Sayfalar:  

[1][2][3][4][5][6][7][8][9]

 

Soru 14:

Semiray evren: BISMILLAH, selamu aleikum, dun kerkuk lu bir bir sunnni turk hanim soyle buyurdu: Peygamberimiz SAAW, sozum ona "asure " gununde oruc tutulmasinin sevap oldugunu ve gerektigini bildirmis. sebeb: yahudiler Musa (as) in firavundan kurtulma gunu oldugu icin (asure gunu, muharrem in 10 cu gunu)oruc tutarlarmis mis !!!???? bizim de Peygamberimimz SAAW onlar gibi hasa huzurdan yapilmasini soylemis.
simdi: benim sorularim cevapsiz kaldi kendisince;
1. firavun zamaninda, ay takvimi mi kullanilmis?
2. Peygamberimiz yahudi sunnetini ne zamandan beri takip edermis???!!! estagfirUlLAH
3. yahudiler hala bunu tatbik ederlermiymis??
tabii ki cevap veremedi. lutfen bana bir delil verebilirmisiniz, eger mumkunse , firavun zamaninda ne takvimi kullandilar ? sadece merakimi tatmin icin, zira, bu uydurulmus kurtulus tarihine inandigimdan degil, ve kendilerine aksini ispat etmek icin. bu bilgili (!) hanim, Peygemberimizin saaw, hicretine de yuz kusur bir sey diye millete yanlis seyler de soyler, Ottawa, Kanada da otururlar. CAhilligin bu kadari gorulmemis!
Allah razi olseun, kiymetli cevabinizi beklerim
semiray es4219@yahoo.com

Saturday June 2nd 2001 12:50:03 PM


Cevap:

