldığında arkandan söylemesini istemediğin şeyi, sen de onun arkasından söyleme!”[49]

HÜSEYİN

Âlemlere rahmet ceddin son Nebî,

O’ndan aldık biz, en büyük haberi.

Müjdeler, uyarır bütün beşeri,

O’nun izinden gider mertçe Hüseyin.

Medîne’de dikilen, yükselen bayrak,

Parlayan İslâm’ın nûrudur ancak.

Bedir’de, Uhut’ta açılmış sancak,

Asil ceddin Muhammetçe, Hüseyin.

Mekke, Hayber, Yemen bir bir  fetholur.

Mazlumları zâlimlerden kurtulur.

Medîne’de âdil düzen kurulur,

Yoksul için olur bütçe, Hüseyin.

Fitne kanat açar Resul’den sonra,

Dînini yağmalar münâfık zorba.

Müslüman’a iner her alçak darbe,

Fısk işlenir çok hoyratça, Hüseyin.

Zulmün her türlüsü meydanı alır,

Hâinler açıkça suç işler olur.

Hilâfet yezitler eline kalır,

Ayak, baş olmuş nâmertçe, Hüseyin.

Zorbadan korkanlar baş eğmiş, kime?

Melûn sultan Yezit kalkışmış zulme.

Ümmet şaşkın, mahzûn, bezgindir ama,

Dertleriyle dertli dertçe, Hüseyin.

Reddeder, bîat etmez öyle sultana,

Azgın tâğût olup, Hakka çatana.

Görüp, susmak zillet gelmiş de O’na,

Hakkı haykırmıştır, netçe, Hüseyin.

Hem çağır, sonra da katletmeye kalk,

Dînini dünyâya satmış dönek halk.

Aslında kendileri oldular helak,

Terk edilmez ehl-i beytçe, Hüseyin.

Echel zâlimlere kılıç çalarak,

Binlerce vahşiye karşı durarak.

Yetmiş yiğit ile şehît olarak,

Emsalsizdir şehâdetçe, Hüseyin.

Nasıl da kıymışlar, kahpece heyhât!

Katledilmiş ol mutahhar ehl-i beyt.

“Müslüman’ım” der, bir de binlerce nâmert,

Allâh dostu, Velâyetçe Hüseyin.

Allâh için, İslâm için can verdi,

Tevhîdi kurtarmak için kan verdi.

Direnişi insanlığa şan verdi,

Kalpleri fethetti, fertçe Hüseyin.

Hak-bâtıl savaşı, işin aslıdır,

O, hak yolda, Muhammed’in neslidir.

En büyük emânet Kur’ân, ehlidir,

İsbat etti bak, yiğitçe Hüseyin.

Tüm tâgûtlar sultasını yürüttü,

Sandı, hakkın köklerini kuruttu.

Allâh Ehl-i Beyt’i böyle arıttı,

Sevilmekte hep ümmetçe, Hüseyin.

Gel kardeşim Hüseyin’i örnek al,

Allâh için cihad meydanına dal.

Tâğûtlara, bel’amlara korku sal,

Hak İmâmdır, İmâmetçe Hüseyin (a.s).[50]

 

Her yer Kerbelâ, her gün Âşûrâ,

Mümin olan, başın koyar bu yola.



[1] Geniş bilgi için bak: M. Ebû Zehrâ: İmâm Cafer Sâdık: sh:399, Türkiye Diyânet Vakfı İslâm Ansp: c:7 sh:8..vb.

[2] Usûl-u Kâfî: c: 1 sh: 11

[3] Usûl-u Kâfî: c: 1 sh: 11

[4] Usûl-u Kâfî: c: 1 sh: 30

[5] Usûl-ü dîn hakkında bakınız: Kâşiful Ğıta: Caferî mezhebi ve esasları: sh: 42-44, Tevfik Oytan: Bektâşiliğin iç yüzü: c: 2 sh: 52, Bedri Noyan: Bektâşîlik Alevîlik nedir? Sh: 60.., Mustafa Kalaycı: Ehl-i Beyt ışıkları ve âşıkları: sh: 130-131, Haydar Kaya: Bektâşî İlmihâli: sh: 39, Mekârim Şîrâzî: Ehl-i Beyt mektebinde temel inançlar, Der Râh-ı Hakk: Ehl-i Beyt mektebine göre İslâm’da usûl-ü dîn...vb.

