İKİNCİ BÖLÜM
ON DÖRT MASUM (A.S)’IN
ASRINDA YAŞAYANLAR (NÜKTELER VE SÖZLER)

72- CUVEYBER’İN ZÜLFA İLE EVLENME MACERASI                                                             eKitap: www.islamkutuphanesi.com
a-Cuveyber Görücülüğe Gidiyor         b- Cuveyber Gerdekte
73- O BENİM DE ANNEMDİ
74- ŞİÎ ALİMİN SÜNNİ ALİMLE TARTIŞMASI
75- SELMAN-İ FARSÎ VE BAYGIN GENÇ
76- KENDİNE KÖTÜLÜK YAPMA!
77- DEĞERSİZ SAVAŞ
78- HZ. ALİ (A.S)’IN SEVGİSİ UĞRUNDA EL, AYAK VE DİLİN KESİLMESİ
79- MELEKLERİN GUSÜL VERDİĞİ HANZELE
80- İSLAM DÖNEMİNDE MIZRAĞA VURULAN İLK BAŞ
81- DELİ BİLGİN!
82- AYAKKABISININ BİRİ ELİNDE DİĞERİ İSE AYAĞINDA

83- SEKİZ İMAMIN HUZURUNA VARAN KADIN
84- HAZIR CEVAP
85- YİĞİT ANNEDEN YİĞİT OĞUL

86- AFERİN BÖYLE YİĞİT İNSANLARA
87- PEYGAMBER (S.A.A)’İN HANIMINA İFTİRA


 


 

 

72- CUVEYBER’İN ZÜLFA İLE EVLENME MACERASI

 

Cuveyber, Yemame halkından idi. Peygamber (s.a.a)’in davetini duyunca Medine’ye gelerek Müslüman oldu. Çok geçmeksizin Resulullah (s.a.a)’in iyi ashabından biri oldu ve O Hazretin sevgisini kazandı. Parası, evi ve tanışı olmadığından Peygamber-i Ekrem (s.a.a) camide kalmasını emretti. Yavaş yavaş fakirlerden bir grup Müslüman oldular, onlar da Cuveyber’le birlikte camide kalıyorlardı. Git gide cami doldu. Herkes yer dar olduğundan sıkıntı içerisinde kaldı. Daha sonra Allah tarafından kimsenin camide yatmaya hakkı olmadığı ilan edildi.

Peygamber (s.a.a), caminin dışında, evi olmayan garip ve sığınaksız Müslümanlar için bir gölgelik yapılmasını emretti. O yere “Soffe”, orada sakin olanlara da “Soffe ehli” diyorlardı. Resulullah (s.a.a) sürekli onların halini sorur ve sorunlarını gidermeye çalışıyordu.

Bir gün Resulullah (s.a.a) onların durumunu araştırmak için Soffe’ye gitti. Zenci, fakir, kısa boylu ve çirkin simalı olan Cuveyber’e sevgi ve şefkatle bakarak şöyle buyurdu:

“Cuveyber! Evlenirsen ne de iyi olur! Zira hem kadına olan ihtiyacın giderilir ve hem de dünya ve ahiret işlerinde sana yardımcı olur.”

Cuveyber Resulullah (s.a.a)’in cevabında şöyle dedi: “Ya Resulellah! Annem ve babam sana feda olsun! Kim benimle evlenmek ister! Ne ünlü bir soy sopa sahibim ve ne de mal ve güzelliğim vardır. Hangi kadın benimle evlenmeye hazır olur?!”

Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: “Cuveyber! Allah Teala İslam’ın bereketiyle değer ölçülerini değişti. Cahiliyet döneminde üstte olanları aşağı indirdi, değersiz, hor ve hakir olanları da değerli ve aziz kıldı. Allah Teala İslam vesilesiyle kabile, hasep ve nesep üstünlüklerini ve iftiharlarını tamimiyle ortadan kaldırdı. Şimdi herkes, ister zenci olsun ister beyaz, ister Kureyşi olsun ister gayri Kureyşi  eşittir. Herkes Adem’in oğludur, Adem de topraktan yaratılmıştır ve hiç kimsenin takva dışında diğerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük sadece takvayladır. Kıyamet günü Allah katında en değerli insan, en çok takvalı olan kimsedir. Ben bugün, takvası ve Allah’a olan itaati daha fazla olan bir kimseyi sadece senden üstün biliyorum.”

Sonra şöyle buyurdular: “Cuveyber! Şimdi hemen Beni Biyaze kabilesinin reisi olan Ziyad b. Lebid’in evine git ve benden taraf onlara de ki: “Ben Allah Resulünün elçisiyim. Allah Resulü, kızınız Zülfa’yı bana eş yapınızı emretti.”

 

Cuveyber Görücülüğe Gidiyor

Cuveyber yerinden kalkarak Ziyad b. Lebid’in evine doğru hareket etti. Cuveyber Ziyad’ın evine vardığında, Lebid kabilesinin fertlerinden bir grup kimse de orada toplanmışlardı. Cuveyber içeriye girdiğinde herkese selam verdi ve bir köşede başını aşağı eğip oturdu. Sonra başını kaldırarak Ziyad’a hitaben şöyle dedi:

“Ben Peygamber (s.a.a) tarafından bir konu için size mesajım vardır; gizli mi söyleyeyim, yoksa aşikar mı?”

Ziyad: “Neden gizli söyleyesin, aşikar söyle. Ben Resulullah (s.a.a)’in mesajını kendim için bir iftihar biliyorum.”

Cuveyber: “Peygamber (s.a.a), kızın Zülfa’yı benimle evlendirmen için mesaj gönderdi!”

Ziyad, bu sözü duyunca şaşırıp kaldı ve taaccüple: “Peygamber (s.a.a) seni, sadece bu mesajı iletmen için mi gönderdi?” dedi.

Cuveyber cevaben: “Evet! Ben Peygamber (s.a.a)’e yalan isnat etmem” dedi.

Ziyad: “Biz kesinlikle, bizim ayarımızda olan Ensar gençleri dışında kızlarımızı kimseyle evlendirmeyiz. Sen git, benim kendim gelip bu teklifi kabul etmeme hakkında mazeretimizi O Hazrete arz edeceğim.”

Cuveyber şöyle mırıldandığı halde evden dışarı çıktı: “Allah’a andolsun ki, Ziyad’ın bu sözü, Kur’an’ın ve Peygamberin emriyle uyuşmuyor.”

Zülfa, perde arkasından, Cuveyber’le babasının sözlerini duyduğundan koşarak babasını içeri çağırdı ve şöyle dedi: “Babacığım! Neden Cuveyber’e karşı böyle konuştun; neden onu bu şekilde reddettin?”

Ziyad: “Bu genç zenci, senin görücülüğüne gelmişti ve şöyle diyordu: Kızın Zülfa’yı benimle evlendirmen için Peygamber beni göndermiştir!”

Zülfa: Allah’a andolsun ki, Cuveyber yalan söylememiştir! Onu reddetmen Peygamber (s.a.a)’in emrine itinasızlıktır. Peygamber’in huzuruna varmadan, hemen bir kimseyi onu geri çevirmesi için gönder ve bizzat kendin Resulullah’ın yanına git, meselenin neden ibaret olduğunu O Hazretin kendisinden sor.

Ziyad hemen bir adam göndererek Cuveyber’i geri çevirdi ve ona muhabbet ederek şöyle dedi: “Cuveyber! Ben dönene kadar sen burada otur.”

Daha sonra kendisi Resulullah (s.a.a)’in huzuruna vararak şöyle dedi: “Ya Resulellah! Annem ve babam sana feda olsun! Cuveyber sizden taraf bir mesaj getirmişti, ama ben ona hoşnut edici bir cevap vermedim. Şimdi senin huzuruna gelerek arz etmek istiyorum ki, biz Ensar kabilesinin adet ve geleneği şudur ki; bizler kızlarımızı şanımızda (dengimizde) olmayan kimselere vermeyiz.”