Sayın Semira Evren,
Sorunuzun cevabı kısaca şöyledir: Başkaları türlü türlü düşünceler sahip olabilirler ama bizim için ölçü olan en temiz kaynak olan Ehl-i Beyt’in açıkladığı şekilde İslam’ı öğrenmek ve ona amel etmeğe çalışmaktır. Sizin sorduğunuz soruların cevabındaki teferruata inmeden Ehlibeyt İmamlarından gelen sahih hadisler ve Ehlibeyt mektebinin temel kaynakları ışığında, aşura günü mü’min bir kimsenin ne yapması gerektiği hususunu açıklamaya çalışacağız. Bizce bu, imanı doğru olan bir kimse için delil ve hüccet olarak yeterlidir.
Ehlibeyt mektebinin büyük alimlerinden olan Merhum Şeyh Mufid şöyle diyor: “Muharrem ayının onuncu gününde Hz. Huseyin şehit edilmiştir. İmam Cafer Sadık’tan gelen rivayetler gereğince bu günde neşeden uzak durmak, yas merasimleri düzenlemek ve öğle oluncaya kadar bir şey yiyip içmemek ve öğleden sonra yaslı insanların yediği içtiği miktarda bir şeyler yemek gerekir.” (Vesail’uş-Şia c.10, s. 394)
Ehli Beyt Mektebinin en büyük muhaddislerinden olan Şeyh Saduk İmam Riza (a.s) da şöyle buyurduğunu nakleder:
“Aşura gününü kendisine hüzün ve musibet ve ağlama günü yapan kimseye, Allah kıyamet gününü sevinç ve neşe günü kılar.” (İlelu’ş-Şerayi 227)
Şeyh Saduk kendi senediyle İlelu’ş-Şerayi ve Emali kitaplarında Cibille Mekkiye’den şöyle nakleder:
“Hz. Ali (a.s)’ın sır dostlarından olan Meysem Temmar’dan şöyle dedi:: Allah’a yemin olsun ki bu ümmet kendi peygamberlerinin torununu Muharrem ayının onuncu günü öldürecekler ve Allah’ın düşmanları o günü bereket günü yapacaklar. Bu iş Allah’ın ilminde geçmiş kesin kazalardandır. Hz. Ali’nin bana öğrettiği ilim üzere ben bundan haberdar oldum.
Hz. Ali bana bildirdi ki tüm yaratıklar hatta çölün yırtıcı hayvanları, denizdeki balıklar ve gökte uçan kuşlar bile Peygamber’in torununa ağlayacaktır.
Güneş, ay yıldızlar, gök, yer, insan ve cinlerin mü’min olanları göklerdeki tüm melekler Rizvan meleği, cennetin koruyucusu melek ve cehennemle görevli olan Malik tüm koruyucu melekler, gök ve arşı koruyan meleklerin hepsi Hüseyin’ ağlayacaklardır.
Sonra Meysem şöyle dedi: Allah’a ortak koşanlara, Yahudi, Hıristiyan ve Mecusilere Allah’ın laneti gerekli olduğu gibi Hz. Hüseyin’in öldürenlere de bu lanet gerekli olmuştur.
Cibille diyor ki Meysem’e nasıl halk Hz. Hüseyin’in şahadet gününü bereket günü bileceklerdir? diye sordum.
Meysem bu soruya karşılık ağlayarak şöyle dedi:
Kendileri uydurdukları bir hadis gereğince Aşura günün Hz. Adem’in tövbesinin kabul olduğu gün olduğunu söyleyecekler. Oysa Hz. Adem’in tövbesi Zilhicce ayında kabul olunmuştur. Yine onlar Aşura gününde Yüce Allah’ın Hz. Davud’un tövbesinin kabul ettiğini söyleyecekler oysa Davud’un tövbesi de zilhicce ayında kabul olmuştur. Onlar bu günde Allah’ın Hz. Yunus’u balığın karnından kurtardığını söyleyecekler. Oysa Allah Teala Hz. Yunus’u Zilkaade ayında balığın karnından çıkarmıştır. Onlar Aşura gününde Hz. Nuh’un gemisinin sahile yanaştığını söyleyecekler oysa bu zilhicce ayının 18. günü vuku bulmuştur. Onlar bu günde Beni İsrail’ın kurtulması için denizin Allah tarafından yarıldığını söyleyecekler oysa bu Rebiulevvel ayında gerçekleşmiştir....”
Ehl-i Beyt mektebinin kaynaklarında çeşitli senetlerle İmam Muhammed Bakır’dan nakledilen ve Ehlibeyt dostlarınca sürekli okunan Aşura Ziyareti duasında şu cümleler yer almaktadır:
“Allah’ım bu aşura günü Umeyyeoğulları ve ciğer yiyen kadının oğlu tarafından kutlu ve mübarek bir gün olarak bilinir.... Bugün Ziyad oğullarının ve Mervan oğullarının Hz. Hüseyin’i (Allah’ın salatı ona olsun) öldürdükleri için sevindiği bir gündür. Allah’ım onlara olan lanet ve azabını iki kat eyle....” 

Ehli Beyt Öğretisi

Friday June 8th 2001 06:50:59 AM

Soru 15:

yavuz selim:
suallerime göndermiş olduğunuz yazılarınızdan dolayı teşekkür ediyorum ve gayretinizin devamını temenni ediyorum bununla beraber bir sualim daha olacak ona da en kısa zamanda mukabelede bulunursanız memnun olurum.şöyle ki imam-ı ali (r.a) hilafete haklı oldugu halde (şii lere göre) ebu bekir (r.a),ömer (r.a) ve osman (r.a.) ın hilafetleri döneminde onlara isyan etmediği gibi onların şeyhül islamlığı vazifesini ,( yirmi üç sene )kemal-i liyakatla yerine getirdi.NEDEN ?

Friday, June 1st 2001 - 08:55:40 AM


Cevap:

