0-02   2-30   30-60    60-90    90-125    125-163

Haricilerin İsyanı

Hariciler önceleri sakin bir güruhtu, sadece tartışıyor, eleştiriyor, bununla yetiniyorlardı. Hz. Ali (a.s) de onlara karşı yapıcı davranmaya çalışıyor, ameli müdahalede bulunmuyordu. Daha önce de belirttiğimiz gibi, beyt'ül maldan paylarına düşen aidatı bile kestirmemişti. Ama onlar, Ali'nin (a.s) umdukları gibi küfrünü kabul edip tevbede bulunmayacağından emin olunca ayaklanmaya karar verdiler. Yandaşlarından birinin evinde toplanıp görüştüler. Ev sahibi, heyecanlı ve etkileyici bir konuşma yaparak marufu emr ve münkerden nehy etmeye ve Ali'ye (a.s) karşı ayaklanmaya davet etti ve şöyle dedi:

"... Allah'a hamd-u senadan sonra: Allah'a iman edip de Kur'an'a uyduğu halde dünyayı, "iyiliği emredip kötülükten  menetme" ilkesine tercih etmek ve dünyayı Hakk'ın emrinden daha tatlı bulmak yakışmaz. Tehlikeli ve ziyan verici de olsa bu ilkeden vazgeçilemez. Bu yolda tehlike ve ziyanla karşılaşanları Allah Teala ebediyen cennetle ödüllendirecektir. Kardeşler, bu zulüm şehrinden çıkıp dağlara, ovalara, çevre şehir ve kasabalara dağılın, bu saptırıcı bidatlere karşı kıyam edelim, onları engelleyelim!"[1]

Tahrike zaten müsait olan Hariciler bu heyecanlı konuşmayla kendilerinden geçip ayaklandılar, yolların güvenliğini bozdular, terör ve gasp eylemleri başlattılar.[2] Böylece anarşi yaratarak Ali'nin (a.s) iktidarını zaafa uğratmak ve hükümeti devirmek istediler.

İşi bu safhaya vardıranlara serbesti tanımak mümkün değildi artık; zira fikir değil, silaha sarılmışlardı bu sefer. Ülke çapında güvenliği bozmaya, anarşi yaratmaya başlamışlardı. Bu nedenle Ali (a.s) Nehrevan'da bu güruhu kuşattı. Önce etraflı bir konuşmayla nasihatte bulundu, silahlarını bırakıp tevbe etmelerini tavsiye etti, sonra da seçkin sahabelerden Ebu Eyyub Ensari hazretlerini bir sancakla ileri çıkararak bu sancağın altında toplananların amanda olacağını duyurdu. On iki bin kişilik Harici ordusundan ayrılan sekiz bin kişi bu sancağın altında toplanarak tevbe etti, geri kalanlar İmam Ali (a.s) karşısında hezimete uğradılar, sağ kurtulanların sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar azdı.

Haricilerin Belirgin Özellikleri

Haricilerin kendilerine has, tuhaf bir psikoloji ve yapıları vardı. İyilikle kötülüğün ve güzellikle çirkinliğin bir karışımı olan bu güruh, giderek Ali'nin (a.s) düşmanlarının safında yer alıp ona karşı savaş açacak noktaya geldiler ve onun çekiciliğinin değil, iticiliğinin muhatabı oldular.

Burada, onları çok tehlikeli ve dehşetengiz bir güruh haline getiren bu "karma" yapılarını inceleyecek ve iyi özelliklerine ilaveten kötü ve çirkin özelliklerine de değineceğiz:

1- Hariciler kavgacı ve fedakar bir yapıya sahipti, inançları uğruna kolayca ölüme koşabilen insanlardı. Haricilerin geçmişine bakıldığında, başka güruhlarda örneğine pek nadir rastlanan bir fedakarlık ve serdengeçtiliğe sahip bulundukları görülür; bu da onlara cesur ve savaşçı bir yapı kazandırmıştı.

İbn-i Abd'i Rabbih, Fecr-ul İslam kitabında Haricileri tavsif ederken şöyle der:

"Haricilerden daha inançlı ve çalışkan bir fırka yoktu, her an ölüme hazırdılar. Savaş sırasında bir Hariciye bir mızrak saplanmıştı, yarası çok ağırdı, ama o kendisini vuran adama doğru yürüyerek "Allah'ım," diyordu, "Senin rızanı kazanmak için sana gelmedeyim."

Muaviye, oğlu Haricilere katılmış bir babayı, oğlunu  geri getirmesi için görevlendirdi. Babası her ne kadar ısrar ettiyse de oğlunu kararından vazgeçiremeyip "Oğul, şimdi gidip senin küçük çocuğunu getireceğim, onu görünce babalık duygun kabarır da, gitmekten vazgeçersin belki!" dedi. Harici "Vallahi," dedi, "Ben ağır bir darbe yemeyi, evladımdan daha fazla istemekteyim şimdi!"[3]

2 -Hariciler ziyadesiyle ibadet eder, sünnetlerle nafileleri kaçırmamaya çalışırlardı. Geceleri bile ibadetle geçerdi. Dünya ve maddiyata düşkün değillerdi. Hz. Ali (a.s), Haricilere öğütte bulunması için İbn-i Abbas'ı göndermişti. İbn-i Abbas döndüğünde "Fazlaca ibadet ettiklerinden alınları nasırlaşmış on iki bin kişi." dedi, "Kızgın kumlarda secde edip Allah'a yakardıkları için ellerinin ayası devenin dizi gibi katmanlaşıp sertleşmiş... Eskimiş elbiseler giyiyorlar, kararlı ve azimli görünüyorlar."[4]

Hariciler İslam'ın dış görünüşüne çok önem verir, şeriat kurallarının zahirine uymaya pek özen gösterirlerdi. Günah olduğuna inandıkları şeylerden ciddiyetle sakınmaya çalışır, günah işleyenlerden uzak durmaya özen gösterirlerdi. Ziyad b. Ebih, bir Hariciyi öldürmüştü; kölesine onun nasıl bir adam olduğunu sordu, kölesi "Ne gece yemek yerdi, ne de gündüz. Gündüzü oruç tutmakla, geceyi ise ibadetle geçirirdi." dedi.[5]

Hariciler her şeylerini inançlarına göre ayarlamaya özen gösterir, inançları doğrultusunda yaşarlardı. Hz. Ali (a.s) onlar hakkında bir konuşmasında şöyle buyurur: "Benden sonra Haricileri öldürmeyin. Zira hakkı arayıp da batıla düşenle, batılı murad edip batılı bulan kimse elbette ki aynı değildir."[6]

İmam (a.s) şunu demektedir: Haricilerle Muaviye taraftarları çok farklıdır. Hariciler hakkı arayan, ama hataya kapılan insanlardır. Muaviye ve taraftarları ise sahtekar ve düzenbazdırlar, öteden beri  batılda olmuş, her zaman batıla niyetlenmişlerdir. Artık bundan sonra onları öldürmeniz Muaviye'nin işine yarar, Muaviye onlardan çok daha tehlikelidir.

Haricilerin  diğer özelliklerine geçmeden önce bu noktayı biraz açmakta yarar var. Haricilerin takva, züht ve ibadetinden söz açılmışken, şu noktaya temas etmek zorundayım: Hz. Ali'nin (a.s) hayatındaki fevkalade şaşırtıcı, cesur ve bilgece girişimlerinden biri, işte bu ruhsuz ve cahil "dindar görünüşlü, tutucu ve mağrur akılsızlar"a karşı mücadele etmesi olmuştur.

Dış görünüşü bunca dindar olup haktan yanaymış gibi tavır takınan, köhne elbiseler giyinip gece gündüz ibadetle uğraşan bu insanlara karşı durabilmiş, savaş kaçınılmaz olunca onların tamamını kılıçtan geçirmiştir!

Eğer o gün biz Ali'nin (a.s) ashabı arasında olsaydık büyük bir ihtimalle duygularımız kabarır ve "Böylesine dindar ve ibadet ehli insanlara kılıç çekilir mi hiç!?" diye feveran ederdik.

Genelde bütün İslam tarihi ve özelde Şia tarihinin en öğretici, en düşündürücü ve en ibret verici sayfalarından biri burasıdır işte: Hariciler fitnesi!

Bizzat Ali (a.s) de bu işin olağanüstü bir durum olup belli fevkaladelikler taşıdığını bilmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Bu fitnenin gözünü çıkaran kimse benim! Karanlık ve şüphelerle dolu dalgaları iyice kabarıp da kuduzluğu iyice arttıktan sonra, benden başka kimin böyle bir girişimde bulunabilecek cüreti vardı?!"[7]

Hz. Ali (a.s) burada iki önemli özelliğine değiniyor Hariciler hadisesinin:

Birincisi; bu vakıanın fevkalade şüpheli, karanlık ve müphemlerle dolu olmasıdır. Haricilerin dış görünüşü, mümin olan her insanı etkileyecek ve şüpheye kapılmasına neden olacak şekildeydi. Bu nedenledir ki bu vakıa şüpheli ve karanlık bir hadiseydi, anlaşılması güçtü, olaya yaklaşanlar meseleyi tam kavrayamıyor, bu nedenle de sağlıklı bir karar veremiyorlardı.

