mürsel: Ve
aleykumusselam muhterem Abdullah kardeşim!
Mütekabilen ben de size teşekkür ediyor dua ve temennilerinizin gerçekleşmesini
can u gönülden arzuluyorum. Rabbim hepimizi doğruların bulunduğu yere
hidayet buyursun ve kendi rızasını kazanmağa muvaffak kılsın.
Şimdi asıl konulara geçelim: Muhterem kardeşim siz "İnsanın
inanç esasatında yakin ehli ve tereddütsüz olması gerektiği
hususunda müttefikiz" dedikten sonra şöyle ekliyorsunuz:
"Madem öyle, EHLİ SÜNNET VEL CEMAAT MEZHEBİ hangi meselesinde
tereddütlüdür veya taraflıdır???"
Aziz kardeşim, bu hususta madem müttefikiz, o halde sizin bana sorduğunuz
sorunun aynısını ben size soruyorum: "Kur'ânî ve Nebevî
referanslara dayanarak Ehl-i Beyt'e sarılmayı, onların yolundan gitmeği,
İslam'ı, Kur'ân'ın sahih tefsirini, ve Resulullah'ın sünnetini öğrenmede
birinci derecede Ehl-i Beyt'i takip etmeği kendisine prensip haline
getiren Caferiler ve on iki imam Şiası hangi hususta tereddütlüdür
veya taraflıdır???"
Sonra bu sorunun muhatabı biz değil Ehl-i Sünnet'in kendileridir. Eğer
bunu sormaktan maksadınız "Madem Ehl-i Sünnet kendi inanç esasında
yakin sahibidirler, o halde siz de onların dediğini kabul etmek zorundasınız"
demek ise bizce bu hiç de tutarlı bir yaklaşım değildir. Onların
yakini kendilerini bağlar; başkaları da onların dediklerine ve
getirdikleri delillere mutmain olur ve yakine ulaşırsa, evet o zaman
kabul etmemenin bir anlamı yoktur; ama eğer onlar da o iddialara inanmaz
ve getirilen deliller onları mutmain kılmaz ve başka delillerle başka
türlü bir görüşü yakinen benimserlerse, kimse bunu yadırgamamalı
ve "Sen niye öyle inanıyorsun? İlla benim dediğim şekilde
inanmalısın" diyemez; onun tek yapacağı şey (becerebilirse) sağlam
ve mantıklı delillerle onu ikna etmeğe çalışmaktır. Gerisi onun
kendi vicdani ve akli sorunudur. Bu yüzden bizce sizin bu yaklaşımınız,
kendinizin de yadırgadığınız delilden çok duygusallığa yakın bir
yaklaşımdır. Kaldı ki bu tür bahislerde bizce inandırıcı
olabilmenin başlıca kuralı, her iki tarafın da kabul ettiği
prensiplerden hareket etmek ve daha çok karşı tarafın kendi kaynaklarından
veya en azından her iki tarafında müştereklerinden yararlanmaktır.
Yoksa bir taraf hep kendi kabullerinden hareket eder veya sadece kendi
kaynaklarından delil ve dayanak sıralamaya çalışırsa, ikna edici
olmaktan uzaklaşır. Sizin Mut'a konusunda yaptığınız gibi.) İşte böyle
bir ikna tarzı taraflı olmanın bir türlü tezahürüdür bizce.
Şunu da eklemem gerekir ki bizce bir tahkik ancak o zaman gerçekçi
olabilir ve insanı yakine götürebilir ki geniş çaplı ve muvafık,
muhalif bütün kaynaklar göz önünde bulundurularak yapılmış olsun.
Yoksa mesela bir Caferinin "Ben bütün Caferi kaynaklarını araştırdım
ve falan ihtilafi konuda yakine vardım" demesi ne kadar saçma ise
benzer bütün iddialarda da aynı şey söz konusudur. Şimdi siz kendi dışınızdaki
kaynakları ne kadar dikkate alıyorsunuz veya almıyorsunuz, onu ben
bilemem; ancak başka konularda da mut'a hakkında yaptığınız gibi yapıyorsanız,
o zaman böyle bir şeyin adına tahkik denir mi, denmez mi onu artık
sizin kendi takdirinize bırakıyorum.
Bize göre Caferî ulemasının bariz bir özelliği, Sünnî kardeşleriyle
farklı düşündükleri konuların hemen hepsinde, onların kendi
kaynaklarından bizzat delil göstermeleridir. (Onların bu konularda yazdıkları
eserlerle yakından âşina olanlar, bunu açık bir şekilde görebilirler.)