Sayın Yavuz Selim,
Son yazınızı yanıtlamakta geç kaldığımız için özür dileriz. 1, 6 2001 tarihli sorunuzda şöyle yazıyorsunuz: “İmam Ali (r.a) hilafete haklı olduğu halde (şii lere göre) Ebu bekir (r.a), Ömer (r.a) ve Osman (r.a.) ın hilafetleri döneminde onlara isyan etmediği gibi onların şeyhü’l-islamlığı vazifesini, (yirmi üç sene) kemal-i liyakatle yerine getirdi. NEDEN ?”
Sorunun cevabı için şu noktaları nazara almak gerekir:
Evvela birinci, ikinci ve üçüncü halife dönemlerinde şeyhü’l-islamlık makamı diye bir şey yoktu, ve hiçbir meşhur tarihçi ve bilgin de bu dönemlerde böyle bir kurumun varlığından söz etmemişlerdir.
Buna göre, sorunuz yanlış bir varsayım üzerine kuruludur ve temelden yanlıştır. Ama eğer maksadınız ilk üç halife döneminde Hz. Ali (a.s)’ın ilmine müracaat etmeleri ise, elbette bu doğrudur. Ama şu gerçeği bilmek gerekir ki, Hz. Ali (a.s)’ın halifelere karşı tavrı, asla halifeleri meşru gösterecek şekilde değildi. Bunu anlamak için, Hz. Ali (a.s)’dan nakledilen aşağıdaki söz ve hutbeler üzerinde düşünmek yeterlidir. Hz. Ali (a.s), Cemel savaşından önce yaptığı bir konuşmada şöyle buyuruyor:
“Allah’a yemin ederim ki, Allah Teala, Yüce Peygamber’inin ruhunu aldığından bugüne kadar, sürekli ben hakkımdan uzaklaştırılmış bulunuyorum...” (Nehcu’l-Belağa, Hutbe: 6.)
Yine kendi hilafeti döneminde halifeler dönemiyle ilgili bir konuşmasında halifelerin ona ait olan bir hakkı yağmaladıklarını dile getirerek, gözünde diken boğazında kemik kalmış biri gibi bu duruma tahammül ettiğini açıkça dile getirmiştir:
“Allah’a andolsun ki falan kimse (Ebi Kuhafe oğlu Ebubekir), hilafete göre yerimin, değirmen taşının mili gibi olduğunu bildiği halde hilafeti bir gömlek gibi üzerine giyindi. Oysa sel her zaman benden akar ve hiç bir kuş benim yükseldiğim yüce zirvelere yükselemez. Ben de hilafetle kendi arama bir perde gerdim, ondan tümüyle yüz çevirdim.
Başladım kendi kendime düşünmeye; şu kesilmiş elimle hemen atağa mı geçeyim, yoksa şu kapkaranlık körlüğe sabır mı edeyim? Öyle bir karanlık ve körlük ki bu, büyüğü tamamıyla yıpratır, küçüğü tümüyle ihtiyarlatır, mümin kimse de Rabbine ulaşıncaya dek bu karanlık körlükte sürekli olarak zahmetten zahmete düşer.
Gördüm ki sabretmek akla daha yatkındır, sabrettim. Ama gözümde diken vardı, boğazımda ise kemik. Mirasımın tümüyle yağmalandığını görüyordum.”
Ali’nin Medin’de kendi hilafeti döneminde okuduğu bir hutbede neden hakkını almak için kıyam etmediğini de şöyle açıklamıştır:
“Peygamber (s.a.a), bizim aramızdan gittiğinde biz onun varisi, velileri ve öz soyundan olan yakınlarıyız, artık kimse hilafet konusunda bizimle niza etmez ve göz dikmez, dedik. Ama beklemediğimiz bir şekilde Kureyiş’ten bir grup bizim hakkımıza el uzatarak yöneticilik hakkını bizden aldı ve kendileri sahiplendiler. Allah’a yemin ederim ki, eğer Müslümanların arasında bölünme meydana gelmesi, küfrün tekrar geri dönerek dinin tamamen yok olması korkusu olmasaydı bu gün üzerinde olduğumuz şeyden farklı bir durumda olurduk.” (Şerh-i Nehcu’l-Belağa, Hutbe: 3)
Hz. Ali (a.s), ikinci halife tarafından kurulan şurada kendisine hilafeti vermeleri karşısında, ortaya konulan Ebubkir ve Ömer’in yolunu devam ettirmesi şartını açıkça reddetmiş ve yalnız Peygamber’in sünnetine bağlı kalacağını açıklamıştır. Açıktır ki, Hz. Ali (a.s) onların Şeyhu’l-İslamlığını yapmış olsaydı veya onların hilafetteki yöntemlerini meşru bilseydi o zaman onların sünnetini bir ölçü olarak reddetmesinin bir anlamı kalmazdı. Yakubi nakletmiştir ki, Ömer’in kurduğu altı kişilik halife belirleme şurasında olan Abdurrahman b. Avf, Hz. Ali’yi bir kenara çekilerek şöyle dedi:
“Allah bizimle senin aranda şahit olsun ki, kendi hilafetin döneminde Allah’ın kitabına ve Peygamberi’in sünnetine ve Ebubekir ve Ömer’in sünnetine uyasın.”
Hz. Ali şöyle karşılık verdi:
“Halife olursam gücüm yettiğince sizlerin arasında Allah’ın kitabı ve Peygamber’in sünnetine uygun olarak davranacağım.”
Abdurrahman sonra Osman’ı bir kenara çekerek aynı sözü ona da dedi, Osman onun isteğini hemen kabul etti. Tekrar Hz. Ali’ye aynı teklifi tekrarladı; ama Hz. Ali yine aynı cevabı vererek sözlerine şunları ekledi: “Allah’ın kitabı ve Peygamber’in sünnetinin yanı sıra artık başka bir kimsenin gelenek ve gidişatına uymaya bir ihtiyaç yoktur. Aslında sen bu hilafet benden uzaklaştırmaya çalışıyorsun.”
Bütün bunlar gösteriyor ki Hz. Ali (a.s)’a üç halife döneminde hilafet sistemini meşruiyetini kabul etmemiş ve onları kendi hakkını yağmalayan güçler olarak görmüştür. Elbette Hz Ali (a.s)’ın eşsiz ilmi makamı yüzünden, halifeler kendi siyasetleriyle çelişmediği ve bilgisizlik yüzünden başka bir alternatifleri de olmadığı hallerde İmam’a başvurulmuştur. İmam Ali de onların dinle ilgili sorularını halletmiştir ve İslam’ın hükmünü beyan etmiştir.
Ama neden İmam’a başvurduklarında onların ilmi ihtiyaçlarını gidermiş ve onlara yol göstermiştir? Oysa isteseydi onların sorularına cevap vermeyi reddederdi. Bunun cevabı aşağıdaki hususa dikkat edilirse açıktır. Masum İmam’ın da Peygamberler gibi iki önemli ilahi vazifesi vardır; birincisi hilafet ve ikincisi şehadet (gözetleyicilik). Yani Hz. Adem leyhisselam’dan başlayarak her dönemde bu iki ilahi görevi üstlenmeleri için, her zaman bulunan masum ilahi şahsiyetler (peygamberler veya peygamberlerin vasileri) var olmuşlar.
Hilafet görevi, insanların doğru şekilde yönetilmesini ve toplumda ilahi hükümlerin uygulanmasını sağlamak içindir. İkinci görev yani şahadet (gözetleyicilik) görevi ise dine bağlı olan insanların haktan sapmalarını önlemek ve sürekli ilahi hükümlerin tahriften korunmasını sağlamak içindir.
Kur’an-ı Kerim’de bir çok ayet peygamberlerin bu iki ilahi göreve sahip olduğunu açıklamaktadır. Bu açıklama ışığında şu noktaya dikkat etmek gerekir ki, bir peygamber veya imamda bu iki görevden birinin sekteye uğraması yani bazı engeller yüzünden yürürlük kazanmaması, diğer vazifenin de tatil olmasını gerektirmez. Bir çok peygamber kendi dönemlerinde hilafet görevini yüklenmemesine rağmen ikinci görevlerini yani şehadet (gözetleyicilik görevini) yerine getirmiştir. Peygamber veya masum imam bu iki görevden hangisini ifa etmeye bir fırsat bulursa onu yerine getirmelidir. Çünkü bu onun ilahi mesuliyetidir.
Hz. Ali (a.s) ilk üç halife döneminde hilafet görevini ifa etmekten mahrum bırakılmasına rağmen şehadet görevini kısmen ifa etmeye fırsat bulmuş ve bu vazifeyi yerine getirmiştir. Ancak bunun yanı sıra, sürekli onların hilafetlerinin meşru olmadığını çeşitli şekillerde imkan dahilinde beyan etmiştir. İslam’ın temeli tehlikeye düşmesin diye de bir kıyama baş vurmamıştır. Bizce, İslam tarihinde gerçek manada bir araştırması olan kimse bunların hiçbir gizli yönü olmayan apaçık gerçekler olduğunu anlar. İsteyen kabul eder ve istemeyen emr-i vakı’i müdafaa etmek için onları görmezlikten gelir.
Ehl-i Beyt Öğretisi