İmamın kullandığı ikinci ilginç tabirse "kuduzluk" halidir. Arapça "keleb" olarak geçen bu kelime, mesela köpeklerde bilinen kuduzu ifade eder, kuduran bir hayvan etrafına saldırır, önüne çıkanı ısırır, pek tehlikeli kuduz mikrobunu yayar. Kuduz hayvanın salyasından kana geçen mikrop diğerinin de kuduza yakalanmasına yol açar. Kuduz hali bu şekilde süregider de engellenmez veya ortadan kaldırılmazsa toplum için çok ciddi bir tehlike haline gelir.

Diğer insanların sağlığını koruyabilmek için akıllı insanlar kuduran bir köpeği öldürürler.

Hz. Ali (a.s) "Bunlar kudurmuş bir hayvan kesilmişlerdi artık." diyor, "Tedavileri mümkün değildi, öldürülmekten başka kurtuluş yolu bırakmamışlardı; herkesi ısırıp bu mikrobu yayıyor ve kuduzların sayısının hızla artmasına neden oluyorlardı."

Hiçbir meselenin aslından haberdar olmayan cahil insanlar inatla bir konuda ayak direyip de dindar görünümüyle "İlle de benim dediğim doğrudur!" dediklerinde vay o müslüman toplumun haline!...

Efsunu imkansız bu yılanlar bir toplumu sarmaya başladığında kim durabilir onların karşısında? Bu züht ve takva görünümlü tiplerin karşısına hangi kuvvet, hangi güçlü karakter dikilebilir sahi? Böylelerinin tepesine kılıç indirebilecek ve bu sırada eli titremeyecek, ayağı sürçmeyecek olan kim var?

Bu nedenledir ki İmam Ali (a.s) "Benden başkasının böyle bir şeye cüreti yoktur." buyurmaktadır.

Allah'a, Resulüne (s.a.a) ve kıyamete inanan müminler içinde; gerekli basiret ve tartışılmaz iman ve cesarete sahip Ali'den (a.s) başka kim böyle bir taifeye kılıç çekebilecek cürete sahiptir?!

Dış görünüşe bakılırsa, bu tür insanları iman ve takva sahibi müminler değil, inançsız insanlar öldürebilir ancak.

Bu nedenledir ki İmam Ali'nin (a.s) en büyük başarılarından ve övgüye layık girişimlerinden biridir bu; kendisi de bunun altını çizmekte ve şöyle demektedir: "İslam'ın ruhunu anlayamayan bu cahil insanlara karşı çıkabilen ve bu tehlikeyi sezip ortadan kaldıran tek kişi ben oldum, secdeyle nasırlaşmış alınları, köhne giysileri ve zikri terk etmeyen dilleriyle olanca dindar dış görünüşlerine rağmen onlara aldanmadım, basiretimi kaybetmedim. Ortadan kaldırılmamaları halinde herkesi kendilerine benzeteceklerini ve İslam'ı ruhsuz ve gerici bir dine dönüştürüp yobazlığı yayacaklarını gördüm. Nitekim Resulullah (s.a.a) da "İki güruh beni pek rahatsız etmiştir: Biri ilmiyle amel etmeyen lakayt ve laubali alim; diğeri de dindarlık taslayan ama dinin aslından bihaber olan cahil ve bilgisiz insan!" buyurmuyor mu?"

Hz. Ali'nin (a.s) bu sözü pek düşündürücüdür; "Ben bunlarla savaşmasaydım benden sonra hiç kimse bu dindar görünüşlü Haricilere kılıç çekmeye cüret edemeyecekti." diyor. "Secdeye varmaktan alınları nasırlaşmış bu dindar görünümlü insanların, aslında İslam'ın karşısına dikilen bir engel olduğu, İslam'a hizmet ettiğini sanan ve gerçekte İslam'a azılı düşmanlık eden bu güruhun ortadan kaldırılması gerektiği gerçeğini kim idrak etmiş ve bu cüreti kim gösterebilmişti?"

Hz. Ali'nin (a.s) bu girişimi, daha sonra ortaya çıkan bu tür dindar görünümlü ahmak din düşmanlarına karşı savaşılabileceğini gösterdi ve benzeri bir olay vuku bulduğunda müslümanlar bu tür gruplarla savaşmaları gerektiği hususunda tereddüde kapılmadılar artık.

3- Hariciler cahil ve bilgisiz insanlardı, bu nedenle de olayları ve hakikatleri kavrayamıyorlardı, yanlış yorumlara kapılıyor, tevillerde bulunuyorlardı. Bu batıl gidişatı giderek bir mezhebe dönüştürdü ve mezheplerini korumaya çalıştılar. Bu mezhebin çıkışı da münkerden nehy esasına dayanıyordu. Yani bir tek hedef gösteriyorlardı: Hz. Peygamberin onca sünnetinden biri olan "münkerden alıkoymak."

İşte burada, İslam tarihinin önemli noktalarından biri çıkmaktadır karşımıza:

Nebevi sünnet dikkatle mütalaa edilecek olursa Mekke'deki 13 yıllık tebliğ dönemi boyunca Resulullah'ın (s.a.a) müslümanlara müdafaa için bile olsa savaş izni vermediği görülür. Hatta bu durum müslümanları pek sıkıntıya düşürmüş, birçok müslümanın Habeşistan'a hicret etmesine neden olacak bir raddeye varmıştı. Diğer müslümanlar Mekke'de kaldı ve olmadık eziyetler gördüler, ancak Medine'ye hicretin ikinci yılında müslümanlara cihad izni verildi.

Mekke dönemi, müslümanların eğitilip yetiştirildiği dönemdir; müslümanlar bu merhalede İslam'ın özü ve ruhuyla tanışmış oldular, İslami zeka ve akıllılık ruhlarına işledi. Nitekim müslümanlar Medine'ye geldiklerinde her biri iyi birer mübelliğdi. Resulullah (s.a.a) İslam'ı tanıtıp anlatmaları için onları Medine çevresindeki kabilelere gönderdiğinde bu işi iyi becerebiliyorlardı artık. Cihada gönderildikleri zaman da  niçin savaştıklarını biliyorlardı. Emir'ül müminin Ali'nin (a.s) de tabiriyle: "Netleşmiş ve her şeyi inceden inceye hesaplanmış olan fikir ve inançlarıyla birlikte basiretlerini de kılıçlarına yükleyebiliyorlardı artık."[8]

İşte böylesine yetişmiş ve olgunlaşmış insanlar İslami görevlerin yerine getirilmesinde etkili olmuşlardır. Tarih mütalaa edilip de bu kavmin müslüman olmadan önceki durumu incelendiğinde; deveyle kılıçtan başka bir şey tanımayan cahiliyet dönemi Arab'ının akidevi ve sosyal konumu hatırlandığında onca kısa sürede bu kavmin böylesine İslami bir bilinç ve olgunluğa nasıl kavuştuğuna şaşmamak elde değildir.

Hz. Peygamberden (s.a.a) sonra bu olgunluk ve bilinci kemale erdirme yerine, toprakları genişletme ve fütuhata önem verildi. İslam dini Arab'ı da diğer ırkları da cezbediyor, herkesin ilgisini çekiyordu. Bu da adil, eşit ve tevhide dayalı bir sistem olmasından kaynaklanıyordu. Bu fetihler ve İslam'a yönelişlerin sıkı bir İslami eğitim ve terbiyeyle içiçe olması gerekirken buna önem verilmedi, halbuki çeşitli ırk ve görüşlerden gelen bu insanların eğitilmesi ve İslam'ın ruhuyla gereğince aşina kılınmaları gerekirdi.

Hariciler ister Arap, ister gayr-i Arap olsun cahil insanlardı, İslam'ın ruhunu ve özünü kavrayamamışlardı, bu dini gereğince özümseyememişlerdi. Bütün eksiklik ve boşluklarını uzun rüku ve secdelerle gidermeye çalışıyor, noksanlarının tamamını, ibadete yüklenerek telafi edebileceklerini sanıyorlardı. Hz. Ali (a.s) onları tanımlarken şöyle demektedir:

"Öfkeli, sert ve kaba insanlar. Yüce insani fikirler ve ince duygudan yoksun. Aşağılık ve köle ruhlular; şuradan buradan gelmiş eşkıya tıynetli serseriler güruhu. Bunlar öncelikle eğitilip yetiştirilmesi gereken insanlardır. Her şeyden önce İslam'ı öğrenmeli, İslami bir eğitim ve terbiyeden geçmelidirler, İslam kültür ve ahlakıyla kültürlenip ahlaklanması gerekir bunların. Bunlar elde kılıç, dilediklerini yapıp İslam konusunda diledikleri gibi fikir serdetme salahiyetine sahip insanlar değiller! Bunların başında bir kayyum ve velileri olmalıdır, bir büyüğün sözünü dinlemeleri gerekir, böylesine başına buyruk olmamalıdırlar. Bunlar ne İslam için evini-barkını terkeden muhacirlerdir, ne de bu hicret edenlere kanat gerip barındıran ensar..."[9]

Tamamen cahil olduğu halde dindar görünümlü de olan bir güruhun (ki Hariciler de bu güruhtan biriydi) türemesi İslam dinine pek pahalıya mal oldu. Dahası; bütün olumsuzluklarına rağmen hiç olmazsa cesaret ve fedakarlık faziletine sahip bulunan Haricilerin bu özelliklerini bile taşımayan diğer bir dindar görünümlü grubun türemiş olmasıdır ki bu güruh İslam'ı ruhbanlık ve inzivaya itti; yalan, riya, gösteriş ve ikiyüzlülüğü yaygınlaştırdı. Bunlar, iktidardakilere kılıç çekebilecek cesarete sahip olmadıklarından, erdem ve fazilet sahibi insanlara dilleriyle saldırmayı yeğlediler; inançlı ve erdemli insanları fasıklıkla suçlayıp iftira ve tekfirde bulunmayı hüner saydılar.

