0-17   17-100   100-175   175-240   240-310   310-380   380-455   455-520   520-595   595-675   675-735   735-807

Taassup İnsanı Kör Ediyor

Davetçi: Bütün edebiyatçılar, müfessirler ve özellikle de büyük alimleriniz, örneğin; İbn-i Esir Cami’ul- Usul’da, İbn-i Hacer Şerh-u Sahih-i Buhari’de, Sahih yazarları ve diğerleri de bu kelimenin hezeyan etmek manasına geldiğini kabul etmişlerdir. Evet beyler insan apaçık gerçekleri açıkça görebilmek ve yersiz savunmaya kalkışmamak için bağnazlık ve inattan uzak durmalıdır.

Acaba Kur’ân-ı Kerim’in; “O’na Resulullah (s.a.a) ve Hatem’ul- Enbiya deyin” emrine rağmen, “bu adam hezeyan ediyor” diyerek Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in makamını küçük düşüren bu insan Kur’ân-ı Kerim ve edebe aykırı davranmamış mıdır? Halbuki bilindiği gibi Peygamber (s.a.a) son nefesine kadar nübüvvet ve ismet makamından ayrılmamıştır. Özellikle de tebliğ ve doğru yola erişme yolunda hezeyana kapılmamıştır. Bunun aksini iddia eden ise onu tanımamış ve iman etmemiştir.

Şeyh: Acaba Ömer gibi birine tanımazlık ve imansızlık isnadında bulunmak doğru mudur?

Davetçi: Evvela; neden Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’e; “Bu adam hezeyan ediyor” denildiğini duyduğunuzda rahatsız olmadınız? Halbuki her Müslüman bunu duyduğunda rahatsız olmalıdır. Ama bilindiği gibi nihai makamı sadece Resulullah (s.a.a)’in ashabı olmaktan ibaret olan ve sonraları sıradan insanlar tarafından başa geçirilen birine karşı bir laf söylendiğinde hemen rahatsız oluyorsunuz. Oysa bu söz benim düşüncem de değildir, akıllı ve bilgili her insan (nerede kaldı ki güzel kalpli ve temiz fıtratlı Müslümanlar) bu olayı duyunca; “İman etmiş olan bir insan, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’e böyle söylemez” diye düşünmektedir.

Ehl-i Sünnet Alimleri de “Hezeyan” Kelimesini

Söyleyenin Risalet Makamına İnanmadığını

İtiraf Etmekteler

Nitekim Kadı Ayyaz Şafii Kitab’uş- Şifa’da, Kirmani Şerh-i Sahih-i Buhari’de, Nevevi Şerh-i Sahih-i Müslim’de ve birçok insaflı alimleriniz kendi kitaplarında şöyle demişlerdir: “Bu sözü her kim söylemişse, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’e iman etmemiş ve O’nun yüce risalet makamını tanımamıştır. Zira mezhep imamlarına göre Peygamberler insanları doğru yola eriştirme ve irşat etme makamında gayb alemiyle irtibat halindedirler. Dolayısıyla sağlığında da hastalık halinde de emirlerine itaat edilmesi icap eder. Dolayısıyla O Hazrete böylesine küstahlıkla muhalefet etmek, O’nun büyük makamını tanımamaktır.”

İslam’da Peygamber (s.a.a)’in Huzurunda Çıkarılan İlk Fitne

Ömer’in fitne ve nifak yarattığını söyleyen sadece ben değilim. Bizzat insaf sahibi alimleriniz de bunu tasdik etmişlerdir. Nitekim büyük alim Hüseyin Meybudi Divan şerhinde şöyle diyor: “İslâm’da vuku bulan ilk fitne, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in huzurunda vuku buldu. Peygamber (s.a.a) hasta yatağında vasiyet etmek isteyince, Ömer ona engel oldu ve böylece Müslümanların arasında fitne ve ihtilaf çıkmasına sebep oldu.”

Şehristani de Milel ve Nihel kitabının dördüncü mukaddimesinde şöyle diyor: “İslâm’da vuku bulan ilk hilâf, Ömer’in, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in kağıt kalem isteyerek vasiyet yazmasına mani olmasıdır.” İbn-i Ebi’l- Hadid de Nehc’ul Belağa Şerhi’nin c. 2 s. 563’ünde bu manaya işaret etmiştir

Şeyh: Eğer Ömer bu sözü söylemişse de saygısızlığından söylememiştir. Bunlar insanın bedensel bir özelliğidir ki insan hastalanınca hezeyana kapılır ve bu durumda Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ile diğer insanlar arasında hiçbir fark yoktur.

Davetçi: Sizin de bildiğiniz gibi Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in özel sıfatlarından biri ismet (masumiyet)tir; ki ölünceye kadar Peygamber (s.a.a)’den ayrılmaz. Özellikle de insanları irşat ve doğru yola hidayet etme makamında; “Sizin sapıklığa düşmemeniz için size bir şeyler yazmak istiyorum” deyince...

Dolayısıyla doğru yola hidayet etme ve irşat makamında olduğu için de ismet makamındaydı ve Allah-u Teala ile irtibat halindeydi. Nitekim Kur’ân şöyle buyuruyor:

“Peygamber heva heves üzere konuşmaz, o (söz) vahy edilen bir vahiydir.”

Hakeza: “Resulün size verdiklerini alın.”

Hakeza: “Allah’a ve Resulüne itaat edin.”

Bu ve benzeri ayetler sizlere gerçekleri göstermektedir. Dolayısıyla bilmeniz icap eder ki ümmetin hidayeti için istenilen kağıt ve kaleme engel olmak Allah-u Teala’ya muhalefettir.

Şüphesiz hezeyan kelimesi açıkça bir sövüştür; “bu adam” tabiri de apaçık bir ihanettir. Lütfen insaflı olunuz. Eğer birisi bir topluluk arasında size işaret ederek; “bu adam hezeyan ediyor” derse, ne düşünürsünüz?! Üstelik bizler masum da değiliz, hezeyana da kapılabiliriz. Size söylenen bu lafı edep ve saygı mı kabul edersiniz, yoksa ihanet ve hakaret mi?

Eğer edepsizlik ve saygısızlık sayarsanız, Peygamber’e nispet daha büyük edepsizlik ve saygısızlıktır. Dolayısıyla Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’e bu lafı söyleyenden uzak durmak, her Müslümanın görevidir.

Halbuki Allah-u Teala Kur’ân’da apaçık Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’i, Resulullah ve Hatem’un- Nebiyyin olarak anmaktadır.

Lütfen sevgi, nefret ve bağnazlığı bir kenara bırakın. Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’i Resulullah ve Hatem’un- Nebiyyin diye çağırmayan, O’na saygı göstermeyen ve hatta; “bu adam hezeyana kapılmış” diyen birisi hakkında akıl ve insafınız neyi hükmetmektedir?

Şeyh: Faraza ki hata yapmıştır, Peygamber (s.a.a)’in halifesi olduğu hasebiyle dini korumak için içtihatta bulunmuştur. Dolayısıyla af edilebilir bir şeydir.

Davetçi: Evvela; Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in halifesi olduğu için içtihatta bulunduğunu söylemekle haksızlık ediyorsunuz. Zira Ömer bu lafı söyleyince halife değildi. Hatta hilafet rüyasını bile görmemişti. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) vefat edince hızlı bir şekilde bildiğiniz bir yolla Ebu Bekir halife seçildi. Sonraları da tehdit, öldürme, evini ateşe verme ve benzeri yollarla herkes teslim olmaya zorlandı. Bundan iki yıl üç ay gibi bir süre sonra Ebu Bekir ölüm anında Ömer’i halife tayin etti.

İkinci olarak; halifenin içtihatta bulunduğunu söylemekle ilginç bir beyanda bulundunuz. Nass karşısında içtihatta bulunmanın manası yoktur; bu affedilmeyecek bir hatadır.

Üçüncü olarak; dini korumak için engellediğini söylemeniz de çok ilginçtir. İlim ve insafınız bağnazlığınızın esiri olmuştur!

Beyler, dini korumak Resulullah (s.a.a)’in görevi mi, yoksa Ömer bin Hattab’ın mı? Acaba Resulullah (s.a.a) gibi biri, ümmet için yazmak istediği bir vasiyetin yazılmasının dine aykırı olup olmadığını bilmiyor da Ömer bin Hattab mı biliyor ki dini korumak için o vasiyetin yazılmasına engel oluyor?! Aklınız bunu kabul ediyor mu? Ey basiret sahipleri ibret alın!

Siz de biliyorsunuz ki, dinin zaruriyatı hususunda hata etmek affedilmeyecek büyük bir hatadır.

Şeyh: Her halde Ömer (r.z), Resulullah (s.a.a)’in bir şey yazmasından ihtilaf çıkacağını anlamıştı. Bu yüzden Peygamber (s.a.a)’in yararını umarak kağıt ve kalem getirilmesine mani oldu.

Özrü Kabahatinden Daha Kötü

Davetçi: Özrü kabahatinden daha büyük bir şey söylediniz. Değerli büyük üstadım Hacı Şeyh Muhammed Ali Kazvini şöyle diyordu: “Bir hatayı düzeltmek isterlerken yüz hata yapıyorlar.” Aynen siz de halifenin apaçık bir hatasını savunmak için birçok hatalara düşüyorsunuz.

Söylediklerinizden anlaşıldığı üzere sanki Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ismet ve gayb alemiyle irtibat makamına sahip olduğu halde- ümmetin doğru yola erişme ve irşadı hususunda haşa sanki ümmetin salahını ve zararını düşünemiyordu da dolayısıyla Ömer Peygamber (s.a.a)’in hayrını düşünüyordu! Eğer alicenabınız şu ayet hakkında:

“Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse apaçık bir sapıklığa düşersiniz.”[1] iyice düşünecek olursanız, kesinlikle sözünüzü geri alacak ve Ömer’in yaptığı şeyi anlayacaksınız. Zira Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in emrine uymamak, vasiyetine engel olmak ve hezeyana kapıldığını söylemek, Peygamber (s.a.a)’i oldukça rahatsız etmiş ve dolayısıyla onları yanından dışarı çıkartmıştır.

Şeyh: Halifenin Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in iyiliğini düşündüğü, “Allah-u Teala’nın kitabı bize yeter” sözünden anlaşılmaktadır.

Davetçi: Aksine bizzat bu söz, Kur’ân’ı iyi bilmemenin veya kasten Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’i incitmenin ve arzularına muhalif olan işleri engellemek istemenin göstergesidir. Zira eğer Kur’ân hakkında yeterli bir bilgiye sahip olmuş olsaydı, Kur’ân-ı Kerim’in tek başına işlerin idaresi için yeterli olmadığını anlardı. Çünkü Kur’ân, ahkamın külliyatını beyan edip detayını bir açıklayıcıya havale eden mücmel ve mucez olan sağlam bir kitaptır.

Kur’ân’daki o mücmel ve kulli hükümlerin de nasih, mensuh, muhkem, müteşabih, genel, özel, mutlak, mukayyet, mücmel ve müevvel olanları vardır. Sıradan bir insanın, İlahi bir feyiz ve rabbani bir açıklayıcının açıklaması olmaksızın az lafızlı ve çok manalı bir kitap olan Kur’ân’dan istifade etmesi nasıl mümkün olabilir?

Bundan da öte, eğer Kur’ân tek başına yeterli olmuş olsaydı o halde neden Kur’ân; “Resulün verdiğini alın ve nehy ettiğinden sakının.” diye buyuruyor?

Hakeza şöyle buyuruyor: “Onu Resule veya kendilerinden olan emir sahiplerine götürselerdi, onların arasından işin içyüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi.”[2]

Dolayısıyla Kur’ân tek başına yeterli değildir. Kur’ân-ı Kerim’in gerçek müfessirleri olan Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Ehl-i Beyti’nin açıklayıcı beyanları da gereklidir.

Nitekim Şii ve Sünni’nin üzerinde ittifak etmiş olduğu üzere Peygamber-i Ekrem (s.a.a) önemine binaen defalarca, hatta ölüm döşeğinde bile şöyle buyurmuştur:

“Sizlere iki değerli emanet bırakıyorum: “Kur’ân-ı Kerim ve İtretim olan Ehl-i Beytimi. Bunlar havuzun başında yanıma gelinceye kadar birbirlerinden asla ayrılmazlar. Onlara sarılacak olursanız kurtulur ve ebedi olarak sapıklığa düşmezsiniz.”

Sizin gibi zeki insanların neden düşünmediğine şaşıyorum. Halbuki bilindiği gibi Kur’ân hükmü gereği de; “Peygamber heva heves üzere konuşmaz, söylediği her şey kendisine vahy edilmektedir.” Dolayısıyla bizzat Kur’ân kendisini ümmetin kurtuluş ve doğru yola erişmesi için yeterli görmüyor ve beyan makamında Ehl-i Beyt’le iç içe olduğunu ifade ediyor. Nitekim Peygamber-i Ekrem (s.a.a) de, Kur’ân-ı Kerim ve Ehl-i Beyt’e uyulduğu takdirde ümmetin sapıklığa düşmeyeceğini açıkça beyan etmiştir. Ama Ömer, Kur’ân-ı Kerim’in tek başına yeterli olacağını söylüyor.

Lütfen insaflı olunuz ve hak üzere hüküm veriniz. Bir taraftan Allah-u Teala’nın elçisi Kur’ân-ı Kerim ve Ehl-i Beyt’e sarılmak gerektiğini, bunların birbirinden ayrılmayacağını ve uyanlara doğru yola erişme vesilesi olacağını beyan ediyor; diğer taraftan da Ömer Kur’ân-ı Kerim’in tek başına yeterli olduğunu, Ehl-i Beyt’i, hatta Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in yazılı hadislerini kabul etmediğini bile açıkça beyan ediyor.

Bunlardan hangisine uymak farzdır? Şüphesiz akıl sahibi hiçbir insan, Allah-u Teala ile irtibat halinde olan Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’i bir kenara bırakıp Ömer’i kabul etmek gerektiğini söyleyemez.

Sizler neden Ömer’in sözünü tutup Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in sözünü bir kenara attınız? Eğer gerçekten Kur’ân tek başına yeterli oldaydı Kur’ân şöyle buyurur muydu?: “Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun.”[3]

Görüldüğü gibi Kur’ân “Zikir ehli”ne sorulmasını emrediyor. Bu ayetteki “Zikir ehli” Peygamber-i Ekrem ve O’nun tertemiz Ehl-i Beyti’dir.

Nitekim önceki gecelerde arz ettim ki, sizin Suyuti gibi birçok büyük alimleriniz, bu ayetteki “Zikir ehli”nden maksadın Kur’ân-ı Kerim’in dengi olan Ehl-i Beyt (a.s) olduğunu beyan etmişlerdir.

Lütfen sözlerimize kötü gözle bakmayın ve sadece bizim bu sözleri eleştirdiğimizi zan etmeyin. İnsaf sahibi büyük alimleriniz de Ömer’in bu sözlerini eleştirmekteler.

Kutbuddin Şirazi’nin Ömer’in Sözlerine İtirazı

Nitekim büyük alimlerinizden olan Kutbuddin Şafii Şirazi, Keşf’ul- Ğuyub’da şöyle diyor:

“Açıktır ki kılavuzsuz yolu bulmak mümkün değildir. Ömer’in; ‘Allah’ın kitabı aramızdadır, kılavuza ihtiyacımız yoktur’ şeklindeki sözüne şaşırıyorum. Ömer’in bu sözü; tıp kitapları yanımızdadır, doktora ihtiyacımız yoktur söyleyen kimsenin sözü gibidir. Şüphesiz ki bu söz yanlıştır ve kabul edilemez. Zira herkes tıp kitaplarından anlayamaz ve mutlaka o ilmi bilen bir tabibe başvurması icap eder.

Kur’ân-ı Kerim de böyledir; kendi fikriyle Kur’ân’dan istifade edemeyenler de, Kur’ân ilmine sahip olanlara müracaat etmelidirler. Nitekim Kur’ân açıkça şöyle buyuruyor:

“Onu Resule veya kendilerinden olan emir sahiplerine götürselerdi, onların arasından işin içyüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi.”[4]

Gerçek kitap ilim ehlinin göğsüdür. Nitekim Kur’ân da şöyle buyuruyor:

“Hayır o (Kur’ân), kendilerine ilim verilenlerin sinelerinde (yer eden) apaçık ayetlerdir.”[5]

Bu yüzden Hz. Ali (a.s) da şöyle buyurmuştur:

“Ben Allah-u Teala’nın konuşan kitabıyım, bu Kur’ân ise Allah-u Teala’nın susan kitabıdır.” (Kutbuddin’in sözünün sonu.)

Dolayısıyla insaf, ilim, akıl ve bilgi sahibi herkes, Ömer’in lafını reddetmekte ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in vasiyetine engel olmakla çok büyük bir zulüm işlediğini tasdik etmektedir.

Ebu Bekir’in Ölüm Anındaki Vasiyetine

Engel Olunmaması

Sizin defalarca; “Ebu Bekir ve Ömer’in vasiyeti engellenmemiştir.” dediğiniz söze gelince; Bu doğrudur, işte bundan dolayı bu çok ilginç ve hayret vericidir. Bütün tarihçi ve hadisçilerin yazdığına göre, Ebu Bekir ölmek üzereyken Osman bin Affan’a şöyle dedi: “Dediklerimi yaz ve bu benim halka olan vasiyetimdir...” Osman da Ebu Bekir’in dediği her şeyi yazdı.

Ömer ve başkaları da orada hazır bulunuyordu, hiç kimse onun vasiyet yazdırmasına mani olmadı; özellikle de Ömer, ne hikmetse; “Bize Allah’ın kitabı yeter, Ebu Bekir’in vasiyetine ihtiyacımız yoktur.” demedi.

Ama bilindiği gibi “Allah’ın kitabı bize yeter” bahanesiyle Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in vasiyetine engel oldular ve kendilerine olduğunu söylediler. Öyleyse İbret alın ey basiret sahipleri!

Biz de Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’e yapılan bu ihanet, küstahlık, sövmek ve ümmetin dalalete düşmemesine sebep olacak vasiyetin yazılmasına mani olmak gibi nedenlerden dolayı asla o tezgahtaki kimselere itaat edemeyiz. Akıl, ilim ve insaf ehli herkes, bütün bunların delil ve mantığa dayanmadığını, heva ve heves üzere olduğunu bilmektedir.

Büyük Musibet, Ölüm Anında Peygamber’e Hakaret ve Hidayeti Göstermesine Engel Olmak

Ümmetin alimi olan İbn-i Abbas, ağlamakta haklıydı. Hatta bütün Müslümanların kan ağlamaları gerekir. Çünkü Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in vasiyet edip ümmetin vazifesini belirlemesine engel oldular; risaletinin mükafatı olarak ömrünün son anında O Hazrete ihanet ve sövgü yağdırdılar. Vasiyet etmesine engel olmasalardı, hilafet işi daha çok açıklığa kavuşurdu, Resulullah (s.a.a)’in hilafetle ilgili önceki sözleri pekişmiş olurdu. Ama bilindiği gibi kurnaz siyasetçiler bunu anlayarak Peygamber (s.a.a)’in vasiyet yazmasına engel oldular.

Şeyh: Hz. Peygamber (s.a.a)’in hilafet hakkında bir şeyler yazdırmak istediğini nereden çıkarıyorsunuz?

Davetçi: Evvela; bilindiği gibi o zaman artık ümmetin hidayetine vesile olacak açıklanmamış ahkam ve dini kurallar baki kalmamıştı. Zira dinin tamamlandığını beyan eden ayet nazil olmuştu. Sadece 23 yıl boyunca söylediği hilafet mevzusunu yeniden açıklığa kavuşturmak istiyordu.

Nitekim imam Gazali Sırr’ul- Alemin’in kitabının 4. Makalesinde şöyle diyor: “Bana kağıt kalem getirin sorunlarınızı gidereyim ve benden sonra ona (hilafete) kimin layık olduğunu hatırlatayım.” ve özellikle de; “benden sonra asla sapmayasınız” cümlesinden ümmetin hidayetiyle ilgili şeylerin yazılacağı anlaşılmaktadır. Öte yandan ümmetin hidayeti konusunda, hilafet ve kılavuz dışında bir şeyin baki kalmadığını da biliyoruz.”

Ayrıca bilmek icap eder ki biz de Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in illa da hilafet hakkında bir şeyler yazmak istediğini de ısrar etmiyoruz. Ama şüphesiz ümmetin hidayeti ve onları dalaletten kurtaracak bir takım şeyleri yazmak istediği kesindir. O halde neden engel oldular? Engellediler diyelim; o halde neden sövüp ihanet ettiler?

Göz açık, kulak açık, bu körlük!

Allah’ın göz kapatmasına şaşırıyorum!

Ey basiret sahipleri ibret alın!

Elimde olmaksızın söz çok uzadığı için özür dilerim. İçimdeki dertlerden bir kısmını sizin hatırlatmanızla bu nakıs dilimle sizlere aktarmaya çalıştım.

Bütün bunlardan anlaşıldığı üzere Hz. Ali (a.s) Hz. Peygamber (s.a.a)’in vasisi idi ve bu konuda bir takım açıklamalarda da bulunmuştur. Ama ölüm döşeğinde vasiyeti tamamlamak için onu yazmakla ümmetin vazifesini tayin etmek istiyordu. Ama siyasi oyuncular, Hazretin ne yazacağını iyice anladıklarından dolayı ihanet ve kavgayla buna engel oldular.

Özellikle hücceti tamamlamak ve şüpheleri ortadan kaldırmak için bazı hadislerde de şöyle buyurmuştur:

“Allah-u Teala Adem, Nuh, Musa ve İsa için bir vasi kıldığı gibi benim için de Ali’yi vasi kılmıştır.”

Yine buyurmuştur ki: “Ali benden sonra, Ehl-i Beytim ve ümmetim arasında benim vasimdir.”

Bütün bunlar, vasilikten maksadın hilafet olduğunu apaçık ortaya koymaktadır. O halde Hz. Ali (a.s) Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in halifesidir.

Şeyh: Bu rivayetler sahih olsalar bile mütevatir değillerdir. O halde bunları nasıl senet kabul ediyorsunuz?

Davetçi: Bize göre Kur’ân-ı Kerim’in dengi olan Ehl-i Beyt (a.s)’dan rivayet edilen rivayetler kesindir. Önceki gecelerde beyan etmiş olduğum gibi kendi alimleriniz de haber-i vahidi hüccet bilmektedirler. Dolayısıyla bundan da öte eğer bu rivayetlerde lafzı tevatür olmasa da kesinlikle manevi tevatür vardır. Vakit darlığı ve şu anda hepsini hafızamda tutamadığım için rivayet ettiğim bu birkaç rivayetten de anlaşıldığı üzere Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Hz. Ali (a.s)’ı hilafet manasında vasilik makamına tayin etmiştir.

Ayrıca bilmek icap eder ki siz tevatüre çok önem veriyorsunuz. Bize cevap vermek istediğiniz her yerde hemen tevatüre sarılıyorsunuz. O halde “Miras bırakmayız” hadisinin tevatürünü nasıl ispat edebiliyorsunuz?

Halbuki bilindiği gibi sizin dediğinize göre de bu hadisi sadece Ebu Bekir veya Evs bin Hadsan rivayet etmiştir ve birkaç hali malum menfaati olanlar da tasdik etmişlerdir.

Ama milyonlarca muvahhid ve temiz Müslümanlar bunu her zaman reddetmişlerdir. Özellikle de Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in ilim kapısı olan Hz. Ali ve Kur’ân-ı Kerim’in dengi sayılan bütün Ehl-i Beyt (a.s) İmamlarının inkarı bu hadisin iptali için en büyük delildir. Bunların hepsi de mantıklı delillerle bu hadisin uydurma olduğunu ispat etmişlerdir. Nitekim biz de bunlardan sadece bazısına işaret ettik.

Bu delillerin en büyüğü ise Hz. Ali ve Hz. Fatıma (a.s)’ın bizzat Ebu Bekir’in huzurunda bu hadisi inkar etmeleridir. Elbette ki ilim kapısı olan Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in vasisi Hz. Ali (a.s) bu hadisi red etmişse artık hüccet tamamlanmış ve o hadisin uydurma olduğu anlaşılmıştır.

Eğer nebilerin ve özellikle de Hatem’ul- Enbiyanın miras bırakma durumu yoksa o halde nasıl kendilerine varis tayin etmişlerdir? Nitekim önceden de söylediğim gibi bizzat Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Her nebinin bir vasisi ve varisi vardır; Ali de benim vasim ve varisimdir.”

Mali mirası olmadığı bir vasi ve varisin hiçbir manası yoktur. Eğer mali mirasın olduğunu ispat eden bunca ilmi ve akli delillere rağmen ilmi mirasın kastedildiğini beyan ediyorsanız, bu iddiamızı daha iyi ispat etmektedir. Zira Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in ilmi varisi, bu ilme sahip olmayanlardan hilafet makamına daha evla ve layıktır.

İkinci olarak; Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Hz. Ali (a.s)’ı vasi ve varisçi kılmasına, kendi alimlerinizin de rivayet etmiş olduğu rivayetlere göre Allah-u Teala’nın da Hz. Ali (a.s)’ı bu makama tayin etmesine rağmen, böyle bir hadisi nasıl olur da ihtilaf çıkmasın diye kendi vasisine söylemeyip de vasi ve varisi olmayan başkalarına açıkça söylemiş olabilir?