Sunday, June 24th 2001 - 07:12:27 AM

 

Soru 16:

yavuz selim: sitenizi merakla takip ediyor ve dikkatle yazılarınızı okumaya çalışıyor gayretinizden ötürü teşekkür ediyorum merak ettigim bir husus var ki o da şudur:5 çeşit takiyyeden bahsedildi neden imam-ı hüseyin yirmi-otuz bin kişilik orduya karşı KERBELA da takiyye yapmadı ve ayrıca imam-ı hasan muaviyeye karşı (kuvvetler denk olmasına ragmen ) kılıçlarını kınlarına koydular.cevabınız için teşekkür ediyorum.selamlarımla

Friday May 25th 2001 02:42:16 AM


Cevap:

Bismillahirrahmanirrahim
Sayın Yavuz Selim,
Selam'un Aleykum,
İlmi sorularınız için size teşekkür ediyoruz.
Son sorunuzun cevabına gelince,
Takiyye, insanın canını ve malını zalimlere karşı koruması için din çerçevesinde konulmuş bir hükümdür. Bu hüküm bir çok diğer ibadi vb. hükümlere göre öncelik taşımasına rağmen bu hükümden daha önemli hükümler de dinde vardır. Buna göre, canı ve malı korumaktan daha önemli bir mükellefiyet söz konusu olduğunda artık takiyyeye yer kalmaz.
Örneğin dinin temeli tehlikeye düşer ve dinin korunması için kişinin hakkı açıkça söylemesi veya kıyam etmesi gerekirse, o zaman takiyye meşru olmaz. ve dini korumak kendi canının tehlikeye atmayı gerektirirse bile kişinin bu yolda hareket etmesi farz olur. Önceki yazılarımızda da işaret edildiği gibi böyle bir durumda takiyye haram olur.
Ehl-i Beyt Mektebinin ünlü fakihlerinden olan Muhammed Hasan Necefi Hz. Hüseyin'in kıyamını fıkhi açısından tahlil ederken şöyle diyor:
"....Üstelik, Ceddi Hz. Muhammed sellallahu aleyhi ve alihi'in din ve şeriatının korunması ve Yezit ve çevresinin kafir olduklarını muhalif ve muvafık olan herkese açıklaması bu kıyamına bağlıydı." (Bkz. Cevahir'ul-Kelam c 21 s. 296)
Ancak burada başka bir soruyla karşılaşırız o da, dinin tehlike de olup olmadığını anlamak için başvurulacak ölçü nedir? Acaba bu konuda herkesin kendi teşhisi yeterli midir?
Bu sorunun cevabında şunu söyleyebiliriz ki, bu konuda şahısların kendi teşhisleri geçerli olmasa da kesin olan şu ki, en azından Müslümanların önderi ve imamı konumunda olan Allah tarafından gönderilmiş ve belirlenmiş olan peygamberler ve masum imamların teşhisleri kendileri ve o dönemde olanlar için geçerlidir. Bu yüzden Hz. Hasan ve Hüseyin gibi masum bir imam, bir dönemin kıyam veya takiyye dönemi olduğunu belirledikten sonra, onun teşhisi sayesinde artık Müslümanların vazifelerini belirlemiş olur.
Bu sorunun cevabının diğer boyutlarının da açıklık kazanması için şu noktalara dikkat etmek gerekir:
A. Ehl-i Beyt Mektebindeki İmamet Anlayışı:
Ehl-i Beyt mektebinde Ehl-i Beyt İmamları Allah tarafından belirlenmiş masum ve vehbi ilimlere sahip kişilerdir Onlar, hiçbir hareketlerinde Allah'ın emirlerinden bir kıl payı bile çıkmazlar.
Bize onlara uymak ve onların emirlerine teslim olmak emredilmiştir; hatta imanlı olup olmadığımızın en önemli ölçülerinden biri, onlara kayıtsız şartsız tabi olup olmamamızla belli olur. Esasen Peygamber'e ve masum imamlara bu kayıtsız şartsız itaat tevhid inancından sonra dinin bize öğrettiği en önemli emirdir. Diğer emirler Allah Teala'nın iradesi gereği ancak bunun çerçevesinde anlam kazanır ve kabul olur.
