0-17   17-100   100-175   175-240   240-310   310-380   380-455   455-520   520-595   595-675   675-735   735-807

DÖRDÜNCÜ OTURUM

(27 Recep 1345 Pazartesi akşamı)

Bizi Minnettar Ederek Hakikati Keşf Ettiniz

Akşamın ilk vakitlerinde cemaatten üç kişi gelerek dediler ki: “Oturum resmi olarak başlamadan önce, size şunu bildirelim: Bugün akşama kadar her tarafta; evlerde, camilerde, idareler ve pazarda hep sizin hakkınızda konuşuluyordu. Kimin elinde bir gazete varsa halk onun etrafına toplanıyor ve sizin beyanlarınız hakkında tartışıyorlardı.

Bizler, halkın size karşı büyük bir alakasının olduğuna şahit olduk; herkesin kalbinde yer etmişsiniz. Bizim üzerimizde çok büyük hakkınız var. Çünkü öyle şüpheleri hallediyorsunuz ki, ömrümüzün evvelinden beri büyüklerimiz hep bize onların tersini anlatıyorlardı. Biz cemaat olarak Şia’yı hep müşrik bildiğimizden dolayı sizden özür diliyoruz. Ama ne yapalım ki çocukluktan bu şekilde tanıtıyorlardı. Şimdi bağışlayıcı olan Allah’tan ümidimiz bizim tövbemizi kabul etmesidir.

Şu bir kaç gündür, sohbetlerin dergi ve gazetelerde yayınlanması, gazete okurlarını bir kaç katına çıkardı ve bu sohbetler halkın büyük bir kısmını aydınlattı. Özellikle oturumlarda bizzat bulunan bizler, sizin konuşmalarınızdaki letafetten daha fazla istifade ettiğimizden size olan alakamız daha da arttı. Özellikle dün akşam çok güzel bir şekilde perdeleri ortadan kaldırıp perde arkasındaki gerçeklerin aydınlığa kavuşmasını sağladınız. Ümit ediyoruz ki perdeler kaldırılarak daha fazla gerçekler keşfedilecektir.

Size hatırlatmak istediğimiz diğer bir konu da şu ki, -daha öncede size arz etmiştik- bizi en fazla etkileyen konuşmalarınızdaki sadeliktir. Siz konuları bizim kendi dilimizle o kadar sade ve anlaşılır bir şekilde beyan ediyorsunuz ki, okuma yazması olmayan halk bile sizin anlattıklarınızı anlıyor. Bundan dolayı da herkes sizin cazibenize kapılmış durumda. Şunu da göz önünde bulundurun ki, bu toplumda her yüz kişiden beş kişi bile ilmi meselelerde bilgi sahibi değillerdir. Onlar çocukluktan beri duydukları her şeye körü körüne inanmışlar ve kalben bağlanmışlardır. Şimdi aynı sadelikte bu insanlara doğrular anlatılmalıdır; siz de bu işi güzel bir şekilde yapıyorsunuz. Umarız daha mükemmel neticeler alınır.”

Bu arada beyler meclise geldiler. Kendilerini karşıladık ve içilen çaylardan sonra sohbet başladı.

Nevvab: Dün akşam karar verildi ki, bugünkü oturumda “İmamet” mevzusu etrafında konuşulsun. Çoğumuz bu mühim meseleyi anlamaya büyük bir alaka duyuyoruz. Çünkü bu konu meselenin aslını teşkil etmektedir. İmamet hakkında sizin ve bizim aramızdaki ihtilafın açıklığa kavuşması için ricamız, sadece bu konu etrafında konuşmanızdır.

Davetçi: Eğer sizlerden taraf bir sakıncası yoksa ben hazırım.

Hafız: (Rengi sararmış ve sıkıntılı bir halde) Bizden taraf da bir sakıncası yoktur; nasıl uygun görüyorsanız buyurunuz.

İmamet Konusu Üzerinde Tartışma

Davetçi: Sizlerin de bildiği gibi “İmam” kelimesinin birkaç manası var. Sözlükte “imam” rehber, önder manasına gelmektedir. Örneğin cemaat imamı dediğimizde, halkın namazdaki önderi manasınadır; halkın imamı dediğimizde yani halkın siyasi ya da başka işlerde önderi manasınadır; Cuma imamı dediğimizde de halkın Cuma namazındaki önderi manasınadır.

Ehl-i Sünnetin Dört Mezhebi Hakkında Bahsetme ve Gerçeğin Beyanı

Ehl-i Sünnetten olanlar kendi önderlerine imam diyorlar. Örneğin: İmam Ebu Hanife, İmam Malik, İmam Şafii, İmam Ahmed. Yani dini meselelerde onların önderleri olan fakih ve müçtehitler ki, helal ve haramı, içtihat ve kıyaslarla birbirinden ayırt etmişlerdir. Bundan dolayı da bu şahısların fıkhi kitaplarını okuduğumuzda birçok ihtilafa şahit olmaktayız.

Bu tip önderler bütün mezhep ve dinlerde vardır. Sizin imam olarak kabul ettiğiniz şahıslar Şia’da da fakih unvanıyla vardırlar. Bu şahıslar 12. İmam Hz. Mehdi (a.s)’ın gaybeti dönemindeki devirlerde kitap sünnet, akıl ve icmayı esas alarak fetvalar vermektedirler. Ama biz bu şahısları imam olarak adlandırmıyoruz. Çünkü “İmamet” sadece Hz. Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyt’inden olan 12 vasiye mahsustur. İçtihatta sizinle bizim aramızda bir fark vardır; o da şu ki, sizin büyükleriniz içtihat kapısını kapatmışlardır. Hicri 5. asırda padişahların emri ve o günkü mevcut ulema ve fakihlerin kararıyla içtihat dört kişiye mahsus kılınmış ve dört mezhep yani Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbeli mezhepleri resmi mezhepler olarak kabul edilmiş; halk da bunlardan birini taklit etmeye mecbur kılınmıştır. İşte bu durum günümüze kadar devam etmektedir.

Taklit makamında da bu dört şahıstan birinin diğerlerine tercih edilmesine dair herhangi bir delil de yoktur. Yani Hanefi’nin Maliki’ye veya Şafii’nin Hanbeli’ye hangi hususiyetiyle üstün olduğu belli değildir. Eğer İslam ümmeti bu dört şahısın fetvalarının dışına çıkmamaya mecbur edilirse, büyük bir donukluk içine girer, gelişme ve ilerleme hiçbir şekilde bu ümmet için söz konusu olamaz. Buna ilave olarak İslam dininin bir özelliği de bütün zamanlarda medeniyet kafilesiyle birlikte ilerlemesidir. Bu ilerleme her devirde İslam’ın genel çerçevesini korumak şartıyla bir grup içtihat ehlinin varlığını zorunlu kılıyor.

Birçok yeni meseleler var ki bu konularda ölmüş bir müçtehidi taklit etmek mümkün değildir. Bu tip durumlarda yaşayan bir müçtehide müracaat edip onun fetvasına göre amel etmek mecburiyetindeyiz. Siz Ehl-i Sünnet uleması arasında sonradan ilmi derecesi çok yüksek olan müçtehitler yetişti. Bu şahıslar ilmi olarak o dört kişiden daha yüksek makamlara sahiptirler. Ben içtihat makamının hangi delile dayandırılarak istisnasız bir şekilde bu dört kişiye münhasır kılındığını ve diğer insanların ilmi haklarının ellerinden alındığını bilmiyorum. Ama Şia toplumunda bütün müçtehitler İmam-ı Zaman’ın zuhuruna kadar yaşam hakkına sahiptirler. Biz taklide ilk başlayan birisinin ölüye taklit etmesini asla câiz bilmiyoruz.

Dört Mezhebi Takip Etmenin Delili Yoktur

Acaba sizler, Hz. Peygamber (s.a.a)’in emriyle (bunun delileri sizin kendi kitaplarınız da açık bir şekilde nakledilmiştir) O Hazretin soyundan gelen 12 İmamı takip eden Şia’yı bidatçi ve ölü perest olarak mı biliyorsunuz? Oysa ki sizlerin hangi delillere dayanarak bütün Müslümanları usulde Eş'ari veya Mutezili’ye, füru da ise dört mezhepten birini takip etmeye mecbur ettiğiniz malum değildir.

Buna ilaveten, eğer birileri sizin o delilsiz iddialarınızı kabul etmez; Eş’ari ya da Mutezile’yi akaidde ve dört mezhepten birini de füruda takip etmezse, siz onu Rafızî, müşrik ve kanını helal biliyorsunuz. Eğer bugün birileri; “Hz. Peygamber’den Ebu’l- Hasan Eş'ari’nin veya Ebu Hanife’nin, Malik İbn-i Enes’in, Muhammed bin İdris’in Şafii’nin ve Ahmed bin Hanbel’in takip edilmesi gerektiğine dair herhangi bir haber bize ulaşmamıştır, onlar sadece müçtehit ve fakihtiler ve içtihadı da onlara has kılmak bidattir!” derse nasıl cevap verirsiniz?

Hafız: Dört mezhep imamı fakihlik makamına yetiştiklerinden, ilim ve içtihadın yanında, emanet ve adalet ehli, takva, vera ve züht sahibi olduklarından onları takip etmek bizim için gereklidir.

Davetçi: Öncelikle sizin söyledikleriniz, kıyamet gününe kadar içtihadın bu şahıslara münhasır kılınmasına ve halkın da onları takip etmeye mecbur edilmesine delil olamaz. Ayrıca sizler yukarıda sıralanan özelliklerin bütün alimlerinizde olması gerektiğine inanıyorsunuz. Zaten böyle olmasaydı bu sonradan gelen alimlere hakaret olurdu. Bir veya birkaç sahsın takip edilmeye mecbur edilmesi, Hz. Peygamber (s.a v)’den kesin bir emir geldiği takdirde makul olabilirdi. Oysa Hz. Peygamber’den sizin dört imamınız hakkında böyle bir emir ulaşmış değildir. Durum böyleyken siz mezhep sayısını nasıl dört ile sınırlar ve sadece onlardan birinin takipçisi olmayı hakkın ölçüsü sayarsınız?

Bu İlginç Olay İnsaflı Akıl Ehillerinin

Dikkatine Değer

Çok gülünçtür ki siz birkaç gece önce Şia’nın Resulullah’ın döneminde var olmayıp Osman’ın döneminde oluşturulan siyasi bir fırka olduğunu ve taklit edilmesinin câiz olmadığını söylediniz. Bunun böyle olmadığını Şia mezhebinin Resulullah’ın mübarek emriyle kendi döneminde kurulduğunu iki gün önceki toplantıda akli ve nakli delillerle ispatladık. Bu mezhebin birinci İmamı ve reisi olan Hz. Ali bin Ebu Talib’i Hz. Peygamber efendimizin bizzat kendisi büyütmüş ve ilimleri de bizzat kendisi ona öğretmiştir.

Yine sizin muteber kitaplarınızda Hz. Peygamber’in Hz. Ali’yi ilmin kapısı olarak vasıflandırdığı, O’na yapılan itaatin kendisine yapılan itaat ve O’na yapılan muhalefetin kendisine yapılan muhalefet olduğunu yetmiş bin kişilik bir topluluğun huzurunda açıkladığı ve daha sonra da O’nu kendisinden sonraki halife ve İmam olarak tanıttığı ve bütün Müslümanlara, hatta Ömer ve Ebu Bekir’e bile O’na biat etmelerini emrettiği nakl olunmuştur.

Sizin dört mezhebiniz -Hanefi, Maliki, Şafii, Hanbeli- hangi ameller üzerine kurulmuş ve dört imamınızdan hangi biri Resulullah’la görüşmüştür. Hz. Peygamber (s.a.a), onlardan hangi birisi hakkında bir emir veya tavsiyede bulunmuştur ki halk körü körüne onları takip etmeye mecbur olsun. Sizin kendiniz de delilsiz bir şekilde onları taklit ediyorsunuz. Onların mutlak imametlerine dair hiç bir delil yoktur.

Onlar hakkında söylenebilecek tek şey, ki sizin kendinizde buyurdunuz, alim fakih, zahit ve takva ehli oldular ve onların döneminde yaşayan halkın da onları taklit etmeleri gerektiğidir. Bu asla, bütün Müslümanların, kımayet gününe kadar onları taklit etmek zorunda olmaları manasına gelmez.

Bunlara ilave olarak, yukarıda zikredilen sıfatlar, Hz. Peygamber’den gelen kesin naslarla birlikte O’nun pâk Ehl-i Beyt’inde toplanmışken O’nları takip etmek mi daha doğrudur, yoksa kendileri hakkında bize, Hz. Peygamber’den hiçbir haberin ulaşmadığı şahıslar mı?

Acaba Hz. Peygamber (s.a.a)’in döneminde kendisinden hiçbir eserin olmadığı, hiçbir mezhep imamı hakkında Hz. Peygamber’den herhangi bir haberin bize ulaşmadığı ve Peygamber-i Ekrem’den bir asır sonra oluşturulan mezhepleri mi yapay ve siyasi olarak bilmeliyiz, yoksa temelleri Resulullah (s.a.a) tarafından atılan, ilk İmamı bizzat Resulullah tarafından yetiştirilen, diğer On bir İmamı hakkında bir bir isimleriyle birlikte Resulullah’dan düsturların ulaştığı ve Peygamber (s.a.a)’in, hadislerde O’nları Kuran’a eş kılarak ve “Sekaleyn” hadisinde: “Kur’an ve Ehl-i Beyt’e sarılan, kurtuluşa ermiştir; Onlardan ayrılan ise helak olmuştur” diye buyurduğu, “Sefine” hadisinde de: “Onlardan (Ehl-i Beyt’ten) uzaklaşan helak olmuştur” diye bildirdiği mezhebi mi siyasi ve yapay bilmeliyiz?

İbn-i Hacer “Savaik” adlı kitabının 135. sayfasındaki “Vasiyyet’un Nebiy” bölümünde Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

“Kur’ân ve Ehl-i Beyt’im sizin aranızda benim emanetimdir. Kim bu ikisine birlikte sarılırsa hiçbir zaman sapmaz.”

İbn-i Hacer burada diyor ki, bu hadisi teyit eden başka bir hadis de vardır; o da Resulullah’ın buyurduğu şu hadistir:

“Kur’ân ve Ehl-i Beyt’ten ne ileriye geçin ve ne de geriye kalın; yoksa helak olursunuz ve onlara bir şey öğretmeye de kalkışmayın; çünkü onlar sizden daha alimdirler.”

İbn-i Hacer bu hadisleri naklettikten sonra görüşünü şöyle belirtiyor: “Bu hadisler Peygamber’in Ehl-i Beyti’nin ilmi mertebe ve dini vazife açısından başkalarına oranla öncelik hakkına sahip olduklarına delildir.”

İlginç şu ki, İbn-i Hacer’in kendisi, Ehl-i Beyt’in diğerlerine oranla dini vazife ve ilmi meselelerde öncelik hakkına sahip olmalarına itiraf etmesine rağmen, usulde Ebu’l- Hasan Eş’ariyi ve füruda ise dört mezhep imamından birini taklit etmektedir!

Bunun tek nedeni, taassup ve inattır. Eğer sizin buyurduğunuz gibi imam ve fakihleriniz kendilerine itaat edilen ilim, takva, vera ve adalet ehli kimselerdilerse, o zaman neden onlardan bazıları diğer bazılarını fasıklık ve küfürle itham etmişlerdir?

Hafız: Çok insafsızlık ediyorsunuz ve ağzınıza her geleni söylüyorsunuz. Hatta bizim alimlerimize iftira ederek onların birbirlerini mürtetlik, fasıklık ve küfürle itham etme noktasına geldiklerini iddia ettiniz. Bu söyledikleriniz tam bir yalandır. Eğer Ehl-i Sünnet uleması hakkında bir takım reddiyeler ve eleştiriler yapılmışsa da Şia uleması tarafından yapılmıştır. Bizim ulemamız, birbirleri hakkında kendi makamlarına layık olan övgü ve tazimden başka bir beyanda bulunmamışlardır.

Davetçi: Anlaşılan alicenabınız, kendi alimlerinizin muteber kitaplarında yazılanlardan habersiz veya bilerek yanlışlık yapıyor. Yani biliyorsunuz; ama aldatmaya çalışıyorsunuz. Aksi takdirde sizin büyük alimlerinizden bir çoğu, birbirlerinin kitaplarına reddiyeler yazmışlardır. Hatta dört mezhep imamlarınızdan bazıları da birbirlerini fasıklık ve küfürle itham etmişlerdir.

Hafız: O halde buyurunuz ki, bu söyledikleriniz, hangi alimlerin hangi kitaplarında yazılıdır. Eğer aklınızda olan varsa beyan ediniz.

Davetçi: Ebu Hanife ve İbn-i Hazm’ın ashabı (takipçileri) ve daha niceleri, sürekli olarak imam Malik ve imam Şafii’ye dokunmuş ve ayıplarını söylemişlerdir. Aynı şekilde imam Şafii’nin ashabından olan imam Haremeyn ve imam Gazali ve diğerleri, Ebu Hanife ve imam Malike dokunmuş ve ayıplarını zikretmişlerdir. Şimdi alicenabınıza soruyorum; “İmam Şafii, Muhammed bin Gazali ve Carullah Zemahşeri nasıl insanlardı?”

Hafız: Seçkin alim ve fakihlerinden olup aynı zamanda cemaatın imamlarındandırlar.

Davetçi: İmam Şafii, Ebu Hanife hakkında şöyle söylüyor: “Müslümanlar arasında Ebu Hanife’den daha uğursuz birisi dünyaya gelmemiştir.”

Yine başka bir yerde şöyle söylüyor: “Ebu Hanife’nin ashabından olan şahısların kitaplarına baktım ve onların içerisinde Allah’ın kitabına ve Peygamber’in sünnetine aykırı olan 130 sayfa gördüm.”

Ebu Hamid Gazali “Menhul’un- fi İlm’il Usul” adlı kitabında şöyle söylüyor: “Ebu Hanife şeriatın altını üstüne getirerek onu perişan etti, şeriatın yolunu değiştirdi ve şeriatın bütün kanunlarını, icat ettiği bir takım asıllarla (kaidelerle) viran etti. Herkes böyle bir işi kasıtlı ve yaptığının bilincinde olduğu halde helal bilerek yapar ve yaptığı işi de helal bilirse kafidir. Herkes böyle bir işi helal bilmeyerek yaparsa fasıktır.”

Gazali bu konuda Ebu Hanife’yi yeren ve onu fıskla suçlayan bir takım sözler yazmıştır. Ama ben onları nakletmek istemiyorum.

Sizin büyük alimlerinizden olan “Keşşaf Tefsiri”nin yazarı Zemahşeri “Rabi’ul- Ebrar” kitabında şöyle yazmıştır; Yusuf bin Ebsat diyor ki; “Ebu Hanife Hz. Peygamber’in hadisleriyle çelişen dört yüzden fazla hadis nakletmiştir.”

Yine Ebu Yusuf diyor ki; Ebu Hanife şöyle buyurdu: “Peygamber beni görseydi, benim söylediklerime tabi olurdu!”

Ebu Hanife’yi yeren birçok sözler sizin büyük alimlerinizin kitaplarında mevcuttur. Ebu Hanife veya diğer üç mezhep imamları hakkında Gazalinin “Menhul” kitabına, Şafii'nin “Nuket’uş- Şerife” kitabına, Zemahşeri’nin “Rabi’ul- Ebrar”ına ve İbn-i Cevzi’nin “Müntezam” kitabına müracaat edebilirsiniz. Hatta Gazali “Menhul” kitabında daha ileri giderek diyor ki; “Ebu Hanife’nin sözlerinde birçok hata vardır. O hadis, lügat ve nahiv ilimlerini de bilmiyordu.”

Yine o şöyle yazmış: “Ebu Hanife (Kur’ân’dan sonra dinin esas ve temeli olan) hadis ilmini bilmediğinden dolayı kıyasa baş vuruyordu. Oysa kıyasla ilk amel eden şeytandı.” (Öyleyse kim kıyasla amel ederse, şeytanla haşır olacaktır.)

İbn-i Cevzi “Müntezam” kitabında şöyle diyor: “Herkes Ebu Hanife’nin hataları konusunda ittifak etmiştir. Ama onu hatalarından dolayı suçlayanlar üç gruba ayrılmaktadır. Bir grup onu Usul-u Akait’te sabit bir görüşe sahip olmadığından dolayı suçluyor. Bir grup onu hadis ilminde kuvvetli bir hafızaya sahip olmadığından dolayı suçluyor. Diğer bir grup ise onu kendi reyi ve kıyas ile amel ettiğinden dolayı suçluyor. Onun bazı reyleri sahih hadislerin aksinedir.”

Sizin mezkur imamlarınız hakkında kendi alimlerinizce yapılmış bu tip yerme ve suçlamalar çoktur. Ama şu anda onları söylemenin vakti değil. Aslında ben bu konuya girmek istememiştim. Ama siz benim ağzıma her geleni söylediğimi ve Sünni ulema ve imamlarına isnat edilen suçlamaların sadece Şia uleması tarafından yapıldığını söylediğinizde, yaptığınız bu eleştirinin yersiz olduğunu anlatabilmek için bu konuya girdim. Sizin eleştiriniz mantıksızdı. Benim cevabımsa ilim, akıl ve mantıkla mutabık olmakla beraber taassuptan da uzaktı.

Şia ulemasının sizin mezhep imamları hakkında yaptığı eleştiriler, sizin kendi alimlerinizin yaptığından farklı değildir. Ama bizim Şia uleması, 12 İmamızın mukaddes makamları hakkında, sizin kendi ulemanızın arasında olan ihtilafların tersine en ufak bir ihtilafa sahip değillerdir. Çünkü biz, İmamlarımızın hepsini aynı mektebin öğrencileri olarak biliyoruz ve onların hepsine ulaşan ilahi feyizler aynıydı. Onların hepsi, Hz. Peygambere indirilen dinin emirleriyle amel etmişlerdir. Onlar İslam hakkında kendilerine has görüş ve fikirlere sahip değillerdi. Çünkü O’nlar İslam’ı Hz. Peygamber’den öğrenmişlerdi. Bundan dolayı da O’nların arasında hiçbir ihtilaf söz konusu değildi. Çünkü O’nlar, lügatte önder manasında olan imamlar değillerdi, (Resulullah tarafından tayin edilen) gerçek İmamlardır.

İmamet, Şia Akidesine Göre

Ulvi Bir İlahi Makamdır

İmamet, ulemanın İlm-i Kelam ıstılahlarında beyan ettikleri gibi ilahi bir makam olup Usul-u dindendir. Bizim akidemizde İmamet, İlahi bir makam olup Resulullah (s.a.a) tarafından onaylanan, din ve dünya işlerinde kendisine uyulması farz olan genel yöneticiliktir.

Şeyh: İmamet’in usul-u dinden olduğuna dair kesin deliller getirseydiniz iyi olurdu. Çünkü büyük İslam alimleri İmamet’i Usul-u Din’den değil Füru-u Din’den saymışlardır ve Şia uleması delilsiz bir şekilde İmamet’i Usul-u Din’in bir parçası olarak zikretmişlerdir.

