0-02   2-30   30-60    60-90    90-125    125-163

Yazarın Önsözü

Müminlerin emiri Ali'nin (a.s) kişilik ve karakteristik yapısı, bir kişinin kalemi ve bir kitabın hacmiyle anlatılamayacak kadar çok boyutludur. Bu konuda bir bireyin yapabileceği azami şey, onun bu fevkalade çarpıcı kişiliğinin boyutlarından birine veya birkaçına değinebilmektir.

Bu muazzam kişiliğin en ilginç boyutlarından biri, insanlar üzerindeki olumlu veya olumsuz etkisi; daha yerinde bir deyişle onun kendisine has "çekicilik ve iticilik gücü"dür. Daha da şaşırtıcı olanı, üzerinden asırlar geçmesine rağmen bu eşsiz kişiliğin bugün de insanlar üzerinde aynı etkiyi göstermekte olmasıdır. Elinizdeki kitapta bu konuyu incelemeye çalıştık.

Bireylerin kişilik ve karakteri, diğer insanların ruh ve canlarında reaksiyon yaratma açısından yekdiğeriyle aynı değildir. Kişilik ne kadar zayıf ve yüzeysel olursa zihinlerden silinmesi de çabuk olur ve insanlar üzerindeki etkisi de aynı ölçüde zayıflar. Buna karşılık büyük insanlar kişilik ve karakterlerinin büyüklük ve kuşatıcılığıyla orantılı olarak insanların kalbinde ve aklında fırtınalar yaratabilmekte, silinmeyecek izler bırakmakta, ister olumlu ister olumsuz olsun, yarattığı bu etki ve getirdiği aksiyon büyük ve kalıcı olmaktadır.

Bu tür etkileyici şahsiyet ve karakterler mutlaka dillere destan olmakta, hakkında tartışmalar ve konuşmalar yapılmakta, çeşitli mevzulara konu olmakta, gündem yaratmakta; şiir, edebiyat, resim vb. sanat dallarına konu edilmekte, çeşitli hadis, hikaye ve kitapların kahramanı olmaktadır. Bütün bunlar Ali (a.s) için de geçerli olmuş, bu hususta ya benzersiz veya emsaline pek az rastlanır bir örnek sergilemiştir. 7. yüzyıl İmamiye alimlerinden olan ünlü İslam mütefekkiri Muhammed b. Şehraşub-i Mazenderanî'nin, dünyaca ünlü eseri "Menakıb"ı yazarken evinde bini aşkın menkıbe kitabı bulunduğu, bunların tamamından faydalandığı ve bu menkıbe kitaplarının hepsinin, İmam Alinin (a.s) hayatını anlattığı bilinmektedir. Sadece bu örnek bile müminlerin emiri ve ilim şehrinin kapısı Ali'nin (a.s) muazzam kişiliğinin öteden beri ilim ve fikir adamlarının dikkatini ne kadar çekmiş olduğunu ve zihinleri ne ölçüde meşgul etmiş bulunduğunu anlatmaya yeter sanırız.

Ali (a.s) de Allah'ın has kullarından, Hakk'ın nuruyla nurlanan evliyaullahtan biriydi; ancak onu diğer seçkin müminlerden çok daha farklı kılan bir nokta, hala belleklerden silinmemiş olması, insanlara sürekli iman, canlılık, zindelik ve taptaze bir iman gücü bahşetmesidir.

Sokrates, Eflatun, Aristoteles, İbn-i Sina, Descartes gibi filozoflar da insanoğlunun zihin dünyasında izler bırakan ve düşünceleri meşgul eden isimler arasındadırlar. Hele sosyal ve siyasi inkılaplar gerçekleştiren liderler, bilhassa 19. ve 20. yy'ın siyasi inkılab otoriteleri bu zihni fethin yanısıra taraftarlarında bir tutuculuk yaratmayı da başardılar. Keza, irfan şeyhleri de müritlerinin kalbini öylesine fethetmişlerdir ki "pir-i muğan" emredecek olsa, seccadelerini meyin al rengine boyamaları içten bile değildir. Ne var ki onların hiçbirinde, tarihin yansıttığı Ali taraftarındaki coşku, heyecan ve dinamizmle içiçe bir sevgi, teslimiyet ve inkılabilik görememekteyiz. Hatta Safeviler, Ali (a.s) taraftarı dervişleri yenilmez birer savaşçıya dönüştürebilmiş iseler; bunu kendi adlarına değil, Ali (a.s) adına yapabilmişlerdir ancak.

İçtenlik ve sevgi yaratan manevi iyilik ve güzellikle; sosyal ve siyasi liderlerin metaı olan üstünlük, çıkar ve yaşam maslahatı veya filozofların metaı olan akıl ve felsefe, ya da arifin metaı olan egemenlik ve kuşatıcılık ispatı yekdiğerinden tamamen farklı şeylerdir.

