0-02   2-30   30-60    60-90    90-125    125-163

2. Bölüm

HZ. ALİ'NİN (a.s) İTİCİLİĞİ

Bahsimizin bu bölümünde İmam Ali'nin (a.s) dört yıldan biraz fazla süren hilafet döneminden söz edeceğiz. Daha önce de belirttiğimiz gibi Ali (a.s) daima iki güce sahip bir kişilik taşımıştır, o her zaman hem çekim gücüne, hem iticilik gücüne sahip olmuştur. İslam'ın ilk yıllarından itibaren bu yalın gerçeği çok net bir şekilde görebilmek mümkündür İslam toplumunda: Daha ilk günlerden itibaren kimileri onun etrafında pervane misali dönmeye başlamış, kimi de ona kin duymuş, onun varlığından hep rahatsız olmuştur.

Ne var ki, Ali'nin (a.s) bu mümtaz kişiliği daha çok onun pek kısa süren hilafet dönemiyle; kişiliğinin tarihi zuhur dönemi diyebileceğimiz şahadetinden sonraki dönemlerde gözler önüne serilmiş, herkesçe müşahede edilmiştir. Hilafetinden önceki dönem insanlarla yakın irtibatlarının azaldığı bir dönem olduğundan, söz konusu dönemde Ali'nin çekicilik ve iticilik hassalarının tecellisi de daha azdır.

İmam Ali (a.s) insanları cezbedip çektiği kadar, bazı tipleri de fevkalade dışlayıcı ve itici bir karaktere sahipti ve açıkçası onları "düşman ediniyordu!" Hz. Ali'nin (a.s) en ilginç ve aynı zamanda en iftihar edilir özelliklerinden biriydi bu. Belli bir fikir, görüş ve inanca sahip bulunan ve hele "inkılabi" bir yapıya sahip olan herkes, yüce amaçlar ve ulvi hedefler taşır ve Kur'an'ın da deyimiyle "Allah yolunda cihad eden ve kınayıcıların kınamasından da korkmayan." (Maide, 54) biri elbette ki kendisine epey düşman da edinir. Bu nedenledir ki, bilhassa hayatı döneminde onun düşmanları, dostlarından daha az denilemeyecek kadar çok olmuştur.

Bugün de durum aynıdır. Eğer İmam Ali'nin (a.s) kişilik, karakter ve tavırları saptırılmadan, tahrif edilmeden gerçek yüzüyle tanıtılacak olursa, bugün onu sevdiğini iddia edenlerin pek çoğu onun karşısında yer alacaklardır!

Aslında hiç de şaşılacak bir şey değildir bu.

Yemen fethi sırasında bununla ilgili ilginç bir örnek yaşanmıştır.

Hz. Resulullah (s.a.a) Ali (a.s) komutasındaki bir orduyu Yemen'e göndermişti. Ali (a.s) Yemen dönüşünde, Mekke yakınlarında ordunun komutasını bir başkasına devrederek Resulullah'a (s.a.a)  rapor sunmak ve şehre nasıl gelmeleri gerektiğini belirlemek için daha önce Mekke'ye ulaşmıştı. Vekil komutan, şehre yeni elbiselerle girmiş olmak için, Yemen'den getirilen ganimet ve hediye  elbiseleri askerlerin giymesine izin verdi ama Ali (a.s) geriye döndüğünde bunu büyük bir disiplinsizlik sayarak komutanı azarladı. Çünkü bu hususta karar vermesi gereken bizzat hz. Peygamberdi (s.a.a) ve beyt'ül mal konusunda fikir yürütme ve emir verme hak ve yetkisi Resulullah'a aitti. Bu nedenle yeni elbiselerin derhal çıkarılmasını ve bizzat Resulullah'ın (s.a.a) emri ilan edilinceye kadar kimsenin bu elbiselere dokunmamasını emretti. Ordudaki komutan ve askerler bundan pek rahatsız olmuşlardı, Resulullah'ın (s.a.a) huzuruna varır varmaz ilk işleri Ali'yi şikayet etmek oldu. Resulullah (s.a.a) "Ey insanlar!" buyurdu. "Ali'den nasıl şikayetçi olursunuz? Vallahi o, kimsenin şikayetine gerek bırakmayacak kadar Allah yolunda azimli ve tavizsizdir!"[1]

Evet, Ali (a.s)nin en belirgin vasıflarından biri Allah yolunda kimseye ayrıcalık göstermemesiydi; onun şu veya bu şahsa karşı farklı tavırlarının nedeni daima adaletin gereği ve Allah'ın rızası olmuştur. Bu tür bir tavrın insana düşman kazandırıcı bir tavır olduğu; tamahkar ve nefsine düşkün tiplerin bu tavırlardan asla hoşlanmayacağı apaçık ortadadır.

Hz. Resulullah'ın (s.a.a) onca sahabesi arasında, hiç kimsenin hz. Ali'ninki gibi fedakar ve serdengeçti dostları olmadığı gibi, hiç kimsenin düşmanları da onun düşmanları kadar münafık ve tehlikeli değildir. Ali (a.s) öyle bir yiğitti ki, ölümünde cenazesi bile düşmanlarının saldırısından kurtulamadı. Bu, daha önceden Resulullah (s.a.a) tarafından kendisine bildirilmiş olduğundan, cenazesinin gizlice toprağa verilmesini ve mezarının yerinin gizli tutulmasını vasiyet etti. Nitekim İmam Ali'nin (a.s) mezarı bir asır boyunca gizli tutulmuş, bu süre zarfında evlatlarından başka mezarının yerini kimse bilememiş ve nihayet Emevi devleti yıkıldıktan ve Hariciler de tam anlamıyla varlıklarını yitirip tükenmeye yüz tuttuktan sonra, yani ona duyulan nefretler ve beslenen amansız düşmanlıklar bir nebze olsun azaldıktan sonra İmam Sadık (a.s) tarafından mezarının yeri açıklanmıştır.

Nakisin, Kasitin Ve Marikin

İmam Ali (a.s), hilafeti döneminde üç grubu kendisinden uzaklaştırıp dışlamış ve onlarla savaşmıştır: Bunlardan biri, bizzat İmam Ali (a.s) tarafından "Nakisin" adıyla adlandırılan Cemel ashabıdır, diğer ikisi de yine kendi tabiriyle "Kasitin" olan Sıffin ashabıyla, "Marikin" adını verdiği Hariciler, yani Nehrevan ashabıdır.[2]

İmam, bunu şöyle anlatır: "Halife olduğum zaman şu ümmet arasından bir taife çıkıp biatini bozdu (Nakisin), bir güruhu dinden çıktı (Marikin) ve bir güruh ise işin başından beri hep isyan edip tuğyanda bulundu (Kasitin)."[3]

"Nakisin" güruhu, para düşkünüydü; paraya pula önem veren, insanlar arasında ayırım gözeten, ayrıcalıklara inanan kesimdi, İmamın adalet ve eşitlik konusundaki konuşmalarının çoğunda muhatap alınan kesim bunlardır.

"Kasitin" adını verdiği güruhsa her şeyi politikaya alet eden hilekar, düzenbaz ve sahtekar iki yüzlülerdi. İktidarı ele geçirmek ve Ali'nin (a.s) yönetimini akamet ve başarısızlığa uğratmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Bunlardan bir kısmı İmama gidip bu isteklerinin kısmen de olsa giderilmesi ve çıkarlarının gözetilmesi halinde onu destekleyeceklerini söylemiş, ama İmam Ali bu teklifi reddetmiştir. Hz. Ali'den (a.s) bundan daha farklı bir yaklaşım beklemek de mümkün değildir aslında. Zira o, zulmün altına imza atmaya değil, zulmün kökünü kazımaya niyetliydi. Diğer yandan Muaviye'yle ona benzer tipler, İmam Ali'nin kendisine de, onun iktidarına da öteden beri karşı olan tiplerdi zaten. İktidarı ele geçirmek ve beyt'ül malı kendi aralarında yağmalamak isteyen bu tiplerin Ali'yle uzlaşması düşünülemezdi. Muaviye ve çevresindekiler, İslam aleminin halifesi olmaya niyetlenmişlerdi.