Çok ilginçtir, dini hükümlerde Hz. Ali bir şeye hükmedince, Ömer ve Ebu Bekir habersiz oldukları halde O’nun sözünü tasdik etmekte ve dedikleriyle amel etmekteydiler.

Nitekim alimleriniz ve tarihçileriniz Hz. Ali (a.s)’ın Ebu Bekir, Ömer ve Osman zamanında verdiği hükümleri nakletmişlerdir. Ama bilindiği gibi ne hikmetse bu hususta Hz. Ali (a.s)’ın sözünü kabul etmediler, hatta hakaret ettiler ve her akıl sahibi insanın nakletmekten utandığı kinayeli laflar söylediler.

Hafız: Halifelerin dini hükümleri bilmediklerini ve onlara Ali’nin (k.v) sürekli hükümleri hatırlattığını söylemeniz çok tuhaftır.

Davetçi: Şaşılacak bir şey yok, bütün hüküm ve kaideleri kavramak gerçekten çok zordur. Peygamber veya Peygamber’in ilim kapısı dışında normal bir insanın tüm hüküm ve bilimleri kamil bir şekilde bilmesine imkan yoktur.

Ayrıca bilmek icap eder ki, bunu sadece ben söylemiyorum, kendi alimleriniz de muteber kitaplarında nakletmişlerdir. Bizim ihanet ettiğimizi sanmasınlar diye konunun aydınlığa kavuşması için o olaylardan sadece bir örnek zikretmek istiyorum.

Altı Aylık Çocuk Doğuran Kadın Hakkında

Hz. Ali’nin Verdiği Hüküm

İmam Ahmed bin Hanbel Müsned’de İmam’ul- Harem Ahmed bin Abdullah Şafii Zehair’ul- Ukba’da, İbn-i Ebi’l- Hadid Şerh-i Nehc’ul- Belağa’da, Şeyh Süleyman Hanefi Yenabi’ul- Mevedde 56. babda, Ahmed bin Abdullah, Ahmed bin Hanbel, Kal’i ve İbn-i Siman’dan şöyle rivayet ediyorlar:

“Ömer altı ayda doğum yapan bir kadını recm etmek istiyordu, bunun üzerine Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Allah-u Teala Kuran’da buyuruyor ki: “Hamilelik ve sütten kesilme süresi otuz aydır” Sütten kesilme iki yıldır, hamilelik müddeti ise altı aydır.” [6]

Bunun üzerine Ömer o kadını recm etmekten vazgeçerek şöyle dedi: “Ali olmasaydı Ömer helak olurdu.”

Aynı babda Ahmed bin Hanbel’in Menakıb’ından şöyle rivayet ediyor: “Ömer bin Hattab bir zorlukla karşılaşınca hemen hükmünü Ali’den öğrenirdi.”

Bu tür olaylar Ebu Bekir, Ömer ve Osman zamanında oldukça çok görülmüştür. Bir sorunla karşılaştıklarında Hz. Ali (a.s)’ın verdiği hükmü kabul ediyor ve ona göre amel ediyorlardı.

O halde beyler biraz düşününüz, ne oldu da Hz. Ali (a.s)’ın miras hakkındaki hükmünü kabul etmediler; hatta küstahlık ve hakarette bulundular. Kavga gürültü çıkararak mazlum Zehra (a.s)’ın hakkını elinden aldılar. Bu hadisin uydurma olduğunun üçüncü delili de bizzat Ebu Bekir’in kendi amelidir. Eğer bu hadis doğru olmuş olsaydı, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’den kalan her şeye el konulması ve varislerinin hiçbir şeyde tasarruf etmemesi icap ederdi. Ama bilindiği gibi halife Fatıma (a.s)’ın hücresini kendisine verdi, Aişe ve Hafsa’nın hücrelerini de miras babından kendilerine verdi. Bu bir çelişki değil midir? Bazısına inanıp bazısını inkar etmek değil midir?

Eğer bu hadis sahihse ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in söylediğine kesin inanmışlardıysa, o halde neden Ebu Bekir Fedek’e el koyduktan sonra bir mektup yazarak Fedek’i Fatıma’ya verdi? Ama Ömer engel olarak ilgili mektubu alıp yırttı.

Hafız: Bunu yeni duyuyorum. Ebu Bekir’in Fedek’i Fatıma’ya geri verdiği nerede yazılıdır?

Ebu Bekir’in Fedek’i Fatıma’ya Geri Vermesi ve

Ömer’in Buna Engel Olması

Davetçi: Zan edersem benim senetsiz konuşmayacağımı artık biliyorsunuz. Ne yazık ki siz çok az okuyorsunuz, İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi’nde, Ali bin Burhanuddin Şafii Tarh-u Siret’il- Halebiyye, c. 3, s. 391’de şöyle yazıyor:

“Ebu Bekir Fatıma’nın konuşmasından etkilendi ve ağladı. (Elbette bu olay, birkaç gün sonra Ebu Bekir’in evinde vuku bulmuştur.) Sonra Fedek’in Fatıma’ya geri verilmesini yazdı. Ama bilindiği gibi Ömer mektubu alarak yırttı.”

İlginç şudur ki, o gün mektubu yırtan ve Fedek’in geri verilmesine itiraz eden Ömer, kendi hilafeti zamanında Fedek’i geri verdi ve Ömer’den sonraki Emevi ve Abbasi halifeleri de Fedek’i Fatıma’nın varislerine vermişlerdir.

Hafız: Çok ilginç şeyler beyan ediyorsunuz. Sizin dediğiniz gibi Fedek’in geri verilmesine karşı koyan ve ilgili mektubu yırtan Ömer nasıl olur da bizzat kendisi Fedek’i yeniden Fatıma’nın varislerine geri çevirir?

Davetçi: Şaşırmakta haklısınız, okumamış ve görmemiş olabilirsiniz; bizzat kendi alimlerinizin senetlerinden Fedek’i verip geri alan halifeleri sizlere söyleyeyim de şaşırmayın ve bizim haklı olduğumuzu bilin.

Halifelerin Fedek’i Fatıma (a.s)’ın Evlatlarına Geri Vermesi

Allame Semhudi Tarih’ul- Medine’de, Yakut bin Abdullah Rumi Mu’cem’ul- Buldan’da şöyle rivayet etmektedir: “Ebu Bekir hilafeti zamanında Fedek’e el koydu. Ama Ömer hilafeti zamanında onu Ali ve Abbas’a geri verdi.”

Eğer Ebu Bekir Resulullah (s.a.a)’in emri gereği Fedek’e el koyduysa, o zaman Ömer hangi hakla onu Ali (a.s)’a geri çevirdi?

Şeyh: Şayet Müslümanlara harcamak üzere bir Müslüman olarak Hz. Ali’nin yetkisinde bırakmıştır.

Davetçi: Bu dediğiniz, sahibinin de kabul etmediği bir görüştür. Zira halifenin böyle bir niyeti yoktu. Eğer böyle olmuş olsaydı, tarihte yer alırdı. Bizzat büyük tarihçileriniz Ömer’in Fedek’i Ali ve Abbas’a bıraktığını kaydetmişlerdir.

Hz. Ali (a.s) da Fedek’i miras olarak aldı, bir Müslüman olarak değil; zira bir Müslüman bütün Müslümanların hakkına el koyup tasarrufta bulunamaz.

Şeyh: Belki de maksat Ömer bin Abdulaziz’dir.

Ömer Bin Abdulaziz’in Fedek’i Geri Vermesi

Davetçi: (Gülümseyerek) Ali (a.s) ve Abbas Ömer bin Abdulaziz zamanında yaşamamışlardır. Ömer bin Abdulaziz’in meselesi ayrıdır. Nitekim allâme Semhudi Tarih’ul- Medine’de ve İbn-i Ebi’l- Hadid “Nehc’ul- Belağa Şerhi” c. 4, s. 81’de Ebu Bekir Cevheri’den şöyle rivayet etmektedirler: “Ömer bin Abdulaziz hilafete erişince Medine’-deki varisine bir mektup yazarak Fedek’i Fatıma’nın evlatlarına vermesini emretti. Bunun üzerine de vali, Hasan bin Hasan-i Mücteba’-yı veya Hz. Ali bin Hüseyin’i yanına çağırarak Fedek’i ona verdi.

İbn-i Ebi’l- Hadid aynı sayfanın ilk satırında şöyle yazmıştır: “Bu, Fatıma’nın evlatlarına geri verilen ilk haktı. Bir müddet sonra Yezid bin Abdulmelik yeniden Fedek’i alarak Emeviler’e devretti. İlk Abbasi halifesi olan Abdullah Seffah Fedek’i yeniden İmam Hasan’ın evlatlarına verdi, onlar da miras hakkı olarak (Fedek’ten gelen geliri) Fatıma evlatları arasında taksim ediyorlardı.

Abdullah, Mehdi ve Memun’un Fedek’i Fatıma

Evlatlarına Geri Vermesi

Hasan Oğulları Mensur’un aleyhine kıyam edince, Mensur Fedek’i onlardan geri aldı. Oğlu Mehdi halife olunca, tekrar Fedek Fatıma evlatlarına geri çevrildi. Musa bin Hadi halife olunca Fedek’e el koydu. Me’mun halife olunca onu yeniden Fatıma ve Ali (a.s)’ın evlatlarına geri verdi. Yakut Himvi Mucem’ul- Buldan’ın (ilk baskısı) “F-D” harfinde Me’mun’un Medine valisi Kasem bin Cafer’e yazdığı mektupta şunları yazdığını kaydetmiştir:

“Resulullah (s.a.a) Fedek’i kızı Fatıma’ya bağışladı. Bu O’nun evlatları arasında da meşhur ve bilinen bir şeydir.”

Meşhur şair Di’bil-i Huzai orada kalkıp bir şiir okudu. O şiirin ilk beyti şudur:

 Bugün zamanın yüzü güldü.

Zira Me’mun Fedek’i Haşimilere geri verdi.

Fedek’in Bağış Olduğunun İspatı

Kesin delillerle ispat edildiği üzere Fedek baştan beri Hz. Fatıma’nın malıydı. Ama bilindiği gibi onu haksız yere gasbettiler. Bu yüzden sadece bazı halifeler insafları veya siyasetleri gereği onu Fatıma’nın evlatlarına geri vermişlerdir.

Hafız: Eğer Fedek Fatıma’nın Resulullah tarafından bağışlanmış olan malıydıysa, o zaman neden miras iddiasında bulununca ondan söz etmedi?

Davetçi: Hz. Fatıma (a.s) ilk önce Fedek’in Resulullah tarafından kendisine bağışlandığının iddiasında bulundu. Ama İslâm hükümlerinin aksine tasarrufta bulunandan şahit istediler. Şahitleri getirince de yine Şer’i hükümlerin aksine reddedildi. Bu yüzden miras yoluyla hakkını elde etmeye çalıştı.

Hafız: Zan edersem yanlış buyuruyorsunuz; çünkü Hz. Fatıma hiçbir yerde Fedek’in kendisine bağışlanmış olduğundan söz etmemiştir.

Davetçi: Yanlış söylemiyorum, hatta yakinim vardır. Sadece Şia kitaplarında değil, bizzat büyük alimlerinizin kitaplarında da açıkça yer almıştır. Nitekim Ali bin Burhanuddin Halebi (Ö: 1044) Siret’ul- Halebiyye s. 39’da şöyle diyor:

“ Hz. Fatıma ilk önce mülkiyet ve tasarruf sahibi olması unvanıyla, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Fedek’i kendisine bağışladığı esasında Ebu Bekir ile tartıştı. Şeriatın beğendiği tanıkları olmayınca da miras iddiasıyla hakkını aradı!!”

Görüldüğü gibi miras iddiası bağış iddiasından sonradır.

İmam Fahruddin Razi Tefsir-i Kebir’de “Fatıma’nın iddiası” zımnında, Yakut Himvini Mucem’ul- Buldan’da, İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 4 s. 80’de Ebu Bekir Cevheri’den naklen ve mutaassıp İbn-i Hacer de Savaik’ul- Muhrika s. 21’de “Rafızîlerin Şüphelerinden 7. Şüphe”den söz ederken şöyle naklediyorlar:

“Fatıma ilk önce Fedek’in bir bağış olduğu iddiasında bulundu. Şahitleri reddedilince üzülerek şöyle buyurdu: “Artık sizinle konuşmayacağım.” Fatıma (a.s) artık o günden sonra onlarla konuşmadı;[7] vefat edince de onlardan hiçbirinin, cenazesine namaz kılmamasını vasiyet etti. Amcası Abbas cenaze namazını kıldırdı ve geceleyin defnettiler.”

(Ama bilindiği gibi Ehl-i Beyt (a.s) kaynaklarına göre cenaze namazını Hz. Ali (a.s) kıldırmıştır.)

Muhaliflerin; “Ebu Bekir Şehadet Ayeti Gereği Amel Etti” Sözünün Cevabı

Hafız: Hz. Fatıma (r.z)’nın incinmesi ve üzülmesinde şek ve şüphe yoktur. Ama Ebu Bekir (r.z)’i de fazla suçlu göremeyiz. Zira Ebubekir şer’i hükümlere uymak zorundaydı. Hz. Fatıma, iddiasının ispatı için iki erkek veya bir erkek ile iki kadın veya dört kadın şahit getirmek zorundaydı. Yeterli şahit getirmediği için artık O’nun yararına kesin hüküm veremediler.

Davetçi: Burada söz uzayabilir. Dolayısıyla beyleri de usandırmamak için isterseniz tartışmayı yarın akşama bırakalım.

Nevvab: Kıble sahip (alicenap)! Bizim de özellikle öğrenmek istediğimiz önemli konulardan biri de buydu; eğer yorulmadıysanız konuşmayı devam ettirelim. Zira sözü yarıda bırakmak dikkatleri dağıtır. Sabaha kadar uzayacak olsa da bizim açımızdan bir sorun yoktur. Tam bir şevk ve istekle sözlerinizi dinlemeye hazırız. Bu meseleyi hal etmedikçe buradan gitmeyeceğiz. Konuyu detaylıca anlatınız. Ama eğer siz gerçekten yorgun iseniz biz artık ısrar etmeyiz.

Davetçi: Ben ilmi ve dini konularda asla yorulup usanmam. Ben meclistekilerin halini gözetmek istiyorum. Çünkü diğerlerin de halini göz önünde bulundurmamız gerekir.

(Orada bulunanların hepsi yorulmadıklarını ve özellikle Fedek konusunda bilgilenmek istediklerini beyan ettiler.)

Davetçi: Hafız Bey; “halifenin şer’i hükümlere uyması gerektiğini ve yeterli şahit gösterilmediğinden dolayı de Hz. Fatıma’nın yararına hüküm verilmediğini” söyledi. Ben burada birkaç mesele söz konusu etmek istiyorum, siz beyler de hüküm verin.

Mütesarrıftan Şahit istemek Şeriata Aykırıdır

Evvela; eğer Ebu Bekir dediğiniz gibi şer’i hükümleri uygulamak zorundaydıysa, o zaman söyleyin bakalım, şeriatın neresinde mütesarrıftan (tasarrufta bulunandan) şahit istenmiştir? İttifakla sabittir ki orası Hz. Fatıma’nın tasarrufundaydı. Ebu Bekir’in Hz. Fatıma’dan şahit istemesi dinin hangi kanunlarıyla uyum içindedir? Şer’i hükümlere göre müddei (iddia eden) şahit göstermelidir; tasarrufta bulunan değil. Acaba halifenin bu ameli şer’i hükümlere aykırı mıdır değil midir? Siz insaflıca hükmedin.

İkinci olarak; şehadet (tanıklık) ayetinin genelliğini kimse inkar etmiyor. Ama bilindiği gibi “ma min ammin illa ve kad husse” (bütün geneller özelleşebilir) kaidesi gereğince bu ayet de istisna ve tahsis edilebilir.

Hafız: Hangi delile göre şehadet ayetinin tahsis edilebileceğini buyuruyorsunuz?

Zu’ş- Şehadeteyn Olan Huzeyme

Davetçi: Bu mananın en büyük delili, sizin muteber Sihah kitaplarında da rivayet edildiği üzere Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Huzeyme bin Sabit’in şehadetini iki kişinin şehadeti yerine kabul etmiştir ve onu “Zu’ş- Şehadeteyn” (iki şehadet sahibi) diye adlandırmıştır. O halde şehadet ayeti de tahsis edilebilir. Huzeyme gibi mü’min bir sahabe bu ayeti tahsis edebildiğine göre, Tathir ayeti hükmü gereği masum olan Ali ve Fatıma (a.s) da daha evla bir şekilde istisna edilebilirler. Bu masum insanlar asla iftira ve yalan atmazlar. Dolayısıyla O’nları red etmek Allah-u Teala’yı reddetmek gibidir.

Fatıma’nın Şahitlerinin Red Edilmesi

Hz. Fatıma (a.s) Fedek’in kendi malı olduğunu söyledi. Babasının hayatta iken bunu kendisine bağışladığını ve o günden beri tasarrufta bulunduğunu beyan etti. Ama bilindiği gibi şer’i hükümlerin tam tersine ondan şahit istediler. Hz. Fatıma (a.s) da, Hz. Ali (a.s), Ümmü Eymen ve çocukları Hasan ve Hüseyin’i şahit olarak gösterdi. Ebu Bekir ise bunların şehadetini kabul etmedi. Acaba onların bu ameli, hakikate ve şer’i kaidelere aykırı değil miydi?

Fatıma (a.s)’ın tasarruf dışında hiçbir delili olmasaydı bile bu, şeriata göre hakkaniyeti için yeterliydi. Ayrıca bilmek icap eder ki Kur’ân da Hz. Fatıma’nın temizliğine tanıklık etmiş ve O’nun her türlü pislikten uzak olduğunu bildirmiştir. Yalan ve haksız iddiada bulunmak da o cümledendir. (Yani Hz. Fatıma (a.s) bunlardan da beridir.)

Özellikle de Hz. Ali (a.s) gibi kamil bir şahit, Hz. Fatma’nın hakkaniyetine tanıklık etti. Hz. Ali’nin tanıklığını reddetmek kesinlikle Allah-u Teala’yı reddetmektir. Zira Aliyyu A’la olan Allah-u Teala, Kur’ân ayetlerinde Hz. Ali’yi sadık ve sıddık olarak tanıtmıştır. Allah-u Teala’nın tastık ettiği birinin tanıklığını hangi cüretle red ettiler? Oysa Kur’ân Ali ile birlikte olmayı, yani O’na uymayı emrediyor. Sadakatinin çok olduğundan sıdı abidesi olmuş ve sadık olarak zikredilmiştir. Nitekim Allah-u Teala Kur’an’da şöyle buyuruyor:

1- “Ey iman edenler! Allah’tan sakının ve sadıklarla (doğrularla) birlikte olun.”[8]

Hafız: Bu ayetin sizin amacınız ve Ali’ye (k.v) uymanın gerekli olması ile ne ilgisi vardır?

Ayette Geçen Sadıklardan Maksat Hz. Peygamber’le Hz. Ali’dir

Davetçi: Büyük ve değerli alimleriniz tefsir ve diğer kitaplarında bu ayetin Hz. Muhammed (s.a.a) ve Hz. Ali (a.s) hakkında nazil olduğunu yazmışlardır. Buradaki “sadıklar” (doğrular)dan maksadın Hz. Muhammed (s.a.a) ile Hz. Ali (a.s), bazı rivayetlerde Ali, bazı rivayetlerde ise Eh-i Beyt olduğu yer almıştır.

İmam Sa’lebi Keşf’ul- Beyan tefsirinde, Celaluddin Suyuti Durr’ul- Mensur’da İbn-i Abbas’tan, Hafız Ebu Sa’d Abdulmelik bin Muhammed Harguşi Şeref’ul- Mustafa’da Esmai’den, Hafız Ebu Naim İsfahani ise Hilyet’ul- Evliya’da Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet ediyorlar:

“Bu ayetteki sadıklar (doğrular)dan kasıt, Muhammed ve Ali’dir.”

Şeyh Süleyman Hanefi de Yenabi’ul- Mevedde’nin (İstanbul baskısı) 39. babının 119. sayfasında Muvaffak bin Ahmed-i Harezmi, Hafız Ebu Naim İsfahani ve Himvini’den naklen İbn-i Abbas’ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: “Bu ayetteki “sadıklardan”dan maksat Hz. Muhammed ve Ehl-i Beyti’dir.”

Büyük alimlerinizden olan İbrahim bin Muhammed Himvini Feraid’us- Simtayn’de, Muhammed bin Yusuf Genci eş-Şafii Kifayet’ut- Talib’in 62. babında, Muhaddis-i Şam ise kendi Tarih’inde müsneden şöyle rivayet ediyor: “Sadıklarla birlikte olun. Yani Ali bin Ebi Talib’le birlikte olun.”

2- “Doğruyu getiren ve onu tasdik edene gelince; işte muttaki (takva sahibi) olanlardır.”[9]

Celaluddin Suyuti, Durr’ul- Mensur’da, Hafız bin Merduye Menakıb’da, Hafız Ebu Naim Hilyet’ul- Evliya’da, Muhammed bin Yusuf Genci Kifayet’ut- Talib’in 62. Babında, İbn-i Asakir kendi Tarih’inde bir grup tefsir ehlinden, onlar da İbn-i Abbas ve Mücahid’den şöyle nakletmişlerdir: “Ayetteki “Doğruyu getiren”den maksat Hz. Muhammed, “onu tastık eden” ise Ali bin Ebi Talip’tir.”

3- “Allah’a ve O’nun resulüne iman edenler; işte onlar Rableri katında sıddıklar ve şehitlik mertebesine erenlerdir. Onların mükafatları ve nurları vardır.”[10]

İmam Ahmed bin Hanbel Müsned’de, Hafız Ebu Naim İsfahani “Ma Nezele Min’el- Kur’ân’i fi Ali’yyin”de İbn-i Abbas’tan, bu ayetin Hz. Ali (a.s) hakkında nazil olduğunu ve O Hazretin de sıddıklardan olduğunu nakletmişlerdir.

4- “Kim Allah’a ve Resulüne itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salih kişilerle beraberdir. Ne güzel arkadaştır onlar!”[11]

Ayetteki “sıddıklar”dan maksat, Hz. Ali’dir. Sünni/Şii kanalıyla nakledilen sayısız rivayetler, Hz. Ali (a.s)’ın ümmetin sıddıkı (doğrusu), hatta sıddıkların en üstünü olduğunu vurguluyorlar.

Hz. Ali (a.s) Sıddıkların En Üstünüdür

Nitekim Fahr-u Razi Tefsir-i Kebir’de, Sa’lebi Keşf’ul- Beyan’da, Celaluddin Suyuti Durr’ul- Mansur’da, Ahmed bin Hanbel Müsned’de, İbn-i Şirveyh Firdevs’te, İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi, c. 2, s. 451’de, İbn-i Meğazili Şafii Menakıb’da, İbn-i Hacer-i Mekki Savaik’da Hz. Ali (a.s)’ın faziletleri hakkında rivayet etmiş olduğu 40 Hadis’in 30. Hadisinde Buhari’den o da İbn-i Abbas’tan (son cümle hariç) naklen Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir:

“Sıddıklar (doğrular) üç kişidir; Yasin ailesinin mümini Habib-i Neccar, Firavun ailesinin mümini Hazkil ve onların en üstünü olan Ali bin Ebi Talip.”

 Şeyh Süleyman Belhi el-Hanefi Yenabi’ul- Mevedde’nin 42. babının başında imam Ahmed’in Müsned’inden naklen, Ebu Naim, İbn-i Meğazili ve Harezmi Menakıb’da Ebi Leyla ve Ebu Eyyub Ensari’den naklen, İbn-i Hacer-i Mekki Savaik’te 40 hadisten 31. hadiste Ebu Naim’den naklen, İbn-i Asakir Ebi Leyla’dan naklen, Muhammed bin Yusuf Genci Kifayet’ut- Talib’in 24. babında müsned olarak Ebi Leyla’dan rivayet etmekte ve rivayetin sonunda şöyle demektedir: “Muhaddis-i Şam kendi tarihinde, Hafız Ebu Naim Hilyet’ul- Evliya’da Hz. Ali (a.s)’ın haletlerinin tercümesinde, bunların hepsi de Hz. Muhammed (s.a.a)’den şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir:

“Sıddıkla (doğrular) üç kişidir; Yasin ailesinin mümini Habib Neccar (ki şöyle dedi: “Ey kavmim elçilere uyun”, Firavun ailesinin mümini Hazkil (ki şöyle dedi: “Acaba Allah Rabbim’dir diyen birini mi öldüreceksiniz.” ve onların en üstünü olan Ali bin Ebi Talip.”

Gerçekten ilginçtir, adet ve bağnazlıklar nasıl da ilim ve insafınızı mağlup etmiş! Bizzat kendinizin rivayet etmiş olduğu birçok rivayetler de Kur’ân ayetleri gibi Hz. Ali (a.s)’ın sıddıkların en üstünü olduğunu ispat etmektedir. Bununla birlikte başkalarına sıddık diyorsunuz; oysa bir ayet dahi onların sıddık olduğuna dair nakledilmemiştir.