Bizler zayıf aklımızla onların davranışlarının hikmetini anlasak da anlamasak da bu böyledir.
Bu konunun daha iyi anlaşılması için aşağıdaki ayet ve hadislere dikkat edin:
Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor:
"Rabbine and olsun ki, kendi aralarında çıkan ihtilaflı konularda seni hakem kılıp sonrada senin verdiğin hükme hiçbir sıkıntı duymaksızın tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olamazlar." (Nisa: 65)
Ehl-i Beyt İmamlarından gelen sahih hadislerde şöyle nakledilmiştir.
"Bilin ki, eğer bir adam geceleri ibadetle gündüzleri oruçla geçirir, tüm malını Allah yolunda sadaka verir ve ömür boyunca her yıl hacca gider de Allah'ın velisinin velayetini tanımaz; onun velayetini kabul etmez ve tüm amelleri onun kılavuzluğu ile olmazsa yaptığı amellerin mükafatı konusunda Allah'a bir hakkı olmaz ve iman ehlinden de sayılmaz". (El-Kafı c.2, s. 18; Vesailu'ş-Şia c. 18, s. 44.)
Diğer bir hadiste şöyle yer almıştır: "İblis Adem (a.s)'a secde etmeğe emredildiğinde Allah'tan istedi ki, beni bu emrini yerini getirerek Adem'e secde etmemekten mazur gör; bundan sonra sana öyle bir ibadet edeyim ki hiçbir mukarreb melek sana öyle bir ibadet etmemiş olsun. Bunun üzerine Allah Teala tarafından hitap geldi ki, senin ibadetine ihtiyacım yoktur."
Demek Allah kendisine kulluk etmeği ve ona tapmayı ancak kendi Peygamberine ve yeryüzündeki halifesine boyun eğmek ona itaat etmeğe bağlı kılmıştır. Bu yüzden Allah, başka türlü bir ibadeti, insan kendisini onun için çok fazla yorsa da kabul etmez.
Kısacası Ehl-i Beyt mektebine göre Peygamber (s.a.a)'ın ve onun Ehl-i Beyt'inin yaptıkları işlere tam bir teslimiyet göstermeyen ve o işlere itirazda bulunan ve kendinden aksı görüşler ortaya koyan kimseler gerçek manada Peygamber ve Ehl-i Beyt'ini tanımayan zayıf imanlı ve bazen imandan yoksun kimselerdir. Örneğin Peygamber'in Hudeybiye sulhunu yapması veya hac mut'asını teşri etmesi veya kendinden sonrası için bir vasiyet yazdırmak istemesi vb. olaylarda Peygamber'in görüşüne karşı görüşler ortaya koyanlar ve Peygamber'e itiraz edenler bu gruptan insanlar sayılırlar. Çünkü Peygamber'in Peygamberliği kesin delil ile örneğin mucize ile bize ispatlandıktan sonra böyle bir itiraz gerçekte Allah'a karşı itiraz sayılır ve cehaletin alametidir.
Ehl-i Beyt İmamlarının hayatında olan ve bizlerin basit bir düşünceyle onları yorumlamakta zorluk çektiğimiz gerçeklerin şu veya bu şekilde Peygamberlerin hayatında da olduğu kesindir; bizlere düşen bunların hikmetini anlamaya çalışmanın yanı sıra her halükarda onlara uymak ve ittiba etmekten başka bir şey değildir.
Buna bazı örenkler verelim:
1. Allah Teala, Hz. İbrahim'in ailesinden ve soyundan çok sayıda Peygamber göndermiştir. Hz. İbrahim ve iki oğlu İshak ve İsmail İsahak'ın oğlu Yakup Yakup'un oğlu Yusuf hepsi peygamberdirler. Hatta Kur'an'da ismi geçen diğer bir çok peygamber de aynı soydan ve ailedendir. Kur'an Kerim "Birbirinden gelen bir soydur" diye nitelendirmiştir. Aynı durum Peygamber'ın Ehl-i Beyti için de söz konusudur.
