0-17   17-100   100-175   175-240   240-310   310-380   380-455   455-520   520-595   595-675   675-735   735-807

Hz. Ali, Allah ve Resulünün Sevdikleri Bir Şahıstı

Dördüncü olarak; Allah Teala mezkur ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: “Yuhibbuhum ve yuhibbunehu” (Allah onları, onlar da Allah’ı seviyorlar.) Bu mahbubiyet (sevilme) sıfatı, Hz. Ali (a.s)’ın özelliklerindendir. Bunun bir çok delili vardır. Örneğin; Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii “Kifayet’ut- Talib”in 7. babında kendi senediyle Abdullah bin Abbas’tan şöyle naklediyor:

“Bir gün ben ve babam Resulullah’ın huzurunda oturmuştuk; derken Ali gelip selam verdi. Resulullah (s.a.a) selamın cevabını verdikten sonra güler yüzle yerinden kalkarak Ali’yi bağrına basıp gözlerinin arasından öptü ve yanına oturttu. Babam: “Ya Resulullah! Onu seviyor musun?” diye sorduğunda Hazret şöyle buyurdular:

“Vallahi, Allah (c.c) O’nu benim sevmemden daha çok seviyor.”

Hayber Fethinde Rayet (Bayrak) Hadisi

Hz. Ali’nin, Allah’ın sevgilisi ve savaş meydanlarının yenilmez kahramanı olduğuna ve asla savaştan kaçmadığına delalet eden delillerden birisi de sizin sahih kitaplarınızda nakledilen ve inatçı Nasibilerden başka Ehl-i sünnet ve’l- cemaat alimlerinin hiçbirinin inkar etmediği Rayet (Bayrak) hadisidir.

Nevvab: Kıble sahip (alicenap)! Rayet hadisi nedir? Zahmet olmazsa, senet silsilesiyle beyan ediniz.

Davetçi: Bu hadisi, her iki fırkanın büyük alim ve tarihçileri ittifakla nakletmişlerdir. Muhammed bin İsmail el-Buhari, Sahih-i Buhari’nin ikinci cildi olan Cihat ve Seyr kitabının “Dua’un- Nebi” babında, yine sahih-i Buhari’nin 3. cildi olan “Meğazi” kitabının “Hayber Gazvesi” babında, Müslim bin Haccac, Sahih-i Müslim diye meşhur olan kitabının c. 2, s. 324’ünde; imam Abdurrahman Nesai “Hasais’ul- Alevi”de; Tirmizi, Sünen-i Tirmizi diye meşhur olan kitabında, İbn-i Hacer Askalani “İsabe”nin c. 2, s. 508’inde, Muhaddis-i Şam kendi tarih kitabında, Ahmed bin Hanbel Müsned’inde, İbn-i Mace Kazvini Sünen’inde, Şeyh Süleyman Belhi el-Hanefi “Yenabi’ul- Mevedde” 6. Babında, Sibt bin Cevzi Tezkire’de, Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii “Kifayet’ut- Talib”in 14. babında, Muhammed bin Talha eş-Şafii “Metalib’us- Süul”da, Hafız Ebu Naim İsfehani “Hilyet’ul- Evliya”da, Ebu’l- Kasım Taberani “Evset”te, Ebu’l- Kasım Hüseyin bin Muhammed (Rağıb-i İsfehani) “Muhazırat’ul- Uduba”nın c. 2, s. 212’inde, velhasıl büyük alim, muhaddis ve tarihçileriniz bu hadisi nakletmişlerdir.

Hatta Hakim şöyle diyor: “Bu hadis (Bayrak hadisi), tevatür haddindedir.” Taberani de şöyle diyor: “Hz. Ali’nin Hayber’i feth etmesi, tevatür ile sabittir.”

Hadisin özeti şudur: İslam ordusu Hayber kalesini kuşattıkları zaman, Ebu Bekir ve Ömer’in komutasında üç defa yenilgiye uğrayıp kaçtıklarında, ashap bir avuç Yahudiler karşısında alışmadıkları ard arda yenilgilerinden dolayı tedirgin olup sıkılmaya başladılar. Resulullah (s.a.a) Müslümanların moralinin yeniden yükselmesi için zafer müjdesi vererek şöyle buyurdular:

“Allah’a andolsun ki yarın bayrağı öyle birinin eline vereceğim ki, kerraren ğayr-i ferrardır (düşmana amansızca saldırıp kaçmayan birisidir); Allah (c.c) O’nun eliyle Hayber’i fethedecek; O, Allah ve Resulünü seviyor, Allah (c.c) ve Resulü de O’nu seviyorlar.”

Ashap o gece, bu fazilet ve şerefin kime nasip olacağını çok merak ettiklerinden rahat uyuyamadılar. Sabah olunca herkes savaş elbiselerini giyip Resulullah’ın huzuruna çıktılar. Resulullah (s.a.a) onlara bakarak şöyle buyurdu:

“Kardeşim ve amcam oğlu Ali bin Ebu Talip nerededir?”

Onun her sorununu çözen Ali nerede?

Onun kalp kilidinin anahtarı Ali nerede?

Ashap: “Ya Resulellah! Ali’nin gözleri ağrıyor; öyle ki hareket edemiyor.” dediler.

Resulullah (s.a.a) Selman’a: “Onu bana getir.” diye buyurdular.

Salman gidip Hz. Ali’nin elinden tutarak getirdi. Hz. Ali (a.s) gözleri kapalı bir şekilde Resulullah (s.a.a)’in huzuruna varıp selam verdi.

Resulullah (s.a.a) selamın cevabını verdikten sonra; “Ya Ebe’l- Hasan! Durumun nasıldır?” diye sordu.

Hz. Ali de; “Elhamdülillah iyiyim; sadece başım ve gözlerim ağrıyor, gözlerimi açamıyorum.” dedi.

Resulullah (s.a.a); “Yaklaş” diye buyurdular.

Hz. Ali de yaklaştı. Allah Resulü mübarek ağzının suyundan Hz. Ali’nin gözlerine sürerek ona dua etti. Bu dua neticesinde Ali (a.s)’ın gözleri iyileşti, hatta hiç ağrı izi kalmadı.

Daha sonra İslâm bayrağını Ali’ye (a.s) verdi ve zafer kazanması için Yahudilerin kalesi Hayber’e doğru hareket etmesini emretti. Hz. Ali (a.s) düşmana doğru hareket edip onların, Marhab, Haris, Hişam ve Alkame gibi büyük kahramanlarını öldürerek çok önemli olan Hayber kalesini fethetti.

İbn-i Sabbağ Maliki “Fusus’ul- Mühimme”nin 21. sayfasında bu rivayeti Sahih-i Sitte’den nakletmiştir. Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii kitabının 14. babında bu rivayeti zikrettikten sonra şöyle diyor: Resulullah’ın özel şairi olan Hasan bin Sabit, şu şiiri o esnada Hz. Ali’nin methinde okudu:

Ali’nin gözleri ağrıdığından ilaç arıyordu,

Tedavi edecek birini bulamıyordu,

Resulullah tükürüğüyle onu iyileştirdi;

Derken üflenen ve üfüren mübarek oldu.

Buyurdu; bugün bayrağı öyle bir süvariye vereceğim ki,

Savaşta dilâver, cesur ve savunucudur.

O, Allah’ı ve Allah da O’nu seviyor;

Allah sağlam kaleleri onunla fethedecektir.

Bu yüzden Ali’yi bu özelliklerle muhtas kıldı;

O’nu kendine vasi ve kardeş seçti.

İbn-i Sabbağ, Sahih-i Müslim’den Ömer bin Hattab’ın şöyle dediğini nakletmiştir:

“Alemdarlığı (bayraktarlığı) sevmezdim; ama o gün onu almaya çok hırslıydım. Böyle bir iftiharın bana nasip olması için, beni seçer diye kendimi Resulullah’a gösteriyordum. Ama yine de Ali’ yi çağırdı ve bu büyük iftihar ona nasip oldu.”

Sibt bin Cevzi “Tezkire”nin 15. sayfasında, imam Ebu Abdurrahman Ahmed bin Ali en-Nesai “Hasais’ul- Alevi”de Ali’nin Hayber’deki alemdarlığı konusunda, on iki rivayet ve hadis naklettikten sonra, Ömer’in bu rivayetini ve onun alemdarlığa olan arzusunu 18. hadiste nakletmiştir.

Yine Celaluddin Süyuti “Tarih’ul- Hulefa”da, İbn-i Hacer Maliki “Savaik”de ve İbn-i Şiruye “Firdevs’ul- Ahbar”da Ömer bin Hattab’ın şöyle dediğini naklediyorlar: “Ali’ye üç şey verildi ki bunlardan birisinin bana verilmesini, kırmızı tüylü develerin benim olmasından daha çok severdim: 1- Ali’nin (a.s) Fatıma ile evlenmesi. 2-O’nun bütün hallerde camiye girebilmesi; ki bu ondan başka hiçbir kimseye caiz değildi.3- Hayber fethinde bayrağın O’na verilmesi.

Kısacası, bu rivayetten de Hz. Ali’nin, tüm ümmetin içinde Allah ve Resulünün sevgilisi olduğu anlaşılmaktadır.

Tayr-i Meşviy (Kızartılmış Kuş) hadisi, dün gece arz olundu. O da Hz. Ali’nin, Allah ve Resulünün (s.a.a) sevgilisi olduğuna delildir. Bunu cahil veya mutaassıp kimselerden başkası reddetmez.

Güvenilir ravilerinizden kısaca nakledilen bu rivayetlerden, tüm güzel sıfatların kendisinde toplanan ve “O, Allah ve Resulünü sever, Allah ve Resulü de onu severler” ayeti kapsamına giren kişinin, müminler veya sahabeler değil, Emir’ul- Muminin Hz. Ali olduğu kanıtlanmış oldu.

Şimdi, benim ihanet ve hakaret kastım olmadığı beyler tarafından anlaşılmıştır sanırım. Ben sadece tarihte nakl olan gerçekleri ve kendi alimlerinizin ifade ettikleri açık delilleri zikrettim. Tarihte yer alan gerçekler ve alimlerinizin açıkladıkları bunca sözlerden, savaş meydanında kafirlere karşı şiddetli ve ilmi bahislerde güçlü olanın Hz. Ali (a.s) olduğu anlaşılmış olmaktadır.

Bu dediklerime ilâveten, bu ayetin Hz. Ali’nin vasfı hakkında nazil olduğunu, sizin büyük alimleriniz de kabul etmişlerdir. Şimdi hatırımda olanı örnek olarak arz ediyorum: Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii (Ö: 658) “Kifayet’ut- Talib”in 13. babında, Resulullah (s.a.a)’in bu hadisini; “Kim Adem, Nuh ve İbrahim Peygamberlerin yüzüne bakmak istiyorsa, Ali’ye baksın.” naklettikten sonra şöyle diyor: “Ali öyle bir şahıstır ki, Allah Teala Kur’ân’da O’nu şu ayetle vasfetmiştir:

“Onunla beraber olanlar, kafirlere karşı şiddetli, kendi aralarında ise merhametlidirler.”

Allah-u Teâla mezkur ayette Hz. Ali’nin kafirlere karı güçlü ve şiddetli olduğuna tanıklık ediyor. Eğer onun cesareti, yiğitliği, kılıcı ve ilmi tartışmalarda mantıklı ve ikna edici delilleri olmasaydı, İslâm yaygınlaşmaz ve Müslümanlar da ilerleyemezdi.

Nitekim Muhammed bin Talha eş-Şafii “Metalib’us- Süul”da Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu naklediyor:

“İslâm, Ali’nin kılıcı ve Hatice’nin malıyla güçlendi.”

Öyleyse Hz. Ali (a.s), bu makama herkesten daha çok layık ve daha öncelikli idi.

Ama buyurmuş olduğunuz: “Mağara ayetindeki “Ruhama-u beynehum” (Müminlere karşı merhametlidir) cümlesi, Osman bin Affan’ın şanında nazil olmuştur ve üçüncü mertebede onun hilafetine işarettir; çünkü o, çok yumuşak kalpli ve merhametli birisiydi.” Şeklindeki sözünüze gelince; Maalesef bu itikat da, tarihin şahadetine göre onun ahlak yapısıyla asla bağdaşmıyor. Bu sözümüze bir çok deliller vardır. Fakat, artık burada sohbetimizi noktalamak istiyorum. Çünkü bu konuyu anlatmanın kırgınlık yaratacağından korkuyorum.

Hafız: Eğer sahih senet ve delillerle sohbet ederseniz, asla kırgınlığa yol açmaz. Onlara hakaret etmeden deliliniz varsa buyurun.

Davetçi: İlk önce şunu belirtmeliyim ki ben hakaret edici değilim. Katılımcıların da şahit olduğu gibi bana hakaretler edildi ama ben bunlara sadece delil ve burhan ile cevap verdim.

İkinci olarak; bu konudaki deliler o kadar çoktur ki, hepsini nakledip delillendirecek olursam, bu meclisin vakti yetmez. Ama emrettiğiniz için, bu delillerden bazısını özet olarak aktarmak istiyorum. Artık sizin kendiniz insafla, kimin merhamet ve yumuşak kalp sahibi olduğuna hüküm verirsiniz.

Osman’ın Tavır ve Davranışı Ebu Bekir

ve Ömer’in Hilafına İdi

İlk önce şunu belirtmeliyim ki sizin ve bizim büyük tarihçilerimizin ittifak ettiklerine ve hatta sizin muteber sahih kitaplarınızın yazdığına göre de Osman, Resulullah’ın sünnet ve Şeyheyn’in siretine aykırı olarak hareket etmiştir. Örneğin:

İbn-i Haldun, İbn-i Hallakan, İbn-i A’sem-i Kufi, Mes’udi (Müruc’uz- Zeheb’in c. 1, s. 435’inde), İbn-i Ebi’l- Hadid (Nehc’ul- Belağa Şerhi’nın1. cildinde) ve sizin diğer büyük alimleriniz kendi kitaplarında şöyle yazmışlardır: “Osman bin Affan hilafet makamına yetiştiğinde, Resulullah (s.a.a)’in sünneti ve Şeyheynin (Ebu Bekir’le Ömer’in) siretine aykırı olarak hareket etti...”

Oysa bütün tarihçilerin ittifakına göre, Abdurrahman bin Avf (halife Ömer’in düzenlediği) şura meclisinde, Allah’ın kitabı, Resulullah’ın sünneti ve Şeyheyn’in siretine aykırı davranmayacağı ve Emevilerden kimseyi işbaşına getirmeyeceği sözü üzere Osman’a biat etti.

Ama Osman işbaşına gelince, sözünün tam aksine onların siresine ve verdiği ahde aykırı hareket etti. Bildiğiniz gibi Kur’ân-ı Kerim ve sahih sünnetin hükmüne göre ahdi bozmak büyük günahlardandır. Büyük alim ve tarihçilerinizin apaçık ifadelerine göre, halife Osman amelen ahdine vefa etmedi. Hilafet döneminin tümünde Şeyheyn’in hilafına hareket etti ve Beni Ümeyye’yi işbaşına getirerek onları halkın namus ve malına musallat kıldı. İşte bu, onun için büyük bir lekedir.

Hafız: Resulullah (s.a.a)’in sünneti ile Şeyheyn’in (r.z) siretinin aksine nasıl davrandı?

Davetçi: Resulullah (s.a.a)’ın sünneti ve Şeyheyn’in siretinin aksine attığı ilk adımı tarihçiler genişçe yazmışlardır. Örneğin; her iki fırkanın da kabul ettiği muhaddis ve tarihçi İbn-i Mesud “Müruc’uz- Zeheb”in c. 1, s. 433’ünde olayı kısaca şöyle zikretmiştir:

“Osman, çok değerli taş ve kerestelerle kendisine bir saray yaptırdı. Pek çok mal toplayıp bunları hesapsızca Emevi ve diğerlerine bağışlıyordu. Örneğin; kendi zamanında feth edilen Ermeni şehirlerinin humsunu, (hiçbir şer’i cevazı olmadan) mel’un Mervan’a bağışladı. Buna ek olarak Beyt’ul- Maldan Mervan’a nakit 1000 dirhem daha bağış yaptı. Yine Beyt’ul- Maldan Abdullah bin Halid’e 400 bin dirhem, Resulullah’ın sürgün ettiği mel’un Ebu’l- As’a 100 bin dirhem ve 200 bin dirhem de Ebu Süfyan’a bağışladı. (Nitekim İbn-i Ebi’l- Hadid de “Nehc’ul- Belağa Şerhi”nin c. 1, s. 68’inde bunlara ilâve şunları da kaydetmiştir:) Osman’ı öldürdüklerinde, şahsi hazinedarının yanında 150 bin dinar ve iki korur[1] dirhem nakit parası vardı. Ayrıca gayri menkul olarak da 100 bin dinar değerinde Kura Vadisi ve Huneyn’de arazisi vardı. Bunlara ilâve çöllerde sayısızca koyun, sığır ve devesi vardı.

Osman’ın bu ameli, iş başına getirdiği Emevi ve diğer kabile büyüklerinin, halkın malını yağmalayarak kendisinin sahip olduğu maldan daha fazla bir mal ve servet elde etmelerine yol açtı.”

“Halk yöneticilerin dini üzeredir.” sözü çok meşhurdur.

Şeyh Sadi de şöyle diyor:

Eğer Çiftçinin bahçesinden padişah bir elma yerse,

Onun köleleri ağacı kökünden kazıverirler.

Osman’ın, halkın büyük bir çoğunluğunun aç ve fakir olduğu bir dönemde Resulullah (s.a.a)’in halifesi adına bu şekilde mal-servet toplaması ve davranışı, aklen ve naklen çirkin olmasının yanı sıra, Şura günü taahhüt ettiği arkadaşları Ebu Bekir ve Ömer’in yol ve tutumlarına da aykırı idi.

Mes’udi “Müruc’uz- Zeheb”in 1. cildinde Osman’ın hayatını anlatırken şöyle yazıyor: Halife Ömer, oğlu Abdullah ile Hacca gittiklerinde, gidiş dönüş masrafları toplam 16 dinar oldu. Halife oğlu Abdullah’a: “Biz yaptığımız masrafta israf ettik” dedi.

Şimdi siz beyler, halife Ömer’in yaşantısıyla Osman’ın savurganlığı arasında kıyas yaparak kendiniz hüküm verin. Şunu tastık ediniz ki, Osman verdiği söz ve taahhüdün tam aksine hareket etmiştir.

Osman’ın Beni Ümeyye Fasıklarını

İşbaşına Getirmesi

İkinci olarak; Osman, Beni Ümeyye’nin en fasık, en facir insanlarını iş başına getirdi ve onları halkın mal, can ve ırzına musallat kıldı; Resulullah (s.a.a)’ın ve Şeyheynin (Ebu Bekir’le Ömer’in), kendilerinden razı olmadıkları kimseleri iş başına getirdi.

Örneğin: Osman, tarihin şahitliğine göre, Resulullah’ın sürdüğü ve lanetlediği kimseler olan mel’un amcası Hakem bin Ebi’l- As’la oğlu Mervan bin Hakem’i iş başına getirmiştir.

Hafız: Onların sürüldüğüne ve lanetlediğine dair deliliniz nedir?

Beni Ümeyye, Hekem Bin Ebi’l- As ve Mervan’nın

Allah ve Peygamber Tarafından Lanetlenmesi

Davetçi: Lanetlediklerine dair iki türlü delil vardır. Birincisi umumidir. Allah-u Teâla, İsra (17) suresinin 60. ayetinde Beni Ümeyye’yi “Şecere-i mel’une” (lanetlenmiş ağaç) olarak tanımlamaktadır.

Nitekim Fahr-u Razi, Taberi, Kurtubi, Nişaburi, Süyuti, Şevkani, Alusi, İbn-i Ebi Hatem, Hatip Bağdadi, İbn-i Merduye, Hakim, Makrizi, Beyhaki ve kendi alim ve müfessirlerinizden diğer kimseler, mezkur ayetin tefsirinde İbn-i Abbas’tan (r.a) şöyle nakletmişlerdir:

“Kur’an’da Lanetlenmiş ağaç”tan maksat, Emevilerdir. Zira Resulullah (s.a.a) uykuda onları, minber ve mihrabına saldıran maymunlar şeklinde gördü. Hazret uyandıktan sora Cebrail, mezkur ayetin nazil olduğunu haber vererek dedi ki: “Rüyandaki gördüğün maymunlar, Emevilerdir; onlar senden sonra hilafeti gasp edeceklerdir. Mihrap ve minberin 1000 ay onların tasarrufu altında olacaktır.

Fahr-u Razi, İbn-i Abbas’tan naklediyor ki: “Resulullah (s.a.a), Beni Ümeyye arasından özellikle Hekem bin Ebi’l- As’ı adıyla anıyordu.”

Binaenaleyh Kur’ân-ı Kerim’in hükmüne göre, Hekem bin Ebi’l- As “Şecere-i mel’une”den olduğu için mel’undur. Resulullah (s.a.a) özellikle onun adını anınca lanet okuyordu.

Her iki fırkanın muteber ravilerinden, onların lanetlendiklerine dair bir çok hadis nakledilmiştir. Ama toplantının ilk gecesinde Şia hadislerinden delil getirmeyeceğimizi kararlaştırdığımızdan dolayı hatırımda kaldığı kadarıyla, hakikatin keşf olması için sadece sizin alimlerinizin naklettikleri hadis ve rivayetlere değinmek istiyorum:

Hakim-i Nişaburi “Müstedrek”in c. 4, s. 487’inde, İbn-i Hacer-i Mekki de “Savaik”te Hakim’den şöyle naklediyor: Resulullah (s.a.a)’den nakledilen şu hadis sahih bir senetle bize ulaşmıştır:

“Ehl-i Beytim benden sonra, yakın bir zamanda ümmetimden onları öldüren ve onları avare eden bazı kimselerle karşılaşacaklar; Beni Ümeyye, Beni Muğayre ve Beni Mahzum kabilelerinin bize olan kin ve düşmanlıkları herkesten daha fazladır.”

Resulullah (s.a.a) bu sözü buyurduklarında Mervan çocuktu. Hazret ona işaret ederek şöyle buyurdular: “İşte bu vezeğ (kertenkele) oğlu vezeğ ve mel’un oğlu mel’undur.”

Yine İbn-i Hacer, -bir hadis arayla Ömer bin Mirret’il- Cuhni’den- “Savaik”de, Halebi “Siret’ul- Halebiyye”nin c. 1, s. 337’sinde, Belazuri “Ensab”ın c. 5, s. 126’ında, Süleyman Belhi “Yenabi’ul- Mevedde”de, Hakim “Müstedrek”in c. 4, s. 481’inde, Demiri “Hayat’ul- Heyavan”nın c. 2, s. 299’unda, İbn-i Asakir kendi tarihinde, imam’ul- Harem “Zehair’ul- Ukba”da diğerleri Ömer bin Mirre’den şöyle nakletmişlerdir:

“Hekem bin Ebi’l- As, Resulullah (s.a.a)’in yanına varmak için izin istedi. Resulullah (s.a.a) onu sesinden tanıyarak şöyle buyurdular:

“O’na izin verin, Allah’ın laneti onun ve mümin olanlar hariç onun soyundan gelecek olanların üzerine olsun; onun soyundan gelecek olan müminler ne de azdır!”

İmam Fahr-u Razi, Tefsir-i Kebir’in 5. cildinde, “Şeceret’ul- mel’une” (Lanetlenmiş ağaç) ayetinin manasında Ümm'ül- Mü’min’in Aişe’nin sözüne değinmektedir. O, Mervan’a şöyle diyordu:

“Sen babanın sulbünde iken Allah-u Teâla onu lanetledi; sen Allah’ın lanetlediği zatın bir parçasısın.”

Allame Mes’udi “Müruc’uz- Zeheb”in c. 1, s. 435’inde diyor ki: “Mervan bin Hekem, Resulullah’ın Medine’den kovduğu ve sürdüğü bir kimse idi.”

