0-02   2-30   30-60    60-90    90-125    125-163

1.Bölüm

GÜÇLÜ ÇEKİMLER

"Son Peygamber" adlı eserin 1. cildinin önsözünde "Çağrılar" şöyle anlatılır:

İnsanlar arasında vuku bulan çağrı ve davetler her zaman aynı olmamıştır, çağrıların etki, güç ve sahası farklı olmuştur.

Bazı çağrılar ve düşünce sistemleri tek boyutlu olmuş ve sadece bir boyutta ilerleyip yayılmışlardır. Ortaya ilk çıktığı günlerde epey taraftar toplamış, kitleleri etkilemiş, ancak belli bir dönemi geride bıraktıktan sonra bütün cazibesini yitirip unutulmaya yüz tutmuştur.

Kimi çağrılarsa iki boyutlu olmuş hem zaman hem mekana yayılabilmiştir. Yani salt mekan değil, zaman boyutuna da yayılabilmiştir.

Kimi çağrılar da vardır ki çok boyutludur, çeşitli sınıftan insanları kuşatıp etkiler, bütün kıtalarda, bütün çağlarda gönülleri fethetmeye devam eder, bireyleri ve kitleleri fevkalade etkiler. Bu tür üç boyutlu çağrılar peygamberlere ve onların yolunu sürdüren evliyalara mahsustur.

Sahi, insanların fıtrat ve yapısına hitap eden ve asırlar boyunca -tıpkı tahrif olmamış semavi dinlerin yaptığı gibi- kitleleri peşinden sürüklemeyi başaran herhangi bir felsefe veya düşünce okulu olmuş mudur insanlık tarihinde?!

Bu tür cazibe ve çekimler sadece ilahi dinlere mahsus değil midir?

Cazibe ve çekimler kimi zaman tek boyutlu, kimi zaman iki, kimi zaman da üç boyutludur.

Ali'nin (a.s) cazibesi de yukarıdaki sınıflamada üçüncü türe giren bir cazibedir; sadece milyonları kendisine çekmekle kalmamış, aynı zamanda çağları da aşarak bir veya birkaç asra değil, bütün zaman dilimine yayılan bir özellik sergilemiştir. Ali (a.s) öyle bir hakikattir ki zaman ve mekanın çehresinde parlamakta, insanların fıtratının derinliklerine nüfuz etmekte, bugün bile insanlar onun ahlak ve erdemlerini mütalaa eder veya dinlerken gözyaşlarını tutamamakta, ona reva görülen zulüm ve baskıları affedememektedir. Düşmanı bile etkisi altına alan bir gerçektir bu; düşmanı bile onun kişiliği karşısında saygıyla eğilmektedir. Bu da, cazibelerin en güçlüsüdür.

Tek başına bu gerçek bile, insanla din arasındaki bağın, maddi türden bağlara hiç benzemediğini ve hiçbir bağın insanoğlunun ruh ve özünü bunca etkileyemeyeceğini göstermeğe yetmektedir.

Bu nedenledir ki İmam Ali de (a.s) Allah'a inanan biri olmasaydı, Yaratıcısına bunca teslimiyet sunmasaydı şimdiye dek çoktan unutulmuş olurdu. İnsanlık tarihi nice kahramanlara şahit olmuştur: Söz ve hitabe kahramanları, bilim ve felsefe kahramanları, güç ve iktidar kahramanları, savaş kahramanları... Ne var ki bunların hepsi zamanla unutulmuş, hatta kimi tanınmamıştır bile. Ali (a.s) ise terör edildiğinde ölmemiş, bilakis, yepyeni bir hayat bulmuştur. Onun hayat ve ölümü tanımladığı şu sözleri ne kadar da çarpıcıdır.

"Mal-mülk yığmakla uğraşanlar yaşarken ölmüşlerdir zaten; Allah'a teslim olmuş alimler ise insanlık var olduğu sürece yaşamaya devam ederler; vücutları toprak olup gitmiştir, ama iz ve etkileri yüreklerde yaşar."[1]

Bir başka konuşmasında da kendisi için şöyle der:

"Beni yarınlarda görecek, yarınlarıma da şahit olacaksınız; bilmediğiniz özelliklerim o zaman aşikar olacak size! Ben aranızdan ayrılınca yerimi başkası aldığında tanıyacaksınız beni asıl!"[2]

Dünyaca ünlü müslüman şair İkbal, Ali'yi (a.s), bu cümlesine işaret ederek şöyle anlatır:

Benim çağım sırların bilindiği çağ değil

Benim Yusuf'um bu çarşılar için değil!

Eski dostlardan ümidimi kestim

Benim "Tûr"um Musa-yı Kelim'i özler.

Dostların deryası çiğdem gibi sessiz, hareketsiz

Benim çiğdemimse deryalar gibi fırtınalı.

Benim nağmem başka bir dünyadan geliyor aslında

Bu zil sesleri başka bir kervandan gelmede aslında.

Nice şairler öldüler, ama

Başkalarının dirilmesine neden oldular.

Ölüm döşeğinden, ölümsüzleşmiş olarak

Kalktılar... Çiçek gibi mezarlıktan yeşerdiler.

Benim deryalarım arklara sığmaz.

Benim fırtınam için derya lazım.

Benim canımda uyuyan Burak'lar var

Meydanım dağlar-taşlardır, ovalardır benim.

Hayat suyu içirdiler bana

Sırlara ortak oldum.

Benim açtığım sırrı kimse açmadı.

Benim düşüncem gibi inci bulamadı.

Bunu feleğin çarkı verdi elbet bana.

Hizmetkarlardan sır gizlenmez çünkü.[3]

Evet, Ali'nin (a.s) kişiliği de aslında tıpkı fıtrat kanunları gibi ölümsüzdür; bitip tükenmeyen, aktıkça artan bir pınardır. Ünlü çağdaş yazarlardan Cübran Halil Cübran'ın da tabiriyle "Ali (a.s), kendi çağından daha önce dünyaya gelmiş bir kişiliktir."

Kimi insanlar sadece kendi çağlarının liderleridirler, kimi insanlar kendi çağlarından sonra da belli bir süre liderliklerini korur, ama yavaş yavaş unutulurlar. Ali (a.s) ve bir nebzecik olsun ona benzeyen insanlarsa -ki böyleleri çok azdır gerçekten- insanlık için daima lider ve kılavuzdurlar.

