0-17   17-100   100-175   175-240   240-310   310-380   380-455   455-520   520-595   595-675   675-735   735-807

Hz. Ali’nin Yüzüne Açtı

Kendi muteber kitaplarınızda alimleriniz de Hz. Ali (a.s)’ın gaybi ilimlere sahip olduğunu ve Peygamber (s.a.a)’den sonra Allah’ın seçtiği birisi olduğunu tasdik etmişlerdir. Örneğin: İmam Gazali Beyan-i İlm-i Ledünni kitabında Hz. Ali (a.s)’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

“Peygamber (s.a.a) dilini ağzıma koydu ve bana ondan bin ilim kapısı açıldı. Her kapıdan bin kapı daha açıldı.”

Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde’de 14. Bab’ın zımnında s. 77’de, Esbağ bin Nebate’den şöyle rivayet ediyor: “Hz. Ali (a.s) şöyle buyuruyordu:

“Resulullah (s.a.a) yüzüme bin kapı açtı. Her kapıdan da bin kapı açıldı. Böylece bir milyon kapı oldu. Geçmiş ve kıyamete kadar gelecek her şeyi bildim. Bana ayrıca ölümler, belalar ve Fasl’ul- Hitab[1] ilmi verildi.

Aynı babda İbn-i Meğazili’den kendi senediyle Ebi Sabah’dan, o da İbn-i Abbas’dan Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

“Mirac gecesi Allah-u Teala’ya yakınlaşınca benimle konuştu, necva etti. Ondan öğrendiklerimi Ali’ye öğrettim; o halde Ali benim ilmimin kapısıdır.”

Bu rivayeti Muvaffak bin Ahmed-i Harezmi’den şöyle rivayet etmektedir:

“Cebrail bana cennetten bir kilimle geldi. Ben üzerine oturdum, Allah’ın huzuruna varınca Allah-u Teala benimle konuştu, Allah’tan öğrendiğimi Ali’ye öğrettim, o benim ilmimin kapısıdır.”

Sonra Ali (a.s)’ı çağırarak şöyle buyurdu: “Ey Ali! Seninle barış, benimle barıştır; seninle savaşmak, benimle savaşmaktı;.Benimle ümmet arasındaki ilim sensin.”

Bu babda büyük alimlerinizden birçok rivayet nakl edilmektedir. Örneğin: Ahmed bin Hanbel, Muhammed bin Talha, Harezmi, Gazali Suyuti, Sa’lebi, Mir Seyyid Ali Hemedani ve diğerleri farklı tabirlerle Peygamber (s.a.a)’den Hz. Ali (a.s)’a bin ilim kapısı açtığını, her kapıdan bin kapı açıldığını ve bunları Ali (a.s)’ın göğsüne emanet bıraktığını rivayet etmişlerdir.

Hakeza Hafız Ebu Naim İsfahani, Hilyet’ul- Evliya’da, Mevla Ali Muttaki, Kenz’ul- Ummal c. 6, s. 392’de, Ebu Ya’la, Kamil bin Talha’dan, o da İbn-i Luhey’a, o da Hayy bin Abdumeğafiri’den, o da Ebu Abdurrahman Habla’dan, o da Abdullah bin Ömer’den, Peygamber (s.a.a)’in ölümcül hastalığında şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: “Bana kardeşimi çağırın.” Derken Ebu Bekir geldi. Peygamber (s.a.a) ondan yüz çevirdi. Yine; “Bana kardeşimi çağırın” buyurdu. Ardından Osman geldi, ondan da yüz çevirdi. Ardından Ali (a.s)’ı çağırdılar. Ali gelince Peygamber (s.a.a) ona örtüsünü örttü, üzerine eğildi, yanından gidince de Ali (a.s)’a şöyle dediler: “Ey Ali Peygamber (s.a.a) sana ne buyurdu?” Hz. Ali (a.s) cevaben şöyle buyurdu:

“Peygamber (s.a.a) bana her kapısından bin kapı açılan bin ilim kapısı öğretti.”

H. 430’da vefat eden Ebu Naim İsfahani Hilyet’ul- Evliya c. 1, s. 65’de (Fezail-u Ali’de), Muhammed Cizri, Esne’l- Metalib s. 14’de, Muhammed bin Yusuf Genci, Kifayet’ut- Talib’in 38. babında Ahmed bin İmran bin Seleme bin Abdullah’dan müsned olarak şöyle rivayet etmiştir: “Biz de Peygamber (s.a.a)’in yanındaydık. Ali (a.s) hakkında sorulunca şöyle buyurdular:

“Hikmet on bölüme ayrılmıştır; dokuz bölümü Ali’ye verilmiştir; bir bölümü de bütün insanlara tahsis edilmiştir.”

Ebu’l- Mueyyid Muvaffak bin Ahmed Harezmi Menakıb’ta, Muttaki, Kenz’ul- Ummal c. 5 s. 156 ve 401’de birçok alimlerinizden rivayet etmiştir ve İbn-i Meğazili Fezail’de, Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde 14. Bab’da aynı senetlerle (vahiy yazarı) Abdullah bin Mes’ud’dan, Muhammed bin Talha Metalib’us- Süul s. 21’de Hilye’den, o da Alkame bin Abdullah’tan, kendisine Ali sorulunca Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

“Hikmet ona bölünmüştür, Ali’ye dokuz bölümü verilmiş, diğer bütün insanlara ise bir bölümü verilmiştir. Ali o bir cüz konusunda da herkesten daha bilgilidir.”

Hakeza, Yenabi’ul- Mevedde aynı babda, Tirmizi’nin Feth’ul- Mubin kitabından naklen Abdullah bin Abbas’tan şöyle rivayet etmektedir:

“İlim on bölümdür; dokuz bölümü Ali’ye verilmiştir, diğer insanlara ise geri kalan bir bölümü verilmiştir. Ali o bölümde de insanların en bilginidir.”

Muttaki Hindi Kenz’ul- Ummal c. 6 s. 153’te, Hatip Harezmi, Menakıb s. 49’da ve Maktel’ul- Huseyn c. 1 s. 43’de, Deylemi Firdevs’ul- Ahbar’da, Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde 14. Bab’da Peygamber (s.a.a)’den şöyle rivayet etmektedir:

“Benden sonra ümmetin en alimi Ali’dir.”

Bütün bu hadislerden anlaşıldığı üzere Peygamber (s.a.a) Allah’ın seçtiği bir kul olarak gaybi biliyor ve Allah’tan aldığı batın ve zahir ilmini Ali (a.s)’a öğretiyordu. Biz de Ali (a.s) ve diğer on bir İmamın Peygamber (s.a.a) gibi Allah’la direkt bir irtibatının olduğunu söylemiyoruz. Ama kesin olarak onların Peygamber (s.a.a)’den feyiz aldığını beyan ediyoruz. Hayatında ve ölümünde bütün varlıklara verilen feyizler Peygamber (s.a.a) vasıtasıyla Allah-u Teala tarafından verilmiştir. Elbette geçmiş ve gelecekle ilgili önemli haberler Peygamber (s.a.a) hayattayken Allah-u Teala tarafından kendisine bildiriliyordu, Peygamber (s.a.a) de bunlardan bazısını hayattayken Ali (a.s)’a öğretiyordu. Hazinesinde var olan ilmi de bu dünyadan gitmek üzereyken hepsini Hz. Ali (a.s)’a emanet bırakmıştır. Bu konuda birçok muteber alimlerinizin kitabından sayısız hadis rivayet edilmektedir. Bunlardan sadece bazısını örnek olsun diye önceden açıkladım. Hatta kendi alimleriniz Aişe’den şöyle dediğini rivayet etmekteler:

“Peygamber (s.a.a) Ali’yi çağırdı, onu göğsüne dayadı, üzerine örtüyü çekti, ben de başımı yaklaştırdım, ne kadar dinlediysem bir şey anlamadım. Hz. Ali (a.s) bir müddet sonra başını kaldırınca alnından terler dökülüyordu. “Ey Ali bu müddet boyunca Peygamber (s.a.a) sana ne buyurdu” diye sorduklarında, Hz. Ali (a.s) şöyle dedi: “Resulullah (s.a.a) bana, her kapısından bin kapı açılan bin ilim kapısını öğretti.”

Önceki geceler de detaylıca anlattığım gibi Peygamber (s.a.a) Kureyş’in büyüklerini ve amcalarını Ebu Talib (a.s)’ın evine davet etti. Onlara risaleti tebliğ etti. Orada Hz. Ali (a.s), Peygamber (s.a.a)’e ilk iman eden kimseydi. Peygamber (s.a.a) onu kucağına alıp ağzına tükürüğünü sürdü, bu konuda Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “O an kalbime ilim çeşmeleri döküldü.”

Nitekim kendi alimlerinizin rivayet etmiş olduğu üzere Hz. Ali (a.s) bir hutbesinde şuna işaret ederek şöyle buyurmuştur: “Beni kaybetmeden önce bana sorun; çünkü göğsüm ilimle doludur”

Sonra karnına işaret ederek; “Bu karnım ilimle doludur, bu Peygamber (s.a.a)’in o tükürüğüdür, bu Peygamber (s.a.a)’in bana yedirdiği ilim taneleridir.”

Hz. Peygamber (s.a.a) son nefesine kadar Ali’yi rabbani feyizden feyizlendirmiş, Allah’tan aldığı feyizleri Ali (a.s)’ın kalbine dökmüştür. İbn-i Sabbağ, Fusul’ul- Muhimme’de şöyle diyor: “Peygamber (s.a.a) Hz. Ali’yi, çocukluğundan beri ilim ve amel açısından sevgi dolu kucağında büyüttü.”

Cifr-i Camia Kitabının Niteliği Hususunda

Allah-u Teala tarafından Peygamber (s.a.a) vasıtasıyla Ali (a.s)’a verilen rahmani feyizlerden biri olan ve kıyamete kadar vuku bulacakları remzi harflerle belirten Cifr-i Camia (Kamil Cifir ilmi) kitabıdır. Kendi alimleriniz de bu kitabın Hz. Ali (a.s) ve diğer Ehl-i Beyt (a.s) İmamlarına özgü bir kitap olduğunu itiraf etmişlerdir.

Nitekim Gazali şöyle diyor: “Hz. Ali (a.s)’ın Cifr’u Cami’id-Dünya ve’l- Ahire adında bir kitabı vardı. Bu kitapta bütün ilimler, apaçık gerçekler, sırlar, gaipler, eşyanın özellikleri, alemdeki tesirler, isimlerin ve harflerin hususiyetleri yazılıydı. Bu kitabı, Hz. Ali (a.s) ve Peygamber (s.a.a) tarafından velayet ve imamet makamına tayin edilen 11 evladı dışında hiç kimse bilmiyordu. Bu kitap onlara miras kalmıştır.”

Hakeza Süleyman Belhi Yenabi s. 403’de Muhammed bin Talha’nın Durr’ul- Manzum kitabından bu konuda geniş bir açıklama nakletmektedir ki: “Cifr-i Cami kitabı Hz. Ali (a.s)’a özgü ilim anahtarlarının yazıldığı 1700 sayfadan ibaretti. Nitekim meşhur şair Hz. Ali (a.s)’a yönelik şöyle diyor: “Ondan başka Cifr-i Cami’i bilen kimdir? Bu kitapta gaybi sırlar mevcuttur.”

Hakeza Tarih-i Nigaristan sahibi de Şerh-i Mevakıf’tan şöyle nakletmektedir: “Cifr ve Camia kitabı Ali (a.s)’a mahsustur. Bu iki kitapta harf ilmi yoluyla kıyamete kadar olacak olaylar yer almıştır. Hz. Ali (a.s)’ın evlatları da onunla hükmetmektedirler.” (Yani bu remizli kitabın anahtarı, olaylardan haber veren Hz. Ali (a.s) ve evlatlarının nezdindedir.)

Nevvab: Kıble sahip (alicenap)! Bizim alimlerinizin de tasdik ettiğini söylemiş olduğunuz Cifr kitabı nedir ve nasıldır? Lütfen mümkünse onu açıklayın?

Davetçi: Vakit dar olduğu için bu ilim ve kitap hakkında genişçe konuşmaktan mazurum.

Nevvab: Mümkün olduğu kadar kısa da olsa izah ediniz.

Davetçi: H. 10. yılda Veda Haccı’ndan dönerken Cebrail nazil olarak Peygamber (s.a.a)’e öleceğini haber verdi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.a) ellerini kaldırarak şöyle dua etti: “Allah’ım bana vaat ettin ve sen asla vaadinden dönmezsin.”

Kendisine şöyle İlahi bir hitap geldi:

“Ali’yi al, Uhud dağına çık, kıbleye sırtını dönerek otur, çöldeki hayvanları çağır, hepsi sana icabet edecektir. Onlar arasında kırmızı renkli, küçük boynuzlu, büyük bir keçi vardır. Ali’ye onu kesmesini, boyun tarafından derisini yüzmesini ve tabaklamasını emret. O zaman Cebrail sana gelecek, hokka kalem ve yeryüzündekilere benzemeyen bir mürekkep getirecektir. Cebrail’in dediği her şeyi Ali’ye yazmasını öğret. O yazı ve deri baki kalacak, asla çürümeyecek ve korunacaktır. Onu her açtıklarında taze bulacaklardır.”

Peygamber (s.a.a) denildiği gibi Uhud dağına çıktı. Gerekeni yaptı. Cebrail gelerek Peygamber (s.a.a)’e hokka kalem getirdi. Peygamber (s.a.a)’e verdi. Peygamber (s.a.a) Ali (a.s)’a vererek yazmasını istedi. Cebrail Allah-u Teala tarafından olmuş ve olacak her şeyi Peygamber (s.a.a)’e beyan ediyor, Peygamber (s.a.a) de Ali (a.s)’a beyan ediyordu ve Ali (a.s) da onları o derinin üzerine yazıyordu. Derinin her tarafı yazıyla doldu. Böylece o kitapta kıyamete kadar olmuş ve olacak her şey yazılıydı. Hatta onların evlatlarının dost ve düşmanlarının adı bile yazılıydı. İnsanların başına gelecekler, o kitaba kaydedilmişti.

Peygamber (s.a.a) daha sonra onu Ali (a.s)’a verdi ve o veraset, velayet ve imamet parçalarından biri sayıldı. Her İmam dünyadan göçtüğünde onu kendinden sonraki İmama bırakmıştır. İşte bu kitap Gazali’nin; “Cifr-i Cami kitabı Ali ve evlatlarına mahsustur. Bu kitapta ölümler, belalar, hükümler ve tüm diller yazılıdır.” dediği kitaptır.

Nevvab: Nasıl olur da bunca olay ve ilimler bir keçinin derisine sığabilir?

Davetçi: Evvela; haberden de anlaşıldığı gibi bu keçi sıradan bir keçi değildi. Bu iş için yaratılmış büyük bir keçiydi.

İkinci olarak; bu, kitapların yazı türünden bir şey değildi. Remiz harfleriyle yazılmıştı. Nitekim Tarih-u Nigaristan’ın sahibi Şerh-u Mevakıf’tan naklen şöyle diyor: “Bu iki kitap harf ilmiyle yazılmıştır.”

Ayrıca o sembollerin şifresini Peygamber (s.a.a), Ali (a.s)’a vermiştir. Hz. Ali (a.s ) da Peygamber (s.a.a)’in emri üzere onu kendinden sonraki İmamlara emanet etmiştir.

O şifreler kimin elinde olursa, o kitaptan sırlar ve olayları öğrenebilir. Bu şifrelere sahip olmayan onu çözemez. Nitekim günümüzde de birçok yazılar şifreyle gönderilmektedir. Öyle ki o yazıların şifresini bilmeyenler asla o yazıyı anlayamazlar. Dolayısıyla Hz. Ali (a.s) ve evlatlarından başka hiç kimse o kitaptan istifade edemez. Nitekim Hz. Ali (a.s) tüm evlatlarının toplandığı bir yerde o kitabı oğlu Muhammed Hanefiyye’ye verdi. O çok alim ve bilgin olmasına rağmen onu okuyamadı.[2]

İmamların haber verdiği birçok önemli olayları o kitaptan istifade etmekteydiler. O kitap vesilesiyle işleri en ince detayına kadar biliyor, Ehl-i Beyt’e (a.s) ve Şiilere nazil olan belaları ve musibetleri o kitaptan çıkarıyorlardı. Nitekim hadis kitaplarında bu detaylıca kaydedilmiştir.

Bu cümleden Şerh-u Mevakıf’da Memun ve İmam Rıza arasında imzalanan bir ahdname yer almıştır ki Memun altı ay boyunca, mektup ve tehditle İmam Rıza’yı veliahtlığını kabul etmek zorunda bırakmıştı. Memun kendisinden sonra hilafetin İmam Rıza’ya intikal edeceği hususunda bir ahdname imzalamıştı.

İmam Rıza’ya ahdnameyi imzalaması için getirdiklerinde İmam şu şerhi düştükten sonra ahdnameyi imzaladılar:

“Ben Musa bin Rıza diyorum ki, Memun (Allah-u Teala onu şeriatın güçlendirilmesi, irşat ve doğru yola erişme konusunda muvaffak kılsın) başkalarının inkar etmiş olduğu hakkımızı tanıdı. Başkalarının kestiği bağı o gözetti. Başkalarının ölümle tehdit etmiş olduğu nefislere o güvenlik sağladı. Yokluk sınırına gelen kimseleri ihya etti. Fakir ve muhtaçları zengin kıldı. Allah-u Teala şükredenlerin mükafatını verecek ve iyilerin ecrini zayi etmeyecektir. Eğer ben ondan sonra hayatta kalırsam beni veliahtlığa tayin etti. Ama Cifr ve Camia kitapları bunun tersine hükmetmektedir. (Yani ben ondan sonra hayatta kalmayacağım.) Zaman bana ve size ne yapacak bilemiyorum. Hüküm sadece Allah-u Teala’ya mahsustur. Allah-u Teala insanlar arasında hak üzere hüküm verecektir.”

Taftazani Şerh-u Mekasid’id- Talibin fi İlm-i Usul’id- Din kitabında İmam’ın ahdnamede geçen Cifr-i Camia cümlesine işaret etmektedir. Yani Cifr-i Camia, Memun’un ahdine vefa göstermeyeceğini beyan ediyor. Nitekim de öyle oldu. Peygamber (s.a.a)’in evladı ve bir parçası olan İmam Rıza’yı zehirlediler. Böylece İmam Rıza’nın ilminin apaçık gerçeği ve sadakati ortaya çıkmış oldu ve herkes İmamın zahir ve batın ilmine sahip olduğunu anladı.”

Cebrail’in, Resulullah’ın Vasisi Emir’ul- Muminin Ali İçin Mühürlenmiş Kitap Getirmesi

Peygamber (s.a.a) vasıtasıyla Ali (a.s)’a ulaşan feyiz yollarından biri de Cebrail’in Hz. Ali için getirdiği mühürlenmiş kitaptır. Nitekim her iki fırkanın kabul ettiği muhakkık Ebu’l- Hasan Ali bin Hüseyin el-Mes’udi, İsbat’ul- Vasiyye s. 92’de özetle şöyle rivayet etmektedir: “Allah-u Teala gökten yazılı bir kitap indirdi. Cebrail bu kitabı emin meleklerle Peygamber (s.a.a)’e indirdi. Cebrail Peygamber (s.a.a)’in yanına varınca şöyle arz etti:

“ Vasin dışında mecliste olan herkes, vasiyet kitabını size takdim etmem için dışarı çıksın.”

Peygamber (s.a.a) Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin (a.s) dışında herkese dışarı çıkmasını emretti. Cebrail daha sonra şöyle dedi:

“Ya Resulullah, Allah’ın sana selamı var; buyuruyor ki: “Bu seninle anlaştığım ve meleklerin de tanıklık etmiş olduğu bir anlaşmadır. Allah da şahit olarak yeter.”

Bunu duyan Peygamber (s.a.a) titreyerek şöyle buyurdu:

“O Selam’dır, selam O’ndandır ve selam O’na döner.”

Sonra o kitabı Cebrail’den aldı, Hz. Ali’ye verdi. Okuduktan sonra şöyle buyurdu: “Bu Rabbimin bana gönderdiği bir anlaşmadır ve O’nun bir emanetidir. Ben de O’nun mesajının hakkını eda ettim.”

Bunun üzerine Hz. Ali (a.s ) da şöyle dedi:

“Annem babam sana feda olsun. Ben de buyurduklarının doğruluğuna, nasihatlerine ve tebliğine tanıklık ediyorum. Buna kulağım, gözüm, etim ve kanım da şahadet etmektedir.”

Peygamber (s.a.a), Ali (a.s)’a şöyle buyurdu:

“Bu Allah’tan gelen bir vasiyetimdir. Onu benden kabul et. Allah-u Teala için zamanet et. Ona vefalı olmak benim görevimdir.”

Hz. Ali (a.s) şöyle arz etti: “Zamanet etmeyi kabul ediyorum ve Allah-u Teala da bana yardım edecektir.”

O kitapta Hz. Ali (a.s)’a şöyle şart koşulmuştu:

“Allah’ın dostlarıyla dost olmak, Allah’ın düşmanlarıyla düşman olmak ve onlardan beri olmak, zulme, gazaba, hakkının alınmasına, humusuna el konmasına, hürmetinin çiğnenmesine ve sakalının başının kanıyla boyanmasına karşı sabretmek.”

Hz. Ali (a.s) şöyle dedi:

“Kabul ettim, razı oldum. Eğer hürmetimi çiğnerlerse sünneti tatil eder, kitabın hükümlerini yok eder, Kabe’yi bozar ve sakalımı başımın kanıyla boyalarsa yine de sabredeceğim.”

Ardından Cebrail, Mikail ve mukarrep melekleri Hz. Ali (a.s)’a şahit tuttu. Hz. Ali (a.s)’a bildirdiğini Hasan, Hüseyin ve Fatıma’ya da bildirdi. Bütün olayları onlara da aktardı. Daha sonra ateş görmemiş altın mühürlerle o vasiyet nameyi mühürleyip Ali (a.s)’a verdi. Bu vasiyetnamede Allah’ın ve Resulullah (s.a.a)’in sünnetleri, muhaliflere, dini değiştirenlere ve emirleri tahrif edenlere muhalefet, istisnasız her şey ve bütün olaylar yazılıydı. Resulullah (s.a.a) ile Ali arasında bir sırdı. Nitekim Kur’ân da bu konuda açıkça, “...Her şeyi apaçık bir İmam’da (Ali bin Ebi Talib’de) toplamışız.” diye buyurmaktadır.”

Özetle Hz. Ali (a.s) ve O’nun soyundan gelen temiz İmamlar her şeylerini Peygamber (s.a.a)’den aldılar. Peygamber (s.a.a)’in bütün ilimleri onlardaydı. Aksi takdirde Ali (a.s)’ı ilim kapısı olarak tanıtmaz ve ilim öğrenmek için Ali (a.s)’ın kapısına gidilmesini emretmezdi.

Eğer Hz. Ali (a.s) bütün yüce ilimlere sahip olmasaydı, dost ve düşman karşısında; “Beni kaybetmeden istediğiniz her şeyi sorun.” diye feryat etmezdi.

Şii ve Sünni ittifak etmiştir ki Hz. Ali (a.s) dışında hiç kimse “İstediğinizi bana sorun” diye feryat etmemiştir. Bu makam Hz. Ali (a.s)’a özgü bir makamdı. İnsanların zahir ve batın ilimleri hakkındaki tüm sorulara cevaplar vermiştir. Hz. Ali (a.s) dışında böyle bir iddiada bulunanlar rezil olmuşlardır.

Nitekim Hafız bin Abdulbirr Endülisi, İstiab fi Ma’rifet’il-Ashab kitabında şöyle diyor: “Beni kaybetmeden sorun” sözünü iftira ve yalancılar dışında hiç kimse söylememiştir.”

Nitekim Ebu’l- Abbas Ahmed bin Hallakan eş-Şafii Vefeyat’ta, Hatip Bağdadi ise Tarih c. 13, s. 163’de şöyle rivayet etmişlerdir: “Ehl-i Sünnet alimlerinden Mukatil bin Süleyman; “Arşın altındaki her şeyi bana sorun” diye halka seslendi.