Allah aşkına muhterem beyler biraz insaf ediniz ve adetleri bir kenara bırakınız. Acaba Kur’ân-ı Kerim’in, sıddıklardan (doğrulardan) olduğunu söylediği ve kendisine uymayı emrettiği birinin şehadetinin reddedilmesi ve hatta kendisine hakaret edilmesi doğru bir şey miydi?

Acaba Resulullah (s.a.a)’in, “bu ümmetin sıddıkı” diye tanıttığı ve Kur’ân-ı Kerim’in de sadakatini doğruladığı birinin yalan yere tanıklıkta bulunmasını akıl kabul ediyor mu?

Ali, Hak ve Kur’an İledir

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) “Hak Ali iledir ve Hak da Ali iledir.” diye buyurmamış mıdır? Nitekim Hatib Bağdadi Tarih-i Bağdadi, c. 4, s. 321’de, Hafız bin Merduye Menakıb’da, Deylemi Firdevs’te, Hafız Heysemi Mecme’uz- Zevaid, c. 7, s. 236’da, İbn-i Kuteybe el-İmamet’u Ve’s- Siyase, c. 1, s. 68’de, Hakim Ebu Abdullah Nişaburi Müstedrek c. 3, s. 124’de, imam Ahmed Hanbel Müsned’de, Taberani Evset’te, Hatib Harezmi Menakıb’da, Fahr-u Razi Tefsir c. 1, s. 111’de, İbn-i Hacer-i Mekki Cami’us- Sağir c. 2, s. 74, 75 ve 140’ta, yine Savaik’in 9. babının 2. Faslında Hz. Ali (a.s)’ın faziletleri hakkındaki hadislerin 21. hadisinde (Evset’ten, o da Ümmü Seleme’den naklen), Şeyh Süleyman Belhi Hanefi, Yenabi’ul- Mevedde’nin 20 babında Cem’ul-Fevaid, Evsed ve Sağir-i Taberani, Feraid-i Himvini, Menakıb-ı Harezmi ve Rebi’ul- Ebrar-i Zemahşeri’den naklen (Ümmü Seleme ve İbn-i Abbas’tan naklen), hakeza Yenabi’ul- Mevedde Celaluddin Suyuti’nin Cami’us- Sağir’inden naklen b. 65, s. 185’de, hakeza s. 116’da Tarih’ul-Hulefa’dan naklen, hakeza s. 358’de Feyz’ul-Kadir’in 4. cildinden İbn-i Abbas’tan naklen, s. 237’de Menakıb’us- Sab’in’in 44. hadisinden Sahib-i Firdevs’ten naklen, s. 283’de 59. babın zımnında Savaik’in ikinci faslından Ümmü Seleme’den naklen ve Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii de Kifayet’ut-Talib’de bazısını Ümmü Seleme’den, bazısını Ayşe’den, bazısını da Muhammed bin Ebu Bekir’den naklen Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu yazmışlardır:

“Ali Kur’ân iledir, Kur’ân da Ali iledir; bu ikisi havuzun başında yanıma gelinceye kadar birbirinden ayrılmazlar.”

Bazıları ise şu ibaretle rivayet etmişlerdir:

“Hak sürekli Ali iledir, Ali de hak iledir; bunlar asla birbirlerinden ayrılmazlar.”

İbn-i Hacer, Savaik’in 9. babının 2. faslında s. 77’de Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in ölüm döşeğinde şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

“Ben sizin aranızda, Allah-u Teala’nın kitabını ve itretim olan Ehl-i Beyt’imi bırakıyorum.”

Daha sonra Hz. Ali (a.s)’ın elinden tutup kaldırarak şöyle buyurdular:

“Bu Ali Kur’ân iledir ve Kur’ân da Ali iledir; bunlar Havuz’da yanıma gelinceye kadar birbirinden ayrılmazlar. Ve ben onların her ikisinden kendilerine bıraktığım hilafet makamını soracağım.”

Yine genellikle Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu naklediyorlar:

“Ali Hak iledir, Hak da Ali iledir; Ali nereye dönerse hak da onunla döner.”

Sibt bin Cevzi Tezkiret-u Havass’il- Ümme s. 20’de Gadir hadisinin zımnında Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu naklediyor:

“Allah’ım, Ali nereye ve nasıl dönerse hakkı O’nunla döndür.”

İbn-i Cevzi, bu hadis hakkında görüşünü belirterek şöyle diyor: “Bu hadis, Ali ile ashaptan biri arasında ihtilaf olduğunda hakkın Ali ile olduğuna delalet etmektedir.”

Ali’ye İtaat, Allah’a ve Peygamber’e İtaattir

Bu zikrettiğim kitapların yanı sıra diğer muteber kitaplarınızda da nakledildiğine göre Peygamber-i Ekrem (s.a.a) birçok mekan ve mahallelerde farklı ibarelerle şöyle buyurmuştur:

“Ali’ye itaat eden bana itaat etmiştir, bana itaat eden ise Allah’a itaat etmiştir; Ali’yi inkar eden beni inkar etmiştir, beni inkar eden de Allah’ı inkar etmiştir.”

Ebu’l- Feth Muhammed bin Abdulkerim Şehristani Milel ve Nihel kitabında Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu naklediyor:

“Ali bütün durumlarda hak üzeredir; nereye dönerse dönsün hak O’nunla döner.”

Bunca muteber kitaplarınızda yer alan açık rivayetlere rağmen, Ali’yi red veya inkar etmek ve O’ndan yüz çevirmek, Allah-u Teala ve Resulünü red ve inkar etmek, hak ve hakikatten yüz çevirmek değil midir?

Ebu’l- Mueyyid Muvaffak bin Ahmed Harezmi Menakıb’da, Muhammed bin Talha eş-Şafii Metalib’us- Süul’de ve İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi’nde Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in açıkça şöyle buyurduğunu rivayet etmekteler:

“Ali’ye ikram eden bana ikram etmiştir, bana ikram eden de Allah-u Teala’ya ikram etmiştir; Ali’ye ihanet eden bana ihanet etmiştir, bana ihanet eden de Allah-u Teala’ya ihanet etmiştir.”

İnsaflı beyler, vuku bulan olayları, kendi kitaplarınızda yer alan bunca rivayet ve hadislerle tatbik ederek adalet üzere hükmedin ve zavallı Şiilere o kadar da kötümser olmayın.

Sizin; “Halife şeriatın zahirine göre hükmetmekle görevliydi, şehadet ayeti genel olduğu için de şeriatın kabul etmiş olduğu şahitler olmaksızın sadece bir iddia üzere Müslümanların malını Fatıma’ya veremezdi.” sözünüze gelince; önce de söylediğim gibi bu mal Müslümanların malı değildi, Fatıma (a.s)’ın tasarrufunda olan bir mülk ve bağıştı.

İkinci olarak; eğer halife gerçekten şeriat hükümlerini icra eden idiyse, bir saç tüyü kadar Şeriat hükümlerine aykırı davranmaması icap ederdi. O halde neden ayrıcalık yaparak bazı kimselere, şahitleri olmaksızın sırf bir iddia üzere Müslümanların malından onlara veriyordu? Bu hüküm ve halifenin ihtiyatı, sadece Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in emaneti olan mazlum Fatıma (a.s) hakkında mı uygulandı? Halbuki bilindiği gibi Hz. Fatıma (a.s)’ın sözünün doğruluğu ve Hz. Ali (a.s)’ın tanıklığının kabulü herkesçe açık ve belliydi.

İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi’nin c. 4, s. 105’inde şöyle diyor: Bağdat’ın batı medresesinin üstadı Ali bin Fariki’ye; “Fatıma doğru sözlü biri miydi?” diye sordum. Cevaben; “Evet” dedi. Ben; “Eğer doğru sözlü biri idiyse, o halde halife neden Fedek’i Fatıma’ya vermedi?” diye sorduğumda, tebessüm ederek şaka ehli olmadığı halde güzel bir söz söyledi; o sözün özeti şudur:

“Eğer o gün sırf iddia üzere Fedek’i Fatıma’ya vermiş olsaydı, Fatıma ertesi gün de gelir kocası için hilafeti isterdi. Böyle olunca da halife mecburi olarak hakkı haklıya vermesi gerekirdi; çünkü önceden onun sadakatini onaylamıştı.”

Binaenaleyh bu konu büyük alimleriniz nezdinde apaçıkmış; insaf üzere gerçeği tasdik etmişlerdir. İlk günden beri hak mazlum Fatıma (a.s) ile idi. Ancak siyaset, makamlarını korumak için bilerek Fatıma’nın kendi hakkından mahrum edilmesini icap ediyordu.

Hafız: Halife kime şahit olmaksızın Müslümanların malını verdi?

Cabir Olayı ve Ona Mal Bağışlanması, Akıl Sahiplerinin İbret Almasına Sebep Olmaktadır

Davetçi: Örneğin Cabir; “Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bana Bahreyn malından (bir miktar mal) vereceğini vaad etmişti” diye iddia edince, itiraz edilmeden ve şahit istenmeden Müslümanların malından 1500 dinar kendisine verildi.

Hafız: Evvela; bu haberi ben görmemişim, sizin kitaplarınızda olabilir. Ayrıca bilmek icap eder ki şahit istemediği nereden bellidir?

Davetçi: Görmemeniz çok ilginç; çünkü alimleriniz adil bir sahabenin rivayet etmiş olduğu haber-i vahidin kabul edileceğine dair getirdikleri delil Cabir bin Abdullah bin Ensari’nin bu haberidir.

Nitekim Şeyh’ul- İslâm Askalani Feth’ul- Bari fi Şerh-i Sahih’il-Buhari, “Men Yukeffilu An Meyyitin Deynen” babında şöyle diyor:

“Bu haber, sahabeden adil olanların verdiği haberin kabul edilebileceğine delalet etmektedir; bu kendi menfaatine de olsa fark etmez. Çünkü Ebu Bekir Cabir’den, iddiasının sıhhati hakkında şahit istemedi.”

Bu haberi Buhari kendi Sahih’inde daha detaylı olarak nakletmiştir. Hums kitabının “Ma Kataa’n- nebiyyu min’el Bahreyn” babında şöyle yazmıştır: “Bahreyn malını Medine’ye getirdiklerinde Ebu Bekir’in münadisi şöyle seslendi: “Her kime Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bir şey vaat etmişse veya Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’den bir alacağı varsa gelip alsın.”

Cabir gelerek; “Resulullah (s.a.a) Bahreyn malından bana (bir miktar mal) vermeyi vaat etmişti.” dedi.

Bahreyn fethedilip Müslümanların tasarrufuna geçince, şahit istenmeksizin sırf iddia üzere Cabir’e 1500 dinar verildi.

Hakeza Celaluddin Suyuti, Tarih’ul- Hulefa kitabının “Hilafet-i Ebu Bekir” faslında, Ebu Bekir’in hilafeti zamanında ortaya çıkan olayları rivayet ederken Cabir’in olayını da rivayet etmektedir.

Beyler şimdi Allah için söyleyin, acaba bu amel bir ayrıcalık ve fark gözetmek değil miydi? Eğer Ebu Bekir şehadet ayetinin hilafına şahit istemeksizin Müslümanların malından sırf iddia üzere Cabir’e bir miktar para vermişse ve bunda bir sakınca da görmemişse, Fedek’i de, Müslümanların malı olmuş olsaydı bile (halbuki bilindiği gibi Fatıma Fedek’te tasarruf ediyordu), Resulullah (s.a.a)’in emaneti ve doğru sözlü kızı olan Hz. Fatıma’nın kalbini kırmaması ve iddiasını kabul ederek kendisine geri çevirmesi gerekirdi.

Ayrıca bilmek icap eder ki Buhari ve diğer alimler, kendi menfaatine bile olsa adil bir sahabenin haberini kabul etmektedirler. Ama bilindiği gibi sıra Hz. Ali (a.s)’a gelince, kendi lehine olduğu bahanesiyle Hazretin sözünü reddetmektedirler. Acaba Hz. Ali ashaptan, hatta ashabın en mükemmel bir ferdi değil miydi? Eğer meseleye insaflıca bakacak olursanız, işin içinde bir hile olduğunu, hak ve hakikatin icra edilmesi niyetinde olunmadığını tasdik edersiniz.

Hafız: Ebu Bekir’in Cabir’den şahit istememesinin sebebi, Cabir’in Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in yakın ashabından ve O’nun terbiye etmiş olduğu bir kişi olmasından dolayıdır. Ayrıca bilmek icap eder ki Cabir; “Kim bilerek bana iftira ve yalan isnat ederse cehennemde yerini hazırlamalıdır.” hadisini de mutlaka duymuştur. Bu şiddetli tehdit karşısında, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in yakını ve O’nun terbiye etmiş olduğu mümin bir sahabe kesinlikle boş yere iftira ve yalan söylemez, bu değersiz dünya için ahiretini bozmaz ve Resulullah’a isnat ederek yalan söz nakletmez.

Davetçi: Acaba Cabir mi Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’e daha yakındı, yoksa Hazretin terbiye etmiş olduğu Hz. Ali ve Hz. Fatıma mı?

Hafız: Şüphesiz Ali ve Fatıma (r.z) ömürlerinin başından beri Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in terbiyesi altında büyümüşlerdir ve O Hazrete herkesten daha yakın idiler.

Davetçi: O halde Hz. Ali ve Hz. Fatıma (a.s)’ın, böyle şiddetli bir tehdit karşısında Hz. Peygamber’e iftira ve yalan isnat etmeyeceklerini kabul ediniz. Dolayısıyla onlar Fatıma-i Sıddika (a.s)’ın iddiasını kabul etmeliydiler; zira onlar da sizin itiraf ettiğiniz gibi Ali ve Fatıma’nın Cabir’den, hatta bütün ashaptan daha üstün olduğunu biliyorlardı. Nitekim Hz. Ali ve Hz. Fatıma (a.s) ne de olsa Tathir ayetinin muhatabı olmuş masum kimselerdi.

Tathir ayeti açıkça Muhammed, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’in masumiyetine delalet etmektedir.

Ayrıca bilmek icap eder ki kendi alimleriniz de onların sadakat ve doğruluğunu tasdik etmişlerdir. Nitekim Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Hz. Ali (a.s)’ı “ümmetin sıddıkı ve doğru olanı” diye tanıtmış, Allah-u Teala da Kur’ân’da O’nu “sadık” diye nitelendirmiştir.

Hz. Fatıma (a.s) hakkında ise hadis pek çoktur. Örneğin: Hafız Ebu Naim İsfahani Hilyet’ul- Evliya c. 2, s. 42’de Aişe’den şöyle rivayet etmektedir:

“Babası dışında Fatıma’dan daha doğru sözlü birini görmedim.”

Tathir Ayetinin Nüzulü Hakkında Eleştiri

Hafız: Bize göre Tathir ayetinin bu beş kişi hakkında indiği iddiası kesin değildir. Siz bizim kitaplarımızı da anlaşıldığı kadarıyla yakından biliyorsunuz, bu konuda hata ettiğinizi kabul edin; zira Kadı Beyzavi ve Zemahşeri’ye göre Tathir ayeti Resulullah (s.a.a)’in hanımları hakkında nazil olmuştur; bu ayetin beş kişi hakkında indiğini söyleyen bir rivayet varsa da zayıftır; çünkü bu ayet bu mananın tam aksine delalet etmektedir. Ayetin başı ve sonu Peygamber (s.a.a)’in hanımları hakkındadır; bu yüzden ayetin ortasını çıkarıp başkalarına ekleyemeyiz.

Tathir Ayeti’nin Hz. Peygamber’in Eşleri Hakkında Nazil Olmadığının İspatı ve Eleştirinin Cevabı

Davetçi: Sizin bu iddianız birçok açıdan doğru değildir. Evvela; ayetin başı ve sonunun Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in hanımları hakkında olduğunu ve bu yüzden Ali ve Fatıma’nın ayetin muhatabı olmadığı hakkındaki sözünüze gelince; cevabı şudur ki, insanlar günlük konuşmalarında bazen konuşurken aniden sözlerini başka bir yöne atfederek başkalarına hitaben konuşuyorlar ve daha sonra da yeniden ilk sözlerine dönüyorlar.

Böyle bir şey Arap edebiyatı ve şiirlerinde oldukça çoktur, hatta Kur’an’da bile birçok örneği vardır. Özellikle Ahzap süresine dikkat ediniz, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in hanımlarına hitap ederken aniden müminlere hitap edilmekte, sonra yeniden kendilerine dönülmektedir. Bunun şahitlerini detaylı olarak size arz edebilirim. Ama bilindiği gibi bu toplantı buna müsait değildir.

Ayrıca bilmek icap eder ki eğer bu ayet Resulullah (s.a.a)’in hanımları hakkında olmuş olsaydı onlara özgü müennes zamir (dişi çoğul edatı) kullanılması ve böylece “liyuzhibe ankünne ve yutahhirrekunne” denilmesi icap ederdi. Ama bilindiği gibi görüyoruz ki ayette müzekker edatı (kum) kullanılmıştır, bu da ayetin hanımlar hakkında değil, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Ehl-i Beyt’i hakkında nazil olduğunu açıkça göstermektedir.

Nevvab: Size göre de Hz. Fatıma o topluluktan biridir; o halde neden Hz. Fatıma göz önünde bulundurulmamış ve O’nun hakkında tenis (dişi) zamiri kullanılmamıştır?

Davetçi: (Alimlere işaret ederek) Alimlerin de bildiği gibi Hz. Fatıma’nın olmasına rağmen müzekker zamirinin kullanılması edebiyattaki tağlip (ekseriyet) sanatı itibariyledir. Bir topluluk içinde erkeklerin çoğunlukta olduğu yerde müzekker zamir kullanılmaktadır, hatta bizzat bu ayetteki müzekker kip, bu görüşün zayıf olmadığını, aksine güçlü olduğunu göstermektedir.

Eğer bu ayet Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in hanımları hakkında nazil olmuş olsaydı, kadınlar topluluğu için müzekker edatının kullanılması hata olurdu.

Bunlardan ilave, bilmek icap eder ki sizin muteber kitaplarınızda da yer alan sahih hadisler, bu ayetin hanımlar hakkında değil Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Ehl-i Beyti hakkında nazil olduğuna hükmetmektedir.

Nitekim İbn-i Hacer-i Mekki bütün bağnazlığına rağmen bu ayet hakkında Savaik’ul- Muhrika adlı kitabında şöyle diyor: “Çoğu müfessirler bu ayetin Ali, Fatıma Hasan ve Hüseyin hakkında nazil olduğunu beyan ediyor; zira ayette “müzekker” (erkek) zamiri kullanılmıştır.”

Peygamber (s.a.a)’in Eşleri Ehl-i Beyt’ten Değildir

Bundan da öte birçok delil Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in hanımlarının Ehl-i Beyt’ten olmadığına delalet etmektedir.

Nitekim Sahih-i Müslim ve Cami’ul- Usul’da şöyle rivayet edilmiştir: “Hasin bin Semure Zeyd bin Erkam’a; “Peygamber (s.a.a)’in hanımları da Ehl-i Beyt’ten midirler?” diye sorduğunda Zeyd şöyle dedi: “Allah-u Teala’ya and olsun ki hayır; çünkü kadın bir müddet eşiyle olur, boşanınca babasının evine döner ve babasının ailesine katılır, böylece kocasından bütünüyle kopar. Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Ehli Beyti kendisine sadaka verilmesinin haram olduğu kimselerdir. Onlar hangi eve gitseler, nereye gitseler O Hazretin Ehl-i Beyti’nden çıkmazlar.”

Ayrıca bilmek icap eder ki Şia kaynaklarında Ehl-i Beyt (a.s) İmamlarından rivayet edilen bütün rivayetlerin yanı sıra bizzat kendi kaynaklarınızda yer alan sayısız hadisler de bu mananın aksine hükmetmektedir.

Tathir Ayetinin Ehl-i Beyt Hakkında Nazil Olduğunu Beyan Eden Ehl-i Sünnet Kaynaklı Rivayetler

Nitekim imam Salebi Keşf’ul- Beyan tefsirinde, imam Fahr-u Razi, Tefsir-i Kebir c. 6, s. 783’de, Celaluddin Suyuti, Durr’ul- Mansur c. 5, s. 199’da ve Hasais’ul -Kubra c. 2, s. 264’de, Nişaburi kendi tefsirinin 3. Cildinde, imam Abdurrazzak Res’ani, Rumuz’ul- Kunuz tefsirinde, İbn-i Hacer Askalani, İsabe c. 4, s. 207’de, İbn-i Asakir, Tarih c. 4, s. 204 ve 206’da, imam Hanbel Müsned c. 1, s. 331’de, Taberi, Riyaz’un- Nazire c. 2, s. 188’de, Müslim, Sahih c. 7, s. 130’da; yine c. 2, s. 331’de, Nebhani, Şeref’ul- Muebbed (Beyrut baskısı) s. 10’da, Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii altı müsned haberle Kifayet’ut- Talib’in 100. babında, Şeyh Süleyman Belhi el-Hanefi, Yenabi’ul- Mevedde’nin 33. babında Sahih-i Müslim’den, Şevahid-u Hakim’den o da Aişe’den, on rivayet Tirmizi’den, yine Hakim Alauddevle Simnani, Beyhaki, Taberani, Muhammed bin Cerir, Ahmed bin Hanbel, İbn-i Ebi Şeybe, İbn-i Munzir, İbn-i Saad, Hafız Zerendi ve Hafız bin Merduye’den onlar da Ümmü Seleme’den, Ömer bin Ebi Seleme (Hz. Peygamber’in üvey oğlu), Enes bin Malik, Saad bin Ebi Vakkas, Vasıle bin Eska’ ve Ebu Said Hudri’den Tathir ayetinin beş kişi olan Âl-i Aba hakkında nazil olduğunu nakletmekteler.

Hatta İbn-i Hacer-i Mekki sahip olduğu bütün bağnazlığa rağmen Savaik, s. 85 ve 86’da yedi yoldan bu olayın sıhhatini rivayet etmekte ve bu ayetin Muhammed, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin hakkında nazil olduğunu itiraf etmektedir.

Seyyid bin Ebu Bekir bin Şahabuddin Alevi Reşfet’us- Sadi Min Bahr-i Fezail-i Beni’n- Nebiyy’il- Hadi s. 14 ila 19’da (Mısır 1303 baskısı) 1. bab’ın zımnında Tirmizi, İbn-i Cerir, İbn-i Munzir, Hakim, İbn-i Merduye, Beyhaki, İbn-i Ebi Hatem, Taberani, Ahmed bin Hanbel, İbn-i Kesir, Müslim bin Haccac, İbn-i Ebi Şeybe ve Semhudi’den ve diğer büyük alimlerinizden yaptığı derin araştırmalarla bu ayetin Âl-i Aba olan beş kişi hakkında nazil olduğunu rivayet etmektedir.

Ayrıca deliller de, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in, kendisine sadaka verilmesi haram olan Ehl-i Beyti’nin kıyamete kadar bu ayetin muhatabı olduğunu ispat etmektedir. Cem’un Beyn’es- Sihah’is- Sitte’de Muvatta, Sahih-i Buhari, Sahih-i Müslim, Sünen-i Ebi Davud, Sünen-i Secistani, Sünen-i Tirmizi, Cami’ul- Usul’dan naklen bir çok fakih, tarihçi, muhaddis ve alimlerinizin bu ayetin Âl-i Aba olan beş kişi hakkında nazil olduğunu itirafa etmeleri nakledilmiştir. Dolayısıyla sizin yanınızda bu ayetin Âl-i Aba hakkında nazil olduğu tevatür haddine ulaşmıştır. Birkaç inatçı ve bağnaz ve hakkı inkar eden ulemanın bu haberi zayıf kabul etmesinin bütün bu muteber ve mütevatir rivayetler karşısında hiçbir değer ve itibari yoktur.

Küçük yarasa güneşin düşmanı değildir.

O karanlıklar içinde ancak kendine düşmandır.

Fatıma (a.s)’ın Hariresi İle İlgili Ümmü Seleme’nin Hadisi ve Tathir Ayetinin İnişi

Bazı kimseler, Harire (Muhallebi) Hadisi’ni naklederek Tathir ayetinin inişiyle ilgili olayı detaylı olarak, bazıları ise özetle nakletmişlerdir. Örneğin imam Salebi Tefsirinde, imam Ahmed bin Hanbel Müsned’inde ve İbn-i Esir Cami’ul- Usul’da (Sahih-i Tirmizi ve Müslim’den naklen) az bir farkla rivayet ettiğine göre Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in hanımı Ümm-ü Seleme şöyle demiştir:

“Resulullah (s.a.a) benim evimdeydi, Fatıma Resulullah için bir tas harire (muhallebi) getirdi, Resulullah (s.a.a) de sofada oturmuştu, mübarek ayaklarının altında Hayber malı bir aba seriliydi, ben de odamda namaz kılıyordum, Peygamber (s.a.a) Fatıma’ya şöyle buyurdu: “Git kocanı ve çocuklarını da al getir.” Ardından Ali Hasan ve Hüseyin gelerek muhallebi yemekle meşgul oldular, çok geçmeksizin Cebrail nazil olarak onlara şu ayeti okudu:

“Ey Ehl-i Beyt! Allah ancak sizden ricsi (her çeşit çirkinlik ve pisliği) gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor.”[12]

Peygamber (s.a.a) daha sonra abanın artan kısmını onların üzerine örterek mübarek elini göklere kaldırdı ve şöyle dedi:

“Allah’ım, bunlar benim itretim ve Ehl-i Beytimdir; o halde onlardan her türlü pisliği gider ve onları temiz kıl.”