Sevgi Ve Aşk Okulu: Şiilik

Şiiliği diğer İslam okullarından ayıran en önemli özellik, temellerinin sevgiye  dayalı olmasıdır. Resulullah'ın (s.a.a) hayatta olduğu yıllarda oluşan bu okul, sevgi ve samimiyetle yoğrulagelmiştir.

Hz. Resulullah'ın (s.a.a) "Ali ve onun Şia'sı  kıyamet günü kurtuluşa erenlerdendir!"[4] hadis-i şerifi üzerinde düşünmemek mümkün müdür? Bu hadisin buyrulduğu sıralarda Ali'nin (a.s) çevresinde ona uyan, onu pek seven, ona tutkun olan müminler vardı. Şiiliğin sevgi ve aşk okulu olduğunu söylerken tarihin biraz geçmişine ve Resulullah'ın (s.a.a) dönemine uzanmak gerekir; tarihin o sayfalarındaki tozlar silindiğinde Ali'yi (a.s) sevmenin, ona uymanın bir sevgi ve tutku okulu olduğu görülür. Sevgi unsurunun Şiilikte vazgeçilmez bir payı vardır. Şiilik tarihi bir "serdengeçtiler" tarihidir; aşıklar, vurgunlar, tutkunlar ve fedailer tarihidir.

İmam Ali'nin (a.s) öyle bir kişiliği vardır ki İslam şeriatı gereğince had uygulayarak cezalandırdığı -hatta hırsızlık yaptığı için elini kestiği- insanlar bile ondan yüz çevirmemekte ve ona olan sevgi ve bağlılıklarını yitirmemektedirler. Bu çarpıcı gerçeğin, müminin hasleti olduğunu hatırlatan İmam Ali (a.s), bir hutbesinde şöyle der:

"Bana düşmanlık etmesi için şu kılıçla müminin burnunu kesecek olsam, yine de düşman olmaz bana; beni sevmesi için bütün dünyayı kendisine bağışlasam da münafık kimse dost olmaz bana! Zira sevgili Resulullah'ın (s.a.a) dilinden dökülmüş bir gerçektir bu. O hazret "Ya Ali, mümin sana düşman olmaz ve münafık seni sevmez!"[5]

Bu fevkalade kişiliğiyle Ali (a.s), fıtratları ve insanların yapısını ölçmek için mükemmel bir mihenk taşı ve terazidir: Temiz bir yaratılış ve fıtrata sahip biri, Ali'nin (a.s) kılıcıyla kesilse bile gücenmeyecektir ona; fıtratı çirkin olan kötü yaratılışlılara ihsanda bulunulsa da  sevmeyeceklerdir Ali'yi.

Ali (a.s) hakikatin tezahür ve tecellisinden ibarettir çünkü!

İslam tarihi bunun çarpıcı örnekleriyle doludur!

İmam Ali'yi (a.s) pek seven inançlı insanlardan biri, bir gün bir anlık bir gaflete kapılıp bir hata işler. İslam'ın emri gereğince elinin kesilmesi gerekmektedir. Hükmü uygulama yetkisi Ali'nin (a.s) elindedir. Ali (a.s), Allah'ın hükmünü uygulama hususunda zerrece ihmalkarlık göstermemiştir ömrü boyunca. Nitekim dostu hakkında da ayrım gözetmez ve elini kesiverir. Adam, kesilen parmaklarını diğer eline alıp ceza mahallinden uzaklaşırken, Ali'nin (a.s) amansız düşmanlarından olan Hariciler güruhuna mensup İbn-i Kevvâ adlı adam sinsice yaklaşıp fırsatı değerlendirmek ister ve "Ne oldu sana, nedir bu halin? Kim yaptı bunu sana, kim kesti parmaklarını?!"der.

Verilen cevap, Haricinin dehşetle irkilmesine neden olacaktır:

"Cezamı veren, peygamberlerin sonuncusu ve en azizinin vasi ve vekilidir, vasi ve halifelerinin efendisi, başlar tacıdır! Kıyamet günü yüzü ak çıkacak olanların imamı, müminler üzerinde hak sahibi olmaya en layık kimsedir o! Adı Ebu Talib oğlu Ali'dir, müminlerin emiri, inananların hidayet imamıdır! Nimet cennetlerinin öncüsü, korkusuz yiğit savaşçıların emsalsizidir; cehalette direnenlerden intikam alan, namaz kılarken zekat verendir o... Olgunluk ve kemale götüren kılavuz, kemal yolunun rehberi ve imamıdır o... Kimdir o, bilir misin? Doğruları söyleyen, sözleri sevap olan, Mekkeli cesur adam, vefa ve samimiyet timsali eşsiz insandır o!"[6]

İbn-i Kevvâ kulaklarına inanamayarak "Deli misin sen be adam, o senim elini kesiyor, sense halâ onu övüyorsun öyle mi!?" deyince, "Onu sevmemek mümkün mü?" der. "Hele şimdi sevgisi artık etimle, kanımla da yoğrulduktan sonra... Vallahi, sadece Allah'ın emrine uyarak kesti elimi, hak mı haktır bu verdiği ceza!"

Bu çarpıcı örnekler, tefekkür sahibi her müslümanı İmam Ali'nin (a.s) çarpıcı kişiliği ve ona duyulan bunca sevgi ve bağlılık üzerinde samimiyetle düşünmeye sevk etmekte ve bu sevginin izlerini kalıcı kılmaktadır.

Sevgi İksiri

Farsça şiir söyleyen şairler, aşkı "iksir" olarak tanımlamışlardır. Kimyagerler, tabiatta bir maddeyi başka  bir maddeye çevirme kabiliyeti taşıyan "iksir" veya "kimya" adlı bir maddenin varlığına inanmış[7] ve asırlarca bu maddeyi arayıp durmuşlardır. Şairler "Değişim ve dönüşüm gücüne sahip olan gerçek iksir sevgi ve samimi aşktır; çünkü aşk, nitelikleri değiştirebilecek güce sahiptir." dediler.

Aşk mutlak iksirdir, kimyanın özelliğini taşır, yani maddelerin yapısını değiştirir, insanlar da bir tür maddedir zaten. Gönlü gönül eden aşktır, aşk olmasa gönül de bir avuç topraktır.

Dertsiz gönül, gönül değildir zaten

Bezgin insanlarda aşk arama sen!