Peygamber (s.a.a) onun bu sözüne karşılık şöyle buyurdu: “Ey Ziyad! Cuveyber mümin birisidir; mümin erkek de mümin kadının dengidir; kızını ona ver ve onu reddetme!”

Ziyad, Peygamber (s.a.a)’in bu sözlerini dinledikten sonra evine döndü ve O Hazretten duyduğu sözleri kızı Zülfa’ya anlattı. Kızı şöyle dedi:

“Babacığım! Peygamber (s.a.a)’in emri yerine getirilmelidir, kabul etmezsen kafir olursun!”

Ziyad, iç odadan dışarı çıkıp Cuveyber’in elinden tutarak onu kendi kabilesi arasına götürdü ve kızı Zülfa’nın nikahını ona kıydı, mihriyesini de kendi malından tayin etti, iyi bir çeyiz de gelin için hazırladı. Kızı damadın evine gitmeye hazırladıktan sonra Cuveyber’e: “Gelini götürecek evin var mı?” diye sordu.

Cuveyber: “Hayır, evim yoktur” dedi.

Ziyad, gerekli eşyalarla birlikte uygun bir ev Cuveyber için temin etti, damatlık elbisesini Cuveyber’e giyindirdi, gelini de süsleyerek kocasının evine gönderdiler.

İşte böylece, Beni Biyaze kabilesinin en seçkin ve en büyük fertlerinden birisinin Zülfa ismindeki güzel bir kızı, parasız, düşkün ama iman süsüyle süslenmiş zenci birisinin eşi oldu.

 

Cuveyber Gerdekte

Cuveyber gerdeğe girdi, gözü gelinin güzel yüzüne takılınca ve kendisini hayat eşyalarıyla donanmış bir evde görünce, odanın bir köşesine çekilerek sabaha kadar Kur’an okuyup ibadet etti.

Sabah ezanı duyulunca, namaz kılması için kalkıp camiye doğru hareket etti. Hanımı Zülfa da abdest alıp namazla meşgul oldu. Gündüz olunca, geçen geceyle ilgili Zülfa’dan sorular sordular. Zülfa şöyle dedi:

Cuveyber geceyi sabaha kadar Kur’an okumak ve ibadetle geçirdi. Sabah ezanını duyunca da camide namaz kılmak için evden dışarı çıktı.

İkinci gece ve üçüncü gece de böylece geçti. Olayı Ziyad b. Lebid’den sakladılar. Ama üçüncü gece de böyle geçince Ziyad da olaydan haberdar oldu.

Ziyad Resulullah (s.a.a)’in huzuruna vararak şöyle dedi: “Ya Resulellah! Kızımı Cuveyber’le evlendirmemi emrettiniz. Bizim şanımızda olmamasına rağmen emrinize itaat ederek kızımı ona nikahladım.”

Peygamber (s.a.a): “Bir şey mi olmuş? Bir olayla mı karşılaşmışsınız?!” diye sordu.

Ziyad: “Biz onun için, bütün ev eşyasıyla birlikte bir ev temin ettik, kızımızı onun evine gönderdik, ama Cuveyber, ona karşı soğuk davrandı” dedi.

Daha sonra, geçen gecelerin olayını da Peygamber (s.a.a)’e anlattı. Sonunda da: “Görüş, yine sizin görüşünüzdür” dedi.

Peygamber (s.a.a) Cuveyber’i huzuruna çağırtarak: “Senin kadına isteğin yok mudur?” diye sordu.

Cuveyber: Ya Resulellah! Ben erkek değil miyim? Benim kadına olan isteğim herkesten daha fazladır” dedi.

Peygamber (s.a.a): “Ben senin sözünün aksini duydum. Diyorlar ki; ev eşyasıyla donanmış bir ev senin için hazırlamışlar ve o evde güzel yüzlü ve süslü bir kızı senin ihtiyarına bırakmışlar ama sen şimdiye kadar onunla sohbet bile etmemişsin, onun yakınına bile gitmemişsin, bu itinasızlığının sebebi nedir?”

Cuveyber cevaben şöyle dedi: “Ya Resulellah! O geniş eve girdiğimde ve yaşam eşyalarının hepsini o evde gördüğümde, geçen günlerimi ve eski halimi hatırladım. Bu yüzden her şeyden önce bu nimetin şükrünü yerine getirmek istedim, geceleri sabaha kadar Kur’an okumak ve ibadetle meşgul oldum, günleri oruç tuttum, yine de Allah'ın bana bağışladığı bunca nimetleri karşısında, bir şey yapmadığımı sanıyorum. Ama bu geceden itibaren, normal hayata başlayacağım ve eşimle akrabalarının rızayetlerini elde etmeye çalışacağım, inşaallah artık bundan sonra benden şikayet etmezler.”

Resulullah (s.a.a), Ziyad’ı yanına çağırarak durumun neden ibaret olduğunu ona bildirdi.

Cuveyber ve Zülfa dördüncü gece muratlarına ermiş oldular ve bir müddet böylece güzellik ve hoşnutlukla geçindiler. Nihayet bir savaş vuku buldu. Cuveyber sabit bir azimle o savaşa katılarak şahadet şerbetini içti.

Cuveyber’in şahadetinden sonra Zülfa’yla evlenmek isteyenler oldukça çoktu. Hatta Medine’de hiçbir kadının Zülfa kadar görücüsü yoktu.[1]

 

73- O BENİM DE ANNEMDİ

Emir’ul-Müminin Ali (a.s)’ın annesi Esed kızı Fatıma dünyadan göçtüğünde, Hz. Ali (a.s) ağlar bir halde Peygamber (s.a.a)’in huzuruna geldi.

Peygamber (s.a.a): “Ya Ali! Ne oldu? Neden ağlıyorsun?” diye sordu.

Hz. Ali (a.s): “Annem dünyadan göçtü!”

Peygamber (s.a.a): “O benim de annemdi” buyurdu ve ağladı.

Daha sonra gömleğiyle cübbesini Hz. Ali (a.s)’a verip şöyle buyurdu: “Bunlarla onu kefenleyin. Kefenleme işi bittiğinde bana haber verin.”

Ona gusül verip kefenledikten sonra defnetmek için çıkardıklarında Peygamber (s.a.a) ona namaz kıldı; öyle ki ondan önce hiç kimseye bu şekilde namaz kılmamıştı. Onun cenaze namazında 70 tekbir söyledi. Daha sonra kabre girerek mübarek elleriyle kabrin lahdını düzeltti ve kabrin içerisinde biraz uzandı. Sonra kalkarak cenazeyi kabre bıraktı ve Hz. Ali’nin annesi Fatıma’ya hitaben: “Ya Fatıma!” diye seslendi.

Fatıma: Lebbeyk (emrinde hazırım) ya Resulellah!” diye cevap verdi.

Resulullah (s.a.a): Rabbinin vâdettiğini hak olarak buldun mu?”

Fatıma: “Evet! Allah Teala sana en iyi mükafat versin.”

Resulullah (s.a.a) telkin verdikten sonra kabirden dışarı çıktı. Sonra kabre toprak döktüler. Halk dönmek istediklerinde Resulullah (s.a.a)’in: “Oğlun! Oğlun!” diye buyurduğunu duydular.

Defin merasimi sona erdikten sonra halk: “Ya Resulellah! Onun hakkında öyle işler yaptın ki, ondan önce hiç kimse hakkında böyle işler yapmamıştın! Elbiseni ona kefen yaptın, yalın ayakla ağır ağır onu teşyi ettin, namazda ona yetmiş tekbir söyledin, onun kabrinde yattın, lâhdi ellerinle düzelttin, “Oğlun! Oğlun!” diye seslendin!”

Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdular: “Bunların hepsinin bir hikmeti vardır. Elbisemi ona kefen yapmama gelince; Bir gün kıyamet hakkında konuşurken şöyle dedim: “Halk o gün çıplak olarak haşr olacaklardır!” Fatıma bu sözü duyunca çok rahatsız olduğundan: “Vay halimize!” diyerek bağırdı. Bu yüzden ben elbisemi ona kefen yaptım ve Allah’tan onun kefeninin çürümemesini ve o kefenle haşr olmasını istedim. Yalın ayakla, ağır ağır onu teşyi etmeme gelince; meleklerin, Fatıma’nın teşyii için izdihamlı bir şekilde gelmelerinden dolayı idi. Cenaze namazında ona yetmiş tekbir söylememin sebebi de; meleklerin, Fatıma’nın namazında yetmiş safta durmalarından dolayı idi. Kabrinde yatmamın sebebi ise şunun içindi: Bir gün ona: “Halk ölüyü kabre koyup dağıldıklarında kabir onu sıkar, iki melek (nekir ve münkir) ondan bir takım sorular sorarlar” dediğimde Fatıma korkarak: Ey vay! Böyle bir günden Allah’a sığınırım!” dedi. Ben kabrinde yatarak kabir sıkıştırmasının ondan kalkmasını istedim. “Oğlun! Oğlun” sözüme gelince; O iki melek kabre girdiklerinde Fatıma’ya: “Rabbin kimdir?” diye sordular. Fatıma: “Rabbim Allah’tır” dedi. Melekler: “Peygamberin kimdir?” sorduklarında, Fatıma: “Muhammed (s.a.a) benim peygamberimdir” diye cevap verdi. Melekler: “İmamın kimdir?” diye sorduklarında, Fatıma: “Oğlum Ali’dir” demekten utandı. Bu yüzden ben: “Oğlun! Oğlun! Ali b. Ebi Talip’tir” dedim. Allah Teala da ondan bunu kabul etti.”[2]

 

74- ŞİÎ ALİMİN SÜNNİ ALİMLE

TARTIŞMASI

İmam Sadık (a.s)’ın öğrencilerinden bir grup İmam (a.s)’ın huzurunda idi. Hişam da onların içerisinde idi İmam (a.s) Hişam’a dönerek şöyle buyurdu: “Seninle Amr b. Ubeyd[3] arasında bir münazara olmuş, onu bizim için beyan et.”

Hişam: Fedan olayım! Ben sizin huzurunuzda konuşmaktan sıkılıyorum. Zira sizin yanınızda konuşurken dilim tutuluyor.

İmam: “Ben emrettiğimde siz itaat ediniz.”

Hişam: Bana haber verdiler ki Amr b. Ubeyd, gündüzleri Basra camisinde öğrencileri ile oturuyor, imamet ve yöneticilik hakkında konuşuyor ve Şia inancının imamet meselesi hakkında sağlam bir delile dayanmadığını vurguluyor. Bunu duyunca çok rahatsız oldum. İşte bundan dolayı Kufe’den hareket edip Cuma günü Basra’ya ulaştım ve Amr b. Ubeyd’in bulunduğu mescide gittim. Amr mescitte oturup bir grup halk da çevresini sarmıştı ve çeşitli konular hakkında ondan sorular soruyorlardı. Ben de halkın arkasında oturdum. Biraz geçtikten sonra Amr’e hitaben şöyle dedim:

Ey alim! “Ben garip bir kimseyim, sizden soru sormak istiyorum, müsaade eder misiniz?”

Amr: “Evet istediğin soruyu sora bilirsin” dedi.

Dedim ki: “Acaba senin gözün var mı?”

Dedi ki: “Bu nasıl bir sorudur? Gözümün olduğunu görmüyor musun? Artık bunu sormaya ne gerek vardır?”

Dedim ki: “Benim sorularım böyledir.”

Dedi ki: “Gerçi senin soruların faydasız ve saçma sorulardır ama gönlün ne istiyorsa sor.”

Dedim ki: “Acaba gözünüz var mı?”

Dedi ki: “Evet!”

Dedim ki: “Gözünüzle ne yapıyorsunuz?”

Dedi ki: “Görülecek şeyleri onunla görüyorum, renkleri ve onların çeşitlerini bu vesileyle ayırt ediyorum.”

Dedim ki: “Burnunuz var mı?”

Dedi ki: “Evet!”

Dedim ki: “Onunla ne yapıyorsun?”

Dedi ki: “Onunla koklanacak şeyleri kokluyorum, böylece iyi ve kötü şeyleri birbirinden ayırt ediyorum.”

Dedim ki: “Dilin var mı?”

Dedi ki: “Evet!”

Dedim ki: “Onunla ne yapıyorsun?”

Dedi ki: “Onunla konuşuyorum ve yemeklerin tadını tadıyorum.”

Dedim ki: “Kulağın var mı?”

Dedi ki: “Evet!”

Dedim ki: “Onunla ne yapıyorsun?”

Dedi ki: “Onunla sesleri işitiyorum, bu vesileyle onları birbirinden ayırt edebiliyorum.”

Dedim ki: “Kalbin var mı?”

Dedi ki: “Evet!”

Dedim ki: “Onunla ne gibi yararlar elde ediyorsun?”

Dedi ki: “Eğer benim diğer organlarım hata ve yanlışlığa duçar ulursa, kalp o yanlışlık ve hataları giderir.”

Dedim ki: “Acaba organların kalpten ihtiyaçsız değiller mi?”

Dedi ki: “Hayır, kesinlikle.”

Dedim ki: “Eğer bedeninin diğer organları sağlam olursa, o zaman kalbe ne ihtiyaçları olur?”

Dedi ki: “Bedenin organları, duydukları, gördükleri, kokladıkları ve tattıkları şeylerde şek ve şüpheye kapılırlarsa, şek ve şüpheleri giderilip de yakine varmaları için hemen kalbe başvuruyorlar.”

Dedim ki: “O halde Allah Teala, şek ve şüpheleri gidermek için (insanın vücudunda) bir kalp bırakmıştır.”

Dedi ki: “Evet!”

Dedim ki: “Ey bilgin adam! Eğer Allah Teala, senin bu küçük bedeninin işlerini düzenlemek, doğruyu batıldan ayırt etmek, şek ve şüpheyi gidermek için onda kalp isminde bir yönetici karar kılıyorsa, o zaman nasıl olur da Peygamber (s.a.a)’den sonra bütün kullarını yöneticisiz bırakıverir? Nasıl olur da çeşitli konularda kendisine müracaat etmeleri ve neticede sapıklığa duçar olmamaları için onlara bir kılavuz tayin etmez?!”

Hişam sözünün devamında şöyle diyor: “Bu esnada Amr susup kaldı, öyle ki hiçbir cevap veremedi. Biraz düşündükten sonra bana dönerek şöyle dedi: “Sen Hişam b. Hekem misin?”

Ben: “Hayır!” dedim.

Amr: “Acaba onunla oturup kalkmış mısın, onunla irtibatın olmuş mu?” dedi.

Ben yine: “Hayır!” dedim.

Amr: “O halde sen nerelisin?” dedi.

Ben cevaben: “Kufe halkındanım” dedim.

Amr: “Öyleyse sen Hişam’ın kendisisin!” dedi.

Hişam diyor ki: “Amr benim Şia olduğumu ve İmam Cafer Sadık (a.s)’ın öğrencilerinden olduğumu anlayınca yerinden kalkarak beni bağrına bastı ve beni kendi yerinde oturttu. Ben orada olduğum müddetçe asla konuşmadı.”

Hişam’ın sözü buraya vardığında İmam (a.s) gülerek şöyle buyurdu: “Hişam! Bu şekilde tartışmayı kimden öğrendin?”

Hişam cevaben: “Ben sadece senden öğrendiğimi beyan ettim” dedi.

İmam (a.s) buyurdu ki: “Andolsun Allah’a ki, senin yaptığın bu münazara, İbrahim ve Musa’nın suhuflarında yazılmıştır.”[4]

 

75- SELMAN-İ FARSÎ VE BAYGIN GENÇ

Bir gün Selman Kufe’de demirciler pazarından geçerken bir gencin bayılarak yere düşmüş olduğunu ve halkın da onun çevresinde toplandığını gördü.