Mervan’ın, Ebu Bekir ile Ömer’in zamanında Medine’ye gelmesine izin verilmedi. Ama Osman halife olur olmaz, Resulullah (s.a.a), Ebu Bekir ve Ömer’in aksine onu Medine’ye getirdi ve Beni Ümeyye’den olan diğer kimseleri kendi yanına toplayarak onlara aşırı derecede ilgi gösterdi.

Nevvab: Kıble sahip (alicenap)! Hekem bin Ebi’l- As kimdi ve Resulullah (s.a.a) neden onu Medine’den sürgün etti?

Davetçi: Hekem bin Ebi’l- As Osman’ın amcası idi. Taberi, İbn-i Esir ve Belazuri’nin “Ensab”ın c. 5, s. 17’sinde yazdıklarına göre, Hekem cahiliyet döneminde Resulullah’ın komşusu idi. O Hazreti, özellikle bi’setten sonra çok incitiyordu. Mekke’nin fethinden sonra Medine’ye gelerek zahirde İslam’ı kabul etti. Ama sürekli olarak toplumda Peygamber’i tahkir etmeye çalışıyordu. Resulullah (s.a.a) hareket ettiğinde, Hekem, Hazretin peşine takılarak O’nu, gözü, eli, ağzı, burnu ve hatta namazda bile bir takım hareketleriyle alay ederek küçümsemek istiyordu.

Resulullah (s.a.a), bu hareketlerinden dolayı ona beddua etti. Bu dua neticesinde o havâleye yakalanarak ahmaklaşıp yarı deli oldu. Bir gün (özür dilemek için) Resulullah (s.a.a)’in evine gitti. Hazret dışarı çıkarak: “Kimse ondan taraf özür dilemesin; o, onun oğlu Mervan ve diğer aile fertleri Medine’yi terk etmelidirler.” buyurdu.

Böylece Resulullah (s.a.a)’in emriyle Taif’e sürgün edildiler. Ebu Bekir ve Ömer’in hilafetleri döneminde, Osman şefaat ederek onların Medine’ye döndürülmesini istediyse de onlar kabul etmeyip şöyle dediler: “Resulullah’ın kovduğu ve sürdüğü kimseleri biz geri döndüremeyiz.”

Ama Osman’ın kendisi hilafete ulaştığında, sahabe ve Müslümanların itirazlarına itina etmeyip onları Medine’ye getirdi. Üstelik onlara ikram ve bağışlarda bulundu; Mervan’ı hilafet sarayının reisi yaptı. Beni Ümeyye’nin bütün önde gelenlerini kendi etrafına toplayarak çok hassas, çok önemli görev ve makamları onlara verdi. İkinci halife Ömer’in de önceden tahmin ettiği gibi bunlar onun bedbahtlığına sebep oldular.

Velid Sarhoş Olduğu Halde Cemaat Namazı Kıldırdı

Bunlardan birisi Velid bin Utbe bin Muit idi. Osman onu Kufe’ye vali olarak gönderdi. Velid öyle bir kimsedir ki, Mes’udi “Müruc’uz- Zeheb”de Osman’ın hal tercümesini anlatırken şöyle diyor: Resulullah (s.a.a) Velid’in hakkında şöyle buyurmuştur: “O, ateş ehlindendir.” Velid, fısk-u fücurda, açıkça günah işleyenlerin son derecesine ulaşmıştı.

Mes’udi “Müruc’uz- Zeheb”de, Ebu’l- Fida kendi tarihinde, Süyuti “Tarih’ul- Hulefa”nın 104. sayfasında, Ebu’l- Ferec “Eğani”nin c. 4, s. 178’inde, imam Ahmed “Müsned”in c. 1, s. 144’ünde, Taberi “Tarih-i Taberi” adlı kitabının c. 5, s. 60’ında, Beyhaki “Sünen-i Beyhaki”nin c. 8, s. 318’inde, İbn-i Esir “Kamil”in c. 3, s. 42’inde, Yakubi “Tarih-i Yakub” adlı kitabının c. 2, s. 142’sinde, İbn-i Esir “Usd’ul- Ğabe”nin c. 5, s. 91’inde vb. birçok kimseler şöyle yazıyorlar:

 “Velid Kufe’de valiyken bir gece sabaha kadar eğlendi, sabah ezanının sesi yükselince, sarhoş bir halde camiye gelerek mihraba geçip sabah namazını 4 rekat kıldırdı ve daha sonra halka; ‘İsterseniz daha da artırabilirim’ dedi.”

Bazıları şunu da eklemişlerdir: “Velid mihrapta kustu, halk çok rahatsız olduklarından dolayı onu Osman’a şikayet ettiler.”

Osman’ın etrafındaki hali malum olan (fasık) kişilerden birisi de Muaviye’dir. Osman onu Şam’a vali tayin etti. Yine Velid’den sonra Sa’d bin As’ı Kufe’ye vali tayin etti. Bunların İslam ülkelerindeki yaptıkları zulüm ve fesat doruk noktaya ulaştı, halkın feryatları yükselmeye başladı, halkın şikayet mektuplarını hilafet sarayına getiren herkes kovuldu.

Osman’ın Yaptığı Yanlışlıklar Kendi

Ölümüne Sebep Oldu

Osman’ın, Resulullah (s.a.a)’in sünnet ve siretine, hatta Ebu Bekir ve Ömer’in bile yol ve tutumlarına aykırı olan bu çeşit amel ve hareketleri, halkın galeyana gelip kıyam etmesine sebep oldu; neticede de olan oldu.

Kesinlikle Osman’ın bedbahtlık ve katlinin sorumlusu kendisidir. Çünkü yaptıkları işleri yeniden inceleyip gözden geçirmedi. Hz. Ali’nin nasihatlerini dikkate almadı ve etrafındaki Emevilerin tezahürlerine aldanarak kendisini onlara kurban etti.

Nitekim ikinci halife Ömer, (onun ahlak yapısını iyi bildiğinden dolayı) bu durumu önceden tahmin etmişti. İbn-i Ebi’l- Hadid “Nehc’ul- Belağa Şerhi”nin c. 3, s. 106’sında, Ömer ile İbn-i Abbas’ın sohbetini naklederek şöyle yazıyor: Ömer, şuradaki altı kişinin her biri hakkında bazı sözler deyip eksiklerini vurguluyordu. Sıra Osman’a gelince, üç defa derin ah çekerek şöyle dedi:

“Allah’a and olsun ki, Osman hilafeti ele geçirirse, İbn-i Muit oğullarını (Mervan ve diğerlerini) mutlaka halkın boynuna bindirecektir; daha sonra da Araplar kıyam edip onu öldüreceklerdir.”

İbn-i Ebi’l- Hadid “Nehc’ul- Belağa Şerhi”nin c. 1, s. 66’sında mezkur sözü naklettikten sonra şöyle diyor: “Ömer’in Osman hakkındaki tahmini doğru çıktı. Çünkü o hilafete geldiğinde Emevileri etrafına yığdı, onları halkın sırtına bindirdi, onları vali yaptı, onlar da valiliklerinde yapılmaması gereken işleri yaptılar. Osman onları azletmeye, değiştirmeye ve mel’un Mervan’ı kendisinden uzaklaştırma gücüne sahip olmasına rağmen bunu yapmadı. Nihayet onların bu tutumu, halkın rahatsızlığına, kıyamına ve Osman’ın öldürülmesine yol açtı.”

Tüm bu bela ve saygısızlıklar, Mervan ve etrafındakiler tarafından onun başına geldi; onun da halkın şikayet mektuplarına itina etmemesi, kendisinin öldürülmesine sebep oldu.

Beyler, insaf iyi bir şeydir; sizin büyük alimlerinizden olup Hicri 300’de yaşayan Muhammed bin Cerir-i Taberi’nin Tarihine bir göz atın; o, c. 5, s. 357’de şöyle yazıyor:

Resulullah (s.a.a); Ebu Süfyan’ın merkebe bindiğini, Muaviye’nin onu çektiğini, Yezid’in de onu arkadan sürdüğünü görünce şöyle buyurdular:

“Allah, merkeptekine, onu önden çekene ve onu arkadan sürene lanet etsin.”

Bunları öğrendikten sonra kendiniz hüküm veriniz ki; Acaba Osman neden Allah Resulünün lanet ve sürgün ettiği bir kimseyi muhterem sayıp bağrına basıyor? İslam dinine karşı inkılap yapmaları için mi onlara emirlik ve hükümet verdi?

Hayır, biz, halifenin bu çeşit amellerine ve onun düşüncesizliğine şaşırıyoruz; sadece biz değil, sizin Taberi ve İbn-i A’sem-i Kufi gibi büyük alimleriniz de onun bu tutumuna şaşırıp kendi tarih kitaplarında şöyle yazmışlardır:

“Acaba neden halife Osman, hilafetinin ilk günlerinde İslam’ı, vahyi ve Cebrail’in inişini inkar eden Ebu Süfyan’ı öldürmeyip de küçük bir değişiklikle olayı ört-bas etti? Halbuki bütün Müslümanların ittifakıyla, böyle bir mel’unun katli farz idi!” “İbret alın ey basiret sahipleri!”

Halkın Hoşnutsuzluğu Osman’ın

Öldürmesine Sebep Oldu

Bunlara ilâve olarak Nehc’ul- Belağa’nın 163. hutbesine ve İbn-i Ebi’l- Hadid’in “Nehc’ul- Belağa Şerhi”nin 2. cildinin 482. sayfasında (Mısır baskısı) hutbeyi şerh ederken Tarih-i Taberi’den naklettiği rivayete müracaat ediniz. O rivayette şöyle nakledilmiştir:

“Resulullah (s.a.a)’in sahabelerinden bazıları şehirlere mektuplar yazarak Müslümanları cihada davet ettiler. Emevi ve diğerlerinin Osman’ın himayesiyle yaptıkları zulümlerden bıkan halk, Hicri 34’de Medine’ye gelerek Hz. Ali’nin (a.s) huzuruna vardılar; O’nu vasıta kılarak halife Osman’ın yanına gönderdiler. Hz. Ali (a.s) mümkün olduğu kadar ona nasihatte bulundu, bir takım vali ve hakimlerin değişmesini ve yaptıkları amelleri tekrar gözden geçirmesini istedi, onu bu çeşit işlerin doğurabileceği sonuçlar hakkında uyardı; hatta canının tehlikede olabileceğini bile şu sözlerle ona anlattılar:

“Allah aşkına, sakın bu ümmetin maktul önderi olma. Zira söylenene göre, bu ümmette bir lider öldürülecektir; onun öldürülmesiyle kıyamete kadar katl-u kıtal (ölüp öldürülme) olacaktır.”

Ama Mervan ve Halife Osman’ın etrafındaki Emeviler, Hazretin ona değerli nasihatlerini etkisiz hale getirdiler. Bunun üzerine o, Hz. Ali yanından çıktıktan sonra, halkın camide toplanmasını emretti. Minbere çıkarak halkı teselli edeceği ve valileri azledeceği yerde, öyle bir şekilde konuştu ki, halkın incinmiş kalplerini daha da incitti. Nihayet iş o yere vardı ki, Ömer’in tahmin ettiği gibi Osman kendisinden rahatsız olan halkın eliyle öldürüldü.

Demek ki Osman’ın ölümüne sebep olan şey, onun yanlış işleri oldu; büyüklerin nasihatini dinlemeyince yaptıklarının cezasını gördü. Ama Ebu Bekir ve Ömer öyle yapmadılar; onlar sürekli olarak Emir’ul- Müminin Hz. Ali (a.s)’ın nasihatlerini dinleyip onları göz önünde bulundurdular ve böylece bir takım olumlu neticeler elde etmiş oldular.

Osman’ın Resulullah’ın Ashabına Darbe Vurması

Daha sonra Osman, yaptığı hatalardan dolayı kendisine itirazda bulunan bazı sahabelerin dövülmelerini emretti. Onun bu emri doğrultusunda, onları o kadar dövdüler ki, bazıları öldü, bazıları ise sakat oldu.

Osman’ın dövdürdüğü sahabelerden birisi Abdullah bin Mesut idi. O, hafız, kari, Kur’ân katibi ve Resulullah (s.a.a)’in özel sahabelerinden idi; hatta Ebu Bekir ve Ömer ona saygı gösterip onunla istişarede bulunuyorlardı.

Özellikle İbn-i Haldun kendi Tarihinde şöyle yazmıştır: İkinci halife Ömer, hilafet-i döneminde Abdullah’ın kendisinden ayrılmaması için ısrarlıydı. Zira O, Kur’ân ve dini hükümler hakkında gerekli bilgiye sahipti. Resulullah (s.a.a) onu çok övmüştür. Nitekim İbn-i Ebi’l- Hadid ve diğerleri buna değinmişlerdir.

İbn-i Mes’ud’un Dövülmesi ve Ölümü

Sizin alim ve tarihçileriniz, genellikle şöyle yazmışlardır: Osman Kur’ân’ı toplamak istediğinde, Kur’ân’ın bütün nüshalarını katiplerinden isteyerek hepsini bir araya topladı. Resulullah (s.a.a)’in güvenilir ashabından ve vahiy katiplerinden olan Abdullah’ın yazdığı nüshayı da istedi. Ama o vermedi. Bunun üzerine Osman, Abdullah’ın evine giderek zorla Kur’ân nüshasını onun elinden aldı.

Daha sonra Abdullah, onun yazdığı Kur’ân’ı da diğer Kur’ân’lar gibi yaktıklarını duyunca çok üzüldü. Bundan dolayı bir çok meclis ve toplantılarda, perdeleri bir kenara iterek Osman’ı yeren bazı hadisleri halka naklediyor ve kinayeli sözlerle onları bir takım gerçekler hususunda aydınlatıyordu.

Bu haber Osman’a yetişince, kölelerine onu dövmelerini emretti. Osman’ın köleleri Abdullah’ı o kadar dövdüler ki, bu dövülme neticesinde onun kaburga kemikleri kırılıp yatağa düştü ve üç gün sonra da dünyadan göçtü

Nitekim İbn-i Ebi’l- Hadid, “Nehc’ul- Belağa Şerhi”nin c. 1, s. 67 ve 126’sında (Mısır baskısı), olayı genişçe anlatarak şöyle diyor:

“...Osman Abdullah’ın görüşüne gitti. Aralarında bir takım konuşma geçtikten sonra Osman ona dedi ki; ‘Eba Abdurrahman! Benim için Allah’tan mağfiret dile.’ Abdullah da cevaben dedi ki: “Allah’tan benim hakkımı sende almasını isteyeceğim.”

Yine şöyle nakletmiştir: “Osman, Ebuzer’i Rebeze’ye sürgün ettiğinde, Abdullah onu yolcu etmeğe gittiği için ona 40 kırbaç vurdurdu.

İşte bundan dolayı Abdullah Ammar-ı Yasir’e; “Ben öldüğümde Osman’ın benim cenaze namazımı kılmasına müsaade etme.” diye vasiyette bulundu. Ammar da bunu kabul etti. Abdullah vefat ettiğinde, Ammar bir grup ashapla birlikte onun cenaze namazını kılıp defnettiler.

Abdullah’ın defnedildiğini Osman’a haber verdiklerinde, Osman Abdullah’ın kabrinin üstüne giderek Ammar’a; “Neden böyle yaptın?” diye itirazda bulundu. Ammar da cevaben; “Onun vasiyetine uygun amel etmem gerekirdi” dedi. (Ammar’ın bu ameli, daha sonra Osman’ın telafi ettiği bir kine sebep oldu.)

Gerçekten de kendi büyük alimlerinizin naklettiklerine göre halife Osman’ın yaptığı işler insanı hayrete düşürüyor; özellikle de Resulullah’ın özel sahabesine yaptığı işler. Ebu Bekir ve Ömer bile ashaba karşı böyle davranmamışlardır; hatta onlar, Osman’ın yaptıklarının aksine Resulullah (s.a.a)’in ashabına saygı göstermişlerdir.

Osman’ın Emriyle Ammar’ın Dövülmesi

Osman’ın taş kalpliğini gösteren işlerinden birisi de Ammar-ı Yasir’i dövdürmesi ve ona hakaret etmesidir Ammar-ı Yasir, Resulullah (s.a.a)’in özel sahabelerindendi. Kendi büyük alim ve tarihçilerinizin de yazığı gibi İslâm dünyasında tüm şehirlerde zulüm, baskı, yağma ve rüşvet artınca, büyük sahabeler toplanıp Osman’a mektup yazarak yapılan zulümleri ona anlattılar ve şefkatle; eğer Emevilerin zulümlerinin önünü almaz ve onları savunmaya devam ederse, böyle bir davranışı kötü sonucunun İslam’ın zararına ve daha çok kendi aleyhine tamam olacağını ona hatırlattılar.

Mektubu kimin götüreceği hususunda da istişarede bulundular. Nihayet mektubu Ammar’ın götürmesini kararlaştırdılar. Çünkü Ammar’ın fazilet, takva ve yüceliğini Osman’ın kendisi de itiraf ediyordu. Resulullah (s.a.a)’in Ammar hakkında buyurmuş olduğu şu sözlerin nakli defalarca onun kendisinden duyulmuştur:

“İman, Ammar’ın eti ve kanıyla karışmıştır.”

“Cennet üç kişiye özlem duymaktadır: Ali bin Ebi Talib’e, Selman-i Farisi’ye ve Ammar-ı Yasir’e.”

İşte bundan dolayı, ashabın isteği üzerine Ammar mektubu alarak Osman’ın evine gitti. Ammar Osman’ın evine yetiştiğinde, o evden çıkmak üzereydi. Avluda Ammar’ı görünce; “Ya Eba Yakzan! (Ammar’ın Künyesi) Bir işin mi vardır?” diye sordu. Ammar; “Hayır, özel bir işim yoktur; ama Resulullah (s.a.a)’in ashabından bir grup kimseler, bu mektupta senin hayır ve salahına olan bir takım sözler yazarak onu benimle sana gönderdiler, lütfen okuyun ve cevabını verin.”

Osman mektubu alıp birkaç satır okur okumaz rengi değişti, öfkeyle mektubu yere attı. Ammar halifenin bu tavrını görünce şöyle dedi: “İyi yapmadın, Resulullah (s.a.a)’in ashabının mektubunun saygınlığı vardır, neden onu yere attın? Okuyup cevap vermeniz gerekirdi.”

Osman çok sinirli bir halde; “Yala söylüyorsun” diyerek kölelerine; Ammar’ın dövülmesini emretti. Köleler, Ammar’a saldırıp onu kötü bir şekilde dövdüler, sonra yere yıkarak tekmelemeye başladılar; hatta (çok şefkatli ve ince kalpli olan!) Osman’ın kendisi de birkaç tekme onun karnına vurdu. Ammar bayılıp kendinden geçti. Ammar’ın akrabaları gelip onu oradan alarak müminlerin annesi Ümmü Seleme’nin evine götürdüler. Öğleden gece yarısına kadar baygındı. Dört namazı kazaya kaldı, uyandığında onların kazasını yerine getirdi. Yaşlı olan zavallı Ammar, bu tekmeler neticesinde fıtık hastalığına yakalandı...

Bu olayın tafsilatı kendi alimlerinizin güvenilir kitaplarında mevcuttur. İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi’nde, Mes’udi de “Müruc’uz- Zeheb”in c.1, s. 437’sinde Osman’ın yanlışlıklarını yazdıklarında şöyle diyorlar: “Hüzeyl ve Ben-i Mahzum kabilelerinin Osman’dan ayrılmalarının sebebi, onun Ammar-ı Yasir ve Abdullah bin Mesud’u dövdürmesinden dolayı idi.”

Şimdi, Osman’ın ne kadar yumuşak kalpli ve merhametli birisi olduğuna insaflı beylerin kendileri hüküm versin.

Ebuzer’in İncitilerek Sürgün Edilmesi ve Onun Rebeze Çölünde Vefatı

Osman’ın, Resulullah (s.a.a)’in yakın sahabesi ve İslâm aleminin ikinci şahsı olan Cundeb bin Cunade (Ebuzer-i Gifari)’ye karşı takındığı amel ve davranışları, her özgür insanı düşündürmektedir.

Her iki fırkanın muhaddis ve tarihçilerinin itiraflarına göre, Osman, O 90 yaşındaki yaşlı ihtiyarı (Ebuzer’i) aşağılayıcı ve incitici bir şekilde Medine’den Şam’a, Şam’dan Medine’ye ve oradan da çıplak deveye bindirerek kızıyla birlikte Rebeze çölüne sürgün etti. Ebuzer orada dünyadan göç etti ve yetim kızı o ürkütücü vadide yalnız başına kaldı.

Büyük alim ve tarihçileriniz, örneğin; İbn-i Sa’d “Tabakat”ın c. 4, s. 168’inde, Buhari, Sahih’in “Zekat Kitabı”ında, İbn-i Ebi’l- Hadid “Nehc’ul- Belağa Şerhi”nin c. 1, s. 240’ında, yine c. 2, s. 375 ila 387’sinde, Yakubi “Tarih-i Yakubi”nin c. 2, s. 148’inde, 4. Asrın meşhur muhaddis ve tarihçisi Ebu’l- Hasan Ali bin Hüseyin Mes’udi (Ö: 346) “Müruc’uz- Zeheb”in c. 1 s. 438’inde ve yine sizin diğer büyük alimleriniz -ki vaktimiz onların tümünün sözlerini genişçe anlatmaya müsaade etmiyor- Osman ve onun Muaviye ve Mervan gibi Emevi uşaklarının, Resulullah (s.a.a)’in mahbubu olan o yaşlı ve mümin insana yaptıkları amelleri, Hz. Ali’ye, onu yolcu ettiğinden dolayı yaptığı hakaretleri ve vahiy hafız ve katibi olan Abdullah bin Mesud’a da bu suçtan dolayı 40 kırbaç vurduklarını kendi kitaplarında yazmışlardır.

Hafız: Eğer Ebuzer incitilmişse, hüviyetsiz memur ve görevliler tarafından incitilmiştir. Halife Osman’ın kendisi çok merhametli ve yumuşak kalpli birisi idi; kesinlikle onun bu çeşit amellerden haberi yoktur.

Davetçi: Meşhur bir misal vardır, diyorlar ki:

Ze mader mehribanter daye hatun!

Dadı hanım anneden daha şefkatli!

Sizin Osman’ı bu çeşit savunmanız gerçek ve hakikate aykırıdır. Zira eğer muteber tarih kitaplarına müracaat etmiş olursanız, Ebuzer’e yapılan hakaret ve eziyetlerin hepsinin Osman’ın apaçık emirleri üzere olduğunu görüp tasdik edersiniz.

Bu sözün delili, sizin büyük alimlerinizin güvenilir kitaplarıdır. Numune olarak rica ediyorum: İbn-i Esir’in Nihaye’siyle Tarih-i Yakubi’in 1. ciltlerine, özellikle de İbn-i Ebi’l- Hadid’in “Nehc’ul- Belağa Şerhi”nin c. 1, s. 241’ine müracaat ediniz. Bunlar halifenin Muaviye’ye yazdığı mektubu kaydetmişlerdir. Muaviye Şam’dan Ebuzer’i halife Osman’a şikayet ettiğinde, Osman ona; Ebuzer’i işkenceyle Medine’ye gönderin” diye yazdı. Mektubun aslı şöyledir:

“Cundeb'i (Ebuzer’in ismi), yaşlı (zayıf) ve palansız bir deveye bindirerek onu, gece-gündüz durmadan hareket ettiren kötü ahlaklı birisiyle bana gönder.”

Bu emir gereğince, Resulullah (s.a.a)’in sevgili sahabesi olan o yaşlı ve temiz kalpli insanı, çok feci bir şekilde Medine’ye gönderdiler. Tarih kitaplarının yazdığına göre, Ebuzer Medine’ye vardığında, baldırlarının eti (yaralanmış olduğundan dolayı) dökülüyordu.

Allah aşkına insafla konuşun, merhamet, yumuşak kalplilik ve şefkatin manası bu mudur?

Ebuzer Resulullah (s.a.a)’in Çok Sevdiği Birisiydi

Acaba Ebuzer, Allah ve Resulünün hakkında tavsiyede bulundukları ve sizin büyük alimleriniz de o tavsiye ve sözleri kendi kitaplarında naklettikleri yüce şahsiyete sahip bir kimse değil miydi?