[6] Allâh’ın varlığı hakkında delilli geniş bilgi için bakınız: Saîd-i Nursî: Sözler: 22. Söz, Mekârim Şîrâzî: Ehl-i Beyt mektebinde temel inançlar: sh: 13-68, Der Râh-ı Hakk: Ehl-i Beyt mektebine göre İslâm’da usûl-ü dîn: sh: 11-73, Muzaffer Ozak: İrşad: c: 1, Abdurrezzak Nevfel: Allâh ve modern ilim: c: 1-2..vb.

[7] Tevhîd ve şirk hakkında geniş bilgi için bak: Murtazâ Mutahhari: Kur’ân’da insan, îmân ve ahlak, Abdulbâki Gölpınarlı: Târih boyunca İslâm mezhepleri ve Şîilik: sh: 234-258, Ali Şerîatî: Dinler tarihi (1), Medeniyet tarihi (1), İslâm nedir?, Yarının tarihine bakış, Sâlih Gürdal: Tevhîd ve şirk, Mustafa Çelik: Müşrik toplumun âmentüsü, Ali Ünal: Kur’ân’da temel kavramlar, Yusuf Kerimoğlu: Kelimeler kavramlar, Mehmet Alagaş: Tevhîd ve şirk...vb.

[8] Tâğûtla ilgili âyetlere bakınız: Bakara (2): 256, 257, Nisâ (4): 51, 60,76, Mâide (5): 60, Nahl (16): 36, Zümer (39): 17.

[9] Usûl-u Kâfî: c: 1 sh: 86, Men lâ yahduruhul fakîh: c: 3 sh: 3, 6, Tehzîb: c: 6 sh: 218, 301, Vesâilü’ş-Şîa: c: 18 sh: 99

[10] Tevhîd ve tâğûtun reddi ile ilgili bakınız: M. Hüseyin Beheştî-Cevad Bahoner: İnsan ve tarih, Ahmet El-Kattan-Muhammed Ez-Zeyn: Tâğût, Ali Ünal: Kur’ân’da temel kavramlar, Mustafa Çelik: Lâ 1, 2, Mustafa İslamoğlu: Îman Risâlesi, Yaşar Nuri Öztürk: Kur’ân’ın temel kavramları, Muhammed Kutub: Tevhîd, Yusuf El-Kardâvi: Tevhîdin hakîkati... vb.

[11] Men lâ yahduruhul fakîh: c: 3 sh: 5,Tehzîb: c: 6 sh: 221,

[12] Usûl-u Kâfî: c: 1 sh: 245..

[13] Nübüvvete îmân hakkında geniş bilgi için bak: Muhammed Tebrizî: İmâmiyye inançları: sh: 13.., A. Sabri Hamedânî: Cafer Sâdık buyrukları: sh: 68.., Abdulbâki Gölpınarlı: İslâm mezhepleri ve Şîilik: sh: 272.., Kâşiful Ğıtâ: Caferî mezhebi ve esasları: sh: 48-49, Muhammed Muzaffer: Şîa inançları: sh: 38.., Mekârim Şirâzî: Ehl-i Beyt mektebinde temel inançlar: sh: 131-196, Der Râh-ı Hakk: Ehl-i Beyt mektebine göre İslâm’da usûl-ü dîn: sh: 83-175,..vb. .

[14] Âhirete îmân ile ilgili daha geniş bilgi için bak: Mekârim Şirâzî: Ehl-i Beyt mektebinde temel inançlar: sh:277-336, Bedîuzzaman Saîd-i Nursî: Sözler: 10. söz, Abdulbâki Gölpınarlı: Tarih boyunca İslâm mezhepleri ve Şiilik: sh: 556-560, Murtazâ Mutahhari: Kur’ân’da insan-îmân-âhiret: sh: 221.., Der Râh-ı Hakk: Ehl-i Beyt mektebine göre İslâm’da usûl-ü dîn: sh: 238-255.., vb.

[15] Herkesin hakkının hesap günü eksiksiz verileceğine îmân etmek, bu dünyadaki zulüm ve haksızlıklar karşısında sessiz kalmak, boyun eğmek, körü körüne teslimiyetçi olmak demek değildir. Müslüman, haksızlıklara karşı elinden geleni yapan, gücü yettiğince hakları savunandır.