Ümmü Seleme sonra şöyle diyor: Ben de başımı abanın altına koyarak; “Ya Resulullah, ben de sizinleyim.” dedim. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Sen de hayır üzeresin.” (Yani Ehl-i Beytimin makamında değilsin, ama akıbetin hayır üzeredir!)

O halde bu ayet sadece bu beş kişinin, her türlü küfür, nifak, şüphe, iftira, yalan, riya ve günahlardan uzak ve beri olduğuna delalet etmektedir. Nitekim Fahr-u Razi tefsirinde şöyle diyor: “Bu ayet, O’nların tüm günahlardan uzak olduğuna ve İlahi keramet ridasına büründüklerine delalet etmektedir.”

Bazı alimlerin, kendi muteber kitaplarında Ali ve Fatıma’nın bu ayetin kapsamında olduğunu ve her türlü günah, kötülük, iftira ve yalandan münezzeh olduğunu nakletmelerine rağmen insafsızlık ederek Hz. Ali (a.s)’ın imamet iddiasını, Hz. Fatıma hakkındaki şehadetini ve Hz. Fatıma’nın Fedek hakkındaki iddiasını ret etmeleri gerçekten çok şaşılacak bir durumdur! Burada insaflı kimselerin nasıl hükmedeceklerini bilemiyorum!

Konumuza dönelim, lütfen insaf üzere hüküm verin; Ali ve Fatıma gibi Allah-u Teala’nın, her türlü pislik ve kötülükten münezzeh kıldığı, yani büyük ve küçük günahlardan masum olmalarını irade buyurmuş olduğu kimselerin red edilmesi, ama öte yandan Cabir gibi sıradan bir Müslüman’ın iddiasının kabul edilmesi doğru mudur?! O değerli ailenin haklarının çiğnenmesi insaf mıdır?!

Hafız: Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in halifesi ve mümin bir sahabenin Resulullah (s.a.a)’e bütün yakınlığına rağmen kasten kalkıp Fedek’i gasbetmesi inanılacak bir durum değildir. Şüphesiz insan yaptığı her şeyi bir maksat üzere yapar. Bütün beytülmali elinde bulunduran birinin Fedek’i gasbetmeye ne ihtiyacı olabilir ki?

Davetçi: Şüphesiz ki ihtiyaç meselesi değildi. Onlar Ehl-i Beyt-i zamanın Müslümanlarının gözünde küçük düşürmek, inzivaya itmek istiyorlardı. Çünkü Ehl-i Beyt hilafet makamına daha evla ve layık olduklarından dolayı, hilafeti hayal etmemeleri için fakr-u zaruret içinde olarak kendileriyle meşgul olmalıydılar. Zira dünya peşinde olan insanlar dünyalarının idare edileceği yere giderler.

Onlar, azamet, ilim, fazilet, takva ve edep sahibi bu ailenin zengin oldukları takdirde halkın onlara daha çok yöneleceğini tahmin ediyorlardı. İşte bu yüzden Fedek’i siyaset gereği gasbettiler ve O’nlara güçlenebilecekleri tüm yolları kapadılar.

Ehl-i Beyt’tin Humus Hakkından Mahrum Kılınması

Bu gasp edilen yollardan biri de Ehl-i Beyt’in sabit hakkı olan humus idi. Allah-u Teala Hz. Peygamber ve Ehl-i Beytine sadakayı haram kıldığından dolayı, ümmetin ekseriyetinin icmasıyla O’nlara humus yolunu açmış ve Enfal suresinin 41. ayetinde açıkça şöyle buyurmuştur:

“Bilin ki, ganimet olarak ele geçirdiğiniz şeylerin humusu (beşte biri), Allah’ın, Resulün, O’nun akrabalarının, yetimlerin, yoksulların ve yolcunundur. Eğer Allah’a, hak ile batılın birbirinden ayrıldığı gün, iki ordunun karşı karşıya geldiği günde (Bedir savaşında) kulumuza inanıyorsanız (ganimeti böyle bölüşün). Allah her şeye kadirdir.”

Böylece Ehl-i Beyt (a.s) kıyamete kadar refah ve huzur içinde yaşayacak, halka muhtaç olmayacaktı. Ama bilindiği gibi Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in vefatından sonra bu açıdan da Ehl-i Beyt’i baskı altında tuttular. Ebu Bekir, taraftarlarıyla birlikte açık ve sabit olan humus haklarını da O’nlardan aldılar. Humus paralarıyla savaş malzemeleri alınması gerektiğini ifade ettiler. Böylece Ehl-i Beyt (a.s) her taraftan mahrum edildi. Çünkü sadaka kendilerine haramdı, var olan açık humus hakları da ellerinden alındı.

Nitekim imam Şafii Kitab’ul- Umm’da bu konuyla ilgili şöyle diyor: “Ehl-i Beyt’e sadaka yerine humus karar kılınmıştır. Onlara az veya çok sadaka verilemez. Onların sadaka alması, tanıyanların da O’nlara sadaka vermesi haramdır. Onlara humsun yasaklanmış olması bile O’nlar için sadakayı helal kılmaz.”

Ömer bin Hattab’ın zamanında; “humus çok arttı, hepsini Peygamber’in akrabalarına vermek olmaz, savaş teçhizatı almak icap eder.” bahanesiyle bu hakları da elinden alındı ve şimdiye kadar da bu İlahi haklarından mahrum kılınmışlardır.

Hafız: İmam Şafii humsun beşe bölünmesini, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in hakkının Müslümanların ihtiyaç ve maslahatları yolunda harcanmasını, bir bölümünün yakınlık sahiplerine ve diğer üç kısmının da yetim, fakir ve yolda kalmışlara harcanmasını açıkça beyan etmiştir.

Davetçi: Resulullah (s.a.a) zamanında, müfessirlerin ekseriyetinin ittifakına göre, bu ayet Resulullah (s.a.a)’in evlat ve akrabalarına yardım için nazil olmuştur ve de humus onlara harcanıyordu Ama bilindiği gibi Şia Ehl-i Beyt’e uyarak, bu konuda var olan apaçık ayet sebebiyle humsu altı kısma ayırmaktadır. Allah-u Teala’nın, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in ve yakınlık sahiplerinin payı masum İmama verilmektedir. İmamın gaybetinde de adil fakih ve müçtehit olan bir naibine veriliyor, o da salah gördüğü yerde Müslümanların maslahatı için harcıyor. Diğer üç pay ise Benihaşim’den olan yetimlere, muhtaçlara ve yolda kalmışlara verilmektedir.

Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in vefatından sonra Haşim oğulları’ndan bu hakkı da gasbettiler. Nitekim Suyuti Durr’ul- Mensur, s. 3’de, imam Salebi Keşf’ul- Beyan tefsirinde, Zemahşer’i Keşşaf’ta, Kuşçu Şerh-i Tecrid’de, Nesai el-Fey kitabında ve daha birçok alim kendi eserlerinde bu hakkın Peygamber (s.a.a)’in vefatından sonra akıllı siyasetçiler tarafından kendi maksatlarını ilerletmek için alındığını yazmaktadırlar!!!

Hafız: Siz, müçtehidin görüş hakkı olduğuna inanmıyor musunuz? Şüphesiz Ebu Bekir de Müslümanlara yardım etmek için böylesine içtihatta bulunmuştur.

Davetçi: Evet müçtehidin görüşü câizdir; ama nass karşısında değil. Siz Ebu Bekir ve Ömer’in görüşlerini, Kur’an ve sünnet karşısında geçerli mi biliyorsunuz? İnsafen bu câiz midir?

Allah-u Teala ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bir hüküm verince, halife ümmetin salahı bahanesiyle naslar karşısında içtihat edebilir mi? Lütfen biraz insaflı olun. Bu işte art bir niyet olduğunu sezinlemiyor musunuz? Şüphesiz akıllı ve tarafsız bir insan olaya dikkatle bakacak olursa, kötü niyeti sezinler ve olayın hiçte öyle sade olmadığını anlar. Gerçekte onların maksadı Peygamber (s.a.a)’in ailesini perişan kılmaktı.

Allah-u Teala Ali’yi Peygameber’in Şahidi Kılmıştır

Ayrıca bilmek icap eder ki Allah-u Teala Hz. Ali’yi Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in şahidi kılmıştır. Nitekim Kur-an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:

“Rabbinden açık bir belge üzerinde bulunan, O’nu (Peygamber’i) kendisinden bir şahit (Ali) izleyen...”[13]

Hafız: Bana göre ayetteki belge sahibinden maksat, Peygamber-i Ekrem (s.a.a), şahit ise Kur’ân’dır. Sizin, “şahid”in Ali (k.v) olduğuna dair deliliniz nedir?

Davetçi: Ben ayetlerde tasarrufta bulunmak ve Kur’ân’ı kendi görüşüme göre mana etmek cesaretine sahip değilim. Kur’ân-ı Kerim’in dengi olan Ehl-i Beyt (a.s), bu ayetteki şahitten maksadın Hz. Ali (a.s) olduğunu açıkça beyan etmiştir.

Üstelik alim ve müfessirleriniz de otuzun üstünde rivayet nakletmişlerdir. Örneğin: İmam Salebi Tefsiri’nde üç hadis rivayet etmiş, Celaluddin Suyuti ise Durr’ul- Mansur’da İbn-i Merduye, İbn-i Ebi Hatem ve Ebu Naim’den rivayet etmiştir. İbrahim bin Muhammed Himvini ise Feraid’us- Simtayn’de üç senetle nakilde bulunmuştur. Süleyman Belhi el-Hanefi ise 26. babda; Sa’lebi, Himvini, Harezmi, Ebu Naim ve Vakidi’den rivayet etmektedir. İbn-i Meğazili de İbn-i Abbas, Cabir bin Abdullah ve başkalarından rivayet etmektedir. Hafız Ebu Naim İsfahani de üç yolla rivayet etmektedir.

Ayrıca bilmek icap eder ki Taberi, İbn-i Meğazili, İbn-i Ebi’l- Hadid, Muhammed bin Yusuf-u Genci (Kifayet’ut-Talib, 62. bab) ve benzeri alimleriniz de bu inançtadır. Az bir kelime farklılıklarıyla ayetteki şahitten maksadın Hz. Ali olduğunu beyan etmişlerdir.

Hatip Harezmi, Menakıp’ta şöyle diyor: İbn-i Abbas’a; “Ayetteki şahit kimdir” diye sorduklarında; “Şahit Peygamber-i Ekrem için şahitlik eden ve O’nun kendisinden olan Ali’dir” dedi.

Bu yüzden kendi alimlerinizin de tasdik etmiş olduğu üzere, ümmetin, Allah-u Teala’nın Peygamber (s.a.a)’in şahidi kıldığı Hz. Ali’nin şahitliğini kabul etmesi farzdı.

Resulullah (s.a.a) Huzeyme bin Sabit’in şehadetini iki kişinin şehadeti gibi kabul etmiş, “Zu’ş- şehadeteyn” (iki şehadet sahibi) diye adlandırmıştır. Allah-u Teala da bu ayette, Hz. Ali’yi Müslümanlar arsında Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in şahidi kılarak O’nun için bir özellik tanımıştır. Tathir ayetine göre de Hz. Ali (a.s) masum ve hatadan münezzeh biridir; kendi menfaatleri için asla iftira ve yalan yere şehadette bulunmaz.

Bilemiyorum, nasıl cesaret ettiler, hangi şer’i delile göre şehadetini kabul etmediler? Hatta kendisine hakaret bile ettiler. Şahitliğini red ederken de “bu işte menfaat sahibidir” dediler, bu delil üzere de tanıklığını kabul etmediler.

Ayrıca bilmek icap eder ki mecliste ve gıyabında birçok kinayelerle ihanet ettiler, bunların sadece bazısına daha önce işaret etmiş olduğum için konunun detayına girmiyorum. Dünyayı üç talakla boşayan, insanların en takvalısı olan, dost düşman herkesin kabul etmiş olduğu Ali gibi bir şahsiyetin dünyayı istemesi ve bunun da ötesinde kendi kitaplarınızda bile yazılan, ağzıma almaktan haya etmiş olduğum kelimelere muhatap olmasına razı olur musunuz?

Velhasıl, ‘Ali bu işte menfaat sahibidir’ iddiasıyla halka Ali (a.s)’ın eşi için haşa yalan yere tanıklık edebileceğini ilka ettiler. Halbuki bilindiği gibi Allah-u Teala O’nun tanıklığını kabul etmiş, bunlar ise oyunlar oynayarak O’nun tanıklığını red etmişlerdir.

Nazil olan onca Kur’an ayetlerinin, velayet makamını pekiştirmesinin ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Hz. Ali (a.s) hakkındaki onca tavsiyelerinin neticesi bu mu olmalıydı?

O Hazrete o kadar eziyet ettiler ki “Şıkşıkıyye” hutbesinde dertleşerek şöyle demektedir: “Gözümde diken, boğazımda kemik olarcasına sabrettim.” Hz. Ali (a.s)’ın bu iki cümlesi, O’nun sonsuz derdini, acısını ve sabrını anlatmaktadır.

Bir başka yerde de şöyle buyurmuştur:

“Allah’a and olsun ki, Ali bin Ebi Talip çocuğun annesinin memesine duyduğu iştiyaktan daha şiddetlisini ölüme duymaktadır.”

Hz. Ali (a.s)’ın içi dertle doluydu, hayattan bıkmıştı, en büyük şaki Abdurrahman bin Mülcem zehirli kılıcıyla başını ibadet mihrabında yarınca, “Kabe’nin Rabb’ine and dolsun ki kurtuldum.” diye buyurmuştur.

Kendi büyük tarihçilerinizin de yazdığı üzere ilk günlerde olmaması gereken şeyleri yaptılar, söylenmemesi gereken şeyleri söylediler. Ama bugün siz bilginlerin artık Allah-u Teala ve Resulünun sevgilisi olan Hz. Ali’yi incitmesi ve meseleyi avam halka yanlış aktarması doğru değildir. Sizin de bildiğiniz gibi Hz. Ali’yi incitmek, Resulullah (s.a.a)’i incitmek demektir.

Hz. Ali’yi İncitenleri Kınayan Rivayetler

Büyük alimlerinizden imam Ahmed bin Hanbel kendi Müs-ned’inde birkaç yolla ve imam Salebi kendi Tefsiri’nde, Himvini ise Feraid’de Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir:

“Ali’yi inciten beni incitmiştir. Ey insanlar Ali’yi inciten kıyamette Yahudi veya Hıristiyan olarak haşir olacaktır.”

İbn-i Hacer-i Mekki 9. babın 2. faslının zımnında, 16. Hadiste, Saad bin Ebi Vakkas’tan ve Muhammed bin Yusuf da Kifayet’ut-Talib’in 68. babında müsned olarak Resulullah (s.a.a)’ten şöyle rivayet etmektedir: “Ali’ye eziyet eden, bana eziyet etmiştir.”

İzin verirseniz aklıma gelen bir hadisi nakledeyim; ne de olsa Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in hadisini duymak da ibadettir. Bu hadisi Buhari Sahih’de, imam Ahmed Müsned’de, Ali Hemedani eş-Şafii Meveddet’ül- Kurba’da, Hafız Naim İsfahani Ma Nezele Min’el- Kur’ân’i Fi Ali’yyin’de, Hatip Harezmi Menakıp’ta, İbn-i Meğazili eş-Şafii Menakıp’ta, Hakim Ebu’l- Kasım Haskani Hakim Ebu Abdullah Hafız’dan, o da Ahmed bin Muhammed bin Ebu Davud’dan, o da Ali bin Ahmed-i İcli’den, o da İbad bin Yakub’dan, o da Ertat bin Habib’den, o da Ebu Halid Vasiti’den, o da Zeyd bin Ali bin Hüseyin’den, o da babası Hüseyin bin Ali’den, o da babası Ali bin Ebi Talip’ten nakletmişlerdir. Bu ravilerin hepsi de kendi kıllarından tutarak demişlerdir ki; “Peygamber-i Ekrem (s.a.a) de böylece mübarek kılından tutarak şöyle buyurdular:

“Ya Ali, her kim senin bir tek kılını dahi incitirse, beni incitmiştir, beni inciten Allah’ı incitmiştir; kim de Allah’ı incitirse Allah’ın laneti onun üzerine olsun.”

Seyyid bin Bekr bin Şahabuddin Alevi Reşfet’us- Sadi Min Bahr-i Fezail-i Beni’n- nebiyy’il- Hadi, s. 60’da 4. babın zımnında Taberani’nin Kebir’inden, İbn-i Habbab’ın Sahih’inden ve Hakim’den hadisi sahih kabul ederek Hz. Ali (a.s)’dan Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

“Kim Ehl-i Beytim hakkında bana eziyet ederse, Allah’ın laneti onun üzerine olsun.”

Bu samimi sözlerimin etkili olmasını ümit ediyorum; siz muhterem beyler, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in daha çok üzülmesine ve mukaddes ruhunun incinmesine razı olmayın. İlahi adalet mahkemesinde cevap vermek zordur. (Bu toplantı müddetince ağlar gözle konuşuyordum, orada olanların, hatta bazen Hafız’ın bile gözlerinden yaşlar akıyordu.)

Siz beyler biraz düşünün, dakik olun, kendinizi olayın içerisinde görerek bakın ki, daha iki ay önce Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in huzurunda kendisine biat etmiş, Allah-u Teala ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in emriyle ona teslim olmuş bu ümmet arasında Hz. Ali (a.s)’ın tanıklığının red edilmesi, Hz. Fatıma’nın mülküne el koyulması ve O’nlara hakaret edilmesi, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in bu iki emanetini ne kadar özdü ve İslam düşmanlarını ne kadar hoşnut etti! Mazlum Fatıma (a.s) o kadar rahatsız olup gazaplandı ki, genç yaşta dert ve hüzün içinde dünyadan ayrıldı.

Hafız: Şüphesiz ki ilk başlarda Hz. Fatıma rahatsız olup öfkelenmiştir. Ama daha sonra halifenin hak üzere hüküm verdiğini görünce, onlardan razı olup büyük bir rızayet içinde dünyadan ayrılmıştır.

Hz. Fatıma (a.s) Son Nefesine Kadar Ebu Bekir ve Ömer’den Razı Olmadı

Davetçi: Eğer durum dediğiniz gibi olmuş olsaydı, o zaman neden büyük ve değerli alimleriniz bunun tam aksini yazmışlardır. Örneğin: Buhari ve Müslim gibi iki güvenilir aliminiz kendi Sahih’lerinde şöyle yazmışlardır:

“Hz. Fatıma Ebu Bekir’i gazaplı haliyle terk etti; öfkeli kaldı ve ömrünün sonuna kadar onunla konuşmadı. Vefat edince Hz. Ali (a.s) Fatıma’nın cenaze namazını kıldırdı ve geceleyin defnetti. Ebu Bekir’i haberdar etmediler ve onun cenaze namazına katılmasına izin vermediler.” [14]

Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii Kifayet’ut- Talib’in 99. babında bu rivayeti nakletmiştir. Hakeza İbn-i Kuteybe de El İmamet’u ve’s- Siyase kitabının 14. sayfasında şöyle nakletmiştir: “Fatıma (a.s) ölüm döşeğinde Ebu Bekir ve Ömer’e şöyle dedi:

“Allah’ı ve meleklerini şahit tutuyorum ki, sizin ikiniz beni öfkelendirdiniz, beni hoşnut etmediniz, eğer Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’i görecek olursam, ikinizi de şikayet edeceğim.”

Yine aynı kitapta şöyle yazmıştır: “Hz. Fatıma ölünceye kadar da Ebu Bekir’den hoşnut olmadı ve ondan uzak durdu.”

Bu ve sizin diğer muteber kitaplarınızda yazılan sayısız rivayetler ışığında lütfen tarafsızca ve insaflıca hüküm verin. Bu rivayetlerin telfik yolunu bana da söyleyin.

Fatıma’yı İncitmek, Allah’ı ve

Peygamber’i İncitmektir

Örneğin: İmam Ahmed Müsned’de, Süleyman Kunduzi Yenabi’ul- Mevedde’de, Ali Hemedani Meveddet’ul- Kurba’da, İbn-i Hacer Savaik’da (Tirmizi, Hakim ve benzerlerinden naklen) çok az bir tabir ve lafız farklılıklarıyla Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in defalarca şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler:

“Fatıma benim bir parçamdır, gözümün nurudur, kalbimin meyvesidir ve ruhumdur; onu inciten beni incitmiştir, beni inciten Allah’ı incitmiştir; Onu gazaplandıran beni gazaplandırmıştır, ona eziyet den bana eziyet etmiştir.”

İbn-i Hacer İsabe’de Fatıma (a.s)’ın biyografisini anlatırken Buhari ve Müslim’den naklen Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

“Fatıma benim bir parçamdır, ona eziyet eden bana eziyet etmiştir, onu rahatsız eden beni rahatsız etmiştir.”

Muhammed bin Talha eş-Şafii Metalib’us- Süul, s. 6’da, Hafız Ebu Naim İsfahani Hilyet’ul- Evliya, c. 2, s. 40’da ve imam Nesai Hesais’ul- Alevi’de Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler:

“Fatıma benim kızım ve bir parçamdır; onu rahatsız eden beni rahatsız etmiştir, ona eziyet eden bana eziyet etmiştir.”

Ebu’l- Kasım Hüseyin bin Muhammed (Rağib-i İsfahani) Muhazarat’ul- Udeba, c. 2, s. 214’de Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’den şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

“Fatıma benim bir parçamdır; öyleyse onu gazaplandıran beni gazaplandırmıştır.”

Hafız Ebu Musa bin el Müsenna Basri (Ö. H. 252) Mucem’inde, İbn-i Hacer Askalani İsabe c. 4, s. 375’de, Ebu Ya’la Musuli Sünen’inde, Taberani Mu’cem’inde, Hakim Nişaburi Müstedrek c. 3, s. 154’de, Hafız Ebu Naim İsfahani, Fezail’us- Sahabe’de, Hafız bin Asakir Tarih’uş- Şam’da, Sibt bin Cevzi Tezkire s. 175’de, Taberi Zahair s. 39’da, İbn-i Hacer-i Mekki Savaik, s. 105’de ve Ebu’l- İrfan es-Sebban İs’af’ur- Rağibin, s. 171’de, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Hz. Fatıma’ya şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler:

“Ya Fatıma, Allah-u Teala senin gazabın için gazap eder, senin hoşnutluğun için hoşnut olur.”

Muhammed bin İsmail-i Buhari, Sahih’in “Menakıb-i Karabet-i Resulullah” babında, s. 71’de (Mesur bin Muhzime’den naklen) ve hakeza, s. 75’de Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

“Fatıma benim bir parçamdır; onu gazaplandıran beni gazaplandırmıştır.”

Buhari ve Müslim’in Sahih’inde Ebu Davut ve Tirmizi’nin Sünen’inde, Ahmed bin Hanbel’in Müsned’inde, İbn-i Hacer’in Savaik’inde, Şeyh Süleyman Belhi’nin Yenabi’sinde ve daha birçok muteber kitaplarınızda Hz. Fatıma’nın faziletleri hususunda birçok benzeri rivayetler nakledilmiştir. Bunları, Hz. Fatıma’nın onlardan hoşnut olmadan vefat ettiğini bildiren hadislerle nasıl değerlendirebiliyorsunuz?

Şeyh: Bu rivayetler doğrudur. Ama Hz. Ali’nin hakkında nakl olunmuştur. Zira Hz. Ali Ebu Cehl’in kızını almak isteyince Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ona kızdı ve şöyle buyurdu: “Her kim Fatıma’yı incitirse beni incitmiştir; beni inciten de Allah’ın gazabına uğramıştır.” Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in bu sözlerden maksadı, Hz. Ali idi!!!

Davetçi: İnsan ve diğer hayvanlar arasında birçok fark vardır. İnsanı hayvandan ayıran iki önemli güç akıl ve fikirdir. Yani hayvandan üstün olanlar, hayatlarını akıl ve fikir önderliğinde şekillendirenlerdir. İnsan duyduğu her şeyi hemen kabul etmemelidir, akıl ve fikriyle değerlendirmelidir, aklı kabul ediyorsa kabullenmeli, aksi takdirde reddetmelidir. İşte bu yüzden Kur’ân şöyle buyuruyor:

“Sözü işiten ve en iyisine tabi olan kullarımı müjdele. İşte onlar Allah’ın kendilerini hidayete eriştirdikleridir ve onlar temiz akıl sahipleridir.”[15]

Geçmişlerinizin nakletmiş olduğu rivayetleri akıl tezgahında cerh-u tadil etmeden, üzerinde durup düşünmeden, bu akşam yaptığınız gibi hemen kabul diyor ve tekrarlıyorsunuz. Bu yüzden kısa olarak bir cevap vermek zorundayım.