Davetçi: Bu beyan sadece Şia’ya ait değildir. Sizin büyük alimlerinizden bazıları da İmamet’in Usul-u dinden olduğu inancına sahiptirler. Örneğin sizin büyük ve tanınmış müfessirlerinizden Kadı Beyzavi “Minhac’ul- Usul” adlı kitabının “Ahbar” bahsi bölümünde açık bir şekilde şöyle beyan ediyor:

“İmamet, Usul-u Din’in en önemli meselelerindendir ve bunun reddi küfür ve bidate sebep olur.”

Molla Ali Kuşçi “Şerh’ut- Tecrit” kitabının İmamet bölümünde şöyle diyor:

“İmamet, Peygamber’den hilâfet yoluyla, din ve dünya işleri hususunda genel bir riyasettir (yöneticilik makamıdır).”

Yine sizin en mutaassıp alimlerinizden Kadı Ruzbehan İmametin Resulullah (s.a.a)’in halifeliği unvanıyla ümmetin yöneticiliği, Resulullah’ın niyabet ve hilafeti makamı olduğunu şu şekilde beyan ediyor:

“İmamet, Eş’ariye göre, dinin ayakta tutulması ve İslam milletinin korunması hususunda Resulullah’ın hilafetidir; öyle ki, bütün ümmetin ona uyması gerekir.”

Eğer İmamet Füru-u Din’den olsaydı Resul-ü Ekrem (s.a.a) İmamını tanımadan ölenin cahiliye üzerine öldüğünü buyurmazdı. Sizin büyük alimlerinizden Hamidi “el- Cem’u Beyn’es- Sahihayn” adlı kitabında, molla Said Taftazani “Akaid-i Nesefi”nin şerhinde ve daha birçokları Hz. Peygamber’den şu hadisi nakletmişlerdir: “Kim zamanının İmamını tanımadan ölürse, cahiliye ölümüyle ölmüştür.”

Dinin cüz’i meselelerinden birini bilmemek, cahiliye ölümüyle ölmeye sebep olmaz. Zira Beyzavi; “İmamete muhalefet etmek, küfür ve bidate sebep olur” diyor.

Netice itibarıyla İmamet Usul-u dinden olup nübüvvet makamının tamamlayıcısıdır. Bundan dolayı İmamet’in sözlük manasıyla ıstılahı manası arasında çok büyük fark vardır. Siz ki kendi alimlerinizi imam biliyorsunuz ve diyorsunuz ki; İmam-ı A’zam, imam Malik, imam Şafii, imam Ahmed bin Hanbel, imam Fahri Razi, imam Sa’lebi, imam Gazali ve diğerleri, burada kullanılan imam lafızları, İmametin sözlük (lügat) manasıdır ve biz de İmam kelimesini bu manada da kullanıyoruz. Cemaat imamı veya Cuma imamı tabirleri bunun örnekleridir.

Eğer İmam bu manasıyla kullanılırsa, yüzlerce imamın aynı zamanda yaşaması mümkündür. Ama İmam, daha önce de arz ettiğimiz gibi Peygamber (s.a.a)’den sonra ümmetin genel reisi (yöneticisi) manasınadır; her zamanda sadece bir kişi İmam (yönetici) olabilir ve bu İmam, güzel bütün ahlaki sıfatların yanında herkesten daha alim, daha cesur, daha takvalı ve en önemlisi masum olmasıdır. Kıyamet gününe kadar yeryüzü hiçbir zaman böyle bir İmamın vücudundan yoksun kalmayacaktır.

Açıktır ki bu şekilde insanlığın bütün kemalleri vücudunda toplanmış bir İmamın makamı, manevi makamların en üstünüdür. Böyle bir İmam Allah Teala tarafından atanmalı ve Peygamber (s.a.a) tarafından da halka tebliğ edilmelidir. Bu özelliğe sahip olan bir şahısın (İmamın) makamı, bütün mahlûkattan, hatta peygamberlerden dahi büyük ve yücedir.

Hafız: Siz bir taraftan Gulat’ı kınıyorsunuz, diğer taraftan da kendiniz İmamlar hakkında guluv ediyorsunuz; O’nların makamını peygamberlerden üstün biliyorsunuz. Oysa ki akli delillere ilave olarak Kur’ân-ı Kerim de, açık bir şekilde enbiyanın makamını en yüksek makam olarak tanıtmıştır ve vacip ile mümkün arasındaki en yüksek makam enbiyanın makamıdır. Sizin bu iddianız, delilsiz bir iddia olduğundan dolayı zorlama olup kabul edilmesi mümkün değildir.

İmamet Makamı, Nübüvvet-i

Ammeden Daha Üstündür

Davetçi: Ali cenabınız, iddianın delilini sormadan benim delilsiz konuştuğumu buyurdunuz. En büyük delil Kuran’ın kendisidir. Bakara suresinde Allah’ın Halili olan Hz. İbrahim’in kıssasında, üç büyük imtihan (can, mal, evlat)’dan sonra -ki bu bütün tefsirlerce kabul edilmiş ve ispatlanmıştır- Allah-u Teâla bu büyük makamı O’na lütfetmiştir. Allah-u Teâla Hz. İbrahim’e nübüvvet, risalet, ulu'l- azm’lık ve halillik makamından daha üstün olan bu makamı vermiştir. Eğer bu makam onlardan daha üstün olmasaydı bu makamın terfi unvanıyla verilmesinin manası olmazdı. Allah-u Teâla Bakara suresinin 124. ayetinde Resul-ü Ekrem (s.a.a)’e şöyle haber vermektedir.

“Hani Rabbi İbrahim’i bazı sözlerle sınadı. O da bunları yerine getirdi. (o zaman Allah Teala İbrahim’e:) ‘Ben seni insanlara İmam kılacağım.’ İbrahim, ‘Soyumdan olanları da İmam kıl’ dediğinde (Allah:) Zalimler benim ahdime erişemez dedi.”

Bu ayet-i şerifeden bir takım sonuçlar ortaya çıkmaktadır; onlardan birisi de İmamet makamının ispatıdır. Bu makam nübüvvet makamından daha üstündür. Çünkü Allah Teala İmamet makamını nübüvvet makamından sonra Hz. İbrahim’e verdi. Yukarıdaki delillerden alınan netice İmamet makamının nübüvvet makamından üstün oluşudur

Hafız: Sizin bu sözlerinize göre, İmam olarak kabul ettiğiniz Ali’nin (k.v) makamı, Peygamber efendimizden daha üstündür. Bunun ise Gulat’ın akidesi olduğunu kendiniz söylemiştiniz.

Davetçi: Nübüvvetten kastımız sizin tabir ettiğiniz kısım değildir. Siniz kendiniz de biliyorsunuz ki “nübüvvet-i amme” (genel nübüvvet) ile “nübüvvet-i hasse” (özel nübüvvet) arasında çok büyük fark vardır. İmamet makamı nübüvvet-i amme’den üstündür. Ama nübüvvet-i hasse’den aşağıdır. Peygamberimizin yüce makamı da nübüvvet-i hasse makamıydı.

Nevvab: Ara sıra sohbetin arasına girdiğim için beni bağışlayın. Ama ne yapayım aceleci ve unutkan bir yapım var. Bundan dolayı cesaret ediyorum. Söyler misiniz, bütün peygamberler Allah tarafından gönderilmiş ve aynı makama sahip insanlar değiller miydi? Nitekim Kur’ân bu konuda şöyle buyuruyor:

“O’nun peygamberleri arasında hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz.”[1]

Öyleyse siz neden nübüvveti “Âmme ve Hasse”diye iki kısma ayırdınız?

Davetçi: Sizin delil olarak getirdiğiniz ayet kendi yerinde doğrudur. Bütün peygamberlerin peygamberliklerindeki hedef, halkı terbiye etmeleri ve onları mebde ve maada davet etmeleridir. Bu açıdan bütün peygamberler eşittirler. Ama fazilet kemal, peygamberlik etme şekilleri, derece ve rütbeleri açısından birbirlerinden farklıdırlar.

Peygamberlerin Mertebelerindeki Farklılık

Acaba bin kişi için peygamberlik yapmak üzere seçilen bir peygamberle, bütün insanlığa peygamberlik yapmak üzere seçilen peygamber bir midir? Misal arz edecek olursak, acaba ilk okul birinci sınıfı okutan öğretmenle, altıncı sınıfı (orta biri) okutan öğretmen veya lisede ders veren bir öğretmenle üniversite profesörü bir midirler? Göreve getirdikleri bakanlık ve belli toplulukları yetiştirip terbiye etme açısından bakarsanız hepsi birdirler. Ama bildikleri ve ilmi kariyerleri açısından bakarsanız kesinlikle eşit değillerdir. Her birisi sahip olduğu ilim, fazilet ve görev yaptıkları yer itibariyle birbirlerinden farklı derecelere sahiptirler. Peygamberler de davet etme makamı açısından eşittirler. Ama makam ve bilgi açısından farklıdırlar. Aynı surenin başka bir ayetinde Allah-u Teala şöyle buyuruyor:

“O peygamberlerden bazısını bazısına üstün kıldık. Onlardan Allah’ın kendileriyle konuştuğu ve derecelerini yükselttiği vardır.”[2]

Sizin büyük müfessirlerinizden olan Zemahşeri “Keşşaf” tefsirinde şöyle diyor: “ayetteki bazı peygamberden kasıt, bizim peygamberimizdir. Sahip olduğu fazilet hususiyetleri diğer peygamberlere oranla çok fazlaydı; bunların en önemlisi “Hatemiyet” makamıydı.

Nevvab: Bu muammanın çözümünü buyurduğunuz için çok mutluyuz. Biraz konunun dışında olmasına rağmen, ben diğer arkadaşların da izniyle sizden bir soru daha sormak istiyorum. Acaba nübüvvet-i hasse’nin özelliklerini kısa ve sade bir şekilde bize beyan eder misiniz? Yıllardır hep bu soruyu ulemadan sormayı arzu etmişimdir. Ama işlerin çokluğu ve unutkanlık nedeniyle bir türlü fırsat bulamamışımdır. Onun için şu anda fırsattan istifade etmek istiyorum.

Davetçi: Nübüvvet-i hasse’nin özellikleri ve bu babdaki deliller oldukça çoktur. Acaba nasıl olur da bütün enbiyanın arasından kamil bir şahıs nübüvvet-i hasse makamına sahip olabilir? sorusuna verilecek cevaplar çoktur. Ama pak Müslümanlar tarafından teşkil olunan bu oturum nübüvvet-i hasse makamının ispatı için oluşturulmuş değildir. Eğer bu konuya girmeye kalkışırsak, asıl konumuz olan İmamet meselesinden geri kalmış olacağız ve bu konu vaktimizi de almış olacaktır. Ama sizin isteğinizi reddetmemek için “ma la yudreku kulluh, la yutreku kulluh” (hepsi elde edilmeyen şeyin, tümü terk edilmez) sözü gereğince, kısa bir şekilde ve lazım olduğu kadarıyla bu konuya deyinmeye çalışacağım.

Nübüvvet-i Hasse’nin Özellikleri

Eğer insanın yaratılışına birazcık dikkat edilirse, bu makama ulaşmak yolu iyice açılmış olacaktır. Çünkü Allah-u Teâla beşeriyetin kemalini nefsin kemalinde karar kılmıştır. Nefsin kemali ise ancak nefis tezkiyesiyle mümkündür. Nefis tezkiyesi de, insaniyet makamının doruk noktasına ulaşmak için ancak aklın kılavuzluğu doğrultusunda ilim ve amel kanatlarıyla uçmakla mümkün olabilir.

Müvahhidlerin mevlası Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s) kendisine nispet edilen bir cümlede şöyle buyuruyor:

“İnsan (cismine ilave olarak) natık bir nefse sahip olarak yaratıldı (ki o insanın hakikatidir). Eğer bu nefs ilim ve amelle tezkiye edilirse, hilkatinin asıl başlangıcı olan bir takım ulvi cevherlere benzeyecektir. İnsan eğer itidal makamına ulaşır ve cismaniyet maddelerinden uzaklaşırsa, yüce varlıkların benzeri olur. O zaman insan hayvaniyet aleminden çıkıp gerçek makamı olan insaniyet makamına nail olmuş olur.”

İnsan cismani vücudun dışında natık bir nefse sahiptir; insanı diğer varlıklardan üstün yapan da bu nefsdir. Bir şartla ki o şart da insanın kendini tezkiye etmesi ve o natık olan nefsini ilim ve amelle kuvvetlendirmesidir.

İnsandaki ilim ve amel, kuşlardaki iki kanat gibidir. Kuşlar kanatlarını ne kadar güçlendirirse, o kadar yükseğe uçma şansına sahiptirler. İnsan da aynı şekilde her ne kadar ilim ve amelini güçlendirirse, nefsi kemallere de aynı derecede ulaşmış olur. Bizim Şiraz’ın, söz üstadı ve şirin sözlüsü Sadi ne kadar güzel söylemiştir:

Sen sadece kuşun uçmasını görmüşsün,

Şehvet bağını ayağından aç da insanın uçmasını gör.

Öyleyse hayvanlık aleminden çıkıp insanlığın yüce derecesine ulaşmak, tamamen nefsin kemaline bağlıdır. Herkes nefsini kamilleştirmek yolunda, ilmi ve ameli güçleri kendinde toplar ve onların üçlü özelliğine ulaşırsa, nübüvvet makamının en düşük mertebesine yetişmiş olur. Böyle bir adam, ne zaman hak Teala’nın özel teveccühünün mazharı olursa, o zaman ona nübüvvet elbisesi giydirilir.

Elbette nübüvvet de (daha önce nübüvvet bahsinde geniş bir şekilde denildiği gibi) farklı mertebelere sahiptir. Nebi, üçlü özelliğe şamil olan öyle bir mertebeye ulaşır ki o mertebe, imkan aleminde ulaşılabilecek ve tasavvur edebilecek en yüksek mertebedir. Hükema (Hikmet sahipleri) bu makama, ilk malul ve ilk sadırdan ibaret olan ilk akıl adını vermektedirler.

İmkani vücut mertebelerinde o mertebeden daha yüksek bir makam yoktur. İşte o makam, Hatem’ul- Enbiya’nın vücududur; O’nun makam ve menzileti, makam-ı vacipten (Allah’ın makamından) aşağı ve imkan alemindeki bütün makamların da üstündedir. Peygamberimiz bu mertebeye nail olduğunda, peygamberlik O’nun mübarek vücuduyla sona ermiş oldu.

İmamet makamı, Hatemiyet makamından bir derece aşağı ve nübüvvet makamının diğer bütün derecelerinden de yüksek bir makamdır. Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s) hem nübüvvetin bütün derecelerine sahip olduğundan ve hem de Hatem’ul- Enbiya’yla nefis birliğine sahip olduğundan, İmamet makamına mensup edilmiş ve bütün geçmiş peygamberlerden de üstün olmuştur.

(Bu arada müezzinin sesi duyulmasıyla beyler kalkıp namaza gittiler. Döndüklerinde çay içildikten sonra Hafız bey ilk olarak sohbete başladılar.)

Hafız: Siz sohbetlerinizde sürekli olarak meseleleri zorlaştırıyor ve bir konudaki sorunları halletmeden yeni bir konuyu gündeme getiriyorsunuz.

 Davetçi: Bizim anlaşılması zor bir meselemiz olmadı. Ama sizin nazarınızda böyle bir mesele varsa, buyurun, biz de cevap arz edelim.

Hafız: Son yapmış olduğunuz açıklamalarınızda izah edilmeleri mümkün olmayan bir kaç cümle buyurdunuz. Evvela; (öncelikle) Ali bin Ebi Talib’in (k.v) nübüvvet makamına sahip olduğunu buyurdunuz; sonra Peygamberler nefis birliğine sahip olduğunu söylediniz ve daha sonra, Ali’nin bütün peygamberlerden üstün olduğunu buyurdunuz. Bu iddialarınızı mecburen kabul mü edelim, yoksa bu iddiaları ispatlayacak delilleriniz mi vardır? Eğer deliliniz yoksa kabulleri mümkün değildir. Eğer deliliniz varsa beyan ediniz.

Davetçi: Benim beyanlarımın müşkül, karışık ve halledilmelerinin gayri mümkün olduğunu söylediniz. Bu siz ve sizin gibi, hakikatler üzerinde derinleşmek istemeyenlerin düşüncesidir. Yoksa araştırmacı ve düşünür insaflı ulemanın nazarında hakikat açıktır. Ama benim beyanlarıma getirdiğiniz eleştirilere gelince, kaçış yollarının kapatılması ve “beyanınız müşkül, karışık ve halledilmesi gayr-i mümkündür” dememeniz için şimdi onlara da bir-bir cevap vereceyim.

Hz. Ali’nin Nübüvvet Makamına “Menzilet”

Hadisinin Delil Oluşu

Hz. Ali’nin nübüvvet makamına sahip olduğuna dair ilk delil “Menzilet” hadisidir. Bu hadis hem sizin hem de bizim kaynaklarımızda birkaç kelime farkıyla mütevatir olarak nakledilmiştir. Bu hadise göre Peygamber efendimiz (s.a.a) defalarca çeşitli toplantı ve yerlerde Hz. Ali (a.s)’a şöyle buyurmuşlardır:

“Acaba bana nispetle Harun’un Musa’ya olan menziletinde (konumunda) olmaya -şu farkla ki benden sonra peygamberlik yoktur- razı değil misin?”

Bazen de ashaba şöyle buyurmuştur:

“Ali bana nispetle Harun’un Musa’ya olan menziletindedir.”

Hafız: Bu hadisin sıhhati belli değildir. Çünkü Haber-i Vahittir; (yani bir tek kişi tarafından nakledilmiştir) ve Haber-i Vahid’e de itibar edilmez.

Davetçi: Hadisin sıhhatine dair söyledikleriniz ya bu konudaki kitapları az okumanızdan kaynaklanıyor veya bilerek hata yapıyor akıl ve mantık karşısında teslim olmak istemiyorsunuz. Aksi takdirde bu hadisin sıhhati herkesçe kabul edilmektedir. Bu hadisin inkarı veya Haber-i Vahid olduğunu söylemenin nedeni arz ettiğimiz gibi ya hadis kitapları hakkındaki bilginin azlığıdır veya inatçılıktır. Ama ümit ediyorum ki bizim meclisimizde inatçılık yoktur.

Ben konunun açıklığa kavuşması ve mecliste bulunanların ve bulunmayanların bu konuya olan basiretlerinin artması için, zihnimin bana yardım ettiği kadarıyla sizin muteber hadis kitaplarımızdan istifade ederek meseleye değinmeğe çalışacağım. Bu vesileyle bu hadisin Haber-i Vahit olmadığı gibi, sizin Süyuti, Hakim-i Nişaburi vs. birçok diğer seçkin alimlerinizce de çeşitli tarik ve senetlerle ispatlanmış mütevatir bir hadistir.

1- Ebu Abdullah Buhari “Meğazi” kitabının 54. sayfasında “Tebuk Gazvesi” bölümünde yine aynı yazarın Sahihinin “Bed’ul- Halk” kitabının 135. sayfasında “Menakıb-i Ali” (a.s) kısmında,

2- Müslim bin Haccac Sahihinin 2. cildinin 236-237. sayfalarında, (H. 1290 Mısır baskısı) “Fazl’üs- Sahabe” kitabının “Fezail-i Ali” (a.s) babında,

3- İmam Ahmed bin Hanbel “Müsned” kitabının 1. cildinin 98, 118 ve 119. sayfalarında “Vech tesmiye-i Haseneyn” bölümünde, yine aynı kitabın 5. cüzünün 31. sayfasının haşiyesinde,

4- Ebu Abdurrahman Nesai “Hasais’ul- Aleviyye”sinin 19. sayfasında 18 hadis nakletmiş,

5- Muhammed bin Suret-i Tirmizi “Cami” kitabında,

6- Hafız İbn-i Hacer Askalani “İsabe” kitabının 2. cildinin 507. Sayfasında,

7- İbn-i Hacer-i Mekki “Savaik-i Muhrika”nın 9. babında, 30. ve 74. sayfalarında,

8- Hakim Ebu Abdullah Muhammed bin Abdullah-i Nişaburi “Müstedrek” kitabının 3. cildinin 109. sayfasında,

9- Celaluddin Süyuti “Tarih-i Hulefa” kitabının 65. sayfasında,

10- İbn-i Abdurabbih “Ikd'ul- Ferid”in 2. cildinin 194. sayfasında,

11- İbn-i Abdulbirr “İstiab”ın 2. cildinin 473. sayfasında, Muhammed bin Sa’d Katib-i Vakıdi “Tabakat'ul- Kubra”sında,

13- İmam Fahri Razi “Mefatih’ul- Gayb” adlı tefsirinde,

14- Muhammed bin Cerir-i Taberi “Tefsir-i Taberi” ve “Tarih-i Taberi” adlı kitaplarında,

15- Seyyit Mumin Şeblenci “Nur’ul- Ebsar”ın 28. sayfasında,

16- Kemaluddin Ebu Salim Muhammed bin Talha eş-Şafii “Metalib’us- Süul”un 1. sayfasında,

17- Mir Seyyit Ali bin Şahabuddin-i Hemedani “Meveddet’ul- Kurba”nın 7. Mevedde'sinin sonlarında,

18- İbn-i Sabbağ adıyla meşhur olan Nuruddin Ali bin Muhammed-i Maliki el-Mekki “Fusul’ul- Mühime”nin 23 ve 125. sayfalarında,

19- Ali bin Burhanuddin-i Şafii “Sire-i Halebiyye”nin 2. cildinin 26. sayfasında,

20- Ali bin Hüseyn-i Mesudi “Müruc'uz- Zeheb”in 1. cildinin 49. sayfasında,

21- Şeyh Süleyman Belhi el-Hanefi “Yenabi’ul- Mevedde”nin 9. ve 17. bablarında, özellikle 6. ve 18. bablarında Buhari, Tirmizi, Müslim, Ahmed, İbn-i Mace, İbn-i Meğazili, Harezmi ve Himvini’den on sekiz hadis nakletmiştir.

22- Mevla Ali Muttaki “Kenz’ul- Ummal”ın 6. cildinin 152 ve 153. sayfalarında,

23- Ahmed bin Ali el-Hatip Bağdadi “Tarih-i Bağdat”da,

24- İbn-i Meğazili eş-Şafii “Menakıb”de,

25- Muvaffak bin Harezmi “Menakıb”ında,

26- İbn-i Esir-i Cezri “Usd’ul- Ğabe”de,

27- İbn-i Kesir-i Dimaşki kendi tarihinde,

28- Alauddevle Ahmed bin Muhammed “Urvet’ul- Vuska”da,

29- İbn-i Esir-i Mübarek bin Muhammed-i Şibani “Cami’ul- Usul fi Ehadis’ir- Resul”da,

30- İbn-i Hacer-i Askalani “Tezhib’ut- Tehzib”de,

31- Ebu’l- Kasım Hüseyn bin Muhammed (Rağıb-ı İsfehani) “Muhazırat’ul- Udeba”nın 2. cildinin 212. sayfasında ve bunlardan başka sizin daha birçok alimleriniz bu hadisi Hz. Peygamber’in ashabından çeşitli lafızlarla nakletmişlerdir.