Sizin örnek olarak üzerinde durduğunuz mut'a konusunda da biz aynı
prensibi takip edeceğiz inşaallah.
Yine diyorsunuz ki, "Dört mezhep dinin esasatında hiçbir ihtilafı
olmadığı gibi (mut'a nikahı hususunun haramiyetinde hiçbir şek ve şüphe
barındırmazlar. vs. Dinin teferruat meselelerinde de ihtilaf etmeleri
hali ile kaçınılmazdır. .
Aziz kardeşim, evvela dinin esasatı ve teferruatı hususunun çerçevesini
çizmek gerekir. Ben sizin bu iki kavramdan neyi kastettiğinizi tam anlamış
değilim. Zira bir taraftan abdest hususundaki ihtilafları teferruata örnek
olarak verirken, diğer taraftan dinin esasatından bahsederken mut'ayı
örnek olarak veriyorsunuz. Şimdi eğer esasattan maksat inançla ilgili
hususlar ise fıkhî bir konu olan mut'ayı buna örnek vermeniz yanlış
olur. Zira bu tarife göre mut'a teferruattan sayılır.ve teferruatta
ihtilafın meydana gelmesi (sizin de teslim ettiğiniz gibi) doğal, hatta
kaçınılmazdır.
Saniyen, "Dört mezhebin dinin esasatında hiçbir ihtilafı
yoktur" sözünüzde de benim tereddütlerim vardır. Zira mesela
(siz nasıl değerlendirirseniz değerlendirin ama) Mu'tezile kendisini
Ehl-i Sünnet'ten görmekte ve fıkhen de dört mezhepten birini taklit
etmektedir. Örneğin, Meşhur "El-Keşşâf" tefsirinin sahibi
Zımahşeri ve diğer meşhur Mu'tezile âlimi İbn-i Eb-il Hadid'in Şafii
oldukları kaynaklarda kayıtlıdır. Oysa Mu'tezile ile Eş'arîler arasında
bir takım itikadî konularda farklı düşüncelerinin olduğunu
anlatmaya gerek yok. Yine Kur'ân'ın mahlukiyeti veya kadimi oluşuyla
ilgili tarihi ihtilaflar ve Müslümanlar arasında doğurduğu sancılar...
Veya mesela Ehl-i Sünnet'in bugün İmâm Maturudî'nin görüşlerini
benimsemeleri, onun bazı konularda İmâm Eş'ari'den farklı düşündüğünü
göstermiyor mu? Eğer hiçbir fark yoksa, Ehl-i Sünnet'in bugün
kendilerini Maturidî değil de Eş'arî olarak nitelendirmeleri
gerekirdi. Yine kendilerini Sünnî olarak gören Selefiler ve
Vehhabilerin şefâat, tevessül, ziyaret, adak vb. bir çok konuda diğer
Müslümanlarla farklı düşünüp onları şirke düşmekle itham
etmeleri vs...
Yine sizin "Sizlerin bazı hususlarda farklı düşündüğünüzden
kasıt nedir? Şayet bu hususlar teferruat ise bir sorun yoktur.
(Teferruat hususuna örnek olarak; abdest alırken başın mesh
edilmesinde. . Hanefi; başın dörtte biri, Mâliki, Hanbeli de; başın
tamamı. . , , Şafii'de ise; baştaki saçın bir teli mesh edilse
kafidir. v. s. . v. s. .) Amma velakin dinin emir ve yasakları hususunda
olursa ALLAH korusun doğruluktan ayrılma ve bir sapma olabilir ALLAH
seni ve hepimizi muhafaza etsin kardeşim. . ." şeklindeki beyanınıza
gelince...
Benim kardeşim, evvela önceden de belirttiğim gibi her şeyden önce
teferruat denilen şeyin çerçevesi iyi çizilmelidir. Saniyen bir şeyin
dinin kesin emir veya yasaklarından olduğu kendisine sabit olduktan
sonra, o kimsenin o emir ve yasaklara muhalefeti onun dalaletinin en bariz
delili olur. Ama eğer bir konuda İlâhî bir emrin olup olmadığı tartışılır
durumda olur ve bir kimseye böyle bir şey ikna edici delillerle sabit
olmazsa veya aksi onun için sabit olursa bunu doğruluktan bir sapma
olarak nasıl değerlendirebiliriz?
Şimdi ben aramızdaki bazı farklılıkların ana başlıklarını
veriyorum; artık siz bunları teferruat olarak mı görürsünüz, yoksa
başka türlü mü değerlendirirsiniz, o sizin bileceğiniz iştir.