[16] Adâlet ile ilgili geniş bilgi için bak: Nübüvvete ve âhirete îmân konusunda verilen kaynakların belirtildiği dipnottaki kaynak eserler.

[17] Said Havva: İslâm: sh: 309

[18] Seyyid Abdullâh Cemâleddîn: İslâm’da idâri siyâset: sh: 107

[19] El-Cezerî: Dört mezhebin fıkıh kitâbı: c: 5 sh: 416

[20] Muhyiddîn Arabî: Futuhât-ı Mekkiyye: sh: 38

[21] İmâm Ebû Muîn En-Nesefî: Bahrul kelam fî akâidi ehl-i İslâm: sh: 179, Yusuf Kerimoğlu: Emânet ve Ehliyet (İslâm İlmihâli): c: 1 sh: 108

[22] Sahîh-i Müslim: Had no: 1851, Ahmed b. Hanbel: Müsned, Muttaki Hindî: Kenzul Ummâl, Muhammed Bâkır Meclisî: Bıhârul Envâr, Ebû Cafer Kuleynî: Usûl-u Kâfî, Allâme Emîni: El-Ğadîr: c: 10 sh: 359..., Muhammed Reyşehri: İmâmet ve Rehberiyet Felsefesi, Ehl-i Beyt mesajı dergileri,...vb.

[23] Ğadîr-i Hum ile ilgili geniş ayrıntılar için bakınız: Allâme Emînî: El-Ğadîr, Allâme Şerâfeddîn: El-Müracaat, Şeyh Müfid: El-İrşâd (tercm): sh: 123-128, Prof 1400 (Nazmi Nizami Sakallıoğlu): Ehl-i Beyt davası: c: 1 sh: 176-194, M. Asım Köksal: İslâm Târihi: c: 10 sh: 312, 313,...vb. 

[24] Ehl-i Beyt’in İmâmet ve velâyetinin delilleri ile ilgili geniş bilgi için bakınız: Allâme Şerâfeddîn: El-Müracaat, Allâme Emînî: El-Ğadîr, Kuleynî: Usûl-ü Kâfî, Tuhaful Ukûl (tercm): sh: 885-921, Cafer Sübhâni: El-İlâhiyât c:2 sh: 509-632, Muhammed Reyşehrî: İmâmet ve rehberiyet felsefesi, Murtazâ Mutahhari: İmâmet ve rehberiyet, Mekârim Şîrâzî: Ehl-i Beyt mektebinde temel inançlar, Hüseyin Ali Muntazarî: Velâyeti Fakîh, Ali Şeriatî: Ümmet ve İmâmet, Muhammed Ticânî: Nasıl hidâyete erdim?, Doğrularla birlikte, Ehl-i Zikre sorunuz, Gerçek Ehl-i Sünnet, Şîa’dır, Abdulkâdir Çuhacıoğlu: El-Hasâis (Hadislerle Hazreti Ali) tercüme ve şerhi, Abdulbâki Gölpınarlı: Târih boyunca İslâm mezhepleri ve Şîilik: sh: 302-338, M. Ali Derman: Evliyâlar şâhı: c:1-4,...vb.

[25] Bakınız: Sekaleyn hadîsinin kaynaklarının belirtildiği dipnot.

[26] Sahîh-i Buhârî: Ahkam kitâbı: had. no: 51, Sahîh-i Müslim: İmâret kitâbı: had. no: 1821, Sünen-i Tirmizi: Fiten kitâbı: had. No:2224, Müsned-i Ahmed b. Hanbel: c: 1 sh: 398, 406, c:5 sh: 86-101, 106-108, Sünen-i Ebî Dâvûd: Mehdî kitâbı: had. No: 4279, 4280, Buhârî: Târîh-i Kebîr: c: 1 sh: 446, Ebû Nuaym İsfehânî: Hılyetül Evliyâ: c: 4 sh: 323, İbn-i Kesir: El-Bidâye ve’n-Nihâye: c:6 sh: 248, Taberânî: Mucemül Kebîr: sh: 94,...vb.

[27] Daha başka rivâyetler ve geniş bilgi için bak: Süleyman Kundûzî Hanefî: Yenâbiul Meveddet: c: 3 sh: 160, Şeyh İbrâhîm Cüveynî Hameveynî: Ferâidus Sımtayn: c: 2 sh: 312, 313, 321, Harezmî: Maktelül Hüseyin: sh:94, Şeyh Müfid: El-İrşâd: Takdim yazısından: sh: 9-11, Ehl-i Beyt Mesajı dergisi:sayı: 15 sh: 48-51,..vb.