Kendilerinden bu hadisin nakledildiği bazı sahabeler:

1- Ömer bin Hattab.

2- Sa'd bin Ebi Vakkas.

3- Abdullah bin Abbas (Hibr-i Ümmet) .

4- Abdullah bin Mesud.

5- Cabir bin Abdullah-i Ensari .

6- Ebu Hureyre.

7- Ebu Said-i Huri .

8- Cabir bin Semere.

9- Malik bin Huveyris.

10- Burra bin Azib.

11- Zeyd bin Erkam.

12- Ebu Rafi.

13- Abdullah bin Ebi Evfi.

14- Ebi Sureyhe.

15- Hufeyza bin Useyd.

16- Enes bin Malik.

17- Ebu Bureyde Eslemi.

18- Ebu Eyyub Ensari.

19- Sait bin Museyyib.

20- Habib bin Ebi Sabit.

21- Şerhebil bin Sa’d.

22- Ümmü Seleme (Peygamberin hanımı).

23- Esma bint-i Umeys ( Ebu Bekir’in hanımı).

24- Akil bin Ebi Talip.

25- Muaviye bin Ebu Süfyan.

 Sahabeden diğerleri de vardır ki, ne bu meclisin ve ne de benim zihnimin bu sahabelerin hepsinin adını saymaya tahammülü yoktur. Velhasıl onların hepsi az bir farklılıkla Resul-i Ekrem’in şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:

“Ya Ali! Sen bana nispetle Harun’un Musa’ya olan menzileti (konumu) gibisin; şu farkla ki benden sonra bir peygamber yoktur.”

Acaba sizce bu kadar Ehl-i sünnet ulemasının -ki ben onların çok az bir kısmının isimlerini zikrettim- bu hadisi Hz. Peygamber’in sahabelerinden bir çoğuna isnat ederek nakletmeleri bu hadisin mütevatir olduğuna dair delil değil midir? Acaba şu anda bu hadisin haber-i vahit olduğunu söylemekle hata ettiğinizi ve mütevatir hadislerden olduğunu kabul ediyor musunuz? Nitekim kendi muhakkik alimleriniz de bu hadisin mütevatir olduğunu iddia etmişlerdir.

Örneğin; Celaluddin Süyuti “Risalet’ul- Ezhar’il- Mütanasiret-i fi Ehadis’il- Mutavatire”de bu hadisi mütevatir hadisler arasında kaydetmiştir; “İzalet’ul- Hifa ve Kurret’ul- Ayneyn”de de bu hadisin mütevatir olduğunu tasdik etmiştir.

Siz bu hadisin senedinin sıhhati hakkında adetiniz gereği teşkik ettiğinize göre, sizin büyük alimlerinizden olan Muhammed bin Yusuf-i Genci eş-Şafii’nin “Kifayet’ut- Talib fi Menakıb-i Ali bin Ebi Talip” kitabının 7. bölümüne müracaat etmeniz iyi olur. O, Hz. Ali (a.s)’ın diğer iftiharlarını da içeren 6 tane hadis naklettikten sonra 149. sayfada kendi görüşünü belirterek gerçekleri beyan etmektedir. Eğer siz bizim sözlerimizi kabul etmiyor iseniz, bu Şafii aliminin sözleri hücceti size tamamlamaktadır. O şöyle yazıyor:

“Bu hadis, sıhhatinde büyük alimlerin ittifak ettiği hadislerdendir. Büyük alim ve hafızlardan Ebu Abdullah Buhari “Sahih-i Buhari” adlı kitabında, Müslim bin Haccac “Sahih-i Müslim” adlı kitabında, Ebu Davut “Sünen-i Ebu Davut” adlı kitabında, Ebu İsa Tirmizi “Cami”sinde, Ebu Abdurrahman Nesai “Sünen-i Nesai” adlı kitabında, İbn-i Mace Kazvini “Sünen-i İbn-i Mace” diye adlanan kitabında bu hadisi nakletmiş ve bütün bu alimler mezkur hadisin sıhhati hakkında ittifak etmişlerdir. Hakim-i Nişaburi de; ‘Bu, tevatür haddine ulaşan bir hadistir’ demiştir.”

Öyle zannediyorum ki, bu hadisin sahihliği ve mütevatir olduğuna dair olan şüpheleri gidermek için daha fazla delil getirmeye ihtiyaç yoktur.

Hafız: Getirmiş olduğunuz bunca sahih ve itibar edilecek deliller karşısında direnecek kadar imansız ve inatçı biri değilim. Ama büyük alim ve mütekellim olan Ebu’l-Hasan Amudi delillerle bu hadisi reddetmiştir. Lütfen bunu üzerinde biraz düşünün.

Davetçi: Sizin gibi insaflı bir alimin, benim, Ehl-i Sünnetin genelince kabul edilen bunca büyük alimlerden getirdiğim delillere teveccüh edeceğine, Amudi gibi şerli, akidesiz ve namazı terk eden birinin sözlerine teveccüh etmesi gerçekten beni şaşırtıyor.

Şeyh: Beşer akidesini belirtmekte özgürdür ve birileri akidesini belirtirse onu itham etmek doğru değildir. Hele sizin gibi ahlak abidesi olan bir alimin mantıklı cevap vermesi yerine, bir fakihi kötü sözleriyle itham etmesi çok çirkin bir şeydir!

Davetçi: Yanlış buyurdunuz. Benim kimseyi kötülediğim yok, Amudi’yle de aynı dönemde yaşamış değilim. Ama onun yanlış akide sahibi birisi olduğunu sizin kendi büyük alimleriniz nakletmişlerdir.

Şeyh: Bizim alimlerimiz nerede onu köyü akideye sahip birisi olarak anmışlardır?

Amudi’nin Hal Tercümesi

Davetçi: İbn-i Hacer-i Askalani “Lisan’ul- Mizan”da şöyle yazmıştır: “Birçok kitabı olan Seyf Amudi, mütekellim birisi olup bir çok kitaplar telif etmiştir ve kötü akidelerinden dolayı ise Dimaşk’ten sürgün edilmiştir. Namazı terk ettiği de doğrudur.”

Yine sizin büyük alimlerinizden olan Zehebi “Mizan’ul- İ’tidal”da aynı olayı nakletmiş ve kendi görüşünü şöyle belirtmiştir: “Amudi’nin bidat çıkaranlardan olduğu kesindir.”

Siz de biraz dakik bakacak olursanız, anlayacaksınız ki eğer Amudi bidat ehli, bozuk akideli ve imansız birisi olmasaydı, hiçbir zaman tabiatının bozukluğunu ve kötü düşüncelerini belli ettirmezdi. O Resulullah’ın birçok sahabesine, hatta Ömer bin Hattab’a ve sizin bir çok büyük alimlerinize karşı çıkmıştır.

Her şeyden daha ilginç olan şu ki, sizler Şia’yı Sahihayn’deki hadisleri kabul etmediği için kınıyorsunuz. (Halbuki durum böyle değildir, eğer hadisler sahih senetlere sahip olursa, sizin kitaplarınızda nakledilmiş olsa dahi biz kabul ediyoruz.) Ama Müslim, Buhari ve diğer Sahih sahiplerinin kendi Sihahlarında naklettikleri bir hadisi, Amudi açık bir şekilde reddediyor, yine de siz ona iyi bir gözle bakıyorsunuz!

Eğer sizin yanınızda Amudi’nin hiçbir ayıbı olmasa dahi, sırf Sahihayn’a aykırı olarak görüşünü izhar etmesi, -belki gerçekte Ömer, Müslim ve Buhari’yi yalanlaması- onun yerilmesi ve ta’nı için yeterli bir sebepti.

Eğer siz bu hadis hakkında daha etraflı bilgiye sahip olmak, onun bütün delil ve kendi büyük alimlerinizin olan senetlerini görmek, bu konu hakkında aydınlanmak, Amudi gibilerine beddua etmek ve hakikatin size aşikar olmasını istiyorsanız, alim, adil, zahit, muhakkik, hadis ve rivayetleri eleştirici olan merhum Allame Mir Seyyit Hamid Hüseyn Dehlevi’nin “Abekat’ul- Envar” kitabının bütün ciltlerini, özellikle “Menzilet” hadisiyle ilgili cildini okuyun ve bu büyük Şii aliminin, bahsedilen hadisi sizin kendi kaynaklarınızdan delilleriyle birlikte nasıl sunduğunu görün.

Hafız: Konuşmanız esnasında bu hadisi nakledenlerden birinin de Ömer bin Hattap (r.z) olduğunu buyurdunuz; mümkünse senedini de söyleyiniz.

Ömer Bin Hattab’tan Menzilet Hadisi

Davetçi: Ebubekir Muhammed bin Caferi el-Mutayri ve Ebu’l- Leysi Nasr bin Muhammed Semerkandi el-Hanefi “Mecalis” kitabında, Muhammed bin Abdurrahman-ı Zehebi “Riyaz’un- Nezre”de, Mevla Ali Muttaki “Kenz’ul- Ummal”da, İbn-i Sabbağ-i Maliki “Fusul’ul- Muhimme”nin 125. sayfasında “Hasais”ten naklen, İmam’ul- Harem “Zehair’ul- Ukba”da, Şeyh Süleyman Belhi el-Hanefi “Yenabi’ul- Mevedde”de, İbn-i Ebi’l- Hadid “Nehc’ul- Belağa Şerhi”nin 3. cildinin 258. Sayfasında “Nakz’ul- Osmaniyye”den ve Şeyh Ebu Cafer İskafi bir kaç kelime farkıyla İbn-i Abbas’tan şöyle dediğini nakletmişlerdir:

Bir gün Ömer bin Hattap şöyle dedi: “Ali’nin adını (yani onun gıybetini etmeyi) bırakın. Çünkü ben Peygamber’den; “Ali’de üç özellik vardır” buyurduğunu duydum; eğer onlardan biri ben Ömer’de olsaydı, güneşin, üzerine doğduğu her şeyden benim için daha sevimliydi.”

Daha sonra şöyle devam etti: “Ben, Ebu Bekir, Ebu Ubeydet bin Cerrah ve Resulullah’ın ashabından bir grup kimseler O Hazretin huzurundaydık, Resulullah da Ali bin Ebi Talib’e yaslanmıştı. O sırada Ali’nin omzuna vurarak şöyle buyurdular:

“Ya Ali! Sen iman etme açısından müminlerin ilkisin, İslam açısından da Müslümanların ilkisin.”

Daha sonra şöyle buyurdular:

“Ya Ali! Sen bana nispetle Harun’un Musa’ya olan menzileti gibisin; sana düşman olduğu halde beni sevdiğini söyleyen yalan söylemiştir.”

Sizin mezhebinizde halife Ömer’in sözünü reddetmek câiz midir? Eğer câiz değilse, o zaman neden Amudi gibi hali herkese malum olan birinin basit sözlerini dikkati nazara alıyorsunuz?

Haber-i Vahidin Ehl-i Sünnet

Mezhebindeki Hükmü

Bu konuyla ilgili sizin bir cümleniz cevapsız kaldı. O da şu ki buyurdunuz: “Bu hadis Haber-i Vahittir; Haber-i Vahidin de itibarı yoktur.”

Eğer biz, bu sözü söylersek, elimizdeki olan rical ölçülerine göre doğrudur. Ama bunu sizin söylemeniz gerçekten şaşılacak bir şeydir. Çünkü sizin mezhebinizde Haber-i Vahidin hücciyeti sabittir. Çünkü sizin muhakkik alimleriniz! Haber-i Vahidi inkar edenin kafir veya fasık olduğunu söylemişlerdir. Örneğin: Melik’ul- Ulema Şehabuddin-i Devlet Abadi “Hidayet’üs- Süada”da şöyle demiştir:

“Kim haber-i vahid ve kıyası inkar eder ve onların hüccet olmadığını söylerse, kafir olmuş olur. Ama eğer bir adam; ‘Bu haber-i vahit sahih ve bu kıyas sabit değildir’ söylerse, kafir olmaz; ama fasık olur.”

Hafız: Güzel beyanınız ve Ehl-i Sünnet kitapları hakkındaki geniş bilginizden dolayı çok mutlu oldum. Oysa bize Şia alimlerinin Ehl-i Sünnet kitaplarını okumak bir yana dursun, ellerine almak istedikleri zaman, elleri bu kitaplara temas etmesin diye bir pense veya bir bez parçasıyla tuttuklarını söylüyorlardı.

Davetçi: Bu sözlerin doğruluğuna dair hiçbir delil yoktur. Bunlar, batı hayranları ve yerli şeytanların, suyu bulandırarak Müslümanlar arasındaki ihtilaftan kendi yararlarına istifade etmek için gizli eller vasıtasıyla icat ettikleri söylentilerdir. Bu konuda sizin ve bizim görevimiz sürekli olarak halkı uyarmaktır.

Kur’ân-ı Kerim Hucurat suresinin 6. ayetinde Müslümanları şöyle uyarmaktadır:

“Ey insanlar! Size fasık (yoldan çıkmış) bir adam bir haber getirse, onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeyerek bir topluluğa karşı kötülük ederseniz de sonra yaptığınızdan pişman olursunuz.”

Biz alimler bundan gafil olmamalıyız. Eğer bu buyruk beylerin ölçüsü olmuş olsaydı, duydukları iddialar onlarda tesir bırakmaz ve bugün pişmanlık sebebi olmazdı.

Biz kafir, müşrik ve mürtetlerin kitaplarını elimize alırken nasıl olur da Müslüman kardeşlerimizin kitaplarına hakaret gözüyle bakarız! Sizin buyurduğunuzun tersine biz sizin büyük alimlerinizin muteber kitaplarını dakik bir şekilde okuyor ve sahih senetlere sahip olan hadisleri kabul ediyoruz. İlmi ve mantıki ihtilafların, mezhep ve itikatla herhangi bir bağlantısı yoktur.

Acaba sizin, Şia öğrencilerinin Sarf, Nahiv, Meani, Beyan, Mantık, lügat, Tefsir ve Kelamda sizin alimlerinizin yazmış olduğu kitaplardan istifade ettiklerinden haberiniz yok mudur? O halde nasıl olur da o kitapları herhangi bir vesileyle yerden kaldırmış olurlar.

Elbette sizin nakledilmiş olan hadislerinizin senedinde yer alan bazı ravileriniz yerilmiştir, onların sözlerine itina edilmez. Enes, Ebu Hureyre, Semure ve diğerleri ki daha önce de arz etmiştim. Nitekim sizin kendi alimlerinizden bazıları da onları reddetmektedirler; Ebu Hanife de bunlardan birisidir. Biz de yukarıda adı zikredilen şahıslardan nakletmiş olan hadisleri kabul etmemekte ve reddetmekteyiz. Bunların dışında sizin muhakkik alimlerinizce yazılmış ilmi kitaplar üzerinde dikkatle durmaktayız. Özellikle benim, Hz. Peygamber ve Ehl-i Beyt’in hayatları üzerinde araştırmamdaki en fazla okuduğum ve kaynak edindiğim kitaplar, sizin kitaplarınız olmuştur.

Kendi şahsı kütüphanemde, 200 cilt civarında Ehl-i Sünnet alimlerinin tefsir, hadis ve tarih kitapları bulunmaktadır ve ben araştırmalarımda bunlardan istifade ediyorum. Ama bizim ulemamız sarraf gibidir ve bu kitaplardaki doğru ve yanlışları birbirinden ayırt ediyorlar; Fahri Razilerin İbn-i Hacerlerin, Ruzbehanların, Amudilerin ve İbn-i Teymiyelerin şüphe ve işkallarına aldanmıyor ve onların yanlış fikirlerinin tesiri altında kalmıyorlar.

Lütfen kabul buyurunuz ki benim Hz. Peygamber’in Ehl-i Beytine ve masum İmamların makamına olan yakin derecesindeki marifetim daha çok sizin muteber kitaplarınızı okumam sayesinde olmuştur.

Hafız: Konudan çok uzaklaştık, lütfen siz menzilet hadisinin Hz. Ali’nin nübüvvet makamına nasıl delalet ettiğini ve Ali’nin (k.v) hangi yolla nübüvvet makamına sahip olduğunu açıklayınız.

Davetçi: Bize mütevatir olarak yetişen bu hadis-i şeriften, Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s) için üç özellik sabit olmaktadır:

1- Mana ve hakikatte O Hazret için olmuş olan nübüvvet makamı .

2- Hz. Peygamber’den sonra zahiri hilafet ve önderlik makamının O Hazrete yetişmesi.

3- Hz. Ali’nin bütün ashaptan ve diğer insanlardan üstün oluşu.

Çünkü Hz. Peygamber (s.a.a) menzilet hadisiyle Hz. Ali’nin, Hz. Harun’un menziletine (konumuna) sahip olduğunu açıklamıştır. Harun (a.s) da nübüvvet ve Hz. Musa’nın halifesi olma makamına sahip olup Beniisrail’den üstündü.

Nevvab: Kıble sahip (alicenap) bağışlayınız; Hz. Musa’nın kardeşi Harun (a.s) acaba nebi miydi?

Davetçi: Evet, Hz. Harun nübüvvet makamına sahipti.

Nevvab: İlginç, ben şimdiye kadar duymamıştım. Acaba Kur’an’da da sizin bu sözünüzü kanıtlayacak bir ayet var mıdır?

Davetçi: Evet, birkaç ayette Allah-u Teâla O Hazretin nebiliğini açıklamıştır.

Nevvab: Mümkünse o ayetleri, feyizlerinden istifade etmemiz için okuyunuz.

Davetçi: Nisa suresinin 163. ayetinde şöyle buyuruyor:

“Nuh’a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik. İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a Yakub’a ve torunlarına, İsa’ya, Eyyub’a, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a da vahyettik. Davud’a da Zebur verdik.”

19. (Meryem) surenin 52. ayetinde de şöyle buyuruyor:

“O’na (Musa’ya) Tur’un sağ yanından seslendik ve onu (kendisiyle) gizlice söyleşmek için yaklaştırdık. Ona rahmetimizden kardeşi Harun’u da bir peygamber olarak armağan ettik.”

Hafız: Sizin bu istidlalinize göre hem Muhammed (s.a.a) ve hem de Ali (a.s) peygamber olarak halka gönderilmişlerdir?

Davetçi: Ben sizin beyan ettiğiniz şekilde söyledim. Sizin kendiniz de peygamberlerin sayısı hakkında ihtilaf olduğunu biliyorsunuz. Peygamberlerin 120. bin veya daha fazla olduğu bile yazmışlardır. Ama onların hepsi zaman gereksinimce kendi dönemlerindeki kitap ve ahkam sahibi peygambere tabi idiler. Onlardan sadece beş tanesi ulu’l- azm idi. Onlar; Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve makamı hepsinden daha yüksek olan Hz. Hatem’ul- Enbiya Muhammed Mustafa (s.a.a)’dir; ki o makam da hatemiyet makamıdır.

Hz. Harun’un Menziletinin Hz. Ali’yle

Aynı Olduğunun İspatı

Hz. Harun diğer birçok peygamber gibi müstakil bir nübüvvete sahip değildi; kardeşi Hz. Musa’nın şeriatına tabiiydi. Hz. Ali de nübüvvet makamına sahipti. Ama müstakil değildi. Hz. Muhammed (s.a.a)’in şeriatına tabiiydi. Hz. Peygamber bu hadis (Menzilet ) vesilesiyle Ümmete şunu anlatmak istedi ki, Hz. Harun nasıl nübüvvet makamına sahip ve zamanının ulu’l- azm peygamberi olan Hz. Musa’ya tabiiydiyse, Hz. Ali (a.s) de İmamet mertebesiyle beraber nübüvvet makamına sahipti. Ama peygamber (s.a.a) efendimizin şeriatına tabi idi. Bunun kendisi, Hz. Ali için ulvi bir özelliktir.

İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul Belağa şerhinde mezkur hadisi naklettikten sonra şunları söylüyor:

“Hz. Peygamber (s.a.a) bu hadisi ve beyanıyla, Harun’un Musa’ya nispetle sahip olduğu bütün mertebelere Hz. Ali’nin de sahip olduğunu ispatlamıştır. Eğer Hz. Peygamber’den sonra peygamberlik devam etmiş olsaydı, Hz. Ali de peygamber olurdu. Peygamber (s.a.a)’in; “Doğrusu benden sonra peygamber yoktur.” cümlesi, eğer O Hazretten sonra bir peygamber olsaydı, Hz. Ali’nin o makama olacağını bize anlatmaktadır. İşte bundan dolayı peygamberlik istisna edilmiştir. Hz. Harun’un nübüvvet dışındaki sahip olduğu bütün makamlar Hz. Ali’de de sabittir.”

Muhammed bin Talha eş-Şafii de “Metalib’us- Süul”un 19. sayfasında Harun’un menzileti hakkındaki esrarı keşfettikten ve bir takım açıklamalar yaptıktan sonra görüşünü şöyle belirtiyor:

“Özet olarak Harun’un Musa’ya nispetle menzileti şuydu: Harun Musa’nın kardeşi, veziri, desteği, nübüvvette ortağı ve Musa’nın kavmine halifesiydi. Hz. Peygamber de menzilet hadisiyle, nübüvvetin dışındaki Harun’un Musa’ya nispetle sahip olduğu bütün özellikleri, Hz. Ali için karar kılmıştır. Binaenaleyh nübüvvetin dışındaki özelliklerin hepsi, yani Hz. Peygamber’in kardeşliği, vezirliği, destekçi olması ve kendisinden sonra kavmine (ümmete) halifeliği Hz. Ali için sabittir. Menzilet hadisi, mentuk ve mefhum açısından bu özelliklerin Hz. Ali için sabit olduğuna delalet etmektedir. Bu hadisin sahih olduğuna ittifak etmişlerdir.”

Bunun benzeri sözleri İbn-i Sabbağ “Fusul’ul- Muhimme”nin 29. sayfasında ve sizin diğer büyük alimleriniz de bu manada sözler söylemişlerdir, ki zamanımızın kısıtlılığı onları hepsini bir-bir zikretmeye izin vermiyor.

Hafız: Zannediyorum nübüvvetin istisna edilmesi bu makamın Hz. Ali’de olduğunun değil, olmadığının delilidir.

Davetçi: Bu kadar açık ve sizin birçok büyük ulamanızca da kabul edilen bu meseleyi reddetmekle çok lütufsuzluk ediyorsunuz. Şafii’den size naklettiğim söze iyi dikkat etmediniz galiba. O şöyle söylüyor: “Nübüvvetin dışındaki diğer özelliklerin hepsi Hz. Ali için sabittir.”

Bu söz, Hz. Ali’de nübüvvet makamının bulunmadığını değil sadece istisna edildiğini bildiriyor. Ayrıca onun: “Fe innehu istisnaha fi ahir’il- hadisi bikavlihi: innehu la nebiyye ba’di” sözündeki istisnaha kelimesindeki zamir nübüvvete dönüyor.