2. Hz İsa (a.s) çok fakirce bir hayat yaşadığı hatta barınacak bir evinin olmadığı ve kuru toprağın üzerinde yattığı ve insanları dünyaya karşı zahit olmaya davet ettiği bellidir; ama diğer yandan büyük bir Peygamber olan Hz Suleyman bir sultan olarak yaşamış ve bir Sultan layık olan tüm ihtişamı taşımıştır.
3. Hz Yusuf bir Peygamber olarak bir kafir olan Mısır'ın Padişah'ına vezir olmayı kabul etmiştir. Hatta böyle bir görev için kendini aday göstermiştir.
Kısacası biz bu benzeri konularda Peygamberler ve onların masum olan varislerinin tutumlarının hikmet ve felsefesini anlasak da anlamasak da onları kabul etmek tabi olmakla yükümlüyüz.
Peygamber (s.a.a):
"Hasan ve Hüseyin iki imamdır İster kıyam etsinler ve isterse kıyam etmeyip otursunlar" diye buyurmuştur.
keza
"Hasan ve Hüseyin cennet gençlerinin efendileridirler."
Bu vb. hadisler bize sahih olarak ulaştıktan ve özellikle onları masum imamlar olarak kabullendikten sonra onların davranışlarındaki hikmeti barış ve savaşlarının felsefesini anlasak da anlamasak da her halükarda onlara uymaya onarı imam kabul etmeye mükellefiz.
İşte Bu cevaba işaretle Muhammaed Hasan Necefi, Cevahir'ul-Kelam adlı eserinde şöyle diyor:
"Hz. Hüseyn'in kıyamına gelince bu kıyam ilahi sırlardan bir sırdan ve gizli ilimlerden bir ilimdir." Sonra birkaç fıkhı açıklamaya yer veriyor ve şöyle devam ediyor:
"Üstelik İmam'ın özel bir mükellefiyeti söz konusudur. O özel mükellefiyetini yerine getirmek için hareket etmiş ve o emri icabet etmiştir. İmam hatadan uzak olduğu için onun söz ve işlerinde itirazın anlamı yoktur. İşte bu yüzden de, delillerin zahirine uymak ve delilin umum ve genel kaideleri çerçevesinde hareket etmek ve bu delillerin birbirleriyle çeliştiği konularda zanni tercihlerle birini tercih etmekle yükümlü olan kimsenin mükellefiyeti ona mukayese edilemez."
B. Neden Hz. Hasan Barıştı ve Hz. Hüseyin Kıyam Etti?
Neden Hz. Hasan'ın barışıp ve Hz. Hüseyin'in barışmadığını anlamak için ilk önce bu iki hidayet imamının barış ve kıyamlarının iki dönemde gerçekleştiğine ve bu iki dönemin birbirinden tamamen farklı olduğuna dikkat etmek gerekir.
Muaviye'nin kendi döneminde İslam adına işlediği cinayetler ve İslamı yıkmak için yaptığı faaliyetler burada sıralayıp yazılmayacak derecede çoktur. Biz bunlardan bir kaçına işaret ediyoruz:
1.Müslümanların hak halifesi olan Hz. Ali'ye karşı başkaldırmak ve binlerce Müslüman'ın ölümüne sebep olmak,
2. Hz. Ali'ye karşı alenen minberlede lanet okutmak,
3. Hucr gibi büyük şahsiyetleri sırf Hz. Ali ile olan sevgileri için katletmek .
4. Dinde bir çok bidat çıkarmak,
5. Oğlu Yezidi kendisinden sonra halife ilan ederek ona biat almak, Ve bunun bir ilahi takdir olduğunu ilan etmek,
6. Hz. Muhammed (s.a.a)'ın isminin tamamen yok edilmesini kendisinin bir hedef olarak seçmek.
Ama tüm bunlara rağmen Muaviye gerçek yüzünü gizleyerek kendisini din taraftarı gösteriyor ve asla dine karşı olduğunu ortaya koymuyordu. Müslümanların çoğu ve özellikle Şam halkı da onun gerçekte Peygamber'in sahabisi ve bir yakını olarak destekliyordu.