İslam felsefe tarihinde meşhur bir hadise vardır: İbn-i Sina'nın bilgi ve zekasına hayran olan öğrencilerden biri bir gün "Bu zeka ve ilimle peygamberlik iddiasında bulunsanız pek çok taraftar bulurdunuz." der. Ünlü bilgin bu cahilane yaltakçılık karşısında susmaktan başka çare bulamaz. Aradan zaman geçer; bir kış günü sabahın ilk vakitlerinde İbn-i Sina, yataktan öğrencisine seslenir ve bir bardak su ister. Havanın soğuk olması nedeniyle bunu yapmaya üşenen öğrencisi çeşitli bahaneler öne sürmeye başlar ve yatağından çıkmaz. Bu sırada sabah ezanını okuyan müezzinin sesi duyulur. İbn-i Sina "Bak dostum." der, "Bana, peygamberlik iddiasında bulunsam, inanacağını söylüyordun; halbuki şimdi bir bardak su vermiyor, sıcacık yatağını bir lahzacık olsun terk edemiyorsun. Şu müezzin ise, aradan 1000 küsür yıl geçtiği halde Peygamberin emrine itaat etmek amacıyla bu soğukta yatağını terk edip minareye çıkarak Allah'ın birliğine ve Resulullah'ın (s.a.a) elçiliğine şahadet etmektedir. Ne kadar seçkin de olsa; bir bilginle bir peygamberin sözlerinin, zihin ve kalpler üzerindeki etki ve nüfuzu arasındaki fark böylesine kıyaslanamayacak kadar büyüktür işte!"

Evet, filozoflar öğrenci yetiştirirler, izci değil; sosyal ve siyasi önderler bağnaz taraftarlar yetiştirirler, nefsini her türlü kötülükten arındırmış insanlar değil; irfan şeyh ve üstatları teslimiyetçi müritler yetiştirirler; enerjik ve mücahit müminler değil!

Ali'nin (a.s) ise muazzam bir kişiliği ve kendisine has bir özelliği vardır. Onda hem filozofun özellikleri vardır, hem inkılab liderlerinin, hem ariflerin ve hem de peygamberlerin özelliği türünden bir özellik. Ali'nin (a.s) okulu akıl ve fikir, coşku ve inkılab, teslimiyet ve disiplin, iyilik ve güzellik, çekicilik ve hareket okuludur!

Ali (a.s) başkaları için adil bir imam olmadan önce, bizzat kendisi için adil olabilmiş, adaleti herkesten önce bizzat kendisine ve kendi yakınlarına uygulamış, insanları davet ettiği "dengeli ve ölçülü olma" aslına önce kendisi uymuştur. İnsani kemallerin tamamını kendinde toplayabilmişti. Hem ulaşılması pek güç ve derin bir düşünceye sahipti, hem de dakik ve dolu dolusuna duygulara.

Ali (a.s) beden ve ruh kemalini bir araya toplamıştı. Geceleri  ibadete başladığında Allah'tan gayri her şeyden kopar; gündüzleri halkın arasında, onlardan biri gibi yaşardı. Gündüzleri gözler onun eşitlik ve fedakarlık örneği davranışlarına şahit olurdu; kulaklar bilgece öğüt ve sırlar işitirdi ondan. Geceleriyse yıldızlar, Rabbine yakaran Ali'nin (a.s) yaşlı gözlerine şahit olur, gökler onun coşkulu duaları ve aşıkane münacatlarını dinlerdi mahut bir sessizlikle. Ali (a.s) hem din alimiydi hem bilge, hem arifti hem  sosyal  lider, hem zahitti hem asker, hem hakimdi hem işçi, hem hatipti hem yazar. Kısacası Ali (a.s) tam anlamıyla  ve bütün güzellikleriyle kamil bir insandı.

Elinizdeki kitap hk. 1388 Ramazanının 18-21. gecelerinde Hüseyniye-i İrşad'da yapılan dört konuşmanın ürünüdür. Bir giriş ve iki bölümden müteşekkil bu eserin giriş bölümünde çekicilik ve iticiliğin genel anlamlarına ilaveten insanların çekicilik ve iticilikleri de genel bir çerçevede işlenmiştir. Birinci bölümde İmam Ali'nin (a.s), onu hakkıyla tanıyan her insanda hayranlık uyandıran nadide kişiliğinin cazibesini ve bu cazibenin etki ve faydalarını ele almaya çalıştım. İkinci bölümde de o hazretin kimleri, ne tür hasletlere sahip insanları kendisinden uzaklaştırdığı boyutunu; iticiliğini incelemek istedim. Bu iki bölümden sonra elde edilen netice İmam Ali'nin (a.s) iki boyutlu ve iki ayrı güce sahip olduğudur ki, ona uyan ve onun okulunun öğrencisi olmak isteyen de onun gibi olmalı ve bu iki zıt gücü, yani çekicilik ve iticiliği bir arada taşımalıdır.

Bu arada, salt bu iki güce sahip olmanın, hem itici, hem çekici bir karakter taşıyor bulunmanın Ali (a.s) okuluna mensup olabilmek için yeterli değil, gerekli şart olduğunu da hemen belirtelim. İşte bu nedenle elinizdeki eserde Ali'nin (a.s) çekiciliğinin ne tür insanları cezbettiği ve iticiliğinin ise ne tür insanları itip kendisinden uzak tuttuğu konusunu işlemeye özen gösterdik. Bugün Ali (a.s) taraftarı olduğunu söyleyip de onun cezbettiği insanları iten ve  yine Ali (a.s) taraftarı olup da onun kendisinden uzaklaştırdığı tipleri kendisine doğru çeken veya o tiplere meyil gösteren niceleri var aramızda.

Ali'nin (a.s) iticiliğini işlerken İslam tarihinin en çirkin çehrelerinden biri olan "Hariciler" güruhunu örnek vermekle yetindik; ama Ali'nin (a.s) iticiliğine maruz kalan yegane tip, Hariciler değildi elbette. Kitabın daha sonraki baskılarında, bu ve bunun gibi diğer bazı eksiklikleri gidermek nasip olur belki de.