İmamın "Marikin" adıyla tanımladığı diğer güruh, dinin özünü ve ruhunu kavrayamamış olan kıt görüşlü, dar ufuklar, yersiz asabiyet ve reva olmayan taassuplara sahip cahil insanlardı, mukaddes görünümlerinin ardında karanlık ve tehlikeli bir cehalet besliyorlardı.

Hz. İmam Ali (a.s) bu üç grubun hepsine karşı durmuş, onları reddetmiş, onlarla uzlaşma kabul etmez bir mücadeleye tutuşmuştur.

Evet, İmam Ali'nin (a.s) çok boyutlu mükemmel kişiliği ve "insan-ı kamil" olarak tarihe geçen fevkalade şahsiyetinin en bariz özelliklerinden biridir bu; farklı güruhları karşısına almış, türlü sapma ve bozulmalarla karşılaşmış ve bunların hiçbirine taviz vermeyip hepsinin karşısına dikilmiştir!

Kimi zaman dünya düşkünü zengin ve müreffeh kesimin, kimi zaman her şeyi politikaya alet eden bin bir suratlı hilekar kesimin, kimi zaman da dindar görünümlü cahil ve yobaz kesimin karşısında ve onlara karşı mücadele halinde görülür Ali (a.s) .

Burada bilhassa Hariciler üzerinde durmak istiyoruz. Bugün artık Harici bir cemaat yoksa da ve her ne kadar bunların nesli artık tükenmişse de; son derece ibret verici bir tarihi vardır Haricilerin. Birey olarak ölüp gittikleri ve nesilleri tamamen tükendiği halde o sapık fikirleri yok olmamış, kendileri gibi cahil ve dogmatik karakterli insanların zihnini zehirleyerek günümüze kadar kök salmayı başarmış olan "Haricilere has düşünce tarzı", öteden beri İslam'ın ve müslümanların ilerlemesini engelleyen en önemli manialardan biri olagelmiştir.

Haricilerin Ortaya Çıkışı

"Harici" kelimesi "isyancı" anlamına gelir.[4] Bu güruh, Sıffin'de hakemiyet olayında ortaya çıktı.

Sıffin'de savaşında İmam Ali'nin (a.s) savaşı kazanmak üzere olduğunu gören Muaviye, Amr b. Âs'ın yardımıyla şeytanca bir oyuna başvurdu; kendisini müslümanmış gibi gösterip "Aramızda Kur'an hakem olsun." demeye getirerek mutlak bir yenilgi ve hezimetten kurtulabilmek için askerlerinin mızrakları ucuna Kur'an mushafları taktırıp öne sürdü. Halbuki daha önce Ali (a.s) "Gelin aramızda Kur'an'ı hakem edinelim, onun emrine göre haksız taraf kimse, onu tespit edip cezalandıralım, boşuna kan dökülmesin." demiş; ama Muaviye, savaşı kazanacağından emin olduğu için İmamın bu teklifini kabul etmemişti. Şimdiyse birilerinin cahilliğinden faydalanarak mutlak yenilgi ve ölümden kurtulabilmek için bu hileye başvurmuştu!

Bunun şeytanca bir oyun olduğunu bilen Ali (a.s) "Vurun, onlara aldanmayın! Kur'an'ı kalkan gibi kullanıp kendi canlarını kurtarmak istiyorlar aslında. Bunlar İslam düşmanlarıdır, oyuna gelmeyin, vurun!" diye bağırıyor ve ekliyordu: "Bunların yaptığı şey, Kur'an'ı Kur'an'la vurmaktır. Kur'an'ın kendisi karşısında Kur'an sayfalarının yazılı olduğu şu kağıt parçalarının ne değeri kalır ki? Bunlar, mana ve hakikati ortadan kaldırabilmek için o kağıtlardan medet umuyorlar aslında!"

Teşhis gücü zayıf olan ve dinin sadece dış görünümünü kavrayabilmiş bulunan kıt görüşlü bir grup, birbirine kaş göz işareti ederek "Ali ne diyor? Ne demek istiyor?" diyorlardı. Meseleyi kavrayamadıklarından, "Biz Kur'an'a karşı kılıç çekmeyiz! Biz Kur'an için savaşıyoruz, bunlar da Kur'an'a teslim oldular işte. O halde ne diye savaşalım?" diyerek Muaviye'nin tuzağına düştüler. Resulullah'ın (s.a.a) "ilim şehrinin kapısı" olarak tanımladığı bilgeler bilgesi İmam Ali "Ben de Kur'an için savaşalım demekteyim, ama bunlar sizi oyuna getiriyor, anlamıyor musunuz? Bunların Kur'an'la ne işleri var? Kur'an'ı kalkan gibi kullanıp canlarını kurtarmak niyetindeler, hepsi bu!" dedi.

İslam fıkhının "cihad" babında "Kafirlerin müslüman esirleri kalkan olarak kullanması" diye bir bölüm vardır. Yani düşman, bir grup müslümanı esir alıp ön cephede siper olarak kullanır ve İslam ordusunun her türlü müdafaa veya saldırı girişimi bu esir müslümanların ölümüyle sonuçlanacak bir hal alırsa, İslam'ın hükmü "Parçayı bütüne feda et" esasına dayalıdır ve bu durumda o müslüman esirlerin öldürülmesiyle sonuçlanabilecek bir saldırı veya müdafaa girişimi caizdir. Evet, diğer müslümanların canını korumak ve ümmetin maslahatını savunabilmek için bu girişime izin vermiştir İslam. Bu durumda söz konusu müslüman esirler şehid düşmüş olurlar; ayrıca, kan paraları (diyetleri) da, beyt'ül maldan onların varislerine ödenmelidir.[5] Kaldı ki bu sadece İslam fıkhına ait bir kural da değildir; düşmana karşı koyabilmek için başka çıkar yol kalmıyorsa, kendi güçlerinizin ölümünü göze almak esası, bütün dünyada bilinen ve geçerli bir askeri zarurettir.

İslam'ın zaferi ve ümmetin bekası için gerekirse müslümanı ve canlı varlığı vur diyen İslam dininde, sırf kağıt parçalarının[6] nasıl bir konumda olacağı apaçık ortadadır. Kağıt ve yazıyı değerli kılan anlam ve muhtevadır, söz konusu anlam ve muhtevanın öldürülmeye çalışıldığı bir durumda onları bırakıp, üzeri yazılı kağıtlara sarılmanın nasıl bir açıklaması olabilir?

Ne var ki cehalet ve tutuculuk, o müslümanların hakikati görebilmelerine engel olmuştu. "Biz bu Kur'an'lı mızraklara kılıç çekmeyeceğimiz gibi; bu işe kalkışacak olanla da savaşırız!" dedi ve İmamın karşısına dikildiler. Bu tartışmanın başladığı sıralarda İslam ordusunun zafer kazanmasına ramak kalmıştı. İmamın güçlü ve azimli komutanlarından Malik Eşter, Muaviye ordularını çil yavrusu gibi dağıtmış, Muaviye'nin çadırına yaklaşmıştı. Muaviye'nin tam bir bozguna uğramasına ve bu kanser tümörünün ortadan kaldırılmasına ramak kalmıştı. İşte böyle bir anda, söz konusu cahiller güruhu İmam Ali'yi zorlayarak "Malik'e, derhal savaşı bırakmasını emret, yoksa onu arkadan vururuz!" dediler. İmam Ali (a.s) her ne kadar onları ikna etmeğe, aydınlatmaya çalıştıysa da fayda etmedi.