1)- Biz Allah-u Teâlâ'nın sıfatını zâti olarak görüyoruz, ama Ehl-i
Sünnet öyle düşünmüyor.
2)- Biz de kaza ve kader olayına inanmakla birlikte onu biraz farklı
olarak yorumluyoruz.
3)- Biz ne cebre ne de tefvize, bu ikisin ortasında bir şeye inanıyoruz
ve bu konudaki görüşlerimiz hem Mu'tezile hem de Eş'arî ekolüyle bazı
farklılıklar arzediyor.
4)- Biz eşyadaki hüsün (iyilik-güzellik) veya kubühün (kötülüğün)
zati olduğuna inanıyoruz ve bu konuda özellikle Eş'arî ekolüyle
farklı düşünüyoruz.
5- Bizim Ehl-i Sünnetle Peygamberlerin masumiyeti hususunda müşterek
yanlarımız olduğu gibi bazı hususlarda, muşahhas olarak masumiyetin sınırı
konusunda farklı düşüncelerimiz de var.
6- Ve Sünni kardeşlerimizle en çok farklı yönümüz de İmamet
konusundadır. Mesela biz imamın nasla tayin edilmesi gerektiği ve bunun
amelde de böyle olduğuna inanırken, onlar bunun ümmete bırakıldığını,
imamın seçim ve şura yoluyla belirlenmesi gerektiğini düşünüyorlar.
Yine imamın özellikleri ve görevleri hususunda bazı farklı yönlerimiz
var.
7- Yine "sahabe" kavramına getirilen yorumda, aynı şekilde
sahabenin adaleti hususunda farklı yönlerimiz var. Ehl-i Sünnet
istisnasız bütün sahabenin adaletine inanırken, biz bu mutlakıyeti
kabul etmiyor ve onların da içerisinde hata ve yanlış yapan, hatta bir
takın günahlara müptela olanların da bulunduğunu ve her birisinin
sadece sahabi olduğu için değil, yaptıklarına bakılarak değerlendirilmesi
gerektiğini düşünüyoruz; ama Sünni kardeşlerimiz bütün bunları
birer içtihad hatası olarak görüp hiç birisinin onların adaletine
halel getirmeyeceğini düşünüyor.
8- Yine Resulullah'ın (s.a.a) Ehl-i Beyt'inin İslam'daki yeri ve Müslümanların
fikri, siyasi sahalarında sahip olduğu veya olması gerektiği rol
hususunda da farklı düşüncelerimiz mevcuttur.
9- Bir önemli fark da ictihad kaynakları hususundadır; şöyle ki
Caferi fıkhında Ehl-i Beyt'ten gelen talimat üzerine "kıyas",
"istihsan" ve "mesalih-i mürsele" gibi yollar ictihad
kaynağı olarak kabul edilmemektedir. Oysa Ehl-i Sünnet'te, özellikle
Hanefi mezhebinde bunlar sık sık baş vurulan metotlardır.
Elbette tam anlamıyla mutabık kaldığımız şeyler, farklı yönlerimizden
bir hayli fazladır elhamdulillah. Özellikle itikadi konuların temel
unsurlarında, yine ibadi konuların aslı ve ana maddelerinde vs...
Burada "mut'a konusuna geçmeden önce yazınızın sonlarına doğru
değindiğiniz birkaç hususun da üzerinde durmayı uygun görüyorum.
Diyorsunuz ki, "Canım kardeşim unutma, İ'la-ı kelimetullah davasında
cihanı, İslam'la ışıklandıran ve ÜMMET-İ MUHAMMEDİ Vahdet ve İttihat
ve İttifak ve İncizab ile mezceden, (nasıl te'vil edersen et), kendini
hakim-ul Haremeyn değil de hadim-ul Haremeyn gören bir DEVLET-İ AL-İ
OSMANÎ vardı. "Sevad-ı a’zama tabii olunmalı, sevad-ı azama
tabii olan lakayd Emevilik sonunda ehli sünnet vel-cemaata dayandı.
Sevad-ı a'zama tabii olmayan başlangıçtaki salabetli alevilik sonunda
rafiziliğe dayandı."