Konuşmaların düzelti ve tamamlama zahmetini değerli alim kardeşim Fethullah Ümidi üstlendi. Kitabın yarısına yakın bir kısmı benim sözlerim ve onun kalemidir aslında. Diğer yarısını ya olduğu gibi aktardık, ya da kendim bazı düzeltmelerde bulundum. Bütün müslümanlar için faydalı olacağını umarım; Allah Teala bizleri İmam Ali'nin (a.s) gerçek takipçilerinden kılsın inşaallah.    

                                                 4 Muharrem 1391 Hk
                                             Murtaza Mutahhari


Bismillahirrahmanirrahim

"Mümin erkeklerle mümin kadınlar birbirlerinin velileridirler, iyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve Allah'a ve Resulüne itaat ederler. İşte Allah'ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şüphesiz, Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir."        (Tevbe, 71)

"Allah, erkek münafıklara da, kadın münafıklara da ve -bütün- kafirlere, içinde ebedi kalmak üzere cehennem ateşini vaadetti. Bu onlara yeter. Allah onları lanetlemiştir ve onlar için sürekli bir azap vardır."     (Tevbe, 68)



ÇEKİM VE İTİM KANUNU

Çekim ve itim kanunu bütün varlık dünyasına hakim olan genel bir kuraldır. Çağdaş bilimin de ispatlamış olduğu üzere bu kuralın dışında kalabilen bir tek zerre dahi mevcut değildir kainatta. En küçük atom parçacıklarından en hacimli cisimlere varıncaya kadar bütün varlıklar bu esrarengiz çekim gücünün dairesi içindedir, yani hem çeker, hem çekime uğrarlar.

Eski çağlarda insanoğlu, çekim kanununun bütün varlık alemini kuşattığını bilmiyordu. Sadece mıknatısla kehribarın çekim gücü keşfedilmiş, bunun genel bir kanun olabileceği hiç düşünülmemiş; mıknatısla demir, kehribarla saman çöpüne mahsus sınırlı bir özellik olduğu zannedilmişti. Oysa ki şairin de dediği gibi:

Şu yerle gökyüzünde ne varsa

Hep biri diğerini çeker aslında!

Astronomi bilimiyle uğraşanlar da aynı eksik bilgiye sahipti; onlar da sadece yerküresi için bu durumun geçerli olduğunu sanmaktaydı. Onlara göre yerküre göğün tam ortasındaydı; her taraftan çekime uğradığı için ortada muallak kalmış olan bu yuvarlak gezegen, kainatta hiçbir yöne doğru hareket edemiyordu. Hatta kimilerine göre gökyüzü yeryüzünü çekmiyor, bilakis, itiyordu. Göğün her noktasından yerküreye eşit oranda bir güç yöneltiliyor olmasından, yerküre belli bir noktada asılı durmakta, yer değiştirememekteydi.

Bitkilerle hayvanlar için de bir çekim ve itim gücünün varlığına inanılmaktaydı. Bitkiyle hayvan şu üç güce sahipti: Beslenme, yeşerme ve döllenme. Beslenme gücü de çekim, itim (dışlama), sindirim ve depolama olmak üzere dört güçten müteşekkil bilinirdi; midede gıdayı kendisine çeken bir güç olduğuna ve midenin uygun bulmadığı şeylerin de dışarı atıldığına inanılırdı.[1] Karaciğerde de suyu kendisine doğru çeken bir çekim gücünün varlığı kabul edilirdi.

İnsan Dünyasında Çekim Ve İtim Gücü

Bu başlık altında işlemek istediğimiz konu, insanın cinsel boyutu değildir; her ne kadar cinsiyet meselesi çekim kanununa giriyorsa da bu, başlı başına bir konu olduğundan burada cinselliğe değinmeyecek, insanların sadece sosyal boyutlardaki çekicilik ve iticiliklerini ele almaya çalışacağız. Ancak, belli çıkar ve menfaatlere dayalı birliktelik veya çekiciliklerin de konumuzun dışında kaldığını hemen belirtelim.

Arkadaşlık, dostluk ve düşmanlık gibi hususların önemli bir kısmı, insanoğlundaki çekme ve itme gücünün birer tezahürüdür aslında. Bu çekim ve itimler de benzerlik, aynılık veya farklılık ve zıtlık gibi temeller üzerine kuruludur.[2] Bu nedenledir ki çekicilik ve iticiliğin ana nedenini benzerlik veya zıtlıkta aramak gerekir, nitekim bugün felsefenin pek meşhur kanunlarından biri olarak bilinir bu: "Benzerlik, birlikteliğin nedenidir, benzer şeyler yekdiğerini çekerler."

Bazen iki yabancı insan yekdiğerine karşı içinde bir sevgi, ilgi duyar; arkadaş olmak isterler; bu ilgi ve duyulan yakınlığın nedeni aralarındaki benzerliktir. İki insan arasında önemli benzerlikler olmazsa birbirini böylesine cezbetmeleri ve ilgi duymaları mümkün değildir. Kısacası birbirine yabancı iki insan arasında oluşan sıcak duygu, sevgi ve dostluk hissi, aralarındaki benzerliklerin sonucudur.

Mesnevinin 2. bölümünde ilginç bir hikaye anlatılır:

Bir bilge, bir leylekle bir karganın arkadaş olduğunu görür ve pek şaşırır buna. Sahi, leylekle karganın arkadaş olması mümkün müdür? Müşterekleri pek olmayan iki kuş. Bilge adam onları dikkatle izlediğinde ikisinin de ayaklarının aksadığını görür! Evet, aksama müştereki bu iki farklı hayvanı yekdiğerine yaklaştırmıştır.