Haricilerin en belirgin özelliklerinden biri cahillikleri idi. Bu cehaletin en bariz örneği; Haricilerin, Kur'an'ın zahiri (hat ve cildi) ile manasını ayırt edemez olmalarıydı. Muaviye ve Amr b. Âs'ın sinsice oyununa düşmelerinin nedeni de bu cehaletleriydi işte.

Hariciler güruhunda cehaletle ibadet içiçeydi. İmam Ali (a.s) onların cehalet boyutuyla savaşmak istiyordu, ama onların ibadet, züht ve takva yönlerini bu cehaletlerinden ayrı mütalaa edebilmek mümkün müydü?

Haricilerin ibadeti de bizzat cehaletti.

Birinci sınıf bir  İslam uzmanı olan Ali (a.s) açısından cehaletle bütünleşmiş bir ibadetin hiçbir değeri yoktu. Bu nedenledir ki İmam Ali (a.s) onların görünüşteki takva ve dindarlıklarına aldanmadan onlara karşı savaşabildi.

Bu tür cahil birey veya grupların yarattığı en büyük tehlike, kurnaz insanların oyuncağı olmaya elverişli bulunmaları ve İslam'ın yüce hedeflerine karşı kolaylıkla kullanılabilmeleridir. İnançsız münafıklar, dindar olan ahmakları daima İslam'a karşı kullanmışlardır. Bu yobaz cahil güruh, İslam'ın sinsi düşmanları için bir kılıç ve onların yayında kurulu bir ok olmuş ve İslam'a darbe vurmuşlardır daima!

İmam Ali (a.s) onların bu ilginç durumunu çok çarpıcı bir şekilde ifade ederek şöyle der:

"Şüphesiz, halkın en kötüsü sizlersiniz! Şeytanın yayında kurulu oklar kesilmişsiniz, hedefe sizinle nişan almada, sizi göstererek halkı şaşkına uğratıp şüphe ve tereddüde sürüklemede!"[10]

Evet, Hariciler güruhu başlangıçta güya İslami bir sünneti ihya etmek için ortaya çıkmış bir güruhtu, ama cehalet ve basiretsizlik onları öyle bir noktaya getirdi ki Kur'an ayetlerini yanlış yorumlamaya başladılar. İşte bu noktadan itibaren batıl bir mezhep ve söylem olarak ortaya çıktılar. Kur'an'da En'am suresinin 57. ayet-i kerimesinde "Hüküm yalnızca Allah'ındır. O, doğru haberi verir ve O, ayırt  edenlerin en hayırlısıdır." buyrulmaktadır.

Bu ayet-i kerimede "hüküm" sadece Allah'a ait bir şey olarak takdim ediliyor, ancak, burada geçen "hüküm" kelimesiyle neyin kastedildiğine dikkat edilmelidir.

Bu ayette geçen "hüküm" kelimesiyle kast edilen şey "kanun koyuculuk"tur, "insanoğlunun hayatını düzenleyecek kural ve prensipleri belirleme"dir. Bu ayette kanun koyuculuk hakkının sadece Allah'a -veya O'nun yetki verdiği kimseye- ait olduğu ve Allah'tan başka kimsenin "kanun" belirleme hak ve yetkisi taşımadığı vurgulanmaktadır.

Haricilerse bu kelimeyi, hakemiyeti de kapsayacak şekilde genelleştirip şiar edindiler. "Allah'tan başka hiç kimse kanun koyuculuk hakkına sahip olmadığı gibi, devlet ve yöneticilik hakkına da sahip değildir, Allah'tan başka hiç kimse insanları yönetmeye kalkışamaz!" dediler.

İmam Ali (a.s) namaz kıldığı veya minberde hutbe verdiği sırada Hariciler genellikle müdahale edip bu ayeti yüksek sesle okur ve Ali'nin (a.s) yönetim hakkının olmadığını ve hakemlikte de bulunamayacağını ima ederlerdi.

İmamın onlara verdiği cevap fevkalade çarpıcıdır:

"Söz doğru, ama söyleyenin maksadı batıl. Evet, kanun koyuculuk hakkı elbette ki sadece Allah'ındır, ama bunlar, "Allah'tan başkası insanları yönetemez, yönetici olamaz." diyorlar! Oysa ki insanların bir yöneticiye ihtiyacı vardır, yöneticisiz toplum olmaz, iyi veya kötü; bir yöneticinin varlığı zaruridir. Bir yönetici sayesindedir ki mümin insanlar Allah rızası için yapmak istediklerini yaparlar, kafir olanlar dünyadan faydalanırlar ve bu minval üzere Allah Teala onları götürür. Bir devlet ve yönetim sayesindedir ki vergiler toplanır, düşmanla savaşılır, yollarda ve şehirlerde güvenlik sağlanır, zayıf ve güçsüzün hakkı, zorba ve zalimden alınır. Devlet ve yönetim sayesindedir ki iyiler huzur bulurlar, insanlar kötülerin şerrinden amanda olurlar."[11]

Evet, kanun kendiliğinden uygulanmamaktadır; bunun için mutlaka bir yöneticiye ve yönetim kadrosuna ihtiyaç vardır.

4- Haricilerin bir diğer özelliği de dar ve kıt görüşlü olmalarıydı, bu sığ insanların düşünce ufku pek dar, pek aşağıydı. İslam'ı ve müslümanları bu dar, sığ ve aşağı seviye ve kıt çerçevede mütalaa ediyorlardı. Yeryüzünün bütün kıt görüşlü ve dar ufuklu insanları gibi onlar da kendilerinden başka herkesi bilgisiz ve eksik görmede, kendilerinden başka herkesin batıl yolda olduğunu sanmadalardı. Onlara göre herkes cehennemlikti. Bu tür dar görüşlülerin ilk işi, bu sığ düşünceleri birtakım dini kalıplara dökerek meşrulaştırmaya çalışmaktır. Onlar Allah'ın rahmet ve bağışlayıcılığını bu dar kalıplarına sığdırmaya kalkışır ve O yüceler yücesinin rahmetini pek sınırlı ve mahdut gibi gösterirler. Allah Teala hazretleri onların gösterdiği ufukta sürekli öfkeli ve gazaplıdır; kullarının her hareketini gözetler ve onların bir açığını yakalayıp derhal ebedi azaba uğratmak için fırsat kollar!

Haricilere göre yalan söylemek, içki içmek, gıybet  etmek gibi büyük günahlardan birini işleyen İslam dininden çıkmıştı, kafir olmuştu ve ebediyen cehennemde kalacaktı. Binaenaleyh çok az sayıda insandan başka herkes cehennemlikti!

Dini sığlık ve mezhebi dar görüşlülük Haricilerin en bariz özelliklerinden biriydi ve bugün bu özelliğe bazı müslümanlarda da rastlanmaktadır maalesef. Evet, Haricilerin slogan ve mezhepleri tarihten silinmiştir; ama daha önce de belirttiğimiz gibi bu batıl görüşün ruhunu taşıyanlar bugün de mevcuttur.

Bugün kendisi gibi düşünmekte olan belli bir azınlıktan başka herkesi kafir görüp tekfir eden ve İslam'ın yüce ufkunu böylesi daraltıp sığlaştıran niceleri vardır.

Haricilerin İslam'ın özü ve ruhuyla aşina olmadıklarını, ama cesur olduklarını söylemiştik. Hariciler cahil oldukları için sığ ve kıt görüşlüydüler, sığ oldukları için kolayca herkesi tekfir edebiliyor, fasıklıkla suçlayabiliyorlardı. Giderek İslam'ı ve müslümanlığı sadece kendilerine mahsus bir inanç gibi görme noktasına geldiler. Kendileri gibi düşünmeyen diğer müslümanları kafir olarak gördüler; cesur olduklarından kolayca iktidarın başında bulunan güçlere gidip kendi zanlarınca onları iyiliğe çağırıyor, kötülükten men ediyorlar ve bu yolda öldürülüyorlardı. Zaman geçtikçe bu cesaret  ve şecaat yok olup gitti, ama sığlık, kıtlık dar görüşlülük ve dindar görünümlü yobazlık onlardan miras kaldı bu ümmete.

İşte bu merhaleden sonra cesur Haricilerin yerine korkakları beliriverdi. Bu korkak Hariciler; yani cesur olmayan dindar görünümlü sığ ve cahiller, kılıcı bir kenara attılar, başlarına dert açabilecek olan iktidardakileri iyiliğe emredip kötülükten menetme prensibinden de vazgeçtiler ve bunun yerine dil kılıcına sarılıp erdemli ve faziletli insanlara saldırmaya başladılar. Nerede erdemli ve kemal sahibi biri varsa şu veya bu şekilde onu eleştirdiler; derken onların bu töhmet ve eleştiri yağmurundan kurtulan bir tek erdemli insan kalmadı; birini Allah'ı, diğerini ahireti inkar etmekle, bir başkasını da "Peygamberin bedeniyle değil, sadece ruhuyla miraca gittiğini" dediği için suçladılar. Kimini tasavvufla, kimini başka şeylerle suçladılar. İşi öyle bir noktaya getirdiler ki bugün bu ahmak ve akılsızların fikir ve laflarını ölçü alacak olursanız gerçek bilgin ve alimlerden hiçbirinin müslüman olmadığını sanırsınız! İlim şehrinin kapısı olan Ali'yi (a.s) tekfir ettikten sonra gerisini varın siz düşünün! İbn-i Sina, Hâce Nasiruddin Tusi, Sadr'ul Muteellihin-i Şirazi, Feyz-i Kâşâni, Seyyid Cemaleddin Esedâbâdi ve nihayet son dönemlerde de Pakistanlı merhum Muhammed İkbal bu aşırı ve akılsız güruhun zehirli saldırılarından paylarını aldılar!