İmam Ali (a.s) başka çare kalmadığını görünce Malik'e bir adamını gönderip geri çekilmesini emretti.

Malik buna şaşırmıştı, emri getiren askere "İmama söyle, çok kısa bir fırsat tanırsa düşmanın işini bitiririz!" dedi. Bu haber ulaştığında Hariciler kılıçlarını çekip İmamın etrafını sardılar "Ya hemen şimdi Malik'i geri çağırırsın, ya da vallahi, seni şuracıkta öldürürüz!" dediler!.

Malik'e ulaşan haberci "İmamı sağ görmek istiyorsan derhal geri çekil!" demiş, Malik geri dönmek zorunda kalmıştı. Mutlak bir ölümden kurtulan Muaviye, Ali'nin (a.s) ordusundaki bu cahil mukaddesmeapları oyuna getirmenin coşku ve sevinci içindeydiler şimdi!

Böylece Kur'an'ın emirlerini ortadan kaldırmaya azmederek saltanat peşinde koşan Muaviye, İmam Ali (a.s) ile aynı kefeye koyuldu. "Aranızda Kur'an hükmetsin" diyerek hakemiyet önerdiler. Taraflar arasında Kur'an'la sünnetin hakem olması kararlaştırıldı.

Taraflar hakem seçimine gittiler. Muaviye tarafı hiç tereddüt etmeden hilekar Amr b. Âs'ı hakem seçti. Ali (a.s)  de iyi bir politikacı olan Abdullah b. Abbas'ın veya yiğit, fedakar ve basiretli bir mümin olan Malik Eşter'in hakem seçilmesini istedi; ancak ahmaklar güruhu -Hariciler- kendilerine benzer birinde ısrar ettiklerinden, hem basiretsiz, hem de Ali'yle arası pek iyi olmayan Ebu Musa Eş'ari'yi hakem olarak öne sürdüler. İmam Ali (a.s) ve dostları her ne kadar Ebu Musa'nın bu işi beceremeyeceğini söylediyse de Hariciler kendi bildiklerini yapmaktan vazgeçmediler. İmamın emrini bir kez daha çiğneyerek Ebu Musa'yı hakem seçtiler.

Aylar süren meşveret, toplantı ve görüşmelerden sonra Amr, Ebu Musa'ya "İyisi mi ne Ali olsun, ne Muaviye, gel senin damadın Abdullah bin Ömer'i seçelim." dedi. Ebu Musa damadının adını duyunca hemen gevşeyip "Olur" dedi ve bu işin nasıl gerçekleşeceğini sordu. Amr "Kolayı var" dedi, "Sen Ali'yi azledersin, ben de Muaviye'yi. Halk bu durumda mutlaka senin damadını seçer, böylece fitne biter, ihtilaf ve anlaşmazlıklar da son bulur!"

Bu tevafuktan sonra hakemlerin görüşlerini açıklayacağı duyuruldu. Herkes kararı dinlemek üzere camiye toplandı. Ebu Musa, Amr'ın minbere çıkmasını istediyse de Amr onun zaafını bildiğinden, hemen nefsini okşayarak "Sen Peygamberin büyük ashabındansın, sen dururken benim öne geçmem yakışır mı hiç?!" dedi ve onu öne sürdü. Böylece, nefsani zaafları nedeniyle bir kez daha oyuna gelen Ebu Musa hemen öne geçip minbere çıktı, neticeyi heyecanla bekleyen cemaate dönüp "Ümmetin maslahatını düşünerek Ali'yi de Muaviye'yi de iktidardan uzaklaştırmaya karar verdik, halife bir başkası olsun, siz seçersiniz nasıl olsa!" dedi ve parmağındaki yüzüğü çıkarıp "Ben tıpkı şu yüzüğü çıkardığım gibi, Ali'yi halifelikten azlediyorum!" dedi ve minberden indi. Onun ardından minbere çıkan Amr "Ben de Ali'yi azlediyorum." diyerek parmağındaki yüzüğü çıkardı ve sol elinin parmağına takıp "Onun yerine, tıpkı şu yüzük gibi Muaviye'yi tayin ediyorum!" diyerek Ebu Musa'nın bön bakışları altında minberden indi.

Bir anda ortalık karıştı, orada bulunan halk öfkeyle Ebu Musa'ya saldırıp tartakladı. Ebu Musa linç edilmekten kurtularak Mekke'ye kaçtı, Amr da Şam'ın yolunu tuttu.

Bu duruma sebebiyet veren Hariciler, yaptıkları hatayı pek geç anlamış, ne yapacaklarına karar veremeyerek orta yerde kalakalmışlardı. Sonucun acı ve hata olduğunu anlamış, ama nerede hata ettiklerini henüz kavrayamamışlardı. Muaviye'nin oyununa gelip de savaşı durdurmuş olmalarının bu faciaya yol açtığını bir türlü kabullenemiyor, hele hakemlik olayında yine Ali'yi (a.s) dinlemeyip Ebu Musa'yı öne sürmekle ne büyük bir hata işlemiş olduklarını itiraf edemiyorlardı. Bu nefsaniyet fırtınasında hatalarını sürdürerek "O iki kişiyi hakem seçmekle hata ettik, insan hakemlik edemez, hakem sadece Allah'tır!" dediler ve Ali'ye gidip şöyle konuştular:

"Biz hakemiyet olayında büyük bir hata işleyerek günaha girdik; hem biz hem sen, kafir olmuş olduk. Biz şimdi tevbe etmiş bulunuyoruz, sen de tevbe edersen, işe kaldığımız yerden başlarız!"

Böylece mesele hallolmadığı gibi daha da büyümüş, kambur üstüne kambur oluşmuş oldu...

İmam Ali "Tevbe her hal-ü karda iyidir. Günah işleyen biri elbette tevbe eder," dedi. Hariciler "Bu yetmez" dediler, "Hakemlik olayının günah olduğunu ve bu işe senin de karıştığını, dolayısıyla senin de günah işlediğini kabul edip tevbe etmen gerekir." İmam "Hakemlik olayının müsebbibi ben değilim ki, bunu ortaya atan siz oldunuz, yaptığınızın neticesini de gördünüz! Kaldı ki, hakem edinme olayı bizatihi haram değildir ki bunu yapan veya yaptıran günah işlemiş olsun! İslam'ın meşru saydığı bir şeyi ben nasıl gayri meşru sayarım? Dahası, işlemediğim bir günah için ne diye tevbe ettim diyeyim?!" dedi.

Bu tartışmalardan sonradır ki, Hariciler sırf siyasi bir akım olarak değil, mezhebi bir güruh olarak da gündeme geldiler. Önceleri isyankar bir güruh olduklarından "Hariciler" adını aldılar; ancak, giderek birtakım özel ilkeler de öne sürüp dini bir renge büründüler ve batıl bir mezhep olarak İslam tarihine geçtiler. Bu arada kendilerini tanıtmak için yoğun propagandalar başlattılar. Derken, İslam dünyasında güya fesadın kökünü bulmak istediler ve şu sonuca ulaştılar: "Osman, Ali ve Muaviye'nin her üçü de hatalıydı ve günah işlemiş kimselerdi, biz fesatla mücadele etmeli, iyiliği emredip kötülükten alıkoymalıyız." Böylece Haricilerin mezhebi "iyiliği emredip kötülükten alıkoyma" amacına yönelik bir mezhep olarak tanıtıldı.

Oysa, bilindiği gibi iyiliğin emri ve kötülüğün engellenmesinin her şeyden önce çok önemli iki ön şartı vardır: 1- Dinde basiret  2- Amelde basiret.

Dinde basiretli olma şartı bulunmazsa, rivayette de belirtilmiş olduğu üzere, iyiliği emr ve kötülüğü nehy işinin zararı faydasından çok daha fazla olacaktır.