Nitekim Hafız Ebu Naim İsfehani “Hilyet’ul- Evliya”nın c. 1, s. 172’sinde, İbn-i Mace Kazvini “Sünen-i İbn-i Mace”nin c. 1, s. 66’sında, Şeyh Süleyman Belhi el-Hanefî “Yenabi’ul- Mevedde”nin 59. babında, İbn-i Hacer Askalani “İsabe”nin c. 3, s. 455’inde, Tirmizi “Sahih-i Tirmizi”nin c. 2, s. 213’ünde, İbn-i Abdulbirr “İstiab”ın c. 2, s. 557’sinde, Hakim “Müstedrek”in c. 3, s. 130’unda, Süyuti de “Cami’us- Sağir”de Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:

“Allah (c.c) beni dört kişiyi sevmemi emretti ve bu dört kişiyi kendisinin de sevdiğini bana bildirdi.” Ya Resulullah (s.a.a) onların isimlerini bize söyleyin dediklerinde; “Onlar Ali, Ebuzer, Mikdad ve Selman’dır” buyurdular.

Demek ki bu dört kişi, Allah ve Resulünün sevdikleri insanlardır. Acaba siz beylerin insaf ve vicdanı, onların, Allah ve Resulünün sevdikleri insana böyle adaletsizce davranmalarına ve daha sonra da ismini ince kalplilik ve şefkat koymalarına müsaade ediyor mu? Bu nispetler neden Ebu Bekir ve Ömer’e atfedilmemiştir? Çünkü yapmamışlar; tarih de nakletmemiştir; biz de söylememişiz.

Hafız: Tarihçilerin yazdıklarına göre Ebuzer baş ağrısına sebep olan birisi imiş, Şam bölgesinde Ali’yi (k.v) tebliğ ediyormuş, Şam halkını Ali’nin makamı hususunda bilgilendiriyormuş, ben Resulullah’dan; “Ali benim halifemdir” buyurduğunu duydum diyormuş, diğer halifeleri gasıp Ali ise Resulullah’ın hak halifesi olarak tanıtıyormuş. İşte bundan dolayı halife Osman (r.z), toplumun düzenini korumak ve fesadın önünü almak için onu Şam’dan Medine’ye çağırmıştır. Eğer bir adam halkı, toplumun maslahatına aykırı olan bir işe davet ederse, zamanın halifesi onu olay yerinden uzaklaştırması gerekir.

Davetçi: Birinci olarak; hak bir sözü söyleyen kimseyi, neden hak olan bilgilerini açıkladın? diye dövmek, sövmek ve işkenceye tabi tutmak mı gerekir? Müslüman bir ferdi muhakeme etmeden, onun hakkında şikayette bulunan kimsenin sözünün doğruluğu veya yanlışlığını araştırmadan onu hilafet merkezine ihzar etmek, daha sonra 90 yaşında olan zayıf bir ihtiyarı palansız yaşlı bir deveye bindirerek onu kötü ahlaklı bir adamın emri altında gece gündüz durmadan, uyuması ve istirahat etmesine izin bile vermeden hareket ettirmek, bu eziyet ve işkence neticesinde maksada yetiştiğinde ayaklarının etinin dökülmesi, mukaddes İslam dininin hangi kanununa sığıyor? İnce kalplilik, merhamet ve mürüvvetin manası bu mudur?

Bunlara ilâve olarak, eğer halife fesadın önünü almak ve toplumsal asayişi korumak istiyorduysa, o zaman neden, Resulullah’ın kovup sürgün ettiği Mervan ve sarhoş olarak namaz kıldırıp mihrapta istifrağ eden Velid gibi Emevi müfsitlerini kendisinden uzaklaştırmadı? Eğer halife toplumda fesada sebep olan bu çeşit insanların amellerinin önünü alsaydı, onların fasadı halifenin ölümüne de sebep olmazdı.

Hafız: Ebuzer’in doru söylediği, hak bilgileri aşikar ettiği ve Resulullah’ın adına hadis uydurmadığı nerden malumdur?

Cehalet Perdelerini Yırtmak İçin İnsaflıca Hüküm Vermek Gerekir

Davetçi: Resulullah (s.a.a) onun sadakat ve doğru konuşan olduğunu tasdik ve teyit etmiştir. Nitekim sizin büyük alimleriniz, Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:

“Ümmet arasında, doğruluk, sadakat, züht ve takva açısından Ebuzer’in misali, İsa’nın Beniisrail arasındaki misali gibidir.”

Sizin büyük alimlerinizden olan Muhammed bin Sa’d “Tabakat”ın c. 4, s. 167’de, İbn-i Abdulbirr “İstiab”ın c. 1, s. 84’ünde (Cundeb babında), Tirmizi “Sahih”in c. 2, s. 221’inde, Hakim “Müstedrek”in c. 3, s. 342’sinde, İbn-i Hacer “İsabe”nin c. 3, s. 622’inde, Muttaki-yi Hindi “Kenz’ul- Ummal”ın c. 6, s.169’unda, imam Ahmed “Müsned”in c. 2, s. 157’sinde, İbn-i Ebi’l- Hadid “Nehc’ul- Belağa Şerhi”nin c.1, s. 241’inde (Vahidi’den naklen), Hafız Ebu Naim İsfehani “Hilye”de, “Lisna’ul- Arap” ve “Yenabi’ul- Mevedde” müellifleri de Ebuzer-i Gifari hakkındaki hadisleri çeşitli senetlerle nakletmişlerdir. Onlardan biri şudur: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki:

“Yeryüzü, Ebuzer’den daha doğru konuşan birisini üzerinde taşımamış; gök de (bulutlar da), ondan daha doğru konuşan birisinin üzerine gölge salmamıştır.”

Açıktır ki, kendi alimlerinizin tanıklığıyla, Resulullah (s.a.a)’in doğru konuştuğunu tasdik ettiği bir kimse, kesinlikle söyledikleri sözleri doğru söylemiştir. Allah-u Teâla yalancı ve hadis uyduran birisini asla kendi mahbubu olarak tanıtmaz. İnsaf gözlerinizi açıp hakla hakikati iyi görünüz. Eğer Ebuzer’in geçmişinde herhangi bir yalan konuşma olsaydı, geçmiş alimleriniz, Ebu Hureyre ve diğerleri hakkında naklettikleri gibi onun hakkında da naklederlerdi.

Allah aşkına biraz düşünün, insafla hüküm verin; Allah ve Resulünün sevdiği ve ümmetin en doğru konuşanı olan birisi, kendi vazifesi bildiğinden dolayı iyiliği emredip hakkı yaymak istemiş olursa, Resulullah (s.a.a)’in hadislerini nakletmek suçundan dolayı, yaşlı bir adama hakaret etmeleri, kuru ve susuz bir sahraya sürerek ona işkence etmeleri ve ölünceye dek de geri dönmesine izin vermemeleri, merhamet, şefkat, yiğitlik ve yumuşak kalplilikle nasıl bağdaşabilir?! Merhamet, mürüvvet ve yufka kalpliliğin manası bu mudur?!

Resulullah (s.a.a) Ebuzer’in karşılaşacağı musibetleri ona haber verdiğinde, onun salih birisi olduğuna tanıklık etmiştir. Nitekim Hafız Ebu Naim İsfehani “Hilyet’ul- Evliya”nın c. 1, s. 162’sinde kendi senetleriyle Ebuzer’i Gifari’den şöyle dediğini nakletmiştir:

Resulullah (s.a.a)’in hizmetinde olduğum bir sırada bana şöyle buyurdular: “Sen salih bir insansın, benden sonra çok belalar sana ulaşacaktır.” Allah yolunda mı? dediğimde; “Evet, Allah yolunda” buyurdular. Ben de dedim ki: “Allah yolunda gelen başla göz üstüne.”

Siz beylerin çeşitli (birbiriyle zıt) durumlarınız gerçekten ilginçtir. Bir taraftan alimleriniz Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu naklediyorlar: “Benim ashabım gökteki yıldızlar gibidir; hangisine uysanız hidayet olursunuz.” Diğer taraftan da Resulullah (s.a.a)’in en büyük ve en temiz kalpli sahabesini, Hz. Ali’yi savunmak suçuyla öldüren ve ona işkence yapan zalimleri savunuyorsunuz?!

Ya bu vakıa ve hadisleri kendi kitaplarında yazan bütün alimlerinizi yalanlayacaksınız veya ayet-i kerimede zikredilen sıfatların, bu çeşit zulümleri yapan kimseler hakkında olmadığını tastık edeceksiniz.

Hafız: Kesin olan şey şudur ki, Ebuzer kendi meyil ve isteği ile Rebeze’yi seçip oraya misafiret etmiştir.

Ebuzer’in Rebeze’ye Zorla Gönderilmesi

Davetçi: Alicenabınızın bu sözleri, sizin son zamanlarda mutaassıp alimlerinizin, geçmişlerin amellerini ört-bas etmek için boş uğraşılarının eseridir. Çünkü Ebuzer’in zorla Medine’den çıkarılışı, herkesin yanında kesin olan bir gerçektir. Örnek için bir haberi nakletmekle yetiniyoruz. İmam Ahmed bin Hanbel “Müsned”in c. 5, s. 156’sında, İbn-i Ebi’l- Hadid “Nehc’ul- Belağa Şerhi”nin c. 1, s. 241’inde, Vakidi de kendi tarihinde Ebu’l- Esved-i Dueli’den (ki sizin rical alimlerinizin nezdinde güvenilir birisidir) şöyle dediğini nakletmişlerdir:

Ebuzer’i Rebeze’de görüp ondan Medine’den neden çıktığını sormak istiyordum; bundan dolayı onun yanına varıp; Neden Medine’den çıktın? diye sordum. Cevaben şöyle dedi:

“Beni bitkisiz ve susuz olan bu sahraya gelmeye mecbur ettiler. Habibim Resulullah (s.a.a) bunu daha önceden bana haber vermişti. Ben bir gün camide uykuya dalmıştım, Hazret oraya gelerek ayağı ile bana vurup: “Neden camide yatmışsın?” diye sordu. Ben de cevaben; “Elimde olmaksızın uyumuşum” dedim. Bu sırada buyurdular ki: “Seni Medine’den çıkardıklarında ne yaparsın?” Ben de arz ettim ki: “Mukaddes Şam bölgesine giderim.” Buyurdular ki: “Oradan çıkarsalar nereye gidersin?” Arz ettim ki: “Camiye dönerim.” Buyurdular ki: “Buradan da çıkarsalar ne yaparsın?” Arz ettim ki: “O zaman kılıcı çekip savaşırım.” Buyurdular ki: “Seni, senin yararına olan bir şeye hidayet edeyim mi?” Evet dediğimde buyurdular ki: “Seni nereye sürseler git; dinle ve itaat et.” Ben de dinleyip itaat ettim. Sonra dedi ki: “Allah’a and olsun ki, Osman, benim yanımda günahkar olduğu halde Allah Teâla’nın huzuruna çıkacaktır.”

Ali Bin Ebi Talip’ten Şefkat ve Merhamet İzleri

Eğer dikkatle, insaflı ve tarafsız olarak bakmış olsanız, tasdik edersiniz ki; merhamet, şefkat ve yumuşak kalpli olma sıfatına herkesten daha layık ve daha öncelikli olan mevlamız Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s)’dır. Zira Hz. Ali (a.s) hilafet makamına geldiğinde, sizin tüm tarihçileriniz, özellikle de İbn-i Ebi’l- Hadid’in geniş bir şekilde yazdıklarına göre, bidatları yok etti, Osman’ın hilafeti zamanında, çeşitli İslam beldelerinde valilik ve hakimlik makamına atanmış olan Emevi ve diğer kabilelerin zalim, facir ve fasık şahıslarını bulundukları makamlarından azletti.

Zahiri gören bir takım siyasetçiler ve İmam (a.s)’ın dostlarından bazıları, hükümetin temeli sağlamlaşıncaya kadar Muaviye gibi bazı vali ve hakimlerin bir müddet kendi makamlarında baki kalmalarına müsaade etmesini ve daha sonra onları azletmelerini önerdiler. Ama İmam (as.) cevaben şöyle buyurdular: “Allah’a andolsun ki, ben dinde yağcılık ve işimde riya (gösteriş) yapmam.”

Beni onlara karşı dalkavukluk yapmaya zorluyorsunuz. Ama onların, geçmişte yaptıkları gibi benim hükümetimde de zulüm ve haksızlık yapmaya devam edeceklerini bilmiyorsunuz; o zaman İlahi adalet mahkemesinde onların hesabını benim vermem gerekir; benim de buna gücüm yoktur.”

İşte Hz. Ali (a.s)’ın zalim hakim ve valileri azletmesi, Muaviye (aleyh’il- haviye) gibi bir grup dünya perest kimselerin muhalefet etmesine, Cemel ve Sıffin savaşlarının meydana gelmesine sebep oldu.

Talha ve Zübeyr, Basra ve Kufe valiliği için Emir’ul- Müminin Hz. Ali (a.s)’ın yanına geldiklerinde, eğer Hz. Ali (a.s) o şehirlerin valiliğini onlara vermiş olsaydı, onlar muhalefet etmez, Basra fitnesi ile Cemel savaşını da çıkarmazlardı.

Bazı dar görüşlü ve zahirciler, Hz. Ali’nin bazı siyasetlerinin yanlış olduğunu söylüyorlar. Oysa O, adalet ve siyasetin odağı idi. Ama dünya ehlinin anladığı siyaset -iki yüzlülük, yağcılık, yalancılık, dolandırıcılık, hile, İslam düşmanlarıyla uyum sağlamak, zahiri menfaatleri elde etmek için onları aldatmak- adalet, insaf, takva ve ahirete inanç abidesi olan Hz. Ali (a.s) gibi bir şahsiyetin yanında geçerli bir siyaset değildi.

Bir zaman minberde konuşma esnasında ağladı, sebebini sorduklarında şöyle buyurdu: “Duydum ki ,Muaviye’nin askerleri bir köye baskın yapmış ve İslam’ın sığınağında olan bir Yahudi kızın ayaklarından halhal çıkarmışlar...”

Hz. Ali (a.s)’ın merhamet ve acıma hissi, dosta ve düşmana karşı aynı idi. Osman’ın yaptığı onca kötülüklere rağmen, Osman’ın evi halk tarafından kuşatıldığında, Osman damın üzerinden, yiyecek ve içeceklerinin bittiğini Hz. Ali’ye bildirdiğinde, Hz. Ali (a.s) ekmek ve su temin ederek iki oğlu Hasan ve Hüseyin (a.s) vasıtasıyla onun için gönderdi. Nitekim İbn-i Ebi’l- Hadid ve diğer tarihçiler bu konuya genişçe değinmişlerdir.

Hz. Ali (a.s)’ın dosta ve düşmana gösterdiği ilgi ve muhabbet asla kimsenin inkar edemeyeceği bir şeydir. Yetim çocuklara, sahipsiz erkek ve kadınlara ve yoksul insanlara o kadar yardım etti ki, Ebu’l- Eramil, ve’l- Eytam ve’l- Mesakin (yetimler, miskinler ve sahipsiz erkek ve kadınlar babası) diye meşhur oldu. Zahiri hilafeti döneminde, sokakta yorulmuş, usanmış ve çaresi kesilmiş bir kadını. su testisi ile gördüğünde, kendisini ona tanıtmaksızın su testisini ondan alıp omzuna bırakarak o kadının evine götürdü. Daha sonra un, hurma ve diğer yiyecek maddeleri de temin ederek o kadının evine götürdü; o kadının yetim çocuklarını okşadı, kendi eliyle onlara ekmek pişirdi ve onların dertlerini unutturdu.

Halife Osman da cömertlik ve bağış yapmak ile meşhur oldu; ama sadece, Ebu Süfyan, Hekem bin Ebi’l- As ve Mervan bin Hakem gibi kendi akraba ve yakınlarına! Beyt’ul- Maldan hiçbir şer’i mücevviz olmadan haddinden fazla ve canı istediği kadar onlara bağışta bulunuyordu.

Akil’i Fazla Yardım İstediğinden Dolayı Uyarması

Osman’ın aksine Hz. Ali (a.s) kendi yakınlarına ihtiyaçlarından daha az veriyordu. Bir gün büyük kardeşi Akil İmam (a.s)’ın yanına gelerek tayin olunan miktardan fazlasını istedi; hazret dikkate almadı. Akil; “Sen bugün halifesin, emir senin elindedir, bize daha fazla yardım ve bağışta bulunmalısın.” diye fazla ısrar ettiğini görünce, Hazret onu uyarmak için, bir demir parçasını yavaşça ateşe bırakıp kızdırarak Akil’in bedenine yaklaştırdı. Derken Akil, hasta bir adamın ağrıya tahammül edemeyip inlediği gibi inledi; neredeyse o demirin kızgınlığından yanacaktı.

Bu esnada Hazret şöyle buyurdular:

“Ey Akil! Anneler, senin musibetinde ağlasın! İnsanların oyuncak için ısıttıkları demirin ateşinden inliyorsun da, beni Kahhar Allah’ın yaktığı ateşe doğru mu çekiyorsun? Sen bu küçücük eziyetten dolayı inliyorsun da, ben o büyük ateşten dolayı inlemeyeyim mi?”

İnsaflı beylerin, bu iki halifenin durum ve tutumlarını mukayese yaparak hakikati keşfedip hak ve hakikate uymaları gerekir.

Hz. Ali (a.s)’ın merhamet ve şefkati sadece dostlara mahsus değildi; O’nun merhamet ve şefkati dostlarını sardığı gibi düşmanlarını da sarmaktaydı. Düşmana galip olduğunda, onlara öyle şefkatli davranıyordu ki, herkesi hayretler içerisinde bırakıyordu.

Hz. Ali’nin, Mervan, Abdullah Bin Zübeyr ve Aişe’ye Rahmet ve Merhameti

Hz. Ali’nin katı düşmanlarından biri -ki bunu herkes biliyordu- mel’un oğlu mel’un Mervan bin Hekem idi. Hz. Ali (a.s) onun bu kadar düşmanlığına rağmen “Cemel” savaşında ona galip geldiğinde, onu affedip yüzünü ondan çevirdi.

Yine O Hazretin büyük düşmanlarından biri, Abdullah bin Zübeyr idi. Zübeyr, halkın huzurunda açıkça Hz. Ali’ye sövüyordu. Hatta bir gün Basra’da halka yaptığı konuşmasında şöyle dedi: “Ahmak ve cimri olan Ali bin Ebi Talip size doğru gelmiştir!!!”

Onun yaptıkları bunca açıklığa ve düşmanlığa rağmen onu Cemel savaşında esir tutup hazretin huzuruna getirdiler, hazret onu aşağılayıcı ve korkutucu bir bakışla bile bakmadı, yüzünü çevirdi ve serbest bırakmalarını emretti.

Bunlardan daha önemli ve büyük olan, Ümm’ül- Müminin Aişe’ye takındığı tavırdır. Hazretin ona karşı davranışı, akılları durdurmuş ve insanları hayrete düşürmüştür. Halbuki Aişe’nin hilafetin ilk günlerinde fitne çıkarması, O Hazretin karşısında kıyam etmesi ve O’na çirkin laflar sarf etmesi, insanı o kadar sinirlendiriyor ki, insan kendi kendisine; “Onu ele geçirmiş olsaydım helâk ederdim ve onu en şiddetli cezayla cezalandırırdım” diye düşünüyor. Ama Hz. Ali (a.s), ona galip olduğunda, hiçbir eziyet ve hakarette bulunmadı.

Kardeşi Muhammed bin Ebu Bekir’i onu ağırlaması için görevlendirdi. Sonra kızma ve sinirlenme yerine, ona gerekli ikramı yaptı. Daha sonra Abdulkays kabilesinden yiğit 20 kadının erkek elbisesi giyinerek kılıç kuşanmalarını ve kadın olduklarının bilinmemesi için de yüzlerini kapatarak Aişe’yi Medine’ye götürmelerini emretti. Aişe Medine’ye vardığında Resulullah (s.a.a)’in zevceleri ve diğer kadınların huzurunda Hz. Ali (a.s)’dan memnun olduğunu dile getirdi ve şöyle dedi: “Ben ömrümün sonuna kadar, Ali’den memnunum ve O’na minnettarım; ben O’nun bu kadar büyük insan olduğunu zannetmiyordum. Benim ona yaptığım bunca düşmanlık ve bozgunculuğuma rağmen, yaptığım işlerden birisini bile yüzüme vurmadı. Aksine, haddinden fazla lütuf ve merhamette bile bulundu. Ama sadece O’nun bir hareketi benim canımı sıktı; o da şu ki, beni yabancı erkekler ile Medine’ye gönderdi.”

Aişe bu sözleri deyince, onu Medine’ye ulaştıran kadınlar, hemen gelerek giymiş oldukları erkek elbiselerini çıkarıp yüzlerindeki peçeyi açtılar. Böylece onların hepsinin kadın oldukları ortaya çıkmış oldu.

Demek ki Hz. Ali (a.s) bu emriyle, bir taraftan Aişe’nin kadınlar ile gitmesini sağlamış, diğer taraftan da yağmacıların, onları erkek zannederek yollarını kesmemelerini göz önünde bulundurmuştur. Evet büyük insanlar böyle yaparlar; onların yaptığını yapmak gerekir.

Muaviye’nin Suyu Kesmesi ve Ali’nin Merhameti

Sıffin savaşında Muaviye’ye bağlı birlikler Fırat nehrine daha erken vardılar ve on iki bin asker ile Hz. Ali’nin (a.s) askerlerinin sudan istifade etmelerini engellediler.

Hz. Ali (a.s) bunun üzerine Muaviye’ye şöyle bir mesaj gönderdi: “Biz buraya su için savaşmaya gelmedik, her iki tarafın askerlerinin serbestçe sudan istifade etmeleri için askerlerine, su almaya mani olmamalarını emret.”

Muaviye, Hz. Ali’nin mesajına cevaben şöyle dedi: “Ali ve ordusu susuzluktan ölene kadar, asla onlara su vermeyeceğiz.”

Hazreti Ali (a.s) bu cevabı duyunca, Malik Eşter komutasında bir bölük asker çıkararak Muaviye’nin askerlerini geri püskürtüp Fırat’ı ele geçirdiler.

Ashaptan bazıları; “Ya Emir’el-Mu’minin! Müsaade edin biz de telafi ederek, susuzluktan ölmeleri ve savaşın erken bitmesi için suyu onlara yasaklayalım.” diye öneride bulundular.

İmam (a.s); “Hayır! Allah’a and olsun ki, ben onların yaptığının aynısını yapmayacağım; nehrin bazı yerlerini onlar için açık bırakın.” diye buyurdular.

Meclisin vaktini göz önünde bulundurarak, Hz. Ali’nin (a.s) düşmanlarına karşı olan şefkat ve merhametini özet olarak arz etmeye çalıştık. Sizin büyük alimleriniz kendi kitaplarında, bu sözleri daha geniş ve daha tafsilatlı bir şekilde beyan edip nakletmişlerdir. Örneğin: Taberi kendi tarihinde, İbn-i Ebi’l- Hadid “Nehc’ul- Belağa Şerhi”inde, Süleyman Belhi el-Hanefi “Yenabi’ul- Mevedde”nin 51. Babında, Mes’udi “Müruc’uz- Zeheb”de ve diğer tarihçiler bu meselelere değinmişlerdir.

Binaenaleyh, insaflı ve aydın fikirli muhterem beyler, bu iki halifenin (Osman ve Hz. Ali) hayatlarından ikişer sayfa okuyarak, (ön yargıda bulunmaksızın) salim bir fikirle onlardan hangisinin, “Ruhama-u beynehum” (Müminlere merhametlidirler) ayetinin kapsamına girdiğine ve bu ayetin onlardan hangisine şamil olduğuna bir baksınlar.