İbn-i Sina tekfir edildiğini duyunca şöyle der:

Beni tekfir etmek kolay mı sanırsınız?

Bendeki iman hanginizde var?

Benim gibisi bile kafirse eğer sizce

Artık müslüman kalmamış demektir yeryüzünde!

İslam dünyasının düşünür ve alimi Hâce Nasiruddin Tusi "Nizam'ul Ulema" lakaplı birinin kendisini tekfir ettiğini öğrendiği zaman şu mısraları söylüyor:

Nizamsız Nizam kafir demiş bana

Yalan mumunun ışığı olmaz.

Ben de müslüman derim ona, çünkü olmaz

Yalanın yalandan başka cevabı.

Hariciler, karşılarına çıkan herkesi kolayca tekfir edecek kadar sığ ve kıt görüşlü insanlardı. Ali (a.s) onları uyarmaya, bu düşünce tarzının yanlış olduğunu anlatmaya çalışıyor ve ekliyordu: "Allah'ın Resulü kısas hükmünü uygulatıyor, ama hakkında kısas uygulanan şahsın cenaze namazını da bizzat kılıyordu! Büyük günahlardan birini işlemek insanı dinden çıkarsa ve kafir olmasına vesile olsaydı Resulullah (s.a.a) bir kafire cenaze namazı kılmazdı. Çünkü kafire cenaze namazının kılınması caiz değildir ve Allah Teala Tevbe suresinin 84. ayetinde bunu yasaklamıştır! Resul-i Ekrem (s.a.a) içki içene had uyguladı, hırsızın elini kesti, evli olmayan  zinakara kırbaç vurdu, ama onları İslam ümmeti çerçevesinden dışlayıp atmadı; beyt'ül maldan paylarına düşen aidatı kesmedi, müslümanlarla evlenmelerini asla engellemedi! Resulullah (s.a.a) İslam'ın öngördüğü cezaları suçlular hakkında uygulamış, ama onların adını müslümanların adı dışında tutmamıştır."[12]

İmam şöyle demekteydi: Mesela benim günah işlediğimi farz edecek olsak bile diğer müslümanları tekfir etmek niye?! Biri bir hata işledi diye bütün bir toplumu cezalandırabilir misiniz? Ne diye kılıçlarınızı elinize almış, suçlu suçsuz demeden önünüze çıkan herkesin kellesini uçurmadasınız?

Dikkat edilecek olursa İmam Ali (a.s) Haricileri iki açıdan eleştirmektedir; onun iticilik özelliği bu iki boyutta itmektedir Haricileri: Birincisi, bir günahı herkese genelleyerek günahsızı da sorumlu tutup cezalandırma yoluna gitmeleri. İkincisi, günah işlemeyi kafirlik sebebi sayarak İslam'ın geniş af ve merhamet  sahasını kendi sığ fikirleriyle daraltıp kısıtlamaları ve İslam'ın herhangi kurallarından birini çiğneyeni hemen dinden çıkmakla suçlayıp İslam hanesinden kaydını silme aşırılığına kapılmalarıdır.

İmam Ali (a.s) bu sığlık ve dar görüşlülüğe karşı çıkmakta ve onların şahsına değil, bu batıl ve tehlikeli düşüncelerine karşı savaş açmaktadır. Böyle olmasalardı Ali (a.s) onlarla savaşmayacaktı şüphesiz. Hakkın batıldan ayırt edilmesi, Kur'an'ın doğru anlaşılması, müslümanların İslam'ı, Kur'an'ı ve şeriatı Allah'ın belirlemiş olduğu gerçek yüzüyle görüp tanıyabilmesi için İmam Ali (a.s) onlarla savaşmıştır.

Hariciler bunca sığ oldukları ve İslam'ı yanlış anladıkları için Kur'an'ın mızraklara takılmasındaki şeytanca oyunu fark edemeyerek kolayca tuzağa düştüler ve böylece İslam ümmeti için en büyük tehlikeyi oluşturdular; Muaviye ve onun başını çektiği münafıkları ortadan kaldırıp  nifak, hile ve sahtekarlığın kökünü tam kazıyacağı sırada Ali'yi (a.s), savaşı bırakmaya zorladılar. Haricilerin bu cahilce ve yoz tavırları neticesinde İslam ümmeti olmadık felaketlere uğradı, olmadık bozulmalar yaşadı ve Sıffin savaşındaki bu itaatsizlikleri İslam ümmetine ve bu ümmetin geleceğine çok pahalıya mal oldu.[13]

Bu kıt görüşlülük ve sığlıkları nedeniyledir ki Hariciler, kendilerinden başka kimseyi müslüman saymıyor, onların kestiği eti yemiyor, onlarla evliliği haram biliyorlardı.

Kur'an'ı Mızraklara Takma Politikası

Kur'an'ı mızraklara takma politikası 13 yüzyılı aşkın bir zamandır müslümanlar arasında yaygın bir politika haline gelmiş bulunuyor. Bilhassa gösterişçilerle dindar görünümlü mukaddesmeaplar artmaya ve kendilerine biraz taraftar bulmaya başladıklarında fırsatçılar hemen bu politikaya başvurmakta ve Kur'an'ı hemen mızrakların ucuna geçirivermektedirler.

Burada, alınması gereken önemli dersler vardır:

1- Alınması gereken birinci ders şudur: Cahiller ve İslam'dan habersiz gafiller, mümin olarak tanınıp da halk onları gerçek müslüman sıfatıyla anmaya başladığında çıkarcı ve fırsatçı çevreler için kullanılabilecek iyi bir vesile doğmuş olur. Bu fırsatçı çevreler söz konusu mukaddes görünümlü cahilleri kendi çirkin emellerine alet eder ve gerçek müminlere karşı onları bir kalkan ve siper olarak kullanırlar. İslam düşmanlarının, bu tipleri bir kalkan olarak kullandığı sıkça görülmüştür, yani İslam'ı yine İslam'a karşı kullanmışlardır. Batı sömürüsünün bu sahada bir hayli tecrübeli olduğu bilinmektedir. Batı sömürüsü bilhassa mezhebi farklılıkları bu şekilde tahrik etmekte, müslümanların yaralarını bu yolla deşmektedir. Müslümanları ecnebi nüfuzundan kurtarmak için uğraşan salih bir müslümanın karşısına; bizzat kurtarmak istediği bu müslüman kitleler tarafından din ve mezhep adına engeller ve duvarlar oluşturulmasını düşünmek bile ne kadar acıdır gerçekten! Evet, müslüman kitleler cahil ve bilinçsiz olduğunda münafıklar bizzat İslam'ı İslam'a karşı kullanırlar. İşte halkının,  Resulullah'ın (s.a.a) Ehl-i beytine beslediği sevgiyle iftihar etmekte olduğu şu İran'ımızda, münafıklar ve İslam düşmanları bizzat bu Ehl-i beyt sevgisini İslam ve Kur'an'ın aleyhine ve işgalci siyonist yahudilerin lehine olacak şekilde kullanabilmektedirler; bu ise İslam'a, Kur'an'a, Resulullah'a (s.a.a) ve o hazretin mübarek Ehl-i beytine (a.s) yapılabilecek en büyük zulümdür. Nitekim  Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmaktadırlar:

"Ümmetimin yoksul veya fakir düşmesi değildir beni korkutan. Ümmetim için endişelendiğim şey, ters fikirler ve eğri düşüncelerdir. Benim ümmetime ekonomik yoksulluk değil, fikir ve düşünce fakirliği zarar verir."

2- Ders alınması gereken bir diğer nokta, Kur'an'ı anlama yöntemimizin doğru olmasına dikkat etmemiz gerektiğidir. Kur'an, ancak hakkında doğru düşünüldüğü zaman, bilgiyle ve alimane bir şekilde tefsir edildiği ve Kur'an konusunda en sağlam olan "Ehl-i Kur'an"ın kılavuzluklarından faydalanıldığı zaman hidayet kitabı ve kurtuluş vesilesi olur. Kur'an'ı anlama tarzımız sahih ve doğru olmadığı sürece ve Kur'an'ı anlama ve Kur'an'dan faydalanmanın yolunu-yordamını gereğince öğrenmediğimiz müddetçe Kur'an'dan faydalanabilmemiz mümkün olmayacaktır. Çıkarcılar veya cahiller kimi zaman Kur'an okur, ama batıl ihtimal doğrultusunda hareket ederler. Nehc'ul Belağa'da müminlerin emiri Ali'nin (a.s) dilinden bir örnekle bunu    şöyle aktarmıştık: "Hakkı söyler, ama batılı kastederler; batılı umarak haktan söz ederler." Bunun ise Kur'an'la amel edip Kur'an'ı diriltmek olmadığı, bilakis, Kur'an'ı öldürmek olduğu apaçık ortadadır. Kur'an'la amel edebilmek, ancak Kur'an'ı doğru olarak anlayabilme bilgi ve gücüne kavuşmakla mümkündür.