Halk Selman’ın yanına gelerek: “Ya Ebu Abdullah (Selman’ın künyesi)! Bu genç bayılmıştır. Eğer onun kulağına dua okusan iyi olur” dediler.

Selman o gence yaklaştığında, genç Selman’ı görür görmez kendine geldi ve şöyle dedi:

“Ey Selman! Durumum bu halkın düşündüğü gibi değildir. Ben, demircilerin yanından geçerken, onların çekişleriyle örslere vurduklarını gördüm. Bunu görmekle Allah Teala’nın buyurmuş olduğu şu sözü hatırladım: “Onlar (cehennemlikler) için demirden kamçılar vardır.”[5]

İşte bundan dolayı Allah’ın azabı korkusundan aklım başımdan gitti (bayıldım).

O gencin sevgisi Selman’ın kalbine yerleşti ve bundan dolayı Allah rızası için onu kendisine kardeş seçti. Selman sürekli olarak o gençle beraberdi. Nihayet o genç hastalandı. Selman o gencin can çekiştiği an yanına gelerek baş ucunda durup, Melek’ül-Mevt’a (Azrail’e) hitaben: “Ey Melek’ül-Mevt! Kardeşime şefkatli davran” dedi.

Melek’ül-Mevt da: “Ya Eba Abdullah! Ben her mümine karşı şefkatli ve merhametliyim” diye cevap verdi.”[6]

 

76- KENDİNE KÖTÜLÜK YAPMA!

Bir gün birisi Ebuzer’e: Ya Ebazer! İlimden bana yeni bir şeyler öğret” diye yazdı.

Ebuzer cevabında şöyle yazdı: “İlim pek çoktur. Ama eğer sevdiğin kimseye karşı kötülük yapmamaya kadir isen, bunu yap.”

Adam Ebuzer’in bu sözüne karşı: “Sevdiği birisine kötülük yapan bir kimse görmüş müsün?” dedi.

Ebuzer cevabında dedi: “”Evet! Nefsin bütün nefislerden sana daha sevimlidir. Allah’a karşı günah işlediğinde nefsine (kendine) kötülük yapmış olursun.”[7]

 

77- DEĞERSİZ SAVAŞ

Medine’de Kazman isminde bir şahıs vardı. Peygamber (s.a.a)’in yanında onun hakkında bir söz söylenince ve onun yapmış olduğu iyi işlerinden konuşulunca Hazret: “O cehennem ehlidir” buyuruyordu.

Uhud Savaşı sırasında Kazman savaş meydanında kahramanca savaşıyordu. Müşriklerden birkaç kişiyi tek başına öldürdü. Nihayet savaşta ağır yaralar aldığından dolayı arkadaşları onu tedavi için “Benizafer” evlerine götürdüler.

Bazıları Resulullah (s.a.a)’ın yanına vararak, Kazman’ın kahramanca savaştığını ve yaralı olarak düştüğünü söylediler.

Resulullah (s.a.a) buyurdular ki: “Allah Teala irade ettiği şeyi yapacaktır.”

Müslümanlardan bazı kimseler, Kazman’a şöyle diyorlardı: “Cennet sana müjde olsun! Zira bugün Allah yolunda çok çaba gösterdin, fedakarlık yaptın ve kendini tehlikeye attın.”

Kazman onların bu sözüne karşılık şöyle dedi. “Cennet müjdesi ne içindir? Allah’a andolsun ki, benim yaptığım savaş ve fedakarlık, sadece kabilem ve akrabalarımı savunmak içindi. Eğer kabile ve akrabalık meselesi olmasaydı, asla savaşa hazır olmazdım.”

Kazman, bedenindeki oklar onu şiddetli bir şekilde incitince, onlardan birini dışarı çıkarmak isterken (kasıtlı olarak) damarlarından birini kesti ve intihar ederek hayatına son verdi.[8]

 

78- HZ. ALİ (A.S)’IN SEVGİSİ UĞRUNDA EL, AYAK VE DİLİN KESİLMESİ

Hz. Ali (a.s)’ın özel ashabından olan Rüşeyd-i Hicrî’nin kızı şöyle diyor:

Babamın şöyle dediğini duydum: Habibim Emir’ul-Müminin Ali (a.s) bana buyurdular ki:

“Ey Rüşeyd! Beni Ümeyye’nin zinazadesinin seni çağırtıp el, ayak ve dilini kestirdiği zaman nasıl sabr ve tahammül edeceksin?!”

Ben arzettim ki: “Ya Emir’el-Müminin? Acaba bunun sonucu cennete gitmek ve İlahi rahmete kavuşmak mıdır?”

İmam (a.s) buyurdu ki: “Evet! Sen dünya ve ahirette benimlesin.”

Rüşeyd’in kızı diyor ki: Birkaç günden sonra zina zade Ubeydullah b. Ziyad babamın peşice bir memur gönderdi. Babam onun yanına gittiğinde, Emir’ul-Müminin Ali (a.s)’dan teberri etmesini istedi. Ama babam onun bu isteğini kabul etmedi.

İbn-i Ziyad sonra şöyle dedi: “Duyduğuma göre Ali, nasıl öleceğini sana haber vermiştir!”

Babam cevabında: Habibim Emir’ul-Müminin Ali (a.s) buyurdu ki: Sen beni, O’ndan teberri etmeğe davet edeceksin ve ben de kabul etmeyeceğim. Sonra sen, benim elimi, ayaklarımı ve dilimi kestireceksin.”

İbn-i Ziyad: “Allah’a andolsun ki, O’nun yalanını çıkaracağım!”

Sanra babamın el ve ayaklarının kesilmesini fakat diline dokunmamalarını emretti. Babamın el ve ayaklarını kestirdikten sonra evimize getirdiler.

Babama: Babacığım! El ve ayaklarının kesildiğinden dolayı çok mu acı çekiyorsun?” dedim.

Babam cevabımda: “Allah’a andolsun ki, hayır! Sadece halkın izdihamı arasındaki çekilen zahmet kadar.”

Sonra komşu ve tanışları yanına geldiklerinde babam: Bana kağıt kalem getirin de, mevlam Emir’ul-Müminin Ali (a.s)’ın gelecekle ilgili bana haber verdiği şeyleri size söyleyeyim.”

Derken ona kâğıt ve kalem getirdiler. O da gelecekte vuku bulacak olayları söyleyerek onlara yazdırıyordu.

Bu haber İbn-i Ziyad’a ulaşınca hacamatçıyı, babamın dilini kesmesi için gönderdi. O da gelerek babamın dilini kesti. İşte o gece Allah’ın rahmetine kavuştu.[9]

 

79- MELEKLERİN GUSÜL
VERDİĞİ HANZELE

Medine’de Hazreç kabilesinden Hanzele isminde bir genç, Uhud savaşı akşamı Abdullah b. Ubey’in kızıyla evlendi. Resulullah (s.a.a) müslümanlara savaş için Medine’den Uhud’a doğru hareket etmelerini emrettiğinde Hanzele, o gece hanımının yanında kalması ve yarın İslam ordusuna katılması için Resulullah (s.a.a)’den izin istedi. Bu sırada Allah Teala şu ayeti nazil etti:

“Müminler, ancak Allah’a ve Resulüne gönülden inanmış kimselerdir. Onlar, o Peygamber ile ortak bir iş üzerindeyken ondan izin istemedikçe bırakıp gitmezler. (Resulüm!) Şu senden izin isteyenler, hakikaten Allah’a ve Resulüne iman etmiş kimselerdir. Öyle ise, bazı işleri için senden izin istediklerinde, sen de onlardan dilediğine izin ver; onlar için Allah’tan bağış dile; Allah mağfiret edicidir; merhametlidir.”[10]

Peygamber (s.a.a) de ona izin verdi. Hanzele o gece hanımıyla birlikte olduktan sonra cenabetli olduğu halde savaşa hazırlandı.