Ayeti kerimeye biraz daha dikkatli ve insaflı bir şekilde bakacak olursanız, göreceksiniz ki “Muhammed’un Resulullah” mübtedadır, “Vellezine Meahu” mübtedaya matuf olmakla birlikte onun haberidir de, ondan sonra gelen cümleler ise ikinci haberdir. Bunların hepsi bir kişinin sıfatıdır. Yani bu sıfatlar (Resulullah ile beraber olma, savaş meydanlarında, ilmi ve dini münazaralarda kafirlere karşı şiddetli olmak, dost ve düşmana karşı şefkatli ve merhametlilik) sadece bir kişiye aittir. O kişi de, daha önce de ispatladığımız gibi Hz. Ali (a.s)’dır. Zira O Hazret bir an bile Hz. Peygamber’den ayrılmamıştır; ayrılmayı aklından bile geçirmemiştir.

Nitekim daha önce arz ettim ki, Allame Fakih Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii “Kifayet’ut- Talip” kitabında; “Allah (c.c), Hz. Ali’yi bu ayeti şerif ile tavsif etmiştir.” diyor.

Şeyh: Beyanat ve açıklamalarınızın çok cevabı vardır. Eğer ayetin manası sizin dediğiniz gibi olursa, o zaman “Vellezine meahu” (Onlarla birlikte olanlar) cümlesiyle doğru olmaz. Çünkü “Vellezine meahu” çoğuldur; bu ibaretin kendisi de, mezkur ayetin bir kişi hakkında nazil olmadığını göstermektedir. Eğer bu sıfatlar bir kişinin hakkında olmuş olsaydı, o zaman neden çoğul olarak zikr olunmuştur?

Davetçi: Birinci olarak; buyurdunuz ki, benim sözlerimin cevabı vardır; beyler, meselenin aydınlığa kavuşması için o zaman neden cevap vermiyorsunuz? Beylerin susup cevap vermemesi, benim sözlerimin mantıklı olduğuna yeterli bir delildir. (Gerçi münakaşa ve laf oyunu yapmak için yol açıktır.) Ama siz beyler, insaflı olduğunuzdan dolayı mantıklı cevapların karşısında susmayı tercih ediyorsunuz.

İkinci olarak; alicenabın beyanı, konuşmada münakaşa yapmaktır. Kendiniz de biliyorsunuz ki, Arapça’da veya diğer dillerde tekile, tazim ve saygı için çoğul lafzını kullanmak çok yaygındır.

Ehl-i Sünnet Alimlerinin İttifakıyla Velayet Ayeti Hz. Ali (a.s) Hakkında İnmiştir

Semavi kitapların en sağlam senedi olan Kur’an-ı Kerim’de bunun benzeri çok ayetler vardır. Örneğin: Mübarek Velayet ayetinde Allah Teala şöyle buyuruyor:

“Sizin veliniz, ancak Allah, O’nun resulü, namazı dost doğru kılan ve rükû halinde zekât veren müminlerdir.”[2]

Bu ayetin, Hz. Ali (a.s)’ın hakkında nazil olduğu, bütün müfessir ve muhaddisler tarafından kabul edilmiştir. Örneğin:

1- İmam Fahr-u Razi “Tefsiri Kebir”in c. 3, s. 431’inde,

2- İmam Ebu İshak Sa’lebi “Keşf’ul- Beyan”da,

3- Carullah Zemahşeri “Keşşaf”ın c.1, s. 422’sinde,

4- Taberi “Tefsir-i Taberi” adlı kitabının c. 6, s. 186’sında,

5- Ebu’l- Hasan Rummani, kendi tefsirinde,

6- İbn-i Huvazin Nişaburi, kendi tefsirinde,

7- İbn-i Sa’dun Kurtubi “Tefsir-i Kurtubi” adlı kitabının c. 6, s. 221’inde

8- Nesefi Hafız, Hazin Bağdadinin tefsirinin haşiyesinde yer alan tefsirinin 496. Sayfasında,

9- Fazıl Nişaburi “Garaib’ul- Kur’ân”ın c.1, s. 461’inde,

10- Ebu’l- Hasan Vahidi “Esbab’un- Nüzul”un148. sayfasında.

11- Hafız Ebubekir Cessas “Tefsir-u Ahkam’ul- Kur’ân”nın 542. sayfasında,

12- Hafız Ebubekir Şirazi “Fi ma nezele min’el-Kur’ân-i fi Emir’il- Mu’minin”de,

13- Ebu Yusuf Şeyh Abdusselam Kazvini “Tefsir-i Kebir”inde,

14- Kadı Beyzavi “Envar’ul- Tenzil”in c. 1, s. 345’inde,

15- Celaluddin Süyuti “Dürr’ül- Mensur”un c. 2, s. 293’ünde,

16- Kadı Şevkani es-San’ai “Feth’ul- Gadir”de,

17- Seyyid Mahmud Alusi “Tefsir-i Alusi”nin c. 2, s. 329’unda,

18- Hafız İbn-i Ebi Şeybe el-Kufi kendi tefsirinde,

19- Ebu’l- Berekat, kendi tefsirinin c.1, s. 496 ‘sında,

20- Hafız Beğevi “Mealim’ut- Tenzil”de,

21- İmam Ebu Abdurrahman Nesai kendi Sahihinde,

22- Muhammed bin Talha eş-Şafii “Metalib’us- Süul”un 31. sayfasında,

23- İbn-i Ebi’l- Hadid “Nehc’ul Belağa Şerhi”nin c. 3, s. 275’inde,

24- Hazin Alauddin Bağdadi kendi tefsirinin c. 1, s. 496’sında,

25- Süleyman Hanefi “Yenabi’ul- Mevedde”nin 212. sayfasında,

26- Hafız Ebu Bekir Beyhaki “Masannef”da,

27- Razin Abderi “Cem’un Beyn’es- Sihah’is- Sitte”de,

28- İbn-i Asakir Dimaşki “Tarih-i Şam”da,

29- Sibt bin Cevzi “Tezkire”nin 9. sayfasında,

30- Kadı Uzududdin İyci “Mevakıf”ın 276. sayfasında,

31- Seyyid Şerif Curcani “Mevakıf’ın Şerhi”nde,

32- İbn-i Sabbağ Maliki “Fusul’ul- Mühimme”nin 123. sayfasında,

33- Hafız Ebu Sa’d es-Sem’ani “Fezail’us- Sahabe”de,

34- Ebu Cafer İskafi “Nakz’ul- Osmaniyye”de,

35- Taberani “Evsed”de,

36- Şafii fakihi olan İbn-i Meğazili “Menakıb”da,

37- Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii “Kifayet’ut Talib”de,

38- Mevla Ali Kuşçu “Şerh-i Tecrid”de,

39- Seyyid Muhammed Mumin Şeblenci “Nur’ul Ebsar”ın 77. sayfasında,

40- Muhibbuddin Taberi “Riyaz’un- Nezre”nin c. 2, s. 227’sinde, mezkur ayetin Hz. Ali hakkında nazil olduğunu tasdik etmişlerdir.

Velhasıl sizin büyük alim, müfessir ve muhaddislerinizin çoğu, Sudey, Mücahid, Hasan Basri, A’maş, Utbe bin Ebi Hekim, Galip bin Abdullah, Kays bin Rabia, İbayet bin Rab’i, Abdullah bin Abbas (Ümmetin alimi ve Kur’ân’nın tercümanı), Ebuzer-i Gifari, Cabir bin Abdullah Ensari, Ammar, Ebu Rafi, Abdullah bin Selam ve diğerlerinden naklen velayet ayetinin Hz. Ali (a.s) hakkında nazil olduğunu teyit ve tasdik etmişlerdir.

Bu şahısların her biri çeşitli lafız ve tabirlerle; “Hz. Ali, namazda rüku halindeyken yüzüğünü fakire sadaka verdiğinde bu ayet (Velayet ayeti) nazil oldu.” demişlerdir.

Ayetin cem (çoğul) lafzıyla zikredilmesi de, O Hazretin velayet, imamet ve hilafet makamını tazim ve tekrim etmekten ötürüdür. Zira Allah Teala sınırlandırma kelimesi olan (innema) ile başlayarak şöyle buyuruyor:

“İnnema veliyyukumullahu ve resuluhu vellezine amenu; ellezine yukimun’es- salate ve yu’tun’ez- Zekate ve hum rakkiun.”

“Sizin veliniz, ancak ve ancak Allah, O’nun resulü, namazı dost doğru kılan ve rükû halinde zekât veren miminler (yani Ali bin Ebi Talib)’dir.”

Şeyh: Konu sizin buyurduğunuz gibi pek de sağlam değildir. Bu ayetin nüzul sebebi ihtilaflıdır. Bazıları, Ensar hakkında, bazıları Ubade bin Samit, bazıları da Abdullah bin Selam hakkında nazil olduğunu söylüyorlar.

Davetçi: Sizin gibi bilgin beylerin, (Şia alimlerinin tevatürüne ilâveten) bunca büyük alim ve müfessirlerinizin, mezkur ayetin Hz. Ali (a.s) hakkında olmasına dair belirttikleri görüş ve akideler karşısında bazı meçhul, zayıf ve mutaassıp kimselerin merdut sözlerine temessük etmeleri gerçekten de tuhaftır. Oysa sizin bir grup muhakkik ve araştırmacı alimleriniz, bu manaya ittifak iddiası etmişlerdir. Örneğin: Fazıl Taftazani, Mevla Ali Kuşçu (Şerh-i Tecrid’de) şöyle diyorlar:

“Müfessirlerin ittifakına göre bu ayet, Hz. Ali namazda rüku halindeyken yüzüğünü fakire verdiği zaman O’nun hakkında nazil olmuştur.”

Acaba insaflı bir alimin aklı, Ehl-i Sünnet’in büyük alimlerinin görüşlerini dikkatte almayarak bir grup mutaassıp, hatta Havariç ve Nasibilerden kalan bir avuç düşmanların saçma-sapan manasız sözlerine itimat etmesine müsaade eder mi?

Velayet Ayeti Hakkındaki Şüpheler ve Cevapları

Şeyh: Alicenabınız beyanlarında, ustaca bu ayeti naklederek Ali’nin (k.v) aralıksız hilafet ve imametini ispatlamaya çalıştınız. Halbuki bu ayetteki “veli” sözcüğü, muhip ve dost manasınadır; imam ve aralıksız halife manasına değil.

Eğer sizin buyurmuş olduğunuz söz, (ki veli’den maksat halife ve imamdır) doğru olsa bile, “el-ibretu bi-umum’il- lafz, la bi-husus’is- sebeb” (Lafzın umum manası dikkate alınır, sebebin özel olması değil) kuralı gereğince, “veli” sadece bir kişiye değil, Ali (k.v) de onlardan olmak üzere diğer kimseleri de kapsar. Ayrıca “Veliyyukumullah” ve “Elleziyne” kelimelerindeki çoğul kipi, umumu ifade etmektedir; delilsiz olarak çoğulu tekile yüklemek ve cevaz olmaksızın Allah’ın (c.c) kelamını tevil etmek doğru değildir.

Davetçi: Birinci olarak; “Veliyyukum” kelimesinde yanlış buyuruyorsunuz. Zira “veli” kelimesi tekildir; “kum” çoğuldur; kum’dan (sizden) maksat ise ümmettir; bu, tekile ıtlak olmamış ki tenkit ediyorsunuz! Ama “veli”, her dönemde ümmete velayeti olan tekil bir ferttir.

İkinci olarak; bazı mutaassıp, Havariç ve Nasibilerin saldırısına uğrayan ve tekile yüklenilmez denilen kelimeler; “Ellezine”, “yukimune” ve “yu’tune” kelimeleridir.

Bu tenkitin cevabını da, az önce arz ettim. Dedim ki: İlim ehli ve edebiyatçılar yanında, tekrim ve tazim için çoğulun tekile hamledilmesi yaygındır.

Bu beyana ilâveten, sizin, lafzın umumu ifade ettiğini iddia ettiğiniz gibi biz de bu ayeti, hasr kelimesi olan “innema” sözcüğü gereğice, Hz. Ali (a.s)’ın şanında nazil olduğu kanısında olmamıza rağmen ihtisas iddiası etmiyoruz; ismet ailesinden olan diğer fertleri de bu ayetin kapsamında biliyoruz.[3] Nitekim bizim muteber hadis ve rivayetlerde yer aldığına göre, itret’it- tahireden olan diğer masum İmamlar da bu ayetin kapsamı içerisindeler. Her İmam, imamet makamına ulaşacağı sırada, bu fazilet ve büyük özelliğe sahip oluyorlar. (Bunlar sizin de iddia ettiğiniz gibi Hz. Ali (a.s) ile birlikte bu ayetin şamil olduğu kimselerdir.)

Nitekim Carullah Zemahşeri Keşşaf’da diyor ki: “Gerçi bu ayet-i şerife (hasrdır) ve Hz. Ali hakkında nazil olmuştur; ama çoğul olarak zikredilmesinin sebebi, başkalarının O’na tabi olması içindir.”

Üçüncü olarak; avam halkı yanıltmanız için büyük bir safsata yaparak; “Şialar bu ayeti te’vil edip Ali’ye (a.s) muhtas kılmışlardır” dediniz.

Halbuki bu ayet, her iki fırkanın (Şia ve Ehl-i Sünnet) bütün müffessir ve muhaddislerinin ittifakına göre, (azınlık ve inatçılar hariç) az önce de zikr olunduğu gibi Hz. Ali (a.s) hakkında inmiştir; şiaların teviliyle bu makam O Hazrete nispet edilmiş değildir.

Şeyh: Kesinlikle bu ayetteki “veli” sözcüğü yardımcı manasınadır. Eğer hilafet ve imamet makamı olan tasarruf sahibi (velayet) manasına olursa, Resulullah (s.a.a) hayatında da bu makama sahip olmuş olması gerekir; oysa böyle bir sözün batıllığı apaçıktır.

Davetçi: Bu inancın batıl olması için, elinizde herhangi bir delil olmamasının yanı sıra, ayetin zahiri, cümle-i ismiyye olması itibarı ve “veli” sözcüğünün de sıfat-ı müşebbihe olması delaletiyle, bu makamın devam ve sürekliliğini Hz. Ali için ispat etmektedir. Bu iki özellik, bu büyük makamın sebat ve sürekliliğini ve Resulullah (s.a.a)’in O Hazreti Tebuk savaşında Medine’de halife tayin ettiğini ve vefat anına kadar da O’nu azletmediğini göstermektedir.

Ayrıca bunu pekiştiren diğer bir hadis de “Menzilet” hadisidir. Resulullah (s.a.a) defalarca şöyle buyurmuştur: “Ali’nin menzileti (konumu) bana nispetle, Harun’un Musa’ya olan menzileti gibidir.” (Nitekim geçen gecelerde, bunu genişçe izah ettik.) Bunun kendisi de tek başına, Hz. Ali’nin, Resulullah’ın sağlığında ve O’nun vefatından sonra velayet sahibi olmasına büyük bir delildir.

Şeyh: Zannediyorum biraz dikkatli düşünecek olursanız, bu ayetin (İnnema veliyyukumullah...) Ali (k.v) hakkında inmediğini söylersek daha uygun olur. Çünkü O Hazretin makamı, bu ayet ile O’na bir fazilet ispat etmemizden daha yücedir. Zira bu ayet, bir fazilet ispat etmemekle birlikte, O’nun faziletlerini de lekelemektedir.

Davetçi: Birinci olarak; ne sen, ne ben, ne de ümmetten herhangi bir şahıs, hatta büyük bir sahabe, ayetlerin şe’n-i nüzuluna dehalet edecek bir hakkımız yoktur; ayetlerin nüzul sebepleri gönül isteğine göre değildir. Ayetlerin mana ve nüzulunda, kendi isteklerine göre tasarrufta bulunanlar, kesinlikle dinsiz kimselerdir. Nitekim Bekriler, durumu belli cail (hadis uyduran) İkrime’den, bu ayetin Ebu Bekir hakkında nazil olduğunu söyleyerek tasarrufta bulunmuşlardır.

İkinci olarak; Alicenabınız her zaman nutka başladığınızda (konuştuğunuzda), gerçekten remiz ve sırlar keşfediyorsunuz!! Çünkü ilk kez sizden böyle bir şey duyuyorum; el-hak fikriniz çok yüce ve güzel bir keşif yaptınız!! Buyurursanız çok iyi olur; acaba bu ayet hangi açıdan, muvahhidlerin mevlası, müminlerin emiri Hz. Ali (a.s)’ın velayet makamını lekeliyor?

Şeyh: Mevlamız Ali’nin (k.v) yüce makamlarından birisi şudur ki, namaz halinde Allah’a öyle teveccüh ederdi ki, kesinlikle bir kimseyi görmezdi. Hatta bizim yanımızda sabittir ki, savaşların birinde Hazretin bedenine bir kaç tane ok saplanmış ve bunların çıkarılması O’nu çok incitiyormuş. Bundan dolayı Hazret namaza durduğunda okları O’nun bedeninden çıkarıyorlar. Huzu ve huşusundan, Hak Teala’nın rahmetinde gark olduğundan, okların acısını bile hissetmiyor. Eğer O Hazretin namaz halinde yüzüğünü fakire vermesi olayı doğru olursa, O cenabın namazına büyük bir leke vurmuş olursunuz. Normalinde her insanın tabii olarak hissedeceği acıyı, huşu ve huzusundan dolayı hissetmeyen bir kimse, nasıl olur da fakirin inlemesini hissederek rüku halinde yüzüğünü ona veriyor?

Üstelik, zekat verme gibi hayır bir amel, niyeti gerektirir. Namaz halinde, tüm vücuduyla Hak Teala’ya teveccüh etmesi gerekirken, nasıl olur da namaz niyetinden çıkıp halka teveccüh ediyor? Biz O Hazretin makamını daha yüce bildiğimizden bunu tasdik edemeyiz. Eğer fakire sadaka verilmişse, kesinlikle namaz halinde değilmiş; çünkü rüku, huzu ve huşu anlamınadır; yani O cenap huzu ve huşu ile yüzüğünü dilenciye verdi, namaz halinde değil.

Davetçi: Azizim! Duayı güzel öğrenmişsin; ama yerini yitirmişsin. Sizin bu tenkitiniz, örümcek yuvasından daha zayıftır.

Birinci olarak; bu amel, O Hazretin makamına herhangi bir eksiklik getirmediği gibi fakirin kalbini ferahlatması ve onu sevindirmesi, O’nun makamının yücelmesi ve kemaline sebep olmuştur. Zira O hazret, sürekli olarak her halükarda Allah’ı hatırlamış ve her zaman olduğu gibi Allah’ın rızasını ön plana geçirmiştir. Bu amelinde de, Allah yolunda mal infak etmek ibadetiyle, hem bedeni, hem de ruhi ibadeti bir araya toplamıştır.

Aziz kardeşim! Namazın huşusuna zarar veren ve ibadetin sevabının azalmasına sebep olan ilgi, nefsi ve dünyevi şeylere gösterilen ilgidir. Ama bir ibadette, ayrı bir ibadet olan hayır bir amele teveccüh etmek, kemale sebep olur.

Mesela eğer bir kimse namazda aziz bildiği birine, hatta Allah’ın (c.c) en sevgili kulları olan Resulullah (s.a.a)’in ailesi ve Ehl-i Beyti’ne ağlarsa, namazı batıl olur. Ama Allah’a (c.c) olan aşkından veya O’nun korkusundan dolayı ağlarsa, kemal ve fazilete sebep olur.

İkinci olarak; buyurduğunuz ki rüku, huşu manasınadır. Bu söz belirli bir yerde doğru olabilir. Ama eğer siz, belirli farz bir fiil olan namazın rükusuna olan emri, Lügattaki huşu-huzu manasına tutarsanız, akıl sahipleri, din ve ilim ehli yanında oyuncak olursunuz.

Bu ayet-i kerimede de zahirin hilafına görüş belirttiniz. Kesinlikle lafzı (rükuu), asıl hakiki ve örfi olan manasından çıkardınız. Biliyorsunuz ki rüku, şeriat örfünde namazın erkanlarından olan bir rükne ıtlak oluyor. O da, eller dize yetişecek kadar eğilmedir.

Bu manayı (Hz. Ali’nin, namazın rükusunda yüzük vermesini) kendi büyük alimleriniz tastık etmiştir. Nitekim daha önce arz ettim. Fazıl Kuşçu “Şerh-i Tecrid”de müfessirlerin görüşlerini açıklayarak şöyle diyor: “Hz. Ali namazda rüku halinde olduğu bir halde yüzüğünü fakire verdi.”

Bütün bu sözler bir tarafa; şimdi buyurun bakalım; hasr (innema) kelimesi ile nazil olan bu ayet (velayet ayeti), övgü için mi nazil olmuş, yoksa yerme için mi?

Şeyh: Övgü için nazil olduğu apaçıktır.

Davetçi: Öyleyse her iki fırkanın (Şia ve Sünni) büyük müfessir, muhaddis ve araştırmacılarının çoğu, bu ayetin Hz. Ali (a.s) hakkında nazil olduğunu ve O Hazreti övdüğünü belirttikten sonra, artık böyle tartışmalara gerek kalmaz. Çünkü Havariç ve Nasibilerden mutaassıp kimseler, bu çeşit sözlere sarılmaktalar. Çocukluktan sizin gibi tertemiz insanların beynine, “biz bu olayı kabul etmiyoruz” sözünü yerleştirmişlerdir. İşte bundan dolayı siz de böyle resmi bir mecliste düşünmeksizin tam bir cesaretle; “Biz bu olayı tasdik etmiyoruz” diyorsunuz.

Şeyh: Affedersiniz, zat-ı aliniz hatip, minberi, nutuk ve beyanda usta olduğunuzdan dolayı, bazen kelimeler ve buyruklarınızda bir takım kinayeler kullanıyorsunuz ki, bazı bilgisiz insanların yanlış anlamalarına sebep olabilir ve iyi bir sonuç vermeyebilir. Buna göre konuşmalarınızda buna riayet ediniz.

Davetçi: Benim konuşmalarımda gerçeklerin dışında bir şey yoktur. Allah şahittir ki, kinayeyle bir şey söyleyecek kastım yoktu. Kinayeli konuşmaya gerek de yoktur. Çünkü istediğim şeyi açıkça söylüyorum. Yanlış buyurmuş olabilirsiniz veya kusur bulmak için böyle düşünmüşsünüzdür. Lütfen o kinayenin ne olduğunu buyurunuz.

Şeyh: Şimdiki sohbetinizde “Muhammed resulullah” ayetindeki sıfatları beyan ederken buyurdunuz ki bunlar, ömrünün evvelinden sonuna kadar imanında şüphe ve tereddüt olmayan Ali bin Ebi Talib’e (k.v) mahsus olan bir takım sıfatlardır. Bu cümle, kinaye yoluyla diğer kimselerin imanlarında şüphe ve tereddüt olduğunu vurguluyor. Hulefa-i Raşidin ve diğer sahabelerin, kendi imanlarında şek ve şüpheleri mi vardı? Kesinlikle bütün sahabe, Ali (k.v) gibi iman ettikleri ilk günden ömürlerinin sonuna kadar inançlarında sabit kalmış ve bir an olsun bile Resulullah (s.a.a)’ten, saparak uzaklaşmamışlardır.

Davetçi: Birinci olarak; arz edeyim ki ben sizin buyurduğunuz gibi konuşmadım. İkinci olarak; biliyorsunuz bir şeyi ispat etmek, başka bir şeyi nefyetmek manasına değildir. Üçüncü olarak; siz (gerçekleri öğrenmek yerine) sadece kusur bulmak peşinde olabilirsiniz, ama diğer kimseler böyle olmayabilir. Siz kesinlikle bu beyanınızda (özür dileyerek söylüyorum) mugalata yaptınız. Allah şahittir ki, sizin zannettiğiniz gibi kinayeli konuşmayı aklımdan bile geçirmedim. Faraza ki (mugalata yapmak ve şüphe icat etmek kastınız da olmasaydı) böyle bir şey düşünmüş olsaydınız da, bunu yavaşça benden sormanız daha iyi olurdu; ben de olumlu veya olumsuz bir cevap arz ederdim.

Şeyh: Sizin konuşma tarzından anlaşıldığına göre bir şeyler vardır. Elbette cevap vermemenin kendisi bir takım hayaller üretmektedir. Aklınızda ve zihninizde olanları gerçek senetler ile beyan etmenizi temenni ederim.