Allah'ım! Yanıp yakılan bir bağır ver bana

Bağrımda bir yürek: Sürekli yana kavrula![8]

Aşk ve sevginin en belirgin özelliklerinden biri güç ve enerji taşımasıdır. Sevgi, güç ve enerji verir insana, korkağı cesurlaştırır.

Ana tavuk, bunun en çarpıcı örneğidir. Bir kümes tavuğunu düşünün. Pısırık, bezgin ve ürkektir; gün boyunca kanatlarını toplayıp sırtına verir, bir solucan bulabilmek için aranır, en küçük bir sesten bile ürker, ödü patlayacak gibi olur, küçük bir bebekten bile kaçar. Ama aynı tavuk civciv çıkarıp da annelik sevgisi bağrına dolunca değişiverir; kanatlarını açıp yere doğru gererek savunmaya hazırlanır, savaşa girmekten çekinmez, sesi bile daha gürleşir, adımları kararlılaşır, vakurlaşır. Daha önce bir tehlike sezdiğinde telaşla firar ederken, bu kez tehlike sezdiğinde hemen saldırıya hazırlanır, korkusuzca saldırır.

Korkak bir tavuğa bile böylesine güç ve cesaret veren şey, sevgi ve aşktan başkası değildir.

Sevgi ve aşk tembeli çalışkan, hantalı atılgan ve hatta aptalı zekileştirir.

Bekar oldukları sürece kendi şahıslarıyla ilgili meseleler dışında hiçbir şeyle yakından ilgilenmeyen bir delikanlıyla genç kız, evlendikleri zaman değişmekte ve sıcak aile yuvasında ilk kez kendilerinin bir başkası karşısında sorumlu olduklarını hissetmektedirler. Giderek isteklerin sahası genişlemekte, hele çocuk sahibi olduklarında bu çift büsbütün değişivermektedir. Mesela eğer delikanlı tembel ve pısırıksa, çalışkan ve inanılmaz derecede hareketli oluvermektedir; baba evinde yatağından erken kalkmaya bile üşenen genç kız, beşikteki bebeğinin ağlama sesini duyar duymaz uyanıp onunla ilgilenivermektedir!

Gevşeklik, üşenme ve pısırıklığı giderip, gençleri böylesine enerjik kılan ve fedakarlığa iten bu güç, hangi güçtür sahi?! Sevgi ve aşk değil midir bu değişimi yaratan?

Cimriyi eli açık; sabırsızı sabırlı ve tahammüllü insana dönüştüren güç, aşktan başkası değildir.

Sabahtan akşama kendi kursağını düşünüp toprağı gagalayan bencil ve korkak bir tavuğu, yiyecek bir şey bulur bulmaz civcivlerini çağırıp onlara yediren cesur ve savaşçı bir mahluka dönüştüren güç, annelik sevgisi ve ana aşkından başka bir şey midir?

Düne kadar tembel ve şımarık olan genç bir kızı minik bebeği karşısında çalışkan, enerjik ve fedakar bir anneye dönüştürüp çocuğu uğruna zahmetlere katlanma gücü veren şey sevgi ve tutku değil midir?

Sevgi ve aşk öyle bir güçtür ki gevşeklik, bencillik ve şiddeti yok edip şefkat ve fedakarlığa dönüştürür, kabalığı giderip duygusallığı getirir, sorumluluk ve birliktelik aşılar, ayrılığı gayrılığı yok eder, hırçınlık ve bunalıma son verir, insanın bütün güçlerini organize ve seferber eder, kısacası sevgi ve aşk, köklü değişiklikler yaratma gücüne sahiptir.

Edebiyat ve şiir sahasında, sevgi ve aşkın etkilerinden söz edilirken daha ziyade onun ilham verici ve yapıcı etkisi ön plana çıkar:

Çiçekten aldı bunca marifeti bülbül

Yoksa o gagada ne gezerdi bunca gazel?![9]

Gülün bülbül üzerindeki bu olumlu tesiri dıştan içe yönelik olsa da, aslında sevgi ve ilginin gücünden başka bir nedeni yoktur bunun:

Mecnun, durup dururken Mecnun olmadı ya!

Leyla'nın aşkı çekip götürdü onu yıldızlara![10]

Evet, aşk gizli güçlerini ortaya çıkarır insanın; dizginlenmiş güçlerin boşanıvermesini sağlar, atomu parçalayıp atom enerjisine dönüştüren unsur da sevgi ve aşktır.

Aşk, ilham kaynağıdır ve bir kahramana dönüştürür insanı. Güçlü bir sevgi ve tutku sonucu ortaya çıkmış nice şairler, filozoflar ve sanatçılar vardır.

Aşk, nefsi tekamüle erdirir; hayra vesile olabilecek yetenekleri harekete geçirip ortaya çıkarır; algılama konusunda ilham gücü verir, duygu ve his dünyasında irade ve gayret kazandırır insana; hele ulvi bir boyutta olursa kerametler ve olağanüstü güç ve yetenekler kazandırır. Ruhu çirkinliklerden temizler. Bencillikten doğan soğukluğu, cimrilik ve pintiliği, kibir ve mağrurluğu, kendini beğenmişliği yok eder. Kin, nefret ve ukdeyi silip süpüren sevgidir, adeta sevgisizliktir bunların ortaya çıkmasının sebebi.

Sevgi acıları tatlılaştırır

Bakırı altına dönüştürür.[11]

Aşk ve sevginin ruh üzerindeki etkisi yapıcı ve geliştirici, beden üzerindeki etkisi ise yıkıcı ve eriticidir. Aşkın beden üzerindeki etkisi zayıflama, erime, sararıp solma, iştahsızlık, hazımsızlık ve sinir bozukluğu gibi durumlardır, hatta denilebilir ki beden üzerindeki etkilerinin tamamı yıkıcı ve eriticidir. Halbuki ruh üzerindeki etkisi hiç de böyle değildir; aşkın türü ve nasıl kullanıldığı da bu bağlamda çok etkilidir. Sosyal etkileri bir yana, ruhi ve ferdi açıdan tamamlayıcı ve kemale erdiricidir. Zira güç, enerji, şefkat, birlik, samimiyet ve çalışkanlık kazandırmaktadır insana; zaaf ve yılgınlığı, zavallılık ve zilleti, ayrılık-gayrılık ve aptallığı gidericidir. Kur'an'ın "dess" diye tabir ettiği günah, hata, ayıp, çirkinlik ve olumsuzlukları siler süpürür; hileyi, yalanı dolanı alır götürür, katıkları giderip ihlas getirir. Şairin de dediği gibi:

Can sahibi cismi viran ederse eğer

Viran olduktan sonra yeniden imar eder

Sefan olsun ey can, aşk için, sefa için

Malı-mülkü, varı-yoğu sarfettin

Altın hazinesi için önce harap etti evi

Sonra daha güzel bir hazine imar etti

Suyu kesti, ama arkı temizlemek içindi bu

Sonra da kendi pınarından açtı tertemiz su

Postu deldi okla gerçi, ama

Yeni bir deri çıkardı, taptaze.