Önceden de söylediğim gibi alimlerinizin de onayladığı üzere Hz. Ali (a.s) Tathir ayetinin muhatabıdır ve zati bir temizliği vardır. Yani her türlü rics, pislik, lehv ve kötü ahlaktan münezzehtir. Hakeza Mübahele ayetinde de önceki akşamlar bahsettiğim gibi Allah-u Teala Hz. Ali’yi Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in nefsi olarak kabul etmiştir. Diğer taraftan Hz. Ali (a.s) Resulullah (s.a.a)’in ilim kapısıdır; Kur’ân’dan ve onun ahkam ve düsturlarından haberdardı. Allah-u Teala’nın şöyle buyurduğunu da çok iyi biliyordu:

“Allah’ın Resulüne eziyet etmeniz, sizin için câiz değildir.”[16]

Hz. Ali (a.s) gibi birisinin Resulullah (s.a.a)’e eziyet edecek, O’nu hoşnutsuz kılacak bir amel veya söze bulaşmasını akıl nasıl kabul edebilir? Büyük ahlak abidesi olan Resulullah gibi bir insanın Allah-u Teala’nın sevgilisine, hem de Kur’ân-ı Kerim’in istisnasız helal kıldığı bir işte gazaplanması mümkün müdür? Allah-u Teala bu hususta bir fark gözetmemiştir. Nikah meselesi şu ayetin hükmüne göre geneldir:

“...Size helal olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikahlayın...”[17]

Bu ayetin hükmü, bütün enbiya, evsiya ve tüm ümmet arasında geneldir. Eğer farzen Hz. Ali (a.s) böyle bir şey isteseydi şer’i açıdan câiz olduğu için Resulullah (s.a.a) helal olan bir şey hususunda O’na gazaplanmaz ve bu kelimeleri O’na söylemezdi.[18]

O halde akıl ve fikir sahibi herkes biraz araştıracak olursa, bu hadisin de Emeviler’in uydurması olduğunu kolayca anlayabilir; nitekim büyük ve değerli alimleriniz de bunu itiraf etmişlerdir.

Ebu Cafer İskafi’nin Muaviye’nin Zamanındaki

Rivayetlerin Uyduruk Olmasına Dair Beyanı

İbn-i Ebi’l- Hadid Mutezili Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 1, s. 358’de bu konuda üstadı Ebu Cafer İskafi el-Bağdadi’den naklen şöyle diyor:

“Muaviye bin Ebi Süfyan ashap ve tabibinden bir grubu Hz. Ali (a.s) hakkında çirkin rivayetler uydurmakla görevlendirmişti. Halkın Hz. Ali’den uzaklaşması için halk içinde O’na lanet etmelerini emretmişti.

Ebu Hureyre, Amr bin As, Muğire bin Şu’be ve Tabiin’den Urve bin Zubeyr gibileri bu işle görevlenmişlerdi. Ebu Hureyre bu konuda, Hz. Ali (a.s)’ın Resulullah (s.a.a) hayattayken Ebu Cehil’in kızıyla evlenmek istediği hakkındaki rivayeti uydurdu. Sözde Resulullah (s.a.a) O’na kızarak minbere çıkmış ve şöyle buyurmuştur:

“Allah-u Teala’nın dostuyla düşmanının arasını bulmak mümkün değildir. Fatıma benim bir parçamdır; ona eziyet eden bana eziyet etmiştir; Ebu Cehil’in kızını almak isteyen benim kızımdan uzaklaşmalıdır.” [19]

Sonra Ebu Cafer İskafi şöyle diyor: “Bu hadis, Kerabisi rivayeti olarak meşhurdur. Yani uydurulan her rivayete kerabisi diyorlar.”[20]

İbn-i Ebi’l- Hadid devamında şöyle diyor: “Bu hadis Buhari ve Müslim’in Sahih’lerinde Musavver bin Mahzeme’den rivayet edilmiştir.”

Büyük Şia alimi Seyyid Murtaza da, Tenzih’ul- Enbiya ve’l-Eimme kitabında şöyle diyor: “Bu rivayet Hüseyin Kerabisi’den rivayet edilmiştir; bu şahıs Ehl-i Beyt (a.s) düşmanlarından biridir, bu yüzden onun rivayetleri kabul edilemez.

Ayrıca bilmek icap eder ki sizin muteber kitaplarınızda yer alan rivayetlere göre de Hz. Ali (a.s)’a buğzeden kimse münafıktır; Kur’ân hükmü gereği de ateş ehlidir. O halde onun rivayeti red edilmiştir.

Üstelik, Fatıma’ya eziyet edenlerin kınanması hakkındaki rivayetler, sadece Kerabisi veya Ebu Hureyre’nin rivayet etmiş olduğu Ebu Cehil’in kızıyla ilgili rivayetlerle sınırlı değildir. Bu konuda birçok hadis mevcuttur.

Bu cümleden Hace Parsa-i Buhari Fasl’ul- Hitap’da, imam Ahmed bin Hanbel Müsned’inde ve Seyyid Ali Hemedani eş-Şafii Meveddet’ul- Kurba’nın 13. Mevedde’sinde, Selman Muhammedi’den rivayet etmiş olduğu bir rivayette Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmaktadır:

“Fatıma’nın sevgisi yüz yerde insana yarayacaktır; onların en kolayı ölüm, kabir, mizan, sırat ve hesaptır. Öyleyse kızım Fatıma kimden razı olursa, ben de razı olurum; ben kimden razı olursam, Allah da ondan razı olur; Fatıma’nın razı olmadığı kimseden ben de razı değilim, benim razı olmadığım kimseden Allah-u Teala da razı değildir. O halde Fatıma’ya, eşi Ali’ye ve onların soy ve Şialarına zulmedenlere yazıklar olsun.”

Örnek ve şahit olarak zikredilen bu kadar rivayet yeterlidir. Şimdi siz muteber beyler, her iki fırkanın güvenilir kitaplarında yer alan bunca sahih rivayetleri, Buhari, Müslim ve diğer birçok büyük alimlerinizin de, Fatıma’nın Ebu Bekir’e gazap etmiş olduğu halde dünyadan ayrıldığına dair nakletmiş oldukları hadisleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hafız: Bu rivayetler doğrudur, bizim muteber kitaplarımızda daha çok ve detaylı bir şekilde rivayet edilmiştir. Hz. Ali’nin Ebu Cehil’in kızıyla evlenmek istemesiyle ilgili Kerabisi’nin rivayet etmiş olduğu sözde bu hadise ben de inanamamıştım. Ama bu akşam, bu sorunu hallettiğinizden dolayı çok memnun oldum.

Hz. Fatıma’nın Gazabını Eleştiri ve Onun Yanıtı

Ayrıca bilmek icap eder ki bu rivayetlerdeki gazap, geleneksel bir gazap değil dini bir gazaptır. Dolayısıyla bizim bütün Sahih kitaplarımızda yer aldığı üzere Fatıma (r.z)’ın Ebu Bekir ve Ömer’e öfkesi, dini gazap değildir; yani Hz. Fatıma, dini emirlerin aksine gerçekleşen bir iş sebebiyle bu ikisine gazap etmemiştir. Elbette her kim Fatıma’yı dini açıdan gazaplandırırsa, Allah’ın ve Peygamber (s.a.a)’in gazabına uğrayacaktır. Ama Fatıma’nın bu gazabı, hedefine ulaşamadığından her duygusal insanın gösterdiği bir gazap haletidir.

Fatıma (a.s) Fedek’i istediğinden, halife de Fedek’i O’na geri vermediğinden dolayı, doğal olarak Fatıma da üzüldü ve gazaplandı. Ama bilindiği gibi sonraları bu normal gazap kalbinden çıktı ve halifenin hükmüne razı oldu. Onun razı olduğunu gösteren en büyük delil de daha sonda sessiz kalmasıdır! Hatta Ali (k.v) hilafete geçince elindeki bütün güç ve imkana rağmen Fedek’i geri almadı, bu da O’nun halifelerin hükmünden razı olduğunun kesin bir delilidir!

Davetçi: Buyurduğunuz bu konuların her birinin ayrı bir cevabı vardır. Sizin yüzünüzde bir yorgunluk görmesem de ricamı kabul ederseniz bu soruların detaylı cevabını, vakit çok geçtiğinden dolayı yarın akşama bırakayım.

(Mecliste bulunanlar hep bir ağızdan şöyle dediler: Kabul etmiyoruz, çok hassas bir yere yetiştik, bu büyük meselenin neticesi belli olmadıkça bir yere gitmeyeceğiz.)

Davetçi: Sizin isteğiniz üzere, kısa da olsa vakit müsaade ettiği miktarda konunun detayına girmeden özetle cevap vermek istiyorum.

Fatıma’nın Kalbi ve Tüm Azası İmanla Dolu İdi

Evvela; Hz. Fatıma’nın gazabının dini değil, doğal olduğunu söylemekle yanıldınız; düşünmeden ve araştırmadan hüküm verdiniz. Zira Kur’ân-ı Kerim ve hadislerde de yer aldığı üzere, kemal sahibi bir mümin asla böyle bir gazaba kalkışmaz. Nerede kaldı ki Tathir, Mübahele ayeti ve İnsan suresinde övülen Fatıma gibi birsi böyle bir gazapta bulunsun.

Sizin muteber kitaplarınızda da yer aldığı üzere Hz. Fatıma (a.s)’ın imanı kemal derecesine ermişti. Nitekim Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

“Allah Teala, kızım Fatıma’nın kalp ve bütün azalarını imanla doldurmuştur.”

Fatıma’nın Gazabı Dini İdi

İmanının nişanesi Hakkın emirlerine teslim olan hiçbir mümin ve mümine, bir hakim hak üzere hüküm verdiği takdirde, yani Allah-u Teala’nın hükümlerini uyguladığı zaman ona gazap edemez, özellikle de kin ve ukde dolu bir gazapta bulunamaz, ölünceye kadar bu gazabı taşıyamaz, onların kendi cenazesine namaz kılmasına engel olacak kadar kızamaz. Evvela; Fatıma (a.s) Allah-u Teala’nın temizliğine hükmettiği bir insandır. Asla iftira ve yalan atmaz ve bundan dolayı da hakim onun aleyhine hükmetmez.

İkinci olarak; Hz. Fatıma (a.s)’ın gazabı bir hal değişikliği olmuş olsaydı, ortadan kalkması icap ederdi; özellikle kendisinden özür dilendikten sonra kalbinden çıkması gerekirdi. Çünkü Peygamber-i Ekrem (s.a.a): “Mümin, kinci ve ukde ehli değildir.” diye buyurmuştur. Müminin sıfat ve nişanelerinden biri, adet ve nefsani istekler üzere kalbinde kin ve öfke bulundurmamasıdır. Bir rivayette de şöyle buyurmuştur: “Mümin bir kimse hata ederse, üç günden fazla onun düşmanlığını kalbinde tutamaz.” Dolayısıyla Hz. Fatıma (a.s) gibi Tathir ayetiyle övülen, bütün varlığı imanla dolan, her türlü kötülük, pislik ve ahlaki rezaletlerden uzak olan, özellikle de Allah-u Teala’nın temiz olduğuna dair şehadette bulunduğu bir kimse asla kin ve ukde ehli olamaz.

Diğer taraftan iki fırkanın da ittifak etmiş olduğu üzere Hz. Fatıma (a.s) Ebu Bekir’e gazap etmiş olduğu hal üzere dünyadan gitti. Binaenaleyh Hz. Fatıma (a.s)’ın gazabı dini bir gazaptı; çünkü Allah-u Teala ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in hükümlerinin aleyhine bir hüküm verilmişti; onun bu hükme olan gazabı dini bir gazaptı ve bu gazap Allah-u Teala ve Hz. Peygamber (s.a.a)’in gazabını gerektiren bir gazaptır.

Fatıma’nın Sessiz Kalması Razı Olduğundan Dolayı Değildi

Üçüncü olarak; Fatıma (a.s)’ın sessiz kalmasının O’nun rizayetine delalet ettiğini söylemekle hata ettiniz. Zira her sessizlik rizayetin göstergesi değildir. Bazen zalimin güçlü olduğundan dolayı mazlum, düşmanlar karşısında yüz suyunu korumak için sükut etmek zorunda kalıyor.

Mazlum Fatıma (a.s) da onlardan kesinlikle razı olmamış, üstelik bu dünyadan o gazap üzere bile ayrılmıştır. Büyük alimleriniz, özellikle de Buhari ve Müslim gibi iki güvenilir aliminiz şöyle yazmışlardır: “Fatıma Ebu Bekir’e gazap etti; ondan uzak durdu ve ölünceye kadar da onunla konuşmadı.”

Hz. Ali Hilafeti Döneminde İstediği Her Şeyi

Yapabilme Gücüne Sahip Değildi

Dördüncü olarak; Hz. Ali (a.s)’ın iktidara geçtiğinde Fedek’i alıp Fatıma’nın çocuklarına geri vermemesinin bu hükme rizayetinin delili olduğunu söylenmeniz de büyük bir yanlışlıktır. Zira Hz. Ali (a.s) kendi hilafeti döneminde istediğini her şeyi yapabilme, istediği hükmü verebilme ve bir bidati ortadan kaldırabilme gücüne sahip değildi. Bu konuda yapacağı en küçük bir teşebbüs karşısında feryatlar yükselecek, isyanlar başlayacaktı.

Eğer Hz. Ali (a.s) Fedek’i Fatıma’nın evlatlarına geri çevirseydi, özellikle Muaviye ve taraftarları bundan kötü istifade ederlerdi. Ayrıca bilmek icap eder ki Fedek’i red ederlerken de bunda Hz. Ali (a.s)’ın menfaati olduğunu söylemişlerdi. Dolayısıyla böyle bir durumda kendi görüşlerini delillendirir ve O’nun Ebu Bekir ve Ömer’in yoluna aykırı davrandığını yayarlardı.

Ayrıca böyle bir hüküm verebilmesi için uygulamalarında özgür ve güçlü olması gerekliydi. Halbuki bilindiği gibi Hz. Ali (a.s) için öncekilerin amel ve davranışlarının aksine davranabilecek bir güç ve kudret bırakmamışlardı.

Nitekim, minber olayı ve teravih namazında bu durum açıkça ortaya çıktı. Çünkü önceki halifeler Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in namaz kıldığı minberinin yerini değiştirdiler. Hz. Ali (a.s) hilafet makamına gelince minberi Resulullah (s.a.a)’in zamanındaki ilk yerine geri döndürmek istedi. Halk feryat ederek ilk iki halifenin sünnetine aykırı davranıldığını söylediler.

İnsanları cemaat ve teravih namazından sakındırınca, yine halk; “Ali Ömer’in hükmüne aykırı hüküm veriyor” diye feryat ettirler.

Nevvab: Kıble sahip (alicenap)! Hz. Ali (a.s) neden teravih namazının cemaatle kılınmasına engel olmaya çalıştı?

Hz. Ali’nin Teravih Namazının Cemaatla Kılınmasını Yasaklaması

Davetçi: Teravih lügat açısından “tervihe”nin çoğuludur ve kök itibariyle oturmaya denir; daha sonraları Ramazan geceleri dört rekat namazdan sonra dinlenmek için oturmanın adı olmuştur. Daha sonra da Ramazan geceleri kılınan dört rekatlı müstehap namaza denildi. (veya bütün gecelerde kılınan yirmi rekatlı müstehap namazın adı oldu.)

Şüphesiz mukaddes İslâm dininde sadece farz namazlar cemaatle kılınır, müstehap namazlar cemaatle kılınmaz, bizzat Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

“Ramazan geceleri kılınan nafile namazların cemaatle kılınması bidattir. Duha namazı bidat ve günahtır. Ramazan geceleri nafilelerini cemaatle kılmayınız; Duha namazı da kılmayınız. Zira sünnet üzere kılınan namaz, az da olsa bidat olan çok amelden daha iyidir. Her bidat dalalettir, her dalalet cehenneme giden yoldur.”

Ömer H. 14. yılda kendi hilafeti döneminde camiye girince ışıkların yandığını ve insanların toplanmış olduğunu gördü. Ne haberdir? dediğinde; “İnsanlar nafile namazını cemaatle kılmak için toplanmışlardır” dediler. Bunun üzerine Ömer şöyle dedi: “Bu bidattir; ama güzel bir bidattir!”

Buhari Sahih’inde Abdurrahman bin Abdulkari’den şöyle rivayet etmektedir: “Halife insanların dağınık namaz kıldığını görünce onlara müstahap namazların cemaatle kılınmasının daha iyi olduğunu söyledi. Ubey bin Kaab’a onlara cemaat namazı kıldırmasını emretti. Daha sonra camiye geldiği zaman halkın emrine uyup cemaat namazı kıldığını görünce şöyle dedi: Bu bidat ne de güzel bir bidattir!”

Bu durum Hz. Ali (a.s) zamanına kadar devam etti. Hz. Ali (a.s) bu ameli, Peygamber-i Ekrem (s.a.a) zamanında uygulanmadığından dolayı yasakladı ve nafilelerin cemaatle kılınmamasının gerektiğini hatırlattı.

Kufe’ye gelince de halkı bundan sakındırdı. Hz. Ali (a.s) yasakladığı halde adet edindikleri için vazgeçmediler. Hz. Ali (a.s) gidince yine kendi aralarından birini seçerek cemaatle nafile namazını kıldılar. Hz. Ali (a.s) bunu duyunca İmam Hasan’a, eline bir kırbaç alarak halkı bundan alı koymasını emretti. Halk bu durumu görünce; “Ey vah! Ali gelip bizi namazdan men ediyor!” diye ses koparıp feryat ettiler.

Halbuki bilindiği gibi kendileri de Peygamber-i Ekrem (s.a.a) zamanında böyle namaz kılınmadığını ve bunun Ömer zamanında adet olduğunu biliyorlardı. Buna rağmen Hz. Ali (a.s)’a itaat etmediler. Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in sünnetine de mutabık olan bu işe boyun eğmediler.

O halde Hz. Ali (a.s) Fedek’i nasıl Fatıma’nın evlatlarına geri çevirebilirdi? Bunu yapacak olsaydı, hemen feryatlar yükselir, Hz. Ali (a.s)’ın dünyaya meylettiğini ve evlatlarının menfaatleri için beytülmale el koyduğunu söyleyip dururlardı. İşte bundan dolayı yine eskisi gibi sabretti ve onu Hz. Mehdi’ye bıraktı.

O halde Hz. Ali (a.s)’ın sükutu, o hükme razı olduğunun delili değildi. Eğer kendisinden önceki halifelerin Fedek hususundaki amellerini doğru bulmuş olsaydı artık onlarla tartışmaz, rahatsızlığını ifade etmez ve Allah-u Teala’yı hakem karar kılmazdı.

Nitekim Hz. Ali (a.s) Basra valisi Osman bin Huneyf-i Ensari ile dertleştiği mektubunda şöyle diyor:

“Göğün gölge etmiş olduğu şeylerle (dünya malıyla) dolu olan Fedek bizim elimizdeydi. Bir grup (önceki üç halife) tamahlaşıp (onu elimizden aldılar); bir grup da (Hz. Fatıma ve evlatları) cömertlik yaparak ondan vazgeçtiler. Allah-u Teala (hakla batıl arasında) ne de iyi hüküm edendir.” [21]

Hz. Fatıma’nın, ömrünün sonunda Ömer’den razı olduğunu ve onları affetti demeniz de yanlıştır. Zira böyle bir şey asla vaki olmamıştır. Nitekim daha önce arz ettiğim rivayetlerle, mazlum. Fatıma (a.s)’ın ömrünün sonuna kadar onlardan hoşnut olmadığını, hatta onlara kızgın olarak dünyadan ayrıldığını ispat ettim.

Ebu Bekir ve Ömer’in Hz. Fatıma’yı Ziyaret Etmesi

Şimdi de sözümü bitirmek ve iddiamı bir defa daha ispat etmek için şu rivayeti de rivayet etmek istiyorum. İbn-i Kuteybe el-İmamet’u ve’s- Siyase kitabında, İbn-i Ebi’l- Hadid ve diğer alimler de kendi muteber kitaplarında şöyle yazmışlardır:

“Ömer Ebu Bekir’e şöyle dedi: “Gel Fatıma’ya gidelim; zira onu gazaplandırdık.” (Bazı rivayetlerde ise Ebu Bekir’in Ömer’e böyle söylediği yer almıştır ki bu daha doğru gözükmektedir) Birlikte Fatıma’nın kapısına vardılar. Ama mazlum Fatıma (a.s) onlarla görüşmek istemedi. Hz. Ali (a.s)’ı aracı kılınca Fatıma (a.s) Hz. Ali’nin sözüne karşı sessiz kaldı. Bunun üzerine onlara sadece giriş izni verdi. Girip selam verdiler, Hz. Fatıma ise yüzünü duvara döndü. Ebu Bekir şöyle dedi:

“Ey Resulullah’ın kızı, Allah’a and olsun ki Peygamber (s.a.a)’in akrabalığını kendi akrabalığımdan daha çok seviyorum. Seni kızım Aişe’den daha çok seviyorum. Keşke Resulullah (s.a.a)’den sonra ben de ölseydim. Ben senin değer, şeref ve faziletini herkesten daha iyi biliyorum. Eğer seni mirasından men ettiysem, bu bizzat Peygamber (s.a.a)’den duyduğum; “Biz miras bırakmayız; bıraktığımız miras değil, sadakadır.” hadisi üzere idi.”

Hz. Fatıma (a.s) Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s)’a şöyle arz etti:

“Ben onlara Resul-ü Ekrem (s.a.a)’in bir hadisini hatırlatıyorum, Allah’ın rızası için doğru söylesinler. Acaba Resulullah (s.a.a)’in şu hadisini duymadılar mı?: “Fatıma’nın rızası benim rızamdır; Fatıma’nın gazabı benim gazabımdır; Fatıma’yı seven beni sevmiştir; Fatıma’yı razı eden beni razı etmiştir; Fatıma’yı öfkelendiren beni öfkelendirmiştir.”

Onlar; “Evet, Hz. Peygamber (s.a.a)’den bunu duyduk.” dediler.

Bu sırada Fatıma (a.s) şöyle buyurdu: “Allah’ı ve meleklerini şahit tutuyorum ki sizler beni gazaplandırdınız, beni razı etmediniz. Resulullah (s.a.a) ile görüşürsem sizin ikinizi O’na şikayet edeceğim.”

Ebu Bekir, Hz. Fatıma’nın bu beyanı karşısında ağlar bir halde şöyle dedi: “Senin ve Peygamber’in gazabından Allah’a sığınırım.”

Fatıma (a.s) da ağlar bir halde şöyle buyurdu:

“Allah’a and olsun ki her namazda sana beddua ediyorum.”

Ebu Bekir bu sözleri duyunca ağlayarak dışarı çıktı. Halk etrafında toplandı ve ona teselli vermeye çalıştı. Ebu Bekir şöyle dedi:

“Eyvahlar olsun size! Siz eşlerinize ve evinize sevinç içinde dönüyorsunuz; beni bırakın, benim sizin biatinize ihtiyacım yoktur, benden vazgeçin. Allah’a and olsun ki Fatıma’dan duyduklarım ve gördüklerimden sonra, hiçbir Müslümanın boynunda biatimin olmasını istemiyorum.”

Büyük alimlerinizin bu yazdıklarından da anlaşıldığı gibi Hz. Fatıma (a.s) ömrünün sonuna kadar Ebu Bekir ve Ömer’den rahatsız oldu, hüzün dolu bir kalple dünyadan ayrıldı ve kesinlikle onlardan razı ve hoşnut olmadı!

Fatıma’nın Gece Yarısı Defnedilmesi

Hz. Fatıma’nın üzgün, kırgın ve halifelere karşı hoşnutsuzluğunun en büyük delili, Hz. Ali (a.s)’a şöyle vasiyet etmesidir:

“Bana zulmedenlerden ve hakkımı alanlardan hiç kimse cenaze namazıma katılmasın. Onlar benim ve Resulullah (s.a.a)’in düşmanlarıdır. Onlardan ve taraftarlarından hiçbirisinin cenaze namazımı kılmasına izin verme. Gece olup gözler uyuyunca beni defnet!”

Nitekim Buhari Sahih’inde şöyle diyor: “Ali, Fatıma’nın vasiyetini yerine getirdi ve O’nu geceleyin defnetti. Ne kadar aradılarsa da yerini bulamadılar.”

Fatıma’nın Dertleri Kıyamete Kadar İçler Acısıdır

İttifakla şu sabittir ki Hz. Fatıma (a.s), vasiyeti üzere geceleyin defnedildi.

Muhterem beyler, Allah aşkına insaflı edin! Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bu ümmetin saadet ve azameti için büyük zahmetler çekti, hayatını bu ümmetin rahatlığı ve mutluluğu için harcadı, ölünce geriye biricik kızını emanet bıraktı, gece-gündüz, açık-gizli muteber kitaplarınızda da yer aldığı üzere şöyle buyurdu:

“Fatıma benim bir parçamdır, emanetimdir. Beni koruduğunuz gibi O’nu da koruyunuz, rahatsız olacağına yol açacak bir iş yapmayınız. O sizden razı olduğu takdirde ben sizlerden razı olurum.”

Mir Seyyid Ali Hemedani eş-Şafii Meveddet’ul- Kurba’da Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

“Ben Fatıma’ya eziyet edenleri kıyamette ağır sorguya çekeceğim. Fatıma’nın rızayeti benim rızayetimdir; Fatıma’nın gazabı benim gazabımdır; benim gazap etmiş olduğum kimseye eyvahlar olsun.”