Bir şahıs kalkıp şu soruyu sordu: “Hz. Adem hac ettikten sonra saçını kısaltmak isteyince onu kim tıraş etti?”

Mukatil düşüncelere daldı cevap veremedi ve sustu. Başka biri de şunu sordu: “Karınca, yemekleri bağırsakları vasıtasıyla mı hazmediyor yoksa başka bir organıyla mı? Eğer bağırsakları vasıtasıyla hazmediyorsa bağırsakları bedeninin neresindedir?”

Mukatil yine şaşkınlık içinde kaldı, mecburen şöyle dedi: “Allah-u Teala bu soruları gönlünüze attı ki ilmimin fazlalığı sebebiyle kibre kapıldığım ve haddimi aştığım için beni rezil etsin.”

Şüphesiz bu iddiayı her türlü soruya cevap verecek kimseler yapmalıdır. Dolayısıyla ümmet arasında Hz. Ali (a.s) dışında bu makama sahip hiç kimse yoktu. Hz. Ali (a.s) Peygamber (s.a.a)’in ilim kapısı olduğu için, o da Peygamber (s.a.a) gibi işlerin zahir ve batınını, ilk ve son ilimleri biliyordu. “Beni kaybetmeden sorun” diye feryat ediyordu. Sorulan bütün sorulara kolayca cevap veriyordu. Şimdi vaktimiz olmadığı için hepsini aktaramıyoruz. Sahabeden hiç kimse Hz. Ali (a.s) dışında böyle dememiştir.

Nitekim imam Ahmed bin Hanbel, Müsned’de, Harezmi, Menakıb’da, Hace Kelan Hanefi Yenabi’ul- Mevedde’de, Beğevi, Mucem’de, Taberi, Riyaz’un- Nazre, c. 2, s. 198’de ve İbn-i Hacer Savaik s. 76’da Said bin Museyyib’den şöyle rivayet etmekteler:

“Hz. Ali dışında hiçbir sahabe; “Bana sorun” dememiştir.

Hz. Ali’nin “Bana Sorun” Sözü Hususunda Ehl-i Sünnet Hadisleri

Hakeza İbn-i Kesir Tefsir, c. 4’de, İbn-i Abdulbirr, İstiab’da, Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde’de, Harezmi, Menakıb’da, imam Ahmed Müsned’de, Himvini, Feraid’de, İbn-i Talha, Durr’ul- Manzum’da, Mir Seyyid Şafii, Meveddet’ul- Kurba’da, Hafız Ebu Naim İsfahani, Hilyet’ul- Evliya’da, Muhammed bin Talha, Metalib’us- Süul’de, İbn-i Ebi’l-Hadid, Nehc’ul- Belağa Şerhi’nde ve diğer alimleriniz kendi kitaplarında farklı tabirlerle değişik yerlerde Amir bin Vasile, İbn-i Abbas, Ebu Said Bahteri, Enes bin Malik ve Abdullah bin Mes’ud’dan Hz. Ali (a.s)’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir:

“Ey insanlar, beni kaybetmeden bana sorun, şu kalbimde her şeyin ilmi vardır. Bana sorun. Bende ilklerin ve sonların ilimi vardır.”

Ebu Davud Sünen s. 356’da, imam Ahmed bin Hanbel Müsned c. 1, s. 278’de, Buhari, Sahih, c. 1, s. 46’da ve c. 10, s. 241’de müsned olarak Hz. Ali (a.s)’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir; “Bana istediğiniz şeyi sorun. Bana sorduğunuz her şeyin cevabını veririm.”

Şeyh Süleyman Belhi, Yenabi’ul- Mevedde 14. Bab’ın zımnında s. 74’de Harezmi’den ve Himvini kendi senediyle Ebu Said Bahteri’den şöyle rivayet etmektedir: “Hz. Ali (a.s)’ı Kufe minberinde gördüm. Peygamber (s.a.a)’in yün elbisesini giymiş, sarığını takmış, kılıcına dayanmıştı. Sonra minbere oturup şöyle buyurdu:

“Beni kaybetmeden bana sorun. Şüphesiz şu göğsüm ilimle doludur. Şu içim ilim yatağıdır. Bu Peygamber (s.a.a)’in (ağzıma sürdüğü) tükürüktür. Peygamber (s.a.a) bana böylece ilmin tanelerini yedirdi. Allah-u Teala’ya and olsun ki oturup Tevrat ehline Tevrat’la, İncil ehline de İncil’le hüküm verecek olsam ve Allah-u Teala da o iki kitabı konuşturacak olsa şöyle derler: “Ali sizlere bizimle hak üzere hüküm verdi. Siz kitabı okuyorsunuz, hâla akıl etmeyecek misiniz?”

Himvini, Feraid’de, Harezmi Menakıb’da, Hz. Ali (a.s)’ın minberde şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:

“Beni kaybetmeden bana sorun. Taneyi yaran ve insanları yaradan Allah-u Teala’ya and olsun ki bana sorduğunuz her ayetin nerede nazil olduğunu, gece mi, gündüz mü, makamda mı yoksa yolda mı, yeryüzünde mi, dağda mı, mümin hakkında mı, münafık hakkında mı, umum mu ifade etmektedir yoksa has mı, sizlere bunların tümünü haber veririm.”

İbn-i Kuvvay-i Harici kalkıp şöyle dedi: “Bana şu; “İman edip salih ameller işleyenlere gelince, halkın en hayırlısı da onlardır.” ayetini açıkla.” Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu:

“Onlar biz ve bize tabi olanlardır. Biz de kıyamette alnı aklardan olacağız. Onlar da yüzlerinden tanınacaktır.”

Hakeza imam Ahmed bin Hanbel Müsned’de, Şeyh Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde 14. Bab’ın zımnında s. 74’de, İbn-i Abbas’dan naklen Hz. Ali (a.s)’ın minberde şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

“Beni kaybetmeden bana Allah’ın kitabından sorun. Her ayetin nerede nazil olduğunu, dağda mı, yumuşak toprak da mı indiğini herkesten iyi bilirim. Bana fitneleri sorun, her fitnenin ne zaman kopacağını ve onda öldürülecekleri bilirim.”

İbn-i Sa’d Tabakad’da, Ebu Abdullah Muhammed bin Yusuf-u Genci Kifayet’ut- Talib’in 52. babında (bu konuya özgü kılmıştır), Hafız Ebu Naim İsfahani, Hilyet’ul- Evliya, c. 1, s. 68’de müsned olarak Hz. Ali (a.s) nin şöyle buyurduğunu rivayet etmekteler:

“Allah-u Teala’ya and olsun ki, inen her ayetin kimin hakkında indiğini, nerede indiğini, neyin üzerine indiğini bilirim. Allah-u Teala bana bir kal,p kamil akıl ve konuşan bir dil verdi.”

Aynı kitaplarda Hz. Ali (a.s )’dan şöyle rivayet edilmiştir:

“Bana Allah’ın kitabından sorun; inen her ayetin gece mi indiğini yoksa gündüz mü indiğini, yumuşak toprağa mı yoksa sert dağlara mı indiğini bilirim.”

Harezmi, Menakıb’da, A’maş’dan, o da İbaye bin Rab’i’den şöyle dediğini rivayet etmektedir: “Hz. Ali (a.s) defalarca şöyle buyurmuştur:

“Beni kaybetmeden bana sorun, Allah-u Teala’ya and olsun ki ben bitkili bitkisiz her toprağı, kıyamete kadar yüz insanı saptıran veya yüz insanı doğru yola eriştiren her topluluğun önderini, sevk edenini ve çağıranını herkesten çok bilirim.”

Suyuti Tarih’ul- Hulefa, s. 124’de, Bedruddin Hanefi, Umdet’ul- Kari’de, Taberi, Riyaz’un- Nazre, c. 2, s. 198’de, Suyuti, Tefsir-u İtkan, c. 2, s. 319’da, Askalani, Feth’ul- Bari, c. 8, s. 485’de ve Tehzib’ut- Tehzib, c. 7, s. 338’de, Hz. Ali (a.s)’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler:

“Bana sorun. Allah-u Teala’ya and olsun ki, kıyamete kadar olacaklar hakkında sorduğunuz her şeyi size haber veririm. Benden Allah’ın kitabını sorun. Allah-u Teala’ya and olsun ki her ayetin gece mi indiğini, yoksa gündüz mü, yumuşak toprakta mı, yoksa dağda mı nazil olduğunu bilirim.”

Acaba bu beyanlar gaybi bilmek değil midir? Gaybi bilmeyen birisi dost düşman karşısında böyle bir iddiada bulunabilir mi? Biraz adetlerden uzaklaşacak ve insaf gözüyle bakacak olursanız Hz. Ali (a.s)’ın gaybi bildiğini, amel makamında da bunu açığa vurup gayptan haber verdiğini açıkça görürsünüz.

İmam Hüseyin’in Katili Olan İbn-i Sinan’dan

Haber Vermesi

Nitekim İbn-i Ebi’l- Hadid bu rivayetleri Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 1, s. 208’de, İbn-i Hilal-i Sekafi’nin Garat kitabından rivayet etmektedir. Bu cümleden şöyle rivayet etmektedir: “Adamın biri kalkarak şöyle dedi: “Bana başımda ve sakalımda kaç kıl olduğunu söyle.”

Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu:

“Dostum Peygamber (s.a.a) başındaki her kılın dibinde sana lanet eden bir melek olduğunu ve yüzündeki her kılın dibinde de seni kandıran bir şeytan olduğunu söyledi. Evinde Peygamber (s.a.a)’in evladını öldüren bir buzağın var.”

O Enes-i Nahi adında biriydi, oğlu Sinan, o zamanlar evde oynayan bir çocuktu. H. 61 yılında Kerbela’daydı ve Hz. Hüseyin’in katili oldu. Bazılarına göre ise soru soran adam Sa’d bin Ebi Vakkas idi. Oğlu Ömer bin Sa’d ordu komutanı ve Kerbela katiliydi. Belki de her ikisi de farklı meclislerde soru sormuşlardır. Hz. Ali (a.s) bu rivayet vesilesiyle ilminin Peygamber (s.a.a)’den kaynaklandığını ve gaybı ihata ettiğini göstermek istedi.

Habib Bin Ammar’ın Bayraktarlığından

Haber Vermesi

Ahmed bin Hanbel Müsned’de, İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 1 s. 208’de şöyle rivayet etmişlerdir: “Hz. Ali (a.s) hilafeti döneminde Kufe mescidinde oturmuştu. Ashabı da etrafında duruyordu. Adamın biri; “Halid bin Uveyta, Vaad’il Kura’da dünyadan göçtü.”diye söyleyince Hz. şöyle buyurdu:

“O ölmedi ve dalalet ordusunun komutanı oluncaya kadar da ölmeyecektir. Onun bayraktarı Habib bin Ammar olacaktır.”

Orada bulunan bir genç şöyle dedi: “Ammar benim Ey Emir’ul- Mü’minin ve sizi samimi olarak gerçekten seviyorum.” Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu:

“İftira ve yalan söylemedim ve söylemeyeceğim. Adeta görüyorum ki Halid dalalet ordusunun komutanı olmuş, sen de onun bayraktarısın. Caminin bu kapısından gireceksiniz ve caminin önündeki şu perdeden tutunca yırtılacaktır.”

Hz. Ali (a.s)’ın bu sözünün üzerinden yıllar geçti. Mel’un Yezid’in hilafeti döneminde mel’un İbn-i Ziyad Kufe’nin valisi oldu. Hz. Hüseyin’le savaşmak için büyük bir ordu gönderdi.

Peygamber (s.a.a)’den Halid ve Habib bin Ammar’ın rivayetini duyanların çoğu camide otururlarken aniden askerlerin sesini duydular. Eskiden toplantı yerleri camiler olduğu için askerler gösteriş yapmak isteyince camiye girip çıkıyorlardı. Aniden Halid bin Uveyta’nın dalalet ordusunun komutanı olarak Peygamber (s.a.a)’in evladıyla savaşmak için Hz. Ali (a.s)’ın buyurduğu Bab’ul- Fil’den camiye girdiğini gördüler. Habib bin Ammar da onun bayraktarıydı. Camiye girerken kapıdaki perdeyi tutunca yırtıldı Böylece Hz. Ali (a.s)’ın sözü ve münafıklar hakkındaki ilmi apaçık tecelli etti.

Gayıplardan Haber Vermesi

Acaba bu haber bütün bu alametleriyle tecelli ettiğine göre gayptan haber verme değil midir? Genelde Hz. Ali (a.s)’ın hutbe ve sözleri olan Nehc’ül-Belağa’yı dikkatlice inceleyecek olursanız, Hz. Ali (a.s)’ın verdiği birçok gaybi haberleri görürsünüz.

Özellikle de büyük sultanların durumu, olaylar, Zenc Sahibi’nin kıyamı, Moğolların galebesi, Cengiz Han’ın saltanatı, zalim halifelerin durumu, Şiilere karşı tutumu ve benzeri birçok gaybi haberlerin var olduğunu siz de okursunuz. Özellikle de İbn-i Ebi’l- Hadid, Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 1 s. 208-211’de, bütün bunları detaylıca anlatmaktadır.

Ayrıca Hace Kelan Belhi el-Hanefi Yenabi’ul- Mevedde 14. Bab’da Hz. Ali (a.s)’ın ilminin çokluğunu gösteren bu tür hutbe ve haberlere istinat etmektedir. Bunları okuyun ki apaçık gerçekleri keşfedesiniz. Hz. Ali (a.s) Muaviye’nin Kufe’ye galebe çalacağını ve kendisine lanet edilmesini emredeceğini haber vermiştir ve de öyle olmuştur.

Muaviye’nin Galibiyet ve Zulümlerinden

Haber Vermesi

Bu cümleden şöyle buyurmuştur:

“Benden sonra geniş boğazlı ve iri göbekli birisi sizlere galip gelecektir. O bulduğunu yiyecek([3]), bulmadığını isteyecek ve onu öldürecektir. Onu öldürmeyeceksiniz, o adam size bana kötü laflar etmenizi ve benden beri olduğunuzu ilan etmenizi isteyecektir. Bana sövmenize izin veriyorum; zira o sövgü benim için temizlik, sizler için ise kurtuluştur. Ama benden beri olduğunuzu ilan etmeyin. Zira ben fıtrat üzere doğdum, iman ve hicrette herkesten önde oldum.”

İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 1 s. 356’da ve diğer büyük ve değerli alimleriniz kendi kitaplarında açıkça tasdik etmişlerdir ki bu lanetli adam Muaviye’dir. Hilafete geçince 80 yıl boyunca halkı Hz. Ali (a.s)’a lanet etmeye ve ondan beri olduklarını ilan etmeye zorladı. Hz. Ali (a.s)’a mihrap ve minberde hatta Cuma hutbelerinde lanet ediyorlardı. Ömer bin Abdülaziz’in hilafetine kadar da bu böyle devam etti. Ömer bin Abdülaziz salihane tedbirleriyle bu lanetlemeyi ortadan kaldırdı ve insanları bu çirkin amelden men etti.

Bu çirkin olayı Hz. Ali (a.s) önceden haber vermişti. O halde siz de tasdik edersiniz ki Hz. Ali (a.s) gaybı biliyor ve Allah’ın verdiği bir ilimle perde arkasından haber veriyordu.

Bu tür haberler oldukça çoktur. İnsanlar yıllar ve asırlar sonra bunun doğruluğunu açıkça görmüşlerdir.

Savaş Başlamadan Önce Zu’s- Sediyye’nin

Öldürülmesinden Haber Vermesi

Hz. Ali (a.s) çok önceden Nehrevan savaşını da haber vermiş ve haricilerin ve Zu’s- Sediyye([4]) ismiyle meşhur olan Tezmele’nin katlini önceden haber vermiştir. Hatta haricilerden sadece on kişinin öldürülmeyeceğini, Müslümanlardan ise sadece on kişinin öldürüleceğini haber vermiş ve şöyle buyurmuştur:

“Onlardan on kişi kurtulacak, bizden ise on kişi ölecektir.”

Nitekim İbn-i Ebi’l- Hadid, Hace Kelan Belhi ve diğerleri Hz. Ali (a.s)’ın haber verdiği şeylerin sonradan gerçekleştiğini söylemişlerdir.

Özellikle İbn-i Ebi’l-Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 1 s. 425’de, bu haberin yorumunda şöyle diyor: “Bu haber şöhreti cihetiyle tevatüre yakın bir haberdir. Bütün alimler bunu rivayet etmiştir ve bu da Hz. Ali (a.s)’ın kerametlerinden biridir.

Acaba bunlar gayptan haber vermek ve geleceği bilmek değil midir? Dolayısıyla şüphenizin gitmesi ve velayet makamının gerçeğini anlamanız gerekir. Hz. Ali (a.s)’ın diğer halifelerden farklı olduğunu tasdik etmelisiniz. Eğer gayb ilmi olmasaydı ve tabiat ötesi bir irtibatı bulunmasaydı, asırlar sonra gerçekleşen olayları bu kadar detayıyla nasıl haber verebilirdi?

Hakeza Meysem-i Temmar’ın Ubeydullah bin Ziyad tarafından öldürüleceğini, Cuveyriye ve Reşid Hicri’nin Ziyad tarafından öldürüleceğini, Amr bin Hamak’ın Muaviye’nin taraftarlarınca öldürüleceğini, özellikle de Hz. Hüseyin’in katillerini haber vermesi, önceden de işaret etmiş olduğum gibi Hz. Hüseyin’in katilleri Enes ve Ömer bin Saad’ı bildirmesi Hz. Ali (a.s)’ın bu gayb ilminin göstergesidir.

Büyük alimlerinizden Taberi, İbn-i Ebi’l- Hadid, Muhammed bin Talha, Suyuti, Hatip Harezmi ve diğerleri bu haberleri açıkça rivayet etmişlerdir.

Kendi Katlinden Haber Vermesi ve

İbn-i Mülcem’i Tanıtması

Hz. Ali (a.s)’ın gaybi haberlerinden biri de kendi katili Abdurrahman bin Mülcem Muradi’nin kendisini öldüreceğini haber vermesidir. Halbuki İbn-i Mülcem zahiren Hz. Ali (a.s)’a büyük bir sevgi ve dostluk izharında bulunuyordu. Nitekim İbn-i Esir Usd’ul- Gabe c. 4 s. 25’de ve diğerleri kendi kitaplarında rivayet etmişlerdir ki ashabın yanına varınca Hz. Ali (a.s)’ı överek şöyle dedi:

Allah-u Teala seni insanlara imam kıldı,

Sen her türlü ayıptan ve şüpheden uzaksın,

Sen dost ve düşmana cömertsin,

Sen Aslan’ın çocuğusun,

Sen eski ve gelecek bütün fenleri bilensin,

Cesur ve meşhursun,

Ey Peygamber (s.a.a)’in vasisi,

Seni bu makama Allah-u Teala seçti,

Her türlü fazlını Kur’ân’da sana verdi.

Orada bulunanlar onun Hz. Ali (a.s)’a olan muhabbet ve sevgisine şaşırdı. Ama Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu:

Ben sana nasihat ediyorum zahiri dostluktan;

Gizlide ise bana düşman olmaktan.

İbn-i Hacer ise, Savaik s. 82’de, Hz. Ali (a.s)’ın ona şöyle cevap verdiğini rivayet etmiştir:

Ben onun hayatını istiyorum, o ise benim katlimi istiyor.

Zahiri dost görünen bu hilekar, Muradi kavmindendir.

Abdurrahman şöyle dedi: “Belki adımı duymuşsun da ismimden hoşlanmamışsın.”

Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Hayır, ben açıkça biliyorum ki sen benim katilimsin; çok geçmeden şu beyaz sakallarımı kanımla boyayacaksın.”

İbn-i Mülcem; “O halde emret de beni öldürsünler.” dedi. Ashap da bunu rica etti. Ama Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu:

“Bu mümkün değildir; dinim cinayetten önce kısasa izin vermez. Benim ilmim senin beni öldüreceğini beyan ediyor. Ama dinin hükümleri zahiri amellerle ilgilidir. Senden henüz bir şey görmediğim için şer’i açıdan sana bir şey yapamam.”

İngiliz Mr. Carleyl, Kitab’ul- Ebtal’ında şöyle diyor: “Ali kendi adaletiyle öldürüldü. Yani eğer adaletli davranmayıp da cinayetten önce kısas uygulasaydı, öldürülmezdi. Nitekim sultanlar en küçük bir su-i zanda çocukları, kardeşleri, eşleri ve akrabaları bile olsa hemen onları öldürtmekteler. Ama Hz. Ali (a.s) şeriat ve dinden dışarı bir adım bile atmayan tek insandı. Katilini kesin bildiği halde ondan henüz zahirde bir şey görmediği için sevgisini esirgemiyordu. Ama sonunda şekavetini ortaya çıkararak Hz. Ali (a.s)’ın batın ve işlerin apaçık gerçeğini ihata eden ilmini ispat etti.”

Bu da Peygamber (s.a.a) ve masum İmamlar dışında hiç kimsenin gayb ilmini bilemeyeceğinin apaçık bir delilidir. Zira insan masum olmazsa, işlerin gerçeklerinden mahrum olan ilmi üzere, birçok yanlışlıklar yapacaktır. Ama Peygamber (s.a.a) ve İmamlar masum olduğu için kendi katillerini bildiği halde şeriattan bir adım olsun dışarı çıkmamış, cinayetten önce kısas etmemişlerdir.

Acaba bu deliller Hz. Ali (a.s)’ın gaybi bildiğinin delili değil midir? Kendisine muhabbet izharında bulunan, elini öpen ve methiye düzen bir gence; “Sen benim katilimsin” demektedir. Gayb ilmi olmadan bunu söyleyebilir mi? Biraz olsun insaflı davranacak olursanız, Hz. Ali (a.s)’ın zahir ve batın ilmine sahip olduğunu tasdik edersiniz.

Hz. Ali (a.s)’ın En Bilgin ve En Faziletli Oluşu

Şeyh Süleyman Belki Yenabi’ul- Mevedde’nin 14. babının evvelinde s. 65’de, İbn-i Talha’nın Durr’ul- Menzum’undan naklen Hz. Ali (a.s)’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

Şüphesiz ilklerin ilmine sahibim,

Sonların ilmi de kalbimde gizlidir.

Bütün gayb sırlarının kaşifiyim,

Geçmiş ve gelecek benim kalbimdedir.

Ben her küçük ve büyüğün emiriyim,

İlmim bütün varlığa ihata etmiştir.

Daha sonra Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur:

“Eğer istersem, Fatiha’nın tefsiri konusunda yetmiş deve yükü kitap yazarım, bunun delili de Peygamber (s.a.a)’in şu sözüdür: “Ben İlim şehriyim, Ali de onun kapısıdır.” Allah-u Teala da şöyle buyurmuştur: “Evlere kapısından gelin. O halde ilim isteyen kapıdan gelmelidir.”

Hz. Ali (a.s)’ın Peygamber (s.a.a)’den hemen sonra halife olduğunun ve diğerlerinden öncelik hakkına sahip bulunduğuna dair akıl, nakil, kitap sünnet ve icmada önceki gecelerde aktardığım sayısız deliller mevcuttur. Bundan da öte Hz. Ali (a.s)’ın en alim ve faziletli oluşu, bunun en büyük delilidir. Zira akıl ve mantık açısından hiçbir cahil, bir alimin önüne geçemez. Hz. Ali (a.s)’ın ilmi ve fazilet üstünlüğü dost düşman herkesçe bilinmektedir. Hatta İbn-i Ebi’l- Hadid birinci hutbenin zımnında şöyle diyor: “Onlar üstünü (ilk üç halifeyi) en üstünden (Hz. Ali (a.s )’den) öne geçirdiler.”

Bu Hz. Ali (a.s)’ın üstünlük ve faziletini itiraf etmektir. Ama adet ve bağnazlık üzere hemen ardından şöyle diyor: “Allah-u Teala üstünü, en üstün ve en kamilden öne geçirdi.”