Mükemmel insanlar sırrı bilirler

Kendilerinden geçmiş, mest olmuşlardır bu yüzden.

Ama sırt çevirmemişlerdir ona, sarhoşlukla

Dostun aşkında gark olmuşlardır aslında.

Engelleri Aşma, Kafesleri Kırma

Aşk ve sevgi, türleri ve de sevilenin özellikleri göz önünde bulundurulmaksızın insanı özlük ve öz perestlikten kurtarır. Bencillik (öz perestlik) kısıtlılıktır, bireyin kendi etrafına duvar örmesi, kafese girmesidir. Birine aşık olup sevmek, bu duvarı yıkar, bu kafesi parçalar. İnsan kendisini aşamadığı sürece zayıf ve korkaktır, cimri ve kıskançtır, başkalarının kötülüğünü isteyen bir bedhahtır, sabırsızdır, bencil ve mağrurdur, ruhu parlak ve çekici değildir, neşe ve canlılığı yoktur, heyecansızdır, hep sessiz ve soğuktur; ama kendisini aşar aşmaz, kendi beninin duvarlarını kaldırır kaldırmaz bütün bu çirkin vasıfları kendinden uzaklaştırır:

Kim aşık olup vurulduysa

Hırs ve kusurdan tamamen kurtuldu

Burada "ortadan kalkması" gereken bencillik; bireyin kendisinde, yaratılışında varolan bir vasfından vazgeçmesi gerektiği şeklinde anlaşılmamalıdır. Daha açık bir deyişle: İnsanın bencillikten kurtulması demek, kendi varlığına duyduğu ilgiyi bir kenara bırakması demek değildir. İnsanın kendisinden hoşlanmamaya çalışması istenemez, bunun hiçbir anlamı yoktur. İnsanoğlunda yaratılıştan var olan "kendisini düşünme ve kendisini sevme" duygu ve hasleti yanlışlıkla onun yaratılışına yerleştirilmiş değildir ki ondan geri alınma gereği duyulsun. Şunu bilmek gerekir ki insanoğlunun düzelmesi ve ıslah olup kemale ermesi demek; onun yaratılışında birtakım gereksiz fazlalıklar bulunduğu, binaenaleyh bu zararlı fazlalıkları atıp onlardan kurtulması demek değildir. Daha açık bir deyişle: İnsanoğlunun ıslahı ve kemali onda var olan bazı şeyleri alıp onu eksiltmek değildir; bilakis, ona eklemek, artırmak ve böylece onu "tamamlamak"tır. Yaratılış düzeninin insanı vazifeli kıldığı şey, yine yaratılış sistemi doğrultusunda ve yaratılış nizamının ilke ve prensiplerine uygun bir çizgidedir. Yani artma ve tekamül söz konusudur, azalma ve eksilme değil.

Bencillikle mücadele demek, bireyin kendisini kendisiyle kısıtlamasına karşı mücadele etmesi demektir. Yani bireyin "ben"i daralmamalı, genişlemelidir, çapı büyümeli, geniş bir yelpazeye yayılmalıdır. Birey kendi çevresine ördüğü bu duvarı aşmalı, kaldırmalıdır; kendi şahsını ilgilendirmeyen her şeyi dışlama ve kendisinden başka her unsuru yabancı görme hatasına düşmemelidir. Bireyin kişiliği; diğer bütün insanları, hatta bütün varlık alemini kucaklayıp onlarla bütünleşecek kadar genişlemeli, büyümelidir. Buna binaen bencillikle mücadele demek, bireyin dünyasını sırf kendi "ben"iyle sınırlamasına karşı mücadele etmek demektir. Çünkü bencillik, düşünce ve eğilimlerin kısıtlanmasından başka bir şey değildir. Aşk ve sevgi ise, insanı kendisinden başkasına yöneltir, kendisini aşmasını sağlar, dünyasını değiştiriverir. İşte bu nedenledir ki sevgi ve aşk, doğru şekilde yönlendirildiği taktirde ahlak ve eğitim açısından fevkalade büyük bir etken ve motorize güçtür.

Yapıcı mı, Yıkıcı mı?

Bireyin bir başkasına veya bir şeye karşı beslediği sevgi ve duyduğu ilginin doruğa ulaştığı yerde bu sevgi ve ilgiye "aşk" adı verilmektedir; aşk bireyin bütün varlığına egemen olup duygu ve sevginin zirvesini oluşturur.

Ne var ki aşk sadece tek tür değildir, olumlu ve olumsuz olmak üzere iki türlü aşk vardır. Buraya kadar anlattığımız onca olumlu etkiler, aşkın bir çeşididir sadece; diğer çeşidinin etkileriyse tamamen yıkıcıdır, büsbütün olumsuzdur.

İnsanın duyguları hem çeşitlidir, hem farklı boyut ve seviyelerdedir. Bunların bir kısmı şehevidir, bilhassa insanla hayvanın ortak yönü olan cinsel şehvet bu kategoriye girer. Arada sadece şu fark vardır: Bu duygu insanda doruğa ulaştığında bazıları ona aşk adını vermektedir, ki hayvanlarda böylesine had bir vakıa mümkün değildir. Ne var ki, her hal-ü karda bu hal, gerçeklik ve nitelik açısından bir şehvet fırtınasından başka bir şey değildir aslında. Kaynağı da, bitiş noktası da cinseldir. Artışı veya eksilmesi, birtakım fizyolojik ve biyolojik faaliyetlere, cinsel organların işlevlerine ve tabii ki yaş seviyesine bağlıdır. Bir taraftan yaşlanma, diğer taraftan tatmin ve doygunluk neticesinde giderek azalır ve bir noktada biter.