Amelde basiretli olmanınsa iki önemli gereği ve vazgeçilmez şartı vardır; fıkıhta bunlara "Etkili olma ihtimalinin bulunması" ve "Daha beter bir kötülük ve fesada yol açmaması" denilir ki bu ikisinin gerçekleşmesi için akıl ve mantıktan faydalanmak şarttır.[7] Hariciler, fevkalade cahil ve basiretten yoksun oldukları gibi, amelde basiretin gerekliliği şartını da reddetmekteydiler. Onlara göre marufa davet ve münkerden sakındırma; neden, niçin ve nasıl sorulmadan yerine getirilmesi gereken bir ibadetti.

Haricilerin Akidevi Usulleri

Hariciliğin temel dayanağını şunlar oluşturmadaydı:

1- Ali, Osman, Muaviye, ashab-ı Cemel ve ashab-ı hakemiyet (hakemlik olayına katılanlar veya bu olaya rıza gösterenler) tamamen kafirdirler, sadece hakemlik olayına rıza gösterip de sonradan tevbe edenler bunun dışında tutulur.

2- Yukarıdakilerin tekfir edilmesini kabul etmeyenler de kafirdirler.

3- İman sadece kalbi bir akide değildir; İslam'ın emirlerini uygulayıp nehy edilen şeyleri terk etmek de imanın esaslarındandır. Bu anlamda iman, inanma ve amel etmenin bir bileşimi ve terkibidir.

4- Zalim yönetici ve imama karşı isyan ve kıyam etmek, kayıtsız şartsız farzdır. İyiliği emredip münkerden nehy etmenin hiçbir ön şartı ve gereği yoktur; her zaman ve her hal-ü karda bu ilahi emri derhal uygulamak gerekir.[8]

Evet, Hariciler bu düşüncelerle sabahladılar; kendileri dışındaki herkesi kafir, kanı helal ve ebedi cehennem ehli bilerek.

Halifelik Konusunda Haricilerin Görüşü

Haricilerin, günümüz dünyasının yenilikçilerine ilginç gelen tek görüş ve fikirleri onların halifelik konusundaki teorileridir. Bu konuda demokratik düşünceye sahiplerdi. Halifeliğin serbest seçimle gerçekleşmesi gerektiğine inanıyorlardı. Kureyşten olsun olmasın, tanınmış kabilelerden veya Arap ırkından olsun olmasın; gerekli iman, takva ve liyakate sahip her insan halife olarak seçilebilirdi. Birisi halife olarak seçilip de kendisine biat edildikten sonra İslam ümmetinin maslahatlarını gözetmez ve aykırı davranacak olursa hemen azledilmesi ve halifelikten uzaklaştırılması gerekir, buna direnmesi halinde ise öldürülünceye kadar ona karşı kıyam edilir.[9]

Hariciler, halifeliğin Allah Teala tarafından belirlenmesi gerektiğine inanan Şia'ya karşı oldukları kadar, halifenin mutlaka Kureyşten olması gerektiğine inanan Ehli sünnete de karşıdırlar.

Tarihi belgelerden anlaşıldığı kadarıyla Haricilerin halifelik konusundaki görüşleri, bu mezhep veya akımın ortaya çıktığı ilk günlerde şekillenmiş bir görüş değildi. Nitekim kendilerinin ilk çıkışlarında öne sürdükleri "Allah'tan başka hakem yoktur." sloganı ve Nehc'ul Belağa'dan da anlaşılacağı üzere ilk dönemlerde Hariciler İslam toplumunun esasen devlete, hiçbir yönetici, imam ve halifeye ihtiyacı olmadığı ve herkesin kendi başına Allah'ın hükümlerine uymasının yeterli olacağı inancındalardı.[10] Ancak, daha sonra bu inançlarından dönüp Abdullah b. Veheb-i Râsıbi'ye biatte bulunmuşlardır.[11]

Halifeler Konusunda Haricilerin Görüşü

Ebu Bekir'le Ömer'in halifeliğini doğru buluyor, bu ikisinin doğru seçimlerle işbaşına geldiğini kabul ediyorlardı. Haricilere göre bu iki halife sonradan sapmamış, yoldan çıkmamıştı. Ali'yle Osman'ın seçimini de doğru buluyor, ama Osman'ın hilafetinin 6. yılının sonlarından itibaren sapmaya başladığına ve müslümanların maslahatına aykırı davrandığına, bu nedenle halifelik hakkını kaybedip aslında azledilmiş bulunduğuna, ama buna rağmen halifelik makamını bırakmadığı için Osman'ın kafir olup kanının helal olduğuna ve neticede öldürülmeyi hak ettiğine inanıyorlardı. Ali de onlara göre hakemlik olayını kabul ettiği, ama daha sonra Haricilerle birlikte tevbe etmediği için kafir olmuş ve öldürülmeyi hak etmişti! Bu nedenledir ki Hariciler, hilafetinin 7. yılından sonra Osman'dan ve hakemlik vakıasından itibaren de Ali'den teberride bulunmuşlardır.[12]

Hariciler diğer halifeleri de reddetmiş ve onlarla daima savaş halinde olmuşlardır.

Haricilerin Çöküşü

Bu güruh, hicretin 1. yy'ının ilk yarılarının sonlarında, çok tehlikeli bir hata ve sapma neticesinde teşekkül etmiş, ancak, bir buçuk asırdan fazla varlıklarını sürdürememiştir. Çok aşırılığa varan öfkeli çıkışları ve yerli yersiz  isyana kalkışmaları neticesinde halifeler tarafından daima takibe alınmış, kendilerini ve mezheplerini mahva ve tam bir yok oluşa sürüklemişlerdir. Abbasi devleti kurulur kurulmaz Haricilerin kökü kazınmış, soyları tükenmiştir. Hiçbir mantık ve akli delili kabul etmeyen aşırı dogmatik tutuculukları, sinirli ve mantıksız çıkışları, hayatın gerek ve gerçekleriyle hiç bağdaşmayan yöntemleri ve nihayet normal bir çerçevede olması gereken takiyyeyi büsbütün bir kenara bırakan son derece fevri ve salt sabırsızlıktan kaynaklanan çıkışları Haricilerin sonunu hazırlayıp tarihten silinmelerine neden olan başlıca sebeplerdir. Haricilik, kalıcı bir mezhep ve ekol değildi zaten; ama bu batıl mezhebin etki ve izleri tamamen silinmedi, onların batıl düşünceleri birçok İslam mezhebini de etkiledi. Bugün tamamen Harici denilebilecek çok sayıda sapık vardır ve tıpkı Ali (a.s) döneminde olduğu gibi İslam ümmetini kendi içinden tehdit eden en büyük tehlikeyi bunlar oluşturmaktadır. İslam tarihinde Muaviye ve Amr b. Âs gibileri daima vardır. Bu ikili, her zaman olduğu gibi çağımızda da Haricileri avuçlarına almakta ve şom emelleri için onları oyuncak gibi kullanabilmektedirler.

Slogan mı, Ruh Ve Öz mü?

Hariciler meselesini bir mezhep olarak tartışmanın hiçbir anlamı ve etkisi yoktur, zira bugün böyle bir mezhep yoktur artık dünyada. Ama toplumumuzu ve bütün bir İslam ümmetini "ibret verici" olması açısından pek yakından ilgilendiren bir mesele olarak Haricilerin görüş ve tavırlarını ele alıp incelemenin zaruri olduğu da kuşkusuz. Zira Harici mezhebi bir mezhep olarak ortadan kalkmışsa da Haricilik ruhu ve fikirleri bugün pek çok müslümanın zihninde yuvalanmış durumdadır.