İnsanlar için de durum bundan farklı değildir. İnsanların dostlukları mutlaka belli neden veya nedenlere dayalıdır; düşmanlıklar da böyledir, mutlaka bir nedeni vardır.

Kimilerine göre bu çekicilik ve iticilikler ihtiyaçlara ve ihtiyaçların giderilmesi gereğine dayalıdır. İnsan çeşitli ihtiyaçları olan bir varlıktır, yaradılışı itibariyle muhtaçtır. İhtiyaçlarını karşılamak ve boşlukları doldurabilmek amacıyla çalışır durur, insanoğlunun bunda başarılı olması ise kendisine paralel grup, imkan ve insanlarla elele verip, kendisine zararlı olabilecek grup, imkan ve insanlardan uzak durmasıyla mümkündür ancak. Yani burada da çekicilik ve iticiliğin bir nedeni vardır. Bu yalın hakikat gereğincedir ki insanoğlu çekicilik ve iticilik hassasına sahip olarak yaratılmıştır. Böylece kendisine faydalı olabilecek şeylere ilgi duyup, zararlı olabilecek şeylerden de sakınabilmektedir. Ne fayda, ne zarar veren, yani nötr olan şeylere karşıysa o da nötr ve ilgisizdir. Bu nedenle, insanoğlu için iki önemli ve hayati unsurdur çekicilik ve iticilik gücü. Bunların azalması halinde bireyin hayatında boşluklar doğacaktır. Bu boşlukları doldurabilecek özellik ve kapasiteye sahip olanlar başkalarının ilgisini çekeceklerdir. Bu özellikten yoksun olanlar ise hiçbir boşluğu dolduramayacakları gibi birçok boşluklar da ortaya çıkaracak ve insanları kendisinden uzaklaştıracaktır. Nötr ve duygusuzlara gelince, onlar da bir kenarda tıpkı bir taş gibi duracaktır.

İnsanların Çekicilik Ve İticilikleri Farklıdır

İnsanlar çekicilik ve iticilik konusunda yekdiğerinden farklıdırlar, bu konuda insanları çeşitli sınıflara ayırmak mümkündür.

1- Yukarıda da belirttiğimiz gibi kimi insanlar nötrdürler; ne sevenleri vardır, ne de düşmanları, ne sevgi ve ilgi uyandırırlar, ne de düşmanlık ve nefret. Böylelerinin insanlar arasındaki konumu "taş"larınki gibidir.

Bu tür insanlar, etkilemedikleri gibi etkilenmezler de ve belli bir tepkileri -olumlu veya olumsuz anlamda- yoktur. Ne iyilik edebilir, ne de kötülükte bulunabilirler. Tıpkı bir hayvan gibidirler, yemek yer, uyur, halkın arasında dolaşırlar; tıpkı koyun gibidirler, ne dostları vardır, ne düşmanları, eğer otuyla suyu muntazam veriliyorsa sevildiğinden değil, zamanı geldiğinde kesilip yenileceğindendir. O ne muhalefet eder, ne de taraf tutar. Bu tiplemenin hepsi tek türdür: Kof ve boş! Çünkü her insan için sevmek ve sevilmek bir ihtiyaçtır; aynı şekilde düşmanı tanıyıp ona karşı durmak da insan için bir ihtiyaçtır; oysa bu nötr tipin böyle bir ihtiyacı bile yoktur!

2- Kimileri de çekiciliğe sahip, ama iticilikten yoksun insanlardır. Herkesle samimi, herkesle dosttur böyleleri; her sınıftan insanla çabucak kaynaşır, herkese kendisini sevdirir, herkes onu dost görür ve kimse reddetmez. Öldüğü zaman da ardından gözyaşı döktürür ve mesela müslümansa cenazesine epey katılanı olur; budist ise pek sevilip sayıldığından cesedi saygıyla yakılır.

Şair diyor ki yarısı müslüman, yarısı budist olan bir toplumda müslümanlar cenazeye saygı için onu törenle yıkar, gusleder, hatta daha bir azizlemiş olmak için zemzemle yıkarlar cenazeyi. Budistler de cenazeyi yakıp külünü savurarak saygılarını göstermiş, cenazeyi azizlemiş olurlar. İşte böyle bir toplumda öylesine sevil ki, müslümanlar cenaze törenine katılıp onu zemzemle yıkamayı arzulasınlar, budistler seni kendilerinden biri gibi kabul ederek cenazeni yakıp külünü savurmak istesinler!

Kısacası bu tür insanlar iyi ahlaklılık ve günümüzün deyimiyle sosyalliğin gereğinin herkesçe sevilmek olduğunu zannederler.

Belli bir inanç, belli bir prensip ve sosyal gayeleri olup salt kendi menfaatini düşünmeyen bir insan için böyle olmak mümkün değildir.

Çünkü belli inanç ve prensipleri olan biri, ister istemez dürüsttür; özü bir, sözü birdir, açık sözlü ve nettir. Aksi takdirde ikiyüzlülük edip nifakta bulunmuş olur. Zira insanların tamamı aynı görüş, aynı duygu ve aynı zevklere sahip değildir; adil insan da vardır, zalim insan da; kimi insan iyi, kimi kötüdür. Bir toplumda insaflı insanlar olduğu gibi, insafsızlar da vardır; zorba ve fasıklar vardır. Belli amaç ve prensipleri olan birinin bütün bu tiplerin beğenisini kazanabilmesi elbette ki mümkün değildir, nihayet onun prensip ve ülküleri bir yerde birilerinin çıkarlarına ters düşecektir. Bu durumda onun herkesçe sevilmesi nasıl mümkün olabilir?