Halbuki böyle bir söz İbn-i Ebi’l-Hadid gibi birine hiç yakışmamaktadır. Nitekim büyük alim ve akıl sahipleri de ilim, mantık ve akıl dışı bu sözü dolayısıyla kendisini eleştirmişlerdir. Zira o Allah-u Teala’ya yersiz isnatta bulunmuştur. Halbuki Allah-u Teala asla akıl ve mantık hilafına davranmaz ve mefzulu (kendisine tercih edileni), fazıldan (tercih edilenden) öne geçirmez, nerede kaldı ki efzel (en faziletli) ve a’lemden (en alimden) öne geçirsin. En küçük ilim ve şuur sahibi bir insan da ilim ve mantık üzere asla fazılı efzelden öne geçirmez, nerede kaldı ki mefzulu efzelden öne geçirsin!

O halde Allah-u Teala nasıl olur da mefzulu efzelden öne geçirebilir? Halbuki bizzat Allah’ın kendisi Zümer suresi 9. ayette şöyle buyuruyor: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”

Hakeza Yunus suresi 35. ayette açıkça şöyle buyurmaktadır:

“Öyle ise hakka ileten mi uyulmaya daha layıktır, yoksa doğru yola erişme verilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan mı?”

Binaenaleyh a’lemiyet ve efzeliyet açısından Peygamber (s.a.a)’den sonra ümmet konusunda öncelik hakkı Hz. Ali (a.s)’ın idi. Nitekim İbn-i Ebi’l- Hadid de Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 1 s. 4’de açıkça bu manayı itiraf etmekte ve şöyle demektedir: “Hz. Ali (a.s) Peygamber (s.a.a)’den sonra insanların en üstünüydü. Bütün Müslümanlardan hilafete daha layıktı.”

Birinci delille de ilgili olan ikinci büyük delil ise Resulullah (s.a.a)’in bu hadisteki son sözüdür: “...İlim isteyen onun kapısından gelmelidir.” Lütfen Allah aşkına insaflı olunuz. Peygamber (s.a.a)’in kapısına gidilmesini emrettiği bir isim mi itaate daha layıktır, yoksa insanların toplanıp seçtiği bir isim mi?

Ayrıca Peygamber (s.a.a)’in emrine mutlak surette itaat edilmelidir. Peygamber (s.a.a) öncelik hakkını da aklı cihetiyle belirtmiş ve a’lemiyet olduğunu açıkça beyan etmiştir.

Şeyh: Eğer a’lemiyet ve efzeliyet hususunda öncelik hakkı efendimiz Ali’nin (k.v) olmuş olsaydı, ümmetin de bilip itaat etmesi için O’nu tayin etmesi gerekirdi. Halbuki böyle bir tayin görmemekteyiz.

Davetçi: Sizden bu tür sözleri duymak insanı üzmektedir. Neden ilim bilgi ve apaçık gerçeğiniz bu tür adetlerin etkisinde kalmaktadır? Beyler on gecedir muteber kitaplarınızdan delil getiriyorum. Ama siz yine kalkmış başa dönüyor ve bir nassın olmadığını beyan ediyorsunuz. Halbuki muteber kitaplarınız gizli ve açık naslarla doludur, buna rağmen hepsini görmezlikten geliyorsunuz. Sizlere soruyorum: “Bu ümmetin Resulullah (s.a.a)’in ilim ve siretine ihtiyacı var mıdır, yok mudur?

Şeyh: Kıyamete kadar bu ümmetin ve bütün sahabenin Resulullah (s.a.a)’in yüce ilmine ve siretine ihtiyacı var dır.

Davetçi: Eğer Peygamber (s.a.a)’den sadece; “Ben ilim şehriyim Ali de onun kapısıdır; ilim isteyen kapıya gelmelidir.” hadisi rivayet edilmiş olsaydı, yine yeterli olurdu.

Hz. Peygamber (s.a.a)’in Buyurduğuna Göre Hz. Ali Ümmetin En Bilgini İdi

Bu hadisten daha açık bir nas düşünülebilir mi? İlim isteyen herkesin Ali (a.s)’ın kapısına gitmesini emrediyor. Şimdi seher vaktidir. Bütün gece boyunca bu konu hakkında konuştum, beylerin vaktini aldım, ama siz beni soğuttunuz. Siz de geçmişleriniz gibi doğru söze kulak vermiyorsunuz. Sözümü duymazlıktan geliyor, nasları inkar ediyorsunuz.

Hangi nas ilim nassından daha üstündür? Hangi akıl, din ve bilim ehli, alim olduğu yerde cahile gidilmesini emreder. Eğer ilim ve mantıkta dünyada böyle bir söz söyleyen varsa, biz de sizin mantığınıza uyarız. Eğer böyle bir söz yoksa o halde sizin de bütün ilim ehlinin mantığı olan bizim mantığımıza teslim olmanız gerekir. Hz. Ali (a.s) ümmetin en alimi olduğu için ilim, akıl ve mantık gereğince ona uymamız gerekir.

Büyük alimlerinizden Ahmed bin Hanbel, Müsned’de, Harezmi, Menakıb’da, Hafız Ebu Naim İsfahani, Nuzul’ul- Kur’ân fi Ali’de, Hace Kelan Belhi, Yenabi’de, Mir Seyyid Ali Hemedani, Meveddet’ul- Kurba’da, hatta İbn-i Hacer, Savaik’de, Peygamber (s.a.a)’in defalarca şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

“Ümmetimin en alimi, Ali bin Ebi Talip’tir.”

Sahabeden hiç kimse Hz. Ali (a.s) nin dengi değildi. Nitekim İbn-i Meğazili, Menakıb’da, Muhammed bin Talha, Metalib’us- Süul’de, Himvini, Feraid’de, Şeyh Süleyman Hanefi, Yenabi’nin 14. babında Kelbi’den naklen Abdullah bin Abbas’ın şöyle dediğini rivayet etmektedir:

“Peygamber (s.a.a)’in ilmi Allah’ın ilmindendir. Ali (a.s)’ın ilmi de Peygamber (s.a.a)’in ilmindendir. Benim ilmim de Ali (a.s)’ın ilmindendir. Benim ve sahabenin ilmi Ali (a.s)’ın ilmi karşısında yedi denizde bir damla su mesabesindedir.”

Hakeza Hz. Ali (a.s) Nehc’ul- Belağa’nın 108. hutbesinde şöyle buyuruyor: “Biz nübüvvet ağacıyız, risaletin indiği aileyiz, meleklerin gidip geldiği odağız, ilim madeni ve hikmet kaynağıyız.”

İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 2, s. 236’da bu hutbenin şerhinde şöyle diyor: “Bu mesele Hz. Ali (a.s )’da gerçekten zahirdir. Zira Peygamber (s.a.a) de şöyle buyurmuştur:

“Ben ilim şehriyim Ali de onun kapısıdır; şehre girmek isteyen kapısından girmelidir.”

Hakeza Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

“Ali sizin en iyi hüküm vereninizdir.”

Hüküm meselesi büyük bir ilmi gerektirir. Hz. Ali (a.s)’ın ilmi makamı beyan edilemeyecek derecede yücedir. Hiç kimsenin düşüncesi ona ulaşamaz. Hatta yaklaşamaz. Bu yüzden; “Ben ilmin madeniyim ve hikmetin kaynağıyım” demesi gerçekten kendisine yaraşır. Peygamber (s.a.a)’den sonra bu yüce makama Hz. Ali kadar hiç kimse layık değildi.”

İbn-i Abdulbirr, İstiab c. 3, s. 38’de, Muhammed bin Talha, Metalib’us- Süul, s. 23’de, Kadı İyci ise Mevakıf, s. 276’da, Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

“Ali sizin en iyi hüküm vereninizdir.”

Hakeza Suyuti, Tarih-u Hulefa s. 115’de, Hafız Ebu Naim, Hilyet’ul- Evliya, c. 1, s. 65’de, Muhammed Cizri, Esne’l- Metalib, s. 14’de, Muhammed bin Sa’d, Tabakat, s. 459’da, İbn-i Kesir, Tarih-u Kebir c. 7, s. 359’da, İbn-i Abdulbirr, İstiab, c. 4, s. 38’de Ömer’den şöyle rivayet etmektedir: “Ali bizim en iyi hüküm verenimizdir.” Yani Ali hüküm hakkında hepimizden daha evladır.

Hakeza Yenabi’ul- Mevedde s. 69’da, Durr’ul- Manzum’un sahibi, İbn-i Talha’dan şöyle rivayet etmektedir: “Bil ki bütün semavi kitapların sırları, Kur’ân’dadır, Kur’ân’da olan her şey de Fatiha’dadır. Fatiha’da olan her şey ise besmelededir. Besmelede olan her şey de Besmelenin “ba” harfindedir. Besmelenin “ba” harfindeki her şey de “ba” harfinin altındaki noktadadır. Hz. Ali (a.s) ise şöyle buyurmuştur:

“Ben, ba harfinin altındaki noktayım.”

Hakeza Süleyman Belhi Yenebi’ul- Mevedde’de, İbn-i Abbas’dan şöyle rivayet ediyor: “Mehtaplı bir gecede Ali (a.s) elimden tutarak beni Baki mezarlığına götürdü. Yatsı namazından sonra bana şöyle buyurdu: “Oku ey Abdullah!” Ben de Bismillahirrahmanirrahim’i okudum. Hz. Ali (a.s) bana besmeledeki “ba” harfinin sırları hususunda güneş doğana kadar konuştu.”

Şii ve Sünni alimlerin ittifak etmiş olduğu üzere Hz. Ali (a.s) ashap arasında eşsiz biriydi. O gayb esrarının alimi ve Peygamberlerin ilminin varisiydi. Nitekim Muhammed bin Talha, Metalib’us- Süul’de Harezmi Menakıb’da, Süleyman Belhi Hanefi, Yenabi’ de, İbn-i Talha Halebi’nin Durr’ul- Manzum’undan naklen Hz. Ali (a.s)’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

“Benden gayıpların sırrını sorun; ben nebilerin ve peygamberlerin ilminin varisiyim.”

Hakeza imam Ahmed bin Hanbel, Müsned’de, İbn-i Ebi’l- Hadid, Nehc’ul- Belağa Şerhi’nde ve Süleyman Belhi, Yenabi’ul- Mevedde’de Hz. Ali (a.s)’ın minberde şöyle buyurduğunu rivayet etmekteler:

“Beni kaybetmeden bana sorun. Bana göklerin yolunu sorun. Şüphesiz ki ben göklerin yolunu yerin yolundan daha iyi biliyorum.”

 Bugünkü gibi ilmin gelişmediği o günlerde, böyle bir iddiada bulunmak gayb ilmine sahip olmanın en büyük delilidir. Nitekim defalarca bu konuda sorulan sorulara Hz. Ali (a.s) cevap veriyor, göklerin ve galaksilerin durumunu haber veriyordu.

Batlamyus’un astronomi ilminin hakim olduğu bir dönemde günümüz astronomi ilmine uygun cevaplar vermek başlı başına büyük bir mucizedir.

Nitekim büyük muhaddis Ali bin İbrahim Kummi (Saffat suresinin tefsirinde), Şeyh Fazıl Muhaddis Fahruddin bin Tureyh-i Necefi 300 yıl önce telif etmiş olduğu Mecma’ul- Bahreyn kitabı Kevkeb sözcüğünde ve Allame Meclisi Bihar’ul- Envar c. 14, es-Sema ve’l Alem’de Hz. Ali (a.s )’den şöyle rivayet ediyorlar:

“Gökteki bu yıldızlar da yeryüzündeki gibi birer şehirdir.”

Allah rızası için insaflı olunuz. Yeni astronomi ilminin olmadığı ve Batlamyus komik görüşünün hakim olduğu bir zamanda gökteki yıldızların göklere çakılmış birer çivi olduğunun sanıldığı bir dönemde, özellikle de teleskopların bulunmadığı bir zamanda, bugünkü astronomi bilginlerinin görüşlerine mutabık görüşleri bin yıl öncesinde haber veren birisi gayb ilmini bilmiyor olabilir mi? Onun verdiği haberleri gayptan haberler saymıyor musunuz? Eğer büyük alimlerin kitabında yer alan Ehl-i Beyt (a.s)’dan menkul bu rivayetleri gaybten haberler olarak kabul etmezseniz, haksızlık etmiş olur, bağnazlığını göstermiş olursunuz. Zira bu rivayetler bizzat bu önemli hadiseye delalet etmektedir.

Bugün gelişmiş teleskoplarla dahi görülemeyen astronomik gerçekleri haber vermek şüphesiz ki gaybten haber vermektir. Dolayısıyla Hz. Ali (a.s)’ın gaybi bildiğini kabul etmemiz gerekir. Zira o çağdaş teknolojik aletlere sahip olmadan doğal gözleriyle melekutu keşfetmiş, göklerde seyretmiştir. Şüphesiz bin yıl önce verilen bu haberleri duyan herkes haber verenin, gaybı bildiğini tasdik edecektir.

İzin verirseniz başımdan geçen bir olayı sizlere aktarmak istiyorum. Basra’da bir gemiye bindim. Geminin birinci sınıf odalarında üç yataklı bir kamarada kaldım. Tesadüfen Fransız doğu bilimci Misyo Juen de aynı kamarada kalıyordu. Fransız olduğu halde Arapça ve Farsça’yı çok iyi biliyordu. Dolayısıyla kısa sürede tanışıp ilmi ve dini konularda görüş alış verişinde bulunduk. Elbette ben görevim gereği ona İslâm dinin apaçık gerçeklerini ve hak Caferi Mezhebini tanıtmaya çalıştım. Bir gün bana şöyle dedi: “İslâm dininde diğer dinlerde olmayan bir takım özelliklerin olduğunu kabul diyorum. Zira İslâm her yerde ve işte itidali emretmiştir. Ama unutmayın ki Hıristiyan Avrupalılar pratik ilmi keşifleriyle öne geçmiş ve dünyayı ilmi açıdan minnet altında tutmuştur.

Davetçi: Batılıların ve diğerlerinin ciddi bir şekilde bir takım ilmi gerçekleri keşfettiği hususunda hiç kimse şek ve şüphe edemez. Bunu herkes kabul etmektedir. Ama ilmi medeniyetin kaynağının nereden alındığına bakmak gerekir. Onların ilim ve fendeki üstatları kimdir? Siz de büyük bir bilgin olduğunuz için Batılıların ilim ve fen kaynağının Hıristiyanlık değil, İslâm ve Müslümanlar olduğunu tasdik edersiniz. Çünkü Batılılar daha Miladi 8. Asıra kadar barbarlık ve karanlıklar içinde yaşıyorlardı. Halbuki o zamanlar Müslümanlar ilim ve sanatın bayraktarıydı. Nitekim Fransız Ernest Renan, İngiliz Charleyl ve Alman Nuermal gibi büyük bilginleriniz bunu açıkça itiraf etmişlerdir.

Bu seferde Kazimeyn’de Muhammed Hüseyin Han’ın evinde kaldım. Yıllardır Kerbela ve Kazimeyn’de oturan bu zat Avrupalıların İslâm medeniyeti hakkındaki itiraflarını konuşunca şöyle dedi: “Son zamanlarda Urduca’ya tercüme edilen Fransız bilginlerinden birinin kitabını getirdiler. Oldukça güzel olan Temeddun’ul- Arap adlı bu kitabı Hindistanlı Seyyid Ali Belgirami tercüme etmiş. Oldukça kalın, detaylı ve delillere dayanan bir kitaptır. Batılı birçok bilgin tıp hukuk, ekonomi ve diğer dallarda yazdıkları kitaplarda batılıların ilim, medeniyet, sanat, edep, muaşeret, mülki ve idari teşkilatlar, ferdi ve sosyal örgütlenmelerin hepsinin yüce İslâm dininden ilham aldığını itiraf etmişlerdir.

Misyo Juen: Evet o kitabı Fransız Gustavlobon Paris’te bana verdiler. Gerçekten çok güzel yazılmış, büyük zahmet çekilmiş.

Davetçi: O kitabı Nevvab Beyden emanet aldım. Urduca bilmediğim için Kazimeyn’de bulunduğum on gün içinde bu kitabın ikinci bölümünü Sadık Han’a tercüme ettirdim ve ona teşekkür ettim. Bu tercüme edilmiş sayfaları Misyo Juen’e okudum ve şöyle dedim: “Bakınız makam ve mevkisini sizin de tasdik ettiğiniz bu Fransız bilgini bu konuda itirafta bulunarak şöyle diyor:

Gustavlobon’un İslam Medeniyetinin Batıdaki Etkisi Hakkındaki Sözü

“İslâm medeniyeti doğuda etkili olduğu kadar batıda da etkili olmuştur. Avrupalılar bu vesileyle medenileşmiştir. Bu medeniyetin batıdaki etki derecesini öğrenmek istersek, medeniyetin girmediği dönemde Avrupalıların durumuna bakmak gerekir. M. 9 ve 10. Asırlarda İslâm medeniyeti Avrupa’da doruklara tırmanmıştı. O dönemde batıda sadece cahil papazların idare etmiş olduğu ve insanları hurafelere sürüklediği kilise dışında hiçbir ilmi merkez yoktu. 12. Asırda ilim ve bilgi peşinde koşan kimseler için yegane sığınak İslâm ve Müslümanlardı. Bu kişiler Endülüs’e gidip Müslümanların medreselerinde okudular ve birer bilgin oldular. Bütün ilim ehli Müslümanlara minnet borçludur. Gerçekten Müslümanlar ilim ve bilgiye çok büyük hizmetler ettiler ve dünyada büyük bir ilerleme sağladılar. Müslüman Arapların, biz batılıların boynunda büyük hakları vardır. Dolayısıyla batı medeniyetini İslâm medeniyeti olarak adlandırmak gerekir.”

Bunlar sizin meşhur Fransız bilgininin sözleridir. Siz de diğer batılılar gibi ilim, sanat ve keşiflerle övünüyorsunuz. Ama lütfen Avrupa’nın eski tarihine ve İslâm’dan önceki Arabistan yarımadasına bir göz atın, böylece apaçık gerçekleri keşfedin. Sizin Avrupa hatta bugün medeniyetin beşiği sayılan Paris’in barbarlık içinde yaşadığı bir dönemde Peygamber (s.a.a) ve Müslümanlar vasıtasıyla ilim, medeniyet ve sanat Arabistan yarımadasından dünyaya yayılıyordu. Apaçık gerçeği keşfetmeniz için sizlere kısa olarak Avrupalıların ve Müslümanların medeniyet tarihini aralamaya çalıştım.

Harun’un Müslümanların Yaptığı Saati Hediye

Olarak Şarlıman’a Göndermesi

Sizin de bildiğiniz gibi M. 7-8. Asırlarda Fransız İmparator Şarlıman vasıtasıyla Avrupa düzene girmeye başladı. Şarlıman Bağdat’taki Abbasi halifesi Harun Reşid’le ilişkiye geçince, karşılıklı hediyeleştiler. Harun’un gönderdiği hediyeler arasında mücevherat, elbiseler, dokuma kumaşların yanı sıra, bir de Fransızların saray kapısına astırdığı büyük bir saat vardı. Bu saati Müslüman sanatçılardan birisi yapmıştı. Bu saat büyük altın camın üzerine düşen tanelerin çıkardığı bir sesle 24 saati gösteriyordu. Fransız bilginleri hatta bütün Paris ahalisi, bu büyük şaheserin gerçeğini bir türlü anlayamamışlardı. Bunu Gustavlobon ve diğer batılı bilimciler kaydetmişlerdir.

İslâm medeniyeti karşısında Avrupa medeniyetini anlamak için Şarlıman’ın zamanını ve Müslümanların saat yapma olayını dikkatlice incelememiz gerekir. Rivayet edildiğine göre saat sarayın kapısına asılıp üzerindeki örtü indirilince, Paris halkı saatin hareketlerini görünce ellerindeki aletlerle saraya saldırmıştı. Şarlıman’a halkın saraya karşı saldırıya geçtiğini haber verdiler.

Şarlıman’ın emriyle saray kapıları kapatıldı ve bu saldırının nedenini öğrenmek için saraydaki bilginleri ve vezirleri gönderdi. Yapılan araştırmalar sonunda halkın saltanat makamına değil, saate saldırdığı öğrenildi. Çünkü onlara göre o saat keşişlerin yıllardır anlattığı ve insanları korunmaya davet etmiş olduğu şeytanın kendisiydi. Bilginler daha sonra halkı aydınlatarak, oradan ayrılmasını sağladılar.

O halde Müslümanların Avrupalılardan geri olduğunu söylemeyin. Batılılar Endülüs, Kurtuba, İşbiliye, İskenderiye, Bağdat ve diğer ilim ve sanat merkezlerinde ilim öğrenip bunları pratik hayata geçirmeye çalıştıkları gün Müslümanlar gerilemeye başladılar. Müslümanlar mağrur ve tembel oldular, dondular, gerilediler ve bugünkü hale geldiler. O zaman bizim her şeyimiz vardı. Ama bugün hiçbir şeye sahip değiliz. Hafız’ın dediği gibi:

Yıllarca gönül cam-ı cem talep etti,

 Şimdi sahip olduğunu yabancıdan talep etti.

Bundan da öte sizin ilmi ve teknolojik gelişmelerinizin Hıristiyanlıkla bir ilişkisi yoktur. Aksine Müslümanların ilmi bereketleri ve batılı insanın çalışkanlığı sayesinde bu duruma ulaşmışlardır.”

Bu konuda uzun uzadıya sohbet ettik. Sonunda laf buraya gelince şöyle dedim: “Müslümanların önderlerinin dünyadaki meşhur bilginlerle farkı, bunların araçlarla keşif yapması, onların ise araçsız keşif yapmasıdır. İddiamı ispat etmek için de Ehl-i Beyt (a.s)’dan mikroplar ve gözle görülemeyen varlıklar hakkında birkaç hadis aktardım. Mikroskopların olmadığı 1300 yıl önce Ehl-i Beyt (a.s) İmamlarımız doğal gözleriyle bu gözle görülemeyen varlıkları ve mikropları görmüş, bize tanıtarak onlardan korunmamızı sağlamıştır.

Siz bugün modern teleskoplarla uzaydan haberler vermekle ve uzay araştırmaları yapmakla övünüyorsunuz. Halbuki bizim ikinci önderimiz Hz. Ali (a.s) on üç asır önceden, hem de hiçbir teleskop ve modern aletler olmadan bütün bu bilgileri aktarmış ve oralardan haber vermiştir. Nitekim Hz. Ali (a.s) bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: “Bu gökteki yıldızlar da yeryüzündeki şehirler gibi birer şehirlerdir.”

Misyo Juen biraz düşündükten sonra bu rivayeti not aldı ve şöyle dedi: “Lütfen bu rivayeti kaydeden kitapların ismini söyleyin de yazayım.” Ben söyledim, o da yazdı. Sonra şöyle dedi:

“Paris ve Londra’da dünyanın en büyük kütüphaneleri vardır. Her kitabın el yazması orada vardır. Ben önce Londra’ya, sonra da Paris’e gidip oradaki kitapları dikkatlice inceleyeceğim. Doğubilimcileriyle bu konuyu görüşeceğim. Sizin dediğiniz bu kitaplar gerçekten de teleskopların bulunmasından önceki tarihlerde basılmışsa, sizlere söz veriyorum, İsa ve Muhammed’in Rabbi de aramızda şahit olsun ki araştırdıktan ve anladıktan sonra Müslüman olacağım. Çünkü bu haberleri bin yıl öncesinden veren kimse mutlaka melekuti gözlere ve İlahi bir güce sahip bir kimse olmalıdır. Dolayısıyla böyle bir öndere sahip olan İslâm dini, hak bir dindir ve İslâm Peygamberi (s.a.a)’in halifesi de insan üstü ilmi bir güce sahiptir.”

Beyler yabancılar görmeden ve tanımadan, buğz ve sevgiye kapılmadan sadece ilmi kaideler esasınca böyle hükmettiklerine göre, biz ve sizler bu yolu daha iyi bir şekilde kat etmeli ve bu iki kaide üzere mezkur şartları haiz bulduğumuz herkese uymalıyız.