Bu meseleyi iyice açmadan önce kısa bir açıklamanın faydalı olacağı inancındayız:

Bazı mezhep veya ekollerin slogan açısından ölü, ama ruh ve öz açısından diri olabilecekleri gibi, slogan açısından pek canlı ve hararetli olduğu halde ruh ve öz itibariyle ölmüş, bitip tükenmiş de olabilirler. Binaenaleyh bazı birey veya grupların slogan açısından falan mezhebin izleyicisi sayılması, ama özü itibariyle onların söz konusu mezheple hiçbir gerçek bağlarının bulunmaması mümkündür. Bunun tam tersi de olabilir. Bir mezhebe veya fikre gerçek anlamda bağlanmış olduğu halde onun slogan ve şiarlarını kabullenmemiş kimseler de olabilir.

Bilindiği üzere, Resulullah'ın (s.a.a) rıhletinden hemen sonra müslümanlar Sünni ve Şia olmak üzere iki grup teşkil ettiler ki her birinin kendisine has akide ve sloganları vardır.

Şia "Resulullah'ın (s.a.a) kendinden sonraki ilk halifesi Ali'dir. Çünkü Resulullah (s.a.a) Allah'ın emriyle onu kendisinden sonra halife ve imam olarak seçip müslümanlara da iblağ etmiştir bunu, dolayısıyla da Peygamberimizden sonra halifelik Ali'nin (a.s) hakkıydı." der.

Ehl-i sünnet ise "İslam, hükümleri belirlerken halifelik ve imamlık konusunu belirlememiş, kimin yönetici olacağı hususunu halka bırakmıştır, halk seçsin demiştir."der ve halifelerin  Kureyşten olması gerektiğini de şart koşar.

Keza Şia "Resulullah'ın (s.a.a) sahabesi olarak ün yapmış birçoklarını ciddi eleştirilere tabi tutar ve sahabe arasında iyiler olduğu gibi, kötüler ve münafıklar da vardı." der.

Ehl-i sünnet ise bu konuda tam karşı noktada yer alıp "sahabe" olarak bilinen herkese aşırı derecede iyimserlikle bakar ve "Peygamberin istisnasız bütün sahabeleri iyi ve dürüsttü, hepsi de tam anlamıyla adil birer müçtehit idi."der. Şia'nın bu konulardaki yaklaşımı eleştiri, itiraz ve araştırma temeline, Ehl-i sünnetin yaklaşımı ise "İnşaallah hepsi de iyi ve dürüsttü." esasına dayalı bir inşaallahçı ve temennici yaklaşımdır.

Hal böyleyken, mesela "Hz. Ali (a.s) Peygamberimizin kendinden sonraki ilk halifesiydi." diyen herkesi Şia olarak tanımlamak ve "Bu kadarı yeterli." deyip başkaca hiçbir esasa uymasını gerekli görmemek; hangi zihniyeti taşırsa taşısın, ne yaparsa yapsın, onu sırf bu sözü yüzünden "Ali Şia'sı" olarak tanımlamak mümkün müdür?

Sadr-ı İslam döneminde durum hiç de böyle değildir... Şia denildiğinde güçlü bir anlam anlaşılmaktadır. O dönemde Şia olarak bilinen müslümanlar, Resulullah'ın (s.a.a)  Ali (a.s) hakkındaki tavsiye ve vasiyetlerini hakkıyla dinleyip yerine getirenlerdi. Bunun tam karşısında yer alan diğer müslümanlar ise, Resulullah'ı (s.a.a) can-u gönülden sevmelerine ve o hazrete karşı tam bir sevgi ve iman taşıyor olmalarına rağmen; birtakım sudan bahaneler ve geçersiz gerekçeler öne sürerek o hazretin vasiyetlerini yerine getirme hassasiyetini göstermeyen ve birtakım tevil ve yorumlarla işin içinden sıyrılmaya çalışanlardı.

Bu bölünme ve çatlağı oluşturan ana neden, bir grubun müslümanlar arasında (ki bunlar çoğunluğu da oluşturmadaydı) meselelere sathi bir yaklaşımla bakması ve gözleri önünde cereyan eden olayların neden ve sonuçlarını tahlil edebilecek basirete sahip bulunamamasıydı. Meselelerin sadece dış görünüşünü görebilen bu insanlar her zaman her şeyin "doğru ve yolunda" olduğu zannındaydı, aşırı bir iyi niyet ve safdillikle değerlendiriyorlardı etraflarında vuku bulan her şeyi. "Peygamber efendimizin sahabesi, İslam'ın ilk dönemlerindeki o yaşlı insanlar belli bir yol tutturmuş, bazı şeyler yapmış, öyle yaşayıvermişler işte, iyisi mi, onlara hiç dokunmayalım, o mübarek zatların hiç hataları olmamıştır inşaallah diyelim." şeklinde meselelere yaklaşanlara karşın azınlıkta da olsa belli bir grup vardı ki "Hayır efendim." diyorlardı, "İnsanlar hak ve hakikate saygılı oldukları sürece saygındırlar. Söz konusu mübarek zatlar da İslam'a ve peygamberin emirlerine uygun davrandıkları sürece mübarektirler, İslam usul ve prensiplerini çiğnemeye ve açıkça bu prensipleri ayaklar altına almaya başladıkları andan itibaren bu yaşlı ve mübarek zatların saygınlığı da sona erer ve yaptıkları her şeyin hesabını vermeleri gerekir. Önemli olan şahıslar değil, Allah'ın hükmüdür, ilahi prensipler ve bu prensiplerin doğru bir şekilde uygulanmasıdır." Şia'nın oluşumunda etkili olan ruh da budur aslında.

İslam tarihinde Ebuzer-i Gıfari, Selman-ı Farsi, Mikdad-ı Kindi, Ammar-ı Yasir gibi sahabelere şöyle bir bakınız: Onları Ali'nin etrafında toplanıp onun fedaisi haline getiren, ekseriyetin yerine Ali'yi tercih etmelerine sebep olan hakikat nedir? Bu konu dikkatle incelendiğinde, söz konusu nadir sahabenin usul ve prensip sahibi olduğu görülür, hem dindar, hem dinşinasdır bunlar "Aklımızı ve düşüncemizi başkalarına teslim etmemeliyiz." diyorlardı, "Yoksa, başkalarının hatasına biz de ortak olmuş oluruz!" Bu insanların ruhu, hak ve hakikatin egemen olduğu bir ruhtu, şahsın veya şahsiyetlerin değil!

İmam Ali'nin (a.s) yakın yarenlerinden biri Cemel vakıası sırasında büyük bir ikileme kapılmış, çetin bir şüpheye düşmüştü. Bir tarafta Ali'yle onun safında yer alan seçkin sahabeleri görüyor, diğer tarafta onların karşısına dikilen ve Kur'an'ın "anneniz" (Ahzab, 6) diye tanımladığı Ayşe'yi müşahede ediyordu. Onun yanında Talha gibi iyi isim yapmış şöhret sahabeler. Savaş meydanlarının mahir okçusu, İslam'a hizmetler etmiş bir isimdi Talha. Zübeyr ise Talha'dan da ünlü, ondan daha fazla hizmetleri olmuş biriydi. Sakife günü  Ali'nin evinde toplanan boykotçulardan biri de Zübeyr'di!

Adamcağız bu sahneyi görüyor, bu olayları bir türlü kavrayamıyordu; ne yapacağını bilememenin şaşkınlığıyla kalakalmıştı öylece. Ali, Talha ve Zübeyr, İslam'ın ünlü isimleri, savaş meydanlarının erleriydiler, ama şimdi bu isimler yekdiğerinin karşısında yer almış, birbirlerine kılıç çekmişlerdi! Hangisi haklıydı acaba? Hak kimden yanaydı şimdi? Bu çetin anda tercih ne de zordu sahi!