Kur'an bütün meseleleri genel olarak ve ana prensipleriyle ele almıştır; bu geneller ve prensipleri detaylara uygulamak ise bizim doğru anlama ve doğru algılayabilmemize bağlıdır. Yani, mesela Kur'an'da "Falan gün, falan yerde Ali'yle Muaviye arasında vuku bulacak olan savaşta haklı taraf Ali'dir." denilmemektedir, Kur'an'da geçen hüküm şundan ibarettir:

"Müminlerden iki topluluk çarpışacak olursa aralarını bulup barıştırın. Eğer biri diğerine haksızlık ve zulümde bulunacak olursa, haksızlık ve zulümde bulunanı Allah'ın emrine çevirinceye kadar onunla savaşın."      (Hucurat,9)                  

Evet, budur Kur'an'ın genel hükmü. Kur'an, meseleleri bu şekilde -genel ve kapsayıcı temel prensip ve kıstasları öğreterek- ele alıp inceler; "Falan savaşta falanca haktır, diğeri batıldır." demez.

Kur'an sadece temel bilgiler ve ölçüler öğretir; Kur'an her konuyu tek tek isim verip açıklamaz; "Kırk küsür yıl sonra Muaviye adlı biri çıkıp halifelik iddiasında bulunacak ve Ali'yle savaşa tutuşacaktır, o zaman siz Ali'nin saflarında yer alın." demez. Kur'an bir anayasa kitabıdır, teferruata girmez ve girmesi de beklenemez. Kur'an her olayı, her hadiseyi tek tek sayıp dökecek bir kitap değildir. Böyle bir şey esasen mümkün değildir zaten. Kur'an ebediyen kalıcı olmak ve bütün zaman ve mekanların ihtiyaçlarına cevap vermek amacıyla inmiştir; bu nedenle de genel prensipler ve temel ölçüleri öğretir, böylece hangi asır ve mekanda hakla batıl karşı karşıya gelecek olursa, Kur'an'ı doğru olarak anlayabilmiş bir insan Kur'an'dan öğrendiği ölçülerle haklı taraf ve haklı konumu kolaylıkla teşhis eder. Binaenaleyh, ayette geçen "müminlerden iki topluluğun çarpışması" halinde nasıl davranılması gerektiğini yine bizzat Kur'an öğretmededir, bu durumda mümine düşen vazife, dikkat etmek ve Kur'ani ölçüyü kullanarak haksız ve zalim tarafı tespit edip, Allah'ın hükmüne getirinceye kadar onunla savaşmaktır. Hakkı kabullenip sonucuna katlanması halinde onu kabullenmek, ama işi hile ve sahtekarlığa döküp canını kurtarmak ve gücünü toparladığında zulmüne tekrar devam edip yeniden saldırganlığa yeltenmekse, yine ayetteki hüküm gereğince "...Eğer haksızlıkla zulümde bulunacak olursa, Allah'ın emrine dönünceye kadar onunla savaşmak"tır!

Bütün bunları teşhis edebilme sorumluluğu bizzat bireyin uhdesindedir. Kur'an, müslümanların sosyal ve akli olgunluğa erişmesini ve bu olgunluk sayesinde haklıyı haksızdan ayırt etmesini istemektedir. Kur'an-ı Kerim, tıpkı bir velinin, velayeti altındaki çocuğa davrandığı gibi insanlara sürekli kayyumluk etmek, onların hayatları boyunca vuku bulacak bütün teferruatları onlar adına üstlenip gerçekleştirmek ve her şeyi duyusal ve somut işaretlerle belirlemek için inmiş değildir.

Aslında insanları tanımak bireylerin yetenek ve salahiyet miktarlarını bilmek, İslam ve İslami ölçülere ne kadar vakıf ve bunlara ne ölçüde bağlı olduğunu anlamak bir müslümanın vazifesidir ve her müslüman bunları bilmek, bu hususlara dikkat göstermekle mükelleftir, ama ne yazık ki bugün çoğumuz bu önemli vazife ve sorumluluğumuzun farkında değiliz.

Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmaktadır:

"Doğru yolda yürümeyen ve hakkı çiğneyen insanı fark edip tanıyamadığınız sürece doğru yolu ve hakkı bilip tanımanız mümkün olmayacaktır."[14]

Yani özel durum ve teferruatlara gereğince uyarlanamadıkça genel ölçü, kural ve prensipleri bilmenin hiçbir faydası olmayacaktır. Zira bireyleri gereğince tanımama, bu hususta hataya kapılma ve özel durumları gereğince değerlendirip kavrayamama halinde pekala hak ve İslam adına ve İslami sloganlarla hak ve İslam'ın aleyhine ve batılın lehine davranılabilinecektir...

Kur'an zulmü ve adaleti anlatmış, ölçü ve kıstaslarını göstermiş, kime adil, kime zalim denilebileceğini belirlemiştir, ama bunu bütün olay ve şahıslara uyarlamak insanın uhdesine bırakılmıştır. Bu bilgi çerçevesinde bize düşen hakkı batıl, batılı hak zannetmemek ve kendi zannımızca Kur'an'daki bu kıstaslara dayanarak hakkın kellesini uçurmamaktır.

Nifakla Savaşmanın Gerekliliği

Savaş ve mücadelelerin en çetini nifakla savaşmak, münafıkla mücadele etmektir; aptalları kullanan sinsi zekilerle savaşmaktır yani. Bu savaş, küfürle savaşmaktan daha zordur; zira küfürle savaş; belirli bir akım veya kimseyle savaşmaktır; nifakla savaşmaksa, gizli ve çehresi örtülü bir küfürle savaşmak demektir. Nifakın iki yüzü, iki çehresi vardır: Bir yüzü müslümanlıktır ve bu onun görünen çehresidir; bir de görünmeyen asıl çehresi vardır ki küfür ve şeytanlıktan, hile ve sahtekarlıktan ibarettir. Bu ikinci yüzün anlaşılıp bilinmesi alelade insanlar ve avam kitleler için fevkalade zor, hatta kimi zaman imkansızdır. Nifaklarla girişilen mücadelelerin genellikle yenilgiyle sonuçlanmış olmasının nedeni de budur zaten; zira avam halk kitlelerinin idrak ve anlayış kapasitesi ancak görünenle sınırlıdır. Halk kitleleri gizli-saklı şeyleri görememekte, gördüğü şeylerin batınına ve derinine inememektedir.

Müminlerin emiri İmam Ali (a.s), Muhammed b. Ebu Bekir'e yazdığı bir mektupta şöyle demektedir:

"Hz. Peygamber bana şöyle buyurdu: Ümmetim konusunda müminlerle müşriklerden yana bir endişem yoktur, zira Allah Teala mümini imanı nedeniyle -günahtan- vazgeçtirir, müşriki de şirki nedeniyle hor kılar -ve onu bilip tanımanızı sağlar-. Sizin için tek endişem, yağlı dilli, münafık kalpli sinsilerdir; onlar sizin hoşlanacağınız şeyleri söyler, ama hoşlanmayacağınız -haram- şeyleri yaparlar."[15]

Görüldüğü gibi burada Resul-ü Ekrem (s.a.a), münafıklar ve nifak konusunda müslümanları uyarmakta ve bir tehlikenin haberini vermektedir. Zira ümmetin avam kesiminin oluşturduğu çoğunluk dış görünüşe bakarak hüküm vermekte ve neticede kolaylıkla yanılabilmektedir.[16]

Hatırlatılması gereken bir diğer nokta da cahillerle aptalların artması halinde ortamın münafıklar için elverişli olacağı ve cehaletin artmasının sadece nifak ortamına yarayacağıdır. Bu nedenledir ki cehalet, bilgisizlik ve ahmaklıkla mücadele etmek, aynı zamanda nifaka karşı da mücadele etmek demektir, zira ahmaklar, münafıkların oyuncağı olmaya daima elverişlidirler. Binaenaleyh cehalet ve ahmaklıkla savaşmak, münafığı silahsızlandırmaktır, cahilin bilgilendirilip cehaletinin giderilmesi, münafığın kılıcının elinden alınması demektir.

Ali (a.s) Gerçek İmam Ve Önder

Hz. Ali'nin (a.s) hayatı, ahlakı, kişiliği, sözleri ve davranışları baştanbaşa bir örnek, mükemmellikler dizisi, eğitim, öğretim ve terbiye okuludur.

İmam Ali'nin (a.s) çekicilikleri gibi iticilikleri de bütün müminler için öğretici ve eğiticidir.

Ehl-i beyt İmamlarından ulaşan ziyaret dualarında Ali (a.s) ve diğer Ehl-i beyt İmamlarına hitaben "Sizin dostlarınızla dost, düşmanlarınızla düşmanız." demekteyiz; bunun bir anlamı da şudur aslında: Biz, sizlerin çekim sahanızda bulunmakta ve o sahada olmaya özen göstermekte, sizlerin itim sahanızdansa özenle uzak durmaktayız."

Buraya kadar anlattıklarımız Ali'nin (a.s) fevkalade güçlü çekicilik ve iticilik hasletinin sadece bir parçası, küçük bir kesitidir aslında. Bilhassa onun iticilik boyutuna çok özet olarak değinebildik.