Hakeza Peygamber (s.a.a)’in hilafeti konusunda da basiretle bakar, bağnazlıktan uzaklaşır ve adetlerimizden el çekersek, sahabe arasında Hz. Ali (a.s )’den daha zahit, alim, faziletli ve soylu bir kimsenin olmadığını açıkça görürüz. Zira Hz. Ali (a.s), Peygamber (s.a.a)’den sonra bütün fazilet ve kemallerin sahibi biriydi. İlklerin ve sonların ilmi onun nezdindeydi. Hikmet, kelam, tefsir, kıraat, sarf, nahiv, fıkıh, hendese, tıp astronomi, sayı, cifr, hesap, şiir, hutbe, öğüt, bediy, fesahat, lügat ve kuşların dili ile ilgili bütün ilimler Hz. Ali (a.s)’da bitiyordu.

Bütün bu ilimleri, ya bizzat icat etmiş veya teşrih etmiştir. Her ilimde özel bir beyanda bulunmuş, o ilmin ehli olanlar o kelamı kaynak göstermiş ve sonradan o ilim hakkında söyledikleri o kaynak sözlerin beyanı olmuştur.

Örneğin: Ebu’l- Esved De’li’ye nahiv ilmiyle ilgili olarak kelimenin isim, fiil ve harf diye üçe ayrıldığını, bab-ı inne, bab-ı izafe, bab-ı imale, bab-ı lügat ve atfın kaidelerini, i’rabın ötre, üstün, esre ve cezm diye dörde ayrıldığını bizzat O öğretmiştir.

İbn-i Ebi’l- Hadid’in Hz. Ali’nin İlmi Makamını İtirafı

Eğer İbn-i Ebi’l- Hadid’in Nehc’ul- Belağa Şerhi kitabının önsözünü okuyacak olursanız, bu insaflı alimin bütün bunları itiraf ettiğini, Hz. Ali (a.s)’ın ilmi makamını övdüğünü ve s. 6’da açıkça şöyle dediğini görürsünüz:

“Bütün faziletlerin kendine isnat edildiği ve grubun faziletlerinin kendisinde noktalandığı biri hakkında ne diyebilirim! Her grup faziletini ondan alıp cezb etmiştir. Faziletlilerin reisi odur. Zira her fazilet ondan kaynaklanmış, fazilet burhanları ve hüccetleri ondan akmıştır. Yarış meydanında yarışı kazanan odur, her faziletin neticesinin kaşifi odur, ondan sonraki faziletler de ona isnat edilir, onunla fazilete iktifa edilir ve ona uymak gerekir”

Ebu Hanife, imam Malik, imam Şafii ve imam Hanbel’in ilmini Hz. Ali (a.s)’a dayandırmakta ve şöyle demektedir: “Sahabenin fakihleri de fıkhını Hz. Ali (a.s)’dan almıştır.”

Bu akşam oturumumuz çok sürdüğü için o aliminizin bütün sözlerini rivayet ederek sizi meşgul etmek ve bundan daha fazla vaktinizi almak istemiyorum. Nehc’ul- Belağa Şerhi’nin önsözüne müracaat ederseniz bu aliminizin Hz. Ali (a.s) hakkındaki tanıklık ve itiraflarına şaşırırsınız. Bir yerde şöyle diyor:

“Ali çok ilginç bir insandır, hayatı boyunca “bilmiyorum” dememiştir. Bütün ilimler her zaman onun yanında hazır idi. Bu da başlı başına bir mucizedir. Zira böylesine kaideleri bilmek ve istinbatta bulunabilmek beşerin güç yetirebileceği bir iş değildir.”

Eğer alimlerinizin de rivayet etmiş olduğu ve onayladığı Hz. Ali (a.s)’ın gaiple ilgili verdiği ve asırlar sonra da olsa gerçekleşen haberleri sayacak olursak, sabaha kadar bitiremeyiz. Bu anlattıklarım gerçeklerin onda biri bile değildir, bundan daha fazla vaktinizi almak istemiyorum.

“Eğer evde biri varsa, bir tek söz yeter!”

Dediklerimizi delil ve burhan üzere bilmeniz için zan edersem bu naklettiğim örnekler yeterlidir.

Hz. Ali (a.s)’ın gaybi ilminden perdelerin kalktığı ve herkesin onun gaybi bildiğini anladığı günlerden biri de Hz. Hüseyin’in doğum günü olan yarınki gibi bir gündü: “İnsanlar Peygamber (s.a.a)’in yanına gelip Hz. Hüseyin’in doğum gününü tebrik ediyorlardı. İçlerinden biri şöyle dedi: “Annem babam sana feda olsun ey Allah’ın resulü, bugün Ali’den ilginç bir şey gördüm.”

Peygamber (s.a.a); “Ne gördün?” diye sorunca şöyle dedi: “Biz de tebrik için gelince bize engel olup; “Yüz yirmi bin melek gökten inmiş, Peygamber (s.a.a)’i tebrik ediyorlar, şu anda Peygamber (s.a.a)’in huzurundadırlar.”

Biz de şaşırdık doğrusu. Ali onları nereden saymış ve nasıl haber vermişti? Yoksa siz mi ona söylediniz?” Peygamber (s.a.a) tebessüm ederek Ali (a.s)’a sordu: “O kadar meleğin yanımda olduğunu nereden bildin?”

Hz. Ali (a.s) şöyle arz etti: “Annem babam sana feda olsun, sana nazil olup selam söyleyen meleklerin her biri seninle apayrı bir dille konuşurdu, ben saydım tam 120 bin dille konuştular. Buradan da 120 bin meleğin size geldiğini anladım.”

Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ey Ebi’l- Hasan, Allah-u Teala ilmini ve hilmini artırsın.”

Daha sonra ümmetine dönerek şöyle buyurdu: “Ben ilim şehriyim, Ali de onun kapısıdır. Allah-u Teala’nın Ali’den daha büyük bir haberi ve ayeti yoktur. Ali halkın İmamı, Allah’ın en hayırlı emin halifesi ve Allah’ın ilminin hazinesidir. Ali ilimde derinleşendir ve Allah’ın; “Zikir ehline sorun” diye buyurduğu zikir ehlidir. Ben ilim hazinesiyim; de o hazinenin anahtarıdır. Hazineyi isteyen anahtara doğru gelmelidir.”

İnsaf Üzere Yargılamak Gerekir

Beyler eğer biraz insaflı olur ve adetlerinizden uzaklaşırsanız, temiz kalbinizle Hz. Ali (a.s)’ın enbiyanın bütün ilmine, gayb sırlarına sahip olduğunu, Peygamber (s.a.a)’in tam aynası olduğunu, bütün güzel sıfatlara, adalet makamına, takvaya ve ismete sahip olduğunu tastık edersiniz. Peygamber (s.a.a) onun kapısına gidilmesini emretmiş, itaatini kendine itaat, muhalefetini de kendine muhalefet saymıştır. Züht, takva, soy açısından insanların en üstünüydü. Bu yüzden Peygamber (s.a.a) onu muttakilerin İmamı saymıştır. Önceki geceler naklettiğim rivayetler esasınca da Hz. Ali (a.s) hilafet ve imamet makamına diğer bütün sahabeden daha layıktı. Sahabenin de kendine has faziletleri vardır. Ama biz en üstün, en kamil ve en çok öncelik hakkına sahip olan kimseden söz ediyoruz.

Eğer bütün sahabe ve Peygamber (s.a.a)’in yakınları arasında Hz. Ali (a.s )’den fazilet, kemal, zahiri ve batını sıfatlar açısından üstün birini gösterecek olursanız, biz de teslim oluruz. Eğer böyle birini göstermezseniz, o zaman siz apaçık gerçeğe teslim olmalı, halka aldırmayarak hakkı kabul etmelisiniz.

(Bu esnada ellerimi göğe kaldırarak şöyle dua ettim:) Allah’ım! Sen şahit ol ki ben hakkı eda ettim, buğz ve sevgiye kapılmadan dini görevimi yerine getirdim, Şia’yı savundum, düşmanların iftiraları karşısına apaçık gerçeği açığa çıkardım ve sadece senden yardım diliyorum.

Nevvab’ın Şialığı Kabul Etmekle İlgili Sözleri

Nevvab: Kıble sahip (alicenap)! Artık vakit geçtir, huzurlarınızda feyizlendik ve iki tarafın da delillerini dinledik. Biz de bir kaç kişi olarak bütün geceler boyunca toplantılara katıldık, burada konuşulan konuları kendi aramızda dikkatlice inceledik, araştırdık. Allah-u Teala’ya şükürler olsun ki sizin vesilenizle hidayeti bulduk, apaçık gerçeği gördük. Hayatımızda duymadığımız delilleri duyduk. Şia’nın hak mezhep olduğuna yakin ettik. Muhalifler her ne kadar onları müşrik, kafir ve Rafızî saysa da biz Şia’nın gerçek İslâm olduğunu anladık.

Sadece burada olan bizler değil, buradaki konuşulanların yazıldığı gazete ve dergileri okuyan birçok insan gerçekleri görmüş, apaçık gerçeklere teslim olmuşlardır. Elbette sadece bazıları işleri gereği veya makamları hasebiyle bunu açığa vuramamış, bizim nezdimizde itiraf etmiş oldukları halde takıyye etmişlerdir. Siz bu konuda hiçbir şüpheye yer bırakmadınız. Herkesin anlayacağı bir dille apaçık gerçekleri beyan ettiniz.

Ama burada olan bizler hiç kimseden bir korkumuz olmadığı için açıkça Şii olduğumuzu beyan ediyoruz. Kaç gecedir perdeyi kaldırıp kendimizi tanıtmak istedik. Ama bir türlü fırsatını bulamadık. Buna rağmen her gece basiretimiz daha da arttı. Güçlü delillerinizi duyunca, inançlarımız daha da sabitleşti.

Müsaade ederseniz ikrarımızı duyun, bize şeref verin, adımızı Hz. Ali (a.s)’ın ve On iki hidayet İmamlarının defterine yazın. Şii camiası da bizleri kardeşleri olarak kabul etsin. Allah’ın adalet mahkemesinde de bizim ilim ve yakin üzere Peygamber (s.a.a)’in halifesi ve vasileri olan on iki İmama iman ettiğimize şahitlik edin.

Davetçi: Sizin gibi seçkin insanların basiretinin açılması, apaçık gerçekleri görmesi ve akıl nuruyla idrak edip doğru yola girmesi beni çok sevindirdi. Bu doğru yolu bizzat Peygamber (s.a.a) emretmiştir. Nitekim Ahmed bin Hanbel Müsned’de, İbn-i Ebi’l- Hadid, Nehc’ul- Belağa Şerhi’nde, Muhammed bin Talha, Metalib’us- Süul’de, İbn-i Meğazili, Fezail’de, Harezmi, Menakıb’da, Süleyman Hanefi, Yenabi’de ve diğerleri kendi kitaplarında Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir:

“Ali’nin yolu haktır; ona sarılalım.”

İnşaallah diğer kardeşlerimizde adet ve bağnazlıktan çıkar, gözlerindeki perdeler kalkar, hak ve gerçekler açıkça ortaya çıkmış olur.

Nevvab: Kıble sahip (alicenap)! Çektiğiniz zahmetler ve bize güzel ahlakla verdiğiniz cevaplardan dolayı sizlere teşekkür ederiz. Kalbimizin köşesinde duran bir sorumuza da cevap verirseniz bizi çok sevindirir, inançlarımızın pekişmesine sebep olursunuz.

Davetçi: Rica ederim buyurun, siz sorun ben cevap vereyim.

Nevvab: On iki İmam’ın imameti ve isimleri hakkında sormak istiyorum. Çünkü bütün bu geceler daha çok Hz. Ali (a.s) hakkında konuştunuz. Kur’ân’da bizlere on iki İmamın imametini gösteren bir ayet var mıdır?

Ayrıca bizim kitaplarımızda on iki İmamın ismi yer almış mıdır? Kalbimizin tatmin olması için cevap verirseniz memnun oluruz.

Davetçi: Sorduğunuz soru yerinde ve önemli bir sorudur. Cevabı da hazırdır. Ama vakit çok geç oldu. Bu sorunun cevabı da uzun süreceğe benziyor. Eğer izin verirseniz yarın akşam gelin, sizlere cevabını vereyim veya yarın sabah cevap vermeye çalışırım.

Yarın Hz. Hüseyin’in kutlu doğum yıldönümüdür. Yarın sabah öğlene kadar Risaldar Hüseyniyesi’nde bir kutlama merasimi var. Orada sizin bu sorunuza cevap vermeye çalışacağım.

Nevvab: Çok memnun oluruz, daha fazla sizi rahatsız etmek istemiyoruz. O halde izin verirseniz bu nurani toplantılarınızdan feyizlenen kardeşlerimizi size tanıtmak istiyorum.

Davetçi: Büyük bir istekle değerli kardeşlerimi muhabbetle kucaklıyorum.

Altı Kişinin Teşeyyü Mektebine Girmesi

Nevvab: La ilahe illallah Muhammed Resulullah bayrağı altında Hz. Ali (a.s)’ın ve diğer on bir İmamın hilafet ve imametini kabul eden kardeşlerimiz şunlardır.

1- Bendeniz Abdulkayyum. 2- Seyyid Ahmed Alişah. 3- Gulam İmameyn (Muhterem tacirlerden). 4- Gulam Haydar Han (Sınır eşrafından). 5- Abdulahad Han (Pencab’ın muhterem tüccarlarından). 6- Abdussamed Han (Meşhur zenginlerden).

(Bütün bu beyler bana doğru geldiler, ben de meclistekilerle birlikte ayağa kalktım, hepsini muhabbetle kucaklayıp öptüm, sonra da ardından bütün meclistekiler onlarla kucaklaştılar. Ehl-i Sünnet kardeşlerin üzüldüğünü görünce gönüllerini almak için şöyle dedim: “Bu gece bayram akşamıdır. İslâmi emirlere göre Müslümanlar birbiriyle tokalaşmalı ve sarılmalıdırlar. Bunun büyük sevabı vardır. O halde kalkıp her birlikte tokalaşalım sarılalım.” İlk önce Hafız Şeyh Abdusselam ile, daha sonra da diğer kardeşlerle tokalaştık, hepsinin tek tek alnından öptüm. Ardından tatlı ve şerbet ikramı yapıldı. Böylece tatlı sohbetlerle mecliste büyük bir sevinç havası yaratıldı. Kalplerde olan kırgınlıklar ve üzüntüler giderildi.

Hafız: Sahip (Cenap)! Sizinle olduğumuz bu gecelerde ömür boyu unutamayacağımız büyük lezzetler aldık. Özellikle beni minnettar ettiniz. Allah-u Teala ve ceddiniz sizlere mükafat versin. Gerçekten birçok gerçekleri ortaya koydunuz. Önceki gecelerde dediğim gibi beni uyandırdınız. Gerçekten ben o ilk geceki insan değilim. Sizin her türlü şüpheden uzak delillerinizi duyan insaflı ve akıllı herkes mutlaka uyanacak, kendine gelecektir. Özellikle de ben çok istifade ettim. İnşaallah Ehl-i Beyt (a.s) velayeti yolunda bu dünyadan göçer ve Peygamber (s.a.a) huzuruna yüzü ak çıkarım. Sizinle daha çok konuşmak isterdim. Ama vakit çok geç oldu. Birçok şahsi işlerimiz duruyor. Biz de iki gece için gelmiştik. Ama çok sürdü. Bu gece son gecemiz olsun. Yarın tirenle hareket edeceğiz. Bizim bölgemize de gelirseniz sizden çok istifade ederiz.

Davetçi: Bildiğiniz gibi ben de sizinle birlikte samimiyet içinde inat ve taassuptan uzak muhabbet ettim. Sizlere büyük bir ilgi ve alaka duydum. Sizlere engel olmak istemiyorum. Ama inanın gideceğinizi duyunca çok rahatsız oldum. Büyük ariflerden biri şöyle diyor:

Ben ünsiyet ve vuslata karşıyım.

Çünkü her vuslattan sonra ayrılık gelir.

Hz. Ali de kendine mensup olan Divan’ında şöyle buyuruyor:

Gence ölüm zordur diyorlar.

Vallahi dostlardan ayrılık daha zordur.

Bu on gece gerçekten beylerden, özellikle de sizden asla unutama-yacağım birçok şeyler öğrendim. Ama “söz sözü açar” babından konuşmamız çok uzun sürdü. Her akşam altı yedi saatten fazla vaktinizi aldım. Lakin özellikle oturumlar boyunca Kur’ân-ı Kerim ve hadis rivayet ettiğimiz ve cahilce inat ve bidat şeylerden uzak kaldığımız için ibadet etmiş olduk. Ama insan nisyanla malûldür. Eğer benden taraf bilmeden bir saygısızlık veya rahatsızlık olmuşsa sizlerden af diliyorum. Lütfen dualarınızdan beni de eksik etmeyin.

Hafız: Söz güzelliğiniz, lütfünüz, herkesçe malumdur. Hiçbirimiz size kırgın değiliz. Sizin güzel ahlak ve edebiniz hepimizi cezb etti. Sözünüzün uzamasından ise hiç kimse sıkılmadı. Sizin güzel beyanınız ne kadar uzun da sürse asla usandırıcı değildir.

Davetçi: Siz beylere teşekkür ederek bir konuyu hatırlatmak istiyorum. Yarın ümmetin kurtarıcısı ve Peygamber (s.a.a)’in gülü Hz. Hüseyin’in kutlu doğum günüdür. Şii kardeşlerimiz tarafından Risaldar Hüseyniyesi’nde bir kutlama merasimi vardır. Hepinizi, bütün Ehl-i Sünnet kardeşlerimi samimice oraya davet ediyorum. Peygamber (s.a.a)’e olan özel ilginiz ve Hz. Hüseyin’in ruhunu sevindirmek için siz Ehl-i Sünnet kardeşler de teşrif ediniz. Sizin bu merasime katılmanız herkesi sevindirecektir. Bildiğiniz gibi Şii ve Sünni kardeşlerin bu merasime katılması Müslümanların düşmanlığını isteyenleri hayrete düşürecektir.

Bu kitabı Cemadi’s- Sani 1374’de bitirdim.

Bendeniz fani kul Muhammed Musevi

(Sultan’ul- Vaizin Şirazi)


İMAM HÜSEYİN (A.S)’IN KUTLU DOĞUMU

On iki ay arasında Şaban ayı

Hayır ve bereketiyle meşhurdur.

Hz. Hüseyin’in doğumunu müjdeler,

İçimizden gam ve hüznü siler.

Her taraftan tebrik sesleri yükseliyor,

Ki 3 Şaban’da Hüseyin doğdu.

Velayet sabahı Resulullah (s.a.a)’in,

Torununun doğumuyla nurlandı.

O kurtuluş kapısı, af sebebidir.

İmamet ağacının dalı ondan uzamış,

Velayetin nurlu meyveleri sonraki dokuz İmamdır.

Nübüvvet bahçesi onun nuruyla aydınlanmış,

Gül ve meyve doludur.

Şiilere o mübarek gün kutlu olsun,

Onun sevgisiyle her türlü şüpheden uzak olanlara.

(3 Şaban 1345 tarihinde Risaldar Hüseyniyesi’nde Hz. Hüseyin’in doğum günü münasebetiyle büyük bir kutlama merasimi yapıldı. Sabah erkenden bir sürü insan o meclise akın etti. Ben de evime gelen Şii alimleri ve şahsiyetleriyle birlikte Hüseyniye’ye gittik. İçerisi tıklım tıklımdı. Caddeler etraftaki evlerin çatıları alt ve üst katlar ağzına kadar Şii ve Sünni Müslümanlarla doluydu. Ehl-i Sünnet alimleri de Hafız Muhammed Reşid ve Şeyh Abdusselam ile birlikte teşrif ettiler. İçeri girince büyük bir hareketlilik, canlılık, sevinç gördüm. Benim için özel bir yer ayarlamışlardı. Ama ben Ehl-i Sünnet alimlerine saygı olsun diye oradan sarf-ı nazar ederek onların yanına gittim. Onlar da benim bu saygıma ve muhabbetime çok sevindiler. Sarıldıktan ve oturduktan sonra meclise şerbet ve tatlı ikram ettiler. Ardından meddahlar Ehl-i Beyt’e (a.s) mehdiye okudular.

Daha sonra Peşaver’in Şii şahsiyetlerinden Serdar Abdussamed Han, bir grupla birlikte yanıma gelerek beni minbere davet ettiler. Ben her ne kadar yok dediysem de onlar ısrar ettiler. Hafız bey de şöyle dedi: “Bugün sizinle son günümüzdür. Lütfen bizi kırmayınız.” Ben de onları kırmak istemedim. Saygı göstererek minbere çıktım. Öğleye kadar konuşma yaptım. Daha sonra Şii ve Sünni kardeşler hep bir arada namaz kılıp hatıra fotoğraf çektirdik. Yeni Şii olan kardeşlerin iftiharına yemek verildi. Gazete ve dergilerin de yazdığı ve bütün on gece boyunca yaptığımız sohbetlerin özeti sayılan bu konuşmamı da burada kitaba ilhak etmek istiyorum:)

Bismillahirrahmanirrahim

 “Allah’ım, göğsümü aç, bana emrini kolaylaştır, dilimden bağı çöz, sözümü anlaşılır kıl.” İlklerin ilki ve sonların sonu Allah-u Teala’ya hamd olsun. Vücudun sırrı, her varlığın evveli, hamd bayrağının ve makam-ı mahmudun sahibi, geçmişlerin hatemi, parçalananların fatihi, hakkı hakla ilan eden, batıl ordularını def eden, dalalet saldırılarını püskürten ümmi nebi, Mekki, Medeni, Kureyşi, Haşimi, Ebtahi, ilklerin ve sonların efendisi, alemlerin Rabb’inin habibi, nebilerin ve resullerin hatemi Ebi’l- Kasım Muhammed’e ve ilim ve hidayet semasının güneşleri, hikmetin kaynakları, Allah’ın değerli varlıkları ve büyük ayetleri olan masum vasilerine ve tahir Ehl-i Beyti’ne selat-u selam olsun. Ayrıca kıyamete kadar düşmanlarına, faziletlerini inkar edenlere lanet olsun. Taşlanmış şeytandan Allah-u Teala’ya sığınırım.

Hekim olan Allah-u Teala kerim olan kitabında şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e ve sizden olan ul’ul- emre de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah’a ve Resule götürün (onların talimatına göre halledin) bu daha hayırlı, netice bakımından da daha güzeldir.” [5]

Son günlerde herkesin diline düşen ve kendi maksadına ulaşmak için dayanak haline getirilen konulardan biri de özgürlük ve hürriyet konusudur. Bir avuç kısır düşünceli ve zayıf görüşlü kimseler, hürriyet ve özgürlük adına Peygamberlerin yolundan ayrılmış, dindarlar camiasından çıkmışlardır. Halbuki özgürlük adına alemlerin Rabbine ibadetten ve hak dinlerden uzaklaşmanın ilim ve akla aykırı olduğunu anlayamamışlardır. Bu tür özgürlük insan toplumlarının dağılmasına sebep olmakta, akıl ve ilim sahibi kimselerin nefretine ve reddine neden olmaktadır.

Elbette insanın insana kulluğundan azade olmak, körü körüne insanlara itaatten özgürleşmek güzeldir. Zira akıl nuruyla aydınlanan ilim ve marifet sahibi kimse, kendisi gibilere tapmaktan özgür olmalı, hiç kimseye körü körüne itaat etmemelidir. Aksi takdirde dalalet ve şaşkınlık içinde bocalamaktan kurtulamayacaktır. Mahlukatın eşrefi olan insan, akıl ve nakil delillerince layık ve kabil olan kimselere itaat etmelidir.

Elbette kulluk ve övgü bütün varlıkları yaratan Allah-u Teala’ya özgüdür. Akli deliller, her şeyi yaratan Allah-u Teala karşısında bu zayıf insanın itaat etmesi gerektiğine hükmetmektedir. Allah’ın itaatini emrettiği kimseler dışında hiç kimseye itaat câiz değildir. İnsanlara itaat noktasında en güçlü senetimiz Kur’ân’dır. Kur’ân’a müracaat edecek olursak açıkça görürüz ki Kur’ân akli kaideler esasınca kimlere itaat etmemiz gerektiğini bir kaç ayette açıkça belirtmiştir. İşte bu ayetlerden biri başta da okuduğum şu ayettir:

“Allah’a, Resule ve sizden olan emir sahiplerine itaat ediniz.”