Bu çeşit sözler, sizin ulemanızın kitaplarında çoktur; onların hepsi nübüvvetin istisna edildiğine delalet etmektedir, nübüvvetin olmadığına değil. Nübüvvetin olmadığına kail olanların görüşleri, inat ve taassuptan başka bir şey değildir. Din hususunda taassuptan Allah’a sığınıyoruz.

Hafız: Zannediyorum sizin bu iddianız: “Eğer bizim Peygamberimiz son peygamber olmasaydı ve O’ndan sonra da bir peygamber gelecek olsaydı, Hz. Ali o makama haizdi” sizin kendinize mahsustur; sizden başka kimse böyle bir şey söylememiştir.

Davetçi: Bu iddia bana veya Şia alimlerine has olan bir iddia değil. Sizin büyük alimlerinizden bir çoğu da aynı manada sözler söylemişlerdir.

Hafız: Bizim büyük alimlerimizden hangi birisi böyle bir iddiada bulunmuştur? Eğer aklınıza gelen varsa buyurun.

Davetçi: Molla Ali bin Sultan Muhammed Herevi-yi Kari, sizin büyük alimlerinizden olup Ehl-i Sünnettin rical ulemasınca da güvenilir bir şahıstır. Onun ölüm haberi Mısır’a ulaştığında Mısırlı alimler, dört binden fazla insanın huzurunda onun için gaybet namazı kıldılar. Kendisi birçok kitapları yazmıştır. “Mişkat”a şerh olarak yazmış olduğu “Mirkat” kitabında, menzilet hadisinin şerhinde şöyle diyor:

“Bu hadiste, eğer Hz. Hatem’ul- Enbiya’dan sonra bir peygamber gelecek olsaydı, onun Hz. Ali olacağına işaret vardır.”

Sizin aynı düşünceye sahip olan büyük alimlerinizden biri de Allame-i Şehir (meşhur) Celaluddin Süyuti’dir. O “Buğyet’ul- Vu’az fi Tabakat’il- Huffaz” kitabının sonlarında Cabir bin Abdullah-i Ensari’ye kadar raviler silsilesini zikrederek ondan şöyle naklediyor:

Hz. Peygamber (s.a.a), Emir’ul- Muminin Ali’ye şöyle buyurdular: “Ya Ali! Bana nispetle, Harun’un Musa’ya nispetle olan menzileti (konumu) gibi olmak istemiyor musun? Şu farkla ki, benden sonra bir peygamber yoktur; eğer olsaydı o sen olurdun.”

Yine Şafii fakihi olan Mir Seyyit Ali Hemadi, “Meveddet’ul- Kurba”nın 6. meveddetinin ikinci hadisinde Enes bin Malik’ten şöyle nakletmiştir:

Hz. Peygamber şöyle buyurdular: “Allah Teala beni peygamberliğe seçti ve beni bütün peygamberlerden de üstün kıldı. Amcam oğlu Ali’yi de benim vasim kılarak pazılarımı güçlendirdi. Nitekim Musa’nın pazısını da kardeşi Harun vasıtasıyla güçlendirdi. O (Ali) benim halifem ve vezirimdir; eğer benden sonra peygamber olsaydı şüphesiz o peygamber olurdu; fakat benden sonra peygamber yoktur.”

Görüldüğü gibi Hz. Ali’nin nübüvvet makamına sahip olduğu sözü sadece bize ait değil, sizin kendi ulemanızın da tasdikiyle bizzat Hz. Peygamber’e aittir. O Hazretin sözüne binaen Hz. Ali nübüvvet makamına sahipti ve bu mesele sizin bu kadar şaşırmanızı gerektirecek kadar karışık ve duyulmamış bir mesele de değildir.

Hz. Harun’un menzilet ve mertebelerinden, sadece nübüvvet makamı müttasıl istisnayla müstesna olmuştur. Ama onun haricindeki menzilet ve mertebeler, sizin kendi ulemanızın da itirafıyla Hz. Ali için baki ve sabittir. Bu menzilet ve makamlardan en üstünü de, hilafet ve efdaliyet menziletidir (makamıdır). Allah-u Teâla Hz. Harun’un hilafeti hakkında açık bir şekilde A’raf (7) suresinin 142. ayetinde şöyle buyuruyor:

“Musa kardeşi Harun’a dedi ki; Kavmim içinde benim halifem ol (yerime geç), onları düzene koy ve bozguncuların yoluna uyma.”

Hafız: Geçen ayetlerde Hz. Harun’un, kardeşi Hz. Musa’yla nübüvvet makamına ortak olduğunu söylediniz. O halde nasıl oldu da onu kendi halifesi kıldı? Oysa insanın ortağının makamı, kendisine halife ve vasi olmaktan çok yücedir. Eğer ortağı halife (kendi yerinde oturacak olan) yaparlarsa, onu makam ve mertebesinden aşağı düşürmüş olurlar. Çünkü nübüvvet makamı hilafet makamından daha yücedir.

Davetçi: Muhterem beylerden bazıları fazla dikkat etmediklerinden dolayı hataya düştüler. Eğer biraz dikkat edecek olsaydınız, cevabıma gerek kalmadan kendiniz cevabı bulurdunuz ve anlardınız ki Hz. Musa (ala nebiyyina ve âl’ihi ve aleyh’is- selam)’ın nübüvveti asıl ve Hz. Harun’un nübüvveti ise ona tabi idi; onun halifesi gibiydi. Şuna da teveccüh edilmesi gerekir ki, Hz. Harun tebliğ işlerinde, kardeşi Hz. Musa’yla aynı konuma sahipti.

Nitekim bu, Hz. Musa’nın, Taha suresinin 25. ayetinden 33. ayetine kadar olan kısımdaki Allah-u Teâla’ya yakarışından anlaşılmaktadır. Taha suresi Hz. Musa’nın sözünü şöyle naklediyor:

“Dedi ki: Rabbim, benim göğsümü aç, işimi kolaylaştır, dilimden düğümü çöz; ki söyleyeceklerimi anlasınlar. Ailemden bana bir yardımcı kıl; kardeşim Harun’u; onunla sırtımı kuvvetlendir, onu, işimde ortak kıl; böylece seni tesbih edelim.”

İşte bundan dolayı sadece Hz. Ali (a.s), nübüvvet-i hasse dışında bütün kemal mertebelerinde Hz. Peygamber’le ortak ve aynı konuma sahipti.

Hafız: Bizim hayretimiz sürekli olarak artıyor. Görüyoruz ki Hz. Ali’nin (k.v) makamı konusunda akıl sahiplerinin aklını hayrete düşürecek kadar guluv ediyorsunuz (ileri gidiyorsunuz). Onlardan biri de şimdi söylediğiniz sözdür. Buyurdunuz ki: Ali (k.v), Resulullah (s.a.a)’in sahip olduğu bütün sıfat ve özelliklere sahipti.

Davetçi: Evvela, bu çeşit sözler guluv (ileri gitmişlik) değil, aslında hakikatin özüdür. Çünkü akli kaidelere göre Hz. Peygamber’in halifesinin bütün sıfatlarıyla Peygamber’e benzemesi gerekir.

İkinci olarak, yalnız biz böyle bir iddiada bulunmuyoruz; sizin büyük alimlerinizden bazıları da kendi muteber kitaplarında bu manada sözler söylemişlerdir.

Hz. Ali’nin, Peygamber (s.a.a)’in

Bütün Sıfatlarına Sahip Oluşu

İmam Sa’lebi kendi tefsirinde ve sizin büyük alimlerinizden olan Seyyit Ahmed Şahabuddin “Tevzih’ud- Delail ala Tercih’il- Fezail” adlı kitabında, bu manaya işaret ederek şöyle diyor:

“Mevlamız Emir’ul- Muminin Ali, Hz. Peygamber’in pek çok yüce sıfat, fiil, adet, ibadet ve ahvalinde O Hazrete benzemiştir. Bu mana, sahih hadis ve açık ifadelerle Hz. Ali için kesinleşmiştir; bunun hiçbir delil ve hüccete ihtiyacı yoktur. Bazı alimler, Hz. Peygamber’in sahip olduğu bir takım güzel sıfatları, Hz. Ali için de saymışlardır.

Örneğin: Hz. Ali ile Hz. Peygamber nesepte birbirlerinin mislidirler. Hz. Ali taharette (masumlukta), -Hz. Peygamber, Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan, ve Hz. Hüseyn hakkında nazil olan- Tathir ayeti[3] gereğince Hz. Peygamber’le aynıdır.

Maide suresindeki; “Sizin veliniz (yönetici ve önderiniz) ancak Allah, O’nun Resulü, namaz kılan ve rüku halinde zekat veren müminlerdir.”[4] mealindeki Velayet ayeti gereğince Hz. Ali, Hz. Peygamber’in ümmet üzerinde sahip olduğu velayet makamının aynısına sahiptir. Bu ayetin, Hz. Ali hakkında indiğine dair herkes ittifak etmiştir.

Hz. Ali, Beraat (Tevbe) suresi gereğince, tebliğ ve risalet makamında Hz. Peygamber’le aynı makama sahipti. Zira Hz. Peygamber (s.a.a), Beraat suresinin ayetlerini hac mevsiminde Mekke ehline okuması için Ebu Bekir’e verdi. Ama (bu kitapta da yazıldığı üzere) Cebrail Hz. Peygamber’in huzuruna gelerek, bu risaleti (görevi) ya kendisi veya kendisinden olan birisinden başkasının yapamayacağını bildirdi; Hz. Peygamber (s.a.a) de Allah’ın emriyle Beraat suresini Ebu Bekir’den alıp hac mevsiminde okuması için Hz. Ali’ye verdi.

Hz. Peygamber’in Gadir-i Hum’da buyurmuş olduğu; “Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır.” hadisi gereğince, Hz. Ali, Hz. Peygamber’in ümmetin mevlalığı olan makamının aynısına sahipti.

Hz. Ali Al-i İmran suresindeki Mübahele ayeti gereğince, Hz. Peygamber’le nefis birliği (ittihad-i nefs) makamına sahiptir. Nitekim Allah-u Teala Mübahele ayetinde (bu kitapta zikredildiği gibi her iki fırkanın ittifakıyla) Hz. Ali’yi Resulullah (s.a.a)’in nefsi mesabesinde karar kılmıştır.

Hz. Ali, evinin kapısının mescide açılması yönünden Hz. Peygamber’le aynı makama sahipti. (Bilindiği gibi, Peygamberle Hz. Ali’nin kapısı hariç, kapıları camiye açılan bütün evlerin kapılar Hz. Peygamber’in emriyle kapatılmıştır.)

Hz. Ali, mescide cenabetli girebilmekle ilgili kendisine verilen izinde de Hz. Peygamber’le aynı makama sahipti. (Bu arada Ehl-i sünnet kardeşlerimiz arasında yavaşça bazı sözler söylenmeye başladı. Ne olduğunu sorunca şöyle cevap verdiler:)

 Nevvab: Geçen Cuma, namaz kılmak için camiye gittik. İmam, tesadüfen sizin Peygamber’in mescidine açılan kapıyla ilgili naklettiğiniz hadisi nakletti ve bu kapının Ebu Bekir’in kapısı olduğunu söyledi. Sizin, bu kapının Hz. Ali’nin kapısı olduğunu söylemeniz mecliste bulunanların hayretine yol açtı. Aramızdaki konuşmalar da bu meseleyle ilgiliydi. Bu muammayı çözmenizi rica ediyoruz.

Davetçi: (Hafız’a dönerek) Böyle bir beyanda bulundunuz mu?

Hafız: Evet! Çünkü büyük ve adil sahabe!! Ebu Hureyre’den nakledilen sahih hadislerde, Peygamber-i Ekrem, mescide açılan bütün kapıların kapatılmasını emretmiş ve Ebu Bekir’in kapısını istisna ederek şöyle buyurmuştur: “Ebu Bekir bendendir; ben de Ebu Bekir’denim.”

Davetçi: Büyük ihtimalle muhterem beyler de mutlaka görmüşlerdir ki Emeviler, Emir’ul- Muminin Hz. Ali’nin özelliklerinden sayılan her faziletin karşısında, Muaviye’nin sofrasının tabak yalayıcıları olan Muğayre, Amr bin As, Ebu Hureyre vb. şahıslar vasıtasıyla, başkaları hakkında hadis uydurmak için büyük çaba sarf etmişlerdir.. Bekriler de Ebu Bekire olan aşırı alakalarından dolayı bu yalan hadisleri daha da desteklemişlerdir.

Nitekim İbn-i Ebi’l- Hadid “Nehc’ul- Belağa” şerhinin 1. ve özellikle 3. cildinin 17. sayfasında bu vakıaları geniş bir şekilde naklederek şöyle diyor: “Ebu Bekir’in kapısının dışındaki mescide açılan bütün kapıların kapatılması hadisi, mevdu (uyduruk) hadisler cümlesindendir.”

Şu açıktır ki bu mevdu hadis, Şia ve Ehl-i Sünnet alimleri yoluyla tevatürle nakledilen şu hadis: “Peygamber-i Ekrem (s.a.a), Hz. Ali’nin kapısının dışında mescide açılan diğer bütün kapıları Allah’ın emriyle kapattı.” karşısında uydurulmuştur.

Nevvab: Hafız efendi bu hadisi Ebu Bekir’in faziletleri arasında sayarken, siz Hz. Ali’nin faziletlerinden biri olduğunu söylüyorsunuz. Eğer mümkünse, dinleyicilerin en güzel olanı seçebilmesi için, bizim muteber (sahih) kitaplarımızın bazı senetlerine değininiz (iddianızın doğruluğuna dair onlardan delil getiriniz).

Hz. Peygamber’in Emriyle, Hz. Ali’nin Kapısının Dışında Mescide Açılan Diğer Kapıların Kapatılması

Davetçi: İmam Ahmed bin Hanbel “Müsned” kitabının 1. cildinin 175. sayfası, 2. cildinin 26. sayfası ve 4. cildinin 369. sayfalarında, Ebu Abdurrahman Nesai “Sünen-i Nesai” adlı kitapta ve “Hasais-u Aleviyye” kitabının 13. ve 14. sayfalarında, Hakim-i Nişaburi “Müstedrek” kitabının 3. cildinin 117 ve 125. Sayfalarında, Sibt bin Cevzi, Tirmizi ve Ahmed kanalıyla bu hadisi ispatladığı “Tezkire” kitabının 24 ve 25. sayfalarında İbn-i Esir-i Cezri “Esne’l- Metalib”in 12. sayfasında, İbn-i Hacer-i Mekki “Savaik”in 76. sayfasında, İbn-i Haceri Askalani “Feth’ul- Bari”nin 7. cildinin 12. sayfasında, Taberani “Evset” kitabında, Hatib-i Bağdadi “Tarih-i Bağdadi” ismiyle meşhur olan kitabının 7. cildinin 205. sayfasında, İbn-i Kesir “Tarih-i İbn-i Kesir” diye tanınan kitabının 7. cildinin 342. sayfasında, Muttaki-yi Hindi “Kenz’ul- Ummal”ın 6. cildinin 408. sayfasında, Heysemi “Mecma’uz- Zevaid” kitabının 9. cildinin 115. sayfasında ve Muhibbuddin Taberi “Riyaz” kitabının 2. cildinin 192. sayfasında, İbn-i Ebi’l- Hadid “Şerh-i Nehc’ul- Belağa”nın 2. cildinin 451. sayfasında, Hafız Ebu Naim “Fezail’us- Sahabe”nin 153. sayfası ve “Hilyet’ul- Evliya”nın 4. cildinde, Celaluddin Süyuti “Tarih’ul- Hulefa” nın 116. Sayfasında, yine “Cem’ul- Cevami”, “Hasais’ul- Kubra” ve “Leali’l- Mesnua”nın 1. cildinin 181. sayfasında, Hatib-i Harezmi “Menakıb”da, Himvini “Feraid”de, İbn-i Meğazili “Menakıb”da, Menavi-yi Mısri “Kunuz’ud- Dekaik”de, Süleyman Belhi el-Hanefi “Yenabi’ul- Mevedde”nin 87. sayfasında (mezkur kitabın 17. babını bu meseleye ayırmıştır), Şehabuddin Kastalani “İrşad’us-Sari”nin 6. cildinin 81. sayfasında, Halebi “Siret’ul- Halebiyye”nin 3. cildinin 374. sayfasında, Muhammed bin Talha eş-Şafii “Metalib’us- Süul”un 17. sayfasında söz konusu hadisi çeşitli lafızlarla nakletmişlerdir.

Velhasıl, Ehl-i Sünnet alimlerinin geneli, Ömer bin Hattap, Abdullah bin Abbas, Abdullah bin Ömer, Zeyd bin Erkam, Burra bin Azib, Ebu Said-i Hodri, Ebu Hazım-ı Eşcei, Sa’d bin Ebi Vakkas ve Cabir bin Abdullah-i Ensari gibi ashabın ileri gelenlerinden küçük farklılıkla Hz. Peygamber (s.a.a)’in Hz. Ali’nin kapısından başka mescide açılan bütün kapıların kapatılmasını emr ettiklerini nakletmişlerdir.

Aksine, Ehl-i Sünnetin büyük alimlerinden bir çoğu, aldatılmış olan Emevi, Bekri ve diğer kimseleri aydınlatmak için, bu konuyla ilgili geniş açıklamalar yapmışlardır. Örneğin: Muhammed bin Yusuf-i Genci eş-Şafii “Kifayet’ut- Talip” kitabının 50. babını sadece bu konuya ayırmıştır. Konuyla ilgili müstenet hadisleri naklettikten sonra “Haza Hadisun Alin” (Bu çok değerli hadistir) unvanıyla açıklamalarda bulunmuş ve şöyle demiştir:

Resulullah (s.a.a), mescide açılan kapıların kapatılmasını ve mescidde cenabetli veya hayızlıyken durmanın yasak olduğunu buyurduktan sonra Hz. Ali’nin kapısını istisna ederek şöyle buyurmuştur: “Ali’nin kapısı dışındaki mescide açılan bütün kapıları kapatın.”

Daha sonra şöyle diyor: Cenabet halindeyken mescide girme ve orada durmanın mubah (sakıncasız) olması, sadece Hz. Ali’ye mahsustu. Ama bu, diğer insanların da mescide cünüplüyken veya hayızlıyken girip çıkabileceklerine delil olamaz. Hz. Peygamber’in, bu büyük ayrıcalığı Hz. Ali, Hz. Fatıma ve evlatlarına tanımasının nedeni, bunları pak (tertemiz) bilmesinden dolayıdır. Zaten Tathir ayeti de O’nların her türlü ricsten (çirkinlik ve günahtan) münezzeh olduğunu açık bir şekilde bildirmiştir.

Sayın Hafız bey, bu Şafii aliminin yaptığı geniş açıklamaları da dikkate alarak, Ebu Bekir hakkındaki naklettikleri hadisi bunlar ile mukayese etsinler. Bizim bunca güvenilir senetlerimize rağmen, eğer Ebu Bekir’in tahareti (bütün çirkinliklerden tertemiz olması) hakkında bir delilleri varsa, buyursun nakletsinler.

Şuna da ilave edelim ki, Buhari ve Müslim kendi sahihlerinde bu konuya işaret ederek, cünüplüyken kimsenin mescide girme ve mescitte durma hakkına sahip olmadığını söyleyip Resul-ü Ekrem’in şöyle buyurduğunu naklediyorlar: “Ben ve Ali’den başka mescitte cünüp olmak kimseye layık değildir.”

Bu tip hadisler, Hz. Ali ve Hz. Peygamber’in kapısından başka bütün kapıların kapandığını ispatlamaktadır. Eğer bu iki kapının haricinde de herhangi bir kapı açık kalmış olsaydı, başkalarının da mescide cenabetli girmeleri câiz olurdu. Oysa Peygamber efendimiz açık bir şekilde, kendisi ve Hz. Ali’nin dışında kimsenin mescide cenabetli giremeyeceğini buyuruyor.

Bu hadis, (ki Buhari ve Müslim de onu nakletmişlerdir) Emevi, Bekri ve diğer grupların, açık kapının diğer bir şahsa ait olduğu hususundaki iddialarının reddi için kesin bir delildir.

Şu kesin ve açıktır ki, evin kapısının mescide açık bırakılması, Hz. Ali (a.s)’ın özelliklerindendir. Eğer izin verirseniz bu konudaki sözlerime, ikinci halifeden size sunacağım bir hadisle son vereyim. Hakim bu hadisi “Müstedrek”in 3. cildinin 125. sayfasında, Süleyman-i Belhi el-Hanefi “Yenabi’ul- Mevedde”nin 56. bölümünün 210. sayfasında (Zahair’ul- Ukba”dan naklen), İmam’ul- Harem “Müsned-i Ahmed bin Hanbel”den, Hatib-i Harezmi “Menakıb”ın 261. sayfasında, İbn-i Hacer “Savaik”in 76. sayfasında, İbn-i Esir “Tarih’ul- Hulefa”da, İbn-i Esir-i Cezri “Esne’l- Metalib”de vb. şahıslar, az bir farkla Ömer’in şöyle dediğini nakletmişlerdir:

“Şüphesiz Ali bin Ebu Talib’e üç özellik verilmiştir. Eğer onlardan birisi bana verilmiş olsaydı, benim için kırmızı tüylü hayvanlardan daha hayırlıydı; o özellikler şunlardır:

1- Peygamber (s.a.a), onu kendi kızıyla evlendirdi.

2- Peygamber (s.a.a), O’nun kapısı dışındaki mescide açılan bütün kapıları kapattı ve O Resulullah ile birlikte mescitte oturdu ve Peygambere mescitte helal olan her şey O’na da helal oldu.

3- Peygamber (s.a.a) Hayber gününde, İslam bayrağını O’na verdi.”

Umarım bu muamma, Nevvab bey ve diğer aziz kardeşlerimize, hiçbir özür baki kalmayacak bir şekilde çözülmüş oldu; Hafız bey de tamamen aydınlanmış oldular.

Biz tekrar başa dönelim, yani Seyyid Şahabuddin’in geriye kalan sözlerine. O araştırmasının son kısmında şöyle diyor:

“Kim Hz. Ali’nin ahvali hakkında biraz araştırmada bulunursa, bir çok özel sıfat, zahiri haller ve dış görünüş sıfatlarında Resulullah’a son derecede benzediğini ve nurunu iktibas ettiğini görecektir. Hz. Ali’den başka kimse bu hususiyetlere sahip olma iftiharına sahip değildir.”

Bu söylediklerim, sizin kendi ulemanızın Emir’ul- Muminin Hz. Ali’nin özel faziletleri hakkındaki itiraflarından sadece bir numune idi. Biliniz ki, ben asla O Hazretin makamı hakkında guluv etmiyor ve akılsızca iddialarda da bulunmuyorum. Şia camiası, evvelden günümüze dek asla delilsiz bir iddiada bulunmamıştır; bizim delillerimizin asıl kaynakları, sizin kendi muteber kitaplarınızda yer almaktadır.