Hanzele savaşa doğru hareket etmek istediğinde, eşi Necme, Ensarlı kadınlardan dört tanesini o gece kocası onunla cinsel ilişkide bulunduğuna dair şahit tuttu.

Kadınlar Necme’ye: “Neden kadınları şahit tuttun?” diye sorduklarında Necme şöyle dedi:

Ben bu gece uykuda göğün yarıldığını, Hanzele’nin oradan girdiğini ve tekrar göğün yarılan kısmının birbirine kavuştuğunu gördüm. Ben bu vesileyle Hanzele’nin şehit olacağını anladım. İşte sonradan iftiraya uğramamam için bu işi yaptım.

Hanzele sabah ezanından önce Resulullah (s.a.a)’in yanına vararak sabah namazını teyemmüm ederek O Hazretle kıldı.

Daha sonra savaş meydanına ayak bastı. Bu esnada Ebu Süfyan’ın iki ordu arasında atını çaptırdığını gördü. Ona saldırarak atının arka ayaklarını kesti. Ebu Süfyan atından yere düşer düşmez: “Ey Kureyişliler! Ben Ebu Süfyan’ım! Bu Hanzele beni öldürmek istiyor” diyerek kaçtı. Hanzele de onu takip etmeye başladı. Bu sırada müşriklerden bir kişi gelerek mızrağıyla Hanzele’ye saldırdı. Hanzele de çok yara almasına rağmen o müşrike saldırarak onu öldürdü. Kendisi de Hamza, Amr b. Cemuh, Abdullah b. Hizam ve Ensar'dan olan bir grup kimselerin yanına düşerek şehit oldu.

Peygamber (s.a.a) onun hakkında şöyle buyurdular: “Meleklerin, gökle yer arasında Hanzele’yi bulut suyuyla altın bir tabakta yıkadıklarını gördüm.”

İşte ondan sonra Hanzele’ye: “Gasiyl’ul-Melaike” (Meleklerin yıkadığı şahıs) diyorlardı.[11]

 

80- İSLAM DÖNEMİNDE MIZRAĞA

VURULAN İLK BAŞ

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) savaş için bir ordu gönderdi. Onları göndermeden önce şöyle buyurdu: “Falan gecede falan saat yolu kaybedeceksiniz. Yolu kaybettiğinizde sola doğru gidiniz. Sola doğru gittiğinizde, koyunların arasında olan bir adamı göreceksiniz. Yolu ondan sorduğunuzda o size diyecek ki: “Bana misafir olmadıkça yolu size göstermeyeceğim.” O bir koyun kesecek, sizi ağırlayacak ve sonra size yolu gösterecektir. Siz benim selamımı ona iletiniz ve deyiniz ki, ben Medine’de zuhur etmişim.”

Ordu bu sözleri dinledikten sonra hareket etti. Peygamber (s.a.a)’in buyurduğu gece yolu kaybettiler. Sola doğru gittiklerinde Amr b. Hamık ile karşılaştılar. O, orduyu ağırladıktan sonra onlara yolu gösterdi. Ama Resulullah (s.a.a)’in selamını ona iletmeyi unuttular.

Hareket etmek istediklerinde Amr b. Hamık: “Acaba Peygamber Medine’de zuhur etmiş midir?” diye sordu.

Cevabında: “Evet!” dediler.

Amr b. Hamık, bu müjdeyi duyduktan sonra Medine’ye doğru hareket etti. Medine’ye ulaştığında Peygamber (s.a.a)’in yanına vararak müslüman oldu. Bir müddet Peygamber (s.a.a)’in yanında kaldıktan sonra Hazret ona şöyle buyurdu: “Kendi memleketine dön! Ali b. Ebî Talib halife olduğunda onun yanına git!”

Amr b. Hamık kendi memleketine geri döndü. Emir’ul-Müminin Ali (a.s), Amr b. Hamık’a: “Evin var mı?” diye sordu.

Amr da: “Evet!” dedi.

İmam (a.s): “O evi sat ve Ezd kabilesi arasında bir ev al. Zira sizin aranızdan gittiğimde, zalim hükümdarlar seni öldürmek isteyecekler. Ama Ezd kabilesi seni koruyacak ve senin öldürülmene müsaade etmeyeceklerdir. Sen Kufe’den Musul’a doğru gideceksin. Yol yarısında kötürüm olmuş biriyle karşılaşacaksın, onun yanında oturacaksın, ondan su isteyeceksin, o da sana su verecektir. Daha sonra senin halini soracaktır. Sen kendi durumunu (hiç çekinmeden) ona söyle, onu İslam dinine davet et. O, müslüman olacaktır. Sonra onun dizlerine elini sür, Allah onun ayaklarına şifa verecektir. Böylece kalkıp seninle yol arkadaşı olacaktır.

Bir miktar yol kat ettikten sonra âmâ birisiyle karşılaşacaksın. Ondan da su isteyeceksin. O sana su verecektir. Sen kendi halini ona da söyle ve onu da İslam’a davet et. Müslüman olduktan sonra, ellerini onun gözlerine çek. Allah onun gözlerine şifa verecektir. O da seninle yol arkadaşı olacaktır. İşte bu iki arkadaş, senin bedenini defnedeceklerdir.

Bir grup atlı seni yakalamak için takip edeceklerdir. Musul kalesi yakınlarında sana ulaşacaklardır. Atlıları gördüğünde atından inerek o çevrede bulunan mağaraya sığınacaksın. Zira insan ve cinlerden kötü kimseler senin kanını dökmede ortak olacaklardır!”

Emir’ul-Müminin Hz. Ali (a.s) şahadete eriştikten sonra Muaviye’nin memurları, Amr b. Hamık’ı yakalayıp öldürmek istedikleri zaman Amr Kufe’den kaçarak Musul’a gitti. Hz. Ali (a.s)’ın buyurduğu şeylerin hepsi gerçekleşti.

Amr, İmam Ali (a.s)’ın buyurduğu bütün şeyleri yerine getirdi. Musul kalesi yakınlarına vardığında o iki arkadaşına: “Kufe’ye doğru bakınız! Bir şey görürseniz bana bildiriniz!” dedi.

Onlar Kufe’ye doğru baktıklarında: “Bir takım atlıların geldiklerini görüyoruz” dediler.

Amr, atından inerek onu bırakıp mağaraya sığındı. Aniden siyah bir yılan gelerek onu ısırdı ve öldürdü. Süvariler yetiştiklerinde Amr’ın atını görüp: “Bu at Amr’ın atıdır” dediler. Sonra onu aramaya koyuldular. Nihayet onun cenazesini mağaranın içerisinde buldular. Ama onun herhangi bir organına el vurduklarında birbirinden ayrılıyordu. Sonuçta onun mübarek başını bedeninden ayırarak Muaviye’ye götürdüler.

Muaviye onun mukaddes başının mızrağa vurulmasını emretti. Bu, İslam’da mızrağa vurulan ilk baştı.[12]

 

81- DELİ BİLGİN!

Numan b. Beşir şöyle diyor:

Ben, Cabir b. Yezid-i Cufi’yle birlikte hacca gittim. Medine’ye uğradığımızda Cabir, İmam Bakır (a.s)’ın huzuruna vardı. Onunla görüşüp konuştuktan sonra vedalaşarak geri döndü. Daha sonra birlikte Mekke yolu üzerinde olan “Uheyrice” konağına vardık. Öğle namazını kılıp hareket etmek için tahtırevanda oturduğumuz zaman uzun boylu esmer bir adam gelerek elindeki mektubu Cabir’e verdi. Cabir mektubu alarak öptü. Mektubun üzerine vurulan çamur damga henüz kurumamıştı.

Cabir mektubu getiren adama: Ne zaman mevlamın yanından ayrıldın?

Mektubu getiren şahıs: Şimdi!

Cabir: Öğle namazından önce mi sonra mı?

Mektubu getiren şahıs: Namazdan sonra!