O halde bu ayet hükmü gereği de Allah-u Teala’ya itaatten sonra Peygamber (s.a.a)’e ve bizden olan emir sahiplerine itaat farzdır.

Peygamber (s.a.a)’e itaat noktasında bütün ümmet ittifak halindedir. Hiç kimse bunu inkar etmemiştir. Ümmet arasında ihtilaflı olan konu bu ayette de buyurulan: “Sizden olan emir sahiplerine” itaattir.

Ehl-i Sünnet’e göre ayette geçen emir sahibinden maksadın emirler, valiler, ordu komutanları, sultanlar ve zahiri hükümdarlardır. Bu yüzden Ehl-i Sünnet kardeşler sultanlara itaati farz bilmekteler. Her ne kadar fısk, facir ve zalim de olsalar, onlara göre emir sahipleri olduğu için itaatleri de farzdır.

Halbuki bu inanç, akli ve nakli delillerce de batıldır. Eğer bu görüşün batıl olduğunun bütün delillerini saymaya kalkarsak bir aydan fazla vaktimizi alır. Lakin “Tümü elde edilmeyen şey tümüyle de terk edilemez.” kaidesi ve: “Eğer deniz suyunu çekemezsek de, susuzluğumuz kadar içmeliyiz.” ifadesi gereği, konuyu özetle ele almaya çalışacağım. İzninizle kısa olarak bu konu hakkında konuşmak istiyorum. İnsaf ehli adaletle hüküm versin ve gerçekler ortaya çıksın.

Şüphesiz topluma hükmeden sultan ve emirler üç kısımdır: Ya icma ile seçilmişlerdir; ya zorla başa geçmişlerdir; ya da Allah-u Teala tarafından seçilmişlerdir. Müslümanlar bir fert hakkında icma eder ve onu başa geçirirse, ona itaat Allah-u Teala ve Peygamber (s.a.a)’e itaat gibi farzdır. Ama Müslümanların hepsinin temiz ve kamil bir kişi hakkında ittifak edeceklerinin hiçbir akli delili yoktur. Çünkü Müslümanlar her ne kadar güçlü bir anlayışa sahip olsa da, zahire göre hükmetmekte ve insanların neye inandıkları konusunda habersizdirler. Müslümanlar her ne kadar akıllı ve bilgili de olsa, seçim işinde ulu’l- azm Peygamberlerden olan Hz. Musa’dan daha alim olamaz. Onların hepsinin aklı Allah-u Teala elçisinin kamil aklından üstün olamaz.

Hz. Musa binlerce Ben-i İsrail alim ve bilginleri arasında zahirlerine hükmederek yetmiş kişiyi seçti. Çünkü Peygamberler de zahirle emr olundukları için işin batınına bakmıyor ve zahirine itibar ediyorlardı. Hz. Musa bu yetmiş kişiyi alarak Sina dağına götürdü. Ama imtihan esnasında hepsi fasık oldu ve helak oldular. Dolayısıyla onların başta da sağlam bir inanca sahip olmadıkları anlaşıldı. Yani imtihan esnasında perde kalktı ve batınları zahir oldu. Nitekim Allah-u Teala Araf suresi 155. ayette de buna işaret etmektedir.

O halde Hz. Musa’nın seçtiği kimseler bile fasit ve günahkar çıkabiliyor ve yıldırımla cezalandırılabiliyorsa, diğer insanların gerçek anlamda seçim gücüne ve teşhisine sahip olmadığı kendiliğinden ortaya çıkmış oluyor. Çünkü onların zahire göre seçtiği kimse gerçekte kafir veya fasık olabilir. Bu kimse sinsice kendini gizleyerek saltanat tahtında oturduğunda hedeflerini ortaya çıkaracak ve tedricen uygulamaya koyulacaktır. Nitekim birçok sultanlar, hatta milli meclisi temsilcileri de hep böyle davranmıştır. Böyle birine itaat dini yok eder. İslâm’ın eserlerini ortadan kaldırır ve insanların hakkının çiğnenmesine neden olur. Allah’ın zalim ve fasıklara itaati, kendi itaati gibi sayması mümkün değildir. O halde bu görüşün batıl olduğu açıkça ortadadır.

Ayrıca ümmetin icması şer’i olursa, her zaman da tüm İslâm ümmetinin gerçek seçimiyle olmalıdır. Belli bir millete has değildir. Bütün Müslümanlar buna katkıda bulunmalıdır. Bir grup Müslüman’ın seçtiği kimseye başka Müslümanların zorla itaati asla doğru değildir. Dolayısıyla onlara muhalefet edenleri de kafir ve müşrik saymak câiz değildir. Üstelik 1300 yıllık İslâm tarihini inceleyecek olursanız, Peygamber (s.a.a)’den sonra hiç kimse hakkında böyle bir icmanın gerçekleşmediğini açıkça görürsünüz. O halde icma tarih boyunca gerçekleşmemiştir ve gerçekleşmeyecektir. Özellikle de İslâm ülkesinin parça parça bölündüğü günümüzde her ülkenin bir emiri ve yöneticisi vardır. Eğer her ülkenin bir yöneticisi olursa o zamanda ulu’l- emr çoğalır ve hiçbir ülkenin yöneticisi başka bir ülkenin yöneticisinin emrine girmez. Bu yüzden de aralarında ihtilaf ve savaş çıkar.

İslâm tarihi bunun örnekleriyle doludur. Her ülkenin Müslümanları da kendi emirlerine itaat ederek birbirinin canına düşecek, Müslümanları katledecektir. Müslüman kardeşini öldüren bu insanların cennete gitmesi düşünülebilir mi? İslâm böyle bir şeyi emretmemiştir. İslâm dini akıl sahiplerinin kabul etmeyeceği bir şeyi emretmez. Özellikle de Müslümanların ayrılığına ve tefrikaya düşmesine neden olan şeyleri tavsiye etmez. O halde Allah-u Teala tarafından seçilen bir emir icma ile seçilmiş sayılmaz. Burada konuştuğumuz geceler boyunca Şii ve Sünni alimlerin huzurunda icmanın aklen ve naklen batıl olduğunu ispat ettim, orada olmayan beyler de bunu gazete ve dergilerde okumuştur sanırım.

İkinci kısım yöneticiler ise zorla başa geçenlerdir. Facir kan ve dökücü bir sultan zorla, hokkabazlıkla halka musallat olursa, itaati farz olabilir mi? Kan dökücü ve fasık sultanlara itaatin Allah-u Teala ve Peygamber (s.a.a)’e itaat gibi olduğunu hangi akıl kabul edebilir? Eğer böyle olmuş olsaydı, o halde Ehl-i Sünnet alimleri kendi kitaplarında neden zalimleri eleştirmekteler ve Muaviye, Yezid, Ziyad bin Ubey, Ubeydullah, Haccac, Ebu Seleme, Ebu Müslim ve diğer zalimleri kınamaktalar?

Eğer birileri inat üzere bu tür insanların Müslümanların halifesi olduğunu ve bu sebeple de itaatlerinin farz olduğunu söylerse (nitekim bazı Ehl-i Sünnet alimleri böyle demiştir) şüphesiz böyle bir itaat Kur’ân’a aykırıdır. Çünkü Allah-u Teala birçok ayette kafir, fasık ve zalimlere lanet etmekte, Müslümanları onlara itaatten sakındırmaktadır. O halde nasıl olur da Allah-u Teala bu ayette fasık, facir ve hatta kafire itaati emretmiş olabilir?

Şüphesiz iki farklı görüşü Allah-u Teala’ya isnat emek çok çirkin bir iştir. Ehl-i Sünnet’in büyük alimi Fahr-u Razi mezkur ayetin tefsirinde şöyle diyor: “ Ulu’l- emr mutlaka günahlardan masum olmalıdır. Aksi takdirde Allah-u Teala ona itaati kendisine ve Peygamber (s.a.a)’e itaatle bir arada zikretmezdi.

O halde geriye sadece ulu’l- emr’in Allah-u Teala tarafından seçilmesi kalmaktadır. Şia’nın görüşü de budur. Şia’ya göre ulu’l- emr de tıpkı Peygamber (s.a.a) gibi temiz kötü ahlaktan münezzeh, küçük-büyük, zahir-batın tüm günahlardan masum olmalıdır. Hiç kimse bir diğerinin batınını bilmediği için de ulu’l- emri mutlaka Allah-u Teala seçmelidir. Peygamber (s.a.a)’i insanlar arasından seçip risaletle görevlendiren Allah-u Teala, ulu’l- emri de seçmeli ve onları insanlara da tanıtmalıdır. Bu dış delillerden ayrı bizzat ayetin kendisi de ulu’l- emrin risalet dışında Peygamber (s.a.a)’in bütün sıfatlarına sahip olması gerektiğini emretmektedir. İnsanın bütün sıfatlarını Allah’dan başka kimse bilmediği için de seçim hakkı Allah-u Teala’ya mahsustur.

Bu yüzden ayette vacib’ul- vücud ve mümkün’ül- vücud arasındaki fark sebebiyle iki kere “etîu” (itaat ediniz) demiş ve şöyle buyurmuştur: “Allah-u Teala’ya itaat ediniz ve resule itaat ediniz.” Allah-u Teala’ya vacib’ul- vücud olduğu hasebiyle itaat ediniz. Onun hayat, ilim, hikmet, kudret ve benzeri varlık sıfatları bizzat zatının aynısıdır. Peygamber (s.a.a)’e de mümkün’ül- vücud, salih kul ve bütün güzel sıfatların sahibi hasebiyle itaat ediniz ve biliniz ki bütün bu sıfatlar Allah-u Teala tarafından kendisine verilmiştir. Ama ulu’l- emre sıra gelince, “etîu” (itaat ediniz) fiili tekrar edilmemektedir. Sadece bir “vav-i atf” ile ulu’l- emri tanıtmaktadır.

Elbette bunda ilginç bir nükte vardır. Akıl sahiplerine söylemek istemektedir ki, ulu’l- emr de, Resulullah (s.a.a)’in sahip olduğu risalet dışında her şeye sahip olmalıdır. Ulu’l- emr de Peygamber (s.a.a) gibi olmalı, risalet dışında onun tüm özelliklerini de taşımalıdır. Dolayısıyla ulu’l- emre itaat de Resulullah (s.a.a)’a itaat türündendir. Ulu’l- emr dinin koruyucusu, hükümlerin icracısıdır. Dolayısıyla Şia ulu’l- emr’den maksadın Peygamber (s.a.a)’in soyundan olan on iki İmam olduğuna inanmaktadır. Bunlar Hz. Ali (a.s) ve onun soyundan gelen on bir Ehl-i Beyt (a.s) İmamlarıdır. Dolayısıyla bu ayet on iki Ehl-i Beyt (a.s) İmamlarının imametini ispat noktasında Şia’nın en büyük delilidir.

Ayrıca her biri bir açıdan inancımızı ispat eden daha birçok ayet vardır. Örneğin: Bakara suresi 124. ayette şöyle buyurulmaktadır:

“Allah: Ahdim zalimlere erişmez (onlar için söz vermem) buyurdu.”

Hakeza Ahzap süresi 6. ayette ise şöyle buyuruluyor:

“Peygamber, müminlere kendi canlarından daha yakındır. Eşleri, onların analarıdır. Akraba olanlar, Allah’ın kitabına göre, (mirasçılık bakımından) birbirine diğer müminlerden daha yakındırlar...”

Hakeza Tevbe suresi 119. ayette ise şöyle buyuruluyor:

“Ey iman edenler! Allah’dan korkun ve doğrularla beraber olun.”

Hakeza Ra’d suresi 7. ayette ise şöyle buyuruluyor:

“...Sen ancak bir uyarıcısın ve her toplumun bir rehberi vardır.”

Hakeza En’âm suresi 153. ayette ise şöyle buyuruluyor:

“Şüphesiz bu benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun (başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah’ın yolundan alı koyar...”

Hakeza A’raf suresi 181. ayette ise şöyle buyuruluyor:

“Yarattıklarımızdan, daima hakka ileten ve adaleti hak ile yerine getiren bir millet bulunur.”

Âl-i İmran suresinin 103. ayetinde ise şöyle buyuruluyor:

“Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a) sımsıkı yapışın, parçalanmayın...”

Nahl suresi 43. ayette ise şöyle buyuruluyor:

“...Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun.”

Ahzab suresi 33. ayette ise şöyle buyuruluyor:

“...Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.”

Âl-i İmran suresi 33 ve 34. ayetlerde ise şöyle buyuruluyor:

“Allah birbirinden gelme bir nesil olarak Adem’i, Nuh’u, İbrahim ailesi ile İmran ailesini seçip alemlere üstün kıldı.”

Fatır suresi 32. ayette ise şöyle buyuruluyor:

“Sonra kitabı kullarımız arasında seçtiklerimize verdik...”

Nur suresi 35. ayette ise şöyle buyuruluyor:

“Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun temsili, içinde lamba olan bir kandil gibidir. O lamba kristal bir fanus içindedir. O fanus da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki doğuya da batıya da nisbet edilmeyen mübarek bir ağaçtan yani zeytinden (çıkan yağdan tutuşturulur) onun yağı neredeyse kendisine ateş değmese dahi ışık verir. (Bu) nur üstüne nurdur. Allah dilediği kimseyi nuruna eriştirir.

Daha birçok ayet vardır. Ama burası yeri olmadığından bu kadarıyla yetiniyorum. Hatip Harezmi Menakıb’da, imam Ahmed Müsned’de, Hafız Ebu Naim, Ma Nezele Min’el- Kur’ân fi Ali’de, Hafız Ebu Bekir Şirazi, Nuzul’ul- Kur’ân fi Emir’il Müminin’de Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyruğunu kaydetmişlerdir:

“Kur’ân-ı Kerim’in dörtte biri biz Ehl-i Beyt hakkında nazil olmuştur.”

Hakeza Hafız Ebu Naim Ma Nezele Min’el- Kur’ân Fi Ali’de, Ahmed Hanbel Müsned’de, Vahidi Esbab’un- Nuzul’da, Muhammed bin Talha Metalib’us- Süul’de, İbn-i Asakir ve Muhaddis-i Şam, Tarih’inde, Hafız Ebu Bekir Şirazi, Nuzul’ul- Kuran fi Emir’il- Müminin’de, Muhammed bin Yusuf Kifayet’ut- Talib’in 62. babının evvelinde, Hace Kelan Süleyman Belhi, Yenabi’ul- Mevedde 42. Bab’da Taberani’den naklen İbn-i Abbas’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: “Kur’ân’da Ali’yi öven 300’den fazla ayet vardır.”

Elbette bu ayetlerden her biri hakkında birkaç saat sohbet etmek gerekir. Vakit olmadığından sadece onlardan sadece bazısını aktardım. Araştırmacılar, özellikle apaçık gerçeği bulmak için, imam Fahr-u Razi, imam Sa’lebi, Zemahşeri, Suyuti, Taberi, Nişaburi ve Vahidi’nin Tefsirleri ile Himvini’nin Feraid’us- Simtayn, Sahih-i Buhari, Sahih-i Müslim, Sünen-i Ebi Davud, Hamidi’nin Cem’un- Beyn’es- Sahihayn, Ahmed bin Hanbel’in Müsned, İbn-i Hacer’in Savaik, Harkuşi’nin Şeref’ul- Mustafa, İbn-i Ebi’l- Hadid’in Nehc’ul- Belağa Şerhi, Hafız Ebu Naim’in Hilyet’ul- Evliya, Şehristani’nin Mefatih’ul- Esrar, Harezmi’nin Menakıb, Maliki’nin Fusul’ul- Muhimme, Hakim Ebu’l- Kasım’ın Şevaid’ut- Tenzil, İbn-i Abdulbirr’in İstiab, Cevheri’nin Sakıfe, Hace Kelan Hanefi’nin Yenabi’ul- Mevedde, Hemedani’nin Meveddet’ul- Kurba, İsfahani’nin Ma Nezele Min’el- Kuran fi Ali, Muhammed bin Talha’nın Metalib’us- Süul, İbn-i Esir’in Nihaye, Genci Şafii’nin Kifayet’ut- Talib, Ebu Bekir Şirazi’nin Nuzul’ul- Kur’ân fi Emir’il Müminin, Seyyid Ebi Bekr bin Şehabuddin Alevi’nin Reşfet’us- Sadi ve diğer benzeri kitaplara müracaat etmelidir.

Sözü uzatmak istemiyorum. Dediğim gibi Şia’ya göre ayetteki ulu’l- emrden maksat akli ve rivai deliller esasınca da on iki Ehl-i Beyt (a.s) İmamlarıdır. Bu konuda rivai deliller oldukça fazladır. Ama burası bütün bunları ele almaya müsait değildir. Ayetteki deliller hükmü gereği de sabit olduğu üzere Allah-u Teala ve Peygamber (s.a.a)’e itaatle bağlantılı olarak itaat edilen ulu’l- emr de hatalardan masum olmalıdır.

Nitekim imam Fahr-u Razi Tefsir’inde bunu itiraf ederek şöyle diyor: “Eğer ulu’l- emr’in masum olmadığını söylersek o zaman karşıtların çelişmesi durumu ortaya çıkar ki bunun da imkanı yoktur. Ulu’l- emr ümmetin en alimi, faziletlisi, takvalısı ve kamili olmalıdır ki, Peygamber (s.a.a)’in tüm güzel sıfatlarına sahip olsun ve böylece de itaati farz kabul edilsin. Bu sıfatlar ümmet arasında alimlerinizin de tasdik etmiş olduğu gibi sadece on iki İmamda mevcuttur. Allah-u Teala da tathir ayetinde buna tanıklık etmiştir. Büyük alimlerinizin muteber kitaplarında Ehl-i Beyt (a.s)’ın masumiyeti hakkında birçok rivayet nakledilmiştir. Teberrüken bunlardan bazısına değinmek istiyorum.

Şeyh Süleyman Belhi, Yenabi’ul- Mevedde’nin 77. babının zımnında s. 445’de ve Himvini Feraid’us- Simtayn’de İbn-i Abbas’dan şöyle rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu duydum:

“Ben Ali, Hasan Hüseyin ve Hüseyin’in soyundan dokuz kişi tertemiz ve masumuz.”

Selman-i Farisi de Peygamber (s.a.a)’in Hz. Hüseyin’in omzuna dokunarak şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:

“Bu, İmam oğlu İmamdır, bunun soyundan dokuz kişi de iyiler, eminler ve masumlardır.”

Zeyd bin Sabit de Peygamber (s.a.a)’den şöyle rivayet ediyor:

“Şüphesiz Hüseyin’in sulbünden iyi, emin, masum ve adil İmamlar çıkacaktır.”

İmran bin Hasin de, Peygamber (s.a.a)’in Hz. Ali (a.s)’a şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:

“Sen benim ilmimin varisisin ve benden sonraki halifemsin. İnsanlara bilmediklerini öğretensin. Sen iki torunumun babasısın, kızımın eşisin. Temiz itret ve masum İmamlar sizin soyunuzdandır.”

Bu konuda Ehl-i Sünnet yoluyla rivayet edilen sayısız rivayet vardır. Şu anda örnek olarak zikrettiklerim yeterlidir. Onların ilmi hakkında da Ehl-i Sünnet yoluyla da rivayet edilen birçok rivayet vardır. Geçen gecelerde bu konuda uzun uzadıya açıklamalarda bulundum. Bunu dergilerde ve gazetelerde okudunuz sanırım. Burada da örnek olsun diye bir tanesini zikretmek istiyorum.

Ebu İshak Şeyh’ul- İslâm Himvini Ferasid’us- Simtayn’da, Hafız Ebu Naim İsfahani, Hilyet’ul- Evliya, İbn-i Ebi’l- Hadid, Nehc’ul- Belağa Şerhi’inde İbn-i Abbas’dan Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir.

“Benim itretim benim tıynetimden yaratılmıştır. Allah-u Teala onlara ilim ve anlayış ihsan etmiştir. Onları yalanlayanlara eyvahlar olsun.”

İbn-i Ebi’l- Hadid, Nehc’ul- Belağa Şerhi’inde ve Siyer’us- Sahabe kitabının sahibi Huzeyfe bin Useyd’den Peygamber (s.a.a)’in bir hutbeden sonra Allah-u Teala’ya hamd edip ardından şöyle buyurduğunu rivayet etmekteler:

“Sizlere iki değerli emanet bırakıyorum: Allah’ın kitabı ve itretim olan Ehl-i Beytim. Onlara sarılırsanız kurutuluşa erersiniz.”

Taberani şu eki de rivayet etmektedir:

“Onlardan öne geçmeyin helak olursunuz, O’nlardan geri kalmayın helak olursunuz, O’nlara öğretmeye kalkmayın ki şüphesiz onlar sizden daha alimdirler.”

Başka bir rivayette Huzeyfe bin Useyd Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:

“Benden sonraki İmamlar Ehl-i Beytimdendir. İsrail Oğulları’nın (on iki) önderi sayısıncadırlar. Dokuzu Hüseyin’in soyundandır. Allah-u Teala onlara benim ilmimi ve anlayışımı verir, onlara öğretmeye kalkmayın, onlar sizden daha alimdirler. Onlara tabi olun. Şüphesiz ki onlar hakladır ve hak da onlarladır.”

 Ehl-i Sünnet alimlerinin rivayet etmiş olduğu bu rivayetler de İmamların ismet ve ilmini ispat eden akli delilleri teyit etmektedir. Bazı düşmanlar şek ve şüphe çıkarmak için; Kur’ân’da neden Ehl-i Beyt (a.s) imamlarının adlarının yazılmadığını söylemektedirler. Dün akşam da özel toplantıda benden bunu sordular, vakit geç olduğu için cevabını bugüne erteledim. Şimdi Allah’ın izniyle bu soruya cevap vermeye çalışacağım. Bazılarının düştüğü yanlışlıklardan biri de Kur’ân’da bütün her şeyin en ince detayına kadar yer aldığını sanmasıdır. Halbuki Kur’ân semavi, muhkem bir kitaptır. Oldukça özet ve mücmel nazil olmuştur. Sadece tümel olaylara işaret etmiş, olayların teferruatını Peygamber (s.a.a)’e havale etmiştir. Nitekim Haşr suresi 7. ayette şöyle buyurulmaktadır:

“...Peygamber size ne verdiyse onu alın size ne yasakladıysa ondan da sakının...”

Kur’ân-ı Kerim’in bütün hükümlerine bakacak olursak, Kur’ân’da sadece külli ve tümel hükümlerin nakledildiğini, açıklanmasının ise Peygamber (s.a.a)’e havale edildiğini açıkça görürüz. Ama beyler itiraz ederek şöyle diyorlar: On iki İmamın adı Kur’ân’da olmadığı için kabul etmiyor ve itaat etmiyoruz.”

Onlara şöyle demek gerekir: “Eğer Kur’ân’da adı zikredilmeyen, teferruatı yer almayan her şeyin terk edilmesi gerekirse, raşit halifelere, Emevi, Abbasi ve diğer sultanlara itaati de terk etmemiz gerekir. Zira Hz. Ali (a.s) dışında diğer raşit halifeler, Emevi, Abbasi ve diğer sultanlar hakkında da onların adları ve sayısı hakkında bir açıklama mevcut değildir. O halde neden onlara itaat ediyor ve muhaliflerini kafir ve müşrik sayıyorsunuz?

Bundan da öte Kur’ân’da zikredilmeyen her şeyin terk edilmesi söz konusu olmuş olsaydı, birçok ibadetler ve ahkamın da terk edilmesi gerekirdi. Zira onlardan hiçbirinin teferruatı Kur’ân’da yoktur. Hatta namaz hakkında bile böyle bir teferruat Kur’ân’da yoktur. Halbuki namaz dinin temelidir ve Şii Sünnî ittifakı esasınca da Peygamber (s.a.a) bu konuda çok büyük te’kit ve tavsiyelerde bulunmuş ve şöyle buyurmuştur.

“Namaz dinin direğidir. Eğer namaz kabul edilirse diğer amelleriniz de kabul edilir. Eğer namaz red edilirse diğer ameller de red edilir.”