Ama üzüldüğüm nokta şu ki, sizler, geçmişten kalma bir adet üzere, her şeyden habersiz avam halkın arasında oturduğunuzda, kendi makamınızı korumak için, -tek başınıza kadının yanına gidip kuruyla yaşı birbirine katıyor- iftiralarda bulunup meseleyi halka yanlış aktarıyorsunuz.

Zikredilen bu mukaddimeden, Hz. Ali’nin, Harun’un Hz. Musa’ya olan nispeti gibi bütün yönlerde Hz. Peygamber’in misli ve ortağı olduğu sabit oldu. Hz. Musa, kardeşi Harun’u Ben-i İsrail arasında herkesten daha layık ve daha üstün bildiği için Allah’a dua ederek onu, kendisine ortak ve vezir kılmasını istedi. Hz. Peygamber de ümmeti arasında bu makama, Hz. Ali’den daha layık bir kimse görmedi ve Allah’tan, Harun’u nasıl Musa’ya vezir ve ortak kıldıysa, Ali’yi de kendisine ortak kılmasını istedi.

Nevvab: Kıble sahip! Acaba bu konuyla ilgili hadis var mı?

Davetçi: Tabi, Şia’daki icmaya ilave olarak, sizin muteber kitaplarınızda da bu konuyla ilgili hadisler vardır.

Nevvab: Eğer mümkünse, o hadislerden bazılarını bizler için okursanız memnun olurum.

Davetçi: Beylerin buna isteği olursa, ben hazırım.

Hafız: Herhangi bir sakıncası yoktur. Çünkü hadis nakletme ve onu dinleme ibadettir.

Hz. Peygamber’in Allah Teala’dan Hz. Ali’yi Kendisi İçin Vezir İstemesi

Davetçi: Şafii fakihi olan İbn-i Meğazili “Menakıb”da, Celaluddin Süyuti “Dürr’ül- Mensur” tefsirinde ve hadis ashabının imamı Ahmed Sa’lebi “Keşf’ul- Beyan” tefsirinde, Sibt bin Cevzi “Tezkire”de Velayet ayetinin bahsinde ve yine aynı kitabın 14. sayfasında Ebuzer ve Esma bint-i Umeys’ten (Ebu Bekir’in hanımı) şöyle söylediklerini naklediyor:

“Bir gün öğle namazını mescitte kıldık ve Resulullah da orada idi. Bir dilenci kalkıp yardım talebinde bulundu ve kimse ona bir şey vermedi. Bu arada namazda rüku halinde olan Hz. Ali parmağındaki yüzüğe işaret etti ve dilencide yüzüğü Ali’nin parmağından çıkardı. Peygamber (s.a.a) bu manzarayı görünce, mübarek başını gökyüzüne doğru kaldırıp şöyle arz etti:

“Allah’ım! Kardeşim Musa senden istekte bulunarak şöyle dedi: Rabbim benim göğsümü genişlet, (risaletin tebliğinde) işimi kolaylaştır... ve kardeşim Harun’u işlerimde ortak kıl.”

O zaman Musa’ya şu ayet nazil oldu: “Biz senin isteğini kabul ettik ve kardeşin Harun’u sana vezir ederek, senin pazılarını güçlendireceğiz ve size bu alemde kimsenin ulaşamayacağı bir kudret ve hükümet size vereceğiz.”

Bu sırada Peygamber efendimiz şöyle arz etti:

“Allah’ım! Ben senin seçkin kulun ve peygamberin olan Muhammed’im; öyleyse göğsümü genişlet, işlerimi kolaylaştır ve Ehl-i Beytimden Ali’yi bana vezir kılarak sırtımı güçlendir.”

Ebuzer diyor ki, Allah’a and olsun, Peygamber’in duası tamam olmadan Cebrail nazil olarak; “Sizin veliniz Allah, Resulü ve namaz kılıp rüku halinde iken zekat veren müminlerdir.” ayetini Hz. Peygamber’e okudu.

Görüldüğü gibi Hz. Peygamber’in duası kabul olmuş ve Hz. Ali de (Harun’un Musa’ya vezir olduğu gibi) O Hazrete vezir kılınmıştır.

Muhammed bin Talha eş-Şafii “Metalib’us- Süul” kitabının 19. sayfasında, geniş açıklamalarla bu manaya değinmiştir.

Hafız Ebu Neim-i İsfehani “Munkabet’ul- Mutahharin” kitabında, Şeyh Ali Cifri “Kenz’ul- Berahin"de, İmam Ahmed bin Hanbel “Müsned”inde, Seyyit Şehabuddin “Tevzih’ud- Delail”inde, Celaluddin Süyuti “Dürr’ül- Mensur”da ve diğer birçok Ehl-i Sünnet uleması- ki vaktin darlığı nedeniyle onların adını zikretmiyorum- kendi tasnif ve teliflerinde bu hadisi nakletmişlerdir. Bazıları bu hadisi Esma bint-i Umeys’ten (Ebu Bekir’in hanımı), diğer bazıları da sahabelerden nakletmişlerdir.

İbn-i Abbas diyor ki; Peygamber (s.a.a) ben ve Ali’nin elini tutuktan sonra dört rekat namaz kılıp ellerini gökyüzüne doğru açarak şöyle arz etti: “Allah’ım! Musa bin İmran (kardeşi Harun’un vezirliği, nübüvvet işinde ortak olması ve risaleti tebliğ etmesi için) senden istekte bulundu. Allah’ım! Ben Muhammed de senden istiyorum ki, göğsümü genişletesin, işlerimi kolaylaştırasın, sözümü anlayabilmeleri için dilimin düğümünü çözesin, ehlimden Ali bin Ebu Talib’i bana vezir kılasın, O’nun vasıtasıyla sırtımı güçlendiresin ve O’nu işlerimde bana ortak kılasın.”

İbn-i Abbas diyor ki o esnada bir münadinin şöyle dediğini işittim; “Ya Ahmed! İstediğin şeyi sana verdik.” O zaman Resul-ü Ekrem (s.a.a) Hz. Ali’nin ellerini tutarak ona şöyle buyurdu: “Ellerini gökyüzüne kaldır ve Rabbinden sana bir şeyler vermesi için istekte bulun.” Hz. Ali ellerini gökyüzüne doğru kaldırarak şöyle arz etti: “Allah’ım, kendi katında benim için bir ahit kıl ve benim için meveddet (muhabbet) icat et.” Bu sırada Cebrail nazil olarak Meryem suresinin şu ayetini getirdi:

“İman edenler ve salih amellerde bulunanlar için Rahman (Allah) bir sevgi kılacaktır.”[5]

Ashap bu olaydan dolayı hayrete düşünce Resul-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurdular: “Neden hayrete düşüyorsunuz, Kur’ân dört kısımdır; ondan dörtte biri biz Ehl-i Beyt hakkındadır, dörtte biri helaller hakkındadır, dörtte biri haramlar hakkındadır, dörtte birisiyse feraiz ve ahkam hakkındadır. Allah’a and olsun ki, Kur’ân’ın keraimi de Ali hakkında nazil olmuştur.”

Şeyh: Hadisin sahih olması onun sadece Ali (k.v) hakkında olmasına delalet etmez. Bu hadis, iki şanı yüce halife olan Ebu Bekir ve Ömer hakkında da söylenmiş olabilir. Kuz’at bin Suveyd İbn-i Ebi Melike’den o da İbn-i Abbas’tan Resulullah’ın şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Ebu Bekir ve Ömer bana nispetle Harun’un Musa’ya olan menzileti (konumu) gibidir.”

Davetçi: Sayın beyler, eğer biraz ravi ricallerine müracaat etmiş olsaydınız, kendinizi bu kadar zahmete düşürmezdiniz. Bazen Amudi, bazen de yalancı Kuz’a gibi kimselerin sözleriyle istişhat ediyorsunuz (delil getiriyorsunuz). Oysa sizin büyük alimleriniz, onun naklettiği hadisleri zayıf bilerek reddetmişlerdir.

Özellikle Allame Zehebi “Mizan’ul- İ’tidal”da Kuz’a bin Suveyd ve Ammar bin Harun’un hal tercümelerinde bu hadisi reddetmiş ve onun yalan olduğunu söylemiştir. Binaenaleyh, Kuz’a bin Suveyd kendi alimleriniz tarafından reddedildiğine göre ondan nakledilen hadisler de reddedişmiş demektir. Sayın beyler, Şia’nın bu hadisi tevatürle nakletmesine rağmen benim sizin büyük alimlerinizden naklettiğim raviler silsilesini, Kuz’a’nın naklettiği rivayeti yan yana koyarak mukayese edin ve daha sonra hangisinin daha doğru olduğuna kendiniz vicdanınızla karar verin.

(Söz buraya yetiştiğinde beyler saatlerine bakarak; “Biz sohbete dalarak saatten gafil olduk, saat gece yarısını geçmiştir, bu konuyu burada bırakalım, yarın kaldığımız yerden devam ederiz.” diyerek kalkıp iyi geceler deyip gittiler.)


BEŞİNCİ OTURUM

(27 Recep 1345 Salı akşamı)

(Akşamın ilk saatlerinde cemaat daha kalabalık bir toplulukla geldi. Hal hatır sorulup çaylar içildikten sonra Hafız sözü açtı.)

Hafız: Bugün, dün akşamki sözlerimizin üzerinde epeyce düşündüm. Sonra şu sonuca vardım: Maşaallah, güçlü bir konuşma yeteneğiniz var. Sihirli beyanınızın yanı sıra, güzel konuşmanız ve konuyu dallandırıp budaklandırmakla, Resulullah’ın menzilet hadisini buyurmasından amacı; “Hz. Ali’nin (k.v), kendisinden hemen sonra halife olduğunu ispat etmekti” demek istiyorsunuz. Halbuki hadisin özel bir yönü olup Tebuk gazvesinde söylenmiştir. Hadisin genel olup her zaman geçerli olacağına dair herhangi bir delilimiz yoktur.

Menzilet Kelimesi

Geneli (Umumiyeti) İfade Ediyor

Davetçi: Bu sözü sizden başkası söyleseydi şaşırmazdım. Ama sizin gibi birinin böyle konuşması gerçekten çok şaşırtıcıdır. Çünkü siz Arap edebiyatını ve onun kurallarını biliyorsunuz. Neden böyle konuşuyorsunuz anlamıyorum. Arapça dilbilgisi kurallarına göre istisna ve kendisinden istisna olunmuş kelime (müstesna minhu)’nin, her yerde genelliği ifade ettiğini çok iyi biliyorsunuz. Bu hadis-i şerifte menzilet kelimesinin özellikle aleme (özel ada) izafe olması, kesinlikle genelliği (umumiyeti) simgeliyor.

Ayrıca, usul ilminin alimleri, ism-i cins-i izafinin, özellikle de elif ve lâm ile olursa, umumiyeti ifade ettiğini söylüyorlar.

Hadiste de “menzilet” kelimesinin ism-i cins-i izafi olması umumiyeti gerektirmektedir.

Her ne kadar bazı alimler bunun aksini söylemişlerse de, Usul ilminin büyük alimleri bizim kabul ettiğimiz görüşü, yani bir kelime marifeye (tanınmış, belli, bilinene) izafe olduğu zaman umumu ifade eder görüşünü benimsemişlerdir. Burada marifenin aleme (özel ada) veya zamire izafe olması arasında her hangi bir fark yoktur. İstisnanın varlığı, umuma delalet etmenin şartı değildir. Aksine istisnanın sahih olması umum için yeterlidir.

Buna göre “Senin bana olan menziletin, Harun’un Musa’ya olan menzileti gibidir; ama benden sonra nebi yoktur.” hadisi umuma delalet etmektedir. “Benden sonra nebi yoktur” cümlesi manaya hamledilmiş (yüklenmiş)tir. O mana da “nübüvvet”tir. Manaya hamletme kuralı meşhur bir kural olup çok kullanılmaktadır. Fasih ve belagatlı kimselerin şiir ve yazılarında bu kural çok uygulanmıştır.

Hafız: Biraz daha dikkat ederseniz “Benden sonra nebi yoktur” cümlesinin cümle-i haberiyye olduğunu göreceğinizi zannediyorum. Onu Harun’un menazilinden istisna edemezsiniz. Ayrıca neden sarahatten çıkıp manaya hamlediyorsunuz ve neden nübüvvet kelimesini hazfediyorsunuz?

Davetçi: Münakaşa yolunda giriyorsunuz! Sizin gibi şerif birinin münakaşa yoluna baş vurması beklenmiyor doğrusu. Eğer önceki cümlelerin üzerinde biraz düşünürseniz, cümle-i haberiyyenin cevabının orada verildiğini göreceksiniz.

Neden manaya hamlettiniz ve neden zahir-i lafızla hakikati açıklamadınız? sözünüze gelince bunun cevabını siz daha iyi biliyorsunuz, ama bilmezlikten geliyorsunuz. Acaba beyan ilminin alimlerinin, cümleyi güzelleştirmek için bazı kelimeleri hazfettiklerini (cümlede kullanmadıklarını) biliyor musunuz? Kuran-ı Kerim’in ayetlerinde, fesahat ve belagatlı kimselerin sözlerinde bunun birçok örneğine rastlamaktayız.

Ayrıca, eğer hadislerde “nübüvvet” kelimesi olmasaydı, böyle bir soru sorabilirdiniz. Halbuki Peygamber-i Ekrem (s.a.a), bu makamın Hz. Ali (as)’ın olduğunu ispatlamak için birkaç kez nübüvvet kelimesini açıkça kullanmış, onu cümlede getirmiştir. Resulullah (s.a.a) bazen nübüvvet kelimesini getirmeyerek (innehu la nebiyye ba'dî), bazen de onu getirerek (illen nübüvvete) hakikati ispat etmişlerdir. Bu da cümleye ayrı bir güzellik kazandırmıştır.

Ehl-i Sünnetin büyük alimleri, hem nübüvvet kelimesinin olduğu, hem de olmadığı birçok hadis nakletmişlerdir. Onların bazılarını aşağıda getiriyoruz:

Muhammed bin Yusuf-u Genci eş- Şafii “Kifayet’ut- Talibin”in 70. babında, Şeyh Süleyman Belhi el-Hanefi “Yenabi’ul- Meveddet”in 6. babında, İbn-i Esir kendi adını verdiği tarihinde yani “Tarih-i İbn-i Esir”de, Aişe bint-i Sa’d’dan, o da babasından, o da Resulullah (s.a.a)’den, Sibt bin Cevzi “Tezkire”nin 12. sayfasında Müsned-i Ahmed, Müslim ve daha başkalarından, İmam Ahmed bin Hanbel “Menakıb”de, Ebu Abdurrahman Ahmed bin Şuayb-i Nesai (Sihah-ı Sitte’nin yazarlarından biri) “Hasais’ul Aleviyye”de kendi senedine dayanarak Sa’d bin Ebi Vakkas’tan ve Aişe’den, o da babasından, Hatib-i Harezmi “Menakıb”da Cabir bin Abdullah Ensari’den şöyle naklediyorlar: “Resulullah (s.a.a), Hz. Ali’ye şöyle buyurdular: “Ema terza en tekune minni bimenzileti Harun’e min Musa” (Acaba bana nispetle, nübüvvet hariç, Harun’un Musa’ya olan menzileti gibi olmaya razı değil misin?)

Mir Seyyid Ali Hemedani, “Meveddet’ul- Kurba”nın 6. mevedde sinde Enes bin Malik’ten naklettiği hadisin sonunda (dün akşam bu hadisin tamamını aktarmıştım.) Resulullah (s.a.a) şöyle buyuruyor:

“Eğer benden sonra nebi (peygamber) olsaydı, mutlaka Ali peygamber olurdu. Ama benden sonra nübüvvet (peygamberlik) yoktur.”

Bu kadarının yeterli olacağını sanıyorum. Beyler kimseyi yanıltmaya kalkmasınlar; Bilsinler ki müstesna (istisna edilen) nübüvvettir, nübüvvetin olmaması değil. Bu hadis şunu anlatmak istiyor: Hz. Musa Kelimullah (a.s), ümmetinden 40 günlüğüne ayrıldığında, onları kendi başlarına bırakmayıp Beni İsrail’in en faziletlisi olan Hz. Harun’u kendi yerine halife ve vâsi olarak seçip gitti. Bu vesileyle gıyabında, nübüvvete herhangi bir zararın gelmesini önlemek istiyordu. Hal böyleyken şeriatı kamil, kanunları da kıyamete kadar sürecek olan Hatem’ul- Enbiya (s.a.a)’in, cahil insanları kendi başlarına bırakmaması ve mukaddes şeriatı, istediklerine uyacak, rey ve kıyasa göre amel edecek ve şeriatı bölüp-parçalayarak hanif ve saf ümmeti 73 fırkaya bölecek olan insanların yetkisine bırakmaması daha uygundur.

Onun için hadisi şerif “Ali’nin bana nispet olan menzileti (konumu), Harun’un Musa’ya olan menzileti (konumu) gibidir.” diye buyurmaktadır. Yani bu hadis, Hz. Ali (a.s)’ın, Hz. Harun (a.s)’ın sahip olduğu bütün makamlara sahip olduğunu ispat ediyor. Hz. Ali (a.s)’ın bütün sahabe ve ümmetten daha üstün olduğunu kanıtlayan delillerden biri de O’nun halife tayin edilmesidir. Yani Hz. Harun (as), Hz. Musa (a.s)’ın gıyabında nasıl O’nun halifesi idiyse, Hz. Ali (a.s) da Hz. Peygamber (s.a.a)’in gıyabında O’nun halifesidir.

Hafız: Bu hadisin azameti hakkında söyledikleriniz, tabi ki tasavvur edilenin daha üstündedir. Ama öyle sanıyorum ki, biraz derinden düşünürseniz, hadiste genelliğin (umumiyetin) olmadığını göreceksiniz. Çünkü bu sadece Tebuk gazvesine mahsustur. Resulullah (s.a.a) sadece kısa bir süre için efendimiz Ali’yi (k.v.), halife olarak seçmiştir.

Menzilet Hadisi Tebuk’ün Dışında

Defalarca Söylenmiştir

Davetçi: Hadis sadece Tebuk gazvesinde söylenmiş olsaydı, sözünüz doğru olurdu. Ancak bu hadis defalarca ve birçok yerde Resulullah (s.a.a) tarafından buyurulmuştur.

Örneğin, kardeşlik akdini ilk kez Mekke’de, ikinci kez de Medine’de Muhacirler ve Ensar arasında okuduğunda Hz. Ali (a.s)’ı kendisine kardeş seçmiş ve şöyle buyurmuştur:

“Senin bana nispetle olan konumun, Harun’un Musa’ya olan konumu gibidir; şu farkla ki benden sonra nebi yoktur.”

Hafız: Çok acayip! Şimdiye kadar duyup-gördüğüm şey, menzilet hadisinin sadece Tebuk gazvesinde söylendiğidir. Peygamber (s.a.a) oraya sefere gidince, Hz. Ali’yi kendi yerine bırakmıştır. Hz. Ali sefere gidemediğinden dolayı üzülünce, Hz. Peygamber (s.a.a), onun üzüntüsünü gidermek için bu sözleri buyurmuştur. Açıklamalarınızda hata yaptığınızı sanıyorum.

Davetçi: Hayır, hata yapmıyorum, aksine buna yakinim vardır. Şia alimlerinin ittifakının yanı sıra sizin birçok alimlerinizin güvenilir ve muteber kitaplarında da bunlar nakledilmiştir. Örneğin: Mes’udi (hem Sünnilerin kabul ettiği birisi, hem de şiaların) “Müruc’uz- Zeheb”in ikinci cildinin 49. sayfasında, Halebi “Siret’ul- Halebiyye”nin 26 ve 120. sayfalarında, imam Ebu Abdurrahman Nesai “Hasais’ul- Aleviyye”nin 19. sayfasında, Sibt bin Cevzi “Tezkire”nin 13. ve 14. sayfalarında, Süleyman Belhi el-Hanefi “Yenabi’ul- Meveddet”in 9. ve 17. bablarında, imam Ahmed bin Hanbel’in “Müsned”inden naklen, Abdullah bin Ahmed “Zevaid-u Müsned”de ve Harezmi “Menakıb”ta bu hadisi nakletmişlerdir. Hatta, Resulullah (s.a.a)’in bu hadisi, kardeşlik akdinin dışında da birçok yerde buyurduğunu naklediyorlar. Meclisin vaktini fazla almamak için onları nakletmiyorum.

Sizler de tasdik edersiniz ki, bu hadis-i şerifin özel bir yönü yoktur. Aksine onun genelliği (umumiyeti) apaçık ortadadır. Resul-ü Ekrem (s.a.a) her fırsatta, gerekli gördüğü her yerde, Hz. Ali (a.s)’ın kendisinden sonra halife olduğunu şu cümlelerle ilan ediyordu: “Ali’nin bana nispetle olan menzileti (konumu), Harun’un Musa’ya olan menzilet (konumu) gibidir; şu farkla ki benden sonra nebi yoktur.”

Hafız: Peki nasıl olur, Resulullah’ın sahabeleri bu hadisin umumiyetini bilmeleri ve Ali’yi halife olarak kabul etmelerine rağmen, yine de ona karşı gelip başkasını halife seçti ve ona biat ettiler?

Hz. Musa’nın Kardeşi Harun’u Yerine Halife Seçmesi ve Sâmiri’nin Beniisrail'i Buzağıyla Kandırması

Davetçi: Bu konuda size verebileceğim birçok cevap var. Onların içinde buraya en uygun olanı Hz. Harun (a.s)’ın olayıdır. Kuran-ı Kerim’in de açıkça buyurduğu gibi Hz. Musa Kelimullah Tur dağına gideceği zaman, kardeşi Hz. Harun’u kendisine halife seçti. Beniisrail’i (bazı hadislere göre 70 bin kişiydiler) toplayarak, Hz. Harun’un emirlerine itaat etmelerini söyledi. Sonra Rabbinin misafiri olarak Tur dağına gitti. Daha bir ay geçmemişti ki Samiri fitnesi baş gösterdi. Beniisrail’in arasında ayrılık ve ihtilaf çıktı. Samiri altın bir buzağı yaparak Beniisrail’i, Hz. Musa (a.s)’ın halifesi olan Hz. Harun’un etrafından ayırıp kendi etrafında toplamaya başladı. Kısa bir sürede o 70 bin kişi, Hz. Harun’a karşı gelerek ona isyan etmeye başladılar. Halbuki Beniisrail, Hz. Musa (a.s)’ın Hz. Harun’u, kendi gıyabında yerine halife seçtiğini kulaklarıyla duymuşlardı. Ama onlar Samiri’nin aldatmasıyla buzağıya taptılar. Harun (a.s) her ne kadar onların bu çirkin işine engel olmaya çalıştıysa da fayda vermedi. Hatta onu öldürmeye bile yeltendiler. Nitekim A’raf suresinin 150. ayetinde bu olaya deyinilmiştir. Harun (a.s) kardeşi, Hz. Musa Tur dağından döndüğünde dert yanarak şöyle dedi: “Annem oğlu, bu topluluk beni zayıflattı (aciz bıraktı) ve neredeyse beni öldürüyorlardı da!”