Cabir mektubu açarak okudu, okudukça yüzü kırışıyordu! Cabir’i artık ondan sonra sevinçli ve güler yüzlü görmedik.

Gece vakti Kufe’ye vardık. Sabah olunca Cabir’i görmeye gittim. Cabir evinden dışarı çıkmıştı ve birkaç kemik de boynuna asmıştı. Bir kamışa binerek şöyle diyordu: “Mensur b. Cumhur, memuru olmayan bir emirdir! Azledilmiş bir validir!...”

Cabir anlamlı bir şekilde bana baktı ve ben de ona baktım. Ne o bana bir şey söyledi ve ne de ben ona bir şey söyledim. Ama ben onun bu haline ağladım.

Büyük küçük herkes onun etrafını sarmıştı. Cabir o haliyle Kufe meydanına gitti. Orada çocuklarla oynuyordu. Halk: Cabir delirmiştir! Cabir aklını yitirmiştir!...” diyorlardı.

Birkaç gün geçmemişken Emevi halifesi Hişam b. Abdulmelik tarafından Cabir’in yakalanarak boynunun vurulması ve başının ise halifeye gönderilmesi ile ilgili Kufe valisine bir mektup geldi.

Kufe valisi etrafındakilere: “Cabir kimdir?” diye sordu.

Etrafındakiler cevabında şöyle dediler: Cabir; bilgin, hadis ravisi, zahit ve takvalı bir kimse idi. Ama maalesef ki delirmiş, bir kamışa binerek Kufe meydanında çocuklarla oynuyor.

Kufe valisi bizzat kendisi onu görmek için Kufe meydanına geldi. Cabir’in bir kamışa binerek çocuklarla oynadığını görünce şöyle dedi: “Allah’a şükür ki, beni böyle bir insanı öldürmekten alı koydu ve elimi onun kanına bulaştırmadı.”

Çok geçmeksizin Mensur (Kufe’nin valisi), Cabir’in haber verdiği (yani “Mensur, memursuz emirdir” dediği) gibi valilik makamından azledildi.[13]

İşte böylece İmam Bakır (a.s), değerli sahabesini kesin ölümden kurtarmış oldu.

 

82- AYAKKABISININ BİRİ ELİNDE

DİĞERİ İSE AYAĞINDA

Cahiliyet döneminde Cemil b. Muammer-i Fihri isminde bir adam vardı. Bu adam çok güçlü bir hafızaya sahipti. Öyle ki, duyduğu her şeyi ezberliyor ve şöyle diyordu: Benim iki kalbim vardır; onların her birisiyle Muhammed’den daha iyi anlıyorum. Bu yüzden Kureyş müşrikleri de ona: “İki kalp sahibi” diyorlardı.

Bedir savaşında İslam düşmanları kaçınca Cemil b. Muammer de onlarla kaçtı.

Ebu Süfyan, ayakkabısının biri elinde, diğeri ise ayağında kaçtığı bir sırada onu gördüğünde: “Ey Cemil! Ne haberdir, neden kaçıyorsun?! diye sordu.

Cemil: Ordu kaçtı!

Ebu Süfyan: “Neden ayakkabının birini eline alıp diğerini giymişsin?!”

Cemil: Muhammed’in heybetinden dolayı dikkat etmemiştim! Her ikisinin de ayağımda olduğunu zannediyordum!”[14]

Evet! Zamanın değişimiyle insanların asıl şahsiyeti ortaya çıkıyor.

 

83- SEKİZ İMAMIN HUZURUNA

VARAN KADIN

Hübabet’ul- Valibiyye şöyle diyor:

Emir’ul-Müminin Ali (a.s)’ı şortet’ul-hamis’de gördüm. Elinde iki başlı bir kırbaç vardı. Onunla pulsuz balık, yılan balığı ve yenilmesi haram olan diğer balıklar satan kimseleri vuruyor ve şöyle buyuruyordu: “Ey Beniisrail ve Beni Mervan ordusunun mesh olanlarını satanlar!...”

Fırat b. Ahnef dedi ki: Ya Emir’el-Müminin! Beni Mervan ordusu kimlerdir?

İmam (a.s) buyurdu ki: “Sakallarını kesip bıyıklarını bırakan kimselerdir!”

Hübabe sözünün devamında şöyle diyor: Ben Hz. Ali (a.s)’dan daha güzel konuşan bir kimse görmedim. Sonra O’nun peşine takıldım. Nihayet Hazret, Kufe camisinin avlusunda oturdu. Huzuruna vararak: Ya Emir’el- Müminin! Allah sana rahmet etsin! İmametin nişanesi nedir?! diye sordum.

Hz. Ali (a.s) bir küçük taş göstererek: “Onu getir” diye buyurdu.

Ben gösterilen o küçük taşı İmam (a.s)’a verdim. İmam (a.s) kendi parmağıyla onu mühürleyerek şöyle buyurdu:

“Ey Hübabe! Kim imametlik iddiasında bulunur ve benim gibi parmağıyla bu taşı mühürlerse, bil ki o İmamdır ve ona itaat etmek ise farzdır. Yine İmam, istediği şeyin kendisine saklı kalmadığı bir kimsedir.”

Hübabe sözünün devamında diyor ki: Ben bu sözlerden sonra Emir’ul-Müminin Ali (a.s)’ın huzurundan ayrıldım. Bir müddet geçtikten sonra Hz. Ali (a.s) şahadete erişti.

İmam Hasan (a.s) babası Hz. Ali (a.s)’ın makamında oturduğunda yanına vardım. Halk toplanıp ondan sorular soruyorlardı. İmam (a.s) beni görünce: Ey Hübabet’ul- Valibiyye! diye buyurdu.

Ben de cevaben: Evet ey mevlam!” dedim.

İmam (a.s): “Yanında olan o şeyi getir!” dedi.

Ben o küçük taşı İmam Hasan (a.s)’a verdim. İmam (a.s) da, Emir’ul-Müminin Ali (a.s) gibi parmağıyla o taşı mühürledi.

İmam Hasan (a.s)’dan sonra, Medine’de Peygamber (s.a.a)’in mescidinde İmam Hüseyin (a.s)’ın huzuruna vardım. İmam Hüseyin (a.s) beni yanına çağırarak: “Hoş geldin” dedi ve şöyle buyurdu: “İmamet delilleri arasında, istediğin şey hakkında delil vardır. İmamet delilini mi istiyorsun?”

Ben cevabında: “Evet ey mevlam!” dedim.

İmam (a.s): “Yanında olan o şeyi getir!” diye buyurdu.

Ben o taşı İmam (a.s)’a verdim. O da benim için o taşı mühürledi.

İmam Hüseyin (a.s)’ın şahadetinden sonra İmam Zeyn’ul-Abidin (a.s)’ın yanına vardım. Öyle yaşlanmıştım ki, artık güçsüz bir duruma düşmüştüm. O zaman yüz on üç yaşında idim. İmam Zeyn’ul-Abidin (a.s)’ı rüku, secde ve ibadetle meşgul bir halde gördüm. Artık imamet nişanesini istemekten ümitsiz oldum. Bu sırada İmam (a.s) parmağıyla bana işaret etti; derken gençliğim geri döndü. İmam (a.s)’ın namazını bitirmesini bekledim. İmam (a.s) namazını bitirince: “Ey mevlam! Dünyadan ne kadar geçmiş ve ne kadar baki kalmıştır!” dedim.

İmam (a.s) cevaben şöyle buyurdu: “Geçmişe oranla evet ama geleceğe oranla hayır!” (Yani geçmişi belirlemek mümkündür ve ondan haberdarız ama geleceğin ne kadar kaldığını Allah’tan başka kimse bilemez!)

Sonra buyurdular ki: “ Yanında olan o şeyi getir!”

Ben o küçük taşı İmam Seccad (a.s)’a verdim. O da onu mühürledi.