Güzel bir yüz ve alımlı saçlar karşısında eli ayağı titreyen ve zarif bir ele dokunmakla aklı başından giden bir genç, bunun hayvani ve maddi bir hazdan başka bir şey olmadığını bilmelidir. Bu tür aşklar rüzgar gibi gelir, rüzgar gibi de geçer. Güvenilir ve tavsiye edilir şey değildir bu aşk; tehlikelidir, erdem ve fazileti öldüren bir duygudur. İnsanoğlunun bu durumdan selametle sıyrılmasının tek yolu, iffet ve namusa sarılarak bu duyguya kendini kaptırmamasıdır. Yani bizzat bu duygunun getirdiği güç, insana hiçbir erdem ve fazilet kazandırmaz; bilakis, insana bu tür bir duygu elverir de, kişi iffet ve namus duygusunun yardımıyla ona direnir ve teslim olmazsa, insanın ruhu ve karakteri bu dirence kavuşmakla güç ve kemal bulmuş olur.

İnsanoğlunda bir duygu türü daha vardır ki nitelik olarak şehvet ve cinsellikten tamamen farklıdır. Buna duygusallık, ince ve hisli olma veya Kur'an'ın da tabiriyle "meveddet" ve "rahmet" adını vermek mümkündür.

Şehvetinin etki alanına kendisini kaptıran bir insan, kendisini aşmış değildir; bilakis, tutkun olduğu şey veya kimseyi kendisi için istemektedir ve bu da şiddetli bir istektir. Sevgili konusundaki fikri, bir an önce ona kavuşma ve ondan azami tat alıp doygunluğa ulaşmadır. Bu tür bir halin insanoğlunu kemale erdirip eğitemeyeceği, böyle bir duygunun insanın ruhunu arıtamayacağı apaçık ortadadır.

Kimi zaman ise insan kendi yapısında varolan yüce insani duyguların yoğun etki sahasına girmekte, sevdiği ve ilgi duyduğu kişi veya şey onun nazarında fevkalade bir saygınlık ve değer kazanmaktadır. Bu durumda birey, kendisini, sevdiği şey için feda etmeye hazırdır, bütün arzusu, sevdiğinin isteklerini yerine getirmek, onu memnun edebilmektir. Bu tür duygular incelik ve samimiyet, şefkat ve özveri gibi duyguları da beraberinde getirir; yani şiddet ve cinayete bile yol açabilen ilk şıktakinden çok farklı bir durum vardır burada. Mesela bir annenin evladına beslediği sevgi bu tür duygular kategorisine girer. Keza Allah'ın has kullarına, iyilere, dürüstlere ve salihlere beslenen, dine ve vatana karşı duyulan sevgi ve bağlılık duygusu da bu türe girer.

İşte bu tür duygular doruğa ulaştığı zaman bütün olumlulukları beraberinde getirir ve insanı olgunlaştırır, yüceltir. Bireyin ruhuna görkem ve büyüklük kazandırır, kişilik ve karakterinin insani boyutta sağlamlaşıp mükemmelleşmesine yarar. Halbuki birinci türdeki duygu, insanı alçaltıp zavallılaştırmaktaydı; bu duygu ise insanı yüceltmektedir. Dahası, bu tür duyguda insan vuslata erip de dileği yerine geldiğinde duygusu kalıcılaşarak daha da güçlenip coşmakta; şehevi duygularda ise arzunun yerine getirilmesi, onu doğuran duygunun yokluk ve mahvına sebep olmaktadır.

Kur'an-ı Kerim, zevceler arasındaki ilişkiyi "meveddet" ve "rahmet" kelimeleriyle tanımlamıştır.[12] Kur'an'da tanımlanan bu ilişki (huzur, rahmet ve sevgiye dayalı) fevkalade ileri, insancıl bir ilişkidir, hayvaniliği aşmış, insaniliği yakalayabilmiş bir kemal vardır buradaki eşler arasında. Bu ayette ayrıca, karı koca arasındaki şehvet duygusunun evlilik hayatının yegane doğal duygusu olmadığının da altı çizilmektedir. Eşler arasındaki asıl bağ, bu iki ruh arasındaki katıksız samimiyet, sevgi, birlik ve beraberliktir. Başka bir deyişle İslam dininde eşleri yekdiğerine bağlayan faktör, her hayvanda var olan şehvet ve cinsellik değil, bundan çok daha güçlü ve kalıcı olan samimiyet, sevgi, özveri, meveddet ve merhamettir.

Mevlana, kendisine has inceliğiyle şehvetin hayvani, meveddetin ise insani duygu olduğunu şöyle anlatır:

Öfke ve şehvet hayvaniliktir

Sevgi ve merhametse insanilik!

Hayvan ne anlar insani sevgiden

Sevgidir insanoğlunu insan eden!

Maddi felsefeciler bile, birkaç açıdan maddi boyut taşımayan ve insanın maddiliği ile çelişen bu manevi halin insanda var olduğunu inkar edememişlerdir.

Bertrand Russell "Evlilik ve Ahlak" adlı eserinde şöyle der:

"Sırf gelir ve menfaat için yapılan bir işten fayda gelmez insana. Fayda beklenecekse eğer, bir insana inanıp güvenmeyi, bir gaye ve ülküye bağlanmayı da beraberinde getiren bir işten beklenmelidir ancak. Aşk da, sevgiliye kavuşmanın kastedildiği bir aşksa eğer, bizim kişiliğimiz üzerinde herhangi bir olgunluk ve kemale sebep olmaz. Böyle bir aşk, sırf gelir ve çıkar elde etmek için çalışmaya benzer. Kemal ve olgunluk istiyorsak sevgilimizin varlığını kendi varlığımızla özdeşleştirmeli, onun duygu ve düşüncelerini kendi duygu ve düşüncelerimiz olarak görebilmeliyiz."