Bahsimizi noktalamadan önce bu konunun altını bir kez daha çiziyor ve diyoruz ki:

Müminlerin emiri İmam Ali (a.s) iki kesimi kendisinden kesinlikle uzak tutmuş ve onları itmiştir:

1- Sinsi ve zeki münafıkları

2- Dindar ahmakları

Ali Şia'sı olduğunu iddia eden ve o hazreti gönülden sevip onu imam olarak seçenler için bu iki ders yeterlidir sanırız. Ali Şia'sı bunu dikkate almalı, münafıkların oyununa gelmemeli, keskin görüşlü olmalı, dış görünüşe aldanmamalıdır. Zira İslam dünyası bugün bu iki derde müptela durumdadır ve ne çekiyorsa sinsi ve zeki münafıklarla, dindar camianın basiretsiz ve cahil kesiminden çekmektedir.

                                       Hidayete uyanlara selam olsun.



[1] - El- İmame Ve's Siyase s:141-143 ve Kamil-i Müberred c:2.

[2] - Ae.

[3] - Fecr'ul İslam s:243.

[4] - İgd'ul Ferid c:2 s:389.

[5] - Kamil-i Müberred c:2 s:116.

[6] - Nehc'ul Belağa 60. hutbe.

[7] - Nehc'ul Belağa, 92. hutbe.

[8] - Nehc'ul Belağa, 148. hutbe.

[9] - Nehc'ul Belağa. 236. hutbe.

[10] - Nehc'ul Belağa 125. hutbe.

[11] - Nehc'ul Belağa, 40. hutbe.

[12] - Nehc'ul Belağa, 127. hutbe.

[13]- Bu batıl güruhun neden olduğu hadiseler müslüman ümmete pek ağır ruhi ve manevi darbeler indirdi. Kur'an-ı Kerim İslami davet ve çağrının ilim, bilgi ve basiret temeline dayalı olmasını şart koşmakta ve bu şart çerçevesinde akli idrak ve içtihad yolunu insanlara bizzat açarak şöyle buyurmaktadır: "... O halde müminler arasında neden her gruptan, her sınıftan bir kesimi çıkıp da derin bir kavrayış elde etmek için göç etmiyor?" (Tevbe,122)

Bu ayette "tafakkuh" kelimesi geçmektedir ki bir şeyi sathi ve yüzeysel bir seviyede anlamak değildir bu; bir şeyi derinlemesine anlamak, basiret ve tefekkürle kavramak anlamına gelir.

Enfal suresinin 29. ayetinde "Ey iman edenler, eğer Allah'tan korkup sakınır, takvalı olursanız, size doğruyu yanlıştan ayıran bir nur ve anlayış verir." buyrulmakta ve Ankebut, 69'da "Bizim yolumuzda çaba ve gayret gösterenlere yollarımızı gösteririz" denilmektedir.

Hariciler bunun tam tersini yaptılar; İslami fıkhın daima canlı ve hareketli kalmasını öngören Kur'an'ın bu eğitim ve direktifinin tersi cihette hareket edip yozlaşma, durgunluk ve donukluğu başlattılar, İslami bilim ve emirleri ölü ve durağan algıladılar ve İslamda şekilcilik ve görünüşü ön plana çıkardılar.

İslam, insan hayatının şekilciliğine ve dış görünüş biçimine öncelik tanımamıştır asla; İslam prensipleri insanı yüce insani  hedeflere götüren mana ve anlamları, yol ve yordamları ön plana çıkarmıştır, şekilleri değil Yüce İslam dini insanoğluna ulaşması gereken İslami ve insani yüce ülkü ve hedeflerle mana ve mefhumları göstermiş, bu hedef ve manalara ulaşma yollarını gösterip öğretmiş, bu çerçeve dahilinde insanı serbest bırakmış, bunlar dışında insana kendi iradesiyle davranma hürriyeti tanımış, böylece kültür ve medeniyetin genişleyip yayılmasını önleyecek her nevi girişim ve çatışmadan kaçınmıştır.

İslam dininde kutsal kabul edilmiş ve mukaddes olduğu vurgulanmış hiçbir maddi nesne, biçim ve şekli nicelik yoktur. Müslümanın uymakla yükümlü kılındığı hiçbir "görünüş" ve "şekilcilik" yoktur. Bu nedenledir ki ilmi ve medeni kalkınmanın şekli ve dış görünüşleriyle uğraşıp bu şekilciliklerle çatışmaktan uzak durmuş olması; İslam dininin zaman ve çağların gereklerine intibak etmesini kolaylaştıran bir özellik olmuş ve bu dinin süreklilik ve kalıcılığını engelleyebilecek önemli bir maniayı ortadan kaldırmıştır. Dinle aklın bütünleşip içiçe olması da budur işte! Bir taraftan usul ve ana prensipleri sabit tutmuş ve onları değiştirilemez kılmıştır, diğer taraftan bu değişmez usul ve prensipleri dış görünüş ve şekilden ayrı mütalaa etmiştir. İslam genel ve külliyatı belirleyip belirtmiştir, bu bütün ve genellerin çeşitli dış görünüm ve çeşitli şekil ve biçimleri olabilir; şekil ve biçimlerin değişmesi ise hakikat ve gerçeği değiştirmez.

Ne var ki hakikatin dış görünüm ve şekillerle tatbiki de herkesin kolayca uhdesinden gelebileceği bir şey değildir, bunun için doğru bir anlayış, detayları bilme ve derin bir kavrayış gereklidir. Hariciler donuk fikirli insanlardı, duyduklarından ötesini idrakten acizdiler. Bu nedenledir ki İmam Ali (a.s) hakikatleri anlamaları için onlarla konuşup görüşmek üzere İbn-i Abbas'ı görevlendirdiğinde ona şöyle diyordu:

"Onlarla konuşup tartışırken Kur'an'dan örnek ve delil göstermeye çalışma, zira Kur'an'da çeşitli yorum ve ihtimallere imkan bırakan nice konular vardır, sen bir şey söylersin, onlar başka bir şey söyler -ve tartışma sonuçsuz kalır-. Bu nedenledir ki sünnetten örnek ve belge sun onlara; Peygamber-i Ekrem'in (s.a.a) hadis ve sözlerindeki delilleri göster, hadis ve sünnet, tevil ve yoruma yer bırakmayacak kadar net ve açıktır, bu apaçık belge ve delillerden kaçış mümkün değildir."

Yani Kur'an genel ve ana hükümlerden ibarettir. Kur'an'dan delil getirilecek olursa onlar da başka hükümlere dayanacak ve bu tartışmadan hiçbir sonuç alınamayacaktır, zira onlar, Kur'an'ın hakikatlerinden bir şeyler anlayacak ve bunları değişmez ölçülerle ölçebilecek kadar bir bilgiye sahip değildirler. Bu nedenle onlara sünnet ve hadislerden delil gösterilmelidir, zira hadisler bütün ölçü ve kıstasları net olarak belirlemiş, onların altını çizmiştir. Bu tavsiyede Ali (a.s),  Haricilerin önemli bir özelliğine daha değinmekte ve onların dindar görünümlerinin yanısıra akılsız ve yoz düşünceli olduklarını da hatırlatarak  dindarlıkla akıllılığın bu taifede yekdiğerinden ayrılmış olduğunu vurgulamaktadır.

Hariciler salt cehaletle fikri donukluğun ürünüydüler. Düşünme, kavrama ve araştırma melekesinden yoksun olan bu insanlar genelle ölçü arasındaki farkı kavrayamıyor, genelden ölçü ve kıstası ayıramıyorlardı. Sırf belli bir konuda yanlış netice verdi veya falanca konuda uygulanması bir hata oldu diye hakemlik meselesini tümüyle batıl addetmiş, artık hiçbir konuda insanların hakemlik yapmaması gerektiğini sanmışlardır. Hakemlik denilen şeyin genel anlamda doğru bir şey olduğunu, ama mesela falan konuda uygulanmasının pekala hatalı olabileceğini kavrayamamışlardır. Bu nedenledir ki Sıffin'deki hakemlik olayında üç merhale göze çarpar:

1- Tarihi belgelerin de açıkça ortaya koyduğu üzere hz. Ali (a.s) hakemlik olayına razı değildi; bunu Muaviye'nin tertiplediği bir oyun ve komplo olarak tanımlıyordu, bu görüşünde ısrarlıydı.

2- Hakemlik meselesinin aslında bir oyun olduğunu bilen İmam Ali, Haricilerin zorbaca dayatmaları karşısında "Madem ille de hakemlik istiyorsunuz, bari Ebu Musa Eşari'yi hakem seçmeyin, o tedbirsiz ve basiretsiz biridir" diyor, bu iş için gerekli salahiyete haiz adayları gösteriyordu:"Ya İbn-i Abbas, ya da Malik-i Eşter hakem olsun." diyordu.