Bir toplumda istisnasız her kesiminin ilgi ve beğenisini kazanmanın tek yolu sahtekarlık, yalan ve gösteriştir, herkese kendi nabzına göre şerbet vermektir.

Belli bir inanç ve gayesi olan dürüst biri içinse bu mümkün değildir; böyle birinin dostu da olacaktır, düşmanı da. Onunla aynı fikir ve yolu paylaşanlar onu sevecek, fikrine ve yoluna karşı olanlarsa ondan hoşlanmayacaktır.

Hümanizm ve salt insan severlik görüşünü savunan bazı hıristiyanlara göre insanoğlunun kemalinin doruğu sevgidir, kemale eren insanda sadece sevgi vardır, bu nedenle de böyle birinin sadece çekici boyutu vardır, itici boyutu yoktur. Kimi budistler de böyle bir inanç taşıyor olabilir.

Hıristiyan ve budist felsefede pek sık göze çarpan hususlardan biri sevgidir. Bu inanışlara göre insan herkesi, her şeyi sevmeli, herkes de onu sevmelidir. Herkes sizi sevince, kötüler bile sizi sevecektir, çünkü sizden sevgi görmüş olacaklardır.

Halbuki salt sevgi yeterli değildir, insanın inanç ve prensipleri de olmalıdır. Mahatma Gandhi'nin de "Budur Benim Dinim" adlı kitabında belirttiği gibi, sevgi hakikatle birlikte olmalıdır, hakikatle birlikte olmak demekse prensipli olmak demektir ki, ister istemez düşman kazandırır insana. Çünkü bir nevi iticiliktir prensipli olmak; kimilerini uzaklaştırır, kimilerinin de mücadele etmesine neden olur.

İslam dini de bir sevgi okuludur aslında, nitekim Enbiya suresinin 197. ayetinde Peygamberimizin (s.a.a) bütün alemler için yalnızca rahmet olarak gönderildiğine vurgu yapılır. Yani en tehlikeli düşmanları için bile bir rahmettir o; onları da sever.[3]

Ancak Kur'an'da emredilen bu sevgi, her insana hoşlanacağı şekilde davranmak ve herkesin zevkini okşayıp herkesin ilgisini kazanmak değildir asla. İslami sevgi, herkesin her şeye ilgi duyması veya kimsenin zevkine karışılmaması değildir. Aslında bu sevgi değil, ikiyüzlülük ve nifaktır. Sevgi, hakikatle birliktelik arzetmektir, hayra vesile olmak demektir; hayra vesile olacak şeyler yapmaksa pekala herkesin hoşuna gitmeyebilmektedir. Nitekim insan kimi zaman birini sevdiğinden onun hayrına olacak bir şey yapmakta, ama muhatabı, minnettar kalacağı yerde onun yaptığı şeyden hiç hoşlanmadığı için düşman kesilivermektedir! Kaldı ki sevginin de daha makul ve mantıklı olanı, belli bir kişi veya bireyin değil, bütün insanlık aleminin hayrına olan şeyi yapmaktır. Bu açıdan bakıldığında ise bir grup veya bireye yapılan iyiliğin insanlık camiası için pekala zararlı ve kötü bir sonuç doğurması da mümkündür!

Nitekim insanlık tarihinde büyük ıslahçıların yaptıklarına bakınız; toplumların örf ve kurallarını ıslah etmekte, bu yolda olmadık sıkıntı ve dertlere katlanmakta, ama karşılığında insanlar, hiçbir teşekkürde bulunmadıkları gibi eziyet ve düşmanlık göstermektedirler!

Binaenaleyh sevgi, her zaman insanları kazanmaya vesile olmayabilir, hatta kimi zaman gösterilen sevgiler insanların hiç hoşuna gitmeyebilir, uzaklaşmalarına sebep olabilir ve hatta hatta kitleleri sizin aleyhinize ayaklandırabilir!

Abdurrahman b. Mülcem,  İmam Ali'nin (a.s) en azılı düşmanlarındandı, onun kendisi için ne kadar tehlikeli bir düşman olduğunu Ali (a.s) de biliyordu. İmamın yakın dostları "Bu çok tehlikeli, izin ver, işini bitirelim!" dediklerinde, "Önce idam edip sonra yargılamak mı?! Asla!" diye cevap vermiş İmam ve şöyle devam etmişti: "Henüz cinayet vuku bulmadan kısasa kalkışılabilir mi? Eğer o benim katilimse ben onu nasıl öldürebilirim ki? O zaman o benim değil, ben onun katili olurum! Ben onun yaşamasını istemekteyim, o ise beni öldürmek istemekte!"[4]

Evet, İmam "Ben onun iyiliğini isterken, o benim kötülüğümü istiyor; ben onu seviyorum, o ise bana düşmanlık besliyor." diyor.