Bugünün müslümanları için son derece ibret verici ve düşündürücü bir gelişmedir bu. Büyük bir dikkatle incelenmesi gereken bir olay vardır burada. Hz. Ali'nin safındaki o adamcağızı, kapıldığı bu şiddetli ikilem ve şüpheden dolayı hemen kınamaya kalkışmak  asla doğru değildir. Onun yerine biz olsaydık, Talha ile Zübeyr'in parlak geçmişine bakarak biz de bu şüphe ve tereddüde kapılabilirdik pekala!

Ali, Ammar ve Üveys-i Karani gibi insanların karşısında Ayşe, Talha, Zübeyr gibilerini gördüğümüz zaman bizler bugün o şüphe ve tereddüde artık kapılmıyor olabiliriz. Çünkü kimimize göre ikinci grupta yer alanlar, canilikleri yüzlerinden belli olan katil sıfatlı kimseler gibidir, adeta çehrelerinden bellidir ne kadar kötü oldukları, ateş ehli oldukları. Ama eğer o dönemde yaşamış olsaydık belki bunca emin olmayacak ve bizler de aynı şüpheye kapılıverecektik kolayca.

Bugün ilk grubun haklı, ikinci grubun haksız olduğunu kolayca teşhis edebiliyor olmamızın nedeni, aradan geçen bunca zaman sürecinde tarihi hakikatlerin birer birer su yüzüne çıkmış olması ve Ali'yle Ammar'ın olduğu gibi, Ayşe'yle Talha'nın da kişilik, karakter ve gayelerinin olanca netliğiyle anlaşılmış bulunmasıdır. Bu durumda yargıda bulunup belli bir sonuca varabilmek, doğruyla yanlışı teşhis edebilmek elbette ki zor değildir. Dahası, gerekli inceleme ve araştırmaları yapabilecek bilgisi olmayanlar da, en azından öteden beri bu hakikatleri duyarak büyümüş ve neticede karar verebilmesi kolaylaşmıştır.

Ama o günlerde bu faktörlerin hiçbiri yoktu, bu kolaylıkların hiçbiri vuku bulmuş değildi henüz.

İşte bu nedenledir ki, adamcağız dayanamayıp Ali'nin  yanına gitti, açıkça ve samimiyetle içindeki soruyu sordu, "Ayşe ile Talha ve Zübeyr'in batılda elbirliği edip yanlış bir ortak karara varmaları mümkün müdür?" dedi.

Bunlar büyük sahabelerdi, böylesine ulu insanların bu şekilde batıl üzere birleşmesi nasıl mümkün olabilirdi?!

Çağdaş Ehl-i sünnet araştırmacılarından ünlü yazar Mısırlı Dr. Taha Hüseyin "Hz. Ali'nin (a.s) bu adama verdiği cevap, bugün de aynı şüpheleri taşıyan bazılarımız için fevkalade doyurucu ve yeterlidir." demekte ve şöyle eklemektedir: "Vahiy kesildikten ve semavi mesajı ileten  Resulullah (s.a.a) vefat ettikten bu yana kimse böylesine güçlü bir söz söyleyebilmiş değildir. Hz. Ali (a.s) bu adama diyor ki: "Belli ki aldanmış, hakikati anlayamamışsın. Hakla batıl, kişilerin mevki, makam ve ünü esas alınarak tanınamaz. Önce belli bazı şahısları ölçü edinip, sonra da o ölçüyle hakkı veya batılı teşhis edebilmen mümkün değildir. Falan şey haktır, çünkü falancalar buna muvafıktırlar, filan şey batıldır, çünkü filancalar ona karşıdırlar." denilemez. Şahıslar asla hak ve batılın ölçüsü olamazlar. Bilakis; şahısların durumu hakla ölçülür; hak ve batıldır ölçü olan!"[13]

Hz. Ali'nin (a.s) öğrettiği ölçü çok dakiktir: Şahıslar ölçü değildir, hak ve batıl ölçüdür diyor İmam. Yani hakla batılı tanımak, neyin hak neyin batıl olduğunu öğrenmek lazımdır, o zaman hangi konumda bulunsa bulunsun, herkesi bu hak ve batıl ölçütüyle ölçüp tartabilirsiniz. O zaman hakka uygun olanı kabul eder, olmayanı bırakırsınız. Binaenaleyh sırf ünlü oldukları için "Talha, Zübeyr ve Ayşe hiç batıl üzere olabilir mi?" diye sormanın hiçbir tutarlılığı yoktur.

Görüldüğü gibi Ali (a.s) için haklılığın ölçüsü bizzat hakkın kendisidir. Şiiliğin ruhu da budur aslında. Bugün Şiilik okulu da şu veya bu şahıstan türemiş bir düşünce değil; özel bir dünya görüşü ve İslam'ın naslarıyla esaslarından taviz verilmemesi gerektiğine inanan bir okuldur. Bu nedenledir ki İslam tarihinin ilk Şiaları, taviz vermeyen ve eleştirel yaklaşımlı insanlar olarak yetişmişlerdir.

Hz. Resulullah'ın (s.a.a) rıhletinden sonra Ali (a.s) otuz üç yaşında bir gençtir; olaylar fırtınasında her şeyi göze alıp da onun safında haktan ve haklıdan yana yer alanların sayısı bir elin parmaklarını geçmemektedir. Onun karşısında yer alanlarsa hep ellisini altmışını geçkin yaşlılar, ak sakallılardır. Toplumun tamamına yakın ekseriyetini de kendi saflarına çekmişlerdir. Ekseriyetin görüşü ve mantığı şudur o sırada: "Yaşlılar ve saçı-sakalı ağarmış olanlar bu işi daha iyi bilir, hem, gelenek de böyle gelmiş olduğundan, geleneği bozmayalım (halbuki İslam kuralları gelenekleri de ıslah etmek için inmiştir), yaşlılarla büyükler ne yapsalar doğrudur, onlar hata etmezler, bu nedenle biz bu yaşlılara ve toplumun saçı-sakalı ağarmış büyüklerine uymaktayız!"

Evet, çoğunluğun öne sürdüğü görüş ve mantık özetle böyleydi. Azınlık ise "Hata etmeyen yaşlılar değil, sadece hakikatin kendisidir, hakikat yaşlılara değil, yaşlılar (ve gençler) hakikate uymalıdır!" diyordu.

İslam tarihinin geçmişinde vuku bulan bu yalın hakikate bakarak Şia sloganı verenin pek çok, ama gerçek Şia ruhuna sahip olanınsa pek az olduğu kolayca anlaşılmaktadır.

Şiilik de, tıpkı Şiiliğin ruhu gibi hakikati doğru teşhis edebilme ve teşhis ettiği hakikate sadakatle bağlanmadır ki bunun en bariz izlerinden biri, kişinin çekicilik ve iticiliğidir. Ancak her nevi çekicilikle iticiliğin bu sahaya girmediğini de defalarca belirttik. Batılı cezbedip hakkı itmek elbette ki olumlu bir çekicilik ve iticilik değildir. Burada kastedilen ve olumlu olan şey, İmam Ali türü bir çekicilik ve iticiliktir: Hakkı çekmek, batılı itmek! Şia, İmam Ali'nin (a.s) kopyası ve benzeyeni demek olduğuna göre, Şia olan herkesin bu iki insani ve İslami hasleti birlikte taşıması ve hem haktan yana, hem batılın karşısında yer alması ve böyle bir haslet ve tavır içinde olması gerekmektedir.

Daha önceki bahsimizde bir okul veya bir mezhebin ölebileceğini, ama onun ruhu ve fikrinin bir başka okula, hatta muhalif bir okul ve mezhebe sıçramasının pekala mümkün olabileceğini söylemiştik. Bugün Haricilik mezhebi de ölmüştür. Yani dün olduğu gibi bugün de İslam ümmeti arasında Haricilik diye bir mezhep mevcut değildir artık, Hariciler diye belli bir güruh da yoktur bugün.