Allah aşkına, taassubunuzdan biraz uzaklaşıp insafla söyleyin, Beniisrail’in Hz. Musa (a.s)’ın emirlerine karşı gelmeleri, hak halifesi Hz. Harun’u yalnız bırakmaları ve hokkabaz Samiri’nin hilesiyle buzağıya tapmaları, Hz. Harun’un halifeliğinin batıl olduğunu, Samiri ve buzağısının da hak olduğunu mu gösteriyor?

Beniisrail cahillerinin heva ve heveslerine uyarak yaptıkları bu iş için; “Harun’un halifeliği hak olsaydı ve onlar Hz. Musa (a.s)’ın ağzından bunu duysalardı, onun asla yalnız bırakmaz, Samiri ve buzağının peşinden gitmezlerdi” diyebilir miyiz? Böyle olmadığını kesinlikle biliyorsunuz. Hz. Harun (a.s), Kuran-ı Kerim’in hükmüyle Hz. Musa (a.s)’ın halifesi idi. Beniisrail bunu Hz. Musa (a.s)’ın kendi ağzından işitmişlerdi. Ama Hz. Musa (a.s)’ın gıyabında, fırsat hokkabaz Samiri’nin eline geçince, altından bir buzağı yaptı ve yaptığı işin bilincinde olduğu halde, kasıtlı olarak Beniisrail’i kandırdı. Onlar da, Hz. Harun’un Hz. Musa (a.s)’ın halifesi olduğunu bildikleri halde anlamazlıktan ya da başka kasıtlarından dolayı Samiri’nin peşinden gidip Hz. Harun’u yalnız bıraktılar.

Emir’ul- Müminin Hz. Ali (a.s)’ın Durumunun Hz. Harun (a.s)’ın Durumuna Benzemesi

Resulullah (s.a.a)’in vefatlarından sonra ashap Peygamberin ağzından defalarca, -açıkça veya kinaye olarak- kendisinden sonra Hz. Ali (a.s)’ın halife olduğunu duymalarına rağmen O’nu yalnız bıraktılar. Kimi heva ve heveslerine uyarak, kimi makam sevgisi, kimisi de Ben-i Haşim’e olan düşmanlığından dolayı Hz. Ali’den yüz çevirdiler. Ayrıca Hz. Ali (a.s)’a karşı şahsi haset, kin ve buğz duyan bir grup da O’nun aleyhine özel bir örgüt kurmuştu. Gazali “Sırr’ul- Alemin” kitabının 4. makalesinde bu konuya değinerek açıkça şöyle diyor: “Hakka sırt çevirip cahiliyye devrine döndüler”[6]

Bu yönden Hz. Harun (a.s) ile Hz. Ali (a.s)’ın durumları arasında tam bir benzerlik vardır. Sizin kendi araştırmacı alim ve tarihçilerinizden Diyneveri diye tanınan kadı Ebu Muhammed Abdullah bin Müslim bin Kutaybe-i Bahili ed- Diyneveri “el-imamet ve’s- Siyaset” adlı eserinin 1. cildinin 14. sayfasında Sakife olayını genişçe yazdıktan sonra şöyle diyor: “Ali’nin evini ateşe verip O’nu baskı ve tehditle camiye götürerek; “Biat et yoksa boynunu vururuz” dediler. Hz. Ali de kendisini Hz. Peygamber’in kabrine ulaştırdı. Orada Hz. Harun’un Hz. Musa’ya söylediği sözleri söyledi. Allah-u Teala bu sözleri Kur’an’da zikretmiştir:

“Bu topluluk beni zayıflattı (aciz bıraktı) ve neredeyse beni öldürüyorlardı da!”

Hz. Peygamber (s.a.a), Hz. Ali’yi Hz. Harun’a benzetmekle sanki ümmetine şunu anlatmak istiyordu: Hz. Musa’nın yokluğunda Beniisrail’in Harun’a yaptığını, benim vefatımdan sonra da siz Ali’ye yapacaksınız.

Bu bakımdan Hz. Ali (a.s) bu manayı ispatlamak için ümmetin baskısını ve oyunbazların siyasetlerini görünce -ki onu öldürmeye kadar ileri gittiler- Hz. Peygamber’in mübarek kabrinin yanına gitti. Orada Harun’un Hz. Musa’ya söylediği, Allah Teala’nın da Kuran’da ayet olarak nazil ettiği sözleri söyledi.

(Mecliste olanlar büyük bir şaşkınlıkla bir süre sessizlik içinde kaldılar.)

Nevvab: Kıble sahip (alicenap)! Eğer Ali bin Ebi Talib (k.v) halife idiyse, neden Hz. Peygamber O’nu açıkça halife olarak tanıtmıyor da, amacını işaret ve kinayelerle buyuruyor! Eğer açıkça “Ali benim halifemdir” diye buyursaydı, kimsenin kuşkusu kalmazdı.

Davetçi: Daha önce arz etmiştim, Resul-u Ekrem (s.a.a) hakikati iki şekilde beyan buyurmuştur. Halifeliği açıkça beyan eden hadisler, sizin birçok muteber (güvenilir) kitaplarınızda nakledilmiştir. Ama kinayenin letafetliği sarahatten (açıklıktan) daha fazladır. Edebiyatçılar diyorlar ki: “Kinaye, insanın maksadını sarahatten daha iyi ulaştırır.” Kinayede bir dünya mana yatmaktadır.

Nevvab: Gerçeğin ortaya çıkması için, bizim alimlerin kitaplarında halifeliği açıkça ispat eden hadisleri -şu anda aklınızda varsa- söyleyebilir misiniz.? Çünkü bize, halifeliği açıkça anlatan hiçbir hadisin olmadığını defalarca söylediler.

Davetçi: Muteber kitaplarınızda Hz. Ali (a.s)’ın hilafetini açıkça söyleyen birçok hadisler vardır. Meclisin vaktini göz önüne alarak, onlardan bazılarını aktaracağım:

İnzar Günü Hz. Peygamber’in “Hadis’üd- Dar” Diye Meşhur Olan Sözüyle Hz. Ali’yi Hilafete Ataması

Hadislerin içinde en önemlisi ed-Dar hadisidir. Çünkü, Peygamber (s.a.a), peygamberliğini açıkladığı o ilk gün, Hz. Ali (a.s)’ın halifeliğini de açıkça ilan etti.

İmam Ahmed bin Hanbel “Müsned”in 1. cildinin 111, 159 ve 333. sayfalarında, imam Sa’lebi de kendi tefsirinin “İnzar” ayetinin açıklamasında, Sadr’ul- Eimme Muvaffak bin Ahmed el-Harezmi, “Menakıb”da, Muhammed bin Cerir-i-i Taberi İnzar ayetinin tefsirinde ve “Tarih’ul- Umem ve-l Müluk”un 2. cildinin 217. sayfasında çeşitli yollarla, İbn-i Ebi’l- Hadid el-Mutezili “Şerh-u Nehc’ul- Belağa”nın 3. cildinin 263. ve 281. sayfalarında Nakz’ul- Osmaniyye’den naklen, İbn-i Esir “Kamil”in 2. cildinin 22. sayfasında (mürsel olarak), Hafız Ebu Naim “Hilyet’ul- Evliya”da, Hamidi “Cem’un- Beyn’es Sahihayn”de, Beyhaki “Sünen’un ve Delail’un” da, Ebu’l- Fida “Tarih-u Ebu’l- Fida” diye meşhur olan kitabının 1. cildinin 116. sayfasında, Halebi “Siret’ul- Halebiyye”nin 1. cild, 381. sayfasında, Ebu Abdurrahman Nesai “Hasais’ul- Aleviyye”nin 6. sayfasının 65. hadisinde, Hakim Ebu Abdullah “Müstedrek”in 3. cilt, 132. sayfasında, Şeyh Süleyman Belhi el-Hanefi “Yenabi’ul- Mevedde”nin 31. babında Müsned-i Ahmed ve Tefsir-i Sa’lebi'den naklen, Muhammed bin Yusuf-u Genci eş- Şafii “Kifayet’ut- Talib”in 51. babında ve daha başka birçok büyük alimleriniz az bir farklılıkla şöyle naklediyorlar:

Şuara suresinin 214. ayeti, yani “Ve enzir aşiretek’el- akrebin” (Ve en yakınlarını korkut) ayeti nazil olduğunda, Resul-u Ekrem (s.a.a) akrabalarından ileri gelen 40 kişiyi, amcası Ebu Talib’in evine davet etti. Onlar için bir koyun putu, biraz ekmek ve bir Sa’[7] süt hazırlamıştı. Onlar bu duruma gülerek; Muhammed bir kişilik yemek dahi hazırlamamıştır, dediler. (Çünkü onların içinde öyleleri vardı ki tek başına bir deve yavrusunu yiyebiliyordu.)

Resul-u Ekrem (s.a.a): “Kulu bismillah” (Bismillah diyerek yiyin) buyurdular. Onlar yiyip doyduktan sonra birbirlerine; Muhammed bu yemekle size sihir yaptı, dediler. Yemekten sonra Resulullah (s.a.a) ayağa kalkıp onlara bir konuşma yaptı. Sözü uzatmamak için bu konuşmanın giriş bölümünü getirmeyeceğim. Sadece iddiamıza delil olan bölümü aktaracağım. Orada Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdular:

“Ey Abdulmuttalib oğulları! Allah-u Teala beni bütün insanlara ve özellikle sizlere peygamber olarak gönderdi. Ben de sizi iki kelimeyi (cümleyi) söylemeye davet ediyorum. Öyle iki kelime ki, dile hafif ve kolay, terazide ağır ve değerlidir. Siz bu iki kelimeyi söylemekle Arap’a, Aceme (Arap olmayanlara) malik olacaksınız. Onlar emrinize girecek ve bütün ümmetler (milletler) size muti olacaklar. Bu iki kelimeyle cennete girecek ve cehennemden kurtulacaksınız. O iki kelime; Allah’ın birliğine ve benim peygamberliğime şahadet etmenizdir. Kim (ilk şahıs olarak) bu davetimi kabul eder ve bana yardımda bulunursa, o benim kardeşim, benden sonra vezirim, varisim ve halifem olacaktır.”

Resulullah (s.a.a) bu son cümleyi üç kere tekrarladı. Her üçünde de Hz. Ali’den başka kimse cevap vermedi. Hz. Ali (a.s) her defasında; “Ey Allah’ın peygamberi! Ben senin yardımcın ve yaverinim” diye cevap verdi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.a) onu halifelikle müjdeledi ve ağzının mübarek suyunu onun ağzına sürerek şöyle buyurdular:

“Bu (Ali), benim kardeşim, vasim ve aranızdaki halifemdir.”

Bazı kitaplarda Hz. Ali’nin kendisine hitap ederek şöyle buyurduğu naklediyorlar:

“Sen Ey Ali! Benim vasim ve benden sonra halifemsin.”

Şii ve Sünni İslam alimlerinin yanı sıra, İslam tarihi yazan başka milletlerin tarihçileri de, mezhebi (yani ne Sünni, ne de Şii) taassupları olmadığından, bu olayı tarafsız olarak nakletmişlerdir. Onlardan biri İngilizli filozof ve tarihçi Thomas Carl’dır. O, 18. asırda yaşamış ve dünyaca ünlü biriydi. O, Mısırlıların Arapça’ya çevirdiği “el-İbtal ve İbadet’ul- Mebtule” adlı meşhur kitabında, Hz. Ebu Talib’in evinde Kureyş’e verilen bu ziyafeti genişçe ele aldıktan sonra şöyle yazıyor: “Peygamber’in hutbesinden sonra Ali ayağa kalkarak ona iman etti. Böylece büyük halifelik makamı ona nasip oldu.”

Fransız bir öğretmen olan Mösyö Paul Lehjur, 1884 yılında Paris’te yayınlanan “Hatem’ul- Nebiyyin’in Yaşamı” adlı küçük kitabında, İngiliz Corcis Sal ve Şamlı Haşim-i Nasrani 1891 yılında yayınlanan “Makalet’ul- İslam”ın 83 ve 86. sayfalarında, (İslam’a ve Müslümanlara karşı o kadar taassup ve muhalif olmalarına rağmen), özellikle Mistir Can Deyvun Purt (ki insaflı biriydi) değerli eseri “Muhammed ve Kur’an” adlı kitabın 20. sayfasında bu konuyla ilgili, aydın bir görüş ve temiz bir kalple şöyle yazıyorlar: “Peygamber, daha peygamberliğinin başında Ali’yi kendisine kardeş, vezir ve halife seçti.”

Hz. Ali’nin Halifeliğini Açıkça İlan Eden Hadisler

Hz. Peygamber (s.a.a), bu hadis-i şerifin dışında birçok yer ve zamanda da aynı manaya değinmişlerdir. Örneğin:

1- İmam Ahmed bin Hanbel “Müsned”de ve Mir seyyid Ali Hemedani eş- Şafii “Meveddet’ul- Kurba”nın 4. meveddetinin sonunda şöyle naklediyorlar: Resulullah (s.a.a) Hz. Ali’ye şöyle buyurdular:

“Ya Ali! Sen benim zimmetimi beri edeceksin (halkın üzerimdeki olan haklarını ödeyeceksin) ve sen benim ümmetime olan halifemsin.”

2- İmam Ahmed “Müsned”de çeşitli yollarla ve lafızlarla, Şafii fakihi olan İbn-i Meğazili “Menakıb”da, Sa’lebi kendi tefsirinde şöyle naklediyorlar: Resul-u Ekrem (s.a.a) Hz. Ali’ye şöyle buyurdular:

“Ya Ali! Sen benim kardeşim, vasim, halifem ve borçlarımı ödeyensin.”

3- Ebu’l- Kasım Hüseyin bin Muhammed (Rağıb-i İsfehani) “Muhazırat’ul- Udeba ve Muhaverat’uş- Şuara ve’l- Buleğa” kitabının 2. Cildinin 213. sayfasında Enes bin Malik’ten Resul-ü Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

“Şüphesiz benim dostum, vezirim, halifem ve borcumu ödeyip vaatlerime vefa edecek olan kendimden sonra geride bıraktığım en hayırlı kimse, Ali bin Ebi Talib’dir.”

4- Mir Seyyid Ali Hemedani eş- Şafii “Meveddet’ul- Kurba”nın 6. meveddetinin başlarında, ikinci halife Ömer bin Hattap’tan şöyle naklediyor: Hz. Peygamber, ashap arasında kardeşlik akdi okuduğunda şöyle buyurdular:

“Bu Ali, dünya ve ahirette kardeşim, ailem arasında halifem, ümmetimin içinde vasim, ilmimin varisi ve borcumu eda edendir. Onun malı benden, benim malım ise onundur; onun menfaati benim menfaatim, onun zararı ise benim zararımdır. Onu seven beni sevmiştir, ona buğz eden bana buğzetmiştir.”

5- Yine 6. Meveddet’te Enes bin Malik’ten hadis naklediyor ki daha önce onu aktarmıştım. O hadisin sonunda söyle diyor: Resul-u Ekrem (s.a.a) açıkça şöyle buyurdu: “O (Ali), benim halifem ve vezirimdir.”

6- Muhammed bin Yusuf-u Genci eş- Şafii “Kifayet’ut- Talip”de Ebu Zer-i Ğifari’den şöyle naklediyor: Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu:

“Havuzun (Kevser havuzu) başında, Emir’ul- Müminin Ali’nin bayrağı, yüzü, eli, ayağı (secde yerleri) nurlu olanların İmamı ve benden sonraki halifem yanıma gelecektir.”

7- Beyhaki, Hatib-i Harezmi ve İbn-i Meğazili eş- Şafii, “Menakıb”larında Resulullah (s.a.a)’ın Hz. Ali’ye şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:

“Ben insanların arasından gittikten sonra, sen benim halifemsin ve benden sonra sen müminlerin velisisin.”

8- İmam Ebu Abdurrahman Nesai (Sihah-ı Sitte'nin imamlarından biri) “Hasais’ul- Aleviyye”nin 23. hadisinde İbn-i Abbas’tan, Hz. Ali (a.s)’ın faziletini genişçe naklediyor. Haruni menziletleri zikrettikten sonra Resulullah (s.a.a)’in Hz. Ali’ye şöyle buyurduğunu naklediyor:

“Sen benim halifemsin. Yani benden sonra her müminin halifesisin.”

(Açıktır ki bu cümle ve devamındaki cümleyle, Haruni bütün menzilet ve mertebeleri Hz. Ali’ye verdikten sonra Ali’nin emirliğini açıkça beyan buyurdu. “Yani sen Ey Ali! Ümmetime ve benden sonra her mümine benim halifemsin.”

Bu hadis-i şerifte ve diğer hadislerde Hz. Peygamber’in buyurduğu “min” kelimesi ya min-i beyaniyye’dir; yani “Benim ölümümden sonra...” veya min-i ibtidaiyye’dir; yani “Öldüğüm andan itibaren sen ümmetimin halifesisin.”

Her iki durumda da, Hz. Ali’nin Hz. Peygamber’den hemen sonra, bütün ümmete Allah ve Resulünün halifesi olduğu açıkça kanıtlanmış oluyor.

9- Hilkat hadisi: Bu hadis çeşitli yollarla nakledilmiştir. Örneğin: İmam Ahmed bin Hanbel “Müsned”de, Mir Seyyid Ali Hemedani eş- Şafii “Meveddet’ul- Kurba”da, İbn-i Meğazili eş- Şafii “Menakıb”da, Deylemi “Firdevs”da az bir farklılıkla, sahih senetlerle Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:

“Allah Teala, Adem’i yaratmadan 14000 yıl önce ben ve Ali bir nurdan yaratıldık. Allah Teala, Adem’i yarattıktan sonra, o nuru Adem’in sulbüne yerleştirdi. Abdulmuttalib’in sulbüne gelinceye kadar öylece bir nur idik. Abdulmuttalib’in sulbünden ayrıldıktan sonra nübüvvet bana, hilafet de Ali’ye verildi.”

10- Hafız Ebu Cafer Muhammed bin Cerir-i Taberi (Ö: 310 H.) “el-Vilayet” adlı kitabında Resul-u Ekrem (s.a.a)’den şöyle naklediyor: “Resulullah (s.a.a) “Gadir-i Hum” hutbesinin başlarında şöyle buyurdular:

“Cebrail Rabbimden taraf bana; burada kalkıp bütün beyaz ve zencilere şunu ilan etmemi emretti: “Şüphesiz ki, Ali bin Ebi Talip benim kardeşim, vasim, halifem ve benden sonra İmamdır.” Sonra şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Şüphesiz Allah Teala, Ali’yi sizlere veli ve İmam tayin etti; O’nun itaatini herkese farz kıldı; hükmü geçerli, sözü ise câizdir (Allah tarafındandır). Kim ona muhalefet ederse (karşı gelirse,) mel’undur; kim de onu tasdik ederse, rahmete uğramıştır.”

11- Şeyh Süleyman Belhi el-Hanefi “Yenabi’ul- Meveddet”te Ahmed’in “Menakıb”ından, o da İbn-i Abbas’tan öyle bir rivayet naklediyor ki, hilafetin yanı sıra Hz. Ali (a.s)’ın birçok özel faziletlerini de içermektedir. Onların her biri tek başına onun hilafetini ispatlamaya yeterlidir. Bu yüzden beylerin izniyle, hüccetin tamamlanması için hadisin hepsini aktarmak istiyorum.

Saygı değer beyler, bilin ki Hatem’ul- Enbiya (s.a.a)’in risalet makamından sonra, en üstün makam Hz. Ali (a.s)’ın makam ve mertebesidir. Velhasıl, İbn-i Abbas Resul-u Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu naklediyor:

“Ya Ali! Sen havuzumun ve bayrağımın sahibi, kalbimin habibi, benim vasim, ilmimin varisi ve halifemsin. Sen benden önceki peygamberlerin mirasının emanetçisisin. Sen Allah’ın yeryüzündeki emini ve bütün insanlara hüccetisin; Sen imanın rüknü ve İslam’ın bekçisisin. Sen karanlığın meşalesi, hidayetin nuru ve dünya ehli için yükseltilmiş nişanesin.

Ya Ali! Kim sana uyarsa, kurtulmuştur; kim de senden yüz çevirirse, helak olmuştur. Açık yol sensin; sırat-i müstakim sensin; ak yüzlülerin lideri ve müminlerin sultanı sensin. Ben kimin mevlası isem, sen de onun mevlasısın; ben bütün mümin erkek ve kadınların mevlasıyım. Seni ancak helalzade sever ve sana yalnızca haramzade düşman olur. Allah Teala beni miraca götürdüğünde şöyle buyurdu: “Ya Muhammed! Ali’ye benden taraf selam söyle ve ona bildir ki, o benim dostlarımın İmamı ve bana itaat edenlerin nurudur.” Bu keramet ve makam sana mübarek olsun ya Ali!”

12- Harezm hatiplerinin en üstün hatibi Ebu’l- Mueyyid Muvaffakuddin “Fezail-u Emir’ul- Müminin” (a.s) adlı kitabının 240. Sayfasının (1313 H.K tarihli baskısı) 19. bölümünde, kendi senetleriyle Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu naklediyor:

“Miraçta Sidret’ul- Müntehaya ulaştığımda bana şöyle hitap edildi: ‘Ey Muhammed! İnsanları imtihan ettin mi? Onların içerisinde en itaatkar kimi buldun?’ Ben de cevaben; ‘Evet, imtihan ettim; onların içerisinde en itaatkar Ali’yi buldum’ dedim. Allah Teala buyurdu ki; ‘Doğru söyledin ya Muhammed!’ Sonra şöyle buyurdu: ‘Senin hedeflerini insanlara ulaştıracak, benim kitabımdan kullarımın bilmediklerini onlara öğretecek bir halife kendine seçtin mi?’ Ben şöyle arz ettim: ‘Ey Rabbim! Sen kimi seçsen, ben de onu seçeceğim.’ Allah Teala buyurdu ki: ‘Ali’yi senin için halife ve vasi seçtim; ilim ve hilmimden O’na bağışladım. O, müminlerin gerçek olan emridir (Emir’ul- Müminin’dir); ne geçmişte bir kimse onun makamına ulaşmış ve ne de gelecekte bir kimse onun makamına ulaşacaktır.”

Bu çeşit hadisler, sizin muteber kitaplarınızda çoktur. Ben onlardan ancak aklımda kalabilenleri aktardım. Bu şekilde Cenab-ı Hafız bilsinler ki biz konuyu dallandırıp budaklandırmıyoruz. Aksine gerçeğin ta kendisini söylüyoruz. Sizin insaflı büyük alimleriniz de bunu aynen tasdik etmişlerdir. Onlardan biri Nezzam-i Besri’dir. Selahattin Safdi “Vafi bi’l- Vefeyat”da Elif harfinde Mütezili Nezzam diye tanınan İbrahim bin Seyyar bin Hani el-Besri’nin biyografisinde onun şöyle dediğini nakletmiştir:

“Resulullah (s.a.a), Ali’nin İmamlığını (halifeliğini) açıkça ilan etti; sahabe de bunu bilmiş oldu. Ama Ömer (r.z) Ebubekir (r.z)’ın hatırı için bunu sakladı.”