Dahası, sevgi insanoğlunun yegane kurtuluş reçetesi değildir. Kimi huy ve karakterler için şiddet de şarttır; yeri geldiğinde savaş, mücadele ve dışlama da sevgi kadar şart ve elzemdir. İslam dini hem sevgi ve çekicilik dinidir, hem karşı koyma ve iticilik dini![5]

Bu kısa açıklamadan sonra şimdi tekrar konumuza dönüp üçüncü grubu inceleyelim:

3- Kimi insanlar da vardır ki cazibe ve çekicilikleri yoktur, sadece iticilikleri vardır; düşman kazanırlar ama dost edinemezler. İnsanları kırmasını bilir, ama kazanmasını beceremezler. Bu tipler de eksiktirler; insani hasletleri  noksandır bunların. Zira insani hasletler gereğince, az da olsa onları seven, iyi olarak tanıyan birilerinin olması gerekir; bir toplumda çok az da olsa iyi insanlar daima vardır çünkü. Bütün insanlar kötü olsalardı, bu düşmanlıklar adalet ve hakikatin delili olurdu. Halbuki hiçbir zaman bütün insanlar iyi olmadığı gibi, kötü de olmamıştır. Herkesi kendisine düşman eden biri, bizzat hatalı veya kötü demektir. Çünkü yapısında az da olsa birtakım iyi yönler bulunan birinin hiç dostu ve seveni olmaması mümkün değildir. Bu tür insanlarda olumlu boyut hiç olmadığındandır ki hiç kimse onları sevmez. Böylelerinin varlığı baştan sona tatsız olduğu için başkalarına da elbette ki tat veremez, herkese tatsız gelirler. Birine veya birilerine hoş ve tatlı gelebilecek hiçbir olumlu boyut yoktur böylelerinin yapısında. Ali (a.s) şöyle der:

"İnsanların en güçsüzü dost bulmada güçlük çekendir, ondan daha güçsüzü ise, dostlarını yitirip yapayalnız kalandır."[6]

4- Kimi insanlarsa hem çekicidirler, hem itici. Bu tür insanlar belli bir fikir ve inanca sahiptirler, belli prensipleri vardır, inançları doğrultusunda çalışırlar, kimi insanların ilgisini kazanır, gönüllere taht kurarlar; kimi insanlarınsa tepkisini çeker, onları uzaklaştırırlar kendilerinden. Böyle insanların hem dostları, hem düşmanları vardır; hem taraftarları, hem muhalifleri vardır.

Ancak, bu tipler de farklı durumlarda olabilirler. Kiminde çekicilik ve iticilik eşit ölçülerde vardır, kiminde zayıftır, kiminde biri diğerinden az veya çoktur. Şahsiyet ve kişiliği güçlü insanlar, hem cazibesi, hem iticiliği güçlü olan insanlardır. Hatta güçlülüğün de ölçüleri vardır; bazen o kadar güçlü bir kişilik vardır ki, sevenleri onun için canlarını feda eder, uğrunda ölmek için can atarlar; düşmanları da aynı ölçüde serttirler, onları ortadan kaldırabilmek için canlarından geçmeyi kolaylıkla göze alırlar. Bu, bazen öylesine güçlüdür ki öldükten sonra bile cazibe ve iticilikleri insanları etkilemeye devam eder, asırlar boyu geniş bir yelpazede süregiden bir etkinlik sergiler. Üç boyutlu çağrılar, nasıl peygamberlere mahsus bir olaysa, bu üç boyutlu çekicilik ve iticilik türü de sadece evliyalara mahsus bir kemal derecesidir.[7]

Diğer taraftan, bu insanların hangi tiplerin ilgisini çektiğini, hangi tiplerin tepkisine yol açtığını da incelemek gerekir. Mesela bazen bilgili insanları cezbeder, cahilleri kendilerinden uzaklaştırırken, bazen bunun tam tersini yaparlar. Bu tiplerden kimi saygın insanları cezbedip şahsiyetsizlerin tepkisini kazanırken, kimi de tam tersini yapar. Kısacası kimlerin sevgisini, kimlerin tepkisini kazandığına bakarak bu güçlü karakterin ne tür güçlü (olumlu mu, olumsuz mu) bir karakter olduğunu anlamak mümkündür.

Sırf çekicilik ve iticilik sahibi olmak ve hatta bu alanda güçlü olmak bile bir şahısın methedilir kişiliğe sahip olduğunu göstermez. Bu, sadece kişiliğin varlığını kanıtlayan delil olabilir ve kimsenin kişiliği onun iyi olduğuna delil olamaz. Dünyada nam salmış ünlü liderler, hatta Cengiz Han, Haccac ve Muaviye gibi profesyonel caniler bile çekicilik ve iticilik yönünden güçlü insanlardır. Ruhunda olumlu bazı noktalar bulunmayan birinin kalabalık orduları peşinden sürükleyebilmesi mümkün değildir. Liderlik gücü olmayan birinin, kitleleri etkileyip öylesine harekete geçirmesi imkansızdır.

Nadir Şah da bu silsileden bir halkadır. Kopardığı kellelerin, oyup yuvalarından çıkardığı gözlerin haddi hesabı yoktur; işte bu adamda da çok güçlü ve etkileyici bir kişilik vardı. Safevilerin son dönemlerinin bozguna uğramış İran'ından fevkalade güçlü bir ordu çıkarmayı başardı. Demir parçalarını hızla kendisine çeken bir mıknatıs gibi savaşçı insanları cezbedip etrafında topladı ve İran'ı kurtarmakla kalmayıp sınırlarını Hindistan'ın en ücra köşelerine kadar genişletebildi.

Evet, her kişilik, kendine benzer olanları çeker; benzemeyenleri de iter. Adalet ve şerefle yoğrulmuş bir kişilik, haktan yana şerefli insanların ilgisini çeker, zevk ve eğlence düşkünü şerefsiz ve alçak tipleriyse kendinden uzaklaştırır; ikiyüzlü dünya düşkünlerinin tepkisini kazanır. Keza cani bir tip de kendisi gibilerin ilgisini çeker, canileri etrafında toplar ve iyileri uzaklaştırır.