Benim değerli kardeşim, evvela sizin Osmanlı devletini övmenize pek şaşırdım
doğrusu. Sebebine gelince, zannedersem siz bu devleti bir hilafet
devleti, bir İslam hükümeti olarak görüyorsunuz? Çünkü bir Müslüman'ın
şerî bir devlet olduğuna inanmadığı bir hakimiyeti övmesinin bir
anlamı olmasa gerek. Şimdi ben böyle düşündüğünüzü farz ederek
(bu imparatorluğun icraatına girmeden) sadece meselenin aslıyla ilgili
endişelerimi dile getirmek istiyorum. Aziz kardeşim siz de biliyorsunuz
ki Osmanlı devleti bir saltanattan ibaretti. Bunun en açık delili ise
bu hakimiyetin belli bir hanedan içerisinde elden ele dolaşmasıdır. Şimdi
siz bunu İslam'ın neresine koyuyorsunuz, onu merak ediyorum? Hilafet ve
imamet konusunda Ehl-i Sünnet'in en önemli prensibi bu işin Şura ve
icma-i ümmet ile gerçekleşmesi hususu değil mi? Peki Osmanlı
devletinin hangi padişahı Şura ve ümmetin icmaı ile iş başına
gelmiştir? Benim bildiğim kadarıyla hiç birisi. O halde şer'î meşruiyeti
bile (en azından tartışılır) bir hakimiyet nasıl tasvip görebiliyor
sizin tarafınızdan? Sonra onların kendisini hadim-ül Harameyn olarak
vasıflandırmaları neyi ifade eder? Bugün, Suudî kıralı Fahd da
kendisine hadim-ul Haremeyn lakabını vermiş durumda. Peki siz Fahd'ın
hakimiyet ve saltanatını tasvip ediyor musunuz?
Sevad-ı a'zama (büyük çoğunluğa) tabii olunması gerektiği hususuna
gelince...Aziz kardeşim siz bunu neye dayanarak söylüyorsunuz? Burada
yine başa dönüp sorma mecburiyetinde kalacağım. Eğer bir çoğunluk
gerçekten hakkı temsil ediyorsa buna zaten bir itirazımız yoktur;
olamaz da. Çoğunluğun (sırf çoğunluk olduğu için) her zaman hakkı
göstermediğinde de yine mutabık kalmıştık. O zaman sevadı a'zama
tabii olunması gerektiğini neye dayanarak söyleyebiliyorsunuz? Faraza
birileri çoğunluğun yanlış istikamette olduğu kanaatinde olurlarsa,
yine de onlara "sevad-ı a'zama tabi olma mecburiyetindesiniz"
diye ısrarlı olabilir misiniz?
Şimdi siz burada cemaatten ayrı düşülmemesi gerektiğini vurgulayan
bazı rivayetleri delil olarak verebilirsiniz. Ancak ben şimdiden onların
cevabını hem de Ehl-i Sünnetin kendi kaynaklarına istinaden veriyorum.
Bakın aziz kardeşim, o rivayetleri Resulullah'ın ilim şehrinin kapısı
Hz. Ali (a.s) nasıl tefsir etmiştir? Bir Sünnî kaynağı olan Kenz-ül
Ummal'da (C.1, S.378, Hadis: 1644) şöyle nakledilmektedir: "İbn-ül
Kevvâ Hz. Ali'ye "Sünnet", "Bid'at",
"Cemaat" ve "Firkat"ın açıklamasını sorunca şu
cevabı verdi: "Ey İbn-ül Kevvâ, soruyu hıfzettin, o halde cevabı
da anla; Allah'a andolsun ki Sünnet Muhammed'in sünnetidir. Bid'at ise
ondan ayrılanlardır. Cemâat (birleşme) hak ehliyle birleşmektir, azınlıkta
olsalar bile; firkat (ayrılmak) ise, bâtıl ehlinden ayrılmaktır, çoğunlukta
olsalar bile."
Buna te'yid olarak Resulullah'ın aziz torunu Ehl-i Beyt imamlarının altıncısı
İmâm Cafer-i Sâdık'ın babaları kanalıyla Resulullah'tan naklettiği
bir hadisi ekliyorum; şöyle rivayet ediyor: "Resulullah'a ümmetinin
cemaati hakkında soru sorulduğunda şöyle buyurdu: "Benim ümmetimin
cemâati hak ehli olanlardır; hatta azınlıkta olsalar bile." (Maân-il
Ahbâr, S.154, Hadis: 1)
Bilahere "Sevad- a'zama tabi olan lakayd Emevilik, sonunda Ehl-i Sünnet
Vel-Cemaat'e dayandı" tespitiniz daha çok şaşırttı beni. Aziz
kardeşim eğer bundan maksadınız "Ömer b. Abdülaziz'in iki yıllık
hilafeti ise, evvela Osmanlı hakkında söylediğim burası için de geçerlidir.
