İKİNCİ OTURUM

 

(24 Recep 1345 Cumartesi akşamı)

Akşam namazından sonra dün gece gelen aynı şahıslar, sonradan tüccar ve maliklerden olduklarını anladığımız diğer muhterem birkaç kişiyle birlikte geldiler; bir takım iltifatlı konuşmalar ve çaylarımızı içtikten sonra Hafız efendi söze başladı.

Hafız: Kıble sahip (alicenap), gerçekten dalkavukluluk yapmaksızın diyorum; dün geceki meclisten kendimizle tatlı hatıralar götürdük. Sizin huzurunuzdan ayrıldığımızda, tüm yol boyunca arkadaşlarla sizin hakkınızda sohbet ediyorduk. Gerçekten câzibeniz o kadar güçlü ki hepimizi suret ve siretinize[1] cezp etmiştir. Hüsn-ü suret ve sirete (güzel sima ve güzel davranışa) sahip olan kimseler çok az bulunurlar. “Eşhedü enneke ibn-i Resulullah’i hakka” (Tanıklık ediyorum ki gerçekten sen Resulullah’ın evladısın).

Bugün sabah kütüphaneye gittiğimde Ensab ve tarih kitaplarından bir kaç cilt, özellikle kadri yüce seyyidlerin nesebi hakkında “Hezar Mezar” ve “Asar-ı Acem” kitaplarını götürüp mütalâa ettim ve dün gece ki buyurduklarınız hakkında (biraz) dikkat ettim; gerçekten hoşlandım, lezzet aldım ve hakikaten bu şerif (şerefli) nesebe gıpta ettim ve bir müddet düşündüm sonunda, alicenap gibi şerif ve nesebi doğru bir şahsın bu güzel suret ve sirete rağmen neden geçmişlerin saçma adetleri etkisinde kalmış ve büyük cedlerinin yolundan sapıp Mecusî İranlıların siyasi adet ve usullerini kabul etmiştir! diye düşünerek çok üzüldüm.

Davetçi: Birincisi; âlicenabın hüsn-ü zan ve nazar-ı lütfünden memnun oldum ve teşekkür ediyorum; tevazu etmeksizin gerçekten hesaba girmeyen o zerre benim. İkincisi; maksadınızı anlamadığım karışık ve müphem birkaç cümle buyurdunuz, lütfen hakikatin aslı aşikar olması için cümleleri ayrı-ayrı beyan ediniz.

Mesela geçmişlerin saçma adetleri, yüz çevirdiğimiz değerli cedlerimin yolu ve tabi olduğum İran’ın siyasi adet ve usulleri nelerdir?

Hafız: Geçmişlerin saçma adetlerinden maksadım, Yahudiler eliyle din-i hanif-i İslam’a sokulan bidat ve akidelerdir.

Davetçi: Mümkünse uyduğum bidatlerin neler olduğu malum olması için biraz daha izahta bulununuz.

 Şia Mezhebini Eleştirme

Hafız: “Elbette tarih tanıklık ediyor ki, her büyük peygamberden sonra düşmanlar, Tevrat ve İncil gibi onların kutsal kitaplarına el uzatmış ve birçok tahrifler yaparak onların dinini zayi ederek itibar derecesinden düşürmüşlerdir.

Ama İslam dininde Kur’ân-ı hakimin muhkem olması vasıtasıyla o güce sahip olamadıklarından dolayı Abdullah bin Seba-i Sena-i, Ka’b’ul- Ahbar ve Veheb bin Münebbih gibi daima hilekar olan Yahudilerden bir grup kimseler zahiren Müslüman olup zehirli propagandalar yapmaya karar alıyorlar, Peygamber (s.a.a)’in sözleri adı altında, kendi inançlarıyla birlikte diğer bir takım batıl inançları Müslümanların arasında yayıyorlar.

Üçüncü halife Osman bin Affan (r.z) onları takip ediyor, halifenin korkusundan firar ediyorlar. Mısır’ı kendi merkezleri yapıp yavaş yavaş bir grup insanları aldatarak kendilerine tabi kılıyorlar ve “Şia” isminde bir hizip kuruyorlar. Osman’ın halife olmasına rağmen Ali’yi imam ve halife olarak tanıtıyorlar. Kendi hedeflerine uygun olarak; “Peygamber Ali’yi halife ve İmam kılmıştır” diye bazı sahte hadisler uyduruyorlar.

Bu hizbin kıyamı neticesinde çok kanlar dökülüyor; nihayet bu olay, mazlum halife Osman’ın öldürülmesine ve Ali’nin hilafet makamına oturtulmasına yol açıyor. Osman’dan rahatsız olan bir cemaat da Ali’nin etrafını sarıyorlar; Şia hizbi işte o zamanda kuruluyor. Ama Beni Ümeyye’nin hilafeti döneminde Ali’nin evlatları ve dostlarının öldürülmesiyle bu hizip zahirde karanlıklara karışıyor.

Ama Selman-ı Farisî, Ebuzer-i Gifari gibi bazı insanlar Ali’nin (kerremallah vechehu) lehine ciddi bir şekilde propaganda yapıyorlar; kesinlikle Ali’nin ruhu bu çeşit propagandalardan beridir (uzaktır). Bu durum Harun’ur- Raşid’in ve özellikle İranlıların eliyle kardeşi Muhammed Emin’e galip olan ve hilafet makamında sabitleşen oğlu Memun’ur- Raşid-i Abbasi’nin hilafet dönemine kadar öylece devam ediyor; öyle ki artık Ali bin Ebi Talibi destekleyip onu haksız yere Hülefa’ür- Raşid’in (üç halife)’den üstün kılmaya çalışıyorlar.