Maalesef biz Hatem’ul- Enbiya (s.a.a)’in zamanında yaşamadık. Bugün hak yolu bulmak için Kuran’ın ayetlerine ve her iki fırkanın (Şii ve Sünni) kabul ettiği sahih hadislere başvurmak zorundayız. Her kim, Kur’an Kerim’in ayetleri ve Resul-u Ekrem (s.a.a)’in de mütevatir hadisleriyle, ilim ve yüce erdemlerle diğer insanlardan öne geçirilip üstün tanıtılmışsa, bizim de onu kendimize önder bilip ona uymamız gerekir.

Sizin muteber kitaplarınızda geçen hadislerde –Hz. Ali’nin imameti hususunda- hilafet, velayet ve vesayet (vasilik) lafızları oldukça geçmiştir. Bunlara ilaveten, geçen akşamlar değindiğimiz gibi, Hz. Ali (a.s), nübüvvet hariç diğer bütün üstünlük ve özelliklerde, Hz. Peygamber (s.a.a) ile ortaktı ve ümmetin hepsinden daha üstündü. Kuran’ın ayetleri ve birçok mütevatir hadislere göre, insanlar içerisinde hiç kimse O’nun faziletlerinin onda birine, hatta binde birine bile ulaşmış değillerdir.

Nitekim Hatib-i Harezmi “Menakıb”da İbn-i Abbas’tan, Muhammed bin Yusuf-u Genci eş- Şafii “Kifayet’ut- Talip”de, Sibt bin Cevzi “Tezkire”de, İbn-i Sabbağ el-Maliki “Fusul’ul- Mühimme”de, Süleyman Belhi el-Hanefi “Yenabi’ul- Meveddet”te, Mir Seyyid Ali Hemedani “Meveddet’ul- Kurba”nın 5. Meveddesinde ikinci halife Ömer bin Hattab’tan Resul-u Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmiştirler:

“Eğer ağaçlar kalem, denizler mürekkep, cinler hesap eden ve insanlar da yazıcı olurlarsa, yine de Ali bin Ebi Talib’in faziletlerini sayamazlar.”

Binaenaleyh Hz. Ali (a.s) hilafet makamına ve Resulullah (s.a.a)’in vasisi olmaya herkesten daha evla ve daha layıktır.

Şeyh Yeniden Devreye Giriyor

Şeyh Abdusselam: (Hafız Muhammed Raşid’e dönerek:) Müsaade edin biraz da ben konuşayım; bu arada siz de nefes alıp istirahat ediniz. Sonra bana dönerek dedi ki:)

Kıble sahip (alicenap)! Biz asla Mevla’mız Ali (k.v)’nin faziletlerini inkar etmiyoruz. Ama faziletleri O’nunla sınırlandırmak da akıl kârı değildir. Çünkü Hulefa-i Raşid’in (r.z) Peygamber’in has sahabelerinden olup her birisi fazilet sahibi ve eşittiler. Siz hep tek taraflı konuşuyorsunuz. Bu da mecliste olanlar ve olmayanları yanıltabilir; durumun sizin buyurduğunuz şekilde olduğunu zannedebilirler. İzin verirseniz hakkın saklı kalmaması için onların faziletlerini anlatan hadislerden bazılarını aktarayım.

Davetçi: Bizim insanlara özel bir bakışımız yoktur. Biz sadece akıl, mantık ve ilme tabiiyiz. Tek taraflı da konuşmuyoruz. Kuran’ın ayetleri ve her iki fırkanın (Şii ve Sünni) kabul ettiği apaçık sahih hadisler bizlere tek taraflı gösteriyor. Sahabe konusuna gelince; Allah şahittir ki, cahilce bir sevgi ya da nefret işin içinde yoktur. Taassuba hiçbir zaman kapılmadım ve kapılmayacağım da. Burada muhterem beylerden ricam, benim taassuba kapıldığımı; akıl, mantık ve delil dışı bir söz söylediğimi gördüklerinde beni uyarmalarıdır. Bundan da çok mutlu olurum.

Kimse Sahabelerin Faziletlerini İnkar Etmiyor

Eğer her iki tarafın (Şii ve Sünni) kabul ettiği hadisleri beyan ederseniz, canı gönülden kabul ederim. Ben pâk sahabelerin faziletlerini inkar etmiyorum. Mutlaka her birinin kendi yerinde faziletleri vardır. Ama, her iki fırkanın da üzerinde ittifak ettiği ümmetin en faziletlisini (üstününü) bulmak gerekir. Biz fazıl (faziletli) üzerinde konuşmuyoruz. Çünkü füzela (faziletliler) çoktur. Resul-u Ekrem (s.a.a)’den sonra ümmetin en faziletlisinin kim olduğunu bulmalıyız ki aklın ve naklin (ayet ve hadislerin) hükmüne göre onu önde bilip ona uyalım.

Şeyh: Sizin amacınız yan çizmektir. Çünkü sizin kitaplarınızda, halifelerin fazileti hakkında istidlal edilecek bir hadis dahi bulunmamaktadır. Durum böyleyken nasıl her iki tarafın kabul ettiği hadisleri delil getirebiliriz?

Davetçi: Bu sizin sorununuzdur. Neden ilk akşam kitapları iyi okumadan konuşmaya başladınız? Aklınızdaysa bu teklifi ilk akşam Cenab-ı Hafız (sellemehullah) sundu ve dedi ki; “İstidlallerimiz, sohbetimiz boyunca Kuran’ın ayetleri ve her iki tarafın kabul ettiği hadislerden olsun.” Ben de sizin muteber kitaplarınızı iyice okuduğum için teklifi kabul ettim. Kendinizin ve mecliste bulunanların şahadetiyle, konuşmamızın başından şimdiye kadar bu anlaşmanın dışına çıkmadım. Şimdiye kadar hep sizin alimlerinizin muteber kitaplarında nakledilen sahih hadisleri ve Kuran’ın ayetlerini delil olarak getirdim. Bu sohbetler devam ettiği sürece inşaallah bu anlaşmanın dışına çıkmayacağım.

Bu anlaşmayı yaptığınız zaman, böyle bir sorunla karşılaşacağınızı tahmin etmiyordunuz galiba. Ama ben, anlaşmayı bahane edip de sizleri zor durumda bırakmak istemiyorum. Sizin için tek taraflı sahih hadislerinizi, sahte ve uyduruk olmamak; akli ve nakli delillere (ayet ve hadislere) uygun olması şartıyla dinlemeye hazırım. Sonra oturup insaflı bir şekilde adilce hüküm verelim, eğer bunlar Hz. Ali (a.s)’ın faziletlerinin çokluğu karşısında duracak olurlarsa kabul edelim.

Şeyh: Hilafetle ilgili hadisler naklettiniz; ama Ebu Bekir’in hilafeti hakkında, sizin gafil olduğunuz bu çeşit birçok hadisler vardır.

Davetçi: Sizin Zehebi, Süyuti ve İbn-i Ebi’l- Hadid. gibi büyük alimlerinizin kendileri demişlerdir ki; Emevi ve Bekriler Ebu Bekir’in faziletleri hakkında birçok hadisler uydurmuşlardır. Bunu göz önüne alarak o çok dediğiniz hadislerden bir tanesini örnek olarak söyleyin de insaflı ve taassupsuz hakimler hüküm versinler.

Ebu Bekir’in Fazileti Hakkında Hadisin Nakledilmesi ve Onun Sahte Olduğuna Dair Yanıt

Şeyh: Ömer bin İbrahim bin Halid, İsa bin Ali bin Abdullah bin Abbas’tan, o da babasından, o da dedesi Abbas’tan şu muteber hadisi naklediyorlar: Resulullah (s.a.a) o büyük şahısa (Abbas’a) şöyle buyurdu:

“Ey amca! Şüphesiz ki Allah Teala, Ebu Bekri Allah’ın dinine halifem yaptı. Öyleyse onu dinleyin ve kurtuluşa ermeniz için ona itaat edin!”

Davetçi: Hadis tek taraflı olmasına rağmen merdut (reddedilmiş) olmasaydı, üzerinde konuşurduk.

Şeyh: Nasıl merduttur? Siz bütün meseleleri, lafla düzeltmek istiyorsunuz!

Davetçi:Yanılıyorsunuz! Biz laf ehli değiliz; aksine amel ehliyiz. Bu hadisi biz reddetmedik. Bunu sizin büyük alimleriniz reddetmiştir. Onlara göre bu hadisi nakleden raviler, yalancı ve sahtekardırlar. Bu yüzden hadisi batıl bilip muteber kabul etmiyorlar. Zehebi “Mizan’ul- İ’tidal”da İbrahim bin Halid’in biyografisinde ve Hatib-i Bağdadi “Tarih-i Bağdadi”de Ömer bin İbrahim’in hal tercümesinde “O, kezzap (yalancı)’dır” diye yazıyorlar.

Şeyh: Sahih bir hadiste, güvenilir sahabelerden Ebu Hureyre (r.z) şöyle naklediyor: Cebrail, Peygamber (s.a.a)’e nazil olarak şöyle arz etti:

“Allah sana selam gönderiyor ve buyuruyor ki, ben Ebu Bekir’den razıyım; ondan sor acaba o da benden razı mı?!”

 Davetçi: Şunu iyi bilmek gerekir ki, hadisleri naklederken aklın kınamasına maruz kalmamak için çok dikkatli olmalıyız. Ayrıca şu noktayı da hatırlatmak istiyorum: Büyük alimlerinizden İbn-i Hacer “İsabe”de, İbn-i Abdulbirr “İstiab”da Ebu Hureyre’nin kendisinden Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu naklediyorlar:

“Benim adıma yalan söyleyenler çoğaldılar. Kim bilerek benim adıma yalan söylerse onun yeri cehennem ateşidir. Ne zaman benden size bir hadis gelirse, onu Kuran’la karşılaştırın.” (Yani Kuran’a uyarsa kabul edin, uymazsa reddedin.)

Yine Fahri Razi Tefsir-i Kebir’in 6. cildinin 371. sayfasında her iki fırkanın da kabul ettiği bir hadisi Resulullah (s.a.a)’den şöyle naklediyor:

“Benden size bir hadis nakledildiği zaman, onu Allah’ın kitabına sunun. Eğer ona uyarsa kabul edin, aksi takdirde reddedin.”

Büyük alimlerinizin kendi kitaplarında yazdıkları gibi Resulullah (s.a.a)’in adına yalan hadis uyduranlardan birisi de kendisinden hadis naklettiğiniz işte bu Ebu Hureyre’dir. Boşuna ona güvenilir dediniz.

Şeyh: Sizin gibi alim, mübelliğ ve Resulullah’ın soyundan gelen birinden, Resulullah (s.a.a)’in sahabelerini kötülemeyi doğrusu beklemiyorduk.

Davetçi: Sahabe kelimesini kullanarak beni korkutmaya çalışmayın. Sahabe olmayı yalnız başına şeref ve fazilet sebebi bilmek hatadır. Resul-u Ekrem (s.a.a)’e sahabe olmak o zaman insana şeref ve fazilet kazandırır ki, Peygamber’e karşı muti ve itaatkar olsun. Ama eğer Peygamber’in emir ve düsturlarına aykırı hareket eder, heva ve heveslerine tabi olursa, kesinlikle o insan reddedilmiş, hatta mel’un ve elemli bir azaba müstahak da olur.

Kuran’ın, fısklarına ve cehenneme gireceklerine şahadet verdiği münafıklar, acaba Resulullah (s.a.a)’in sahabelerinden değiller miydi? Oysa münafıklar lanetlenmiş ve ateş ehlidirler.

Ebu Hureyre’nin de o reddedilmiş melunlardan olup cehennemlik olduğuna şaşırmayın!

Şeyh: Öncelikle onun reddedilmiş olduğu belli değildir. Bazılarının onu reddettiğini farz etsek bile, bu onun ateş ehli olduğuna delil olamaz? Acaba her reddedilen (merdut) mel’un ve ateş ehli mi olur? Kuran’ın açık hükmü ve Peygamber’in sözüyle lanetlenmiş olan ancak mel’un olur.

Ebu Hureyre’nin Kimliği ve Yerilmesi

Davetçi: Ebu Hureyre’nin reddedilmişliğine dair güneşten daha aydın birçok deliller vardır. Bunu büyük alimleriniz de tasdik etmişlerdir. Onun reddedilmiş (merdut) olduğuna dair delillerden birisi, Resulullah (s.a.a)’in diliyle lanetlenmiş Muaviye bin Ebi Süfyan’ın, münafıkların ve ikiyüzlülerin yanında yer almasıdır. Çünkü Sıffin’de namazları Emir’ul- Müminin Hz. Ali (a.s)’ın peşinde kıldığı halde, Muaviye’nin yağlı sofrasının başından da eksik olmuyordu. Zemahşeri “Rebi’ul- Ebrar”da, İbn-i Ebi’l- Hadid “Şerh-u Nehc’ul- Belağa”da ve daha başkaları şöyle naklediyorlar:

Ondan bu iki farklı hareketinin sebebi sorulduğu zaman şöyle diyordu: “Muaviye’nin muzeyresi[8] ve yemeği daha yağlıdır, Ali’nin arkasında namaz kılmak ise efdaldır” Bu yüzden Ebu Hureyre “Şeyh’ul- Muzeyre” diye meşhur olmuştur.

Hz. Ali Kur’an ve Haktan Ayrılmaz

Halbuki (Şia alimlerinin ittifakın yanı sıra) Şeyh’ul- İslam Himvini “Feraid”in 37. babında, Harezmi “Menakıb”da, Taberani “Evset”te, Genci-yi Şafii “Kifayet’ut- Talip”te, İbn-i Kuteybe “el-imamet ve’s- Siyaset”in 1. cildinin 68. sayfasında, imam Ahmed bin Hanbel “Müsned”de, Süleyman Belhi “Yenabi’ul- Meveddet”te, Ebu Ya’la “Müsned”de, Muttaki-yi Hindi “Kenz’ul- Ummal”ın 6. cildinin 157. sayfasında, Said bin Mensur “Sünen”de, Hatib-i Bağdadi “Tarih-i Bağdadi” diye meşhur olan kitabının 14. cildinin 321. sayfasında, Hafız bin Merduye “Menakıb”da, Semani “Fezail’us- Sahabe”de, imam Fahr-i Razi “Tefsir-i Fahr-i Razi”nin 1. cildinin 111. sayfasında, Ebu’l- Kasım Hüseyin bin Muhammed (Rağib-i İsfehani) “Muhazırat’ul- Üdeba”nın 2. cildinin 113. sayfasında vs. alimleriniz Ebu Hureyre’nin kendisinden ve diğerlerinden Resul-u Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu naklediyorlar:

“Ali hak iledir ve hak da Ali’yle; Ali neredeyse hak da oradadır.”

Bu hadis, Ebu Hureyre’nin bu hadisi gördüğü halde Hz. Ali (a.s)’ı bırakıp Muaviye’nin etrafında dönmesi, onun merdut (reddedilmiş) olduğunu göstermiyor mu?

Muaviye’nin kötü amel ve zulümlerini görüp de susan ve dünyevi menfaatleri için karnını doyurmak ve makam sahibi olmak için o melunun meclisinde oturarak ona yardımcı olan merdut (reddedilmiş) değil midir?!

Hakim-i Nişaburi “Müstedrek”in 3. cildinin 124. sayfasında, imam Ahmed bin Hanbel “Müsned”de, Taberani “Evset”te, Şafii Fakihi İbn-i Meğazili “Menakıb”ta, Muttaki Hindi “Kenz’ul- Ummal”ın 6. cildinin 153. sayfasında, Şeyh’ul- İslam Himvini “Feraid”de, İbn-i Hacer-i Mekki “Savaik”in 74. ve 75. sayfalarında, Süleyman Belhi el-Hanefi “Yenabi’ul- Meveddet”te, Celalettin Süyuti “Tarih’ul- Hulefa”nın 116. sayfasında, imam Ebu Abdurrahman Nesai “Hasais’ul- Aleviyye”de ve daha başka büyük alimleriniz Ebu Hureyre’nin kendisinden Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu naklediyorlar:

“Ali Kur’an’ladır ve Kuran da Ali iledir. Bunlar havuzun başında bana gelinceye kadar asla birbirlerinden ayrılmazlar. Ali bendendir, ben de Ali’denim. Kim ona sebbederse (kötü söz söylerse), şüphesiz bana sebbetmiştir ve kim bana sebbederse, şüphesiz Allah’a sebbetmiştir.”

Bununla birlikte, Muaviye (aleyh’il- haviye)’nin açıkça hatta minber ve Cuma namazlarında Hz. Ali’ye, Hz. Hasan’a ve Hz. Hüseyin’e lanet edilmesine seyirci olan, bütün minber ve meclislerde Hz. Ali (a.s)’a lanet edilmesini görüp susan, bununla da kalmayıp Muaviye ve benzeri lanetliler ile oturup kalkan ve onların yaptığına sevinen bir şahıs merdut değil de nedir?

Onlarla muaşeret etmenin yanı sıra, hadisler uydurarak onlara yardımcı olan ve halkı Hz. Ali’nin aleyhine kışkırtan ve O Hazrete lanet etmeye zorlayan bir şahıs merdut değil midir?

Şeyh: Temiz sahabenin hadis uydurarak halkı Ali (k.v)’e lanet etmeye ve kötü söz söylemeye teşvik etmesi iftiralarını kabul etmemiz makul mu? Bu çeşit iftiralar Şiilerin iftiralarından değil midir?

Davetçi: Temiz sahabelerin böyle bir şeyi yapmaları tabii ki akılcı değil. Ama eğer sahabelerden biri böyle bir şeyi yapmışsa, bu kesinlikle onun temiz olmadığını gösteriyor ve o münafık, merdut ve melundur.

Allah’a ve Peygamber’e sebbeden (kötü söz söyleyen) kesinlikle merdut, melun ve cehennemliktir. Şii alimlerinin ittifakının yanı sıra sizin büyük alimlerinizin de naklettiği açık birçok hadiste Resul-u Ekrem (s.a.a) şöyle buyuruyor:

“Kim Ali’ye sebbederse, bana ve benim Allah’ıma sebbetmiştir.”

Böylesi iftiralar Şiilerin uydurmalarıdır sözüne gelince; yanıldığınızı hemen söyleyeyim. Bizi, kendi bazı alimleriniz gibi tasavvur etmeyin. Çünkü sizin öyle alimleriniz var ki, hedeflerine ulaşmak için Şiilere iftira atıyor, yalanlar uyduruyor, gerçeklerden haberi olmayan insanları (avam halkı) yoldan çıkarıyorlar. Kıyametten ve Allah’ın mahkemesinden de korkmuyorlar.

Şeyh: Siz, eğer Resulullah (s.a.v)’in yüce sahabelerine hadis uydurma iftirasında bulunuyorsanız, doğal olarak İslam’ın iftiharları olan Ehl-i Sünnet ve Cemaatin bilgili alimlerini de kötüleyeceksiniz tabii. Aslında siz Şiilerin en büyük hüneri, büyükleri kötülemek, onlara iftira atmak ve onlara sövmektir.

Davetçi: Bu çeşit sözleri bize nispet vermekle haksızlık yapıyorsunuz. 1400 yıldır (Şii ve Sünnilerin yazdıkları) tarih kitapları, sizin söylediklerinizin aksine şahadet ediyorlar.

Şiilerin, Muhaliflerin Karşısındaki Mazlumiyeti

İslam’ın başlangıcından ve Emevilerin ortaya çıkışından bugüne kadar sürekli olarak tertemiz Ehl-i Beyt’in Masum İmamlarına ve mazlum Şialarına lanet etmek, sövmek ve iftirada bulunmak, Müslümanların siyasi oyunbazlarının (Sünni adına yani Emevi Sünnet ve Cemaatin takipçilerinin) yaptığı şeylerdir. Gerçeklerden haberi olmayanları aldatmak, tefrika çıkarmak ve Müslümanların arasına ihtilaf sokmak için, seçkin alimleriniz muteber kitaplarında mazlum Şialara yüzlerce iftira atmış ve boynuzlu yalanlar uydurmuşlardır. Şiilere Rafızi, kafir, müşrik ve gali demiş ve onlara sövüp lanet etmişlerdir; onların önderlerini de, her şeyden habersiz temiz kalpli Sünni kardeşlerin gözünden düşürmüş ve nefret ettirmişlerdir.

Şeyh: Hangi Sünni alim kitabında Şiilere iftira atıp onlar için yalan söylemiştir? Bunu ispat edemediğiniz takdirde kesinlikle mahkum olurusunuz. Bizim alimlerimiz ne yazıp söylemişlerse, gerçek söylemişlerdir. Şiiler fasit inanç ve amellerini bir kenara bıraksınlar da rahat etsinler ve onları böyle eleştirmesinler.

Sünni Alimlerin Şialara Attıkları Yalanlar

Davetçi: Büyük alimlerinizin Şiilere attıkları binlerce iftira ve yalandan bazılarını, bu muhterem mecliste gerçeklerden habersiz insanların aydınlanması için aktarmaya beni mecbur ettiniz. Hüküm vermeyi de Müslümanların temiz ruh ve aydın kalplerine bırakıyorum.

İbn-i Abdurabbih’in Şiilere Attığı İftiralar

Sizin iftiharınızdan olan edebi alimlerinizden Şahabuddin Ebu Ömer Ahmed bin Muhammed bin Abdurabbih Kurtubi el-Endulusi el-Maliki (Ö: 328 h.k Kurtup’ta ölmüştür) “Ikd’ul- Ferid” adlı kitabının 1. cildinin 269. sayfasında öz İslam’a sahip olan imanlı ve muvahhid Şiilere “Ümmetin Yahudileri” diyor ve şöyle devam ediyor: “Yahudiler nasıl Hıristiyanlara düşman iseler, Şiiler de aynı şekilde İslam’a düşmandırlar.” O bu şekilde Şiilere birçok iftiralarda bulunmuştur.

Örneğin diyor ki: “Şiiler, Yahudiler gibi üç talaka inanmıyorlar ve talaktan sonra iddetin olmadığını söylüyorlar.”

Mecliste bulunan muhterem Şiiler, hatta Şiilerle irtibatta olan siz Sünniler, İbn-i Abdurabbih’in bu iftiralarına gülmüyor musunuz? Bizim bütün fıkıh kitaplarımız ve ameli risalelerimizde (Tevzih’ul- Mesaillerde) üç talak’ın hükümleri, talaktan sonra iddet beklemenin yolları genişçe ele alınmıştır. Şiilerin talaktaki amelleri ve talaktan sonra iddet beklemeleri, edepten uzak olan bu edibin (İbn-i Abdurabbih’in) yalanına en büyük delildir.

Yine şöyle diyor: “Şiiler Yahudiler gibi Cebrail’e düşmandırlar. Çünkü vahyi Ali’ye getireceğine Peygamber’e getirmiştir!!” (Mecliste bulunan Şiilerin gülmesi.) Görüyorsunuz ki, burada bulunan Şiiler böyle saçma sapan sözleri duyunca gülüyorlar; nerede kaldı ki ona inanmış olsunlar.