Ama, "Haricilik" fikri ve ruhu da ölmüş müdür Haricilerle birlikte? Bugün şu veya bu müslümanın kafasında aynı türden batıl fikirler yok mudur gerçekten? Bugün biz Müslümanlar arasında, bilhassa dindar kesimle mukaddes görünümlü bazıları arasında aynı fikirlerin her an türeyebilme ihtimal ve tehlikesi yok mudur gerçekten?

Bunlar, ayrı bir başlık altında cevaplanması gereken sorulardır, ama Haricilik ruh ve düşüncesinin alt yapısı, gereğince tanınıp bilinecek olursa bu sorulara cevap verebilmek mümkün olacaktır. Hariciler konusunu ele alıp incelemenin bütün önemi de buradan kaynaklanmaktadır işte. Bugün bütün müslümanlar şunu bilmeli, öğrenmelidir artık: Hz. Ali (a.s) Haricileri neden itti, onları neden dışladı? Ali'nin (a.s) cazibe ve çekiciliği onları neden etkilemedi de, o hazretin iticiliğine muhatap oldular?

Bahsimizin daha sonraki bölümlerinde de inceleyeceğimiz üzere Haricilerin psikolojik yapısını oluşturan özelliklerin tamamı Ali'nin (a.s) iticilik gücüne muhatap olmuş değildir; onların da varlık ve psikolojik yapılarında pek çok aydınlık nokta vardı. Ama ne yazık ki karanlık ve batılları çok daha fazlaydı ve bu karanlıkları, söz konusu aydınlıklarını boğup yutacak kadar fazla olmasaydı elbette ki onlar da Ali'nin (a.s) çekicilik gücüne muhatap olacaklardı. Ne var ki dogma ve karanlıklarının pek fazla oluşu, Ali'nin (a.s) düşmanlarının safında yer almalarına neden olmuştur.

Hz. Ali Ve Demokrasi

Müminlerin emiri Ali'nin (a.s) Haricilere karşı tavrı gerçek anlamda bir demokrasi örneğidir. O halifeydi ve Hariciler de herkes gibi onun tebası durumundaydı; ama buna rağmen Ali (a.s) onlara karşı hiçbir siyasi dayatmada bulunmadı, hapse attırmadı, kırbaçlatmadı, hatta beyt'ül maldan herkese verildiği gibi onlara da verilen aylıklarını kesmedi, herkese nasıl davrandıysa onlara da öyle davrandı. Hz. Ali (a.s) gibi birinin bu tür bir davranış örneği sergilemiş olması bizler için elbette ki beklenmedik ve fevkalade bir davranış değildir. O büyük insandan bundan başkasını beklemek mümkün değildir zaten; ama burada dikkati çekmek istediğimiz nokta, bugün demokrasi havarisi kesilenler tarafından bile böyle bir davranışın gösterilmiyor olmasıdır. Gerçekten, modern geçinen günümüz dünyasında bile pek nadir rastlanan bir uygulama ve karakter örneğidir bu. Hariciler ülkenin dört bir yanında tam anlamıyla hür ve serbesttiler, fikirlerini açıkça söylüyorlardı ve  kimse onlara karışmıyordu. Ali (a.s) ve ashabı onlarla  özgür bir ortamda oturup tartışırlardı, taraflar kendi inanç ve fikirlerini tam bir serbesti içinde öne sürer, delillerini beyan eder, diğeri de ona cevap verirdi.                                                                                                                                                      

Günümüz dünyasında bile, en azılı muhaliflerine bunca serbesti tanıyan ve bunca demokratik davranabilen bir devlet ve hükümete rastlayabilmek mümkün değildir. Hatta Hariciler kimi zaman camide İmam Ali'nin (a.s) konuşma ve hutbelerini kasten keser, ortalığı bulandırabilmek için, kelimenin tam anlamıyla parazit yaratmaya çalışırlardı. Bugün bizlere tuhaf görünse de Ali'nin (a.s) hükümet sisteminde bu tür örnekler sıkça yaşanıyordu. İmam Ali (a.s) bir gün camide hutbe okurken adamın biri ayağa kalkıp bir soru sorar, İmam hemen orada o soruya mükemmel bir cevap verince, camide bulunan Haricilerden biri yüksek sesle "Hay Allah öldüresice! Ne kadar bilge şu adam yahu!" diye bağırır. Camidekiler öfkeyle adamın  üzerine yürümek isteyince İmam müdahale eder ve "Bırakın onu." der, "Sadece banaydı onun hakareti."

İslam devletinin başkanı olan Ali, kendi şahsına yönelik olduğu için -ve İslam prensiplerine yönelik bulunmadığı için- bu ağır hakareti ve bu açık zulüm ve densizliği kolaylıkla affeder!

Haricilerin densizlik ve hakaretleri bundan ibaret değildi sadece. Camiye geliyor, cemaat namazında Ali'ye (a.s) uymuyor, "Ali kafirdir." diyorlardı. Camide namaz kılmamakla da yetinmiyor, sürekli Ali'yi (a.s) rahatsız etmeye, onu öfkelendirmeye çalışıyorlardı.

Bir gün İmam Ali camide cemaat namazı kıldırırken, saflarda duran "İbn-i Kevva" adlı bir Harici Ali'yi iğnelemek ve incitmek amacıyla yüksek sesle şu ayeti okudu:

"... Eğer şirk koşacak olursan, şüphesiz, senin amellerin boşa çıkacak ve sen elbette hüsrana uğrayanlardan olacaksın!" (Zümer, 65)

Bu ayet Resulullah'a (s.a.a) hitaben inen ayetlerdendi ve "Sana ve senden önceki bütün peygamberlere böyle vahyettik ve şirk koşacak olursanız amellerinizin boşa çıkacağını ve ziyana uğrayanlardan olacağınızı hatırlattık." buyrulmaktaydı. İbn-i Kevva, bu ayeti yüksek sesle söylerken Ali'yi (a.s) kastediyor ve şöyle demek istiyordu: Senin parlak bir geçmişin olduğunu biliyoruz, evet sen ilk müslüman olan insansın, uhuvvet günü bizzat Peygamberin (s.a.a), kendisine "kardeş" olarak seçtiği müminsin, "ölüm ve terör gecesi" Resulullah'ın (s.a.a) yatağına yatarak canın pahasına o hazreti kurtarmayı göze alabilmiş insansın, İslam uğrunda emsalsiz hizmetlerin inkar edilemeyecek kadar çoktur, ama Allah Teala Peygamberine bile "Bak, müşrik olursan bütün amellerin boşa gider." diyor. "Sen de bize uyup hakemiyeti kabullendiğin, ama daha sonra bizim gibi tevbe etmediğin için kafir oldun ve geçmişteki amellerinin tamamının boşa gitmesine neden oldun!"

Hz. Ali'nin (a.s) namaz sırasında bu hakarete karşı tavrı pek ilginçtir. Hem namazını bozmadan ona gereken cevabı vermekte, hem de onun batıl niyetle okuduğu ayet-i kerimeye yine bir ayetle karşılıkta bulunmaktadır. O konuşurken İmam susuyordu. Çünkü adam ayet okumadaydı ve A'raf suresinin 204. ayet-i kerimesi gereğince "Kur'an okunduğu zaman hemen dinlenmesi ve susulması." gerekiyordu.

Cemaat namazında imamın Kur'an ayetleri okurken cemaatin susması gerektiği de bu yüzdendir.

Harici, cemaat namazını bozabilmek için söz konusu ayeti birkaç kez yüksek sesle okuduktan sonra umduğunu bulamayınca sustu. O susar susmaz, Ali (a.s) namazda "... Sen sabret; hiç şüphesiz, Allah'ın vaadi haktır, kesin bilgiyle inanmayanlar da sakın seni telaşlandırıp hafifliğe kapılmana neden olmasınlar."[14] ayetini okur.  (Rum,60)



[1] -Bkz: İbn-i Hişam Siyeri, c:4 s:250.