 Daha sonra İmam Bakır (a.s)’ın huzuruna vardım. O da o taşı mühürledi. Ondan sonra İmam Sadık (a.s)’ın huzuruna vardım. O da o taşı mühürledi. Ondan sonra İmam Kazım (a.s)’ın huzuruna vararak o taşı mühürlemesini istedim. O da o taşı benim için mühürledi. Daha sonra İmam Rıza (a.s)’ın huzuruna vardım. O da o küçük taşı benim için mühürledi.”

Hübabe ondan sonra, Abdullah b. Hemmam’ın nakline göre dokuz ay yaşadı.[15]

 

84- HAZIR CEVAP

Bir gün (Hz. Ali (a.s)’ın kardeşi) Akil, Muaviye’nin meclisine gitti. Amr As da Muaviye’nin yanında idi.

Muaviye Amr As’a: “Şimdi Akil’e takılarak seni güldüreceğim” dedi.

Akil içeriye girince selam verdi.

Muaviye: Ey amcası Ebu Leheb olan hoş geldin! dedi.

Akil de cevabında: Ey halası “hammalet’ul- hatab fi ciydiha hablun min mesed (Odun taşıyan ve boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip) olan merhaba!” dedi.

Her ikisi de doğru söylemişlerdi. Çünkü Ebu Leheb Akil’in amcası idi ve onun hanımı olan Ümmü Cemil de Muaviye’nin halası idi.

Muaviye tekrar: “Amcan hakkında ne düşünüyorsun? O Şimdi nerededir?” dedi.

Akil cevabında: Cehenneme gittiğinde sol tarafına bak, Ebu Leheb’i hammalet’ul- hatab (odun taşıyan) halanın üzerinde olduğunu göreceksin. O zaman bak gör acaba ateş içerisinde olan koca mı daha iyidir, yoksa hanımı mı?!” dedi.

Muaviye: “Vallahi her ikisi de kötü idi!” dedi.[16]

 

85- YİĞİT ANNEDEN YİĞİT OĞUL

Bir gün Muaviye Akil’e: Bir ihtiyacın varsa, söyle karşılayayım” dedi.

Akil cevaben: Evet ihtiyacım vardır. Bir cariye bana teklif edildi ama sahibi kırk dinardan aşağı satmıyor; onu bana al.”

Muaviye şakayla: Akil sen ki âmâsın! Neden kırk dinara (altına) bir cariye almak istiyorsun, oysa elli dirhemlik (gümüş) bir cariye sana yeterlidir?

Akil: Öyle bir cariyeyle evlenmek istiyorum ki, bana yiğit bir oğlan doğursun; onu öfkelendirdiğinde ise senin boynunu vursun!

Muaviye gülerek: Şaka yapıyorum.

Muaviye daha sonra o cariyeyi Akil’e almalarını emretti. İşte o cariyeden Muslim dünyaya geldi.

Muslim 18 yaşında iken babası Akil dünyadan göçtü.

Muslim bir gün Muaviye’ye şöyle dedi: “Benim Medine’de yüz bine aldığım bir yerim vardır. O yeri, aldığım fiyat karşısında benden almanızı istiyorum!”

Muaviye o yeri alarak parasını verdi.

İmam Hüseyin (a.s) olaydan haberdar olunca Muaviye’ye şöyle bir mektup yazdı: “Muaviye! Sen Beni Haşim gencini (Müslim’i) aldatmışsın. Kesinlikle malik olamayacağın bir yer ondan almışsın; paranı al, yeri geri çevir!”

Muaviye Müslim’i çağırtarak İmam Hüseyin (a.s)’ın mektubunu ona okudu. Sonra Müslim’e: Paramızı ver, yerinizi al!” dedi.

Muslim cevabında şöyle dedi: Ey Muaviye! Kılıçla başını bedeninden ayırırım da paranı geri vermem!”

Muaviye bu sözü duyunca gülmekten kendini tutamayarak yere uzandı ve ayaklarını yere dövmeye başladı.

Sonra şöyle dedi: Allah’a andolsun ki, bu söz, anneni babana aldığım zaman babanın bana söylediği sözün aynısıdır!...[17]

 

86- AFERİN BÖYLE YİĞİT İNSANLARA

Abbasî halifesi Mu’tesim’in kölelerinden biri Boğa isminde bir Türk idi. O, büyük savaş meydanlarında savaşıyor ama hiçbir yara almadan sağ-salim dışarı çıkıyordu. Hiçbir zaman kendini koruması için savaş elbisesi giymiyordu. Bazıları onu bu yüzden kınıyorlardı. Bir gün ona: Neden savaş elbisesi giymeden savaşlara katılıyorsun? dediklerinde şöyle dedi:

Bir gün rüyamda Peygamber (s.a.a)’i bir grup ashabıyla birlikte gördüm. Bana buyurdular ki:

“Ey Boğa! Ümmetimden olan birisi hakkında iyilik yaptın ve o da sana dua etti; senin hakkındaki duası ise, icabete erişti.”

Arzettim ki: Kim benim hakkımda dua etti?”

Buyurdu ki: “Kendisini yırtıcı hayvanlardan kurtardığın kimse!”

Arzettim ki: Allah’tan iste ki, ömrüm uzun olsun. Peygamber (s.a.a) ellerini göğe kaldırarak şöyle dua etti: “Allah’ım! Onun ömrünü uzun et, ecelini ertele!”

O anda ansızın şöyle dedim: Doksan beş yıl!

Peygamber (s.a.a) de: “Evet! Doksan beş yıl!” dedi.

Peygamber (s.a.a)’in yanında bulunan bir kimse de: “Afetlerden de korunmuş olsun!” dedi.

Peygamber (s.a.a) de: “Evet! Afetlerden de korunmuş olsun!” buyurdular.

Ben o kimseye: “Siz kimsiniz?” diye sordum.

Buyurdu ki: “Ben Ali b. Ebi Talib’im.”

Bu esnada uykudan kalktım. Uykudan kalktığımda ise kendi kendime: “Ali b. Ebi Talib” diyordum.

Boğa, o zamanın iktidarlı şahıslarının aksine Hz. Ali (a.s) evlatlarına karşı şefkatli idi.

Boğa’ya: Yırtıcı hayvanlardan kurtardığın şahıs kimdir? diye sorduklarında şöyle cevap verdi: Dinde bidat çıkarmakla suçlanan bir adamı Mutesim’in yanına getirdiler. Gece vakti onunla Mutesim arasında bir takım sözler sarf edildi. Mutesim (sinirlenerek), o adamı götürüp yırtıcı hayvanların arasına atmamı istedi. Ben de onu alarak yırtıcı hayvanların yanına götürüyordum. Kalbimde ona karşı sinirliydim. Ama yolun yarısında onun şöyle dediğini duydum:

“Allah’ım! Sen biliyorsun ki, yalnız senin rızan için konuştum, sadece senin dinine yardım ettim, senin tevhidin yolunda adım attım, senden başka kimseyi kastetmedim, hedefim sadece itaatinde bulunmamla sana yaklaşmaktı ve sana muhalefet edene karşı hakkı ayakta tutmaktı. Şimdi beni onlara mı teslim ediyorsun?!”

Bu esnada titremeye başladım, ona acıdım ve onun bu durumundan dolayı adeta kalbime bir ağrı girdi. Onu yırtıcı hayvanların bulunduğu yerden çekip uzaklaştırdım; neredeyse onu oraya atacaktım. Onu kendi evime götürüp orada sakladım. Sonra Mutesim’in yanına gittim.

Mu’tesim: Ne yaptın, onu yırtıcı hayvanların arasına attın mı? diye sordu.

Cevabında: “Evet” dedim.

Mu’tesim: “Yol esnasında ne söylüyordu?” dedi.

Cevaben: “Ben acemim, Arapça’yı iyi anlamıyorum, ne dediğini anlayamadım” dedim.

Oysa söz konusu şahıs Mu’tesim’e ağır laflar söylüyordu.