Dikkat edilmesi gereken bir başka nokta, şehevi aşkların da insana faydalı olabileceği durumlardır, bunun ise, ancak iffet ve takva duygusuyla mümkün olduğunu daha önce vurgulamıştık. Yani bir taraftan sevdiğine kavuşamama, ayrılık hasretiyle yanıp tutuşma, diğer taraftan da temiz, dürüst ve namuslu olmayı prensip edinme haleti, insanda pek yapıcı ve olgunlaştırıcı bir tesir bırakır. Ariflerin "Mecazi aşkın hakiki aşka, yani Hak Teala'nın aşkına dönüşmesi" dedikleri durum bu noktadır işte. Bir rivayette de "Birine aşık olup da bunu gizleyen ve namuslu davranmayı sürdürerek bu halde (aşk ve hasret) ölen kimse şehid olarak ölmüş olur." denilmektedir.

Ancak, şu noktanın altını da hemen çizelim ki belli şartlar altında birtakım yararlı etkileri olsa da bu tür bir aşkı tavsiye edebilmek mümkün değildir. Çünkü son derece tehlikeli bir durumdur bu. Tıpkı bir derde, bir felakete benzer. Büyük bir dert ve felakete yakalanan biri sabr-ı cemil gösterirse bu dert ve felaket onun nefsinin arınmasına, kişiliğinin gelişip olgunlaşmasına vesile olur. Gamını giderir, canlılık kazandırır ruhuna. Buna rağmen kimsenin büyük bir derde ve felakete uğraması arzu ve tavsiye edilmez. Hiç kimse, olgunlaşacağım diyerek kendisini bir felaketin kucağına atmaz veya bir başkasının olgunlaşıp pişmesi için onu felakete sürüklemez, onun başına dert açmaz.

Burada Russell'in  şu cümlesini hatırlatmak istiyoruz:

"Enerjik insanlar için acı ve felaket, pek değerli bir ağırlık gibidir. Kendisini tamamen mutlu hisseden biri, mutluluk için artık gayret sarf etmeyecektir elbet. Ancak bunun, başkalarını faydalı bir işe itmek için başlarına bela açma hakkını bize kazandıramayacağını da hemen belirtelim. Çünkü bu davranış genellikle tam tersi bir netice verip geri tepmekte ve insanı çökertmektedir. Bu nedenle en doğrusu olaylardan kaçmamak ve karşılaşacağımız tesadüflere teslim olmaktır."[13]

Bilindiği üzere İslami metinlerde acı ve dertlerin insan için fevkalade olgunlaştırıcı ve yetiştirici, dolayısıyla da faydalı olduğu geçer ve Allah'ın bir lütfü olarak tanımlanır; ama bu gerçeğe dayanarak kimseye, kendisinin veya başkasının başına dert açma hakkı da verilmemiştir.

Kaldı ki, aşkla felaket arasında da önemli bir fark vardır: Aşk, diğer bütün faktörlerden daha fazla "akıl karşıtı"dır. Aşkın başladığı yerde, aklın egemenliği sona ermektedir çünkü. İrfan edebiyatında akılla aşkın yekdiğerine rakip olarak gösterilmesinin nedeni de budur. Akıl gücünü esas alan filozoflarla, aşk ve sezgi gücünü esas alan arifler arasındaki yöntem ve düşünce farkının da temelinde yine bu vardır. İrfan edebiyatında, bu rekabet meydanındaki mücadelede akıl daima kalbe mağlup olmuştur.

Sa'di'nin de deyişiyle:

İyiliğimi isteyen dostlar

"Denize kerpiç örmek boşuna" diyorlar

Şevk, genelde sabra galip gelir

Aklın aşkla yarışması boş bir davadır.

Bir başka arif de şöyle der:

Aşk yolunda aklın tedbirini ölçtüm de

Baktım, derya karşısında bir damla misali

Evet; bu kadar muazzam bir güç, insanın iradesini ve aklını böylesine kuşatan bir güç; Mevlana'nın deyişiyle: "İnsanı bir saman çöpü gibi fırtınada sağa sola savuran" ve Russell'in tabiriyle "Anarşi ve kargaşaya eğilimi olan" böylesine bir güç ve kuvveti insana tavsiye edebilmek doğru mudur acaba?

Bir şey, birtakım faydalar taşıyor olabilir; ama birtakım faydaları var diye her şeyi herkese tavsiye edebilmek elbette ki mümkün değildir.

Bazı alimler, filozofların[14] bir kısmını, ilahiyat bahsinde bu konuyu işleyip faydalarını açıkladıklarından ötürü eleştirmekle isabet etmemişlerdir. Zira söz konusu ulema, o filozofların bunu tavsiye ettiklerini sanmakla hataya düşmüşlerdir: Halbuki İslam filozofları, "Ancak takva ve iffet şartları yeterli ölçüde elverişliyse bu durum, bireyin kemale ulaşmasına yardımcı olabilir." demişlerdir; yoksa, bu hali genel bir reçete gibi tavsiye etmiş değillerdir asla. Mesele, tıpkı yukarıda da değindiğimiz gibi, bela ve felaketlerin tavsiye edilebilir şeyler olmamasından ibarettir burada da.

Evliyaya Sevgi Ve Saygı Beslemek

Aşk ve sevginin sırf cinsel veya hayvani türlerden ibaret olmadığını, esasen madde ve maddiyat sınırını aşan, neslin bekası garizesinin ötesinden kaynaklanan ve de insan ve hayvan dünyasını yekdiğerinden ayıran sevgi ve tutkuların da var olduğunu söylemiştik. İşte bu, manevi ve insani aşktır. Bu da erdem ve iyiliklere, insani vasıflara ve hakikat cemaline aşık olmak demektir. Mevlana'nın da dediği gibi.

Renklerin peşine takılan aşklar

Aşk değil, mahcubiyet olur sonunda.

Ölülerin aşkı kalıcı değildir çünkü

Ölünün bize gelmesi hiç mümkün mü

Ruh ve basiretten kaynaklanan bir aşksa

Goncadan daha taze, daha canlıdır.

Sen o taze ve canlı aşkı seç. Çünkü canına can katar  o senin

Peygamberlerin aşık olduğu şeye aşık ol sen de

O aşkla mesut oldular, sevdiklerine kavuştular onlar!

Kur'an-ı Kerim'de övgüye layık bilinen aşk bu aşktır işte. Kur'an bu tür aşk ve sevgiye kimi yerde "muhabbet ve sevgi", kimi yerde de "vedd" veya "meveddet" der. Bu tür ayetleri birkaç dalda incelemek mümkündür:

1- Müminleri tavsif edip onların vasıflarını anlatan ayetler: Bu ayetlerde müminlerin Hak Teala hazretlerini nasıl gönülden sevdikleri ve diğer müminlere karşı ne kadar sevgiyle bağlı bulundukları geçer ve bu cümleden olmak üzere Bakara, 165'te şöyle buyrulur:

"İman edenlerin Allah'a olan sevgisi daha güçlüdür."