[2] - Bu grupları bizzat hz. Resulullah'ın (s.a.a) kendisi İmam Ali'ye (a.s) haber vermiş ve "Ya Ali, benden sonra üç grup seninle savaşa tutuşacaktır, bunlar Nakisin, Kasitin ve Marikin'dirler." buyurmuştur. Bu ünlü rivayet, tanınmış Ehli sünnet tarihçilerinden İbn-i Ebi'l Hadid'in Nehc'ul Belağa Şerhi'nde de geçer (bk: c:1 s:201) İbn-i Ebi'l Hadid "Hz. Resulullah'ın (s.a.a) peygamberliğini ispatlayan hadislerden biridir bu." der ve şöyle ekler: "Zira gaybdan verdiği bu haber hiçbir yorum ve tevile yer bırakmayacak bir netlikle ve tıpkı o hazretin buyurmuş olduğu gibi vuku bulmuş ve bütün gelişmeler onun önceden haber verdiği seyirde cereyan etmiştir."(Ae)

[3] - Nehc'ul Belağa, Şıkşıkiye Hutbesi, 3.

[4] - El Müncid'e bkz. Hariciler, hz. Ali'ye (a.s) karşı huruc -isyan- ettikleri ve kendilerinden bir mezhep uydurdukları için bu adla anılmışlardır. Belli bir mezhep ve akide taşıdıklarından, her isyancıya bu ad verilmemiş, İslam literatüründe sırf sözkonusu sapık güruh için kullanılmıştır. Bu sapık görüşler sonraları başkalarına da geçmiş, hiçbir zaman iktidar olamasalar da sapık bir mezhep olarak varlıklarını korumuşlardır (bk: Zuha'l İslam c:3 s:240-247, 6. basım). Amr b. Ubeyd vb. gibi, Harici olup da hiç huruc etmeyenler de vardır (Bazı Mutezile mensupları gibi). Emri bil maruf veya büyük günah işleyenin ebediyen kafir olacağı gibi fikirleri olanlara "Hariciler gibi düşünüyor." denilmiştir. Tarihte Harici kadınlara da rastlanır (Müberred, Kamil c:2 s:154). Binaenaleyh Hariciler denildiğinde İslam literatüründe sadece bu güruh kastedilir.

[5] - Lüm'a. c:1, Kitab'ul Cihad, 1. fasıl ve: Şerayi, Kitab'ul cihad.

[6] - Normal durumlarda ayet yazılı mushaflara saygısızlıkta bulunabileceği anlamı çıkarılmamalıdır bundan. İ. Bendiderya.

[7] Bu noktayı biraz açmakta yarar var:

İslam'ın önemli emirlerinden biri olan iyiliği emredip kötüden  nehy etme esasının amacı "iyiliği yaymak ve kötülüğün kökünü kazımak"tır. O halde ancak bu gayeye hizmet edilebileceği şartlarda bu işi yapmak, yani iyiliği emredip kötülüğü nehy etmek gerekir. Aksi takdirde, hiçbir etkisi olmayacak bir girişimi farz kabul etmek mümkün müdür?

Diğer bir asıl da, bir maslahatın tahakkuk bulabilmesidir. Bu durumda; daha beter bir kötülüğe yol açacaksa, yapılacak eylemin adı elbette ki "iyiliği emr ve kötülükten nehy" olmayacaktır tabi... Bu iki aslın şartı ise amelde basiretli olabilmektir. Amel ve davranışında basiret gösteremeyen ve bu melekeden mahrum bulunan birinin, yapacağı bir işin etki ve sonuçlarını da bilemeyeceği ve doğru hesaplar yapamayacağı ortadadır. Basiretten yoksun birinin, girişeceği bir davranışın daha kötü sonuçlar doğurup doğuramayacağını da hesaplayamayacağı bellidir. Bu nedenledir ki hadislerde de geçtiği üzere, cahilce yapılacak emr bi'l maruf ve neyh-i an'il münker girişimlerinin doğuracağı olumsuzlukların, olumlu etkilerinden çok daha fazla olacağında şüphe yoktur.

İslam'ın vazife olarak belirlediği diğer amellerde "Faydalı olma ihtimali varsa yap, faydası olmayacaksa yapma." şeklinde bir ön şart yoktur. İslam'ın emrettiği her şeyde bir hayır ve maslahat vardır; ama bu emirlerin muhatabı olan Müslüman kullar, söz konusu emirlerin hikmet ve maslahatlarının ne olduğunu teşhis etmekle mükellef tutulmamışlardır. Mesela namaz konusunda "Eğer kendin için faydalı buluyorsan kıl, faydalı olacağına inanmadığın vakitlerde kılma" diye bir hüküm yoktur. Keza, oruç için de "Faydalı olacağına ihtimal verirsen oruç tut, aksi takdirde oruç tutma" şeklinde bir emir verilmiş değildir, sadece "Sana zarar veriyorsa tutma." denilmiştir. Hac, zekat ve cihad konusunda da durum aynıdır, "Faydalı görüyorsan yap, faydalı görmüyorsan yapma." denilmemiştir. "İyiliği emr ve kötülüğü nehy" konusunda ise durum tamamen farklıdır, "Bu farzı işlemeden önce ölç-biç, düşün ve etkisinin ne olacağını hesapla!" denilmiş ve bu girişime, ancak İslam'ın ve Müslümanların yararına olacaksa izin verilmiştir. Yani burada maslahatın ne olduğu konusundaki teşhis yetkisi tamamen bireyin kendi uhdesine ve onun sorumluluğuna bırakılmıştır.

"Emr bi'l maruf ve nehy-i an'il münker" de bulunacak şahıs, yapacağı işin İslami gayelere faydalı olup olmayacağını düşünüp hesaplamak ve bu konuda akletmek zorundadır, akledip düşünmekle yükümlüdür. Bu amel, diğerlerinden farklıdır ve taabbüdü değildir, yani "Sebebi ve illeti sadece emir olan, aklın muhakemesine ve ferdin teşhisine bağlı bulunmayan, sırf emrolunduğu için yapılan ve neticesinden kulun sorumlu tutulmayacağı bir amel." değildir asla.

Bütün İslam mezhepleri, iyiliği emr ve kötülüğü nehy konusunda basiret, düşünce ve akletmenin zaruri ve farz olduğunu söylemiş ve bu hususta ittifak sağlanmışken, buna aykırı düşen tek mezhep "Haricilik" mezhebi olmuştur. Hariciler tamamen dogmacı ve yobaz olduklarından "Her emir gibi emr bi'l maruf ve nehy-i an'il münker de sırf emrolunduğu için yapılması gerekli bir ibadettir, üzerinde düşünüp taşınmaya gerek yoktur" demiş, bu amelin etki ve sonuçlarının iyice düşünülüp hesaplanması gerektiğini kabullenmemişlerdir. Gerçekte bu sakat görüş, onların bütün davranışlarına egemendi. Nitekim hiçbir faydası olmayacağı ve hiçbir olumlu neticeye yol açmayacağını bile bile kıyam veya terör eylemlerine girişmiş olmalarının ardında yatan sebep; bu cehalet, basiretsizlik ve düşünce tembelliğinden başkası olmamıştır.

[8], 49 - Bk: Zuha'l İslam c:3 s:330'da "Kitab'ul Fark Beyn'el Firak"tan iktibasla.

 

[10] - Nehc'ul Belağa 40. hutbe. Ve: İbn-i Ebi'l Hadid Şerhi c:2 s:308.

[11] - İbn-i Esir, El-Kamil'i c:3 s:336.

[12] - Şehristani, El-Milel Ve'n Nihel.

[13] Ali ve Evlatları s:40

[14] - İbn-i Ebi'l Hadid c:2 s:311.