Bir diğer nokta da bu çekim veya itim gücünün miktarıdır. Tıpkı Newton çekim kanunundaki gibi bir maddenin özgül ağırlığıyla diğer madde arasındaki uzaklık nasıl çekim gücünü artırıp eksiltiyorsa, insanların çekiciliği de, çekicilik sahibi şahıs tarafından kaynaklanan güce göre değişir.

İkili Güç Sahibi İmam Ali (a.s)

İmam Ali (a.s) de ikili güce sahip bir kişiliktir; hem çekicidir hem itici. Cazibe ve iticiliği fevkalade güçlüdür üstelik. Hiçbir asır ve zamanda onunki kadar güçlü çekicilik ve iticiliğe rastlamak mümkün olmamıştır belki de. Çok ilginç dostları vardır, tarihe mal olmuş birer kişiliktir her biri; fedakar mı fedakar. Onun uğruna her an ölüme atılabilen, olmadık sıkıntı ve eziyetlere göğüs geren, onun için ölmeyi iftihar bilip onun sevgi deryasında her şeyi unutan nadide insanlar. İmam Ali'nin (a.s) şahadeti üzerinden asırlar geçtiği halde bugün bile bu cazibe olanca gücüyle iyileri kendisine doğru çekmekte, insanları hayretler içinde bırakmaktadır.

Hayatı boyunca şerefli ve dürüst, dünya malına düşkün olmayan dindar ve yiğit insanlar yetiştirdi; sevgi, adalet ve fedakarlık timsali olan bu insanlar onu ölesiye seviyor, uğrunda can vermeyi şeref addediyordu. Her biri bir tarih olan bu yiğit insanlar, Muaviye ve diğer hunhar Emevi halifeleri döneminde sırf ona olan sevgilerinden dolayı takibata uğradılar, işkenceler gördüler, öldürüldüler. Bütün bunlara rağmen onu sevmekten ve bu sevgiyi dile getirmekten çekinmediler.

Dünyanın diğer siyasi liderlerinin, ölümleriyle birlikte  kişilikleri de toprağın altına gömülmekte; hakikat aşıkları ise öldükten sonra gönüllerde daha bir taht kurmakta, inanç ve fikirleri daha bir parlaklık kazanmaktadır.

Tarih bunun nice örnekleriyle doludur. Ölümünden yıllar, hatta asırlar geçmesine rağmen Ali'nin (a.s) sevenleri, onun düşmanlarının takibatına uğramış, olmadık eziyetlere maruz kalma pahasına onu sevmekten vazgeçmemişlerdir.

Bu tutkunun ilginç örneklerinden biri Meysem-i Temmar'dır. İmam Ali'nin (a.s) şahadetinin üzerinden 20 yıl geçtiği halde, sırf onun taraftarı olduğu için tutuklanmıştı.  İdam sehpasına ilerlerken Ali'nin (a.s) fazilet ve erdemlerini haykırıyordu. Özgürlüklerin sindirildiği, feryatların sinelere gömüldüğü, kimsenin sesini yükseltemediği bir zulüm ve baskı döneminde Meysem mertçe haykırmakta ve "Gelin size Ali'nin (a.s) insani erdem ve faziletlerini birer birer  anlatayım!" demektedir. Müslüman halkın heyecan ve iştiyak ile onu dinlemeye koşması üzerine dehşete kapılan Emevi zorbaları, derhal şehid etmektedir Meysem'i.

Ali (a.s) ve yarenlerinin bu tür inanılmaz örnekleriyle doludur tarih sayfaları.

Bu cazibe ve tutku, şu veya bu çağa münhasır da değildir, her çağda bu cazibenin tecelli ettiği ve fevkalade derin izler bıraktığı bir hakikattir.

Arap edebiyatının pek ünlü isimlerinden olan İbn-i Sıkkit, edebiyatın devlerinden olan Sibeveyh gibi isimlerle birlikte anılır. Abbasi halifesi Mütevekkil döneminde yaşayan bu adam, Ali'nin (a.s) şahadetinden 200 yıla yakın bir zaman geçtiği halde onun Şia'sı olmakla suçlananlardandır. Ne var ki, edebiyat sahasında kendi döneminin nadir isimlerinden biri olduğu için halife, çocuklarına özel öğretmen olarak seçer onu. Bir gün çocukları, babalarının karşısında başarıyla sınavdan geçince, babaları bundan memnun olur ve İbn-i Sıkkit'ten razı olduğunu bildirir. Mütevekkil sevinç  sarhoşluğuyla veya belki de İbn-i Sıkkit'i denemek ve tepkisini ölçmek için küstahça bir soru sorar ve "Sence şu iki çocuk mu daha iyi, yoksa Peygamberin (s.a.a) torunları ve Ali'nin (a.s) oğulları olan Hasan'la Hüseyin mi?!" der.

İbn-i Sıkkit bu kıyaslamadan çok rahatsız olur, damarlarındaki kan donar ve bir an bu mağrur zatın ne derece küstahlaştığını düşünür, çocukların eğitimini almakla hata ettiğini anlar ve kendini suçlar. Bu küstahlığa gereken cevabı vermekten çekinmez. "Ant olsun Allah'a," der, "Hasan ve Hüseyin bir yana; Ali'nin (a.s) kölesi Kamber bile bunlardan ve babalarından daha iyidir benim nazarımda!"