Haşr, 9'da da şöyle buyrulmaktadır:

"Ve onlardan önce o yurda (Medine'ye) yerleşen, imana sarılanlar kendilerine hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı da içlerinde bir ihtiyaç ve rahatsızlık duymazlar, kendilerinin ihtiyacı olsa bile, (Medine'ye hicret eden kardeşlerini) kendilerine tercih ederler."

2- Hak Teala hazretlerinin müminlere olan sevgisinden söz eden ayetler:

"Allah tevbe edenleri ve temizlenenleri sever." (Bakara, 222)

"Allah, iyilikte bulunanları sever."(Âl-iİmran,148)

"Allah takva sahiplerini sever." (Tevbe, 4 ve 7)

"Allah, adil olanları sever." (Hucurat, 9 ve Mümtehine, 8)

3- Karşılıklı sevgilerden söz eden ayetler: Allah'ın kullarını, kulların Allah'ı ve müminlerin yekdiğerini sevdiği buyrulur:

"De ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın, Allah bağışlayandır, esirgeyendir." (Âl-i İmran, 31)

"Allah, kendisinin onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği bir topluluk getirir..." (Mâide, 54)

Müminler de birbirlerini severler:

"İman eden ve salih amelde bulunanlar ise, Rahman olan Allah, onlar için bir sevgi kılar." (Meryem, 96)

"Huzur bulup durulmanız için size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve -eşinizle- aranızda bir sevgi ve merhamet kılması da O'nun ayetlerindendir." (Rum, 21)

İbrahim suresi, 37'de hz. İbrahim'in (a.s) "Rabb'imiz, insanların bir kısmının -müminlerin- kalplerine benim soyumdan olan müminlere karşı sevgi yerleştir..." şeklindeki duayla Allah'tan istediği ve son peygamber Resul-i Ekrem'in (s.a.a) Allah'ın emri gereğince müslümanlara "Size yaptığım -peygamberlik vazifesini en mükemmel şekilde yerine getirme- karşılığında yakınlarımı (Ehl-i beytimi) sevmenizden başka hiçbir karşılık veya ücret istemiyorum."[15] buyururken kastettiği sevgi de budur işte.

Bütün bu ayet ve rivayetlerden de anlaşılacağı üzere dinin ruhu ve altyapısı sevgi, şefkat ve merhametten başka şey değildir. Nitekim Büreyd İcli şöyle rivayet eder:

"İmam Bakır'ın (a.s) huzurundaydık, bu sırada Horasan'dan yaya olarak İmamı ziyarete gelen birisi girdi içeriye. Ayakları perişan olmuş, tabanları yarılmıştı. İmama selam edip arz-ı edepte bulunduktan sonra "Allah'a yemin ederim ki, beni oralardan çekip buralara kadar yaya getiren şey, siz Ehl-i beytin sevgisidir sadece!" dedi. Bunun üzerine İmam "Allah'a ant olsun ki, bir taş bile bizi sevecek olsa Allah Teala onu bizimle birlikte haşreder. Din, sevgi ve şefkatten başka bir şey midir?"[16] buyurdu.

Birisi İmam Sadık'a (a.s) arzetti:

"Çocuklarımıza sizin ve babalarınızın adını veriyoruz, bunun bizim için de bir hayrı var mıdır?"

İmam buyurdu: "Evet, vallahi. Zaten din, sevgi ve şefkatten başka bir şey midir ki? Nitekim Hak Teala hazretleri de "De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın, Allah bağışlayandır, esirgeyendir" (Âl-i İmran, 31) buyurmuyor mu?"[17]

Aslında itaat ve teslimiyetin kaynağı da sevgi ve şefkattir. Aşık birinin, sevdiğinin isteğine aykırı davranması mümkün müdür? Genç sevgililerin yekdiğeri için hiçbir fedakarlıktan kaçınmadığını ve aşıkların sevdikleri için her şeyi göze aldıklarını bilmeyen kim var?

İnsanoğlu Hak Teala hazretlerine sevgi ve ilgi duyduğu ölçüde O'na tapınır ve ibadet eder. İmam Sadık hazretlerinin (a.s) de buyurduğu gibi: "Hem Allah'a itaatsizlik edecek, hem O'nu seviyorum diyeceksin, öyle mi? Vallahi şaşılacak bir davranıştır bu. O'nu gerçekten sevseydin itaat ederdin emrine. Çünkü seven, sevdiğine itaat eder"

Sevgi Faktörünün Toplumdaki Gücü

Sevgi gücü, sosyal açıdan fevkalade önemli ve etkili bir güçtür. En ideal toplumlar, sevgiyle yönetilen toplumlardır: Yöneticinin halka, halkın da yöneticiye gönülden sevgi ve saygı duyduğu toplumlar...

Yöneticinin halkına sevgi ve ilgi duyması, iktidarın devamı için gerekli bir etkendir. Sevgi faktörü olmadıkça bir yöneticinin yöneticilik yapabilmesi, halka kanun ve disiplini kabul ettirip kitleleri eğitebilmesi imkansız veya pek zordur. Hatta adalet ve eşitliğin uygulandığı bir toplumda bile sevgi yoksa, durum yine aynı olacaktır. Halk, ancak yöneticilerden sevgi ve ilgi gördüğü zaman onlara itaat eder ve ancak bu durumda kanuna uymayı bir vazife ve sorumluluk olarak telakki eder. Kur'an-ı Kerim Peygamber-i Ekrem'e (s.a.a) halkı yönetebilmesi için elinde muazzam bir güç bulunduğunu hatırlatarak şöyle buyurur:

"Allah'ın rahmet ve inayeti sayesinde sen onlara sevecen ve yumuşak davrandın. Eğer sert ve katı yürekli olsaydın çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse onları bağışla, onlar için bağışlanma dile ve iş konusunda onlarla meşveret et." (Âl-i İmran, 159)

 Bu ayette, insanların Resulullah'a (s.a.a) eğilim ve sevgi duymalarının nedeninin, o hazretin onlara gösterdiği ilgi ve şefkat olduğu hatırlatılmakta ve "Onları affet, bağışlanmalarını iste ve onlara danış." denilmektedir. Bütün bunlar sevgi ve merhametin ürünüdür; dostluk, tahammül ve sabır da sevgi ve ihsan neticesinde oluşmuyor mu?