O (İbn-i Abdurabbih), eğer Afrika’da girdiği kabuğundan sıyrılıp dışarı çıksaydı veya Şiilerin yazdığı kitapları okuma zahmetine katlansaydı, utanır ve böyle bir iftirayı yapmazdı. Belki de gerçekleri bilmeyenleri kandırmak ve Müslümanlar arasında ihtilaf çıkarmak için kasıtlı olarak böyle yapmıştır.

Biz Şiiler, Hz. Muhammed-i Mustafa Hatem’ul- Enbiya (s.a.a)’i hak üzere gelmiş peygamber olarak biliyor ve diyoruz ki; ona (s.a.a) nazil olan vahiyde asla hata ve yanlışlık olmamıştır. Biz, Cebrail-i Emin’in makamını o şahsiyetsiz adamın tasavvur ettiğinden daha yüce biliyoruz. Biz O Ali bin Ebi Talib’e inanıyoruz ki, Cebrail, (İlahi vahyin emini) O’nu, Hatem’ul- Enbiya (s.a.a)’in halifesi ve varisi olarak tanıtmıştır.[9]

Yine şöyle diyor: “Şiiler, Yahudiler gibi Peygamberin sünnetine amel etmezler. Birbirlerini gördüklerinde Selam’un Aleykum’un yerine “Sam’un alekum” (Ölüm sana olsun) derler.” (Şiilerin kahkahayla gülmeleri.)

Şiilerin birbirlerine ve siz Sünni kardeşlere olan davranışları onun yalanına en büyük delildir. Bundan daha saçma başka bir söz daha diyor: “Şiiler, Yahudiler gibi Müslümanların kanını ve malını helal biliyorlar.”

Sizin kendiniz Şiilerin amellerini görüyor ve onlara şahitsiniz. Biz, bırakın Müslümanların can ve malını, kafirlerin bile can ve malını helal bilmiyoruz.

Şii mezhebinde kul hakkı ve insanı öldürmek, büyük günahlardan sayılmaktadır. Bütün bunlar, sizin büyük alimlerinizden sadece birinin söylediği bazı sözlerdi. Meclisin zamanı, onun böylesi saçma sapan sözlerini aktarmaya elvermediğinden bununla yetiniyorum.

İbn-i Hazm’ın İftiraları

Büyük alimlerinizden Ebu Muhammed Ali bin Ahmed bin Said bin Hazm el-Endülüsi (Ö: 456 h. k.) “el-Fasl-u fi’l- Milel-i ve’n- Nihal” adlı meşhur kitabında Şiilere hakaretlerle birlikte onlara tuhaf yalan ve iftiralar atmıştır. Özellikle kitabın birinci cildini okuduğunuzda göreceksiniz ki açıkça; “Şiiler, Müslüman değildir; aksine kafir ve yalancıdırlar; onlar Yahudilik ve Hıristiyanlıktan kaynaklanmaktadırlar.” diye saçmalamaktadır.

4. cildinin, 182. sayfasında da şöyle diyor: “Şiiler, dokuz kadınla evlenmeği câiz biliyorlar.”

Bu yalancı adamın yalan ve iftiralarına en büyük cevap; Şiilerin asırlar boyu yazdıkları delilli fıkhi kitapları ve ilmi risaleleridir. Onların hepsinde dört kadından fazlasını daimi olarak nikahlamanın haram olduğu yazılmıştır. Şiilerin irfan ehli fakih ve alimleri bir kenarda dursun, çöldeki cahilleri bile böyle bir cevazın olmadığını çok iyi biliyorlar.

Eğer o kitabı okursanız, Şiilere attıkları iftira, yalan, küfür ve kötü nispetlerinden dolayı utanıp yere girmiş olursunuz. Örnek için bu kadarı yeterli görüyorum.

İbn-i Teymiyye’nin İftiraları

Alimlerinizin içinde en hayasızı, belki de en dinsizi Ahmed bin Abdulhalim Hanbeli yani İbn-i Teymiyye’dir. (Ö: 728 h.k.) İbn-i Teymiyye’nin Şiilere, özellikle Mevlamız Emir’ul- Mü’minin Hz. Ali (a.s.)’a ve Resulullah (s.a.a.)’in pak itretine (Ehl-i Beytine) karşı büyük bir kin ve düşmanlığı vardı.

Onun “Minhac’us- Sünne” kitabını okuyan herkes şaşırıp kalıyor. Öyle şiddetli bir düşmanlığı vardı ki, Mevlamız, Emir’ul- Mü-minin Hz. Ali (a.s.) ve O’nun Ehl-i Beyti hakkındaki bütün açık nasları (ayet ve hadisleri) ve yüce faziletleri inkar edip yalanlıyor. Mazlum Şialara öyle yalan ve iftiralar atıyor ki bunları duyanın aklı duruyor. Eğer onların hepsine tek tek cevap vermeye kalksam, bu meclislerin günlerce uzaması gerekir. Sözü uzatmamak için birkaç örnekle yetineceğim. Böylece sayın Şeyhim bilsinler ki yalan ve iftira atmak, Şii alimlerinin değil bazı Sünni alimlerinin özelliklerindendir. Şaşılacak şey şu ki, Şiiler hakkında söylediği onca yalandan sonra, gerçeklerden haberleri olmayanları kandırmak için, 1. cild sayfa 15’de bir de diyor ki; “Kıble ehlinden hiç biri Şiiler kadar yalan söylemiyor. Bu yüzden sihahları yazanlar onlardan hadis nakletmemişlerdir!?”

10. cidin 23. sayfasında da şöyle diyor: “Şiiler usul-u dinin dört tane olduğuna inanıyorlar: Tevhid, Adalet, Nübüvvet, İmamet.”

Şiilerin kelami (akaitle ilgili) kitapları, herkesin elinin ulaşacağı yerdedir. Onlarda yazılan ve geçen akşamlarda bizim de söylediğimiz gibi Şiiler usul-u dinin üç tane olduğuna inanıyorlar. Bu üçü: Tevhid, Nübüvvet ve Mead’dır. Adalet Tevhidin, İmamet de Nübüvvetin bir parçasıdır.

1. cildin, 131. sayfasında da şöyle diyor: “Şiiler camilere önem vermezler. Camileri bomboştur. Ne Cumaları camide kılarlar, ne de cemaat namazları vardır. Eğer bazen namaz kılsalar da cemaatla değil, tek başlarına kılarlar.” (Şiilerin kahkahayla gülmeleri.)

Sayın Şeyhim, siz ve burada olan ve olmayan Sünni kardeşler, Şiilerin camilerinin dopdolu olduğunu görmediniz mi? Cemaatla kılınan namazları görmediniz mi? Şiilerin merkezi olan İran ve Irak’ta, her şehirde cemaat namazlarının kılınması için birçok büyük camileri yok mu?

Hangi köye giderseniz gidin orada bir caminin olduğunu görürsünüz. Mübarek Ramazan ayından ilave, her gün sabah akşam namazlarını cemaatle camilerde kılarlar.[10]

Siz alimler, Şiilerin fıkh-i istidlali kitaplarına, alim olmayan Sünni kardeşler de ilmi hal kitaplarına bakacak olursanız, göreceksiniz ki camiye gitmek ve cemaatla namaz kılmak hakkında ne kadar çok sevap nakledilmiştir. Camilerde kılınan namazın sevabı evde kılınan namazın sevabından kat kat fazla olduğu yazılmıştır. Bu yüzden Şiiler ellerinden geldiğince namazlarını camilerde, cemaatla kılmaya özen gösterirler. Böylece bu yalancı ve saygısız şahsın (İbn-i Teymiyye) Şiiler hakkında nasıl da yalanlar uydurduğunu anlamış olursunuz.

Yine aynı sayfada diyor ki, Şiiler diğer Müslümanlar gibi Hacca gitmezler. Onların haccı kabirleri ziyaret etmektir. Kabirlerin haccının sevabını Allah’ın evinin haccından daha fazla kabul ederler. Hatta kabirlerin haccına gitmeyenlere lanet ederler. (Şiilerin gülüşmesi.)

Eğer Şiilerin ibadetle ilgili risale ve kitaplarını açacak olursanız, Kitab’ul- Hac (Hac kitabı) adında bu ibadet için özel bölüm ayırdıklarını görmüş olursunuz. Şiilerin Hacda yapması gereken ameller için her Fakih (müçtehit) “Menasik-i Hac” adlı kitaplar yazmışlardır; o kitaplarda Masum İmamlar (a.s.)’dan da hac konusunda hadisler nakletmişlerdir. O hadislerin bazısında şöyle geçmektedir:

“Maddi imkanı olup da, Allah’ın evinin haccını terk eden bir Müslüman (Sünni olsun, Şii olsun), İslam’ın hattından çıkmıştır; öldüğü zaman ona denilecek ki: Hangi din üzerine ölmek istersin; Yahudi olarak mı, Hıristiyan olarak mı, yoksa Mecusi olarak mı?”

Böyle emirler karşısında, Şiilerin Allah’ın evini haccetmeyi terk etmelerini akıl kabul eder mi? Gidin İmamlar (a.s.)’ın kabirlerini ziyaret eden dağ başındaki cahil bir köylüden, hac amelinin nerede yerine getirilmesi gerektiği hakkında soru soracak olursanız; Mekke-i Muazzama’da diye cevap almış olursunuz.

Ama Allah’tan haberi olmayan bu şahıs, bunlara ek olarak bir de kalkıp Şii’nin iftiharlarından Şeyh Mufid diye meşhur olan Şeyh Muhammed bin Muhammed bin Nu’man Mufid’e iftira atarak diyor ki; “Onun Menasik-i Hacc’il- Meşahid (Kabirlerin Haccının Menasik'i) adında bir kitabı vardır.” Halbuki Şeyh Mufid’in “Menasik’uz- Ziyaret” adında herkesin elinde olan bir kitabı vardır. Bu kitapta Masum İmamlar (a.s.)’ın mukaddes mezarları ziyaret edildiği zaman diğer ziyaretler gibi bu ziyarete ait adaplar yazılmıştır.

Mezar (ziyaret) kitaplarını okuduğunuz zaman, kitabın ilk başında yazıyor ki; “Müstahap (farz değil) ibadetlerden birisi de, Peygamber-i Ekrem (s.a.a.) ve Masum İmamlar (a.s.)’ın mukaddes kabirlerini ziyaret etmektir.”

Allah’tan habersiz şahsın yalanına en büyük cevap, her yıl binlerce Şii’nin Allah’ın evine gidip hac amellerini yerine getirmeleridir. Şiiler hacdan döndükten sonra kendilerine “hacı” denilmesinden iftihar duyuyorlar. Şimdi bu yalancı şahsın ne kadar yalan düzmelerine bir bakın!

Yine 1. cildin 11. sayfasında şöyle diyor: “Şiiler köpeklerinin adını Ebu Bekir ve Ömer koyarak sürekli onlara lanet ediyorlar. Yani böylece Ebu Bekir ve Ömer’e lanet etmiş oluyorlar!! (Şiilerin gülüşmesi.)

Şiilere böylesine iftira atıp onlar hakkında yalan söyleyen bu şahsın inat, taassup ve dinsizliğine doğrusu insan şaşırıyor.

Halbuki, onun inancının tersine Şiilerin ahkâm ve hadis kitaplarının tümünde köpeğin ayn-ı necis olduğu yazılmıştır. Müslüman birinin evinde köpek olursa, o eve Allah’ın rahmetinin nazil olmayacağı bu kitaplarda yazılıdır. Şii Müslümanların birkaç yerin dışında köpek beslemeleri yasaklanmıştır. O birkaç yer, bazı özel şartlarla, şunlardır: Avcılıkta, ev ve hayvan sürülerini korumakta. Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in torunu Hz. Seyyid’üş- Şüheda Eba Abdillah’il- Hüseyin (a.s)’ın Yezid’e karşı kıyamının sebeplerinden birisi de onun köpeklerle oynaması ve yukarıda sayılan yerlerin dışında evinde köpek beslemesidir.

Şii veya Sünni Müslümanlardan biri söylenen yerlerin dışında evinde köpek beslerse, biz onu dini hususunda suçlar ve ona inancımız olmaz. Şii inancına göre, bir köpek bir evde serbest dolaşıyorsa, o ev necis olur. Bütün bunlar göz önüne alındığında, Şii birisinin kendi evinde köpek beslenmesi ve buna ilaveten kalkıp Resulullah (s.a.a)’in muhterem sahabelerinden bazılarının isimlerini onlara koyması veya onlara lanet etmesi düşünülemez?

Yazıklar olsun bu çeşit Müslümanlara. İnat ve taassuptan Allah’a sığınırız.

Siz, cahil de olsa bir Şii’nin böyle bir şey yaptığını gösterirseniz, biz bu şahsın söylediklerine teslim olacağız. Eğer gösteremezseniz (ki asla gösteremeyeceksiniz) öyleyse lanet edin böylesi mutaassıp inatçı insanlara ki, onlar alim etiketi altında gerçeklerden haberdar olmayan insanları aldatmakta ve Müslümanların arasına ihtilaf ve düşmanlık sokmaktalar.

O, kitabının ikinci cildinde de şöyle yazıyor: “Şiiler İmam Zaman’ı (Hz. Mehdiyi) bekledikleri için Samerra gibi bir çok yerlerde, gündüzleri bir at, katır veya başka bir binek hazırlayıp; ‘Bineğin hazırdır, herkes silahlı olarak seni bekliyor. Artık kıyam et’ diye İmamlarına seslenirler. Ve Ramazan ayının son günlerinde doğuya doğru dönüp kıyam etmesi için ayakta onu çağırırlar. Onların içinde öyleleri vardır ki, İmam gelirse, namazda olduğundan onu görememek ve hizmetinde bulunamamak korkusundan dolayı namazlarını terk ederler.” ( Şii ve Sünnilerin kahkahayla gülüşleri.)

Çölün bir köşesinde oturup saçmalayan bu adamın hadsiz hesapsız ve gülünç iftira ve yalanlarından daha çok, günümüz Mısırlı, Suriyeli vs. ülkeleri alimlerinin sözleri hepsinden daha şaşırtıcıdır. Bu alimler her yerde, Şiiler ile beraberlerdir. Özellikle ahalisinin hepsinin Ehl-i Sünnet kardeşlerin oluşturduğu Samerra şehrinde yer altındaki mukaddes odanın (Serdab) hizmetçilerinin bile tamamı Sünnidirler. Ama onlar bunu araştırmadan, büyük alimlerden sormadan İbn-i Teymiyye gibi şahısların saçma-sapan sözlerine uyarak böyle hurafe ve palavraları kendi kitaplarında yazmaktalar.[11]

Bunlar, Ehl-i Sünnet alimlerinin Şia toplumuna yaptıkları ihanet, boynuzlu yalan ve iftiralardan bazı örneklerdi. Eğer, İbn-i Hacer-i Mekki, Cahiz ve Kadı Ruzbehan gibi şahısların sözlerinin sadece fihristini anlatmaya kalkışırsam, geceler boyu zamanınızı almam gerekir. Başkalarına rehberlik yapmak isteyen böylesi alimlerin saçma-sapan sözleri ve palavralarıyla zamanınızı zayi etmek istemiyorum.

Şehristani’nin Yanıltmaları

Onların dünyaca ünlü nice kitapları var, ama ilmi yönden yazarı herhangi bir değere sahip değildir. Örneğin Muhammed Abdulkerim Şehristani’nin (Ö: 548 h.k) “Milel ve Nihal” adlı kitabı ünlü olmasına rağmen araştırmacı alimlerin gözünde beş paralık değeri yoktur.

Bu kitabı açıp okuduğunuzda Şiilere ne iftiralar atmamış ki?! Hz. Ali’ye tapmak, tenasüh ve teşbihten tutun, aklın ve şeriatın kabul etmediği ve Şiilerin ruhunun bile haberi olmadığı birçok hurafeyi Şialara nispet veriyor. Bu şahsın, gerçekleri anlama idrakinin olmadığı açıkça bellidir. Tarihi olaylar hakkında da her hangi bir bilgisi olmadığı açıktır. Dünyanın bir köşesinde oturmuş kim ne demişse, yeterli araştırma yapmadan başlamış hepsini yazmaya. Adını da “Milel ve Nihal” (Milletler ve İnançlar) koymuş!

İnsan, bu kitabın bazı yerlerindeki yalanları görünce, öteki bölümlerde yer alan sözleri de gözden düşüyor. Sonra, öteki bölümlerin yalan ve hayal ürünü olarak yazılmadığı nereden belli? diye düşünüyor insan. Okuyucuların, kitabın mahiyetini ve yazarının nasıl bir şahsiyete sahip olduğunu bilmeleri için sadece tarihi bir olayı örnek olarak aktaracağım: İsna Aşeriyye’nin (yani Şiilerin) durumunu anlatırken şöyle yazıyor:

“İmam Muhammed Taki’den sonra, mezarı Kum’da olan İmam Ali bin Muhammed Naki...”

Halbuki ister alim olsun ister cahil, ister dost olsun ister düşman, ister büyük olsun ister küçük, Hz. Hadi (İmam Ali Naki) (a.s)’ın mezar-ı şerifinin Samerra’da oğlu İmam Hasan Askeri (a.s)’ın yanında olduğunu herkes biliyor. Büyük bir haremi olup altından yapılmış büyük bir kubbesi de vardır. Kacar şahlarından Nasıruddin Şah onu tezhip etme iftiharına nail olmuştur.

Yeter, sözü fazla uzatmak istemiyorum. Bunlar binlerce örnekten biriydi. Artık sayın Şeyh; Şiiler yalan söylüyor, iftira atıyor, demesinler. Görüyorsunuz sizin kendi büyük alimleriniz bu işi yapıyorlar. Ebu Hureyre’ye iftira atıp hakaret etmediğimin bilinmesi için de, Ehl-i Sünnet’in büyük alimlerinin onun içyüzü hakkında yazdıkları sözlerden bazılarına değineceğim.



[1] - Bakara/285.

[2] - Bakara/253.

[3] - Tathir ayetinin meali: “Ey Ehl-i Beyt! Gerçekten Allah, ancak sizden ricsi (günah ve çirkinliği) gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister.” (Ahzab/33)

[4] - Mâide/55.

[5] - Meryem/96.

[6] - Kitabın 9. celesesinde, Gazali’nin bu cümlesini, Gadir-i Hum hadisiyle beraber naklettik.

[7] - Yaklaşık üç kilogram olan bir ölçü kabı.

[8] - Muzeyre; Sütten yapılmış olan bir tür yemeğin ismidir. Bu yemek Muaviye’ye mahsustu.

[9] - Yıllar önce trenle, Kazimeyn’den Samerra’ya bir grup Şii ile birlikte gidiyorduk. Bizim bulunduğumuz vagonda Musullu bir grup şahıslar da vardı. Onlardan ikisi ehli Sünnet’in kadı ve alimiydiler. Daima bizi küçümsüyor, alay ediyor ve iftira atıyorlardı. Benim Arapça bildiğimden haberleri yoktu. İş bir yere vardı ki, kadı şöyle konuşmaya başladı:

“Bu Rafizilerin birçok fasit ahlak ve adetleri vardır. Tamamen bidatçı olup müşriktirler. Onların acayip bidatlarından biri şudur: Namazın selamını verdiklerinde ellerini üç kere havaya kaldırıp “Han’el- Emin” (Cebrail hiyanet etti) diyorlar.”

Yanındakiler sordular: “Emin kimdir? ve nasıl bir hiyanette bulunmuştur?”

Şeyh (alim) şöyle cevap verdi: “şiiler diyorlar ki; Peygamber (s.a.a), Ali ve Cafer Hira’da uyuyorlardı. Allah, nübüvvet vahyini Ali’ye götürmesi için Cebrail’i görevlendirdi. Ama Cebrail hiyanet edip vahyi Hatem’ul- Enbiya’ya verdi. Onun için bütün şiiler Cebrail’e düşmandırlar. Her namazdan sonra üç kere “Han’el- Emin” (Cebrail hiyanet etti.) derler. Yani vahyi Ali’nin yerine Hatem’ul- Enbiya’ya verdi.

Ben artık dayanamadım, şeyhe dedim ki: “Şeyhim, yalan ve iftira büyük günahlardan mıdır yoksa küçük günahlardan mı?” Dedi ki: “Büyük günahlardan.” Dedim ki: “Öyleyse bu ak sakalınla neden iki günah işleyip şiiler hakkında insanları yanıltıyorsunuz?” Büyük bir utanmazlıkla; “Ben gerçek ne ise onu söyledim” diye cevap verdi. Musullulardan; “Aranızda Farsça bilen var mı” diye sorduğumda birkaç kişi bildiklerini söylediler. Bunun üzerine konudan haberi olmayan şiilerden on veya on iki ziyaretçiyi yaşlı-genç olmak üzere tek-tek çağırıp şöyle sordum: “Siz namazın selamından sonra ellerinizi kulaklarınızın hizasına kadırıp ne diyorsunuz?” Dediler ki:” Namazımızın kabul olması için üç defa “Allah-u Ekber” deriz.”

Şeyhe dedim ki: “Utandınız mı Şeyhim, yoksa utanmadınız mı?” Şeyh; “Onları sen öğrettin” diye cevap verdi. Dedim ki: “Allah’tan kork! Hep yanınızda oturup yerimden kımıldamadığımı görmediniz mi?” Sonra Musullulara dönüp şöyle dedim: “Rica ediyorum kalkın, öteki kompartımanlara gidin, şiilerden kendiniz sorun. Farsça bilen bir-iki kişi gidip döndüler. Döndükten sonra Şeyhe; “Bu yalanları söylemekten amacın neydi? Şehirli olsun, köylü olsun kimden sorduysak dediler ki; “Biz Allah-u Ekber” diyoruz. Hatta; “Han’el- Emin” (Emin hıyanet etti) demiyor musunuz?” diye sorduğumuzda; “Biz şimdiye kadar böyle bir şey duymadık” diye cevap verdiler.” Gençler tahsilli oldukları için Şeyhe çok sinirlenmişlerdi.

Şeyh: “Daha önce de söyledim, ben bunları kitaplarda okudum.” Dedi. Onlar da: “Alim birisinin araştırmadan bir şeyi söylememesi gerektiğini bilmiyor musun?”diye onu kınadılar. Bunlar sünni alimlerin şiilere attıkları iftiralardan bir örnekti. İşte bu şekilde şiileri sünni kardeşlere kötülüyorlar.

[10] - (Kitapta şiilerin cemaat namazlarını gösteren bir-kaç resim var; biz buna gerek duymadığımız için o resimleri getirmedik. Müt)

[11] - Mısırlı Abdullah Kuseymi “Es- Sıra-u Beyn’el- İslam-ı ve’l- Veseniyyet”te, Mısırlı Muhammed Sabit “El- Cevle fi Rubu’il- Şark’il- Edna”da, Türkistanlı Musa Carullah “El Veşia fi Nakd’il- Akaid’iş- Şia”da, Mısırlı Ahmed Emin “Fecr’ul- İslam ve Zuha’l- İslam”da, vs. alimler İbn-i Teymiyye’nin iddialarını yazmışlardır.