Bu ümmet, Resulullah (s.a.a)’in onca tavsiyelerine itina göstermedi, Fatıma’ya eziyet etti, O’nun sabit hakkını gasbetti! Genç yaşta öyle üzülüp kederlendi ki ağlar gözle şöyle buyurdu:

Üzerime bir takım musibetler döküldü;

O musibetler gündüzün üzerine dökülseydi kararır gece olurdu.

Resulullah’ın aziz kızı o kadar üzgün ve dertliydi ki sürekli Allah-u Teala’ya; “Allah’ım, ölümümü çabuklaştır.” diye dua ediyordu; geceleyin defnedilmesini ve muhaliflerinden hiç kimsenin cenaze namazına katılmasına izin verilmemesini vasiyet ediyordu.

Muhterem beyler lütfen insaflıca hükmedin; acaba bu olaylar O’nun hoşnutluğunu mu, yoksa hoşnutsuzluğunu mu gösteriyor? Artık bu hadisler ışığında gerçekleri apaçık bir şekilde görünüz.

Birazcık gam ve hüznümü sana anlattım ama;

Kalbinin kırılacağından korktum; yoksa diyecek söz çoktur.

(Bu toplantıda hepimiz özellikle de Hafız bey hüngür hüngür ağlıyor, istiğfar ediyordu. O geceden itibaren artık konuşmadı. Mantıklı delillerimiz o insaflı alimi derinden etkilemişti. Son gecede manen Şii olarak bizden ayrıldı. Oturum bir çeyrek saat öylece sessiz, hüzün dolu bir halde kaldı. Çay ikram ettiler, ama hiç kimse içmedi. Sabah namazına yakın toplantı sona erdi.)



DOKUZUNCU OTURUM

(2 Şaban 1345 Cumartesi akşamı)

(Grup vakti Nevvab Abdulkayyum Han, Gulam İmameyn Mevla Abdulahad Gulam Haydar Han ve Seyyid Ahmed Alişah adındaki beyler yanıma gelerek, hal hatırdan sonra şöyle dediler: “Bütün bu açıklamalardan sonra, özellikle de dün gece hakkı bulduk. Biz inatçı ve bağnaz kimseler değiliz. Makam, mevki sevgimiz de yok. Bir ömür adetler üzere yaşadık. Hakkı bulduktan sonra adetler üzere yaşamak insaf değildir. Bu gece herkesin huzurunda açıkça Şii olduğumuzu ilan etmeyi kararlaştırdık.”

Ardından resmen Şii oldular, geçmişlerinden teberride bulundular.

Hoş sohbetin ardından toplantı bitene kadar beylerden susmala­rını, dinlenmelerini, görüş izharında bulunmamalarını istedim.

Sadece kendileri değil, bu konuşmaları gazete ve dergilerden oku­yan birçok temiz kalpli insanın da Şii olduklarını, fakat halktan utanarak, çekinerek ve bu şehir halkıyla muaşeretlerini devam ettirmek için takıyye etmek zorunda kaldıklarını söylediler.

Akşam namazından sonra beylerin tümü geldi, ikramlardan sonra toplantı başladı. Hafız Bey önceki gece etkilendiği için sadece iki tarafın konuşmalarını dinlemek istediğini belirtmişti. Bu yüzden Şeyh Abdusselam ile karşılıklı konuşmaya, tartışmaya başladık.)

Şeyh: Bu toplantılar boyunca sizden çok istifade ettik; güzel ahlak ve edebinize hayran kaldık. Bırakın dostları, düşman bile karşınızda teslim olmak zorunda kalır.

Siz her yerde Ehl-i Sünnet’in amel ve davranışlarını kınıyorsunuz. Ama Şii Müslümanların amellerine dokunmuyorsunuz, sürekli onları savunuyorsunuz. Halbuki bilindiği gibi Şiilerin çirkin amel ve davranışları ıslah edilemeyecek kadar kötüdür.

Davetçi: Ben hep hakkı savundum. Zira Hz. Ali (a.s) evlatlarına, özellikle de Hasan ve Hüseyin’e şöyle buyurmuştur:

“Hak için konuşun, ahiret için amel edin; zalime düşman, mazluma yardımcı olun.”

Muhaliflerimiz kınamış veya Şii Müslümanları savunmuşsam hak üzere yapmışımdır. Kınadığım şeyleri akıl, nakil ve mantık delilleri üzere kınadım. O halde siz de Şiilerin ıslahı bile mümkün olmayan çirkin işlerinin ne olduğunu söyleyiniz.

Seyh: Akıl ve rivayetin de çirkin bulduğu, Şii Müslümanların en büyük çirkin işi Hz. Aişe’ye dil uzatmalarıdır.

Halbuki bilindiği gibi Hz. Aişe Resulullah (s.a.a)’in eşi olma şerefine nail olmuştur. Ona dil uzatmanın nereye varacağını bilmiyorlar. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyuruyor:

“Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler ise kötü kadınlara; temiz kadınlar temiz erkeklere, temiz erkekler de temiz kadınlara yaraşır. Bunlar (sonuncular), iftiracıların söylediklerinden uzaktırlar. Bunlar için bir bağışlanma ve güzel bir rızk vardır.”[22]

Davetçi: Şii Müslümanların Ümm’ül- Müminin Aişe’ye dil uzattığı iddiası büyük bir iftira ve yalandır. Haşa, sıradan Şiiler bile böyle bir şeye yeltenmemiştir. Nasibiler ve Hariciler bunu iftira ve yalanla Şiilere isnat etmişlerdir. Onlar zavallı Şiilere ihanet etmiş, bir grup insan da hiç araştırmadan, öncekilerin adeti üzere bu iftiraları kabul etmiş, itiraz etmişlerdir.

Nitekim şimdi de siz bu iddialarda bulunuyor, kınıyorsunuz. Bütün Şii kitaplarını araştırın, hiçbir yerde Ümm’ül- Müminin Aişe’ye dil uzatıldığını göremezsiniz, bu iddia büyük bir iftira ve yalandır.

İfk Olayı

Şii hadis ve tefsir kitaplarına bir göz atın, Ümm’ül- Müminini ifk (iftira) olayında nasıl savunduklarını açıkça görürsünüz. Halbuki Şiiler böyle bir inanca sahip olsalardı, Aişe’ye saldırmanın en uygun yeri ifk konusu olurdu.

Bu iddia ve iftiralar maalesef Peygamber-i Ekrem (s.a.a) zamanında sadece bazı münafık sahabeler tarafından ifade edilmiştir. Mistah bin Esase, Hassan bin Sabit ve Abdullah bin Ubey gibileri bu iftiralarda bulunmuştur. Bu yüzden de Kur’ân’da tam 17 ayet Aişe’nin temizliğini ispat etmiş, münafıkları yalanlamıştır.

Şii Müslümanların inancına göre Peygamberin eşlerine, Hafsa ve Aişe de olsa, dil uzatan kimse kafir ve mel’undur, kanı ve malı helaldir. Zira bu iftiralar bizzat Peygamber (s.a.a)’e yönelmektedir. Ayrıca bilmek icap eder ki Şiiler Müslümanlara sövme ve iftirada bulunmanın haram olduğunu da biliyorlar. Nerede kaldı ki Aişe ve Hafsa bile olsa Peygamber (s.a.a)’in eşlerine iftira edip sövsünler.

Eşler Övülme ve Kınanmada Her Açıdan

Benzer Değildir

Ayrıca bilmek icab eder ki okuduğunuz ayet de düşündüğünüz gibi değildir. Eşler övülme ve kınanmada her açıdan ortak ve benzer değildir. Birisi iyi ve cennete layıksa, diğerinin de öyle olması gerekmez. Veya birisi fasık, kafir ve ateşe layıksa, diğerinin de onun gibi olması düşünülemez. Eğer böyle olmuş olsaydı bu eksiklik birçok şahıs için de geçerli olurdu. Özellikle de Hz. Nuh ve Hz. Lut’un eşi ile Firavun ve Asiye bunun en açık örneğidir. Nitekim Kur’ân’da şöyle buyuruluyor:

“Allah inkar edenlere Lut’un karısı ile Nuh’un karısını misal verdi. Bu ikisi kullarımızdan iki salih kişinin nikahları altında iken onlara hainlik ettiler. Kocaları Allah’tan gelen hiçbir şeyi onlardan savamadı. İkisine de: ‘Ateşe girenlerle beraber siz de girin’ denildi.”[23]

Nuh ve Lut’un Eşleri Cehenneme, Firavun’un Eşi İse Cennete Gidiyor

Bu iki ayette de eşlerin birbirini bağlamadığı açıkça ifade edilmektedir. Lut ve Nuh’un eşleri kendilerine hıyanet edince, o büyük Peygamberlerin eşi olmalarının kendilerine hiçbir faydası olmamıştır. Her ikisi de kafir olup cehenneme gitmektedirler. Özellikle de ayetin sonun da şöyle buyurulmuştur:

“...Ateşe girenlerle beraber siz de girin!”[24]

Öte yandan kafir Firavun’un eşi olan Asiye onunla eş olmaktan bir zarar görmüyor ve kocası cehenneme, kendisi ise cennete gidiyor. O halde sizin eşlilik ve zevciyeti bir şeref sebebi saymanız asla doğru değildir. Elbette ruhi, ahlaki ve davranış açısından aynı olduğu takdirde zevciyetin de bir etkisi vardır; yoksa kafir, Müslüman, münafık ve Müminin birbiriyle evliliğinden bir zarar veya menfaat söz konusu değildir. O halde Mümin bir erkeğin eşi fasık olursa eşini kötülemek, kötü ahlakını kınamak eşine bir zarar vermez. Halk o kadının kötü ahlakını beyan edince mümin eşinin makamına ihanet sayılmaz.

Şeyh: Çok geçmeksizin kısa bir süre içerisinde sözlerinizde büyük bir çelişki ortaya çıktı.

Davetçi: Bir oturumda değil, hatta ömrüm boyunca bile çelişkili konuşmamın imkanı yoktur; zira din ve mezhep konuları, ilmi ve akli bir meseldir; düzenli bir programa tabidir. Akaitte şahsi görüşleri söz konusu etmiyoruz; bizim akidemiz, filozof ve hükemanın sürekli değişen akideleri gibi değildir; ki herkes şahsi görüşünü söylemeye yeltensin. Eflatun’un görüşleri üstadı Sokrat’ın görüşünden farklıdır. Feyz ve Feyyaz’ın görüşü üstatları Molla Sadra’dan farklıdır. Ama bilindiği gibi enbiya, özellikle de Hatem’ul-Enbiya’nın mektebinde yetişenler -O’nun ilim kapısı Hz. Ali (a.s)’dan beslendikleri için- asla çelişki sergilemezler. Dolayısıyla biz de çelişkili konuşmuyoruz...

Eğer dergi ve gazeteleri okuyup geçen gecelerde söylediğim sözlere dikkat edecek olursanız, Kur’ân’ı temel alan Ehl-i Beyt İmamları ve Resulullah (s.a.a)’in dininin büyüklerinin söz ve emirlerinden asla dışarı çıkmadığımı görürsünüz. Hiçbirisi unutulacak veya değişebilecek şahsi görüşüm değildir. Şimdiye kadar söylediklerim ve bundan sonra de söyleyeceklerim, hep Kur’ân’dan ve din büyüklerinden istifade etmiş olduğum şeylerdir. Dolayısıyla konuşmamda herhangi bir çelişkinin olması mümkün değildir. Ama siz yine de çelişkinin ne olduğunu beyan ediniz.

Şeyh: Bir yerde tüm insanlara sövmenin haram olduğunu buyurdunuz, şimdi de Nuh ve Lut’un hanımlarının eşlerine hainlik ettiklerini beyan ediyorsunuz. Bu çelişki değil midir? Peygamberlerin eşlerine fuhuş, hainlik ve habislik nispeti vermeniz çirkin değil midir?

Davetçi: Kesin biliyorum ki kasıtlı olarak yanılıyorsunuz, insanların vaktini alıyorsunuz, safsata yapıyorsunuz. Sizin gibi alim birinden bu safsataları beklemiyordum, ayetteki hıyanetin manasını biliyorsunuz ve belki de Peygamberlerin eşlerini savunmanız, bunun genişlemesinden ve maksadınızın aksine apaçık gerçekleri ortaya çıkarmasından korkuyorsunuz.

Nuh’un ve Lut’un Hanımlarının hıyanet Etmesi

Hainliği fuhuş diye tabir etmeniz çok ilginçtir, fuhuşla hainlik arsında çok fark vardır. Peygamberlerin hanımları her türlü fuhuştan münezzehtirler; biz de hainliklerinden bahsediyoruz.

Evvela; her peygamberin eşi, o peygamberin söz ve davranışlarının aksini sergilerse haindir.

İkinci olarak; onların hainlik ettiklerini ben kendi yanımdan söylemedim ki hemen mugalata yaparak beni eleştirmeye kalkıştınız. Zira bizzat Kur’ân-ı Kerim; “fehanetahuma” (O ikisi hainlik ettiler.) buyuruyor. Onların hainliği fuhuş hainliği değildi. Zira arz ettim ki peygamberlerin eşleri bundan münezzehti; dolayısıyla onların hainliği, asilik, küfür ve nifak idi.

Ayrıca bilmek icap eder ki Nuh’un eşi kendisine muhalefeti, Hz. Nuh’u halkın yanında kötülüyordu; “Benim eşim delidir, sürekli onunla olduğum için onu tanıyorum, ona aldanmayın.” diyordu.

Hz. Lut’un hanımı da eve yeni gelen misafirleri kavmine haber veriyor, evin içindeki sırları düşmanlara bildiriyor, fitne ve fesada sebep oluyordu.

Ama sizin kendi lehinize delil gösterdiğiniz Nur süresindeki 26. ayetin manasına gelince; müfessirlerin ve Ehl-i Beyt (a.s)’dan gelen rivayetlerin ışığında o ayetin anlamı şudur:

“Kötü kadınlar kötü erkeklere uygundur, kötü erkekler de kötü kadınlara rağbet ederler; temiz kadınlar da temiz erkeklere layıktır, temiz erkekler de onlara rağbet ederler.”

Bu, Nur süresinin şu 3. ayetinin manasıdır: “Zina eden erkek, zina eden veya müşrik olan bir kadından başkası ile evlenemez; zina eden kadınla da ancak zina eden veya müşrik olan erkek evlenir...”

Velhasıl bu ayet sizin iddianızla uyuşmamaktadır ve sizin maksadınızla hiçbir ilgisi yoktur.

Aişe’nin Hal ve Tavırlarına İşaret

Ümm’ül- Müminin Aişe’ye gelince; eğer o eleştiriliyorsa, bir tarafa olan sevgi veya buğz açısından değildir. Onun bilmeden yaptıkları işler sebebiyledir. Aişe ömrü boyunca yerinde durmamış ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in eşlerinden hiçbirisinin, hatta Ömer’in kızı Hafsa’nın bile bulaşmadığı işlere bulaşmıştır. Şiilerin Aişe’yi eleştirmesi, kendi alimlerinizin bizzat kendi kitaplarında rivayet ettikleri şeyler çerçevesindedir. Yani Aişe, kendi hayat tarihini lekelemiş biridir.

Şeyh: Ümm’ül- Müminin Aişe’nin kendi tarihini lekelediğini söylemeniz sizin gibi birine yakışır mı?

Davetçi: Resulullah (s.a.a)’in eşlerinden Ümm’ül- Müminin Hz. Hatice (a.s) hariç hepsi biz Şiiler için aynıdır; Ümmü Seleme, Sevde, Aişe, Hafsa, Meymune ve diğerleri hep Ümm’ül- Müminin’dir, sadece Aişe’nin hal ve tavırları onu diğerlerinden ayırmış ve kendi tarihini lekelemiştir. Bunu ben söylemiyorum, bizzat kendi büyük alimleriniz onun hayatının lekeli olduğunu rivayet etmiştir. Herkesin iyi veya kötü davranışları perde altında kalmaz, sonunda mutlaka ortaya çıkar. Ama siz var olan sevginiz sebebiyle olayı görmezlikten geliyor, rivayetleri hiçe sayıyor ve savunmaya kalkıyorsunuz.

Ama bilindiği gibi zavallı Şiiler bunları yazacak veya söyleyecek olursa, binlerce iftira atıyor, itirazda bulunuyorsunuz.

Eğer bir itirazınız varsa önce kendi alimlerinize itiraz ediniz, ki neden kendi kitaplarında rivayet etmişlerdir!

Şeyh: Her halde Ali’ye (k.v) yaptığı muhalefetten dolayı onu böyle tenkit ediyor ve kınıyorsunuz.

Davetçi: Hz. Ali, İmam Hasan ve Ehl-i Beyt’e (a.s) muhalefeti şöyle dursun, hayatındaki bu lekeler bizzat Hz. Peygamber (s.a.a) zamanından kaynaklanmaktadır. Zati ahlaki ve fıtratı gereği Peygamber (s.a.a)’e eziyet ediyordu. Sürekli Peygamber (s.a.a)’in emrine itaatsizlik ediyordu, bu hal üzere başkalarına da öyle davrandı.

Şeyh: Ümm’ül- Müminin Aişe’yi bu kadar küçük görmeniz ilginçtir. Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’e eziyet ettiğini nasıl söyleyebiliyorsunuz? Halbuki bilindiği gibi Hz. Aişe de Kur’ân-ı Kerim’in şu ayetini okuyordu:

“Şüphesiz Allah’a ve Resulüne eziyet edenlere Allah dünyada da ahirette de lanet etmiş ve onlara aşağılatıcı bir azap hazırlamıştır.”[25]

O halde nasıl olur da Peygamber (s.a.a)’e eziyet edip dünya ve ahirette lanete uğrayabilir ve kendisi için ahirette aşağılayıcı bir azabı hazırlar? Dolayısıyla bu büyük bir iftira ve yalandır ve bu Şiilerin bir iftirasıdır.

Davetçi: Rica ediyorum bu kadar hakaret etmeyin; zira Şiiler iftira ehli değildir. Ortada olan deliller bu tür oyun ve desiselere gerek bırakmamaktadır.

Bu ayete gelince; tasdik ediyorum ki bu ayeti sadece Aişe değil, babası Ebu Bekir ve büyük sahabelerin hepsi de gördüler. Eğer insafınız olursa, önceki geceler naklettiğim rivayetler ışığında birçok gerçekler ortaya çıkar.

Aişe’nin Hz. Peygamber’e Eziyet Etmesi

Aişe’nin Peygamber (s.a.a)’e eziyet etmesi, sadece Şii kitaplarda yer almamıştır. Bizzat büyük alim ve tarihçileriniz de yazdığı üzere birçok defasında Resulullah (s.a.a)’ı üzmüş, O Hazreti incitmiştir.

Nitekim imam Gazali, İhya-u Ulum’ud- Din, “Adab’un- Nikah” kitabı, c. 2, s. 135’de, Aişe’yi kınayan birçok hadis rivayet etmiştir. Bunlardan biri de Aişe’nin Resulullah’a karşı çıkması ve Ebu Bekir’in hakemlik yaptığı olaydır. Mevla Ali Muttaki, Kenz’ul-Ummal c. 7, s. 116’da, Ebu Ya’la, Müsned’inde ve Ebu’ş- Şeyh Emsal kitabında şöyle yazmışlardır:

“Ebu Bekir kızı Aişe’yi görmeye gitti; çünkü Hz. Peygamber (s.a.a) ve Aişe arasında bir rahatsızlık çıkmıştı. Peygamber (s.a.a), Ebu Bekir’i hüküm vermeye çağırdı. Aişe konuşurken Peygamber’e ihanet ediyor ve sürekli O’na; “Söz ve davranışlarında adil ol!” diyordu. Bu sözlerine dayanamayan Ebu Bekir kızının yüzüne öyle bir tokat vurdu ki elbisesi kana bulandı.”

İmam Gazali aynı “Nikah” babında ve diğerleri de kendi kitaplarında şöyle nakletmişlerdir: “Ebu Bekir, kızının evine girince Resulullah’ın üzgün olduğunu gördü. Onlara; “Aranızda geçenleri bana anlatın, ben hüküm vereyim.” dedi. Peygamber (s.a.a) de Aişe’ye; “Sen mi konuşuyorsun, ben mi konuşayım?” diye sordu. Aişe; “Sen konuş; ama hakkı söyle!!” dedi.

Başka bir cümlede de Peygamber (s.a.a)’e şöyle dedi: “Sen Allah’ın Peygamber’i olduğunu mu sanıyorsun?!”

Acaba bu cümleler Peygamber (s.a.a)’in makamını yermek ve O Hazrete ihanet değil midir? Aişe Peygamber (s.a.a)’i hak Peygamber olarak kabul etmemiş miydi ki böylesine sözler konuşuyordu?

Bu ve benzeri birçok rivayetler sizin kitaplarınızda vardır ve hepsi de Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’i ne kadar üzdüğünü ifade etmektedir. Neden Sünni ve Şii tarihçiler ve hatta oryantalistler bile İslâm tarihinde Resulullah (s.a.a)’in diğer eşlerinden bahsetmemiş ve onları eleştirmemişlerdir. Hatta Ömer’in kızı Hafsa hakkında bile böyle bir eleştiri yoktur. Aişe’nin bizzat kendi yaptıkları onu kötü tanıtmıştır ve biz de Aişe hakkında sadece büyük alimlerinizin dediklerini diyoruz.

Acaba siz imam Gazali’nin kitaplarını, Taberi, Mesudi, İbn-i A’sam Kufi ve vb. kimselerin tarih kitaplarını okumadınız mı ki bizzat kendi alimleriniz, Aişe’nin Allah-u Teala ve Resulünün emirlerine itaatsizlik ettiğini söylemişlerdir! Allah-u Teala ve Resulüne itaatsizlik saadet ve mutluluğa sebep olabilir mi?

Şimdi de siz benim; neden Aişe’nin hayatının lekeli olduğunu söylediniz?” diye beni tenkit ediyorsunuz.

Hangi tarihi leke, Allah-u Teala’nın ve Resulünün emrine itaatsizlik, Peygamber (s.a.a)’in halifesine isyan etmek ve onunla savaşmaktan daha büyüktür?

Halbuki bilindiği gibi Allah-u Tela Peygamber (s.a.a)’in bütün eşlerine hitaben şöyle buyurmaktadır:

“Evlerinizde oturun, eski cahiliye adetinde olduğu gibi açılıp saçılmayın.” [26]

Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in bütün eşleri bu emre itaat etmişler ve zaruri bir iş dışında evden dışarı çıkmamışlardır.

Resulullah’ın Eşi Sevde’nin Sözü

Nitekim Sihah-i Sitte’de, hatta diğer hadis ve tarih kitaplarınızda da yazdığı üzere Peygamber (s.a.a)’in eşi Sevde’ye; “Neden hac ve umre yapmıyorsun, bu büyük sevaptan geri kaldın?” diye sorduklarında Sevde cevap olarak şöyle demiştir:

“Hac bana bir defa farzdı, onu da yerine getirdim; bundan sonra benim haccım ve umrem Allah-u Teala’nın şu emrine itaat etmemdir. “Evlerinizde oturun...” O halde evden dışarı çıkmak bile istemiyorum, hatta Resulullah (s.a.a)’in beni oturttuğu o hücreden bile mümkün mertebe dışarı adım atmak istemiyorum. Ölünceye kadar da böyle kalacağım.”

Sevde sözünde durdu, evinden dışarı çıkmadı ve ancak ölünce cenazesini oradan çıkardılar. Sevde, Aişe veya Ümmü Seleme Peygamber’in eşleri ve müminlerin anneleridir; sadece amelleri farklıdır.

Ümmetin Aişe veya Hafsa’ya saygıları Ebu Bekir veya Ömer’in kızları oldukları için değildir; (ama siz bu açıdan saygı gösteriyorsunuz.) Resulullah (s.a.a)’in eşi oldukları içindir. Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in eşleri de takva sahibi oldukları takdirde övülecek bir makama sahiptirler. Nitekim Kur’ân’da şöyle buyuruluyor:

“Ey Peygamberin hanımları! siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer (Allah’tan) korkuyorsanız, (yabancı erkeklere karşı) sözü çekicilikle söylemeyin ki, sonra kalbinde hastalık bulunan kimse tamah eder. Sözü maaruf (bilinen bir biçimde, hiçbir kuşkuya yol açmayacak) bir tarzda söyleyin.”[27]

Yani ey Peygamber’in hanımları, sizler şerafet ve fazilet açısından herkesten üstünsünüz, başkaları gibi değilsiniz; elbette muttaki ve Allah-u Teala’dan korkan kimselerden olmanız şartıyla.

Aişe’nin Hz. Ali’ye Karşı Muhalefeti ve

O’nunla Savaşı

Dolayısıyla Sevde emin, takvalı ve itaatkâr bir kadındı. Ama Aişe isyankar bir kadındı. Allah-u Teala ve Resulünün emrinin aksine Talha ve Zübeyr’e kanarak (veya Ali (a.s)’a olan şahsi kini sebebiyle) Basra’ya giderek büyük bir sahabi ve Hz. Ali (a.s)’ın Basra valisi olan Osman bin Huneyf’i yakalayıp işkence ettiler. Saçını, sakalını, kaşlarını yoldular, kırbaçlayarak Basra’dan dışarı attılar. Yüzden fazla suçsuz insanı katlettiler. Nitekim İbn-i Esir, Mesudi, Taberi ve İbn-i Ebi’l- Hadid bu olayı detaylıca yazmışlardır.