[28] Sünen-i Ebî Dâvûd: Mehdî kitâbı: had. No: 4283, 4284, Sünen-i İbni Mâce: Fiten Kitâbı: 34. Bâb had. No: 4082-4086, Sünen-i Tirmizi: had. No: 2230-2232, Müsned-i Ahmed b. Hanbel: c: 1 sh: 99, c: 3 sh: 28, 37, 52, 70, c: 5 sh: 277, 377,...vb.

[29] Saîd-i Nursî (rh): Lem’alar: Dördüncü lem’a: sh: 27

[30] Seyyid Rûhullâh (rh): Müslümanların birliği ile ilgili mesajlar: sh: 9,25..

[31] Muzaffer Ozak: İrşâd: c:3 sh: 704, 705

[32] Yâni İmâm; insan üstü bir varlık değil, ancak üstün insandır ve lâyık olduğu için bir çok ilâhî ikrâm ve in’ama mazhar olmuş, ilm-i ledün’den nasiplenmiştir.

[33] Tuhaful Ukûl tercm: sh: 915-919

[34] Peygamberimizin hayâtı hakkında geniş bilgi için bakınız: Abdulbâki Gölpınarlı: Sosyal açıdan İslâm Târihi, Cafer Sübhanî: Ebediyet nûru: c:1,2, Ali Şeriati: Muhammed’i tanıyalım, Muhammed Kimdir?, Mehmet Kıtay: Hakîki İslâm târîhi ve Ehl-i Beyt, Yaşar Nuri Öztürk: Kendi dilinden Hazreti Muhammed,..vb.

[35] Usûl-u Kâfî: c: 3 sh: 32, 34

[36] Birgül Aru: Amasya, 16-12-1996

[37] Hz. Fâtıma hakkında geniş bilgi için bak: İbrâhîm Emînî: Hz. Fâtıma, Cihan Aktaş: Hz. Fâtıma, Yaşar Nuri Öztürk: Hz. Fâtıma, Tevfik Ebû İlm: Hz. Fâtıma, Seyyid Cafer Şehidî: Fâtımatü’z Zehrâ, Seyyid Murtazâ Hüseynî: Hz. Fâtıma’nın faziletleri, Allâme Şerâfeddîn: Kur’ân ve hadisler ışığında Hz. Fâtıma, Mehdî Pur: Dînî makaleler,..vb.

[38] Seyyid Muhsin Emin: Âyanü’ş Şîa: c:1 sh: 316 (Muhammed Ali: Ondört Masûm’dan kırkar hadis: sh: 73)

[39] Bakınız : İlgili dipnottaki kaynaklar.

[40] İbn-i Asâkir: Tarih-i Dımeşk: c: 2 sh: 464, 984..997, Müstedrek-i Hâkim: c: 3 sh: 126, 127, El-Kunduzî: Yenâbîul Meveddet: sh: 65, 72, 179, 183, 210, Suyûti: Tarihul Hülefâ: sh: 170, Şevkânî: Feyzül Kadir: c: 3 sh: 46, Zehebî: El-Mîzân: c: 1 sh: 415, c: 2 sh: 251, c:3 sh: 182, Taberânî: Mucemül Kebir vel Evsat, Tirmizi: Sünen: c: 5 sh: 301, Suyûti: Câmius Sağir: c: 1 sh: 93, Mustafa Necati Bursalı: Hz Ali, M. Sami Ramazanoğlu: Hz. Ali, M. Asım Köksal: İslâm Tarihi, Muzaffer Ozak: El-İrşâd, Y. Nuri Öztürk: Kendi dilinden Hz. Muhammed, Allâme Emînî: El-Ğadîr, Seyyid Şerafeddîn: El-Mürâcaat, Prof 1400: Ehl-i Beyt Davası: c: 2 sh: 107-109,...vb.