Davetçi: Bu soruyu sormakla, hayallerin üretilmesine siz sebep oldunuz. Yine de arz ediyorum, bundan vazgeçmeniz iyi olur; ısrar etmeyin.

Şeyh: Eğer ahlaksızlık yapıldıysa artık geçti; cevap vermekten başka çareniz yoktur. Eğer olumlu veya olumsuz cevap vermezseniz, kesinlikle rahatsızlığa sebep olacaktır; bunun iyi bir sonuç vereceğini zannediyorum.

Davetçi: Benden taraf asla edepsizlik olmaz; sizin ısrar veya başka bir tabirle tehditleriniz, hakikatlerin keşf olunmasına sebep oldu. Elbette bu hakikatler baştan beri sizin büyük alimleriniz tarafından keşf olunmuştur ki, kendi kitaplarında kaydetmişlerdir.

Ama şek ve şüphe konusuna gelince; tesadüfen imanları kemal derecesine ermeyen ashabın çoğu, bazen şek ve şüpheye kapılıyorlardı. Münteha onlardan bazıları şek ve şüphe içerisinde kalıyorlardı. Bundan dolayı bazı ayetler onların zemminde nazil oluyordu. Münafikun suresi onların hakkında nazil olmuştur.

Ama böyle soruların aleni olması ahlaki yönden doğru değildir. Zira cahil insanlar, cahilce aşırı sevgi veya buğzlarından dolayı itiraz edebilirler. Yine de temenni ediyorum ki, bu sorudan vazgeçin veya müsaade edin başka bir zaman kendi aramızda cevabını arz edeyim.

Şeyh: Yani demek istiyorsunuz ki Hulefa-i Raşidin (radiyallah-u anhum) şüphe edenlerden miydi?

Davetçi: Gerçekten mugalata yapıyorsunuz, asapları tahrik ediyorsunuz. Madem ki bu kadar ısrar ediyorsunuz, ben de sizi cevapsız bırakmayayım; eğer avamın içerisinde herhangi bir tepki yaratırsa, sorumlusu cenabınızdır. Benim; “Yanılıyorsunuz veya kasıtlı olarak böyle konuşuyorsunuz” dememin sebebi, kendi büyük alimlerinizin naklettikleri ve tarihte geçtiğinden dolayıdır.

Şeyh: Hangi konuda yazmışlar, onların şüphesi nerede imiş ve şüphe eden şahıslar kimlerdir? Lütfen beyan ediniz.

Davetçi: Tarih ve hadis kitaplarından anlaşıldığına göre, bazı şahıslar bir kez değil, belki bir kaç defa şüphe etmişler; ama hakikat zahir olunca şüpheleri yok olmuştur. Ancak bazıları öylece şüphe içerisinde kalmış ve Allah’ın gazabına uğramışlardır.

Ömer’in Hudeybiye’de Resulullah’ın (s.a.a)’in

Peygamberliğinde Şüphe Etmesi

Nitekim meşhur Şafii fakihlerinden olan İbn-i Meğazili “Menakıb”da, Hafız Ebu Abdullah Muhammed bin Ebi Nasr Hamidi de “Cem’un Beyn’es- Sahihayn”da şöyle yazmışlardır:

“Ömer bin Hattap –r.z- dedi ki: “Hudeybiye’de şüphe ettiğim kadar, Muhammed’in peygamberliğinde şüphe etmedim.”

Halifenin sözü kullanış şeklinden, defalarca O Hazretin peygamberliğinden şüphe ettiği anlaşılmaktadır. Ancak Hudeybiye’deki şüphe diğer şüphelerinden daha kuvvetliymiş.

Nevvab: Kıble sahip (alicenap)! Bağışlayın, Hudeybiye’de ne oldu ki, onun şüphe etmesine yol açtı?

Davetçi: Olayın izahı çok geniştir. Ancak toplantının vaktini göz önünde bulundurarak olayın özetini huzurlarınıza arz edeyim.

Hudeybiye Vakıası

 Bir gece Resulullah (s.a.a) rüyasında, ashabıyla beraber Mekke’ye gidip Umre yaptıklarını görüyor. Sabahleyin uykusunu ashaba anlatıyor. Ashap; “Sizin kendiniz bizim uykularımızı tabir edensiniz; buyurunuz bu uykunuzun tabiri nedir!” diye arz ediyorlar. Hazret şöyle buyuruyorlar: “İnşaallah biz Mekke’ye gidip amellerimizi yapacağız.”

Ama ne zaman müşerref olacaklarını belirlemiyor. Aynı yıl Resulullah (s.a.a) Allah’ın evinin ziyareti aşkından dolayı, ashapla birlikte, Mekke-i Muazzama’ya doğru hareket ediyorlar. Hudeybiye’ye[4] yetiştiklerinde, Kureyş kafirleri haberdar oluyorlar. Bundan dolayı savaş teçhizatıyla onların önüne çıkarak Mekke’ye girmelerine mani oluyorlar.

Resulullah (s.a.a) savaş kastıyla değil, hedefi sadece ziyaret olduğundan dolayı, Mekke kafirleriyle sulh yaparak anlaşma imzalayıp oradan geriye döndüler.

İşte bu olay esnasında Ömer, kendi itiraf ve ikrarına ve sizin de büyük alimlerinizin kaydettiğine göre Peygamberin nübüvvetinde şüpheye kapıldı. İşte bu yüzden Resulullah (s.a.a)’in yanına gelerek şöyle dedi:

“Ya Resulullah! Siz ki peygamber ve sözü doğru olansınız, bize demediniz mi Mekke’ye gideceğiz, orada saçlarımızı tıraş edeceğiz; şimdi neden tersi oldu?”

Hazret (s.a.a) buyurdular ki: “Acaba ben zaman tayin ettim mi? Bu yıl ziyaret edeceğiz dedim mi?”

Ömer: “Hayır, Ya Resulellah.” dedi.

Hazret (s.a.a) buyurdular ki: “Öyleyse dediklerim doğrudur, ziyarette bulunacağız inşaallah; uykumun tabiri vaki olacaktır; ancak uykunun tabiri Allah’ın iradesine bağlıdır; erken veya geç olabilir.”

İşte bundan dolayı Cebrail nazil olarak “Fetih” suresindeki şu ayeti indirdi:

“And olsun, Allah, resulünün gördüğü rüyanın hak olduğunu doğruladı. Eğer Allah dilerse, mutlaka siz Mescid-i Haram’a güven içinde, saçlarınızı tıraş etmiş, (kiminiz de) kısaltmış olarak ve korkusuzca gireceksiniz. Fakat Allah, sizin bilmediğinizi bildi, böylece de bundan başka da size yakın bir fetih ve zafer verecektir.”[5]

İşte bu, “Hudeybiye” olayının özeti idi. Bu olay, sabit müminler ve sarsılan insanlar için bir imtihandı.

(Söz buraya vardığında, beyler saatlerine bakarak gülerek şöyle dediler: Söz o kadar tatlı ve çekicidir ki, her şeyden gafil oluyoruz. Mecliste bulunanlara gerçekten çok zahmet verdik; dün gece beylerin vakti alındı, bu gece de gece yarısını çok geçmiştir. Ahlaki olarak da iyi bir iş değildir, toplantıya son verirsek iyi olur. Bu arada çay ve tatlı ikram edildi, beylerin morallerinin düzelmesi için de biraz mizah ve şaka yaptık.)

Beklenmedik Sohbetler

Hafız: Kıble sahip (alicenap)! Sizi mülakat etmek ve özellikle sizin cezp edici ahlakınız bizi çok sevindirdi, sizinle daha fazla vakit geçirmek isterdik. O kadar cezp edici ahlakınız var ki insan elinde olmaksızın kendini size veriyor ve herhangi bir sözü olsa da sessizce sizi dinlemek zorunda kalıyor. Nitekim bizim söyleyecek sözlerimiz çoktu, bir çok meseleler mücmel ve müphem kaldı. Ama ne yapalım mecburen vatana dönmek zorundayız, orada vakti geçen bir takım şahsi ve genel işlerimiz vardır. Ümit ediyoruz ki cenabınız, huzurunuzdan yeterli derecede istifade etmemiz için bizi minnettar ederek evimizi şereflendirirsiniz.

Nevvab: (Hafıza dönerek:) Biz sizin hareket etmenize izin vermeyiz. Zira iş öyle ince bir yere varmış ki, bu bir taraflık olmalı. Çünkü siz sürekli olarak bizlere diyordunuz ki, Rafızilerin (Şiilerin) hiçbir delil ve burhanları yoktur; tek başlarına kadının yanına gidiyorlar. Bizim karşımıza çıkarlarsa, aciz kalırlar. Bizler bu toplantılarda tam aksine sizlerin susup aciz kaldığınızı gördük. Biz dinleyiciler, hakkı nerede gördüysek ona uymamız için, kesinlikle hakkın malum olması gerekir.

Hafız: (Nevvab’a hitaben:) Bizim sustuğumuzu ve cevap vermekten aciz kaldığımızı zannederek yanılıyorsunuz. Hatibin tatlı konuşması, açık beyanı ve güzel ahlakı bizi susturdu. Biz de adaba riayet ederek aziz konuğumuzu incitmedik. Biz daha asıl sözlerimize geçmedik; eğer söze sıcağı sıcağına geçecek olursak, getireceğimiz delillerle göreceksiniz ki hak bizimledir ve bizim delillerimiz hakkı ispatlamaktadır.

Nevvab: (Hafıza yönelik:) Biz ilk baştan şu ana kadar mevlamız, serverimiz, kıble sahip Sultan’ul- Vaizin’den duyduğumuz sözlerin hepsi mantık, delil ve burhan üzere idi. Ama sizi mantık ve delil karşısında sessiz gördük.

Eğer delilimiz var diyorsanız, kesinlikle kalmalı ve beyan etmelisiniz. Ben size açıkça söylüyor ve tehlike olduğunu ilan ediyorum. Bu geceki konuşmaları yarın çıkan gazete ve dergiler yayınlayacak, bir takım insanın inancı zayıflayıp şüpheye düşeceklerdir. Eğer hakkı layıkıyla açığa kavuşturmasanız, kesinlikle din ve şeriat sahibinin nezdinde sorumlusunuz.

Hafız: (Rengi kaçmış bir şekilde Nevvab’a:) Siz bu aziz misafiri de göz önünde bulundurun, kendi buyurduğuna göre “Meşhed” yolcusudur, vakti değerlidir. Hareket etmek istiyorlarmış, bizim için kalmışlar, ona daha fazla zahmet vermek ahlak kurallarıyla bağdaşmaz.

Davetçi: Sizin lütuflarınızdan çok memnunum. Benim hareketimle ilgili buyurduğunuz söz doğrudur. Ancak her ne kadar önemli işim de olsa, dini hizmet karşısında naçizdir. Benden taraf hiçbir mani yoktur. Hatta bir yıl bile sizler zahmete katlanırsanız, ben kendime hakkın perde arkasından çıkıp açığa kavuşmasını vazife bildiğimden dolayı devam etmeye hazırım. Ayrıca böyle siz değerli alimlerin arasında olmak da beni daha mutlu kılıyor, özellikle de cenabınız beni güzel ahlakıyla meczup ettiniz. Sadece ev sahibi sayın Mirza Yakup Ali Han’a çok zahmet verdiğimizden dolayı mahcup oluyorum.

(Muhterem Kızılbaş şahsiyetlerinden olan Mirza Yakup Ali Han, Zülfikar Ali Han, Adalet Ali Han kardeşlerin hepsi birden yüksek sesle: “Biz sizden böyle sözleri beyan etmenizi beklemiyorduk, bizler ev sahibi değiliz, hatta cenabınız ömrünüzün sonuna kadar da burada kalırsanız bizim için zahmet değildir. Biz burada kapıcılarız, sizin vücudunuz bizim iftiharımızdır.”

Cenabı Seyyid Muhammed Şah (Peşaver’in eşrafından) ve cenabı Ağa Seyyid Adil Ahzar (Peşaver’in Şia alimlerinden) buyurdular ki: “Birkaç gece de bu toplantıların şerefini bizim eve verin.”

Mirza Yakup Ali Han da onların bu sözüne karşılık buyurdular ki: “Hayır! Kıble sahip Sultan’ul- Vaizin Peşaver’de bulunduğu sürece ve bu toplantılar devam edene kadar burada olmaları gerekir.”)

Hafız: (Biraz sükut ettikten sonra) Sakıncası yoktur, madem ki ağalar istiyorlar kaç gün daha kalırım. Ama kıble sahibin buyurduğu gibi ev sahiplerine çok zahmet oldu, en iyisi bundan sonra toplantının yeri biz de olsun, böylece adalet de sağlanmış olur.

Davetçi: Ben ısrar etmiyorum, ama burası daha geniş ve büyük, bahçesi de vardır, toplantı için daha uygundur. Zaten sizin kendiniz de burayı seçmiştiniz. Yine de arz ediyorum benim için fark etmez, her yere emrederseniz ben sizin hizmetinizdeyim.

Mirza Yakup Ali Han: Ev açısından ve Kızılbaş cemaatı tarafından hiçbir sakıncası yoktur. Hafız bey yeni geldikleri için bizi iyi tanımayabilirler. Ama halk bizi çok iyi tanıyor. Kızılbaşlar misafir sever insanlardır, hizmette yorulmak bilmezler.

Özellikle bu ev, konaklama yeridir; toplantı ilmi, dini ve mezhebi münazaralar olduğu için gerçekten bizi hoşnut etmiştir.

Hafız: Benim için Peşaver’de kalmak çok zordur; çünkü tatil olmuş yapılacak bir takım işlerim vardır. Yine de beylerin davetini icabet ederek birkaç gün daha kalırım. Öyleyse inşaallah yarın görüşmek üzere sizden müsaade istiyorum.



YEDİNCİ OTURUM

(29 Recep 1345 Perşembe akşamı)

 Gecenin ilk saatlerinde davetliler (sohbete katılacak olanlar) salona geldiler. Çay içip bir müddet samimi sohbetlerden sonra ciddi bir hava içerisinde oturum başladı.

Seyyid Abdulhay (Ehl-i Sünnet imamı): Kıble sahip (alicenap)! Birkaç gün önce bazı açıklamalarda bulundunuz. Kıble ve serverimiz Hafız bey sizden delil istediler. Ama siz meseleyi çarpıtarak konunun dışına çıktınız ve bir takım tabiri caizse ilmi mugalatalarla bizi oyalayarak konunun dışına çıktınız ve böylece asıl mesele arada kayboldu.

Davetçi: Buyurun efendim, konu ne idi ve hangi sorunuz cevapsız kaldı, lütfen hatırlatır mısınız?

Seyyid: Birkaç gün önce, efendimiz Ali’nin (k.v) Resulullah (s.a.a) ile nefsani özdeşliğini ve bu sebeple de Ali’nin bütün peygamberlerden üstün olduğunu buyurmadınız mı?

Davetçi: Doğru, böyle olduğunu şimdi de söylüyorum.

Seyyid: Öyleyse bizim eleştirimizi neden cevapsız bıraktınız?

Davetçi: Çok yanıldınız; size şaşırıyorum; bütün geceleri can kulağıyla delillerimizi dinlediğiniz halde, benim konudan kaçarak mugalata yaptığımı mı söylüyorsunuz? İşin içinde, konudan sıyrılıp kaçmak veya mugalata yapma diye bir şey yoktur. Laf lafı açtı, derken sohbet uzadı ve siz de bunu yanlış yorumladınız. Ama kesinlikle konunun dışına çıkmadım ve meseleyle irtibatsız sözler de sarf etmedim. Siz bir takım sorular sordunuz; ben de mecburen cevapladım. Şimdi buyurun sormak istediklerinizi sorun. Allah’ın yardımıyla cevap vermeye hazırım.

Seyyid: İki insanın arasında, nefsani bir özdeşlik oluşup onların tek vücut haline gelmeleri nasıl mümkün olabilir? Bunu anlamaya çok meraklıyız.

Mecazi Özdeşlikle Hakiki Özdeşlik Arasındaki Fark

Davetçi: İki insan arasında hakiki özdeşlik olamaz. Bu imkansızdır; batıl oluşu da aşikardır. Hakiki özdeşliğin imkansız oluşu meselesi, kendi konusu dahilinde delillerle ispat olunmuştur. Böyle bir şeyin mümkün olmayışı apaçıktır. Öyleyse iddia edilen şey hakiki özdeşlik değildir. Söz konusu özdeşlik, mecaz ve mübalağa babındandır. Çünkü birbirini çok seven veya bir çok yönleriyle birbirlerine benzeyen iki insan genellikle bir vücut olduklarını hissedercesine özdeşlik iddiası yaparlar.

Arap ve Arap olmayan edebiyatçı ve şairlerin söz ve şiirlerinde bu tür mübalağalar oldukça çoktur. Hatta evliyaullahın sözlerinde de bu çeşit mübalağalar açıkça görülmektedir. Örneğin: Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s)’ın olduğu belirtilen bir şiirde şöyle geçmekte:

Kişilerin himmetleri (gayretleri) muhtelif işlerde çoktur.

Ama benim gayretim dünyada müsait bir dosttur.

Bu dost, iki bedene girmiş bir ruh gibidir.

Cisimleri iki cisim, ama ruh birdir.

Mecnun-i Amiri hakkında şu söz meşhurdur: Bir gün Mecnun’a hacamat[6] yapmak istediklerinde, Mecnun, kendisine hacamat yapmamaları için ısrarla şöyle diyordu: “Ne olur bu işten vazgeçin. Çünkü neşterin, Leyla’ya dokunacağından korkuyorum. Zira Leyla benim damarlarımda yer almıştır.” Şairler bu manayı şiir şeklinde dile getirmişlerdir:

Hacamattan korkmuyorum diye söyledi Mecnun.

Zira dağlardan daha yücedir sabrım benim.

Lakin Leyla ile dolup taşmıştır bedenim.

Bu sedef o incinin sıfatlarıyla doludur.

Aydın bir kalbe sahip olan akıl;

Leyla ile benim aramda fark olmadığını anlar.

Ey hacamat eden, bana hacamat yaptığında,

Neşteri Leyla'ya dokunduracağından korkarım.

Ben Leylalım, Leyla da ben.

Biz iki bedene girmiş bir ruhuz.

Onun ruhu benim ruhum; benim ruhum da onun ruhudur.

İki ruhun bir bedende yaşadığını kim görmüştür?

Edebiyat üstatlarının eserlerine bakacak olursanız, bu çeşit mübalağa ve mecazi sözleri çok görürsünüz. Nitekim tatlı dilli edebiyatçı şair şöyle demiştir:

Ben aşık olan kimseyim; aşık olunan da benim.

Biz bir bedene girmiş iki ruhuz.

Beni gördüğün zaman, onu görürsün.

Onu gördüğünde de beni görürsün.

Peygamber ve Ali’nin Nefsani Özdeşliği

Bundan fazla beylerin vaktini mukaddimede almış olmayayım. Şimdi şu netice ve sonucu alıyorum ki, eğer ben size; “Emir’ul- Muminin Ali (a.s)’ın Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ile nefsani özdeşliği vardı” dediysem, sizin dikkat ve düşünceleriniz hakiki özdeşliğe yönelmesin. Zira hiç kimse hakiki özdeşliği iddia etmemiştir. Eğer bir kimse böyle bir özdeşliğe inanırsa, böyle bir inanç kesinlikle batıl ve itibarsızdır.

Binaenaleyh bu özdeşlik, hakiki değil mecazidir. Ondan kast olunan da, ruh ve kemal eşitliğidir, cisim değil. Kesinlikle Emir’ul- Muminin Ali (a.s), nass ve delille istisna edilen hariç, bütün fazilet, kemal ve sıfatlarda Resulü Ekrem (s.a.a) ile eşitti.

Hafız: Öyleyse bu kaide ve kurala göre, Muhammed ve Ali’nin, birlikte peygamber olmaları gerekir. Sizin sözlerinizden anlaşıldığı üzere Ali de peygamberlikte ortakmış; vahiy de özdeşlikten dolayı mecburen her ikisine nazil oluyormuş!

Davetçi: Gerçekten mugalata yaptınız; durum sizin beyan ettiğiniz şekilde değildir. Biz ve Şialardan hiç kimse, böyle bir inanca sahip değiliz. Meclisin vaktini münakaşa ile almanızı ve konuşulan konuların tekrar olunmasına sebep olmanızı sizden beklemiyordum. Daha şimdi, nass ve delilin istisna ettiği hariç bütün kemallerde eşit olduklarını arz ettim. Nass ve delilin de istisna ettiği nübüvvet-i Hasse ve onun şartlarıdır; ki vahyin nazil oluşu ve hükümler, o şartlardandır.

Geçen akşamlarda yapılan açıklamaları unuttunuz mu? Eğer unuttuysanız, yayınlanan gazete ve dergilere müracaat ediniz; göreceksiniz ki biz geçen gecelerde, “Menzilet” hadisinin yanı sıra, Hz. Ali’nin nübüvvet makamına sahip olduğunu, fakat Hatem’ul- Enbiyanın din ve şeriatının emri altında olduğunu ispatladık. İşte bundan dolayı, vahiy Hz. Ali (a.s)’a inmemiş ve O’nun nübüvvet makamı, Harun’un Musa dönemindeki nübüvvet makamından da fazla olmamıştır.

Hafız: Siz bütün fazilet ve kemallerde eşitliğe inandığınız için bu inanç nübüvvet ve nübüvvetin şartlarında da eşitliği gerektirmektedir.

Davetçi: Zahirde böyle düşünülmesi mümkün olabilir, ama eğer birazcık dikkat etseniz, meselenin beyan ettiğinizden başka bir şey olduğunu tasdik edeceksiniz. Nitekim geçen akşamlarda, nübüvvet için mertebe ve derecelerin olduğunu Kur’ân ayetleri ile vurgulamış ve nübüvvete sahip olanların bazılarının, diğer bazılarına nazaran üstün olduğunu ispatlamıştık. Allah-u Teâla da Kur’ân'da açıkça şöyle buyurmaktadır: “O peygamberlerden bazısını bazısına üstün kıldık.”

Peygamberlerin bütün derece ve mertebelerinden en üstün derece Muhammed (s.a.a)’in özgü nübüvvetinin mertebesidir. İşte bunun için Allah-u Teâla Ahzab süresinin 40. ayetinde şöyle buyuruyor:

“Muhammed, sizden birisinin babası değildir; fakat Allah’ın Resulü ve peygamberlerin sonuncusudur.”

 İşte o kemal, hatemiyete sebep olan has nübüvvettir. Öyleyse bu has kemalde hiç kimse ortak olamaz; ama diğer kemal ve faziletlerde eşitlik hükmündedirler. Bu mananın ispat olması için delil ve burhanlar yeterince çoktur.

Seyyid: Acaba kendi iddianızı ispat etmek için Kur’ân-ı Kerim'den bir deliliniz var mı?

Mübahele Ayeti

Davetçi: Elbette ilk delilimizin Kur’ân'dan olduğu gayet açıktır; ki bu bizim en muhkem semavi senedimizdir. En büyük delil, Kur’ân-ı Kerim'de apaçık buyurulmuş olan şu mübahele ayetidir:

“Sana gelen bunca ilimden sonra, yine de bu hususta seninle çekişip-tartışmalara girişirlerse de ki: Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, nefsimizi (kendimizi) ve nefsinizi (kendinizi) çağıralım; sonra karşılıklı lanetleşelim de Allah’ın lanetini yalan söylemekte olanların üstüne kılalım.”