Aişe, Asker adında bir deveye binmiş, cahiliye devri savaşçıları gibi kaplan derisini giymiş ve zırha bürünmüş bir halde meydana çıkarak binlerce insanın kanının dökülmesine neden olmuştur.

Allah’tan habersiz şerefsiz insanların, kendi eşlerini evlerinde, tuttukları halde Resulullah (s.a.a)’in eşini o rezillikle insanların arasına çıkarmaları (ve bu kadının da bu duruma razı olması) Allah ve Resullünün emirlerine itaatsizlik değil midir?

Hz. Ali’nin Faziletleri Sınırsızdır

Bizzat kendi alimlerinizin, faziletleri hakkında onca rivayet nakletmiş oldukları Hz. Ali (a.s) gibi birinin karşısına dikilmesi doğru mudur?

Nitekim imam Hanbel’in Müsned’de, İbn-i Ebi’l- Hadid’in Nehc’ul- Belağa Şerhi’nde, imam Fahr-u Razi’nin Tefsir-i Kebir’de, Harezmi’nin Menakıb’da, Şeyh Süleyman’ın Yenabi’ul- Mevedde’de, Muhammed bin Yusuf-u Genci’nin Kifayet’ut Talib’in 62. babında, Mir Seyyid Ali Hemedani’nin Meveddet’ul- Kurba’nın 5. Mevedde’sinde Ömer bin Hattab ve Abdullah bin Abbas’tan rivayet ettiğine göre Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

“Ey Ebel Hasan (Ali)! Eğer deryalar mürekkep, ağaçlar kalem, insanoğlu yazar, cinler hesaplayıcı olsa, yine de senin faziletlerini sayamazlar.”

Resulullah (s.a.a)’in buyurduğu gibi bütün ins ve cinlerin, faziletlerini sayamadığı birisinin yüce faziletlerini bizim nakıs dillerimiz ve kırık kalemlerimiz nasıl tavsif edebilir!

Ama bilindiği gibi buna rağmen Şii alimlerinin yanı sıra Kuşçu, İbn-i Hacer, Ruzbehan vb. inatçı ve bağnaz alimleriniz bile Hz. Ali (a.s)’ın o sonsuz fazilet ve menkıbelerinden bir miktarını, edebildikleri kadar kendi kitaplarında yazıp nakletmişlerdir.

Hz. Ali’nin Fazilet ve Menkıbeleri Hakkında Hadisler

Kutub-i Sitte’yi dikkatlice bir okuyun! Ayrıca bilmek icap eder ki Mir Seyyid Ali Hemedani Meveddet’ul- Kurba’da, Taberani Mu’cem’de, Muhammed bin Talha eş-Şafii Metalib’us- Süul’de, imam Hanbel Fezail’de, Hamidi Cem’un Beyn’es- Sahihayn’de, Harezmi Menakıb’da, İbn-i Ebi’l-Hadid Nehc’ul- Belağa c. 2, s. 449’da, İbn-i Sabbağ Maliki Fusul’ul- Muhimme s. 124’de Hafız Abdulaziz bin Ahzar’dan naklen Hz. Fatıma (a.s)’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmekteler:

“Babam Resulullah (s.a.a) Arefe akşamı yanımıza gelerek bizlere şöyle buyurdu: “Allah meleklere karşı sizinle övünür; Allah genel olarak sizi, özel olarak ise Ali’yi bağışlamıştır...; gerçek saadet ehli hayatında ve öldükten sonra Ali’yi seven, şekavet ehli de hayatında ve öldükten sonra Ali’ye buğz edendir.”

Aynı kitaplarda, galiba önceki geceler nakletmiş olduğum uzun bir hadiste Ömer bin Hattab’dan naklen Resulullah (s.a.a)’in ölüm döşeğinde Hz. Ali’ye şöyle buyurduğu nakledilmektedir:

“Ey Ali, sana buğz etmiş olduğu halde beni sevdiğini sanan yalan söylemiştir; seni seven beni sevmiştir; beni seveni de Allah sever ve cennete götürür. Sana buğz eden bana buğz etmiştir; bana buğz edene de Allah buğz eder ve cehenneme götürür.”

Ali’nin Sevgisi İman, Buğzu ise Nifak ve Küfürdür

Yine aynı kitaplarda Ebu Said Hudri’den naklen Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Ali (a.s)’a şöyle buyurduğu yazılıdır:

“Ya Ali, sevgin iman, buğzun ise nifaktır. Cennete ilk girecek olan seni sevendir; cehenneme ilk girecek olan da sana buğz edendir.”

Hakeza Mir Seyyid Ali Hemedani Meveddet’ul- Kurba’nın 3. Mevedde’sinde, Himvini de Feraid’de Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in ashabı arasında şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:

“Ali’yi sadece mümin sever; O’na sadece kafir buğz eder.”

Başka bir yerde ise şöyle buyurmaktadır:

“Seni sadece mümin sever ve sana sadece münafık buğz eder.”

Muhammed bin Yusuf-u Genci Kifayet’ut- Talib’in 62. babının 119. sayfasında Tarih-i Dimaşk’en naklen, Şam ve Irak Muhaddisleri ise Huzeyfe ve Cabir’den naklen Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmekteler:

“Ali insanların en üstünüdür; bunu kabul etmeyen kafir olmuştur.”

Ata’dan rivayet edildiği üzere, Aişe’ye Hz. Ali (a.s)’ın hali sorulunca şöyle dedi: “O insanların en üstünüdür; O’nun hakkında sadece kafir şek ve şüphe eder.”

Hakeza Hafız bin Asakir, yüz ciltlik olan ve bunun üç cildini Ali (a.s)’ın faziletlerine ayırdığı Tarih kitabının 50. cildinde bu haberi Aişe’den nakletmektedir.

Muhammed bin Yusuf, Metalib’us- Süul s. 27’de, İbn-i Sabbağ Maliki de Fusul’ul- Muhimme’de Tirmizi ve Nesai’den onlar da Ebi Said Hudri’den şöyle dediğini nakletmişlerdir: “Biz Resulullah (s.a.a) döneminde münafıkları, sadece Ali’ye buğzları vasıtasıyla tanıyorduk.”

Hakeza Fusul’ul- Muhimme’de Resulullah (s.a.a)’in Hz. Ali’ye şöyle buyurduğu yer almıştır:

“Seninle savaşmak benimle savaşmaktır; senin kanın benim kanımdır; ben sana karşı savaşanla savaşırım. Seni ancak soylu kimseler sever, sana ancak soyu bozuk insanlar buğz eder; seni ancak müminler sever, sana ancak münafıklar düşmanlık eder.”

Şeyh: Bu tür hadisler sadece Hz. Ali (k.v) hakkında değildir. Raşid halifeler hakkında da bu tür hadisler rivayet edilmiştir.

Davetçi: Mümkünse o hadislerden örnek olarak birini nakledin de gerçekler apaçık ortaya çıksın.

Şeyh: Abdurrahman bin Malik kendi senediyle Cabir’den naklen Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu yazmaktadır: “Ebu Bekir ve Ömer’e mümin buğz etmez, münafık da onları sevmez.”

Davetçi: Önceki gecelerde söylediğim gibi lütfen tek taraflı hadisler rivayet etmeyin. Sahih hadislere istinat ediniz. İftira ve yalancı ravilerden rivayet edilen uydurma hadisleri bir kenara bırakınız.

Şeyh: Siz adeta bizden duyduğunuz her hadisi aşağılayarak reddetme kararını almışsınız!

Davetçi: Maalesef sadece ben değil, kendi alimleriniz de red etmektedirler. Lütfen Zehebi’nin Mizan’ul- İtidal’ine ve Hatib Bağdadi’nin Tarih kitabının c. 10, s. 236’sına müracaat ediniz; orada birçok alimleriniz Abdurrahman bin Malik hakkında şöyle demişlerdir: “O, yalancı ve iftiracıdır. Hadis uyduran birisidir. Hiç kimse bu konuda şek dahi etmemiştir.”

Allah aşkına, iftiracı, yalancı ve hadis uyduran birinden rivayet ettiğiniz tek taraflı olan bu hadis, o büyük alimlerinizin rivayet etmiş olduğu ve bizim de onlardan bazılarına değindiğimiz onca hadislerle eşit olabilir mi?

Lütfen Suyuti’nin Cami’ul- Kebir c. 6, s. 390’ına, Muhibbuddin’in Riyaz’un- Nazire c. 2, s. 215’ine, Tirmizi’nin Cami c. 2, s. 229’una, İbn-i Abdulbirr’in İstiab c. 3, s. 46’sına, Hafız Ebu Naim’in Hilyet’ul- Evliya c. 6, s. 295’ine, Muhammed bin Talha’nın Metalib’us- Süul s. 17’sine, İbn-i Sabbağ Maliki’nin Fusul’ul- Muhimme s. 216’sına bir bakınız. Ebuzer’den farklı ibarelerle şöyle rivayet edilmektedir:

“Biz münafıkları Resulullah (s.a.a) zamanında ancak üç alametle tanıyorduk: Allah-u Teala ve Resulünü reddetmek, namazdan kaçınmak ve Ali bin Ebi Talib’e buğz etmek.”

Ebu Said Hudri de şöyle diyor: “Münafıkları Ali’ye buğz etmeleri ile tanıyorduk. Resulullah (s.a.a) zamanında münafıkları sadece Ali’ye düşmanlık etmelerinden tanıyorduk.”

Hakeza imam Ahmed bin Hanbel Müsned c. 1, s. 95 ve 138’de, İbn-i Abdulbirr İstiab c. 3, s. 37’de, Ahmed Hatib Bağdadi Tarih-i Bağdadi c. 14, s. 426, İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 4, s. 264’da, imam Nesai Sünen c. 8, s. 117’de, Hasais’ul- Alevi s. 27’de, Himvini Feraid 22. babda, İbn-i Hacer İsabe c. 2, s. 509’da, Hafız Ebu Naim Hilyet’ul- Evliya c. 4, s. 185’de, Sibt bin Cevzi Tezkire s. 15’de, Suyuti Cami’ul- Kebir s. 152 ve 408’de, Muhammed bin Talha Metalib’us- Süul, s. 17’de ve Tirmizi Cami’ c. 2, s. 23’de farklı ibarelerle bazen Ümmü Seleme’den, bazen de İbn-i Abbas’tan Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

“Ya Ali, münafık seni sevmez, mümin de sana buğz etmez; ancak mümin seni sever ve ancak münafık sana buğz eder. Münafık Ali’yi sevmez ; mümin de Ali’ye buğz etmez.”

İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi’nin c. 1, s. 364’ünde Mutezile şeyhi Şeyh Ebu’l- Kasım Belhi’den şöyle dediğini naklediyor: “Bütün muhaddisler, sıhhatinde şüphe olmayan birçok hadislerde Resulullah (s.a.a)’in Hz. Ali’ye şöyle buyurduğunda ittifak etmişlerdir:

“Ya Ali! Mümin sana buğz etmez; münafık ise seni sevmez.”

Yine İbn-i Ebi’l- Hadid, Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 4, s. 264’de Hz. Ali (a.s)’ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir:

“Bu kılıcımla, bana buğz etmesi müminin burnuna vursam bile bana buğz etmez; tüm dünyayı, beni sevsin diye münafığa versem bile yine de beni sevmez. Nitekim Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bana şöyle buyurmuştu: “Ya Ali! Mümin sana buğz etmez; münafık da seni sevmez.”

Bu tür rivayetler sizin muteber kitaplarınızda oldukça çoktur. Toplantının vaktini göz önünde bulundurarak olarak örnek olsun diye aklımda olan bu birkaç rivayeti naklettim.

Şimdi siz beyler insaflıca lütfen hüküm verin; Aişe’nin Hz. Ali (a.s) ile savaşması, Resulullah (s.a.a) ile savaşmak değil miydi? Acaba bu savaş ve halkı Hz. Ali (a.s) aleyhine savaşa teşvik etmek, sevgi, dostluk ve muhabbet üzere miydi, yoksa buğz, kin ve düşmanlık üzere mi? Şüphesiz ki hiç kimse iki kişi arasındaki savaşın sevgi ve dostluk üzere olduğunu söylemez; bu savaş da buğz ve düşmanlık üzere olmuştur.

Halbuki bilindiği gibi rivayet ettiğim bütün bu hadislerde de Peygamber-i Ekrem (s.a.a), küfür ve nifakın alametlerinden birinin de Hz. Ali’ye buğz etmek ve onunla savaşmak olduğunu buyurmamış mıydı? Bu hadisler ışığında Aişe’nin kıyamını ve Hz. Ali (a.s) ile savaşını nasıl değerlendirebiliriz? Lütfen sevgi ve buğz üzere değil, insaf üzere hüküm veriniz!

Aklıma bir rivayet geldi; Mir Seyyid Ali Şafii Meveddet’ul- Kurba 3. Mevedde’de bizzat Aişe’den Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

“Allah-u Teala, Ali’ye karşı kıyam edenin kafir ve ateş ehli olduğunu bana bildirdi.”

Çok ilginçtir, Aişe’yi; “Böyle bir sözü Peygamber (s.a.a)’den duyduğun halde neden Ali’ye karşı kıyam ettin?” diye eleştirdiklerinde, gülünç bir özür getirerek; “Bu hadisi Cemel günü unuttum, ama Basra’da hatırladım!” dedi.

Şeyh: Sizin kendi beyanınıza göre, o zaman neden Ümm’ül- Müminin Aişe’yi (r.z) eleştiriyorsunuz? Şu açıktır ki, insan gaflet edebilir, unutabilir.

Davetçi: Cemel günü savaş ateşi alevlenince unutmuş olabilir. Ama Mekke’den hareket edince Peygamber (s.a.a)’in tüm dostları, hatta temiz eşleri bile onu engellemek istediler. Gereksiz işlere kalkışmamasını, Ali’ye muhalefetin Hz. Peygamber’e muhalefet olduğunu söylediklerinde de mi bunu hatırlamadı? Acaba Cemel olayını yazan tarihçileriniz de mi Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu hatırlatmadılar?:

“Ey Aişe! Hav’eb köpeklerinin sana karşı havladığı yoldan kork”

Aişe Basra’ya giderken Kilaboğulları suyuna varınca köpekler etrafını sararak havlamaya başladı. “Burası neresi?” diye sorunca da, “Hav’eb” dediler. Bu ismi duyunca Resulullah (s.a.a)’in ona buyurmuş olduğu sözü hatırladı. Yine neden Zübeyr ve Talha’nın oyununa gelerek yoluna devam edip Basra’ya gitti ve o büyük fitneye sebep oldu? Acaba yine de onun unuttuğunu ve bilerek yoluna devam etmediğini söyleyebilir misiniz?

Acaba bu delil Aişe için hiçbir zaman silinmeyecek büyük bir leke değil midir? Bilerek Resulullah (s.a.a)’a itaatsizlik etti. Talha ve Zübeyr’in oyununa gelerek Peygamber (s.a.a)’in halifesine karşı savaştı! Halbuki bilindiği gibi bizzat kendisi Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu beyan ediyordu:

“Her kim Ali ile savaşır ve ona karşı kıyam ederse kafirdir!”

Peygamber (s.a.a)’in halifesine karşı savaşmak ve O’na birçok zorluklar çıkarmak Peygamber’e eziyet etmek değil midir? Önceki geceler senetleriyle rivayet ettiğim bir hadiste Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmamış mıydı?:

“Kim Ali’ye eziyet ederse bana eziyet etmiştir; bana eziyet eden de Allah’a eziyet etmiştir. Ey insanlar! Ali’ye eziyet eden kıyamet günü Yahudi ve Hıristiyan olarak haşr olur.”

Aişe’nin Emriyle Basra’da Sahabe ve Müminlerin Katliamı

Bu rivayetler sizin muteber kitaplarınızda yok mudur; o halde neden Şia’ya itiraz ediyorsunuz? Müminlerin kanını dökmek, Peygamber (s.a.a)’in ashabından olan Osman bin Huneyf’e işkence etmek, yüzden fazla hafız ve silahsız devlet memurlarını öldürmek, kırk kişiyi camide katletmek, bu savaşa sebep olan Aişe’nin boynunda değil midir?

Allame Mes’udi Müruc’uz- Zeheb, c. 2, s. 7’de şöyle yazıyor: “Yaraladıkları hariç yetmişten fazla insanı öldürdüler. Bu yetmiş kişiden ellisinin boynunu vurdular. Bu öldürülenler İslâm’da mazlumca öldürülen ilk kimselerdi.”

Bu acı olayın detaylarını İbn-i Cerir, İbn-i Esir ve diğer alim ve tarihçileriniz de nakletmişlerdir.

Ya bu rivayetleri muteber kitaplarınızdan çıkararak (nitekim kitapların yeni baskılarında tahrifler yapılmış ve sadece bazı konular çıkartılmıştır ) büyük alim ve tarihçilerinizi yalanlayın ya da en azından Şiilere itiraz edip onları eleştirmeyin. Zira Şiiler sadece sizin muteber kitaplarınızda yazılanları söylemektedir. Allah-u Teala’ya yemin olsun ki Şiiler suçsuzdur. Farkımız şudur: Sizler bu muteber kitaplarınızdaki rivayetleri yüzeysel olarak okuyorsunuz. “Bir şeyi sevmek insanı kör ve sağır eder.” kaidesi gereğince önemli tarihi olayları rivayetlerle tatbik etmiyorsunuz. Sürekli hüsn-ü zanda bulunarak gereksiz yere savunuyor, apaçık gerçeklere teveccüh etmiyorsunuz, etseniz de örtmeye kalkışıyor ve herkesin güleceği bir şekilde tevillere baş vuruyorsunuz.

Ama bilindiği gibi biz olaylara derince, tarafsızca ve insaflıca bakıyoruz. Her iki fırkanın kitaplarındaki rivayetleri olaylarla tatbik ediyor, apaçık gerçekleri keşfediyoruz. Tatbik ederken, herhangi bir yerde garazlı ve haksız olduğumuzu görürseniz, mantık üzere itiraz edin, kabul etmeyin. Buna ben de çok sevinirim.

Şeyh: Buyurduklarınız doğrudur. Ümm’ül- Müminin Aişe de bir insandı, masum değildi. Elbette kanmış, hata etmiş, sadeliğinden iki sahabeye aldanmıştır. Ama sonra tövbe etmiş, Allah-u Teala da onu affetmiştir.

Davetçi: Evvela; siz de kabul ediyorsunuz ki bazı büyük sahabiler de hata etmiş ve aldanmıştır. Halbuki bilindiği gibi bunlar da Rıdvan ağacının altında biat edenlerdendi. Dolayısıyla sizin önceki gece rivayet ettiğiniz; “Ashabım yıldızlar gibidir; hangisine uyarsanız doğru yola hidayet olursunuz.” hadisi kendiliğinden batıl olmaktadır.

İkinci olarak; Aişe’nin tövbe etmesi sırf bir iddiadır. Aişe’nin kıyamı, savaşı ve katliamı bütün Müslümanlar nezdinde bellidir. Ama tövbe etmesi belli ve kesin değildir.

Aişe’nin, İmam Hasan (a.s)’ın Hz. Peygamber (s.a.a)’in Kenarında Defnedilmesine Mani Olması

Kesin olan bir konu Aişe’nin zati gereği sakin olmadığı, çocukça hareket etmiş olduğu ve her bir davranışının tarihte bir fesada neden olduğudur. Sizin dediğiniz gibi eğer gerçekten tövbe edip pişman olmuş olsaydı, o zaman neden Peygamber (s.a.a)’in torunu İmam Hasan’ın cenazesi karşısında herkesi üzecek o davranışları sergilerdi ve yeni bir fesada sebep oldu.

Aişe sadece Peygamber (s.a.a)’i üzmek, incitmek, devesine binerek cahiliye kadınları gibi Peygamber (s.a.a)’in halifesiyle savaşmakla kalmıyordu. Yani o sadece yaşayanlara muhalif ve zıt değildi, ölüler için de aynı şeyi yapıyordu. Devesine binip Peygamber (s.a.a)’in torunu İmam Hasan’ın cenazesini teşyi eden kafilenin önünü keserek O’nun Peygamber (s.a.a)’in kabri yanına gömülmesine de engel olmuştur.

Yusuf Sibt bin Cevzi Tezkiret’u- Havass’il- Ümme s. 122’de, Allame Mesudi İsbat’ul- Vesiyye, s. 136’da, İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 4, s. 18’de (Ebu’l- Ferec ve Yahya bin Hasan’dan naklen), Muhammed Havendşah Revzat’us- Safa, c. 2’de, Ahmed bin Muhammed bin Hanefi Tarih-u A’sam-i Kufi’nin tercümesinde, İbn-i Şahne Revzat’ul- Menazir’de, Ebu’l- Fida ve başkaları da kendi tarihlerinde şöyle nakletmişlerdir:

“Hz. Hasan’ın cenazesini getirdiklerinde Aişe bir katıra binerek Beni Ümeyye’den bir grup şahısla ve köleleriyle birlikte cenazenin önünü keserek İmam Hasan’ın Peygamber (s.a.a)’in kabrinin yanında defnedilmesine izin vermeyeceklerini söylediler.”

Mesudi’nin rivayetine göre İbn-i Abbas şöyle dedi: “Sana şaşıyorum ey Aişe! Halkın Cemel (Deve) günü demesi sana yetmiyor mu ki şimdi de Katır günü desinler! Bir gün deveye bir gün de katıra binerek Resulullah (s.a.a)’in hicabını yırttın (ihtiramını korumadın), Allah’ın nurunu söndürmek mi istiyorsun? Halbuki müşrikler istemese de Allah-u Teala nurunu tamamlayacaktır. Biz Allah içiniz O’na doğru dönücüleriz.”

Bazıları da ona şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: “Bir gün deveye bindin, bir gün de katıra; yaşayacak olursan bir gün de file bineceksin. (Yani Ebrehe gibi Allah’la savaşmaya kalkışacaksın.) Sana sekizde birin dokuzda biri düştüğü halde sen hepsine el koydun.”[28]

Haşimoğulları kılıç çekip onları defetmek isteyince İmam Hüseyin (a.s) engel olarak; “Kardeşim, cenazesinin arkasında bir hacamat boynuzu kadar bile kan dökülmemesini vasiyet etmiştir.” buyurdu. Bu yüzden cenazeyi geri götürüp Baki mezarlığında defnettiler.

Aişe’nin Hz. Ali’nin Şehadetine Sevinerek Şükür Secdesi Etmesi

Eğer Aişe gerçekten tövbe etmiş ve Hz. Ali’yle savaşmaktan pişman olmuştuysa, o zaman Hz. Ali (a.s)’ın şehadet haberini duyunca şükür secdesinde bulundu. Nitekim Ebu’l- Ferec İsfahani Mekatil’ut- Talibiyyin kitabında Hz. Ali (a.s)’ın biyografisinin sonunda şöyle yazmıştır: “Aişe Hz. Ali (a.s)’ın şehadet haberini duyunca şükür secdesi etti.”

Eğer Aişe gerçekten tövbe edip pişman olmuştuysa, neden böylesine sevinmiş bayram etmiştir. Nitekim İbn-i Cerir-i Taberi Tarih kitabında H. 40. Yıl olaylarını yazarken ve Ebu’l- Ferec İsfahani de mezkur kitabında şöyle yazmışlardır: “Bir köle Aişe’ye Hz. Ali’nin şehadet haberini verince Aişe şöyle dedi:

İçim rahat etti, fikrim rahatladı;

Misafirinin gelmesiyle rahat olup gözü aydınlanan kimse gibi.

Yani Aişe misafirini bekleyen birisi gibi sürekli böyle bir haberi bekliyordu. Misafiri gelenin gözü aydınlandığı gibi, Aişe de Hz. Ali (a.s)’ın şehadet haberini duyunca kalbi rahatlamış, huzura ermiştir. Bu haberi verene; “Onu kim öldürdü?” diye sordu. O da; “Murad oğulları kabilesinden Aburrahman bin Mülcem-i Muradi” dedi. Bunun üzerine de şöyle dedi: “Gerçi Ali benden uzaktır, ama bana ölüm haberini getiren kölenin yüzü toprak görmesin!!”

Orada bulunan Ümmü Seleme’nin kızı Zeyneb onun bu sözünü duyunca şöyle dedi: “Ali hakkında böylesine sevinmen, böyle sözler söylemen doğru mudur?” Aişe durumun kötüleştiğini görünce şöyle cevap verdi: “Farkında değildim, unutkanlıktan söyledim, bundan sonra böyle söyleyecek olursam bana hatırlatın da söylemeyeyim.”

Lütfen sevgi ve buğzunuzu bir kenara bırakın ve ibret alın. Tövbe etmiş olduğu gerçek değildir, son nefesine kadar O’na düşmanlık etmiştir, yoksa sevinmez ve şükür secdesi etmezdi.

Siz beyler bunları neye yorumluyorsunuz? Aişe diğerlerinden daha hafif akıllı ve hayatında daha huzursuz birisi değil miydi?

Şimdi aklıma gelen bir konu da şu ki; siz beyler, Şiiler Osman’ı, kendi alimlerinizin nakletmiş oldukları sözlerle eleştirdiklerinden dolayı onlara düşmanlık gözüyle bakıyorsunuz.