O, sevgi kılıcıyla nice insanın

Kellesini kılıçtan kurtarıp kazanıverdi.

Sevgi ve bilim kılıcı, demir kılıçtan daha keskindir

Evet, yüzlerce ordudan daha muzafferdir o![18]

Kur'an-ı Kerim'de de buyrulduğu üzere: "İyilikle kötülük bir değildir. Sen en güzel yöntemle, kötülüğü iyi ahlaklılıkla uzaklaştır. O zaman göreceksin ki, seninle düşman olan kimse, akrabanmış gibi dost oluverecektir sana."                                                                           

                                                                    (Fussilet, 34)

İnsanları affet evlat, çünkü insan olanı

İyilik oku avlar, vahşiyi ise kaba kuvvet!

Düşmanını lütuf ve iyilik kemendiyle bağla

Bu kemendi kimse kesemez kılıçla![19]

Emir'ül müminin Ali (a.s) de Malik Eşter'i Mısır valiliğine atadığında, halka nasıl davranması gerektiğini önemle vurgulayarak şöyle demektedir:

"Halka karşı şefkat ve sevgiyle davranmaya alıştır kendini. Sen nasıl Allah Teala'dan af ve bağışlanma umarak O'nun şefkatine sığınıyorsan, yönettiğin insanlara da öyle davran ve onlara sevgi, af ve merhamet sun."

                                          (Nehc'ul Belağa, 53. mektup)

Yöneticinin kalbi, halkına karşı sevgi ve merhametle dolu olmalıdır. Güç ve iktidar bu iş için yeterli olmayacaktır asla. Kaba kuvvet ve zorla halkı koyun sürüsü gibi gütmek mümkün olabilir; ama insanların insani güç ve yeteneklerini kaba kuvvete başvurarak uyandırıp verimli hale getirmek mümkün değildir. Kaba kuvvet ve zorbalık şöyle dursun; yönetim işinde  salt adaleti uygulamaya kalkışıp ruhsuz ve sıkı sıkıya sırf adaletle davranmak bile yeterli değildir. Bir yönetici halkına karşı gerçek ve gönülden bir sevgi beslemeli, şefkatle dolu olmalı, saygı uyandırabilecek bir karakter taşımalıdır; ancak bu durumdadır ki insanların gönlünü fethedip yüce hedefler uğrunda onların güç ve yeteneklerini harekete geçirebilir.



[1] - Nehc'ul Belağa, 139. hikmet.

[2] - Nehc'ul Belağa, 149. hutbe.

[3] - İkbal'in tüm şiirleri, Farsça metin s: 6 ve 7.

[4] İslam tarihinin fevkalade çarpıcı sayfalarından biridir bu: Celaluddin Siyuti, Dürr'ul Mensur tefsirinde Beyyine suresinin 7. ayetini açıklarken İbn-i Asakir'in, Cabir b. Abdullah Ensari'den aktardığı şu hadiseyi rivayet eder:Resul-i Ekrem'in (s.a.a) yanında oturduğumuz bir sırada Ali'nin bize doğru gelmekte olduğunu gördük. Peygamber efendimiz bakışlarını Ali'ye dikerek "Canımı elinde tutan Rabb'ime ant olsun ki, şu Ali ve onun Şia'sı  kıyamet günü kurtuluşa erenlerdendir!" buyurdular. Bu olay, birçok İslam kaynağında teferruatıyla geçer. Bkz: Künuz'ul Hakâik: Münâvi (iki rivayetle naklediliyor), Mecme'uz Zevâid: Haysemi, Sevâik'ul Muhrike: İbn-i Hacer.

[5] - Nehc'ul Belağa, 42. hikmet.

[6] - Bk: Bihar'ul Envar c: 40 s: 281-282 yeni baskı. Ayrıca bk: Fahr-i Razi'nin Tefsir-i Kebir'i, Kehf suresi, 9. ayetin tefsirinde "Em hesibte..."

[7] - Burhan-ı Kati'de şöyle yazar: İksir eriten, birleştiren ve tamamlayıcı bir unsurdur. Bakırı altına çevirir. Ayrıca faydalı baharatlara ve kamil mürşide -evliyaya- da iksir derler. "Bu özelliklerin her üçü de aşkta vardır, hem eritici, hem birleştirici, hem tamamlayıcıdır. Ancak, en önemli boyutu "tamamlayıcı ve kemale erdirici" oluşudur. Bu nedenle şairler ötedenberi aşka tabib, ilaç, derman, Eflatun, Calinus vb. isimler de vermişlerdir. Mevlana da bir şiirinde şöyle der: "Ey tutkun gönül, şen ol/Ey bütün dertlerimizin dermanı/Ey bütün hastalıklarımızın ilacı/Ey bizim Eflatunumuz ve Calinusumuz, şen ol!"

[8] - Vahşi-i Kirmani.

[9] - Lisan'ul Gayb: Hafız.

[10] - Allame Tabatabai.

[11] - Mesnevi.

[12]  "Onda sükun ve huzur bulup durulmanız için size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranızda sevgi (meveddet) ve merhamet yaratması da O'nun ayetlerindendir. Hiç şüphe yok ki bunda, düşünebilmekte olan bir kavim için gerçekten ayetler vardır." Rum, 21)

[13] Evlilik Ve Ahlak, Farsçası s:134.

[14] - İbn-i Sina: Risale-i Aşk, Sadr'ul Müteellihin: Sefer-i Sevvum-i Esfar.

[15] - Said İbn-i Cübeyr, İbn-i Abbas'tan şöyle rivayet eder: "Bu ayet inince, sevmemiz emredilen yakınların kimler olduğunu sordum. Peygamber (s.a.a); Ali, Fatıma, Hasan, Hüseyin ve evlatları (diğer 9 İmam)" buyurdu. Bkz: Mecme'ul Beyan c:2 s:388,389 -Çevirenin notu-

[16] - Sefinet-ul Bihar c:1 s:201 "Hubb" kelimesi.

[17] - Ae s:662 "Sema" kelimesi.

[18] - Mesnevi

[19] - Sa'di, Bustân.