Kur’ân’a bakacak olursanız namazın rekat sayısı, kılınışı, kıraat, rükû, secde, zikir ve teşehhüdü hakkında hiçbir açıklama mevcut değildir. O halde teferruatı Kur’ân’da zikredilmediği için namazı terk etmek mi gerekir? Halbuki durum böyle değildir. Kur’ân’da sadece “namaz kıl, namaz kılınız” gibi genel tabirler mevcuttur. Rekat sayısı, farzları, müstahapları hakkında sadece Kur’ân-ı Kerim’in müfessiri olan Peygamber (s.a.a) açıklamada bulunmuştur. Diğer hüküm ve kanunların da sadece genel bölümleri Kur’ân’da açıklanmış, teferruatı, şartları ve desturları ise Peygamber (s.a.a)’e havale edilmiştir. Kur’ân’da namaz genel olarak beyan edilmiş ve namazın rekat sayısı, cüzleri ve emirlerini Peygamber (s.a.a) beyan buyurmuştur ve buna rağmen biz de namazla mükellefiz.

Dolayısıyla Peygamber (s.a.a)’den sonraki hilafet ve imamet konusu da Kur’ân’da özetle, “...Sizden olan emir sahiplerine itaat edin” diye beyan edilmiştir. Yani Allah-u Teala’ya ve Peygamber (s.a.a)’e itaatten sonra emir sahibine itaat emredilmiştir.

Elbette ki Şii ve Sünni alimlerin, emir sahiplerini kendileri tespit edemez. Nitekim namazı da kendi istek ve iradelerine göre yorumlayamazlar. Zira Şii Sünni ittifakıyla rivayet edilen bir hadiste Peygamber (s.a.a) şöyle buyuruyor:

“Kur’ân’ı kendi görüşüne göre tefsir eden, ateşte yerini hazırlasın.”

Elbette her akıllı Müslüman Kur’ân hususunda Peygamber (s.a.a)’e müracaat etmelidir. Eğer bu konuda Peygamber (s.a.a) bir açıklama yapmışsa, Müslümanlar bağnazlıklarını bir tarafa bırakarak O’na itaat etmeli ve onunla amel etmelidirler.

Uzun bir süredir Şii ve Sünni rivayet ve tefsir kitaplarını mütalaa ediyorum. Henüz ulu’l- emr’den maksadın sultanlar olduğuna dair hiçbir hadis görmedim. Sünni ve Şii ittifakıyla rivayet edilen birçok rivayette, emir sahiplerinden maksadın kim olduğu sorulunca Peygamber (s.a.a) yeterli cevapları vermiş ve şöyle buyurmuştur:

“Emir sahiplerinden maksat, Ali ve on bir evladıdır.”

Fazla vaktimiz olmadığı için sadece bir kaçına işaret etmek istiyorum. Dikkat ettiğiniz gibi Ehl-i Beyt (a.s) ve özel sahabe yoluyla Şia alimlerinin rivayet etmiş olduğu mütevatir rivayetleri delil olarak göstermiyorum. Aksine bizzat Ehl-i Sünnet alimlerinden rivayet edilen birkaç rivayeti örnek olsun diye nakletmek istiyorum. Bu konuda hüküm vermeyi de ilim, mantık ve insaf sahibi siz beylerin temiz kalbine havale ediyorum:

1- Himvini, Feraid’us- Simtayn’de şöyle diyor: “Peygamber (s.a.a)’den nakledilen rivayetlere göre ayette geçen ulu’l- emr’den maksat, Hz. Ali (a.s) ve Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyti’dir.”

2- İsa bin Yusuf Hemedani, Ebi’l- Hasan’dan, o da Suleym bin Kays’dan, o da Hz. Ali (a.s )’dan Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

“Benim ortaklarım Allah’ın itaatini kendi itaatine eş kıldığı ve haklarında; “Sizden olan emir sahipleri” diye beyan buyurduğu kimselerdir. Onların sözünden çıkmamanız gerekir. Onlara itaat ediniz. Hüküm ve emirlerine boyun eğiniz.” Ben; “Ya Resulullah, ulu’l- emr kimlerdir?” diye sorunca da şöyle buyurdu: “Ey Ali, sen onların ilkisin.”

3- Ehl-i Sünnet’in büyük alimlerinden Muhammed bin Mümin Şirazi İ’tikadat adlı kitabında şöyle rivayet ediyor: “Peygamber (s.a.a), Hz. Ali’yi Medine’de kendi yerine halife bırakınca; “Sizden olan emir sahipleri” ayeti Hz. Ali (a.s) hakkında nazil oldu.

4- Şeyh Süleyman Belhi, Yenabi’ul- Mevedde’nin 38. babını bu ayete has kılmış, Menakıb’dan Tefsir-i Mücahid’de şöyle yer aldığını rivayet etmiştir: “Bu ayet, Peygamber (s.a.a), Hz. Ali’yi Medine’de kendi yerine halife bırakınca Hz. Ali (a.s) hakkında nazil olmuştur. Hz. Ali (a.s) bunun üzerine şöyle dedi: “Ya Resulullah, beni kadın ve çocuklara mı halife kılıyorsun?” Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Sen bana Harun’un Musa’ya olan konumunda olmak istemez misin?” Yani “Harun’u Allah-u Teala Musa’ya halife kıldığı gibi seni de bana halife karar kılmıştır.”

5- Şeyh’ul- İslam Himvini, kendi senetiyle Suleym bin Kays’dan şöyle rivayet ediyor: “Osman’ın hilafeti döneminde bir grup muhacir ve ensarı gördüm, oturmuş kendi faziletlerini konuşuyorlardı. Ali (a.s) da onlar arasında susmuş dinliyordu. Kendisine; “Ey Ali, sen de konuşsana.” dediler. Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu:

“Bu rivayet ettiğiniz faziletleri Allah-u Teala sizin için mi ihsan buyurmuş, yoksa başkası vesilesiyle mi?”

Onlar: “Allah-u Teala Peygamber (s.a.a)’in vücudu vesilesiyle bizleri minnettar kılmıştır.” dediler.

Hz. Ali (a.s) bunu üzerine şöyle buyurdu: “Siz Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu bilmiyor musunuz?: “Ben ve Ehl-i Beyt’im Adem yaratılmadan 14. bin yıl önce Allah’ın kudretinde bir nur idik. Allah-u Teala Adem’i yaratınca o nuru onun sulbünde karar kıldı ve yeryüzüne indirdi. Daha sonra gemide Hz. Nuh’un sulbünde karar kıldı. Daha sonra da ateşte İbrahim’in sulbünde karar kıldı. İşte böylece Allah-u Teala bizi asla haramzade olmayan anne ve babaların temiz sulbünde ve rahminde karar kıldı.”

Bedir ve Uhud ashabı şöyle dedi: “Evet biz de Peygamber (s.a.a)’den bunları duyduk.” Bunun üzerine Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu:

“Lütfen Allah aşkına doğru söyleyin, Allah-u Teala Kur’ân’da ilk iman edenleri diğerlerinden üstün kılmamış mıdır? Bilin ki hiç kimse benden önce Müslüman olmamıştır.”

Onlar: “Evet doğrudur.” dediler. Hz. Ali (a.s) yine şöyle buyurdu:

“Sizleri Allah-u Teala’ya and veriyorum ki “Hayırda önde olanlar, ecirde de öndedirler.”[6] ayeti nazil olunca Peygamber (s.a.a)’e bu ayetin kimler hakkında nazil olduğu sorulmadı mı? Bunun üzerine de Peygamber (s.a.a) şöyle buyuramadı mı?: “Allah-u Teala bu ayeti enbiya ve vasileri hakkında nazil buyurmuştur. Ben nebilerin ve resullerin en üstünüyüm. Vasim olan Ali de vasilerin en üstünüdür.”

Sizleri Allah-u Teala’ya and veriyorum, bilmiyor musunuz ki; “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e ve sizden olan ul’ul-emre (idarecilere) de itaat edin.”[7]

“Sizin dostunuz (veliniz) ancak Allah’tır, Resulüdür, namaz kılan ve rüku ettikleri halde zekat veren müminlerdir.”[8]

“...Müminlerden başkasını sırdaş edinmeyenleri ortaya çıkarmadan bırakılacağınızı mı sandınız?...[9] ayetleri nazil olunca Allah-u Teala Peygamber (s.a.a)’e, namaz, zekat ve haccı tefsir etmiş olduğu gibi, velayet sahibini tanıtmasını ve onlara velayeti tefsir etmesini de emretti. Peygamber (s.a.a) de bunun üzerine Gadir-i Hum’da beni insanlara veli tayin etti ve şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Allah-u Teala beni risaletle görevlendirince beni tekzip edecekler diye sıkıntı içindeydim.”

Daha sonra şöyle buyurdu: “Biliyor musunuz Allah-u Teala benim mevlamdır, ben de müminlerin mevlasıyım ve onlara kendi nefislerinden daha evlayım.”

Peygamber (s.a.a)’e; “Evet biliyoruz ya Resulellah” dediklerinde O Hazret benim elimden tutup şöyle buyurdu: “Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır. Allah’ım, onun dostlarına dost, düşmanlarına da düşman ol.”

(Oturumlarda yaptığım açıklamalarda da ifade etmiş olduğum gibi buradaki “mevla” kelimesi, “tasarrufta evleviyet” manasınadır.)

Selman kalkıp; “Ya Resulellah, Ali’nin velayeti nasıldır?” diye sorunca da Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ali’nin velayeti benim velayetim gibidir. Ben kime kendi nefsinden daha evla isem, Ali de ona kendi nefsinden daha evladır.” Bunun üzerine de şu velayet ayeti nazil oldu:

“Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, sizlere olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı seçtim.”

Ardından Peygamber (s.a.a) de şöyle buyurdu: “Dini kemale erdiren, nimeti tamamlayan, risaletime ve benden sonra Ali’nin velayetine rızayet gösteren Allah-u Teala ne de büyüktür!”

(Bu rivayet de “mevla” kelimesinin “tasarrufta evleviyet” manasına geldiğinin en büyük delilidir.)

Peygamber (s.a.a)’e; “Vasilerini bizlere açıkla!” dediklerinde de Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ali benim kardeşim, varisim ve benden sonra her müminin velisidir. Sonra iki oğlum Hasan ve Hüseyin ve Hüseyin’in soyundan gelen dokuz imamdır. Kur’ân onlarladır ve onlar da Kur’ân’ladır. Onlar havuzda yanıma gelinceye kadar da asla birbirinden ayrılmazlar.”

Vakit olmadığı için kısa olarak arz etmiş olduğum bu uzun rivayetin ardından Suleym bin Kays’ın Menakıb’ından, İsa bin Seriy’den ve İbn-i Muaviye’den de üç rivayet nakletmektedir ki hepsinde de ulu’l- emr’den maksadın Ehl-i Beyt (a.s) İmamları olduğu kaydedilmiştir. Ulu’l- emr’in manasını ispat etmek için şu zikrettiğim rivayetler yeterdir sanırım. İmamların isimleri ve sayıları hakkında da Ehl-i Sünnet’ten bir kaç rivayet nakletmek istiyorum. Bu konuda Ehl-i Beyt (a.s) İmamlarından rivayet edilen mütevatir rivayetlerden sarf-ı nazar ediyorum:

1- Şeyh Süleyman Belhi, Yenabi’ul- Mevedde’nin 76. babında Himvini’nin Feraid’us- Simtayn kitabından, Mücahid’den, o da İbn-i Abbas’dan şöyle rivayet etmektedir: “Na’sel adında bir Yahudi Peygamber (s.a.a)’in huzuruna vararak tevhid hakkında sorular sordu, Peygamber (s.a.a) de ona cevaplar verdi. Vakit olmadığı için bu soruları detaylı olarak zikretmiyorum. Na’sel Müslüman oldu ve şöyle dedi: “Ya Resulullah! Her Peygamber’in bir vasisi vardır, Peygamberimiz Hz. Musa, Yuşa bin Nun’u vasi seçmiştir. Sizin vasiniz kimdir? Bize söyleyin. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu:

“Benim vasim Ali bin Ebi Talib’tir. Sonra iki torunum Hasan ve Hüseyin’dir. Ondan sonra da Hüseyin’in soyundan dokuz kişidir.”

Na’sel; “Lütfen adlarını da bize söyleyin.” deyince Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu:

“Hüseyin’den sonra oğlu Ali, Ali’den sonra oğlu Muhammed, Muhammed’den sonra oğlu Cafer, Cafer’den sonra oğlu Musa, Musa’dan sonra oğlu Ali, Ali’den sonra oğlu Muhammed, Muhammed’den sonra oğlu Ali, Ali’den sonra oğlu Hasan, Hasan’dan sonra oğlu Hüccet Muhammed Mehdi’dir. Bunlar on iki kişidir.”

Peygamber (s.a.a), dokuz İmamın isimlerini, her İmamın ölümünden sonra yerine oğlunun geçeceğini ve en son İmamın Hz. Mehdi olduğunu açıkça beyan etmiştir. Her birinin şahadetinin keyfiyeti sorulmuş, Peygamber (s.a.a) de cevap vermiştir. Bunun üzerine de Na’sel şöyle dedi: “Allah’tan başka tanrı yoktur. Şüphesiz ki sen Allah’ın Resulüsün ve şahadet ederim ki onlar senden sonraki vasilerdir.”

Bunun üzerine Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdular:

“Onları sevenlere ve onlara tabi olanlara ne mutlu! Onlara buğz eden ve muhalefet edenlere de eyvahlar olsun!”

Bunun üzerine Na’sel şu şiiri okudu:

Allah’ın rahmeti sana olsun,

Ey yüce makam sahibi ve hayırlı insan.

Sen seçilmiş Peygambersin, Haşimilik iftiharın.

Seninle doğru yola erişme bulduk,

Seninle ateşten kurtuluşu ümit ederiz.

Halifelerin on ikiyle adlandırıldı.

Allah-u Teala mertebelerini yüce kıldı,

Her türlü ayıptan münezzeh kıldı.

Onlara dost olan kurtulur,

Düşman olan zarar eder.

On ikincisi beklenen Mehdi’dir,

Zuhuruyla kendine susayanları suvarır.

Ehl-i Beyt’in itaati emredilen seçkinlerdir,

Onlardan yüz çeviren cehennemde ebedi kalır.

2- Hace Kelan Yenabi’nin 76. babında Harezmi’nin Menakıb’ından naklen Vasile bin Eska bin Karhab’dan, o da Cabir bin Abdullah’tan, Ayrıca Ebu’l- Mufazzal Şeybani, Muhammed bin Abdullah bin İbrahim Şafii’den ve o da kendi senetiyle Cabir Ensari’den şöyle rivayet etmektedir: “Cündeb bin Cünade bin Cübeyr adlı bir Yahudi Peygamber (s.a.a)’in huzuruna vararak tevhid hakkında sorular sordu. Peygamber (s.a.a)’den aldığı cevaplar üzerine Müslüman oldu ve şöyle dedi: “Dün akşam rüyamda Hz. Musa’yı gördüm bana şöyle dedi: “Muhammed Hatem’ul- Enbiya’nın eliyle Müslüman ol ve O’ndan sonraki vasilerine tabi ol. Beni İslâm’la şereflendiren Allah-u Teala’ya hamd olsun. Lütfen bana vasilerini de tanıt ki onlara itaat edeyim.”

Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu:

“Benim vasilerim on iki kişidir.”

O; “Doğrudur, ben de Tevrat’ta bunu gördüm. Lütfen adlarını bana söyler misiniz?”

Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu:

“Onların ilki vasilerin efendisi, İmamların babası Ali’dir. Sonra da iki oğlu Hasan ve Hüseyin’dir. Sen bu üçünü göreceksin, ömrün sona erince Zeyn’ul- Abidin doğacak. Senin dünyadan aldığın son azık süt şerbeti olacak. O halde onlara sarıl, cahillerin cehaletine kanma.”

Cündep şöyle dedi: “Ben de Tevrat’ta ve nebilerin kitabında Ali, Hasan ve Hüseyin’in adını İlya, Şeber ve Şübeyr olarak gördüm. Lütfen Hüseyin’den sonraki İmamları bana tanıt.”

Peygamber (s.a.a) de şöyle buyurdu:

“Hüseyin’in müddeti bitince Zeyn’ul- Abidin lakaplı oğlu Ali yerini alır. Ondan sonra Bakır lakaplı Muhammed adında oğlu gelir. Ondan sonra Sadık diye bilinen oğlu Cafer gelir. Ondan sonra Kazım diye bilinen oğlu Musa gelir. Ondan sonra Rıza diye bilinen oğlu Ali gelir. Ondan sonra Taki ve Zeki diye bilinen oğlu Muhammed gelir. Ondan sonra Naki ve Hadi diye bilinen oğlu Ali gelir. Ondan sonra Askeri diye bilinen oğlu Hasan gelir. Ondan sonra Mehdi, Kâim ve Hüccet diye bilinen oğlu Muhammed gelir. O gaybete çekilir, sonra zuhur ederek yeryüzü zulümle dolduktan sora onu adaletle doldurur. Gaybetinde sabredenlere ne mutlu. Onların muhabbeti üzere duranlara ne mutlu. Allah-u Teala onları kitabında şöyle nitelendirmiştir:

“Bu, gaybet iman eden muttakiler için bir hidayettir.”

Daha sonra da Allah-u Teala şöyle buyuruyor:

“Hizbullah işte bunlardır. Bilin ki galip gelecek olanlar Hizbullahtır.”

3- Ebu’l- Mueyyid Muvaffak bin Ahmed Harezmi Menakıp’ta kendi senetiyle Ebu Süleyman Rai’den Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:

“Allah-u Teala mirac gecesi bana şöyle vahiy etti: “Ey Muhammed, yeryüzüne baktım. İnsanlar arasından seni seçtim, kendi adlarımdan birini sana ayırdım. Benim anıldığım her yerde sen de anılırsın. Ben Mahmud’um, sen ise Muhammed, senden sonra da insanlar arasında Ali’yi seçtim. Ona da kendi adlarımdan birini ayırdım. Ben A’la’yım, O da Ali.

Ey Muhammed, sen, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’in soyundan gelen İmamları kendi ruhumdan yarattım. Sizin velayetinizi göklere ve yeryüzüne takdim ettim. Kim kabul ederse mümindir. Her kim de inkar ederse kafirdir. Ey Muhammed, onları görmek istiyor musun?” Ben; “Evet” deyince de şöyle hitap etti: “O halde arşın sağına bak.”

Arşın sağına bakınca da Ali, Hasan, Hüseyin, Ali bin Hüseyin, Muhammed bin Ali, Cafer bin Muhammed, Musa bin Cafer, Ali bin Musa, Muhammed bin Ali, Ali bin Muhammed, Hasan bin Ali, Muhammed Mehdi bin Hasan’ı gördüm. Mehdi onlar arasında parlayan bir inci gibi duruyordu. O zaman şöyle bir İlahi hitap geldi: “Ey Muhammed, bunlar benim insanlara hüccetlerimdir ve bunlar senin vasilerindir.”

Zan edersem İmamların isimlerinin Peygamber (s.a.a)’den rivayet edilmediğini söyleyenlere karşı bu üç rivayet örnek olarak yeterlidir. Bunlar bizim iddiamızı ispat etmektedir. Bundan daha fazlasını isteyenler, Harezmi’nin Menakıb, Süleyman Belhi’nin Yenabi’ul-Mevedde, Himvini’nin, Feraid’us- Simtayn, İbn-i Meğazili’nin Menakıb, Mir Seyyid Ali Hemedani’nin Meveddet’ul- Kurba, Maliki’nin Fusul’ul- Muhimme, Muhammed bin Talha’nın Metalib’us- Süul, Sibt bin Cevzi’nin Tezkire ve Ehl-i Sünnet’in diğer kitaplarına müracaat etmelidirler. Şia’da rivayet edilen sayısız rivayetlerin yanı sıra, bizzat Ehl-i Sünnet’ten de bu konuda nakledilen yüzden fazla rivayet vardır.

Mir Seyyid Ali Hemedani, Meveddet’ul- Kurba’nın 12. Meveddet’inde Ömer bin Kays’ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: “Biz de Abdullah bin Mes’ud ile oturmuştuk. Bedevi birisi gelerek, “Hanginiz Abdullah’sınız?” diye sordu. Abdullah; “Benim” dedi. Bedevi; “Peygamber (s.a.a) kendinden sonraki halifelerini size haber verdi mi?” diye sordu. Abdullah şöyle dedi: “Evet Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu:

“Benden sonraki halifeler İsrail oğullarının on iki önderi sayısıncadırlar.”

Abdulmelik’in rivayetinde de şöyle yer almıştır: “Hepsi de Haşim oğullarındandır.” Yani benden sonraki on iki halifenin hepsi de Haşim oğullarındandır.

Bu zikrettiğim kitapların yanı sıra diğer Ehl-i Sünnet alimleri de kendi kitaplarında yeri geldiğinde bu konuyla ilgili bablarda birçok rivayet nakletmişlerdir. Hace Kelan Süleyman Belhi, Yenabi’ul- Mevedde’nin 77. babını bu konuya tahsis etmiştir. Bu babda, Şeyheyn, Tirmizi, Ebu Davud, Müslim, Seyyid Ali Hemedani, Şa’bi ve diğerlerinden birçok rivayetler nakledilmiştir.

Bu cümleden şöyle diyor: “Yahya bin Hasan Umde adlı kitabında 20 yoldan şöyle rivayet etmiştir: “Peygamber (s.a.a)’den sonraki halifeler on iki kişidir hepsi de Kureyştendir.”

Buhari üç yolla, Müslim dokuz yolla, Ebi Davud üç yolla, Tirmizi bir yolla ve Hamidi üç yolla Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir:

“Benden sonraki halifeler ve İmamlar on iki kişidir; hepsi de Kureyş’tendir.”

Bazı rivayette ise; “Hepsi de Haşim oğullarındandır.” diye yer almıştır.

Süleyman Belhi Yenabi, s. 446’da ise bazı Ehl-i Sünnet alimlerinin şöyle dediğini rivayet etmektedir:

“Peygamber (s.a.a)’in kendinden sonraki halifelerin on iki kişi olduğu hususunda birçok meşhur hadis vardır. Peygamber (s.a.a)’in kendinden sonraki halifeleri tayin etmekten maksadı da Ehl-i Beyt (a.s) İmamlarıdır. Bu hadisler diğer sahabilerden olan halifelere tatbik etmez. Zira Peygamber (s.a.a) on iki kişi olduğunu belirtmiştir. Halbuki onlar dört kişidir.

Hakeza Ümeyye oğulları sultanlarına da tatbik edilemez. Zira onlar da on üç kişiydiler. Ayrıca Ömer bin Abdulaziz dışında hepsi de zalimdiler. (Ömer’in zulmü için de hilafeti gasbetmesi ve zamanındaki İmamı inzivaya itişi yeterlidir.)

Ayrıca onlar Haşim oğullarından da değildi. Halbuki Peygamber (s.a.a) hepsinin Haşim oğullarından olduğunu açıkça beyan etmiştir. Ayrıca Abbasiler sultanlarına da tatbik etmemektedir. Çünkü onlar da otuz beş kişiydiler. Ayrıca Allah’ın; “De ki ben buna karşılık sizden akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemiyorum...”[10] ayetinde buyurduğu üzere Ehl-i Beyt (a.s)’ın hakkına riayet etmemişlerdir.

Dolayısıyla Peygamber (s.a.a)’den bu konuda rivayet edilen hadisler sadece Ehl-i Beyt (a.s) imamlarına tatbik etmektedir. Onlar zamanının en alimleri, yüceleri, takvalıları, soyluları, faziletlileri, Allah-u Teala indinde en kerimleri idiler. Onların ilimleri babalarından, babalarının ilmi de Peygamber (s.a.a)’den veraset yoluyla gelmiştir. İlim, tahkik, keşf ve tevfik ehli olanlar onları böyle tanımış ve tanıtmıştır.

Hakeza Peygamber (s.a.a)’in buyurduğu on iki kişinin Ehl-i Beyt (a.s) İmamları olduğunu teyit eden hadislerden biri de Sünni ve Şii’nin tevatüren rivayet etmiş olduğu Peygamber (s.a.a)’in şu Sekaleyn hadisidir:

“Sizlere iki değerli emanet bırakıyorum; Allah’ın kitabıyla itretimi. Bunlar havuzda yanıma gelinceye kadar asla birbirinden ayrılmazlar. Bunlara sarıldığınız takdirde asla sapmazsınız.”