[41] Hz. Ali ile ilgili geniş bilgi için bak: Şeyh Müfid: El-İrşâd, Abdulbâki Gölpınarlı: Müminlerin Emîri Hz. Ali, Cafer Sübhâni: Hz. Ali’ye neler yaptılar?, Davut Duman: Hz. Ali, Coşkun Bilgin-Davut Duman:İmâm-ı Ümmet Hz. Ali, Hasan Selim Sâlih: Hz. Ali’nin hayâtı, Mustafa Yağmurlu: Hz. Ali, Nesâî: Hadislerle Hz. Ali, M. Sami Ramazanoğlu: Hz. Ali, M. Esad Coşan: Hz. Ali efendimizden vecizeler,..vb.

[42] Seyyid Radıyy: Nehcül Belâğa (terc): sh: 371

[43] Minberde hutbelerde İmâm Ali’ye (hâşâ) lanet etme adetini ilk olarak Muâviye başlatmış ve bu uygulama yıllarca (Ömer b. Abdulaziz tarafından kaldırılıncaya kadar) devâm etmiştir. Bak: İhsan Süreyyâ Sırma: Emevîler dönemi hilâfetten saltanâta: sh: 104, İrfan Aycan: Muâviye b. Ebî Süfyan: sh: 244.., Ahmed Hilmi-Ziyâ Nur: İslâm Tarihi: sh: 259, Mevdudi: Hilâfet ve saltanat: sh: 218-220, 234, Mustafa İslamoğlu: İmâmlar ve sultanlar: sh: 77, 78, Sadi Baba: Emir Muâviye sahâbe mi?: sh: 147.., 178, Ali Akın: Taassubtan tahkîka: sh: 19..., Yaşar Kaplan: Hz. Ali: sh: 219, Prof 1400: Ehl-i Beyt Davası: c: 3 sh: 348.., Mehmet Ali Derman: Evliyâlar şâhı: c: 1 87, 88, Allâme Emîni: El-Ğadîr: c: 10- 11,...vb.

[44] Mehmet Ali Derman: Evliyâlar şâhı: c: 1 sh: 76, 77

[45] Ahmet Cevdet Paşa: Kısas-ı Enbiyâ: sh: 303, Ahmet Hilmi-Ziya Nur: İslâm Tarihi: sh: 259, İrfan Aycan: Muâviye b. Ebi Süfyan: sh: 248, Y. Nuri Öztürk: Kendi dilinden Hz. Muhammed, Ehl-i Beyt’in annesi Hz. Fâtıma: sh: 133, 134, Sadi Baba: Emir Muâviye sahâbe mi?: sh:163, Resul Caferiyan: Masum İmâmların fikrî ve siyâsî hayâtı: sh: 103, M. Ali Derman: Evliyâlar şâhı: c: 1 sh: 80, 89, Prof 1400: Ehl-i Beyt Davası: c: 3 sh: 331..., Allâme Emînî: El-Ğadîr, Şeyh Müfîd: El-İrşâd,...vb.

[46] Allâme Meclisî: Bıhârul Envâr: c: 78 sh: 114

[47] Mustafa Varlı: İlâhîler, kasîdeler:sh: 181

[48] Kerbelâ hadisesi ve İmâm Hüseyin’in hayâtı hakkında geniş bilgi için bak: Allâme ibni Tavus: Kerbelâ şehitlerinin ardından, Şeyh Müfîd: El-İrşâd: sh: 231-297, Murtazâ Mutahhari: Kerbelâ ve İmâm Hüseyin, Hâdi Müderrisi: İmâm Hüseyin’in şehâdet zamânı, Seyyid Cafer Şehidî: Hüseyin’in kıyâmı, Şehid Destğayb: Kerbelâ katliamı ve Zeyneb’in mesajı, Muhammed Sadık Necmi: Hicretten şehâdete İmâm Hüseyin, Musa Güneş-Cafer Bendiderya: Kerbelâ şehitlerine ağlamak, Seyyid Rûhullâh Mûsevî (rh): Kerbelâ mesajı, Muhammed Âyetî: Âşûrâ günü ne oldu?, Ali Şeriati: Şehâdet, Mevdudi-Mutahhari: Bir uyarı bir sembol, Hz. Hüseyin, Murat Sertoğlu: Kerbelâ, Muhammed Abdurrahim: İmâm Hüseyin’in hayâtı ve dîvânı, M. Asım Köksal: Hz. Hüseyin ve Kerbelâ fâciâsı, İslâm târihi: c:11 sh: 160-212,

[49] Allâme Meclisî: Bıhârul Envâr: c: 78 sh: 127

 

[50] Kâmil Büyükbayraktar: Amasya, 1998