3- İmam Ali (a.s) genel bir kural olarak hakemliği temelinden reddetmiyor,hakemliğe başvurmayı mutlak hata saymıyor, bu geneli de ısrarla savunuyordu. Ebu'l Abbas Müberred "El-Kamil Fi'l Lügati Ve'l Edeb" adlı eserinin 2. cildinin 134. sayfasında şöyle yazar:

"Ali, Haricileri bizzat aydınlatıp onlara deliller göstererek şöyle dedi:" Allah aşkına, söyleyin, aranızda benim kadar hakemlik olayına karşı olan var mıydı?" Onlar "Allah da bilir ki hayır." deyince, İmam "Siz beni hakemliği kabul etmeye zorlamadınız mı?" dedi, "Evet" dediler. "O halde ne diye bana karşı geliyor ve beni suçluyorsunuz şimdi?" dedi İmam. Hariciler "Biz hakemlik esasını kabul etmekle büyük bir günah işlemiş olduk, ama şimdi tevbe ettik, sen de tevbe et." dediler. İmam "Her günah işleyen tevbe etmelidir zaten." deyince sayıları altı bini bulan Hariciler "Ali tevbe etti." dediler, "Şam'a doğru hareket emrini vermesini bekliyoruz!" Bunun üzerine Kaysoğlu Eş'as, İmam Ali'ye gidip "Sizin hakemliği haram saydığınız ve alınan sonuca uymayı küfür bildiğiniz söyleniyor." deyince, İmam minbere çıkıp bir konuşma yaparak şöyle dedi: "Benim hakemlik olayından döndüğümü söyleyenler yalancıdır, hakemlik esasını bir sapma ve kafirlik sayanın kendisi sapmış ve kafir olmuştur!" Bu sözler üzerine Hariciler camiden çıkıp tekrar hz. Ali'ye karşı ayaklandılar."

Yukarıdaki tarihi belgeden de anlaşılacağı üzere Ali (a.s) bizzat hakemliğe değil, Sıffin savaşındaki hakemlik olayına karşıdır ve bunun Muaviye'yle Amr b. Âs'ın tertiplediği bir komplo olduğunun farkındadır. Ebu Musa'nın böyle bir oyunu bozabilecek basiret ve ferasette olmadığını söylemiş ve bunu Haricilere bir türlü kabul ettirememiş, ama sırf bu yüzden "Zaman ve mekanın hiçbir diliminde insanların hakemliğe başvurmaması gerektiği" şeklindeki Haricilerin batıl dayatmalarını da asla kabullenmemiştir.

İmam Ali (a.s) Kur'an yönetimiyle, Kur'an'ı bilen inançlı insanların İslami yönetimini yekdiğerinden ayrı şeyler olarak mütalaa etmiyordu. Kur'an hükümeti demek, Kur'an'da belirlenen bir olay karşısında, tıpkı Kur'an'ın emri doğrultusunda davranmak demekti. İnsanların yönetimiyse, insanın fikir ve görüşünün de yer aldığı  bir yönetim demektir. Kur'an insanlarla bilfiil konuşamayacağına göre Kur'an'ın hakikatleri insanın görüş ve düşüncesi vasıtasıyla elde edilebilir ancak. İmam Ali (a.s) bu konuda şöyle diyor:

"Biz insanları değil, Kur'an'ı hakem olarak seçtik, Kur'an, şu satırlarda yazılı olan şeydir işte! Kur'an'ın dili yoktur ki insanla konuşabilsin; Kur'an, onu bilen mümin ve alim insanlar vasıtasıyla konuşur sizinle. Şamlılar bizden Kur'an'ı hakem seçmemizi istediler, biz de Kur'an'dan yüz çevirecek insanlar olmadığımız için bunu kabul ettik. Allah Teala da Kur'an'da "Bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah'a ve Resulüne havale edin." buyurmuyor mu? Allah'a havale edip O'na başvurmak demek, Allah'ın kitabına bakıp onu hakem seçmek ve Allah'ın kitabının hükmüyle hükmetmek demektir. Resulüne havale etmek de, Resulünün sünnetine uymaktır. Eğer hakkıyla Allah'ın kitabına ve Resulün sünnetine müracaat edilecek olursa insanlar arasında bu işe bizim herkesten daha layık anlaşılır."[13]

Burada, Nehc'ul Belağa, 2. hutbede de belirtildiği üzere; İslam'da yönetim ve yöneticilik işi nasla belirlendiği ve tayinle vaki olduğu halde hz. Ali'nin (a.s) neden hakemiyet olayına teslim olduğu ve sonra da bunu neden ısrarla savunduğu sorusu akla gelebilir.

Bu sorunun cevabı bizzat İmam Ali'nin (a.s) konuşmasında geçmektedir. İmam, "Eğer Kur'an'a ve sünnete müracaat edilir de Allah'ın kitabı hakem olursa, imamet ve yöneticilik işinin hak olduğu ve bu hakkın da kendisine ait bulunduğunun anlaşılacağı"nı söylemektedir.

İslam Fırkalarının Yekdiğerine Tesiri

Hariciler tarihi; müslümanların inanç, fıkıh, siyasi düşünce ve fikir hayatı gibi çeşitli boyutlarına tesir bırakmış olması açısından bir hayli önemli ve incelemeye değerdir. Daha önce de hatırlattığımız üzere slogan ve şiar açısından farklı olsa da bir mezhebin ruhu ve ana fikri, pekala bir diğer mezhebin ruhuna işleyebilmektedir. Bu da insan tabiatının hırsız olmasından kaynaklanır. Bazı insanlar vardır ki Sünni olmalarına rağmen ruh ve mana bakımından Şii'dirler, bunun aksine rastlamak da pekala mümkün. Bazı insanlar da vardır ki tabiat olarak Zahirci olmalarına rağmen ruh bakımından tasavvufçudur, bunun aksi de bulunabilir. Kimileri de vardır ki şiar olarak Şii görünür, ancak ruh ve amel bakımından Haricidir. Bu etkileşim, fertler için geçerli olduğu gibi milletler için de geçerlidir.

Eğer farklı mezhep mensupları bir arada yaşıyor iseler, bunların şiarları mahfuz kalsa bile inançları ve yaşam tarzları yekdiğerine sirayet edecektir. Mesela başa bıçakla vurulması veya kösler vurulup borular öttürülmesinin Kafkas Ortodokslarından İran'a geçmesi gibi. Ancak halkın psikolojik hali bunu kabule müsait olduğundan hemen sirayet etmiştir. Binaenaleyh fırkaların ruh ve psikolojik yapılarını iyi bilmek gerekir. Kimi fırkalar bütün görüş ve akidelerini hüsn-ü zan üzerine kurarlar, mutlak anlamda bir iyimserlikleri vardır. Mesela Ehl-i sünnette, ünlü şahsiyetlerin tamamına karşı mutlak bir hüsn-ü zann vardır, buna karşılık bir başka mezhep, mesela sadr-ı İslam Şia'sı şahsa ve bireylere değil, onların İslam'a ne kadar uygun davranıp davranmadıklarına bakabilmekte ve şahısları İslami hassasiyetlerine göre ölçebilmekte ve neticede olaylara mutlak bir iyimserlik penceresinden değil, inançsal bir hassasiyetle yaklaşmaktadır. Yine kimi fırkalar bireyin ruhuna, batınına ve iç dünyasına önem verirken (tasavvufçular gibi), kimi fırkalar da, Haricilerde olduğu gibi sadece dış görünüşe saplanmakta, donuk ve yoz olmaktadırlar.

Fırkaların ruh ve iç yapısı, ilk tarihi oluşumları tanınacak olursa daha sonraki yüzyıllarda hangi akide ve görüşlerin giderek yekdiğerine yaklaştığı ve farklı isim ve şiarlarına rağmen aslında diğer akide ve fırkayla bütünleşmiş olduğu kolayca anlaşılır. Bu anlamda fikir ve inançlar da tıpkı bir dildeki kelimeler ve deyimlere benzer; hiçbir kasıt ve ön hazırlık olmadan sırf yakın ilişki neticesinde bir dilin deyim ve kelimeleri nasıl diğer bir dile geçip kökleşebiliyorsa inanç ve fikirler de böyledir. Mesela İran'ın Müslümanlar tarafından fethiyle birlikte birçok Arapça kelimenin Farsça'ya geçtiği bilinmektedir, keza bunun tersi de olmuş ve binlerce Farsça kelime ve deyim de Arapça'ya geçmiştir. Aynı şekilde Türkçe de Arapça ve Farsça'ya geçmiş ve bunun tersi de vuku bulmuştur. Abbasi halifesi Mütevekkil zamanının Türkçe'siyle Selçuklu Moğollarının Türkçe'si bunun en bariz örneğidir. Dünyanın diğer dillerinden tutun da bireyler ve kavimlerin kendilerine has gelenek, estetik ve zevklerine varıncaya kadar hepsinde aynı kural ve karşılıklı etkileşim geçerlidir.

Ruhsuz bir tutuculuk, fikri donukluk ve akıllılıkla dindarlığın ayrılması şeklindeki Harici düşünce yapısı İslam tarihi boyunca çeşitli şekillerde müslüman topluluklarına sirayet etmiştir. Haricilere karşı olan nice görüş ve fırkalarda bugün Haricilik fikirlerinin görülmesi buradan kaynaklanmaktadır işte: Bireyler ve toplumlar yekdiğerinden etkilenmekte, karşılıklı bir etkileşim süreci yaşamaktadırlar.

Haricilik ruhunu taşıyanlar daima var olmuştur, yeni olan her şeye karşı çıkmış, her yeni gelişme ve yeniliği tekfir etmişlerdir. İslam'da araç-gereç ve maddi şeklin niceliğinin önem taşımadığını belirtmiştik; bu tür yoz insanlar şu veya bu yeni araç-gerecin kullanımını bile kolayca haram sayabilecek bir yapı ve temel taşımaktadırlar veya şu ya da bu eşyaya kutsallık atfetmektedirler.

Bugün nice İslam fırkaları arasında -ilmi veya fıkhi- akılcılıkla dindarlığın ayrı mütalaa edildiğini ve tam bir Harici yapı arzettiklerini görmekteyiz; hakikatin anlaşılması veya mesela İslam'da varolan genel ve temel bir kanundan, çağ için gerekli cüz'i ve özel bir kanunun çıkarılmasına (içtihad) engel olur, bunu haram sayar ve bid'at addederler. Oysa ki Kur'an-ı Kerim nice ayetlerde insanları düşünüp akletmeye çağırmış ve insanoğlunun basiretini ilahi çağrının desteği olarak tanımlamıştır.