Bu kitapta (Yenabi’de) rivayet edilen birçok hadisler de hep bu manayı teyit etmektedir.”

İşte bunlar Ehl-i Sünnet alimlerinin görüşleridir. O halde yanlışlığa düşüp Şii Müslümanları Rafızî diye adlandırmayın. İşin içinde ilim ve insaf olursa, Sünni olsun veya Şii mutlaka bu temiz görüşleri ifade edecektir. Bu rivayetlerin yanı sıra bizzat kendi görüşleri de siz beylere yol gösterici olmalıdır. Şiiler Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyti’ne (a.s) uyuyorlarsa, bu Kur’ân-ı Kerim’in ve Peygamber (s.a.a)’in emri üzeredir. İmamların isimleri, sayıları ve yüce sıfatları sadece Şii rivayetlerde mütevatir olarak rivayet edilmemiştir, bizzat kendi alimlerinizin kitabında da yer almıştır. Ehl-i Sünnet alimleriyle farkımız şudur: Onlar rivayeti naklediyorlar, Ehl-i Beyt (a.s) hakkındaki ayetleri yazıyorlar, görüş belirtiyorlar. Ama adet üzere hiçbir delil olmaksızın atalarına uyuyorlar. Bazıları da bağnaz oldukları için dilleriyle tasdik etmiyorlar. Bu insanlar asla gelişememiş ve akılları heva ve adetlerinin etkisi altında kalmıştır.

Bazen de Peygamber (s.a.a)’in rivayetleri hakkında ilim ehlini şaşkınlığa sevk eden soğuk teviller yapıyorlar. Eğer gerçekten bağnazlık ve inadı bir kenara bırakacak olurlarsa, ilim akıl ve insaf kılavuzluğunda gerçeği apaçık göreceklerdir.

Nitekim H. 255 yılında ölen el-Beyan ve’t- Tebyin kitabının sahibi Ebu Osman Amr bin Bahr Cahiz Basri el-Mutezili aliminiz bu apaçık gerçeği itiraf etmiştir. Hace Kelan Hanefi de Yenabi’ul- Mevedde’nin 52. babında onun şu sözlerini rivayet etmektedir:

“Ehl-i Beyt (a.s)’ın diğerlerinden üstünlüğü hakkında çekişmek akılları noksanlaştırmakta ve güzel ahlakı bozmaktadır. Halbuki bize hakkı talep etmek, hakka uymak, Allah’ın kitabındaki muradını talep etmek, bağnazlık ve hevayı terk etmek ve geçmişlerimizi taklitten kaçınmak gerekir.”

Ama maalesef bilmeden kalemleri böyle yazsa da adet ve bağnazlıkları ilim ve akıllarına galebe çalmakta, apaçık gerçeklerin aksine atalarına tabi olmakta ve akıl sahiplerini üzmektedirler. Adet ve bağnazlıkları yüzünden cedelleşmekte, nefislerine uyarak haksız yere başkalarını Ehl-i Beyt (a.s)’dan öne geçirmekte ve bu konudaki Kur’ân naslarını ve muteber rivayetleri bir kenara iterek delilsiz olarak atalarına uymaktadırlar.

Cehalet ve bağnazlıkları yüzünden rey ve kıyas ehli olan Ebu Hanife, Malik ve diğer kimselere uymaktadırlar. Ama Ehl-i Beyt (a.s) fakihi İmam Cafer-i Sadık’a teveccüh etmemektedirler. Halbuki büyük alimleri İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi’nın ön sözünde şöyle diyor: “Bunlar, Ehl-i Beyt (a.s)’ın ilim ve bilgisinden istifade etmişlerdir.”

 Ama biz Şiiler Allah’dan korktuğumuz ve ahirete inandığımız için Ehl-i Sünnet kitaplarında yer alan bu sahih rivayetleri gördüğümüzde bağnazlık ve adetlerin etkisinde kalmadan Peygamber (s.a.a)’in buyruklarına ve Allah’ın emirlerine kalben ve lisanen tabi oluyoruz. Böylece de ebedi saadete ulaşacağımızı umut ediyoruz. Çünkü Peygamber (s.a.a) ebedi kurtuluş ve saadeti Ehl-i Beyt’e (a.s) uymada karar kılmıştır.

Nitekim büyük alimlerinizden Hafız İbn-i Ukde, Ahmed bin Muhammed Kufi el-Hemdani, kendi alim ve şeyhlerinden, onlar da Abdulkays’dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: “Basra’da Ebu Eyyub Ensari’den uzun bir hadis duydum. Bu hadisin bir bölümünde Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

“Mirac gecesi Arş’ın direğinde şöyle yazıldığını gördüm: La ilahe illallah Muhammed’un Resulullah (s.a.a), onu Ali ile güçlendirdim; Ona Ali ile yardım ettim.”

Ayrıcada şöyle yazılmıştı: “Hasan, Hüseyin, Ali, Ali, Ali, Muhammed, Muhammed, Cafer, Musa, Hasan ve Hüccet.”

Allah-u Teala’ya; “Bunlar kimdir?” diye sordum, şöyle vahiy oldu: Bunlar senden sonraki vasilerindir. Onları sevenlere ne mutlu, onlara buğz edenlere ise yazıklar olsun.”

(Daha sonra Nevvab beye dönerek, dün akşam sorduğu sorunun cevabının yeterli olup olmadığını sordum.)

Nevvab: Teşekkür ederim. En güzel şekilde beyan ettiniz, içimizde hiçbir şek ve şüphe kalmadı. Allah-u Teala size ve bizlere hayırlar versin. (Oradakilerin “amin” sesleri.)

(Ben de içtenlikle amin dedim. Çünkü Allah’dan başka hiç kimseden bir karşılık beklemiyordum. Allah-u Teala Ehl-i Beyt (a.s)’ın yüzü suyu hürmetine bizlere merhamet buyursun. Bugüne kadar merhamet etmiş olduğu gibi son güne kadar da sonsuz merhamet ve lütuflarda bulunsun.)

Davetçi: Mecliste olan herkesten özellikle de Hafız beyden ve Ehl-i Sünnet kardeşlerimden söz uzadığı için özür dilerim. Ama sözümün sonunda değerli kardeşlerimi uyandırmak için içimdeki inançları özetle ifade etmek istiyorum. Bu bütün Sünni ve Şii kardeşlerime bir mesajımdır.

Evvela; bilmelisiniz ki geceler boyu yaptığımız toplantılarda zikrettiğim ayet ve rivayetler karşı tarafa galip gelmek için nakledilmemiştir. Biz sizi karşımızda bir düşman görmüyoruz. Biz sizleri karşımızda Haricilerin ve Nasibilerin sözlerinin etkisinde kalan Müslüman kardeşlerimiz olarak görüyoruz. Özellikle de Nasibi, Harici ve Emevilerin Ehl-i Beyt’e düşmanlığı ve bu konuda uyandırdıkları şüpheleri de çok iyi biliyorum. Bu yüzden kin ve düşmanlık olmaksızın, mantık ve Kur’ân üzere saf kalplerindeki tozları silmeli, apaçık gerçekleri ispat etmeli, onları Harici ve Nasibilerin ortaya attıkları şek ve şüphelerden kurtarmalıyız.

Eğer Allah-u Teala ve Peygamber (s.a.a)’in emrettiği ve büyük alimlerinizin bizlere ulaştırdığı hak ve apaçık gerçek yoluna girecek olursak, (açıkça beyan ediyorum, Ehl-i Sünnet alimlerinin yazdıkları, insanı velayet yolunun makamına ulaştıran en iyi kılavuzdur) gerçek saadet ve güvene ermiş olacağız. Eğer inat ve bağnazlık, bu yolda birlikte olmamıza engel olursa, yine de kin ve düşmanlığa kapılmadan kardeşçe birbirimize sarılmalı, tevhit yolunda vahdet içinde hareket etmeli, Kur’ân düşmanlarının arzularına ulaşmasına engel olmalıyız.

Bugün Müslümanlar her zamandan daha çok vahdete muhtaçtır. Etrafımızda sayısız düşmanlar var. Onların bizlere yegane galibiyet yolu da nifak ve ihtilaflardır. Peygamber (s.a.a) de şöyle buyurmuştur: “İslâm garip geldi, garip gidecektir.” Peygamber (s.a.a)’in haber verdiği zaman belki de bugündür. Zira İslâm’ın gurbet özellikleri açıkça ortadadır.

İslâm, Arap yarımadasında zuhur edince ve Peygamber (s.a.a) insanlara gönderilince, tevhit alemi küfrün muhasarası altındaydı. Din düşmanları Peygamber (s.a.a)’in çektiği zahmetleri yok etmek istiyordu. Yahudiler, Hıristiyanlar, maddeciler, putperestler ve uşakları o günün dünyasına hakim idiler. Bir avuç tevhid ehli bütün küfür hakimiyeti karşısında güç gösterisinde bulunamıyordu. Peygamber (s.a.a) büyük zahmetlerle onlar karşısında direndi. Çok kısa bir süre sonra tevhid dinini yüceltti ve müşriklere galip geldi. Dünyada ilim ve tevhid bayrağını dalgalandırdı. Peygamber (s.a.a)’i kafir ve müşriklere galip kılan özellik tevhid ve vahdetti. “La ilahe illallah deyin ki kurtulasınız.” nidasıyla dağınık Arapları birleştirdi ve bir araya getirdi.

Peygamber (s.a.a)’in bu yüce öğretileri ve sağladığı vahdet sayesinde bir avuç Müslüman küfür dünyasına galip geldi. Yarım asır geçmeden tevhid bayrağı, Kostantaniyye, Medain ve hatta İspanya’ya kadar dalgalandı.

Eğer “...İslam garip gidecektir.” hadisine dikkat edecek olursak, açıkça İslâm aleminin kafirlerin muhasarası altında olduğunu görürüz. Dünyada tevhit ve mantığa dayalı gerçeklerin bayraktarı da sadece Müslümanlardır. Bu yüzden düşmanlar da biz Müslümanlara saldırmaktadır. Bir taraftan materyalistler, Zimokratis, Mermend, Mezdek, Darvin, Bahner ve uşakları, bir taraftan da Hıristiyan misyonerler ve makam perest Vatikan papazları muvahhid Müslümanları muhasara altına almış, bizi yok etmeye çalışıyorlar.

Sömürgecilerin bizi yok edip bizlere hakim olmasının yegane yolu nifak ve ihtilaftır. Bütün güçleriyle Müslümanlar arasına fitne sokmaya çalışıyorlar. Nifak ve kötümserlikle onlara galip gelmeye, hükmetmeye uğraşıyorlar. “Böl, yönet!” siyasetini uyguluyorlar.

Şii ve Sünni kardeşler! Biliniz ki bugün İslâm gariptir. Peygamber (s.a.a) dağınık Arapları bir araya getirerek düşmanına galip geldiği gibi, bugün de yegane galibiyet yolumuz, ittifak ve ittihat içinde olmamızdır.

Tatlı dilli Fars şairi şöyle diyor:

Güzelliğin tatlılığınla birlikte dünyayı sardı,

 Evet birlik olunca dünya alınır.

Düşmanların gücünden korkmayınız, sadece maddi teçhizatla değil, onlar tank top ve diğer maddi silahlarla donanmışsa da, siz maddi ve manevi teçhizatlarla donanmaya çalışın. Kur’ân Enfal suresi 60. ayette şöyle buyuruyor:

“Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihat için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın. Onunla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah’ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz...”

Toplumda manevi açıdan da hazırlıklı olmalısınız. İttihat ve vahdet içinde olmalısınız. Kalplerinizi temizlemeli, kötümserlik ve ihtilaftan uzaklaşmalı, Müslümanları Sünni, Şii, Sufi ve benzeri isimlerle birbirinden ayırmamalısınız.

Ama eğer ihtilafa düşer, birbirinize karşı savaşmaya kalkarsanız, kesinlikle yüzsuyunuzun döküleceğini, izzetimizin yok olacağını bilmelisiniz. Zira ihtilaflar ve çekişmeler insanların yüz suyunu döker, izzetini yok eder. Nitekim Enfal suresi 46. ayette ise şöyle buyuruyor:

“...Birbirinizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider...”

Hakeza En’am suresi 153. ayette ise şöyle buyurmaktadır:

“Şüphesiz bu benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun, (başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah’ın yolundan ayırır...”

Hakeza Âl-i İmran suresi 103. ayette şöyle buyurmaktadır:

“Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a) sımsıkı yapışın, parçalanmayın...”

Kaybetmiş azametinizi elde etmek ve ilk saadetinize ermek istiyorsanız, (sekiz yüz yıl dünyada ilim, medeniyet, siyaset ve efendilik makamına sahiptiniz) tevhitle ve vahdetle donanmanız gerekir.

Allah-u Teala Âl-i İmran suresi 139. ayette ise şöyle buyuruyor:

“Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanıyor-sanız, üstün gelecek olan sizsiniz.”

Birlik beraberlik için, aranızdaki su-i zanları yok etmelisiniz. Birbirinize kötümser olmamalısınız. Birbirinizin gıybetini etmemelisi-niz. Su-i zanda bulunmak ve gıybet etmek nifak ve ihtilafların asıl nedenidir. Kur’ân, gıybeti büyük günahlardan saymakta ve açıkça gıybet ve su-i zannı yasaklayarak Hucurat suresi 12. ayette şöyle buyurmaktadır:

“Ey İman edenler! Zannın çoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinin arkasından çekiştirmesin...”

Peygamber (s.a.a) de bir hadiste şöyle buyuruyor:

“Gıybetten sakının; gıybet, zinadan daha kötüdür.”

Gıybetin zinadan kötü olmasının nedeni, zinanın şahsi zararının, gıybetinse türsel (diğer kimselere) zararlarının olmasıdır. Öyle ki denildiği üzere, eğer zina eden tövbe ederse şartsız kabul edilir. Ama gıybet eden gıybet etmiş olduğu kimseyi razı etmediği takdirde, tövbesi kabul olmaz. Bunun detaylı şartları geniş kitaplarda yer almıştır.

Müslümanların birbirine kötümser olmasının, kin ve düşmanlıkla bakmasının sebeplerinden biri gıybettir. Gıybeti terk ederseniz ihtilaflarınız ortadan kalkar. Müslüman kardeşlerinize kötü zanda bulunmayınız. Dedikodudan sakının, aksi takdirde Allah’ın ve insanların gazabına uğrarsınız. Laf taşıyanlar ve gıybet edenler fitnecilerdir. Bunları kendinizden uzaklaştırınız. Aranıza ihtilaf ve fitne sokmalarına müsaade etmeyiniz. Onlar yabancıların uşaklarıdır. Onlar genelde yabancıların ajanlarıdır. Din kılığı içinde ihtilaf çıkarmaya çalışıyorlar. Düşmanların galebesi için ortam hazırlıyorlar. Bazıları konuşmalarıyla, bazıları da kalemiyle Şia aleyhine kitaplar yazarak Müslümanlar arasında düşmanlık yaratıyorlar. Üç yüz milyon Şii alemini İslâm dünyasından ayırmaya çalışıyorlar.

Muhterem beyler dikkat etmelidirler ki, ilmi tartışmalar ve dini münazaralar, Müslümanlar arasında kin ve düşmanlık icat etmemelidir. Ne kadar farklı inançlarımız da olsa, hepimiz “La ilahe illallah, Muhammed Resulullah (s.a.a)” diyoruz. Hepimizin bir kitabı, bir kıblesi var, biz de zahire bakmalıyız. Gerçi zahir mecazdır, ama bir gün, “mecaz, apaçık gerçeğin köprüsüdür” kaidesince apaçık gerçeğe dönüşebilir. O halde birbirimizle kardeş olmalıyız, tevhid düşmanlarına, bizlere galip olması için fırsat vermemeliyiz.

Sünni ve Şiiler birbirine kin ve düşmanlıkla bakmamalıdır. Birbirine karşı iyimser olmalıdır.

Ben bütün Müslümanlardan küçüğüm, bir vaiz ve mübelliğ olarak ilan ediyorum ki, eğer alim veya cahil, canlı veya ölü herhangi bir Sünni kardeşime karşı düşmanlık ve kötümserlik içindeysem, Allah’ın kudret ve kuvvetinden dışarı olayım, bu büyük bir yemindir. Her nerede bir Sünni kardeşimi görsem onu bir kardeş gibi kabul ettim, sevinç ve dertlerime ortak bildim.

Ehl-i Sünnet kılığına giren bir avuç harici ve nasibiler, yazdıkları yazılar ve sözleriyle Müslümanlar arasına fitne sokmakta, Şia aleyhine kitaplar yazarak onları tekfir etmekte, halkı Şiiler aleyhine tahrik etmekteler.

Şii Müslümanları katliam etmek ve Şia alimlerinin ölüm fetvasını vermek, bu tür insanların tahrikleri neticesinde olmuştur. Onlarla anlaşamayız, onlar kafirlerin uşaklarıdır. Efendilerinin emriyle Müslümanların arasına fitne sokuyorlar. İttihat feryadıyla perde altında Müslümanlar arasında ihtilaf çıkarmaya çalışıyorlar. Her Müslüman cahil olsun veya alim, bu tür insanları hangi makamda olurlarsa olsunlar kendilerinden uzaklaştırmalı, Müslümanlar arasında birliği sağlamalıdırlar.

Bunlar üçüncü halife Osman bin Affan’ın etrafına toplanıp halife adına her işi yapan ve Müslümanları tahrik etmek için onu mektuplar yazmaya zorlayan kimselerin takipçileridir. Sonunda Osman öldürülünce de, “Müslümanlar halifesini öldürdü.” diyerek İslâm’a büyük bir darbe indirdiler. Sonra da Muaviye ve Yezid’in etrafına toplanarak Ehl-i Beyt’i ve taraftarlarını katlettiler. Müslümanların tarihini lekelediler. Şimdi de her yerde kitap, makale ve dergilerle fitne ateşini yakıp Müslümanlar arasında ihtilaf çıkarmak istiyorlar.

Beyler, lütfen Muaviye’nin müşaviri olan Rumlu köle Sercun’un hayatına bir bakınız. Bir esir olarak Muaviye’nin sarayına girmiş ve bütün işlerde Muaviye’nin danıştığı bir kimse haline gelmiştir. Nitekim Muaviye ölürken de sözde akıllı olduğu için Sercun ile istişarede bulunulmasını vasiyet etmiştir. Yezid de Hz. Hüseyin hakkında onunla istişare etti. Sercun işi bitirmesi için Ubeydullah’ı Kufe’ye vali tayin etmesini istedi. Yezid de Ubeydullah’ı Kufe’ye hakim kılarak Ehl-i Beyt (a.s)’ın katline ve Kerbela olayına neden oldu. O halde yabancılar, her zaman farklı elbise ve isimlerle Müslümanlar arasına girmiş ve yabancıların hakimiyeti için ortam hazırlamışlardır.

Lütfen bu dediklerimi not alınız. Burada olmayanlara ulaştırınız. Harici ve Nasibiler karşısında el ele veriniz. Birbirinizin cami ve toplantılarına katılınız. Birbirinize karşı merhametli olunuz. Bir kaç kelime ilmi sohbetler için birbirinizden ayrılmayınız. Allah-u Teala’ya yemin ediyorum ki, tartıştığımız on gün boyunca hiçbir Müslüman’a karşı kötü gözle bakmadım. Şimdi de burada Sünni kardeşlerimin güzel ve nurani yüzlerini görüyorum. Sürekli onlarla dost olmak ve dini işlerde samimice birlikte çalışmak istiyorum.

Muhterem beyler, Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyt’i, bizlere Müslümanlarla iyi geçinmeyi emretmiş ve kendileri de böyle davranmışlardır. Nitekim bir rivayette ravi İmam Sadık’a şöyle diyor: “Ben muhaliflerin camisinden nefret ediyorum, orada namaz kılmak istemiyorum, bu iyi midir yoksa kötü mü?” İmam Sadık şöyle buyuruyor:

“Camiler Allah’ın evleridir, bilmiyor musun yapılan her cami, Peygamber’in veya öldürülen Peygamber’in vasisinin kabri üzerine bina edilmiştir, o halde orada o Peygamber’in veya vasisinin bir damla kanı vardır. O kan sebebiyle de Allah-u Teala o camilerde anılmasını istemiştir. Öyleyse orada farzları ve nafilelerinizi kılın.”

Şia alimleri bu tür rivayetlerden çok yüce anlamlar çıkarmışlardır. Ama öğle vakti yaklaştığı için hepsini rivayet edemiyorum. Merhum Seyyid Mehdi Bahr’ul- Ulum Menzume-i Fıkhiyye’de şöyle demiştir:

Camilerde namazın faziletinin sırrı,

Orada şehit edilen masumun kabri sebebiyledir.

Bu fazilet orada dökülen tertemiz kan sebebiyledir,

Allah-u Teala onu kendisini anan kul için tertemiz kılmıştır.

Beyler, işte Ehl-i Beyt (a.s), taraftarlarını böyle terbiye etmiştir. Beyler, farz ve nafile namazlarınızda birbirinizin camilerinize gidiniz, birbirinize hakaret etmeyiniz, düşmanlar çeşitli ihtilaflarla ve fıkhi farklılıklarınızı bahane ederken sizi birbirinize düşürmekte, aranıza nifak ve düşmanlık sokmaktadır. Onların aksine fıkhi ihtilaflarınıza aldırmadan hepiniz kendi yolunuza devam ediniz, birbirinize karşı dost ve merhametli olunuz.

Şii ve Sünni kardeşler, eli bağlı ve açık, mühürlü veya mühürsüz (toprak parçasına veya halıya secde ederek) yan yana namaz kılınız. Birbirinizin cami ve toplantılarına katılınız. Hanbeliler, Malikiler, Şafiiler ve Hanefiler bütün fıkhi ihtilaflarına rağmen kardeşçe yaşadıkları gibi Şii kardeşlerini de muhabbetle kucaklayarak ibadet ve inançlarınızın gereğini yapmalı, birbirinize hakaret etmemelisiniz. Birbirinize düşmanca bakmayınız.

Alim kılığında da olsa sizi birbirinizin aleyhinize tahrik etmeye çalışan birini gördüğünüzde, kesin bilin ki o yabancıların uşağıdır. Aranıza fitne sokarak yabancılara ortam hazırlamaktadır. İslâmi azametinizi korumak için onları kovunuz.

Beyler, nifak ve ihtilaflardan kaçınmanın en iyi yolu, Hz. Ali (a.s)’ın gösterdiği yoldan yürümektir. Herkes kendi akli inançlarını korusun, birbiriyle ittihat etsin, Müslümanlar birbiriyle ihtilafa düşmesin.

Hz. Ali (a.s) kendini hilafete layık gördüğü halde Şıkşıkıyye hutbesinin başında şöyle diyor: “Allah-u Teala’ya and olsun ki Ebi Kuhafe oğlu, hilafete göre yerimin değirmen taşının mili gibi olduğumu bildiği halde hilafeti bir gömlek gibi giyindi...”

Ama Peygamber (s.a.a)’in vasiyeti üzere O’nu yıkayıp kefenledikten sonra Sakife fitnesinden haberdar oldu ve kendini bir avuç muhalifler karşısında gördü. Halbuki ümmet arasında, Peygamber (s.a.a)’den gizli veya açık, hakkında nas olan Hz. Ali (a.s )’den başka birisi yoktu. Büyük sahabiler ve Haşim oğulları Hz. Ali (a.s)’ın etrafında toplandılar. Ebu Süfyan önderliğindeki Ümeyye oğulları da Hz. Ali (a.s)’ı kıyama davet ettiler. Ama Hz. Ali (a.s) aklı ve düşüncesiyle, kıyam etmiş olduğu takdirde İslâm’da bölünmelerin olacağını anladı.

İhtilaf sebebiyle yıllardır fırsat kollayan düşmanlar Müslümanlara galebe çalacak, dini ortadan kaldıracak ve yeni Müslüman olmuş kimseler İslâm’dan dönecekti. Bu yüzden bütün zorluklara rağmen sabretti ve şöyle buyurdu: “Gözümde diken, boğazımda kemik parçası kalırcasına sabrettim.”