Sabah olunca kapıyı açarak ona dedim ki: Kapıları açmışım, seni nöbetçilerle birlikte (şehirden) dışarı çıkaracağım. Şunu bil ki, ben seni kendime tercih ettim, kendimi tehlikeye atarak seni ölümden kurtardım. O halde çalış Mu’tesim iktidarda olduğu müddetçe kendini aşikar etme. O da bu sözümü kabul etti.

 Daha sonra ölümden kurtardığım şahısa: “Neden yakalandın, olay nedir?” diye sordum.

Cevabımda şöyle dedi:

Halife tarafından şehrimize atanan makam sahiplerinden birisi, makamından su-i istifade ederek açıkça fısk-u fücur yapıp halkın namusuna dokunuyordu. Hakkı ayak altına alıp batıla yardım etmeye çalışıyordu. Dini emirleri hiç gözetmezdi. Onun bu ameli, bir grup insanların inançlarının gevşemesine ve dinden çıkmalarına sebep oluyordu. Ona karşı koymak için bir yardımcı bulamadım. Nihayet bir gece saldırarak onu öldürdüm. Zira onun işleri İslam dini açısından bu cezayı gerektiriyordu. İşte bundan dolayı yakalanarak gördüğün bu duruma düştüm.[18]

 

87- PEYGAMBER (S.A.A)’İN

HANIMINA İFTİRA

Aişe şöyle diyor:

Resulullah (s.a.a) yolculuğa gitmek istediğinde eşleri arasında kura çekiyordu. Kura hangisinin adına çıksaydı onu kendisiyle birlikte götürüyordu. Seferlerinin birinde kura benim adıma çıktı. Ben Peygamber (s.a.a) ile birlikte Beni Mustalak savaşına doğru hareket ettim. Bu yolculuğum hicap emri nazil olduktan sonra idi.

Savaş sona erdikten sonra biz geri döndük. Medine yakınlarında idik ve gece karanlığı da çökmüştü. Ordunun harekete geçmesi için seslenildiğinde ben ihtiyacımı gidermek için ordudan biraz uzaklaştım. Geri döndüğümde gerdanlığımın düşmüş olduğunun farkına vardım. Onu bulmak için geri döndüm. Onu aramaya koyuldum ve bulana kadar biraz geciktim. Döndüğümde ordunun hareket etmiş olduğunu gördüm. Benim tahtırevanımı, içerisinde olduğumu zannederek devenin üzerine bırakıp hareket etmişler. O zaman kadınlar fazla sebze yediklerinden dolayı hafiftiler.

O bölgede tek başıma kaldım. Dinlenmek istediklerinde benim olmadığımı görünce hemen peşim sıra geleceklerini düşünüyordum.

 Ben geceleyin o çölde tek başıma kaldım. Tesadüfen İslam askerlerinden biri olan Safvan b. Muattel, dinlenmek için ordudan ayrılıp o çölde kalmıştı. Sabah olunca uzaktan beni gördü. Yakına gelince ben de peçetemi yüzüme çektim. Beni tanıyınca, Allah’a andolsun ki, bir kelime bile benimle konuşmadı. Devesini yatırdı ve ben o deveye bindim. O, devenin yularından tutup hareket etti. Nihayet orduya ulaştık.

Bu olay, bir grup kimselerin benim hakkımda dedikodu yapmasına sebep oldu. Herkesten daha fazla, onların yaşlısı olan Abdullah b. Ubey yaygara yapıyordu.

Medine’ye ulaştığımızda bu şayia şehre yayılmıştı, oysa benim böyle bir şeyden kesinlikle haberim yoktu. Bu sırada hastalandım. Resulullah (s.a.a) beni görmeye geldi. Ama geçmiş sevgiyi artık onda görmedim. Durumun neden ibaret olduğunu da bilmiyordum.

İyileştiğimde bazılarıyla irtibatta bulununca, münafıkların benim hakkımdaki iftiralarını öğrendim. Bundan dolayı daha ağır bir şekilde hastalandım.

Peygamber (s.a.a) beni görmeye geldi. O Hazretten babamın evine gitmek için izin istedim. Babamın evine gittiğimde annemden, halkın benim hakkımda ne söylediklerini sordum.

Annem dedi ki: Rahatsız olma, onlar seni kıskanıyorlar, bundan dolayı ağızlarına gelen sözleri söylüyorlar.

Ben o gece sabaha kadar uyumayıp ağladım.

Peygamber (s.a.a), bu konu hakkında Üsame b. Zeyd ve Ali b. Ebi Talib’le istişare etti.

Üsame şöyle dedi: “Ya Resulellah! Sen halkın sözüne itina etme; o senin ailendir. Ondan iyilikten başka bir şey görmemişiz.”

Ali b. Ebi Talib de şöyle dedi: “Allah seni darda bırakmamıştır; onun dışında kadın çoktur. Aişe hakkında onun cariyesinden soru sorur isen, doğrusunu sana söyler.”

Bunun üzerine Peygamber (s.a.a) cariyeyi çağırarak ona: “Acaba Aişe hakkında şek ve şüphene yol açacak herhangi bir şey gördün mü?” diye sordu.

Cariye cevaben: “Allah’a andolsun ki, şimdiye kadar ondan çirkin bir iş görmemişim. Onu bu iftiradan beri biliyorum” dedi.

Aişe sözünün devamında şöyle diyor: Benim suçsuz olmamla ilgili herhangi bir ayetin nazil olacağını hiç düşünmüyordum. Ama Resulullah (s.a.a)’in benim suçsuz olmamla ilgili bir uyku görmesini istiyordum. Nihayet Allah Teala benim suçsuz olmamla ilgili ayetler nazil etti.[19] Peygamber (s.a.a) de beni müjdeleyerek:

“Aişe! Allah Teala, bazı ayetler nazil ederek seni (hakkında söylenen sözlerden) temiz kıldı” dedi.

Annem bana: “Hadi kalk O’nu karşıla” dedi.

Ben de cevabında: “Vallahi O’nun için ayağa kalkmayacağım, Allah’tan başka kimseye de teşekkür etmeyeceğim. Çünkü beni arındıran ve temize çıkaran sadece Allah’tır!” dedim.[20]


 


[1] - Bihar, c 22,s. 117-121.

[2] - Bihar, c. 6, s. 232 ve 24; c. 35, s. 81.

[3] - Amr b. Ubeyd, İmam Sadık (a.s) zamanında Mutezile fırkasının büyüklerinden ve üstatlarından idi ve Abbasi halifelerinden ikincisi olan Mensur Devaniki’nin yakınlarından sayılıyordu. Onun tedris toplantısında çok öğrenciler bulunuyordu. O Şia inancına aykırı olarak kendi reyine göre ders veriyordu. İmam Sadık (a.s)’ın genç, bilgin ve gözü açık öğrencilerinden biri olan Hişam b. Hekem, bir gün Amr’ın tedris toplantısına katılarak ve bu münazarayı onunla yaptı.

[4] - Bihar, c. 61, s. 248.

[5] - Hac / 21.

[6] - Bihar, c. 22, s. 385.

[7] - Bihar, c. 22, s. 402.

[8] - Bihar, c. 6, s. 32-33.

[9] - Bihar, c. 42, s. 122; c. 75, s. 433.

[10] - Nur / 62.

[11] - Bihar, c. 20, s. 57.

[12] - Bihar, c. 44, s. 130.

[13] - Bihar, c. 27, s. 23; c.46, s. 282. Az bir farklılıkla.

[14] - Bihar, c. 16, s. 179.

[15] - Bihar, c. 25, s. 175. (Bazı nakillere göre Hübabe 235 yaşında dünyadan göçmüştür. Daha fazla yaşadığını söyleyenler de olmuştur. (Çev.)

[16] - Bihar, c. 42, s. 114.

[17] - Bihar, c. 42, s. 116.

[18] - Bihar, c. 50, s. 218.

[19] - Nur / 11-16.

[20] - Bihar, c. 20, s. 310.

index