Aişe’nin Osman Hakkındaki Çelişkili Sözleri

Eğer Osman’ı eleştirmek açısından da olsa, o zaman Aişe’ye iyimser olmamanız gerekir. Nitekim İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ül- Belağa Şerhi c. 2 s. 77’de, Mes’udi Ahbar’uz- Zaman ve Evset kitaplarında, İbn-i Cevzi Tezkiret’u- Havass’il- Ümme s. 36’da, İbn-i Cerir, İbn-i Asakir, İbn-i Esir ve diğer tarihçi ve alimleriniz de şöyle yazmışlardır: “Aişe sürekli Osman’ı kınıyordu. Nitekim şöyle feryat ediyordu: “Öldürün bu Na’sel’i (ihtiyar ahmağı veya Yahudi Na’sel’e benzeyen bu şahısı). Allah-u Teala onu öldürsün, şüphesiz o kafir olmuştur.”

Ama bilindiği gibi Osman öldürülünce, Hz. Ali’ye olan kin ve düşmanlığı yüzünden şöyle dedi: “Osman mazlum olarak öldürüldü, vallahi onun kanını talep edeceğim, benimle kıyam edin!”

İbn-i Ebi’l- Hadid şöyle yazıyor: “Aişe Osman’a karşı en şiddetli olan kimseydi; hatta Resulullah (s.a.a)’in elbiselerinden birini çıkarıp evine asmış, gelenlere şöyle diyordu: “Bu Resulullah (s.a.a)’in elbisesidir, hala eskimemiş, ama Osman O’nun sünnetini eskitti.”

Yine İbn-i Ebi’l- Hadid şöyle diyor: “Mekke’de Osman’ın ölüm haberini duyan Aişe şöyle dedi: “Yaptıklarından dolayı Allah onu kendi rahmetinden uzak kılsın. Allah-u Teala kullarına zulmedici değildir.” (Yani Allah onu amelinden dolayı cezalandırmıştır.)

Aişe’nin Osman’a söylediği bu tür sözlerden asla rahatsız olmuyorsunuz, ama zavallı Şiilerden duyunca hemen tekfir ediyor, ölümlerine hükmediyorsunuz.

O halde bakışlar temiz olmalıdır, eğer kötümserlik olursa her türlü ayıp bulunabilir. Kesin olan şu ki Aişe, Emir’ul- Muminin Ali’ye karşı kin ve düşmanlık güdüyordu. Müslümanların Hz. Ali (a.s)’a biat ettiğini duyunca şöyle dedi: “Eğer Osman mazlumca öldürüldüğü halde Ali’nin hilafeti kamil olursa, göklerin yere inmesini (dünyanın yok olmasını) isterim.”

Acaba bu tür farklı ve çelişkili sözler Aişe’nin tutarsızlığını göstermiyor mu?

Şeyh: Aişe’nin söz ve davranışlarındaki bu farklıklar oldukça fazla rivayet edilmiştir. Ama bilindiği gibi şu iki şey kesin ve sabittir:

Birincisi; Ümm’ül- Müminin Aişe (r.z) aldatılmıştır, o gün Ali’nin (k.v) velayet makamının farkında değildi, nitekim kendisi de unuttuğunu ve Basra’da hatırladığını açıkça beyan etmiştir. İkincisi de; kesinlikle tövbe etmiş ve Allah-u Teala da geçmişlerini görmezlikten gelerek onu cennetin en yüce derecesine götürecektir!

Davetçi: Tövbe konusunda yeniden konuşmak istemiyorum. Onca Müslümanın kanının dökülmesinin, namusunun çiğnenmesinin ve mallarının yağmalanmasının muhakemesiz üzerinden geçilmesini de söylemiyorum. Doğrudur ki Allah-u Teala af ve rahmet söz konusu olunca merhamet edenlerin en merhametlisidir. Ama ceza söz konusu olunca da cezalandıranların en şiddetlisidir!

Ayrıca bilmek icap eder ki Aişe son nefesine kadar da bu olayların çıkmasına sebep olduğunu itiraf etmiştir. Bu yüzden büyük alimlerinizin de rivayet ettiğine göre şöyle vasiyette bulunmuştur: “Beni Peygamber (s.a.a)’in yanına defnetmeyin; zira O’ndan sonra neler yaptığımı çok iyi biliyorum.”

Nitekim Hakim Müstedrek’te, İbn-i Kuteybe Mearif’te, Muham-med bin Yusuf Zerendi Siret’un- Nebi’de, İbn-i Beyyi’ Nişaburi ve diğerleri de kendi kitaplarında şöyle nakl etmişlerdir:

“Aişe Abdullah bin Zubeyr’e şöyle vasiyet etmiştir: “Beni Baki mezarlığında bacılarımın yanına gömün; zira ben Peygamber (s.a.a)’den sonra birçok olaylara neden oldum.”

Ama sizin; “Aişe unutkan idi, Hz. Ali (a.s)’ın faziletini bildiren rivayetleri Basra’da hatırladı ve Peygamber (s.a.a)’in kendisini bu işlerden sakındırdığını unutmuştu” şeklindeki sözünüze gelince; bu konuda yanıldınız. Lütfen büyük alimlerinizin muteber kitaplarına bakın ve yanlışlığınızı anlayın; özellikle de apaçık gerçekleri anlamak için İbn-i Ebi’l- Hadid’in Nehc’ul- Belağa Şerhi’nin 2. cildinin 77. sayfasını iyice bir mütalaa edin. Şimdi meselenin aydınlığa kavuşması için o kitabın bazı bölümlerine işaret ediyorum.

Ümmü Seleme’nin Aişe’ye Nasihati

İbn-i Ebi’l- Hadid, Ebi Mihnef Lut bin Yahya Ezdi’nin tarihinden şöyle rivayet etmektedir: “O zaman Ümmü Seleme de Hacc için Mekke’ye gitmişti. Aişe’nin Osman’ın kanını talep ederek Basra’ya doğru gitmek istediğini duyunca çok üzüldü. Meclislerde Hz. Ali (a.s)’ın faziletlerini rivayet ediyordu. Aişe Ümmü Seleme’nin yanına giderek onu da kandırıp kendisiyle Basra’ya götürmek istedi. Ümmü Seleme ona şöyle dedi:

“Daha düne kadar Osman’a sövüyordun, onu kınıyordun, Ona “Na’sel” (ihtiyar ahmak) diyordun; şimdi de onun kanı bahanesiyle Ali’nin karşısında kıyam mı ediyorsun; Ali’ (a.s)’ın onca faziletlerini unuttun mu? Eğer unuttuysan sana hatırlatayım. Hatırla o günü ki ben Hz. Peygamber’le birlikte senin odana geldik, o arada Ali de içeri girdi, Peygamber’e yavaştan bir şeyler beyan ediyordu, biraz uzun sürünce sen Ali’ye saldırmak istedin, ben seni bu işten sakındırdım, ama sen dinlemedin, nihayet Ali’ye saldırarak şöyle dedin: “Dokuz günde bir benim sıramdır, şimdi de gelip Peygamber’i meşgul mu ediyorsun?!” Peygamber (s.a.a) rahatsız olduğundan yüzü kızardığı halde öfkeyle; “Geriye dön; Allah’a and olsun ki Ehl-i Beytim’den ve diğerlerinden hiç kimse imandan çıkmadıkça Ali’ye buğz etmez.” diye buyurdular. Sen de bunun üzerine dediğinden pişman olarak geriye döndün.”

Aişe: “Evet hatırlıyorum.” dedi.

Ümmü Seleme sözünün devamında şöyle dedi: “Ayrıca o günü hatırla ki sen Peygamber (s.a.a)’in mübarek başını yıkıyordun, ben de yemek yapıyordum. Peygamber (s.a.a) mübarek başını kaldırarak şöyle buyurdu:

“Sizden hanginiz günahkar deve sahibisiniz ki Hav’eb köpekleri ona havlayacak ve sırat köprüsünde yüz üstü düşecektir?”

Ben yemekten elimi çekerek Peygamber (s.a.a)’e şöyle arz ettim: “Ya Resulullah! Bu işten Allah’a ve Resulüne sığınırım.”

O zaman elini senin sırtına vurarak şöyle buyurdu: “Sakın o kimse sen olmayasın!”

Aişe: “Evet hatırlıyorum.” dedi.

Ümmü Seleme devam ederek şöyle dedi: “ Hatırla o günü ki seferlerin birinde ikimiz de Peygamber (s.a.a)’le birlikteydik. Bir gün Ali Peygamber (s.a.a)’in ayakkabısını dikiyordu, biz de bir gölgede oturmuştuk. Bu esnada baban Ebu Bekir Ömer’le birlikte gelmek için izin istediler, biz de perdenin arkasına geçtik, biraz konuştuktan sonra şöyle dediler: “Ya Resulullah! Biz seninle birlikte olmanın kıymetini bilmiyoruz; bize halifeni tanıtmanı ve senden sonra sığınmamız gereken kimsenin kim olduğunu söylemeni rica ediyoruz.”

Peygamber (s.a.a) Ebu Bekir ve Ömer’e cevaben; “Ben halifemin mekanını görüyorum (onun makamını iyi tanıyorum). Ama (şimdiden) onu tanıtacak olursam, İsrail oğullarının Harun’un etrafından dağıldığı gibi siz de onun etrafından dağılırsınız.” diye buyurdular. Onlar da sustular ve oradan ayrıldılar.

Onlar gittikten sonra biz dışarı çıktık. Ben şöyle arz ettim: “Ya Resulullah! Kim onlara halife olacaktır?” Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdular: “Ayakkabımı diken şahıs.” Peygamber (s.a.a)’in yanından ayrılıp etrafa baktığımızda Ali’den başka kimseyi görmedik; geri dönerek Peygamber (s.a.a)e; “Ya Resulullah! Ali’den başka kimseyi görmedik.” dedik. Peygamber (s.a.a) de şöyle buyurdular: “İşte O (Ali) benim halifemdir.”

Aişe: “Evet hatırlıyorum.” dedi.

Ümmü Seleme: “O halde bütün bu hadisleri bilmene rağmen nereye gidiyorsun?” dedi.

Aişe: “İnsanların arasını bulmak için gidiyorum.” dedi.

O halde beyler kabul edin ki Aişe kandırılmamıştır, bilerek kıyam etmiş, fitne çıkarmıştır. Ümmü Seleme ona Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in hadislerini hatırlatmıştır. Ama bilindiği gibi o buna rağmen uyanmamıştır. Hz. Ali (a.s)’ın apaçık gerçek makamını itiraf etmiş olduğu halde Basra’ya doğru yola düşmüş, birçok Müslümanın kanının dökülmesine sebep olan birçok fitneyi yaratmıştır. Özellikle de “Ayakkabı dikme” hadisi, Hz. Ali (a.s)’ın imamet ve hilafetini ispat eden en büyük delildir. Ümmü Seleme, kendisinden sonra halifenin kim olduğunu sorunca Peygamber (s.a.a); “Ayakkabımı diken benim halifemdir” buyurdu ve o halde Peygamber (s.a.a)’in ayakkabısını Ali’den başkası dikmiyordu.

Şii Müslümanların tek günahı hiçbir adetin etkisinde kalmaması ve uzak görüşlülük esasınca 14 asırlık önemli gerçeklere bakmalarıdır. Onlar hiçbir sevgi ve buğza kapılmadan Kur’ân ayetlerinden ve iki fırkanın muteber kitaplarında yer alan hadislerinden istifade etmekte ve hak üzere hüküm vermekteler.

Bu yüzden Hz. Ali (a.s)’ın hilafetinin büyük oyunlar ve hilelerle dördüncü mertebeye atıldığına ve hakkının gasp edildiğine inanmaktadırlar. Ama bilindiği gibi bu durum O’nun faziletlerini ve hakkındaki nasları ortadan kaldıramamış ve kaldıramayacaktır.

Biz de inanıyor ve itiraf ediyoruz ki Ebu Bekir Sakife’de, Ali, Haşimoğulları, sahabenin büyükleri bulunmaksızın ve Ensar’dan Hazrec Kabilesinin muhalefetine rağmen halife olarak adlandırılmış, ondan sonra da ferdi bir diktatörlükle Ömer ve Ömer’in şurasıyla da Osman hilafet kürsüsünde oturmuşlardır. Elbette şu farkla ki onlar kendilerini seçen ve hilafet halkasını boynuna asan bir grubun halifesiydi. Ama bilindiği gibi Hz. Ali (a.s), Allah-u Teala ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in tarafından seçilen bir halifeydi.

Şeyh: Haksızlık ediyorsunuz, onlar arasında hiçbir fark yoktur. Ebu Bekir, Ömer ve Osman’ı (r.z) hilafete geçiren halk, Ali’yi (k.v) de hilafete geçirmiştir.

Üç Halifenin Tayinindeki Farklılık, Onların Hilafetinin Batıllığına Bir Delildir

Davetçi: Halifelerin hilafet tayininde birçok açıdan farklılıklar vardır. Evvela; icmaya işaret ettiniz. Konuları tekrarlamakla doğru bir yönteme başvurmuyorsunuz. İcma delilinin temelsiz olduğunu önceki akşamlar arz ettim. Ümmetin icması halifelerden hiçbirinin hilafetinin başlangıcında vaki olmamıştır.

İkinci olarak; eğer icmaya dayanıyor ve bunu Allah-u Teala ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a) tarafından ümmet için şer’an ispat ediyorsanız, kaide gereği her halife dünyadan gidince ümmet toplanmalı ve halife seçimi için onların görüşü alınmalıdır. Ümmet kimin halife olmasına icma ettiyse, o halkın halifesidir (Resulullah’ın halifesi değil); bu yöntemin bütün dönemlerde uygulanması gerekir.

Elbette siz de biliyorsunuz ki İslâm’da hiçbir halife için böyle bir icma vaki olmamıştır; hatta bizim daha önce ispat ettiğimiz nakıs bir icma da (ki ashabın büyüğü, Haşimoğulları ve Ensar orada değillerdi) Ebu Bekir dışında hiç kimse için gerçekleşmemiştir. İslâm muhaddisleri ve tarihçilerinin ittifak etmiş olduğu üzere Ömer’in hilafeti Ebu Bekir’in tayiniyle gerçekleşmiştir. Eğer hilafet tayininde icma şart olmuş olsaydı, o zaman neden Ebu Bekir’den sonra Ömer’in hilafete seçilmesi icma ile olmamıştır?

Şeyh: Elbette Ebu Bekir, ümmetin icmasıyla hilafete seçildiği hasebiyle onun tek başına halife tayini için söylediği söz, sağlam bir delil sayılmıştır. Ondan sonra artık halife tayini için icmaya gerek kalmamıştır. Her halifenin kendinden sonraki halifeyi seçmek için söylediği söz, sağlam bir senet kabul edilmiştir. Kendinden sonraki halifeyi tayin etmek halifenin hakkıdır. Halkı başı boş bırakmamalıdır. Ebu Bekir icma ile seçildiği için Ömer’i hilafete tayin etmiş, Ömer de Peygamber (s.a.a)’in kesin halifesi olmuştur!

Davetçi: Eğer siz kendinden sonraki halife seçiminde böyle bir hakkı halifeye tanıyorsanız ve ümmeti başı boş bırakma hakkının olmadığını beyan ediyorsanız ve onun sözünün sonraki halife tayininde yeterli olduğunu iddia ediyorsanız, o zaman neden insanların hidayetçisi olan Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’e gelince bu hakkı kabul etmiyorsunuz?

Neden sizin kitaplarda da yer alan (önceki geceler sadece bazısına işaret ettik bu gece de Ümmü Seleme’nin hadisindeki apaçık nasları takdim etmeye çalıştık) Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in açıkça veya kinaye yoluyla farklı yerlerde Hz. Ali için buyurduğu onca nasları görmezlikten geliyor, kabul etmiyor ve her biri için soğuk teviller yapıyorsunuz? Nitekim İbn-i Ebi’l- Hadid de Ümmü Seleme hadisinde bu gülünç tevili yapmış ve apaçık nassı red etmiştir.

Gerçekten ilginçtir, Ebu Bekir’in sözünün Ömer’in hilafet tayininde bir senet olduğunu hangi ilke üzere söylüyorsunuz? Ama bilindiği gibi öte yandan Resulullah (s.a.a)’in sözünün senet olmadığını ifade ediyor ve o hikmetli kelimeleri soğuk tabirlerle beyan ediyorsunuz.

Ayrıca nereden ve hangi delil üzere icmayla seçilen birinci halifenin kendinden sonraki halifeyi tayin hakkının olduğunu beyan ediyorsunuz? Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’den böyle bir emir mi gelmiştir? Cevap kesinlikle olumsuzdur.

Ayrıca birinci halife icma ile seçildiği için, sonraki halifelerde icmanın gerekmediğini, halk tarafından seçilen birinci halifenin kendinden sonraki halifeyi seçebileceğini ve onun sözünün yeterli olduğunu beyan ediyorsunuz. Eğer böyle olmuş olsaydı neden sadece bu iş Ömer’in hilafeti zamanında gerçekleşti? Neden Osman’ın hilafetinde Ömer halife tayin etmeyerek işi altı kişilik şuraya bıraktı?

Gerçekten delilinizin ne olduğu belli değildir, deliller ihtilaflı olunca asıl konu da ortadan kaybolur. Eğer hilafetin ispatı için ümmetin icması delil ise ve bütün ümmetin birlikte oy vermesi gerekiyorsa (halbuki bilindiği gibi Ebu Bekir zamanında bile böyle bir icma olmadı) o halde Ömer’in hilafetinde neden böyle bir icma gerçekleşmedi?

Eğer birinci halife seçiminde icmayı şart biliyor, sonraki halifelerde ise icma ile seçilen halifenin sözünün yeterli olacağı kanısında iseniz, o halde bu iş neden Osman zamanında gerçekleşmedi? Ömer Ebu Bekir’in aksine halife seçimini şuraya bıraktı. Hem de dünyanın hiçbir yerinde, hatta ilkel kabilelerde bile görülmeyen bir şuraya! Zira dünyadaki bütün meclislerde çoğunluğun görüşünün sağlanması için temsilcileri halk seçmektedir; ama bu şuranın temsilcilerini bizzat Ömer’in kendisi tayin etmiştir.

Ayrıca bilmek icap eder ki bundan da ilginci, bütün temsilcilerin iradesini ipotek altına alarak hepsini Abdurrahman bin Avf’ın emrine verdi. Abdurrahman bin Avf’ın bu kadar yetkili kılındığının hiçbir ilmi, örfi ve şer’i ölçüsü yoktur. Elbette bundan maksat onun Osman’ın yakınlarından olması ve dolayısıyla diğerlerini bırakıp Osman’ı seçeceğinin bilinmesiydi. Ömer şöyle demişti: “Abdurrahman bin Avf’ın tuttuğu taraf haktır; Abdurrahman kime biat ederse diğerleri de teslim olmalıdır.”

Dikkat edilecek olursa burada şura şeklinde bir diktatörlük öngörülmüştür. Halbuki bilindiği gibi bugünlerin tabiriyle demokrasi bunun tam tersinedir.

Gerçekten çok ilginçtir, Peygamber-i Ekrem (s.a.a), önceki geceler senetlerini de zikrettiğim bir hadiste defalarca şöyle buyurmuştur:

“Ali hakladır ve Ali nerede olursa hak onunladır.”

Yine şöyle buyurmuştur:

“Bu Ali ümmetimin farukudur; hakla batılın arasını ayırandır.”

Nitekim Hakim Müstedrek’te, Hafız Ebu Naim Hilye’de, Taberani Evset’te, İbn-i Asakir Tarih’te, Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii Kifayet’ut Talib’te, Taberi Riyaz’un- Nazre’de, Himvini Feraid’de, İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi’nde ve Suyuti de Dürr’ul- Mansur’da, İbn-i Abbas, Selman, Ebuzer ve Huzeyfe’den naklen Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmekteler:

“Benden sonra bir fitne kopacaktır, o zaman Ali’den ayrılmayın; zira Ali kıyamette benimle ilk tokalaşacak kimsedir; Ali en büyük sıddık ve bu ümmetin farukudur; hakla batılın arasını ayırmaktadır ve O müminlerin emiridir.”

Önceki geceler senet silsilesini de zikrettiğim bir rivayette Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Ammar’a şöyle buyurmuştur:

“Eğer bütün insanlar bir yola, Ali de başka bir yola gidecek olursa, sen Ali’nin yolundan git, insanlardan müstağni ol. Ey Ammar! Ali seni hidayetten çevirmez ve dalalete sürüklemez. Ey Ammar! Ali’ye itaat, bana ve Allah-u Teala’ya itaattir.”

Durum bu iken Ömer, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in emrinin aksine Hz. Ali’yi Abdurrahman’ın başkanlığındaki bir şuraya bırakıyor. Şimdi buna kötümser olmamak mümkün mü? Sahabenin büyüklerini bir kenara itmiş, hilafet konusunda onların görüş haklarını ellerinden almıştır. Dolayısıyla bu şurada da Hz. Ali’ye büyük bir haksızlık yapılmıştır; Hz. Ali gibi hak ve batılı birbirinden ayıran büyük bir şahsiyet Abdurrahman gibi birinin emri altına verilmiştir.

Beyler lütfen insaflıca hüküm veriniz. İstiab, İsabe, Hilyet’ul- Evliya ve benzeri kitaplarınıza müracaat ediniz. Hz. Ali (a.s)’ı Abdurrahman ve hatta şura üyesi olan diğer beş kişiyle kıyaslayınız; Abdurrahman’ın mı hakemlik makamına daha layıktı yoksa Emir’el Müminin Hz. Ali mi? Bu kıyaslamakla, siyasi oyunlar üzere velayet hakkının çiğnendiğini bizzat müşahede edin.

Velhasıl, eğer Ömer’in hilafet tayinindeki şura emri, uygulanması gereken bir düstur idiyse, o halde neden Hz. Ali (a.s)’ın hilafeti hakkında uygulanmadı?

Dört halifenin hilafetinde, dört ayrı metot uygulanmıştır. Bu dördünden hangisi doğru, diğerleri ise batıldı? Eğer hepsinin hak olduğunu beyan ediyorsanız, o halde hilafet tayininde ikna edici bir deliliniz ve sabit bir yolunuz yoktur.

Eğer siz beyler, birazcık adetlerinizden uzaklaşır, apaçık gerçeklere insaf ve derince bakacak olursanız, gerçeklerin, olanların dışında olduğunu görürsünüz.

Göz açık, kulak açık, bu körlük!

Allah’ın göz kapatmasına şaşırıyorum!

Şeyh: Eğer dediğiniz doğruysa ve buyurduğunuz gibi derince bir düşünmek gerekirse, Hz. Ali’nin hilafeti de sarsıntıya uğrayacaktır. Zira önceki üç halifeyi hilafete getiren icma, Ali’yi (k.v) de hilafete getirmiştir.



[1] - Ahzab/36.

[2] - Nisa/83

[3] - Nahl/43.

[4] - Nisa/83.

[5] - Ankebut/49.

[6] - Yani kadın 6 ayda çocuk doğurabilir; çünkü hamileliğin en kısa müddeti 6 aydır.

[7] - Hatta Ehl-i Sünnet’in büyük alimlerinden olan İbn-i Teymiyye, İbn-i Kayyim ve diğerleri, Hz. Fatıma (a.s)’ın, Resulullah (s.a.a)’in Fedek’i kendisine bağışlamış olduğunu iddia ettiğini ikrar etmişlerdir.

[8] - Tevbe/120

[9] - Zümer/33

[10] - Hadid/19.

[11] - Nisa/69.

[12] - Ahzab/33.

[13] - Hud/17.

[14] - Nitekim Buhari, Sahihin 5. cildinde Hayber gazvesi babı s. 9’da ve hakeza c. 8, “Kavl’un- Nebiy la Nurisu Ma Tereknahu sadaka” babı, s. 87’de: “Hz. Fatıma dünyadan göçünceye kadar Ebu Bekir’le konuşmadı” demiştir.

[15] - Zümer/17-18.

[16] - Ahzap/53.

[17] - Nisa/3.

[18] - Şia rivayetlerinden, Hz. Ali (a.s)’ın Hz. Fatıma (a.s) hayattayken başka bir kadınla evlenmesinin câiz olmadığı anlaşılmaktadır. Bu konunun münazara meclisinde açılmasının uygun olmadığından dolayı üzerinde durulmadı.

[19] - Bu hadis uydurma bir hadistir.

[20] - Kerabisi sözlükte; dokunan ve örülen manasına gelmiştir. Hadis uydurduğundan dolayı bu isim ona verilmiş olabilir. (Çev.)

[21] - Nehc’ul- Belağa, mektup 45.

[22] - Nur/26.

[23] - Tahrim /10.

[24] - Tahrim/10.

[25] - Ahzâb/57.

[26] - Ahzap/33.

[27] - Ahzap/32.

[28] - Ölen bir adamın çocukları varsa karısına mirasından sekizde bir düşer. Peygamber (s. a.a)’in dokuz hanımı olduğu için de bu sekizde bir oranının, dokuza bölünmesi icab ederdi. Yani Aişe’nin hakkı Peygamber (s.a.a)’den kalan mirasın sekizde birinin dokuzda biriydi. Ama Aişe buna razı olmayarak hepsine el koydu. (Müt.)