Muhalifleriyle savaşmadı; çünkü İslâm daha yeni gelmişti ve iç savaşla büyük bir fitne kopacaktı. Bu da İslâm’ın yok olmasına neden olabilirdi. Bu yüzden muhalifleriyle idare etmeye çalıştı. Kendi inançlarında sabit olduğu halde İslâm dinini güçlendirmek için camiye gidiyor, namaz kılıyordu. Fırsatçılara fırsat vermiyor, fitneleri önlüyordu. Nitekim defalarca şöyle buyurmuştur:

“Allah-u Teala’ya and olsun, Müslümanların tefrikasından ve küfre dönüşlerinden korkmasaydım, hakkımı almak için kıyam ederdim ve bu durumu değiştirirdim. Ama sabretmenin Müslümanların kanını dökmekten daha hayırlı olduğunu görünce sabrettim.”

Böylece sahabenin büyüklerinden olan dostlarını ve Şii Müslümanları da muhalefetten alı koydu. Sadece ilk bir kaç gün kendi hakkaniyetini ispat etmek için tartıştı. Ama sonraları halifelerin hilafeti müddetince ihtilafa sebep olacak hiçbir harekette bulunmadı. İslâm’ı korumak ve Müslümanları güçlendirmek için onlarla idare etmeye çalıştı. İslâm’ın gurbet günü olan bu günde Müslümanlar, bağnazlık ve inatlarını bir kenara atmalıdırlar.

Haklılığımız akıl, nakil ve sünnetçe de sabit olmasıyla birlikte Peygamber (s.a.a)’den sonra olan olayları asla inkar edemeyiz. Zahirde sırasıyla Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali hilafete geçmiş, Peygamber (s.a.a)’in haber verdiği o otuz yılda İslâm’a büyük hizmet edilmiş, tevhid bayrağı tüm dünyada dalgalanmıştır.

Hz. Ali (a.s ) da hakkaniyetini defalarca beyan etmiş olduğu halde ve kendini hilafet sahibi bildiği halde İslâm’ın zahirini korumak ve fitneyi önlemek için cami ve cemaatlere katılıyor, kendisiyle istişare edilince de sorunları hallediyor, çocuk ve Şialarını da iş ve hizmete teşvik ediyordu. Dolayısıyla biz de Müslümanlar arasında fitne çıkmasına müsaade etmemeliyiz. Toplumu ifsat eden fitnecileri kendimizden uzaklaştırmalı, yabancılara fırsat vermemeliyiz. Onlar İslâm’ı yok etmek ve Müslümanları zelil kılmak istiyorlar. Hakkaniyeti ispat etmek ve delil göstermek düşmanlık sebebi olamaz. Biz de tartıştığımız on gece boyunca haklılığımızı ortaya koymaya çalıştık ve çalışacağız.

Ama Hz. Ali (a.s), kendini gerçekleşmiş bir olay karşısında görünce, nasıl fitne ve fesat çıkmasın diye sabretti ve muhalefet etmediyse, biz de tarihte olup biten bir işle karşı karşıyayız. Tarihe baktığımızda Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Hz. Ali (a.s) her ne yolla olursa olsun birbiri ardınca hilafete geçmiş, birbirleriyle birliği sağlamışlardır. Sünni kardeşler, Nasibi, Harici ve İslâm düşmanlarının istememesine rağmen Şii Müslümanların cami ve mukaddes mekanlarına gitmeli, birlik ve beraberlik içinde olmalıdırlar. Birbirlerine kin ve düşmanlıkla bakmamalıdırlar. Kardeşlik içinde yabancılara engel olmalıdırlar. Düşmanlar, buldukları en küçük bir zaaf noktasından sızmakta ve birliğinizi bozmak istemektedirler.

Bu birlik sayesinde İslâm dünyasında görülen bütün gevşeklik ve zaafları yok etmeye çalışın. İlk başta alimler, kavmin büyükleri, sonra da bütün Sünni ve Şiiler bu konuda fedakarlık etmelidirler. Bu büyük sorumluluğu üstlenmeli, ihtilafları birlik ve beraberliğe dönüştür-melidirler.

Bugün büyük bir gündür. Mücahitlerin önderi Hz. Hüseyin’in kutlu doğum günüdür. Hz. Hüseyin H. 61 yılında Kerbela’da büyük bir birlik oluşturdu. 72 kişi tek yürek halinde tevhid düşmanlarının karşısında saf kurdular. Zahiren mağlup olsalar da onların o cesareti, birliği ve fedakarlığı tevhid bayrağını tüm dünyada dalgalandırdı ve tüm dünyada düşmanların kökünü kazıdı.

Beyler, duyduğum kadarıyla bizim ilmi tartışmalarımızdan düşmanlar su-i istifade etmek ve Müslümanlar arasına fitne sokmak istiyorlar. Onların bu tahrikleri genç kardeşlerimizi etkileyebilir ve korkunç sonuçlara neden olarak düşmanları sevindirebilir. O halde uyanık olun, kanmayın, bilin ki Müslümanların bölünmesi ve birbirlerine düşmanlığı İslâm düşmanlarının sevinmesine neden olacaktır.

Son olarak buradaki Şii Sünni bütün kardeşlerimden rica ediyorum, bugün kutlu bayram günüdür, minberden inince İslâm’ın emrettiği üzere tokalaşarak kucaklaşın, samimice sarışın, birlik ve beraberlik içinde olun. Allah korusun birbirinize kırgınsanız, Allah-u Teala rızası ve İslâm’ın vahdet ve azameti için bunu gidermeye çalışın, ben de hepinize can-u gönülden hizmete hazırım.

Şimdi öğle vaktidir. Camiye gidene kadar öğle namazının vaktinde kılma faziletini kaçırabiliriz. Bu yüzden burada cemaat namazı kılalım. Hamt olsun Şii ve Sünni alimleri buradalar. Hangisini öne geçirirseniz ben de ona uyarım. İslâm ve Müslümanların birliğine katkıda bulunarak Allah’tan ve ceddim Peygamber (s.a.a)’den sevap ümit ediyorum. Düşmanlar bilsinler ki Sünni ve Şiiler arasında asla nifak, ikilik ve kötümserlik yoktur. Hepimiz kafirlere karşı savaşmak için her türlü fedakarlığa hazırız.

Ayrıca dün geceki aziz misafirlerimiz, ilim ve bilgi sahibi Hafız Muhammed Reşid ve Şeyh Abdüsselam vedalaşıp vatanlarına dönüyorlar. Ben de Meşhed’e İmam Rıza’yı ziyarete gitmek istiyorum. Bütün kardeşlerime, özellikle de burada bana büyük sevgi gösteren Şiilere minnettarım. Sünni Şii bütün Müslümanların izzetini, selametini, başarısını ve birliğini Ehl-i Beyt (a.s)’ın yüzü suyu hürmetine yüce Allah’tan diliyorum. Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi hepinizin üzerine olsun.


KAYNAKÇA

1- Kur’ân-ı Kerim.

2- Nehc’ul- Belağa.

3- Tefsir-u Kebir-i Mefatih’ul- Gayb - Fahr-u Razi.

4- Tefsir-u Keşşaf - Carullah Zemahşeri.

5- Tefsir-u Envar’it-Tenzil - Kadı Beyzavi.

6- Tefsir-u İtkan - Suyuti.

7- Tefsir-u Durr’ul- Mansur - Suyuti.

8- Tefsir-u Nizamuddin Nişaburi.

9- Tefsir-u Rumuz’ul- Kunuz – İmam Abdurrezzak.

10- Tefsir-u Kebir - Muhammed bin Cerir Taberi.

11- Tefsir-u Keşf’ul- Beyan - İmam Ahmed Sa’lebi.

12- Tefsir-u Garaib’il- Kur’ân - Fazıl Nişaburi.

13- Tefsir-u Esbab’in- Nuzul - Vahidi.

14- Tefsir-u Nuzul’il- Kur’ân - Hafız Ebu Naim İsfahani.

15- Tefsir-u Şevahid’it- Tenzil - Hakim Ebu Kasım Haskani.

16- Tefsir-u Tebsire – Kevaşi.

17- Tefsir-u Ma Nezele Min’el- Kur’ân fi Ali- Ebu Bekir Şirazi.

18- Tefsir-u Ruh’il Meani - Seyyid Şehabuddin Alusi.

19- Tefsir-u Feth’ul- Kadir - Kadı Şevkani.

20- İsbat’ul- Vasiyye - Ali bin Hüseyin Mes’udi.

21- El-İmamet Ve’s- Siyase – İbn-i Kuteybe.

22- Usd’ul- Gabe - İbn-i Esir Cizri.

23- İstiab - Hafız İbn-i Abdulbirr Kurtubi.

24- İhya’ul- Ulum - İmam Gazali.

25- Emali - Hafız Ebu Abdullah.

26- Erbain - Seyyid Cemaluddin Şirazi.

27- Evset - Taberani.

28- İtikadat - Muhammed bin Mümin Şirazi.

29- Esn’el- Metalib - Muhammed Hut Beyruti.

30- İs’af’ur- Rağibin - Muhammed Ali Sabban Mısri.

31- İbtal’ul- Batıl - Kadı Ruzbehan Şirazi.

32- İhya’ul- Meyyit bi-Fezail-i Ehl-i Beyt - Celaluddin Suyuti.

33- Erbain-i Tival - Muhaddis-i Şam.

34- Ahbar’uz- Zeman - Mes’udi.

35- İzalet’ul- Hıfa - Suyuti.

36- Evset - Mes’udi.

37- İrşad’us- Sari - Şehabuddin Kastalani.

38- Elifba - Ebu’l- Haccac Endülüsi.

39- Esn’el- Metalib - Muhammed bin Muhammed Cizri.

40- İsabe - İbn-i Hacer Askalani.

41- Ahadis’ul- Mutevatire - Mukbili.

42- Buğyet’ul- Vu’az fi Tabakat’il- Luğeviyyin –Suyuti.

43- Bahr’ul- Esanid - Hafız Ebu Muhammed Semerkandi.

44- Tarih’ul- Medine – Allame Semhudi.

45- Tarih’ul- Hulefa – Celaluddin Suyuti.

46- Tarih-u Bağdad – Ebu Bekir Hatip Bağdadi.

47- Tarih’ul- Umem ve’l- Muluk – Taberi.

48- Tarih-u Kebir – İbn-i Kesir Dimaşki.

49- Tarih-i İbn-i Haldun.

50- Tarih-i İbn-i Hallakan.

51- Tarih-i Ya’kubi.

52- Tarih-i A’sam Kufi.

53- Tarih-i Nigeristan.

54- Tarih-i Belazuri.

55- Tarih-i Vakidi.

56- Tarih-i Hafız Ebru.

57- Tarih-i Ravzat’us- Sefa - Muhammed Havendşah.

58- Tarih-i Ebu’l-Fida.

59- Tarih-i İbn-i Merduye.

60- Kamil’ut- Tarih - İbn-i Esir.

61- Tarih-i İmam Yafi’ Yemeni

62- Telhis’ul- Mustedrek - Zehebi

63- Tezkiret’ul- Mevzuat – Mukaddesi

64- Tehzib’ut- Tehzib - İbn-i Hacer Askalani

65- Tehzib’ul- Esma ve’l- Lügat – Nevevi

66- Te’vil-u Muhtelef’il- Hadis - İbn-i Kuteybe Dineveri.

67- Tevzih’ud- Delail Ala Tercih’il- Fezail – Şehabuddin

68- Tezkiret’ul- Havass’il- Ümme... – İbn-i Cevzi.

69- Tezkiret’ul- Huffaz – Zehebi.

70- Cevahir’ul- Muzie Fi Tabakat’il- Hanefiyye – Abdulkadir.

71- Cem’un- Beyn’es- Sahihayn – Hamidi.

72- Cem’un Beyn’es- Sıhah’is- Sitte – Abdi.

73- Cami’ul- Usul – İbn-i Esir Cizri.

74- Cami’us- Sağir ve Cem’ul- Cevami’ – Suyuti.

75- Cevahir’ul- Akdeyn – Nuruddin Semhudi.

76- Hilyet’ul- Evliya – Hafız Ebu Naim İsfahani.

77- Hayat’ul- Hayavan – Demîri.

78- Hasais’ul- Alevi – İmam Nesai.

79- Hasais’ul- Aleviyye – Ebu’l- Fath Netanzi.

80- Hasais’ul- Kubra – Suyuti.

81- Hutat – Makrizi.

82- Durr’ul- Munazzam – İbn-i Talha Halebi.

83- Delail’ul- Nübüvve – Hafız Ebu Bekir Beyhaki.

84- Zehirat’un- Mead – Abdulkadir Uceyli.

85- Zehair’ul- Ukba – İmam’ul- Harem Taberi.

86- Risalet’ul- Ezhar... – Suyuti.

87- Riyaz’un- Nazire – Muhibuddin Taberi.

88- Riyaz’un- Nazire – Zehebi.

89- Ravzat’ul- Menazir... – Zemahşeri.

90- Zad’ul- Mead fi Hedy-i Hayr’il- İbad – İbn’ul- Kayyim.

91- Ez-Ziyne – Ebu Hatem Razi.

92- Zeyn’ul- Feta Şerh-u Suret-i Hel Eta.

93- Sünen ve Delail – Beyhaki.

94- Sünen-i İbn-i Mace.

95- Sefer’us- Saadat – Firuzabadi.

96- Siret’ul- Halebiyye – Ali bin Burhanuddin Şafii.

97- Sırr’ul- Alemin – İmam Gazali.

98- Siret’un- Nebeviyye – İbn-i Hişam.

99- Subul’ul- Hüda ve’r- Reşad – Muhammed bin Yusuf Şami.

100- Sirac’ul- Munir – Şerh-i Cami’us-Sağir.

101-Şerh-u Nehc’ul- Belağa – İbn-i Ebi’l- Hadid .

102-Şerh-u Divan – Mibudi.

103-Şeref’un- Nebi – Harkuşi.

104-Şerh-u Akaid-i Nesefi – Molla Sa’d Taftazani.

105-Şerh’ut- Tecrid – Mevla Ali Kuşçu.

106- Şerh-u Sahih-i Buhari – Kirmani.

107- Şerh-u Sahih-i Müslim – Nevevi.

108- Şerh’uş- Şifa – Kadı İyaz.

109- Şerh’ul- Mekasid – Fazıl Taftazani.

110- Şerh’ul- Mevakıf – Seyyid Ali Şerif Curcani.

111- Şerh’ud- Daire – Salahuddin .

112- Şifa’us- Sudur – İbn-i Seb’ Mağribi.

113- Şeref’ul- Mustafa – Hafız Ebu Said.

114- Şeref’ul- Muebbed – Şeyh Yusuf Nebhani Beyruti.

115- Sahih-i Buhari.

116- Sahih-i Müslim.

117- Sahih-i Tirmizi.

118- Sahih-i Ebi Davud.

119- Sahih-i İbn-i Ukde.

120- Savaik-u Muhrika – İbn-i Hacer Mekki.

121- Tabakat – Muhammed bin Sa’d.

122- Tabakat’ul- Kebir –Vakidi.

123- Turuk’ul- Hikemiyye – İbn-i Kayyım Cevziye.

124- Tabakat’ul- Meşayih – Ebu Abdurrahman Selmi.

125- Ikd’ul- Ferid – İbn-i Abdurabbih.

126- Urvet’ul- Vuska – Alauddevle.

127- Umdet’ul- Kari - Bedruddin Hanefi.

128- El-Gadir – Hafız Ebu Hatem Razi.

129- Fusul’ul- Muhimme – İbn-i Sabbağ Maliki.

130- Feraid’us- Simtayn – Şeyh’ul- İslâm Himvini.

131- El-Fasl Fi’l- milel ve’n- Nihal - İbn-i Hazm Endülüsi.

132- Feth’ul- Bari - İbn-i Hacer Askalani.

133- Firkat’un- Naciye – Kuteyfi.

134- Fasl’ul- Hitab – Hace Parsa.

135- Firdevs’ul- Ahbar – İbn-i Şiruye.

136- Feyz’ul- Kadir –Abdurrauf el-Menavi.

137- Fezail’ul- İtret’it- Tahire - Ebu’s- Saadat.

138- Fevaid’ul- Mecmua fi’l- Ehadis’il- Mevdua – Şevkani.

139- Kurret’ul- Ayneyn – Celaluddin Suyuti.

140- Kamus’ul- Lügat – Firuzabadi.

141- Kenz’ul- Ummal – Muhammed bin Cerir Taberi.

142- Kenz’ud- Dekaik – Menavi Mısri.

143- Kenz’ul- Ummal – Mevla Ali Muttaki Hindi.

144- Kenz’ul- Berahin - Hufri

145- Kifayet’ut- Talib – Muhammed Genci Şafii

146- Keşf’ul- Ğuyub – Kutbuddin Şirazi.

147- Keşf’ul- Ğumme – Kadı Ruzbahan.

148- Kevkeb-u Munir Şerh-u Cami’is- Sağir - Alkami.

149- Kitab’ul- İmta’ fi Ahkam’is- Sima’ – İbn-i Sa’leb Şafii.

150- Kitab’ud- Diraye fi Hadis’il- Velaye – Ebu Said Secistani.

151- Kitab’ul- Gurer – İbn-i Hizane.

152- Kitab’ul- Umm – Muhammed bin İdris Şafii.

153- Kitab’ul- İslâm fi’l- Amm-i ve’l- Abâ-i Seyyid’il- Enam - Allame Seyyid Muhammed bin Seyyid Rasul Berzenci.

154- Kitab’ul- Mevakıf – İbn-i Siman.

155- Kitab’ul- İthaf bi-Hubb’il- Eşraf – Şebravi Şafii.

156- Kitab’ul- Velaye – İbn-i Ukde Hafızi.

157- Leal’il- Mesnua fi’l- Ehadis’il- Mevzua – Suyuti.

158- Lisan’ul- Mizan – İbn-i Hacer Askalani

159- Meveddet’ul- Kurba – Mir Seyyid Ali Hemedani.

160- Metalib’us- Süul – Muhammed bin Talha Şafii.

161- Müsned – İmam Ahmed bin Hanbel.

162- Müstedrek – Hakim Ebu Abdullah Nişaburi.

163- Milel ve’n- Nihel – Şehristani.

164- Menakıb – Hatip Harezmi.

165- Menakıb - İbn-i Meğazili Şafii.

166- Müruc’uz- Zeheb - Mes’udi.

167- Mevakıf - Kadı Abdurrahman İyci Şafii.

168- Mirkat Fi Şerh-i Mişkat - Molla Ali Kari Herevi.

169- Mealim’ul- İtret’un- Nebeviyye - Hafız Abdulaziz.

170- Miftah’un- Neca - Şeyh Muhammed Bedehşani.

171- Mu’cem’ul- Buldan –Yakut Himvi.

172- El-Mecalis - Nasr bin Muhammed Semerkandi.

173- Mesabiyh’us- Sünne – Huseyn bin Mes’ud Beğevi.

174- El-Mevzuat – Ebu’l- Ferec bin Cevzi.

175- Merec’ul- Bahreyn – Ebu’l- Ferec İsfahani.

176- Mucem’ul- Kebir – Süleyman bin Ahmed Taberani.

177- Muntazam – İbn-i Cevzi.

178- El-Menh’ul- Milkiyye – İbn-i Hacer.

179- Menhul’un Fi -İlm’il-Usul – Ebu Hamid Gazali.

180- Minhac’ul- Usul – Kadı Beyzavi.

181- Minhac’us- Sünne – İbn-i Teymiye.

182- Mizan’ul- İ’tidal – Zehebi.

183- Marifet’us- Sahabe – Hafız Ebu Naim İsfahani

184- Maktel’ul- Huseyn – Hatip Harezmi.

185- Mecme’uz- Zevaid – Hafız Ali Haysemi.

186- Tefsir-i Ali bin İbrahim Kummi.

187- Usul-i Kafi – Muhammed bin Yakub Kuleyni.

188- Uyun-u Ahbar’ir- Rıza – Saduk İbn-i Babeveyh Kummi.

189- Bahr’ul- Ensab –Seyyid Muhammed Amiduddin Necefi.

190- Misbah’ul- Muteheccid – Şeyh Tusi.

191- İhticac - Ahmed bin Ali Tabersi.

192- Mekasıd’ul- Hasene – Şemsuddin Sehavi.

193- Muhazarat-u Tarih’il- Umem’il- İslâmiyye – Şeyh Hazari.

194- Nihayet’ul- Lügat – İbn-i Esir.

195- Nuket’uş- Şerife – Şafii.

196- Mesalib’us- Sahabe – Haşim bin Muhammed Saib Kelbi.

197- Nezhet’ul- Ervah – Seyyid Sadruddin Herevi Fevzi.

198- Nur’ul- Ebsar – Seyyid Mü’min Şeblenci.

199- Nakd’us- Sahih – Firuzabadi.

200- Nakz’ul- Osmaniyye – İmam Ebu Cafer İskafi.

201- En-Nur’u ve’l- Burhan – Ebu’l- Kasım bin Sabbağ.

202- Vafi bi’l-Vefeyat– Salahuddin Safdi.

203- Hidayet’ul- Murtab – Hacı Ahmed Efendi.

204- Hidayet’us- Suada – Şahabuddin Devletabadi.

205- Hidaye – Burhanuddin Hanefi.

206- Umdet’ut- Talib fi Ensab-i Âl-i Ebi Talib.

207- Mecma’ul- Bahreyn – Şeyh Fahruddin Tureyhi.

208- Tarih-u Habib’us- Siyer – Giyasuddin Handemir.

209- Sefaretname-i Harezm – Hidayet.

210- Tarih-u Revzat’is- Safa - Rıza Kulihan .

211- Tarih-u Asar’il- Acem – Fursetuddevle Şirazi.

212- 19. Yüzyıl Fransa Dairet’ul- Mearıf’i.

213- El-Abtal- Mister İngiliz Karleyl.

214- Divdan Lanator – Fransız Kamil Flamaryon

215- Hezar Hezar – Şirazi

216- Temeddun’ul- Arap- Fransız Dr. Gustavlibon.

217- Siyaset’ul- Huseyniyye – Fransız Dr. Jozef.

218- Merg ve Esrar – Flamaryon.



[1] - Son kesin karar veya hak ve batılı ayıran söz veyahut evliyaya mahsus olan insan veya hayvanların dilini bilme ilmi.

[2] - Hz. Ali (a.s) sahip olduğu bu İlahi ilmiyle kendisinden sonra bazılarının Muhammet bin Hanefiyye’nin imametine inanacaklarını birliyordu. İşte bu yüzden bu vesileyle onun imamete layık olmadığını göstermek istemişti. Zira imamet makamına sahip olsaydı, o Cifr-i Camia kitabının şifrelerini bilebilirdi.

[3] - Bundan maksat, İbn-i Ebil Hadid’in Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 1 s. 335’de dediği gibi Muaviye’dir. Zira Muaviye tarihte çok yemekle meşhurdur. Zemahşeri’nin Rebi’ul- Ebrar’da dediği gibi günde yedi defa yemek yiyordu. Yedikten sonra da kölesine şöyle sesleniyordu: “Ey köle, gel bu sofrayı kaldır, Allah-u Teala’ya andolsun yemekten yoruldum ama doymadım. Muaviye’nin açlığı Araplar arasında Darb-ı Mesel haline geldi. Şairlerden biri çok yiyen arkadaşını kınarken şöyle diyordu:

Benim arkadaşım karnı Haviye’dir.

Bağırsaklarında duran Muaviye’dir.

[4] - Bazılarına göre Zu’s- Sediyyeh “küçük ellerin sahibi” manasınadır. Zira “Sedy” el manasınadır ve sonundaki “he” edatı küçük olmanın alametidir. Yani haricilerin reisi Tezmele iki küçük ele sahipti. Dolayısıyla Zu’s- Sediyye onun lakabı olmuştur. Lügat alimlerine göre ise “Sedy” meme demektir. Haricilerin Reisi Hakkus bin Zuheyr’in büyük memeleri vardı. Bu yüzden Zu’s- Sediyye diye adlandırılmıştır.

[5] - Nisa/59.

[6] - Vakıa/10.

[7] - Nisa/59.

[8] - Maide/55.

[9] - Tevbe/16.

[10] - Şura/23.