Hicri 2. yüzyılın başlarında oluşmaya başlayan Mutezile mezhebi, küfürle imanın ne anlama geldiği konusundaki tefsir ve kelam bahislerinin bir neticesidir aslında; büyük günahlardan birini işlemenin küfre sebep olup olmayacağı şeklindeki bir tartışmanın hasılı olan mezkur fırka, Haricilikle bağdaşan bir okuldur. Mutezililer belli ölçüde hür düşünmek ve akla ve mantığa uygun bir yaşam biçimi belirlemek istemişlerdi başlangıçta. Gerekli ilmi birikim ve bilgiden yoksun oldukları halde İslami meseleleri dilediklerince tartışıp inceleme yoluna gittiler, etraflı bilgilerinin bulunmadığı konularda fikir yürüttüler, bazı  hadisleri belli bir yere kadar eleştirdiler, sadece kendi içtihad(!) ve kendi bilgilerinin elverdiği yere kadar inceleyip belli bir karar verdikleri konuları kabul ettiler.

Bunlar başlangıçta Hadisçilerle Zahircilerin eleştirisine uğradılar; karşılarındaki güruh hadis ve ayetlerin sadece kelime anlamıyla dış görünüşünü esas alıyor, anlam ve maksat konusunda düşünmeyi haram sayıyordu. Onlara göre aklın ve mantığın net hükmünün hiçbir geçerliliği yoktu. Mutezile akıl ve tefekküre ne kadar değer veriyor idiyse, onlar da zahire o kadar değer veriyorlardı.

Mutezilenin bu ortaya çıkışından 1,5 asra yakın bir zaman süresi, bu mezhep mensuplarının türlü arayışlarıyla geçti, nice inişler çıkışlar yaşadılar ve derken Mutezileden "Eş'ari" mezhebi doğdu, bu defa tam 180 derecelik bir dönüşle akıl ve mantık verilerini büsbütün reddedip İslami tabirlerin sadece zahirine inanmanın farz olduğunu söylediler. İslami hükümler, hadisler ve ayetler etrafında tefekkür edip nedenleri ve nasılları araştırmanın haram olduğu gibi bir neticeye vardılar! Böylece iş öyle bir noktaya vardı ki dört Ehl-i sünnet mezhebinden birinin imamı olan İmam Ahmed b. Hanbel, Mutezile görüşlerine şiddetle karşı çıkar bir hale geldi, hatta bu yüzden hapislere düştü, işkence gördü ve kırbaç darbeleri altında bile Eş'ariliği savunup Mutezile esaslarını reddetti.

Bu keşmekeşlerde nihayet Eş'ariler kazandılar ve akılcılığın defterini dürüp bir kenara fırlattılar. Bu zafer, İslam dünyasının fikri ve akli hayatına ağır bir darbe vurmuş oldu.

Eş'ariler, Mutezilileri bid'at ehli saymadaydı. Eş'arilerin Mutezililere galip gelişinden sonra bir Eş'arinin şiirinde geçen şu mısralar bir hayli düşündürücüdür:

Bid'atcıların iktidar faslı bitti

Kökleri kazındı, işleri bitti.

Şeytanın bir araya getirdiği bu hizip

Kendi kendisini yiyip bitirdi, dağılıp gittiler böylece,

Kardeşler! Bu güruhun fakihi veya imamı

Kendisine uyulabilecek doğrulukta mıydı sahi?!

Hicri 11 ve 12. yy'larda doruğuna ulaşan ve Ehl-i sünnetin Hadisçileri ve Zahirileri grubuna pek benzeyen Şia fıkıh kolu Ahbariler de bir nevi akılcılıkla dindarcılığın ayrımından türemiş bir ekoldür. Ahbarilerle Ehl-i sünnetin Zahirilerinin fıkhi yöntemleri birbirine çok benzer, hatta yegane farkları hangi hadislerin esas alınması gerektiğinden ibarettir.

Ahbariler de aklı ve mantığı büsbütün bir kenara bırakmış bir ekoldür. İslami metinlerden hüküm ve kuralları bulup çıkarma konusunda akıl ve mantıktan faydalanmayı haram saymış ve yazdıkları eserlerde, yine bir başka Şia fıkhi kolu olan Usulcülere şiddetle saldırarak "Sadece kitap ve sünnet hüccettir, akla ve mantığa dayanılamaz!" demişlerdir. Kitabın hüccet oluşunu da ancak sünnet ve hadislerin tefsiri yoluyla esas almaktaydılar; bu nedenle de gerçekte Kur'an'ı da temel belge ve hüccet olarak kabul etmemiş ve sadece hadislerin zahirini "temel hüccet" olarak kabullenmişlerdir.

Bu kitapta amacımız çeşitli İslami düşünceleri irdelemek ve Hariciliğin ana ruhu olan "dindarlıkla akılcılığı birbirinden ayıran" ekolleri incelemek değil elbet. Son derece geniş bir bahis olan bu konuya derinlemesine girecek olursak konumuzun dışına çıkmamız gerekecektir. Biz burada sadece çeşitli fırkaların yekdiğerinden etkileşimini vurgulamak ve Hariciliğin bir mezhep olarak tarihten silinmiş olmasına rağmen çeşitli İslam fırkaları üzerindeki etkisinin sürdüğünü hatırlatmak istedik. Öyle ki, bugün bile çağdaş müslüman aydın ve yazarların bir kısmı, Haricilerin fikirlerini modern ve çağdaş kalıplar içinde sunar hale gelmiş ve gerçekte Haricilikten başka bir şey olmayan bu fikir ve ekolü hissi felsefeyle aşılama ve örtüştürme yoluna gitmişlerdir.

[14] - Nehc'ul Belağa, 147. hutbe.

[15] - Nehc'ul Belağa, 27. Mektup.

[16] - Bu nedenledir ki İslam tarihi boyunca ne zaman bir ıslahatçı, halkın sosyal ve dini durumunu ıslah edip düzeltmek amacıyla kıyam etmiş ve zalimlerle çıkarcıların menfaatini tehlikeye düşürmüşse söz konusu zulüm ve çıkar çevreleri hemen renk değiştirip dindarlık kisvesine bürünmüş ve takvalı görünmeye çalışarak gerçek yüzünü gizlemiştir.

Halifeler arasında israf ve ayyaşlıklarıyla meşhur olan ünlü Abbasi halifesi Memun er-Reşid, Alioğullarının (Aleviler) harekete geçip kıyama başladıklarını görünce yamalı hırkayla halka görünmüş ve avamı bu dış görünüşle kandırabilmiştir. Nitekim ondan para-pul da almamış ve saraydan beslenmemiş olduğu halde Ebu Hanife İskafi adlı şair onun bu haline övgüler dolusu şiirler yazmış ve bir şiirinde şöyle demişti:

İslam yöneticileri arasında onca zenginliğine rağmen

Memun'dan daha sade kim var yaşayan?

Öylesine eski-püsküydü ki onun cübbesi

Soramadan edemediler "Bu da nesi?"

Memun "Şahların adı kalır ardından"dedi

 Ne giydiğinin ne önemi var şimdi?

Diğer halifeler de çeşitli şekillerde aynı yönteme başvurarak Kur'an'ı mızraklara geçirme politikasıyla; bütün zahmetlerin boşa gitmesine ve kıyam hareketlerinin henüz başlamadan tükenmesine neden oldular. Bunun yegane sebebi, sloganla gerçeği ayırt edemeyen avamın cehalet ve bilgisizliğidir. Bu da kıyam ve ıslah yolunu kendi yüzlerine kapatmalarına neden olmuştur. Gafletten uyandıklarında ise ön hazırlıkların tümünün yok edildiğini görmüş ve işe baştan başlamaları gerektiğini anlamışlardır.

Hz. Ali'den (a.s) öğrenilmesi gereken çok önemli bir nokta da bu tür mücadelelerin belli bir grup veya cemiyete mahsus olmadığıdır. Bilakis, müslüman veya dindar görünümlü bir grubun, sömürücü ecnebilerin çıkarlarına elverişli girişimlerde bulundukları dönemlerde söz konusu ecnebiler veya münafık güçler onları kalkan olarak kullanmış ve çirkin oyunlarına alet etmişlerdir. Bu nedenledir ki onlarla mücadeleye kalkışanın, öncelikle bu kalkanla mücadele etmesi ve kalkanı ortadan kaldırması kaçınılmazdır.

Bu arada Muaviye'nin, Haricileri tahrik ettiği ve ayaklanmaya kışkırttığı da gözden kaçmamalıdır. Muaviye ve Eş'as b. Kays gibileri o günlerde anarşik konularda Haricileri kullanmış, muhalefeti körüklemiş ve kışkırtmışlardır.

Hariciler hadisesi, her şeyden önce bu aptal ve yoz kalkanların ortadan kaldırılması gerektiğini, aksi takdirde düşmanın kalbine ulaşılamayacağını öğretmektedir. Nitekim İmam Ali (a.s) de hakemlik komplosundan sonra önce Haricilerin üzerine yürüyüp onları ortadan kaldırmış, onların işini bitirdikten sonra tekrar Muaviye'nin üzerine yürümüştür.