İşte böyle bir dönemde birinin çıkıp da ben İslam'ı tatbik etmek istiyorum onun için kıyam ederek Muaviye'ye karşı gelecek olduğunu ilan edecek olsaydı ve sonra da onun bu kıyamı sonuçsuz kalsaydı bu kıyamın Müslümanların bilinçlenmesinde bir etkisi olmaz ve halk o kıyam edeni suçlar ve onun kendine makam elde etmek için başkaldırdığını ileri sürerlerdi ve onun kıyamı kendi canının ve dostlarının canını tehlikeye düşürmekten başka bir işe yaramazdı. Oysa böyle bir ortamda sağlığını koruyarak çeşitli vesilelerle Müslümanların bilinçlenmesi için çaba göstermesi mümkündür.
Ancak Yezid'in dönemi tamamen farklıydı Çünkü Yezid alenen İsalm hükümlerini çiğniyor, açıkça şarap içiyor; maymun oynatıyor ve o asla babası gibi kendisini imanlı biri göstermeye çalışmıyordu. Böyle birisinin Peygamber'in halifesi olamaya layık olmadığı en basit düşünceye sahip Müslümanlarca bile kolayca biliniyordu. Yani Yezid'in döneminde Müslümanların bilinç yetersizliği yoktu sadece dinlerini müdafaa için cesaret yetersizliği vardı; herkes can ve malları tehlikeye düşmesin diye susmuş ve bir şey söylemiyor ama Yezid'in mahiyetini iyice biliyordu.
Böyle bir durumda her şey bir ilahi kıyam için hazırdı Daha doğrusu İslam'ın eğrilikten tek kurtuluş yolu böyle bir hareketti. Bu kıyam sayesinde ümmette kaybolan hamaset ve şecaat ruhu yeniden dirilecek ve herkes içinde bulunduğu bana ne lazımcılıktan kurtulacaktı İşte böyle bir durumda Hz. Hüseyin diyor ki:
"Ey insanlar! Resulullah buyurmuştur ki, "Her kim Allah'ın haramını helal bilen, ahdini bozan, Resulünün sünnetine muhalif olan, kulları arasında günah ve haksızlık yapan zalim bir yönetici görür, ameli ve sözüyle ona karşı muhalefet etmezse Allah-u Teâla böyle bir adamı, o zalimi sokacağı yere (cehennem'e) sokar." Ey insanlar! bilin ki, bunlar (Yezid ve yardımcıları) Allah'ın itaatini terk edip Şeytan'ın itaatine sarıldılar. Fesadı yayıp ilahi sınırları tatil ettiler. Fey'î (ganimeti) kendilerine ayırdılar. Allah'ın haramını helal, helalını da haram ettiler (emr ve nehiylerini değiştirdiler.)
Yine Buyuruyor ki,
"Allah'ım! Sen de biliyorsun ki bizim kıyamımız, saltanat hevesiyle veya dünya malına düşkünlüğümüz dolayısıyla değildir. Amacımız, senin dininin işaretlerini diriltip egemen kılmak, sana ait olan şu yeryüzünü ıslah edip her yerde huzur ve güvenliği sağlamak, zulme uğrayan kullarını zalimlerin şerrinden kurtarmak ve senin farzlarını, sünnetlerini ve emirlerini uygulamaktır." (Tuhef'ul-Ukul, s. 243).
Yine buyuruyor ki
"Eğer Muhammed'in dini sadece benim şahadetimle ayakta kalacaksa ben ölüme hazırım."
Kısacası, Hz. Hasan ve Hüseyin değişik şartlarda ilahi görevleri gereği iki değişik yönteme başvurmuşlardır. Bu yöntemleri en ufak teferruatına kadar Peygamberlerin hareketinde olduğu gibi kendi şahsi görüşleri gereği değil doğrudan Allah'tan vehbi ilimleriyle ve Peygamber'den kendilerine ulaşan özel vasiyet çerçevesinde takip etmişlerdir.
Hatta Hz. Hasan'ın barışı Hz. Huseyin'in kıyamına zemin hazırlamıştır, Yani Hz. Hasan Hz. Hüseyin'in döneminde olsaydı aynen Hz. Hüseyin gibi kıyam ederdi; Hz. Hüseyin de Hz Hasan'ın döneminde olsaydı Hz. Hasan'ın tavrını izlerdi.

Ehli Beyt Öğretisi

Wednesday May 30th 2001 05:22:55 AM