Sizin kendi alimlerinizden tanınan muteber şahıslar ve müfessirler, örneğin; imam Fahri Razi Tefsir-i Kebir’de, imam Ebu İshak Salebi “Keşf'ul- Beyan”da, Celaluddin Süyuti “Dürr’ül- Mensur”da, Gazi Beyzavi “Envar’ut- Tenzil”de, Carullah Zemahşeri “Keşşaf”da, Müslim bin Haccac “Sahih”de, Ebu’l- Hasan Fakih bin Meğazili eş-Şafii el-Vasitî “Menakıb”da, Hafız Ebu Naim İsfehani “Hilyet’ul- Evliya”da, Nuruddin Maliki “Fusul’ul- Muhimme”de, Şeyh’ul- İslâm Himvini “Feraid”de, Ebu'l- Muayyid Harezmi “Menakıb”da, Şeyh Süleyman Belhi el-Hanefi “Yenabi’ul- Mevedde”de, Sibt bin Cevzi “Tezkire”de, Muhammed bin Talha “Metalib'us- Süul”da, Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii “Kifayet’ut- Talip”te İbn-i Hacer-i Mekki “Savaik'ul- Muhrika”da ve bunlardan başkaları, bu ayetin nüzul olduğu günü Mübahele günü yazıyorlar ve o gün Zilhicce ayının 24’ü veya 25’i imiş.

Hz. Peygamber’in Necran Nasranileriyle Tartışması

Resulü Ekrem (s.a.a) Necran Nasranilerini (Hıristiyanlarını) İslâm’a davet ettikten sonra, onların büyük alimlerinden olan Seyyid, Akıb, Casilik, Alkame ve 70 kişiye aşkın diğer kimseler, 300 kişiye ulaşan kendi takipçileriyle birlikte Medine’ye geldiler. Resulullah'la yaptıkları birkaç ilmi münazaralarda, sabit ve muhkem delillerle gereken cevapları alarak yenilgiye uğradılar. Zira O Hazretin delilleri, onların elinde bulunan güvenilir kitaplardandı. O kitaplarla kendi hakkaniyetini, Hz. İsa'nın O Hazretin alamet ve nişaneleri hakkındaki söyledikleri sözleri ve zuhur edeceğinden haber verdiğini onlara anlattı. Nasraniler Hz. İsa'nın verdiği haberlere göre böyle bir zuhurun bekleyişi içinde idiler; ki O (Resul) deveye binerek (Mekke’de bulunan) Faran dağlarından zahir olacak, İyr ve Uhud (Medine’de) arasında hicret edecektir. Resulullah (s.a.a)’in delilleri öyle güçlü idi ki, teslim olmaktan başka cevapları yoktu.

Ama makam ve mevki sevgisi onların teslim olmasına mani oldu. Onlar İslâm’ı kabullenmediklerinden dolayı Resulullah (s.a.a) Allah’ın emri üzerine, doğrunun yalancıdan ayırt edilmesi için onlara mübahele (karşılıklı beddua) yapma önerisinde bulundu. Nasraniler de bu öneriyi kabullenip bu işin yarına bırakılmasını söylediler; Hazret de kabul etti.

Nasranilerin Mübahele İçin Hazırlanması

Belirtilen gün olan ertesi gün, Nasranilerin hepsi yetmişten fazla kendi alimlerinin eşliğinde, Medine’nin çıkışında, Resulullah (s.a.a)’in çok büyük ve kalabalık bir toplulukla onları yıldırmak ve korkutmak için geleceğini bekliyorlardı.

Aniden “Medine” kalesinin kapısı açıldı, Resulullah (s.a.a), sağında bir genç, solunda hicaplı bir kadın ve ön tarafında ise iki çocuk olduğu bir halde gelerek Nasranilerin karşısındaki bir ağacın altında oturdular. Buların dışında kimse O’nlarla gelmemişti.

Nasranilerin en bilgini ve alimi olan oskof, mütercimlerden Muhammed ile gelenlerin kim olduklarını sordu. Mütercimler; “O genç, O’nun damadı ve amcası oğlu Ali bin Ebi Talip’tir, O kadın O’nun kızı Fatıma’dır, O iki çocuk ise O’nun torunları ve kızının evlatları olan Hasan ve Hüseyin’dir” dediler.

Oskof bu durumu görünce Nasrani alimlerine şöyle dedi: Bakınız Muhammed nasıl da mutmain bir halde en yakınlarını, evlatlarını ve en çok sevdiği azizlerini mübahaleye getirip onları belaya maruz bıraktı. Allah’a and olsun ki, eğer O’nun tereddüt veya korkusu olsaydı, asla onları getirmez ve mübaheleden vazgeçerdi veya en azından ailesinden olan azizlerini bu hadiseden uzak tutardı. O’nunla mübahele yapmamız, kesinlikle doğru değildir. Eğer Rum Kayseri’sinden korkmasaydım ona iman ederdim. Öyleyse O’nun isteklerini kabullenerek O’nunla anlaşıp kendi şehrimize dönelim. Onların hepsi; “Söylediklerin sahih ve doğrudur” deyip Oskofu tasdik ettiler. Daha sonra Oskof, Hz. Peygamber’e; “Biz seninle mübahele yapmıyor, anlaşmak istiyoruz.” dedi. Hazret de onların bu teklifini kabul ettiler.

Barış anlaşması Hz. Ali (a.s)’ın eli ile yazıldı. Evrafi kumaşlarından, her kumaşın kıymeti kırk dirhem olmak şartıyla iki bin kumaş, bin mıskal altın ve bunların yarısının yani bin kumaş ve beş yüz mıskal altının Muharrem ayında ve diğer yarısının da Recep ayında verilmesinin gerekliliği yazıldıktan sonra her iki taraf da imzaladı.

Daha sonra kendi diyarlarına döndüler. Yolda giderken onların alimlerinden olan Akıb kendi yaranlarına şöyle dedi: “Allah’a and olsun ki, ben ve siz, bu Muhammed’in vaat edilen peygamber ve söylediklerinin de Allah tarafından olduğunu biliyoruz. And olsun Allah’a ki, herhangi bir peygamberle mübahele eden kimse, kurtuluşa ermemiştir; neticede onların büyük ve küçüklerinden hiçbir kimse sağ kalmamıştır, hepsi helak olup gitmiştir. Eğer biz de mübahele etseydik, kesinlikle hepimiz helak olurduk ve yer yüzünde bir tane dahi Nasrani kalmazdı. And olsun Allah’a; ben onlara baktığımda öyle simalar gördüm ki, eğer Allah’tan isteseydiler, dağları yerinden oynatırlardı.

Hafız: Beyan ettikleriniz sahih, doğru ve bütün Müslümanlar tarafından kabullenilmektedir. Ama bizim konumuz olan, Ali (k.v) ile Resulullah’ın (s.a.a) nefsani özdeşliği meselesiyle ne alakası vardır?

Davetçi: Bu ayeti kerimede, bizim şahit ve delilimiz “Enfüsena” (nefslerimiz) kelimesidir. Zira bu olayda kaç tane önemli nükte gözükmektedir.

Birinci olarak; Resulullah (s.a.a)’in hakkaniyetinin ispat oluşudur. Zira eğer hak olmasaydı mübaheleye cesaret etmez ve aynı zamanda Nasranilerin büyük alimleri de mübaheleden kaçmazlardı.

İkinci olarak; bu ayeti kerime, İmam Hasan ve İmam Hüseyin (a.s)’ın Resulullah’ın oğulları olduğuna delalet etmektedir. (Nitekim birinci akşam bu konuya değinmiştim.)

Üçüncü olarak; bu ayeti şerifle, Emir'ul- Muminin Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’in (Allah’ın selamı onların hepsinin üzerine olsun) Resulullah (s.a.a)’den sonra, mahlûkatın en şerif ve en aziz insanları oldukları ispat edilmektedir.

Nitekim sizin, Zemahşeri, Beyzavi, Fahri Razi gibi bütün mutaassıp alimleriniz kendi kitaplarında buna değinmişlerdir. Özellikle Carullah Zemahşeri bu ayeti şerifenin tefsirinde genişçe bahsedip Âl-i Aba’nın beş ferdinin bir araya toplanmasının hakikatlerini ortaya serdikten sonra şöyle diyor: “Bu ayet, Peygamberle birlikte abanın altında toplananların, en faziletli olduklarına en büyük delildir ve bu ayetten daha büyük bir delil olamaz.”

Dördüncü olarak; bu ayet, Hz. Ali (a.s)’ın Hz. Peygamber (s.a.a)’in bütün ashabından daha üstün ve faziletli olduğuna bir delildir. Zira Allah-u Teâla bu ayette, Hz. Ali’yi Hz. Peygamber’in nefsi olarak tanımlamıştır. “Enfusena” (nefislerimiz) kelimesinden kasıt, Resulullah’ın kendi nefsi olmadığı apaçıktır. Zira davet, değişikliği gerektirmektedir ve insan hiçbir zaman kendisini davet etmeye emr olunmamıştır. Öyleyse bu ayetteki “enfusena”dan kasıt, Resulullah (s.a.a)’in nefsi mesabesinde olan başka birisinin davet olunmasıdır.

Zira, Şia ve Sünni fırkalarının, güvenilir ve muteber olan bütün müfessir ve muhaddisleri (hadisçiler), Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin (aleyhum’us- selam)’dan başka hiç kimsenin Mübahele günü Resulullah’ın yanında olmadığını söylemişlerdir. Çünkü, “ebnaena ve ebnaekum” (bizim oğullarımız ve sizin oğullarınız) cümlesinden Hasan ve Hüseyin; “nisaena ve nisaekum” (kadınlarımız ve kadınlarınız) cümlesinden de Hz. Fatıma kast olunmuştur. Mezkur heyette, Emir’ul- Muminin Ali (a.s)'ın dışında, kendisine “Enfüsena” (nefislerimiz) denilecek kimse kalmamaktadır.

İşte, “Enfüsena” kelimesiyle, Hz. Peygamber efendimiz ile Hz. Ali (aleyhum’es- selam) arasında nefsani özdeşliğin olduğu ispat olmaktadır. Binaenaleyh, Hak Teala, Hz. Ali’yi, Hz. Muhammed (s.a.a)’in nefsi olarak tanımlamıştı. İki şahıs arasında, hakiki özdeşlik ve birlik muhal olduğundan dolayı, buradaki özdeşlik mecazi özdeşliktir.

Beyler iyi biliyorlar ki, Usul ilminde şöyle bir kural vardır: Lafzı en yakın mecaza hamletmek, uzağa hamletmekten daha evladır. En yakın mecaz da, delille istisna edilen hariç, bütün iş ve kemallerde eşit ve ortak olmaktır. Biz daha önce arz ettik ki, delil ve icmayla hariç olan şey, Hz. Peygamber’in nüvüvvet-i hasse’si ile vahyin nazil oluşudur; ki biz, Hz. Ali’yi bu hususta Hz. Peygamber’le eşit ortak bilmiyoruz. Ama ayeti kerimenin hükmüne göre, diğer bütün kemallerde eşittirler. Kesinlikle İlahi feyiz (lütuf), Mebde-i Feyyaz (Allah-u Teâla)’dan taraf, mutlak olarak Hz. Peygamber’in bizzat kendi vasıtasıyla Hz. Ali’ye ulaşmıştır. İşte bunun kendisi, bizim iddia ettiğimiz nefsani özdeşliğe delildir.

Hafız: Nefs’in mecazi anlamda davet edilmesi nereden belli? Bir mecazinin diğer bir mecaziden evla olması da doğru değildir.

Davetçi: Sizden, münakaşa etmemenizi, meclisin vaktini boşa geçirmemenizi, insafın dışına çıkmamanızı ve çıkmaza girdiğinizde de konuyu bırakmanızı rica ediyorum. Kesinlikle, sizin gibi insaflı bir alimden münakaşa ve mücadele beklentimiz yoktur. Zira hem siz ve hem de fazilet ehli kimselerin yanında, nefs’in mecazi anlamda kullanmasının diğer mecazilerden daha yaygın oluşu sabittir.

Daha önce arz ettiğim gibi, Arap ve Arap olmayan edip ve şairlerin lisanında mecazi özdeşlik çok yaygındır. Nitekim insanların defalarca birbirlerine; “Sen benim canımsın” veya “Sen benim canım gibisin” dediğini hepimiz duymuşuz. Özellikle bu mana, hadislerin lisanında Hz. Ali (a.s) için çok rivayet olunmuş ve bunların her biri bizim maksadımızın ispatı için yeterli birer delildirler.

Hz. Peygamber İle Hz. Ali’nin

Eşitliğine Dair Hadisler

İmam Ahmed bin Hanbel “Müsned”inde, Şafii fakihi olan İbn-i Meğazili Menakıb’da, Muvaffak bin Ahmed (Hatib-i Harezmi) Menakıb’da, Resulullah’ın (s.a.a)’in defalarca şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:

“Ali benden ve ben de O’ndanım; O’nu seven beni sevmiş ve beni seven de şüphesiz Allah’ı sevmiştir.”

Aynı şekilde, İbn-i Mace Sünen’inin 1. cildinin 92. sayfasında, Tirmizi Sahihi’nde, İbn-i Hacer “Savaik”te imam Ahmed, Tirmizi, Nesai ve İbn-i Mace'den Hz. Ali (a.s)’ın faziletleri hakkındaki nakletmiş olduğu 40 hadisin 6. hadisinde, imam Ahmed bin Hanbel Müsned'inin 4. cildinin 164. sayfasında, Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii, İbn-i Simak’ın Müsned'inin 4. cildi ve Tebarini’nin “Mucem'ul- Kebir”inden naklen “Kıyafet’ut- Talib” kitabının 67. babında, imam Ebu Abdurrahman Nesai “Hasais” adlı kitabında, Hanefi olan Süleyman Belhi, “Mişkat”tan naklen “Yenabi’ul- Mevedde”nin 7. babında Ceyş bin Cunadet’il- Seluli’den Resulü Ekrem (s.a.a)’in Veda Haccında Arafat’ta şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir:

“Ali bendendir, ben de Ali’denim; ben ve Ali’den başka kimse (benim vazifemi) eda edemez.”

Hanefi olan Süleyman Belhi “Yenabi’ul- Mevedde” kitabının 7. babında, Abdullah bin Ahmed bin Hanbel’in “Zevaid-i Müsned”inden naklen İbn-i Abbas'a istinaden şöyle nakletmiştir: Resulü Ekrem (s.a.a) müminlerin annesi Ümmü Seleme'ye şöyle buyurdular:

“Ali bendendir, ben de O’ndanım; O’nun eti benim etimden ve O’nun kanı benim kanımdandır; O bana nispetle Harun’un Musa’ya olan konumu gibidir. Ey Ümmü Seleme! Duy ve şahit ol ki, bu Ali, Müslümanların seyyidi ve efendisidir.”

Hamidi “Cem’un Beyn'es- Sahihayn”de ve İbn-i Ebi'l- Hadid “Nehc'ül- Belağa Şerhi”nde, Resulü Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu naklediyorlar:

“Ali bendendir, ben de Ali’denim; Ali bana nispetle, bedendeki baş gibidir; O’na itaat eden şüphesiz Allah’a itaat etmiştir.”

Muhammed bin Cerir-i Taberi Tefsirinde ve Şafii fakihi olan Mir Seyyid Ali Hemedani “Meveddet'ul- Kurba” adlı kitabinin 8. Meveddet'inde Resul-ü Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:

“Allah-u Teâla bu dini Ali’nin vasıtası ile kuvvetlendirdi; şüphesiz O benden, ben de O’ndanım; “Efemen kane ala beyyinetin min Rabbihi ve yetluhu şahidun minhu”[7] ayeti O’nun hakkında nazil olmuştur.”

Şeyh Süleyman Belhi “Yenab'ü-l Mevede” adlı kitabının 7. babını bu konuya tahsis ederek o bölüme şu unvanı vermiştir: “El- bab’us- Sani Fi Beyani enne Aliyyen (k.v) Ke-nefsi Resulillah (s.a.a) ve Hadis-i Aliyyun Minni ve ene Minhu” (7. bab, Ali’nin (k.v) Resulullah (s.a.a)’in nefsi gibi olmasının beyanı ve “Ali bendendir ve ben de O’ndanım” hadisi hakkındadır.)

Süleyman Belhi bu babda, çeşitli yol ve farklı lafızlarla, Resulü Ekrem (s.a.a)’den 24 hadis naklederek O Hazretin şöyle buyurduğu nakletmiştir: “Ali, benim nefsim mesabesindedir.” Babın sonunda da Menakıb’tan naklen Cabir’in şöyle dediğini naklediyor: Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu duydum:

“Ali’de bir takım hasletler (özellikler) vardır ki, eğer onlardan biri, herhangi bir kişi için olsaydı, fazilet ve şeref bakımından ona yeterli olurdu.”

O hasletler, Resulullah (s.a.a)’in Hz. Ali hakkında buyurduğu şu sözlerden ibarettir:

“Ben kimin mevlası isem Ali de onun Mevlasıdır.”

“Ali bana nispetle Harun’un Musa’ya konumu gibidir.”

“Ali bendendir, ben de ondanım.”

“Ali bana nispetle benim nefsim gibidir; O’na itaat bana itaattir, O’na itaatsizlik bana itaatsizliktir.”

“Ali’ye karşı savaş, Allah’a karşı savaştır; Ali’yle barış içerisinde olmak, Allah ile barış içerisinde olmaktır.”

“Ali’nin dostu Allah’ın dostudur; Ali’nin düşmanı Allah’ın düşmanıdır.”

“Ali, Allah’ın kullarına olan hüccetidir.”

“Ali’yi sevmek iman ve ona düşman olmak ise küfürdür.”

“Alinin hizbi, Allah’ın hizbidir; O’nun düşmanlarının hizbi ise şeytan’ın hizbidir.”

“Ali hak ile, Hak da Ali iledir; onlar birbirlerinden ayrılmazlar.”

“Ali cennet ile cehennemin bölücüsüdür.”

“Ali’den ayrılan benden ayrılmış, benden ayrılan da Allah’tan ayrılmıştır.”

“Ali’nin Şiaları, kıyamet günü kurtuluşa erecek olanların ta kendileridir.”

Mezkur babın sonunda Menakıb’tan naklen diğer uzun bir hadis de zikretmekte; o hadisin sonunda şöyle geçiyor:

“Beni nübüvvete seçene ve beni mahlukatın en üstün kılan Allah’a and olsun ki, (ey Ali) şüphesiz sen, Allah’ın kullarına olan hücceti, O’nun sırrına olan emini ve O’nun kullarına olan halifesisin.”

Bu tür hadisler, sizin alimlerinizin itibarlı kitaplarında ve “Sıhah-ı Sitte”de çok zikr olunmuştur. Bunları görmüşsünüz veya sonradan mütalâa edip hepsinin mecazi özdeşliğe alamet olduğunu tasdik edeceksiniz. Binaenaleyh “Enfüsena” kelimesi, nesebi, hasebi ve harici kemallere göre, ilim ve amel açısından Hz. Ali (a.s)’ın, irtibat ve özdeşliğinin çok güçlü oluşuna apaçık bir delildir.

Sizler ilim ehli olduğunuz için, inşaallah inattan uzak durarak bu ayeti kerimenin bizim konu ve maksadımıza, kat’i bir delil olduğunu tasdik edersiniz. Bu ayet ile aynı zamanda sizin ikinci sorunuzun cevabı da verilmiş oldu. Zira biz, Hz. Ali (a.s)’ın “Enfüsena” ayeti ile, has nübüvvet ve vahyin nüzulü hariç diğer bütün kemal, makam ve faziletlerde Resulullah (s.a.a) ile eşit olduğunu ispatladığımızda, Hz. Ali a.s)’ın bütün sahabe ve ümmetten üstün olduğunu anlamış oluruz. Bundan da öte, bu ayetin delaletine, akıl ve naklin hükmüne göre, O Hazretin bütün peygamber, sahabe ve ümmetten istisnasız olarak üstün olması gerekir. Nitekim Resulü Ekrem (s.a.a) de bütün Enbiya ve ümmetten üstün ve faziletliydi.

Peygamber (s.a.a) Bütün Peygamberlerden Üstün Olduğundan Dolayı Hz. Ali de Onlardan Üstündür

Sizler, imam Gazali’nin “İhya’ul- Ulum”, İbn-i Ebi’l- Hadid’in “Nehc'ül- Belağa Şerhi”nin, imam Fahri Razi, Carullah Zemahşeri, Beyzavi, Nişaburi gibi şahısların tefsir kitaplarını okuduğunuz zaman onların, Resulü Ekrem (s.a.a)’in, bir hadislerinde; “Ümmetimin alimleri, Beniisrail’in peygamberleri gibidir.” buyurduğunu nakl ettiklerini görürsünüz. O Hazret diğer bir hadiste de şöyle buyur-muştur:

“Ümmetimin alimleri, Ben-i İsrail peygamberlerinden daha üstündürler.”

Bu ümmetin alimleri, ilimlerini Muhammed (s.a.a)’in ilim kaynağından alıp Ben-i İsrail peygamberleri gibi veya onlardan üstün olabiliyorlarsa, sizin muteber alimlerinizin de Resulullah (s.a.a)’den naklettikleri naslara göre Hz. Ali bütün peygamberlerden üstün olması gerekir ve bunda şek ve tereddüt asla yoktur. Zira Resulü Ekrem (s.a.a) buyurmuştur ki: “Ben ilim şehriyim, Ali de onun kapısıdır.” Veya; “Ben hikmet eviyim, Ali de onun kapısıdır.” Hz. Ali (a.s)’ın kendisinden de bu konu hakkında soru sorduklarında, üstünlüğünün bazı yönlerine değindiler.

Sa’saa’nın Hz. Ali’den, O’nun Peygamberlerden Üstün Oluşunun Sebebi Hakkındaki Soruları ve Onların Yanıtı

Hicretin 40. yılı mübarek Ramazan ayının 20. Gününde, Resulü Ekrem’in de önceden haber verdiği gibi zalim ve bedbaht olan Abdurrahman bin Mülcem-i Muradi tarafından zehirli bir kılıç ile mübarek kafasından darbe alan Hz. Ali (a.s), ölüm nişaneleri belirdiğinde, oğlu İmam Hasan’a, kapı arkasında toplanan Şiaların gelip kendisini görmelerine izin verilmesini emretti. Onlar gelip yatağın etrafında toplandıklarında sessizce O Hazret için ağlıyorlardı. Hz. Ali (a.s) çok halsiz bir halde onlara şöyle buyurdular:

“Beni kaybetmeden önce, istediğiniz soruyu sorun; fakat sorularınız kısa olsun.”

Ashabın her biri soru sorup cevaplarını alıyorlardı. Onlardan biri, Şia’nın büyük şahsiyet ve ravilerinden olan Kufe'nin meşhur hatibi Sa’saa bin Suhan'dı. Şia alimlerinin yanı sıra kendi büyük alimleriniz, hatta Sıhah yazarları onun rivayetlerini Hz. Ali ve İbn-i Abbas’dan nakletmişlerdir.

İbn-i Abdulbirr “İstiab” adlı kitabında İbn-i Sa’d “Tabakat”ta İbn-i Kuteybe “Maarif”de ve diğer büyük alimleriniz onun yaşantı ve durumu hakkında şerhler yazarak onu güvenilir ve adil bilip Hz. Ali (a.s)’ın alim, fazıl, sadık ve takvalı ashabından biri olduğunu nakletmişlerdir.

Sa’saa Hz. Ali (a.s)’a şöyle arz etti: “Siz mi üstünsünüz, Adem mi?

Hz. Ali (a.s): “İnsan kendisini tarif ve tezkiye etmesi çirkin bir şeydir; ama “Rabbinin nimetlerini anlat” babından dolayı söylüyorum: Ben Adem’den daha üstünüm.”

Sa’saa: “Ey Emir’el-Muminin! Hangi delile göre siz Adem’den daha üstünsünüz?”

Hz. Ali (a.s): “Adem (a.s) için buğday hariç, cennette bütün rahmet, rahatlık ve nimetler hazırlanmıştı; O nehy edilmesine rağmen o buğdaydan yiyerek cennet ve Hakkın rahmetinin dışına çıktı. Ama Allah Teala beni, buğdayı yemeden men etmemesine rağmen kendi istek ve irademle dünyayı önemli bilmediğimden dolayı, buğdaydan yemedim...”

 Bu söz, insanın keramet ve faziletinin, Allah katında zühd ve takva ile oluşuna kinayedir. Zira dünya ve dünya güzelliklerinden daha çok perhiz edenlerin, Allah katında değer ve yakınlığı daha fazladır. Nitekim zühd ve takvanın son derecesi de, yasaklanmayan helallerden uzak durmaktır.