Yani bu Emevi silsilesinin (Ömer b. Abdulaziz'in'ki de dahil) hiç
birisinde halife seçimi Ehl-i sünnet'in bizzat savunduğu prensiplere
bile uymamaktadır. Saniyen farzen ki Abdulaziz'i bundan istisna ettik,
peki ondan önce onca uzun zaman süren bir saltanatın İslam dışı ve
zâlimâne icraatını (sevad-ı a'zamı oluşturmalarına rağmen) nereye
koyacaksınız?! Eğer sevad-ı a'zama uymak yanlışta olanları bilahere
sünnete dayandırıyorsa, onların da sonunda Sünnete dayanmaları
gerekirdi! Ya onlardan sonra iş başına gelip de birkaç asır Müslümanların
baş belası olan ve Resul evladına yapmadıkları zulüm ve haksızlığı
bırakmayan (ve yine zâhirde sevad-ı a'zamı temsil eden) Abbasi hanedanının
saltanatına ne diyeceksiniz? Onlar da sonunda Ehl-i Sünnet vel-Cemaat'e
dayandılar mı acaba?
Bu konuda bir hususu da hatırlatıp bu bölüme son vermek istiyorum.
Aziz kardeşim, eğer sevad-ı a'zama tabi olma zaruretinden maksadınız,
fikri açıdan onların her söylediğini kabul etmek gerektiği ise cevabını
yukarıda arz ettim. Ancak bundan maksadınız, her ne olurlarsa olsunlar
ve hangi fikri akıma mensup olurlarsa olsunlar, bütün Müslüman
grupların ve Ehl-i Kıble'nin, İslam'ın genel maslahat ve menfaatleri
doğrultusunda ve İslam düşmanlarına karşı daima yek vücut olmaları
ve aynı safta yer almaları, bazı farklı yanlarının varlığını
niza ve kavga vesilesi yapmamaları ve birbirlerine karşı kardeşçe tavırlar
sergilemeleri gerektiği ise, bu düşüncenize can u gönülden katılıyor
ve imanî bir görev olarak addediyorum.
Söz uzadı diye şimdilik bu kadarıyla yetinip mut'a konusundaki açıklamalarınızın
cevabını bir dahaki sefere bırakıyorum.
Aziz kardeşim, bu hayırlı fikir mübadele ve mütalaasının devamında
müsaadenizle merak ettiğim bazı konularda birkaç soru da ben sormak
istiyorum ki, ben mut'a konusunu hazırlayana kadar siz de onların cevabını
hazırlamış olursunuz ve vakitten de tasarrufumuz olur. Sorularım şunlardır:
1-Siz Sekaleyn hadisi, yani Allah Resulü'nün (s.a.a) ""Ben
sizin aranızda iki değerli emanet bırakıyorum; birisi Allah'ın kitabı
(Kur'ân), diğeri itretimden olan Ehl-i Beyt'im; bu ikisine sarıldığınız
müddetçe asla delalete düşmezsiniz. Onlar (Kevser) havuzu başında
bana varıncaya kadar birbirinden ayrılmazlar. Bakın, benden sonra
onlara nasıl davranacaksınız" buyruğu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Yani onu nasıl tefsir ediyorsunuz? Özellikle orijinalinde "temessük"
diye geçen "Bu ikisine sarıldığınız müddetçe asla dalalete düşmezsiniz..."
cümlesinden ne anlıyorsunuz? Ve Ehl-i Sünnet'in Ehl-i Beyt'e nasıl
temessük ettiğine örnekler verebilir misiniz?
2- Ehl-i Sünnet'in yaygın görüşü olan dört mezhebin hak mezhep ve
diğerlerinin bid'at ehl-i olduğu görüşüne katılıyor musunuz? Eğer
cevabınız müsbet ise bunun ve mezheplerin dörtte sınırlandırılmasının
şer'î dayanağı nedir? Örneğin İmam A'zam ve İmam Malik'in hocası
olan Peygamber torunu ve Ehl-i Beyt imamı, İmam Caferi Sâdık'ın
mezhebi hangi gerekçelere dayanarak bid'at mezhepleri arasında görülüyor?
Bugün neden hiçbir ilmihal kitabında İmam Cafer-i Sadık'ın veya diğer
Ehl-i Beyt imamlarının görüşlerinden hiçbir eser bulamıyorsunuz?
Bizi doyurucu delillerle aydınlatırsanız minnettar kalacağız inşaallah.
Rabbim cümlemize hakkı ve batılı olduğu gibi göstersin. Amin!
|