Peygambere ve  Ehl-i beytine karşı duyduğu kin ve nefretiyle tanınan Mütevekkil, hemen oracıkta bu yiğit insanın öldürülmesini emreder ve İbn-i Sıkkit'in boynu vurulur ve dili ensesinden çıkarılır.

Tarih, Ali (a.s) aşkına ve onun haklılığını haykırarak ölüme atılan yiğitlerle doludur.

Böyle bir kişiliğe tarihte kolayca rastlanamayacağını söylemek abartma olmayacaktır.

Görülmemiş bir cazibe, eşine ender rastlanır bir çekiciliktir bu.

Ali'nin (a.s) çekiciliği kadar, iticiliği de pek güçlüdür. Onun adını bile duymaya tahammül edemeyen yeminli düşmanları vardır. Ali (a.s) bir fert değil, bir ekoldür aslında. Bu nedenledir ki kimi insanları kendisine doğru çekmekte, kimi insanları da kendisinden uzaklaştırmaktadır. Evet, hem cazibesi, hem iticiliği güçlü olan nadir bir kişiliktir Ali (a.s).



[1] -Bugünse insan vücudu makinaya, boşaltım sistemi de tulumbaya benzetilmektedir.

[2] -Elektro-mıknatıs olayının tam tersi  bir durumdur  bu; mıknatısta zıt kutuplar birbirini çeker sadece.

[3]- - Evet,  Resulullah (s.a.a) alemler için bir rahmetti; hayvanları, bitkileri dağı- taşı bile severdi. Nitekim her sarığının, her kılıcının, her atının bir adı vardı. Bu da bütün varlıkları sevmesinden, bütün cisimlerin şahsiyeti olduğuna inanmasından kaynaklanırdı. Bu özelliğe sahip ikinci bir insan görülmüş değildir tarihte. İnsanlık sevgisinin sembolüydü o. Uhud dağının yanından geçerken sevgiyle dağa bakar ve "Biz bu dağı severiz, o da bizi sever!" buyururlardı. Evet, Resulullah (s.a.a) dağları, taşları bile severdi, bütün alemler için bir rahmetti.

[4]- Bihar'ul Envar, yeni baskı c: 42 s: 193-194.

[5]- Burada geçen karşı koyma ve cezalandırmanın, sevginin bir tezahürü olduğu söylenebilir. Nitekim bir duada Allah Tealaya yakarılırken "Ey rahmet ve sevgisi gazabına üst gelen! Merhamette bulunmak istediğin içindir gazaba gelişin; sevgi ve rahmetin olmasa gazaplanır mıydın hiç?!" denilmektedir. Burada durum, tıpkı çocuğunu seven ve onun geleceğine karşı ilgisiz kalamayan bir babanın durumu gibidir. Çok sevdiği çocuğu kötü bir şey yaparsa ona öfkelenmekte, sert davranmakta, hatta tokat atabilmektedir. Oysa aynı baba; başkalarının çocuklarında çok daha kötü davranışlar gördüğü halde onlara karşı asla böyle davranmamakta ve kendi çocuğuna gösterdiği tepkiyi göstermemektedir. Bunun sebebi kendi çocuğuna duyduğu ilgi ve ona karşı beslediği sevgidir.

Kimi zaman da sevgi, gerçekle birliktelik sunmaz, duyguya dayanır; aklın ve prensibin yer almadığı bir sevgidir, Kur'an-ı Kerim'de bu tür sevgiye işaret edilerek şöyle buyrulur:

"... Eğer Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız onlara Allah'ın dinini uygulama konusunda acıma duygusuna kapılmayın." (Nur, 2)

Evet, suçlunun cezalandırılması gerekiyorsa duyguya kapılıp gevşek davranmayın denilmektedir. Zira İslam bireyi sevdiği kadar toplumu da sevmektedir.

Günahın en büyüğü, insanın bir günahı önemsiz sayması ve günah işlemeyi küçük bir şeymiş gibi görmesidir. Müminlerin emiri hz. Ali'nin (a.s) de buyurmuş olduğu gibi: "Günahın en kötüsü, hafife alınan günahtır." (Nehc'ul Belağa, 340. vecize)

Bu nedenledir ki İslam dini; bir günahın başkalarının huzurunda işlenmesi ve başkalarının bu günahın farkına varması halinde, günahı işleyenin cezalandırılmasını, gerekiyorsa had veya tazir vurulmasını emreder. İslam fıkhı gereğince, bir farzın terki veya bir haramın işlenmesi halinde ya tayin olunan had vurulur, ya da had tayin edilmemişse tazir  uygulanır. Tazir, "had"den daha az miktarda bir cezalandırmadır ve miktarını şer'i hakim -kadı- tayin eder.

Bir bireyin günah işlemesi ve hele günahının bilinip anlaşılması halinde toplum günaha bir adım yaklaşmış veya (eğer günah alenen işlenmişse) itilmiş olur ki bu da toplum için büyük bir tehlikedir. Bu nedenle toplumdaki bu sapmayı düzeltmek ve işlenen günahın hafife alınmasını önlemek için günahkarın (alenen günah işlemişse) mutlaka cezalandırılması gerekmektedir.

Bu açıklamadan da anlaşılacağı üzere cezalandırma olayı hem fert, hem toplum için bir rahmet ve sevgi ürünüdür.

[6] - Nehc'ul Belağa, 11. vecize.

[7] - Bkz: Hatem-i Peygamberan 1. cilt, önsöz, s:11,12.