 Sa’saa: “Siz mi daha faziletlisiniz, yoksa Nuh peygamber mi?”

Hz. Ali (a.s): “Ben Nuh'tan daha faziletliyim.”

Sa’saa: “Hangi delile göre, siz Hz. Nuh’dan daha faziletlisiniz?”

Hz. Ali (a.s): “Hz. Nuh kendi kavmini Allah’a davet ettiğinde onlar itaat etmediler; üstelik, O Hazrete çok eziyet ve zulüm ettiler. Sonunda onlar hakkında beddua edip şöyle dedi: “Allah'ım, yer yüzünde kafirlere bir diyar dahi bırakma (yani onların hepsini helak et.)” Ama ben Hatem’ul- Enbiya (s.a.a)'den sonra, bu ümmetten onca darbe ve eziyet görmeme rağmen kesinlikle onların hakkında beddua etmedim ve tamamen sabrettim.”

Nitekim meşhur “Şıkşıkıyye” hutbesinde şöyle buyuruyor:

“Gözümde diken ve boğazımda kemik olduğu halde sabrettim...”

Bu söz, belalara karşı sabrı çok olan kimsenin hakka en yakın mahluk olduğuna kinayedir.

Sa’saa: “Siz mi daha üstünsünüz, yoksa İbrahim mi?”

Hz. Ali (a.s): “Ben İbrahim’den daha üstünüm.”

Sa’saa: “İbrahim’e üstün oluşunuzun delili nedir?”

Hz. Ali (a.s): “İbrahim Allah Tealaya; “Rabbim, ölüyü nasıl diriltirsin?” diye sordu. Allah Teala; “İnanmıyor musun?” diye buyurdu. İbrahim; “Evet inanıyorum, ama (onu görmekle) kalbimin mutmain olmasını istiyorum.” dedi. Ama benim imanım öyle bir yere varmış ki, eğer hicaplar kaldırılırsa zerre kadar yakinimde artış olmaz.”

Bu söz, şahsın derece ve makam yüceliğinin hakk'ul- yakin mertebesine ulaşması için, o şahsın yakin makamına ulaşması gerekliliğine kinayedir.

Sa’saa: “Siz mi daha üstünsünüz, yoksa Musa mı?”

Hz. Ali (a.s): “Ben Musa’dan daha faziletliyim?”

Sa’saa: “Siz hangi delile göre Musa’dan daha üstünsünüz?”

Hz. Ali (a.s): “Allah Teâla, Hz. Musa’yı Firavun’u davet etmek için Mısır’a gönderdiğinde Musa Rabbine şöyle dedi:

“Rabbim, ben onlardan bir kişi öldürdüm, beni öldüreceklerinden korkuyorum. Kardeşim Harun, dil bakımından benden daha fasihtir; Onu da benimle beraber, beni doğrulayan bir yardımcı olarak gönder. Zira ben, onların beni yalanlayacaklarından korkuyorum.”

Ama ben, babası, kardeşi, amcası, dayısı, ve yakın akrabasını öldürmediğim pek az kimse olmasına rağmen, Resulullah (s.a.a) Allah tarafından beni “Tevbe” süresinin ilk ayetlerini Mekke’de Ka’be’nin üzerinde Kureyş kafirlerine okumam için görevlendirdiğinde, asla korkmayıp emre itaat ettim ve yalnızca gidip görevimi tamamlayıp “Tevbe” suresinin ayetlerini onlara açıkladıktan sonra geri döndüm.”

Bu söz, şahsın üstünlüğünün Allah’a tevekkül ile olabileceğine ve tevekkülü çok olanın da üstün olduğuna kinayedir. Musa (a.s) kendi kardeşine itimat edip ona güvendi. Ama Emir’ul- Muminin Ali (a.s), Allah’a kamil bir tevekkül edip Hak Teala’nın geniş kerem ve lütfüne itimat etti.

Sa’saa: “Siz mi mi daha üstünsünüz, yoksa İsa mı?”

Hz. Ali (a.s): “Ben İsa’dan daha üstünüm?”

Sa’saa: “Siz hangi delile göre İsa’dan daha üstünsünüz?”

Hz. Ali (a.s): “Cebrail, Meryem’in yakasına üfledikten sonra, Meryem Allah’ın kudreti ile hamile oldu. Doğum zamanı geldiğinde Meryem’e şöyle vahiy olundu:

“Bu evden (Beyt'ul- Mukaddes) dışarı çık; zira bu ev ibadet evidir, doğum evi değil.”

İşte bundan dolayı Beyt'ul- Mukaddes'ten dışarı çıkıp çölde kuru bir hurma ağacının altında İsa’yı dünyaya getirdi. Ama ben, annem Esed kızı Fatıma'nın Mesdcid'ül- Haram’da doğum sancısı başladığında, Kâbe'nin Rabb’ine yalvararak şöyle arz etti: “İlahî, bu evin ve bu evi bina edenin hakkı hürmetin,e bu doğum sancısını benim için kolaylaştır.” İşte o an evin duvarı yarıldı ve Annem Fatıma’yı; “Ey Fatma, eve gir!” diye gaybi bir nida ile evin içine davet ettiler. Daha sonra annem içeri girdi ve ben Allah’ın evi olan Kabe'de dünyaya geldim.”

Bu söz, insanın şerefinin, ilk etapta asalet, soy ve doğumun temizliğine göre olduğuna; ruhu, nefsi ve bedeni daha temiz olanın da daha üstün olduğuna işarettir.

(Fatıma’nın Kabe'ye girmesi ve Meryem’in de doğum için Beyt'ul- Mukaddes’ten dışarı çıkarılmasından, Mekke’nin Beyt'ül- Mukaddes’se, Fatıma’nın Meryem’e ve Hz. Ali (a.s)’ın da Hz. İsa (a.s)’a nazaran daha üstün olduğu, Allah-u Teâla'nın bu emrinden anlaşılmaktadır.)

Hz. Ali Bütün Peygamberlerin Aynası İdi

( Bu sırada namaz vakti oldu. Derken arkadaşlar namaz için kalktılar. Namazı kılıp çay içerek kısa bir süre dinlenmeden sonra ben söze başlayarak şöyle arz ettim:)

Davetçi: Söylediklerime ilave, sizin alimlerin muteber ve güvenilir kitaplarında, Hz. Ali (a.s)’ın bütün peygamberlerin sıfatlarının aynası ve bütün sıfatlara sahip olduğunu zikretmişlerdir.

Nitekim Mutezili olan İbn-i Ebi’l- Hadid “Nehc’ul- Belağa Şerhi”nin 2. cildinin 449. sayfasında, Şafii fakihi olan Hafiz Ebubekir Ahmed bin Huseyn Beyhaki “Menakıb”da, imam Ahmet bin Hanbel “Müsned”inde, imam Fahri Razi “Tefsir-i Kebir”de “Mübahele” ayetinin tefsirinde, Muhyiddin Arabi “Yevakit ve Cevahir” adlı kitabının 32. konusunun 172. sayfasında, Hanefi olan Şeyh Süleyman Belhi, “Müsned-i İmam Ahmed”, “Sahih-i Beyhaki”, “Şerh’ul- Mevakıf” ve “Tarikat’ul- Muhammediyye”den naklen “Yenabi’ul- Mevedde” kitabının 40. babının başlarında, Nurettin Maliki Beyhaki’den naklen “Fusul’ul- Mühimme”nin 121. sayfasında, Şafii olan Muhammed bin Talha “Metalib’us- Süul”un 22. sayfasında ve Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii “Kifayet’ut- Talib”in 23. babında, lafız ve ibarelerde az çok farklılıkla Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:

“Kim, Adem’in ilmine, Nuh’u takvasına (hikmetine), İbrahim’in özelliğine (veya adet ve huyuna), Musa’nın heybetine ve İsa’nın da ibadetine bakmak istiyorsa, Ali bin Ebi Talib’e baksın.”

Şafii olan Mir Seyyid Ali Hemedani, “Meveddet’ul- Kurba” adlı kitabının 8. Mevedde’sinde, bu hadisi şerifi fazlalıklarla zikretmiş ve onun sonunda Cabir’den Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmektedir:

“Şüphesiz, Ali’de, Peygamberlerin hasletlerinden doksan haslet vardır; Allah Teala, Ali’den başka hiç kimsede onların hepsini bir araya toplamamıştır.”

Teşbih Hadisi Etrafında Şeyh Muhammed bin

Yusuf-u Genci-yi Şafii’nin Açıklaması

Şam’ın muhaddis ve fakihi olan Şeyh Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii, hadisi naklettikten sonra kendi itikadi olan görüşünü şöyle beyan etmektedir: “Ali’yi ilimde Adem’e Teşbih (benzetmenin) sebebi, Allah-u Teâla'nın Adem’e her şeyin ilim ve sıfatını öğretmesiydi. Nitekim Bakara süresinde şöyle buyuruyor: “Adem’e isimlerin tümünü öğretti...”[8] İlmi, idraki ve manasının istinbatı Hz. Ali (a.s)’ın yanında olmayan hiçbir hadise ve vakıa yoktur. Zira Hz. Adem bu İlahi ilmi vasıtası ile Allah-u Teâla tarafından hilafete atandı. Allah-u Teâla Bakara süresinin 30. ayetinde şöyle haber veriyor: “Ben yeryüzünde mutlaka bir halife yaratacağım.” İşte Hz. Adem bu İlahi ilim vasıtasıyla hilafet makamına atanmış oldu.

Bu teşbihi derincesine düşünen her insan, Hz. Ali (a.s)’ın, ilim sebebiyle mahlukatın en üstün ve faziletlisi olduğunu ve Resulullah (s.a.a)’ten sonra hilafet makamına sahip olduğunu anlayacaktır.

Hz. Ali (a.s)’ı hikmette Nuh (a.s)’a benzetmenin sebebi, O’nun kafirlere şiddetli ve sert, müminlere ise şefkatli olduğunu anlatmak isteyişindendir. Nitekim Allah-u Teâla Kur’an-ı Kerim’de O’nu şöyle vasıflandırmıştır: “Onunla beraber bulunanlar kafirlere karşı çetindirler, kendi aralarında ise merhametli...” Daha öncede arz ettiğim gibi bu ayet, Hz. Ali (a.s)’ın medhi hakkında nazil olduğuna bir delildir. Nuh (a.s) da kafirlere karşı çok şiddetli idi. Nitekim Allah-u Teâla Kur’an’da şöyle buyuruyor: “Nuh dedi ki; Rabbim, yer yüzünde kafirlerden yurt edinen hiç kimseyi bırakma.”[9]

Hz. Ali (a.s)’ı hilimde Hz. İbrahim (a.s)’a benzetmenin sebebi, İbrahim (a.s)’ın Kur’an'da bu sıfatla anılmasıdır. Allah Teala O’nun hakkında şöyle buyurmuştur:

“Gerçekten İbrahim çok içli ve halim (yumuşak huylu) idi.”

Bu benzetmeler, Hz. Ali (a.s)’ı ahlakta peygamberlerin ahlakı ile ahlaklandığını ve sıfatla da vasilerin sıfatlarıyla vasıflandığını göstermektedir. Öyleyse muhterem beyler, eğer birazcık insafla dikkat edecek olursanız, Şia ve Sünni’nin ittifak ettiği bu hadisin delalet ve manasından, Hz. Ali (a.s)’ın mümkün olan bütün yüce sıfatlara sahip olduğunu ve o sıfatların enbiyanın üstün sıfatlarıyla eşit olduğunu anlayacaksınızdır. İşte bu kaide gereği, bütün sıfatları haiz olma bakımından O Hazretin bütün peygamberlerden üstün olması gerekir.

Bu Teşbih (benzetme) Hadisi de, Hz. Ali (a.s)’ın Hatem’ul- Enbiya hariç bütün peygamberlerden üstün olduğuna başka bir delildir. Zira büyük peygamberlere mahsus olan haslet ve sıfatlarda onlarla eşit olması ve başkalarının sıfat ve faziletlerini de kendisinde bulundurması, bütün peygamberlerden üstün olduğunu gerektirir.

Nitekim Şafii olan Muhammed bin Talha “Metalib’us- Süul” adlı kitabında mezkur hadisi naklettikten sonra, bu manayı tespit etmiş ve açıkça şöyle demiştir: “Resulullah (s.a.a) bu hadisi şerifte, Hz. Ali (a.s) için Adem’in ilmi gibi bir ilim, Nuh'un takvası gibi bir takva, İbrahim’in hilmi gibi bir hilim, Musa’nın heybeti gibi bir heybet, İsa’nın ibadeti gibi bir ibadet sabit etmiştir.” Daha sonra şöyle ekliyor: “Bu sıfatlar, Hz. Ali’yi en yüce makama çıkarmıştır. Zira Hz. Peygamber (s.a.a) O’nu, zikr olunan bu sıfatlarla mürsel peygamberlere benzetmiştir.”

Acaba bu manayı sizin büyük alimleriniz kabullendiği halde, Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s)’dan başka, sahabe ve tabiin de olmak üzere bu ümmet arasında, büyük peygamberlerin sıfat ve güzel ahlaklarını kendisinde bulunduran birisini bulabilmeniz mümkün mü?

Nitekim Hanefi olan Şeyh Süleyman Belhi, “Yenabi’ul- Mevedde”nin 40. babında, Harezmi'nin Menakıb’ından naklen Muhammed bin Mensur’dan şöyle naklediyor: Ahmed bin Hanbel’den duydum ki şöyle diyordu: “Sahabeden hiç kimseye, Ali bin Ebi Talib’e nakledilen faziletler gibi fazilet nakledilmemiştir.”

Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii “Kifayet’ut- Talib”in 2. babında Muhammed bin Mensur ve imam Ahmed bin Hanbel'den şöyle naklediyor: “Ali bin Ebi Talip için gelen şey, Resulullah’ın ashabından hiç kimse için gelmemiştir.”

Hz. Ali (a.s)’ın üstünlüğü hakkındaki söz, sadece imam Ahmed bin Hanbel’e ait değildir; sizin insaflı alimlerinizin ekseriyeti bu manayı tasdik etmişlerdir. Nitekim Mutezili olan İbn-i Ebi’l- Hadid “Nech’ül- Belağa Şerhi”nin 1. cildinin 46. sayfasında şöyle diyor: “Hz. Ali (a.s), fazilet bakımından velayete daha evla ve layıktı. Zira O, Resulullah (s.a.a)’den sonra insanların en üstünü ve velayet makamından da hilafete bütün Müslümanlardan daha layık idi.”

Allah aşkına, Allah rızası için biraz insaflıca düşününüz. Acaba sizlerin, düşünmeden geçmişlerinizin adetleri üzerine onları taklit ederek delilsizce, bu sıfatlardan yoksun olanları böyle büyük bir şahsiyetten öne geçirmeniz insafsızlık değil mi? Acaba akıl ve fikir sahibi kimseler, geçmişlerinizin fikir ve anlayışlarının ne kadar seviyesiz olduğuna gülmüyorlar mı? Zira onlar, siyaset ve grupçuluktan dolayı ümmetin en üstün olanını evine kapatarak O’ndan tam manasıyla aşağıda olan birisini hilafet makamına oturttular! En azından Sakife’deki hilafet gibi böyle mühim bir iş hususunda istişare yapmak için, -tamamen unutulsun diye- O’na haber bile göndermediler!

Hafız: Biz mi insafsızlık yapıyoruz yoksa siz mi? Oysa siz, Resulullah’ın sahabesinin delilsizce hilafete layık olmayanları öne geçirip hilafeti aldıklarını söylüyorsunuz. Gerçekten siz bizim hepimizi, düşüncesiz, cahil ve yersiz taklitçi ettiniz. Hangi delil icma delilinden daha büyük olabilir? Zira bütün sahabe ve ümmet, hatta mevlamız Hz. Ali (k.v) dahi icma ederek Ebu Bekir’in hilafetine hükmetmiş ve teslim olmuşlardır.

Ümmetin icmasının hüccet ve o icmaya itaatin vacip oluşu apaçıktır. Zira Resulü Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Benim ümmetim hata (başka bir nakle göre dalalet) üzerine icma etmezler.” Öyleyse biz körü körüne kendi geçmişlerimizin peşinden gitmemişiz. Zira Resulullah’ın vefatından sonra, daha ilk gün bütün ümmetin toplanıp Ebu Bekir'in hilafetinin sahihliğini kabullendikleri zaman, biz de vaki olan bir işin karşısında yer aldık; aklın hükmünce bizim de itaat etmemiz gerekir.

Davetçi: Resulullah (s.a.a)’in vefatından sonra, hilafetin hakkaniyetine dair delilin ne olduğunu söyler misiniz? Yani hilafet hangi delile göre sabit olur?

Hafız: Resulullah (s.a.a)’in vefatından sonra hilafetin hakkaniyetine dair en büyük delil, Resulullah’tan sonra ümmetin icmasıdır. Bütün akıl sahipleri ve bilginlerin teslim olmak için dizini yere getiren icma deliline ilaveten, öncelik hakkını Ebu Bekir ve Ömer’e veren şey, onların yaşlı olmalarıdır. Ali (k.v), bütün fazilet, kemal ve Resulullah’a yakınlığına rağmen, onlardan yaşça küçük ve genç olduğu için geride kaldı. Hakikaten bir gencin, sahabenin büyüklerinden öne geçmesi de doğru değildi. Biz hilafet bakımından Ali’nin (k.v) geride kalmasını O’nun için bir eksiklik görmüyoruz; çünkü O’nun daha faziletli olduğu herkesin yanında sabittir.

Halife Ömer’in naklettiği şu hadis de: “Nübüvvet ve saltanat bir ailede toplanmaz.” Ali’yi (k.v) hilafet makamından düşürmüştür; çünkü Ali, Resulullah’ın Ehl-i Beyti’ndendi; bundan dolayı hilafet makamına geçemezdi.

Davetçi: Bu tür delillerin sizin gibi bir bilginden duyulması gerçekten şaşırtıcıdır. Ne kadar da geçmiş adetlerin etkisi altında kalarak körü körüne düşünmeden hakkı göz ardı edip boş delillere sarılıyorsunuz; ki bu delillere oğlunu kaybeden anne bile güler. Kendiniz de birazcık düşünecek olursanız, bu tür delillerin boş ve çer-çöpe sarılmak olduğunu anlayacaksınız. Ama üzülecek nokta şudur ki, beyler bir saat dahi taassup ve Tesennün elbisesini çıkarıp da asılsız ve boş deliller karşısında, Şia’nın büyük alimlerinin delilleri hakkında derincesine düşünüp onları tetkik etmeye hazır olmuyorlar.

Sizin avamınız Şia’nın delillerinden habersiz olduğu gibi sohbet etmiş olduğum alimlerinizi de Şia’nın delillerinden habersiz ve taassuba gömülmüş olarak gördüm. Bunun tek sebebi, sizin kütüphanelerinizde okumak için Şia’nın büyük kelam ve hadis alimlerinin kitaplarının bulunmayışı ve bu kitapları kutub-u dalle (saptırıcı kitaplar) olarak tanıtıp birbirlerini onları okumaktan men etmeleridir.

Ben kendim, Basra, Bağdat, Beyrut ve Halep’te, yani Sünnîlerin oturmuş olduğu bölgelerde, kitapçılara gidip Şia alimlerinin muteber kitaplarını sorduğumda tanımadıklarını söylüyorlardı. Hatta Ehl-i Sünnet alimleri tarafından velayet makamının ispatı, Peygamberin itret ve Ehl-i Beytinin fazileti hakkında yazılıp basılmış olan kitapları bile satış piyasasına bırakmazlar. Eğer bazen tesadüfen Şia kitaplarından biriyle karşılaştığınızda da, onu kin ve düşmanlık gözüyle okuduğunuzdan dolayı, öyle öfkelenip sinirlenirsiniz ki, hakikatin keşf olup kamil bir neticenin elde edilmesi için, o kitapları ilim ve mantık dairesine sokmazsınız. Ama tam aksine, biz Şia camiasından taraf, sizin alimlerinizin kitaplarını neşretmek için hiçbir engel ve sakınca yoktur. Hatta sizin alimleriniz tarafından yazılmış olan muteber kitaplar, tefsir, edebiyat ve hadis ilmi kitapları, Şiaların pazarında satışa sunulmuş, şahsi ve umumi kütüphanelerde, evlerde okunup okutulmaktadırlar.

Şimdi üzerimde var olan büyük sorumluluktan dolayı, aydın fikirli beylerin görüşlerini celbetmek, sağlam ve red olunmayacak delillere sahip oldukları düşüncesine kapılmamaları için, meclisin vaktine riayet ederek kısaca cevap vermek istiyorum.

İcmanın Reddine Dair Deliller

Öncelikle şahit getirdiğiniz hadise göre ümmetin icmasının sağlam bir delil ve hüccet olduğunu söylediniz. Elbette sizin kendiniz de çok iyi biliyorsunuz ki, “ümmet” lafzı, “ya-i mütekellim”e izafe olduğunda umumu ifade etmektedir. Öyleyse hadisin manası (eğer sahih ise) şöyle olur; “Ümmetimin hepsi hata ve dalalet üzerine icma etmezler.” Yani Peygamberin ümmetinin hepsi bir işte birleştikleri zaman o işte hata olmaz. Biz de ümmetin istisnasız olarak hepsinin icma (ittifak) etmesinin netice vereceğini kabullenmekteyiz. Zira Allah-u Teâla bu ümmetin içerisinde has insanların hak ile ve hakkın da onlar ile olması üzere bir grup insanlar karar kılmıştır. Yani Allah’ın hüccet ve halifesi onların içerisinde bulunmaktadır. Katiyen ümmetin hepsi icma ettiğinde, hak ehli ve Allah’ın hücceti olan o grup, ümmet içersinde bulunacak, onların hata ve dalalete düşmelerine mani olacaktırlar.

Eğer birazcık dikkat edip ciddi düşünecek olursanız, bu hadis Resulullah (s.a.a)’in halife tayin etme işini ümmete bırakmasına delalet etmez.

Eğer alicenabınızın söz ve görüşü doğru olursa, kamil dinin sahibi olan Resulullah’ın; “Benim ümmetim dalalet ve hata üzerine icma etmezler.” beyanına göre, O Hazret halife tayin etme hakkını kendisinden uzaklaştırıp ümmete bırakmıştır. (Oysa hadis böyle bir şeye delalet etmemektedir.) Ümmete bırakmış olduğu takdirde de bütün Müslümanlar, hilafette fayda sahibi olduklarından dolayı halife seçimine hepsinin katılmaları gerekir. Yani Resulullah (s.a.a)’in vefatından sonra bütün ümmetin toplanıp istişare ederek ümmetin hepsinin icmasının onayı ile kamil olan bir şahsı hilafete seçmeleri gerekir. Şimdi sizlerden soruyorum, Resulullah (s.a.a) daha yeni vefat etmişken, Sakife adında, üzeri kapalı küçük bir yerde Ebu Bekir'in halife olarak ilan edilmesi, bütün ümmetin toplanıp oy vermesiyle mi gerçekleşti, yoksa başka şekilde mi gerçekleşti?

Hafız: Çok tuhaf bir açıklamada bulundunuz. Ebu Bekir (r.z) hilafet makamında oturduğu iki yıl zarfında, bütün Müslümanlar ona itaat edip emrine uydular; işte bu, hakkaniyete delil olan icmadır.

Davetçi: Gerçekten cevap vermede mugalata ettiniz. Benim sorum, Ebu Bekir'in hilafetinin bütün dönemi ile ilgili değildi. Benim sorum şudur: Acaba, “Beni Saide Sakife”[10]sinde Ebu Bekir’in hilafetine oy verirken bütün ümmet icma etmiş miydi, yoksa birkaç kişiden oluşan küçük bir grup mu orada toplanarak oy verip biat ettiler?

Hafız: O küçük grubun sahabenin büyüklerinden olduğu ve zamanla icmanın gerçekleştiği bilinen bir şeydir.

Davetçi: Sözü kıvırmadığınız ve hakikatleri açıkladığınızdan dolayı çok memnun oldum. Allah aşkına insaflı olunuz; acaba Resulullah (s.a.a) doğru yolu ümmete göstermeye daha layık olmasına rağmen bu büyük hakkı kendi üzerinden atarak onu ümmete bıraktı da birkaç kişi politikacılık mı yapsınlar; kendi arkadaşlarından birine biat mı etsinler; (Evs kabilesi Hazrec kabilesiyle geçmişten kaynaklanan düşmanlıktan dolayı onlardan öne geçmek için Sa'd bin Ubade’ye biat mı etsinler;) daha sonra zamanın geçmesiyle bazıları korkudan, bazıları da dünya malından dolayı teslim olarak hükümet mi yapsınlar? Sizin bu gece, o birkaç kişinin toplanmasına icma ismini vermeniz için mi böyle yaptı? Acaba Mekke, Yemen, Cidde, Tâif, Habeşe ve diğer şehir ve köylerdeki Müslümanlar, ümmet-i merhumeden değil miydiler; halifenin seçilmesinde görüş ve oy hakları yok muydu?

Eğer işin içinde komplo, hile, siyaset ve önceki anlaşmalar nazara alınmadıysa ve sizin deliliniz de hak ise, o zaman neden ümmetin icmasının gerçekleşmesi, dalalete düşülmemesi ve bütün Müslümanların hilafet hakkında görüşlerinin alınması için sabretmediler?

Nitekim dünyanın gelişmiş milletleri arasında şu adettir ki, bir cumhurbaşkanı veya bir lider seçmek istediklerinde, halkın görüşü alınır, onların oylarına saygı gösterilir ve ekseriyetin oyu ne ise ona göre amel edilir. Eğer dünyanın tarihine bakacak olursanız, böyle esassız bir şeyi ve birkaç kişinin eliyle seçilen bir önderi asla göremezsiniz. Zira kültürlü düşünür, bilim ve ilim adamları, böyle bir işe gülmektedirler.

Her şeyden daha çok şaşırılacak şey de, böyle küçük bir grubun, üzeri kapalı ufak bir yerde toplanmasına icma adı verilmesi ve 1335 yıldan sonra da taassupla boş ve yanlış olan bu söz ve iş üzerinde durulup ümmetin icmasının hilafetin hakkaniyetine delil olarak söylenmesidir. Yani Sakife’de birkaç kişiden oluşan bir grubun bir araya gelmesiyle millet ve ümmetin kaderinin bir kişinin eline verilmesi ve ona itaatin de farz oluşunun söylenmesidir!

Hafız: Neden lütufsuzluk yapıyorsunuz; Sakife’de gerçekleşen icmadan maksat, sahabenin büyükleri ve akıllılarının icmasıdır.

Davetçi: Buyurmuş olduğunuz “icmadan maksat, sahabenin büyükleri ve akıllılarının icmasıdır” sözünüz, delilsiz, mantıksız ve tahakkümdür. Zira sizin bu hadisten başka hiçbir deliliniz yoktur. İstidlal ettiğiniz bu hadisin neresinde sahabenin büyükleri ve akıllıları anlaşılmaktadır. Siz, alimlerin hayretle baktıkları bu hadisi, kendi hayalinize göre mana ediyorsunuz.

Oysa ben daha şimdi “Ümmetî” kelimesindeki “ya” zamirinin, sahabeden (fazilet sahibi olsalar dahi) birkaç kişilik bir gruba değil, umuma delalet ettiğini arz ettim.

Farz edelim ki biz sizin bu sözünüzü (yani icmadan maksat ashabın büyükleri ve akıllılarının icmasıdır) kabullendik; şimdi söyler misiniz acaba sahabenin büyükleri ve ileri gelenleri sadece Sakife’de toplanıp da Ebu Bekir, Ömer ve kabir kazan Ebu Ubeyde (Cerrah)’nin önderliğine oy veren ve biat eden birkaç kişiden mi ibarettir? Acaba Müslümanların diğer şehirlerdeki sahabelerden akıllı olan büyükler yok muydu? Acaba Resulullah (s.a.a)’in vefatı esnasında Medine’de bulunan bütün kavimlerin ileri gelenleri ve ashabın büyükleri, Sakife gibi küçük yerde bir araya gelip de böyle bir işte icma ettiler mi ki, o da bu akşam size deliliniz olabilsin?

Hafız: Hilafet meselesi mühim bir iş olduğu için fitne ve kargaşalık çıkmasın diye vakit dar olduğundan dolayı diğer beldelerdeki Müslümanlara haber vermediler. Zira Ebu Bekir ve Ömer Ensar’dan bir grubun Sakife’de toplandığını duyduklarında, acele ile oraya gidip sohbetler ettiler ve Ömer siyasi bir şâhıs olduğu için ümmetin salahını, Ebu Bekir’e biat etmekte görüp ona biat etti. Diğer bir grup da Ömer’e tabi olup biat ettiler. Ama Ensar ve Hazrec kabilesinden olan bir grup Sa’d bin Ubade’ye uyarak biat etmeden çıkıp gittiler. Bu meselede acele etmenin sebebi de bundan ibaretti.

Davetçi: Bütün tarihçilerin, sizin büyük alimlerinizin de tasdik ettiği gibi, siz de şu gerçeği tasdik ediyorsunuz ki, daha işin başlangıcı olan Sakife gününde icma gerçekleşmedi. Ebu Bekir, siyaset yaparak Ömer ve Ebu Ubeyde’ye iltifatta bulundu, onlar da Ebu Bekir'e tearufta bulunup sen bizden daha layık ve daha evlasın dediler, daha sonra çabucak Ebu Bekir’e biat ettiler. Evs kabilesinden hazır olan birkaç kişi de Hazreçlilerle geçmişten olan düşmanlıklarından dolayı Sa’d bin Ubade’nin emir olup da onlardan öne geçmemeleri için Ebu Bekir’e biat ettiler ve sonraları zaman geçmesiyle bu biat genişlemeye başladı. Oysa, eğer icma delili sağlam bir delil idiyse, o zaman bütün ümmetin (sizin sözünüze göre akıllıların) bir araya toplanarak istişare edip oy birliğiyle halifeyi tayin etmek için sabretmeleri gerekirdi.

Hafız: Arz ettim ki, işin içinde fitne ve kargaşa olduğundan ve iki kabile olan Evs ve Hazrec’in Sakife’de bir araya gelerek halifenin kendi içlerinden olmasının gerektiğine dair münakaşa ettiklerinden dolayı onlar böyle yaptılar. Gerçekten hilafet meselesinde en küçük bir gaflet, Ensar’ın yararına tamamlanır ve Muhacirin eli bu işten uzaklaşırdı. İşte bunun için acele etmekte mecburdular.

Davetçi: Biz de göz yumarak sizin bu sözlerinize teslim oluyor ve sizin kendi sözlerinizden delil çıkarıyoruz. Muhammed bin Cerir-i Taberi’nin kendi tarihinde (c. 2, s. 457) ve diğer büyük alim ve tarihçileriniz yazdıklarına göre, Müslümanlar Sakife’de hilafet meselesinde istişare için bir araya toplanmamışlardı; aksine iki kabile olan “Evs” ve “Hazreç” kendilerine bir emir tayin etmek için toplanmışlardı. Bu esnada Ebu Bekir ve Ömer aceleyle kendilerini onların münakaşa meclisine yetiştirip bu ihtilaftan kendi yararlarına su istifade ettiler. Hakikaten eğer onlar böyle mühim bir iş olan hilafet meselesinde istişare için bir araya toplanmıştılarsa, geriye kalan bütün Müslümanlara da oy kullanmaları için haber vermeleri gerekirdi.

Usame’nin Oyuncularla Konuşması

Eğer sizin söylediğiniz gibi vakit dar olduğundan dolayı, Mekke, Yemen, Taife ve Müslümanların bulundukları diğer şehirlere haber verme imkanı yoktuysa, Medine’nin yakınlarında olan Usame’nin ordusundaki büyük sahabelere de mi ulaşılamıyordu? O sahabelerden biri, hatta en etkili olanı Müslümanların ordu komutanı olan Usame bin Zeyd idi. Resulullah (s.a.a) Usame’yi ordudakilere komutan yaparak Ebu Bekir ve Ömer’i de onun komutası altına sokmuştu.

Usame, fitnenin koptuğunu ve onların haberi olmadan, istişare edilmeden üç kişinin kendi istekleri doğrultusunda halife seçtiklerini duyduklarında, atına binip mescide gelerek şöyle feryat etti: “Ortalığı katıp karıştıran bu velvele ve kargaşalık nedir? Sizler kimiz izniyle halife tayin ettiniz? Siz birkaç kişi neciydiniz ki, Müslümanların ve sahabenin büyüklerinin istişare ve icması olmaksızın halife tayin ettiniz?”

Usame’nin bu feryadını bütün tarihçiler nakletmişlerdir. Ömer, Usame’yi cezp etmek için ileri gelerek şöyle dedi: “Ey Usame! İş tamam oldu, biat gerçekleşti, tefrika çıkarma, sen de biat et.”

Usame onun bu sözlerinden rahatsız olup şöyle dedi: “Peygamber (s.a.a) beni sizlere komutan etti, komutanlıktan da azledilmedim; Peygamber’in sizlere emir ettiği bir şahıs, nasıl olur da gelip emri altında olan memurlara biat etmiş olur...!”

Tartışma ve münakaşayı sonuna kadar anlatıp konuyu uzatmak istemiyorum. Eğer Usame’nin ordusunun şehirden biraz uzak olduğunu ve vaktin geçtiğini söylerseniz, Sakife’den Hz. Peygamber’in evine kadar olan mesafede mi uzaktı? Acaba, Şia ve Sünni ittifakına göre Müslümanlar içerisinde etkili bir şahıs olan Hz. Ali’ye, Hz. Peygamber’in amcası olan Abbas’a, Resulullah’ın ailesinden olan ve haklarında tavsiyede bulunduğu Beni Haşim’e ve diğer büyük sahabelere, orada oldukları halde görüşlerinden yararlanılması için neden haber vermediler?

Hafız: Zannediyorum ortamı öyle tehlikeli bir hal bürümüştü ki, Sakife’den dışarı çıkacak bir fırsat bulamadılar.

Davetçi: Lütufsuzluk yapıyorsunuz; zira onların fırsatı olmasına rağmen Hz. Peygamber’in evinde bulunan Beni Haşim ailesine ve sahabenin büyüklerine kasıtlı olarak haber vermediler.

Hafız: Onların yaptıklarının kasıtlı olduğuna dair deliliniz var mı?

Davetçi: En büyük delil, Ömer’in Peygamber’in evinin kapısına kadar gelerek, evde toplanan Ali, Ben-i Haşim ve sahabenin büyüklerinin haberdar olmamaları için içeri girmemesidir.

Hafız: Kesinlikle bu söz, Rafızîlerin uydurma ve düzmecelerindendir.

Davetçi: Yine lütufsuzluk ettiniz; zira bu söz hiç kimsenin uydurma ve düzmecesi değildir. Bu söz de kendi alimlerinizdendir. Üçüncü asırda yaşayan Muhammed bin Cerir-i Taberi’nin tarih kitabının 2. cildinin 456. sayfasına müracaat etseniz iyi olur. O şöyle yazmaktadır:

Ömer, Resulullah’ın evinin kapısına kadar gelip içeri girmedi; Ebu Bekir’e, işinin olduğunu ve hemen dışarı gelmesinin gerektiği haberini gönderdi. Ama Ebu Bekir cevaben; “Şu an vaktim yoktur, gelemeyeceğim” dedi. Ömer tekrar; “Mühim bir olay olmuş ve senin olman gereklidir” diye haber gönderdi. Nihayet Ebu Bekir dışarı çıktı, Ömer gizli bir şekilde Ensar’ın Sakife’de toplanma olayını ona bildirdi ve; “Çabuk oraya gitmemiz gerekir” dedi.

O ikisi oraya doğru giderlerken yolda mezarcı Ebu Ebuyde’ye rastladırlar; bu gece size delil olabilecek ümmetin icmasını teşkil etmek için onu da yanlarına alarak üç kişi beraberce oraya gittiler.

Allah aşkına biraz insaflı olunuz. Eğer işin içinde hile ve menfaat taleplik yoktuysa, öyleyse neden Ömer Resulullah’ın kapısına kadar gidip de olayı bütün Beni Haşim ve sahabenin büyüklerine bildirerek onlardan yardım almak için içeriye girmedi? Acaba Resulullah (s.a.a)’in ümmeti arasında sadece Ebu Bekir mi kamil bir akla sahipti? Sahabeden olan diğer şahsiyetler ve Resulullah’ın Ehl-i Beyti yabancı insanlar mıydı ki onlara haber vermediler? Bütün tarihçilerin yazdığı gibi sizin düzmeceniz olan bu icma, üç kişiyle mi oluştu?

Eğer bir şehirde, hatta o şehir ülkenin başkenti dahi olsa, üç kişi veya bir grup bir araya toplanarak bir şahısın saltanat ve hilafetinde icma bile etseler, diğer şehirlerde yaşayan akıl sahipleri ve alimlerinin ona tabi olmalarının gerekliliğine dair bu tür bir inanç, dünyanın neresinde kabul edilmiştir? Veya toplum tarafından seçilmeyen bir grubun görüşü, diğer gruplara nasıl farz olabilir? Hayhuy ve ses çıkarmakla, bir milletin efkarını baskı altına almak ve diğer bir grubu tehdit etmek doğru mudur?

Beyler biraz insaflı olunuz; eğer bir grup konuşmak istese, ilmi ve ameli konularda münazara yapsa, deliller getirerek söz konusu hilafet ve icmanın uydurma ve düzmeceden ibaret olduğunu ve hiçbir semavi ve yeryüzündeki kanunlarla bağdaşmadığından meşru olmadığını söylese, acaba onlar Rafızi, müşrik ve necis mi olur; katledilmeleri farz mı oluyor; onların hakkında her çeşit iftirada bulunmak câiz mi olur?!

Siz buyuruyorsunuz ki; Peygamber (s.a.a), hilafet meselesini ümmete (veya sizin görüşünüze göre ümmetin ileri gelenlerine) bıraktı, lütfen Allah aşkına insaflı olunuz, ümmet veya ümmetin ileri gelenleri sadece üç kişiden (Ebu Bekir, Ömer ve mezarcı olan Ebu Ebeyde-i Cerrah) mi ibaretti? Bu üç kişi birbirlerine iltifat ederek, üç kişiden ikisi diğer bir kişiye biat edip de ona teslim olmaları, geriye kalan bütün Müslümanların da o iki kişinin yolunu devam ettirmelerini mi farz kılıyor? Eğer bazıları; “Bu üç kişi de diğer ümmet ve ashap gibi idi, onların ashapla istişare etmeleri gerekirdi, neden böyle yamadılar” demiş olurlarsa, kafir mi olurlar; onların kanlarının akıtılması mı gerekir?

İcmanın Gerçekleşmediğine Dair İki Fırkanın İttifakı

Beyler, eğer taassup elbisenizi çıkarıp icma etrafında biraz düşünecek olursanız, göreceksiniz ki, azınlık, çoğunluk ve icma (ittifak) arasında büyük bir fark vardır. Eğer şura meclisi önemli bir iş için düzenlenirse, o işe az sayıda insan oy verirse, meclisin azınlığı oy verdi derler; eğer çoğunluk oy verirse, meclisin çoğunluğu oy verdi derler; ama eğer mecliste bulunanların istisnasız olarak hepsi oy verirse, icma hasıl oldu derler; yani o iş hakkında bir kişi dahi muhalefet etmemiştir.

Allah aşkına söyleyin bakalım, Sakife’de ve daha sonra mescidde ve sonraları da Medine şehrinde, böyle bir icma Ebu Bekir’in hilafetine oy verdi mi? Sizin isteğinize göre, oy hakkını bütün ümmetten alarak icmanın İslâm’ın merkezi olan Medine’de bulunan sahabenin büyükleri ve ileri gelenlerinin bir araya gelmeleriyle gerçekleşeceğini söyleyecek olursak, yine de böyle bir icmanın gerçekleşmediği bir gerçektir.

Allah’ın rızası için söyler misiniz, acaba Medine’nin mühim şahsiyetleri ve sahabenin önde gelen büyükleri birleşerek Ebu Bekir’in hilafetine oy verdiler mi ki böyle bir icma da geçekleşmiş olsun? Kesinlikle bu sorunun cevabı menfidir. Nitekim “Mevakıf” adlı kitabın yazarı itiraf ederek demiştir ki; “Ebu Bekir’in hilafeti hususunda, hatta Medine şehrinde bile icma gerçekleşmedi; sahabenin ileri gelenlerinin hepsi ona oy vermediler. Zira Ensar’dan olan Sa’d bin Ubade, onun evlatları, sahabenin mühim şahsiyetleri, Ben-i Haşim’in hepsi, onların dostları ve aynı zamanda Hz. Ali (a.s) altı ay boyunca muhalefet ederek onların emri altına girmediler.”

Gerçekten hakikat ve insafı göz önünde bulundurarak tarihe müracaat ettiğimizde, İslâm devleti ve nübüvvetin merkezi olan Medine’de, bütün mühim şahsiyetlerin ve sahabenin hepsinin bir araya gelmediğini, Ebu Bekir’i halife olarak tayin etmek için hep birlikte oy verilmediğini, neticede böyle bir icmanın da gerçekleşmediğini görüyoruz.

Sizin güvenilir ravi ve büyük tarihçilerinizden çoğu, örneğin: İmam Fahri Razi, Celaleddin Suyuti, İbn-i Ebi’l- Hadid-i Mutezili, Taberi, Buhari, Müslim ve bunlar gibi niceleri muhtelif ibaretlerle Medine şehrinde kamil bir icmanın gerçekleşmediğini söyleyip nakletmişlerdir.

Bunların yanı sıra Ben-i Haşim’in hepsi, (Resulullah (s.a.a)’in akrabaları, ailesi ve Kur’ân’ın eşi olan Ehl-i Beyt’i), Ben-i Ümeyye ve üç kişi haricinde ashabın geneli, Sakife’de hilafete oy verilirken hazır değillerdi; böyle bir olayın vaki olduğunu duyur duymaz da itiraz etmeğe başladılar. Hatta Muhacir ve Ensar’dan olan sahabenin ileri gelenlerinden bazı şahıslar, itirazlarının yanı sıra mescide gidip Ebu Bekir ile hilafet konusu üzerinde tartışmaya başladılar. Örneğin:

Selman-ı Farsi, Ebuzer-i Gifari, Mikdad bin Esved-i Kendi, Ammar-i Yasır, Bureydet’ul- Eslemi, Halid bin Said bin As el-Emevi (Muhacirlerden), Ebu'l- Heysem bin Tiyhan, Huzeyme bin Sabit (Zü'ş- Şehadeteyn),[11] Ebu Eyyub Ensari, Ubey bin Ka’b, Sehl bin Huneyf ve Osman bin Huneyf.

Bunların her birisi mescidde Ebu Bekir’e karşı sağlam hüccet ve yeterli deliller getirmişlerdir. Ama ne yazık ki meclisimizin vakti az olduğu için onların müzakerelerine değinemeyeceğim. Fakat icma delilinin tamamen batıl ve esassız olduğunu açıklamak ve mecliste bulunanların veya bulunmayanların basiretlerinin artması ve hüccetin onlara tamam olması için, sadece bu kısa açıklamaya iktifa ettim. Medine’nin kendisinde dahi icma gerçekleşmedi. Hatta Medine’de bulunan ashabın ileri gelen büyük şahsiyetlerin icması sözü de yalandan başka bir şey değildir. Şimdi Ebu Bekir’in hilafetine karşı gelen bazı muhaliflerin isimlerini, sizin muteber kitaplarımızdan huzurlarınıza arz edeyim.

Ashabın Büyüklerinin Ebu Bekir’in

Biatinden Kaçınmaları

İbn-i Hacer Askalani ve Belazuri kendi tarih kitaplarında, Muhammed Havend Şah “Ravzat’us- Sefa”da, İbn-i Abddulbirr “İstiab” adlı kitabında ve diğer alimleriniz şöyle diyorlar: Sa’d bin Ubade, Hazrec kabilesi, Kureyş’den bir tâife ve sahabenin büyüklerinden 18 kişi Ebu Bekir’e biat etmeyerek Rafızî oldular; onlar Ali bin Ebi Talib’in Şialarındandılar. O 18 kişinin ismi şunlardan ibarettir:

1- Selman-ı Farsi. 2- Ebuzer-i Gifari. 3- Mikdad bin Esved-i Kendi. 4- Ammar-i Yasir. 5- Halid bin Said bin As. 6- Bureyde Eslemi. 7- Ubey bin Ka’b. 8- Huzeyme bin Sabit ( Zü’ş- Şehadeteyn). 9- Ebu Heysem bin Teyhan. 10- Sehl bin Huneyf. 11- Osman bin Huneyf (Zü’ş- Şehadeteyn). 12- Ebu Eyyub-i Ensari. 13- Cabir bin Abdullah Ensari. 14- Huzeyfe bin Yeman. 15- Sa’d bin Ubade. 16- Kays bin Sa’d. 17- Abdullah bin Abbas. 18- Zeyd bin Erkam.

Yakup kendi tarihinde (Tarih-i Yakup) şöyle diyor: Muhacir ve Ensar’dan bir grup Ebu Bekir’e biat etmeyerek Ali bin Ebi Talib’e meylettiler. Onlar; Abbas bin Abdulmuttalip, Fazl bin Abbas, Zübeyr bin Avam bin As, Halid bin Said, Mikdad bin Ömer, Salman-ı Farsi, Ebuzer-i Gifari, Ammar-i Yasir, Burra bin Azib ve Ka’b’dan ibrettiler.

Acaba bu şahıslar kendi kabilelerinin büyükleri, ashabın ileri gelenleri ve Resulullah (s.a.a)’in istişare ettiği şahıslar değil miydiler? Acaba Hz. Ali (a.s), Peygamber efendimizin amcası Abbas ve Beni Haşim kabilesinin diğer ileri gelenleri kavmin akıllı insanları değil miydiler?

Allah aşkına biraz insaflı olunuz. Onların huzuru, istişaresi, onayı ve tasdiki olmaksızın, kendisini hakikat şeklinde gösteren bu icma nasıl bir icmadır? Ebu Bekir’i gizlice o topluluktan dışarı çıkarmak, sahabenin ileri gelen diğer büyüklerine haber vermemek ve onların görüşlerini almamak icma manası mı veriyor, yoksa işin içinde siyasi oyunun olduğunu mu gösteriyor? Demek ki işin başında, bütün ümmetin icması olmadığı gibi, Medine ehlinin hepsinin de icması yokmuş. Hatta Sa’d bin Ubade ve yanındakilerin üstü örtülü Sakife’den çıkmasıyla orada da icma gerçekleşmemiştir. Gerçekte bu, İslâm aleminde yapılan ilk inkılâptı!!



[1] - Bir Korur, Hindistanlıların yanında on milyon, İranlıların yanında ise beş yüz bindir. (Müt.)

[2] - Mâide/55.

[3] - Yani bu ayet, sadece Hz. Ali (a.s) değil diğer Ehl-i Beyt İmamalarının velayetini de ispatlamaktadır.

[4] - Hudeybiyye; Mekke yakınında bir kuyunun adıdır; yarısı haremden, diğer yarısı ise haremin dışından sayılmaktadır.

[5] - Fetih/27. Bu fetihten maksat, Hayber fethidir.

[6] - Hacamat; iki omuz arasından bir miktar kan almaya denir. Sırta küpe atarak bir çeşit kan almak durumu. Hadislerde bunun çok faydaları zikredilmiştir. (Müt.)

[7] - “Rabbinden apaçık bir belge üzerinde bulunan, onu (Peygamber’i) ondan bir şahit (Ali) izleyen” Hud/17.

[8] - Bakara/31.

[9] - Nuh/26.

[10] - Sakife, Beni Saide kabilesinin önemli bir iş için toplanıp istişare ettikleri üstü kapalı bir yerin ismi idi.

[11] - “Zü’ş- Şehadeteyn” (yani tanıklığı iki kişinin yerine geçerli olan) lakabını Resulü Ekrem (s.a.a) ona vermiştir.