İranlıların da, memleketlerinin Arapların kudret eliyle işgal olması ve istiklallerinin yok olması vasıtasıyla araları onlarla iyi olmadığından dolaya din adıyla Arapların karşısında kıyam etmeleri için bir yol bulmaya bahane arıyorlardı. İşte bundan dolayı o haksız tutumu beğenip ona uydular; hatta bu Şia hizbinin çevresinde yaygara çıkardılar, Diyaleme zamanında güç kazandılar ve iktidarlı Safeviye saltanatı döneminde bu Şia hizbi bir resmi mezhep olarak tanıtıldı; Mecusî İranlılar da şimdiye kadar siyaset icabıyla mezheplerini Şia olarak tanıtıyorlar.

Kısacası Şia mezhebi siyasi bir mezheptir, Yahudi Abdullah bin Seba’nın eliyle ortaya çıkmıştır. Daha önceleri İslam’da Şia diye bir isim yoktu; ceddiniz Nebiy-yü Ekrem (s.a.a) de kesinlikle bu isimden nefret ediyor. Çünkü onun isteğinin hilafı üzerine bu yola adım atılmıştır. Hakikatte Şia, Yahudilerin mezhep ve akidelerinden bir şubedir denilebilir.

İşte bundan dolayı sizin gibi şerif ve nesebi tertemiz olan bir şahsın, adet üzerine ve geçmişleri taklit ederek burhan ve delilsiz yüce ceddinizin yolu olan tertemiz İslam dinini bırakıp da bidat icat eden Yahudilik yoluna tabi olması gerçekten beni şaşırtıyor; halbuki Kur’ân’a ve ceddiniz Resulullah’ın sünnetine uymaya siz daha evlasınız (layıksınız).”

(Meclistekilerin ve Hindistanlı şerif müminlerin özellikle Hindistan şialarının otoriteli olan gayretli ve hararetli Kızılbaşların, Hafız beyin sözlerinden öfkelendiklerini ve renklerinin değiştiğini görünce biraz onlara nasihat edip onları sabır ve tahammüle davet ettim ve dedim ki; İran’da şöyle bir ata sözü vardır diyorlar ki: “Şah Name’nin sonu hoştur.” veya “Sabret, sabır kurtuluşun anahtarıdır.” Sonra cenab-ı Hafız’ın cevabında şöyle dedim:)

 Muhaliflerin Eleştirilerine Cevap

Davetçi: Sizin gibi alim bir şahısın, kesinlikle aslı olmayan böyle saçma, esassız ve hurafe sözlerle delil getirmesi gerçekten şaşırılacak bir şeydir. Çünkü bunlar Havariç münafıklarının mutaassıp Nasibilerin ve Emevilerin yaydığı ve avam halkın da araştırmaksızın, hiçbir delil ve burhanları olmaksızın tabi oldukları şeylerdir.

Şimdi eğer müsaade verirseniz meselenin aydınlığa kavuşması, muammanın çözülmesi ve hakikatin ortaya çıkması için gerçekten uzak sözlerinizin cevabını, toplantının süresinin yettiği kadarıyla özet olarak vermeye çalışacağım.

Hafız: Buyurun, sözlerinizi bütün dikkatimizle dinlemeye hazırız.

Davetçi: Evvela alicenabınız tamamıyla iki zıt meseleyi birbiriyle karıştırdınız. Eğer Şia’nın hadislerinde çok kınanan ve münafıkların listesinde tanıtılan Yahudi münafık ve melun Abdullah bin Seba bir kaç gün kendisini halk arasında Hz. Ali (a.s)’ın dostu olarak tanıtmışsa onun Şia-i İmamiyye ile ne ilişkisi vardır? Eğer bir kurt koyun postuna girer veya bir hırsız alim ve bilgin kimselerin elbisesiyle kendisini minber ve mihrapta gösterir ve onun yüzünden İslam ve Müslümanlara bazı zararlar ulaşırsa, o zaman bütün alim ve bilginlere kötü gözle mi bakmak gerekir? Onların hepsi hırsızdırlar mı demeliyiz?

Gerçekten tertemiz Şia mezhebini, melun Abdullah bin Seba’nın hesabına atıf etmeniz (ve o çıkarmıştır diye Şia’yı lekelemeniz) insafsızlıktır!

Hak olan Şia mezhebini küçümseyip onu bir siyasi hizip olduğunu söylemeniz ve Osman’ın zamanındaki melun Abdullah bin Seba’nın bidat ve eserlerinden saymanız gerçekten şaşırılacak bir şeydir.

Hakikaten çok büyük bir yanlışlığa düştünüz. Çünkü Şia bir hizip değildi; hak bir mezhep ve hak bir yoldu. Osman’ın hilafet döneminde ortaya çıkmamıştır; Resulullah (s.a.a)’in kendi zamanında ve O Hazretin kendi düsturu ve buyruğuyla yaygınlaşmıştır.

Eğer siz Havariç ve Nasibilerin yalan ve iftiralarıyla delil getiriyorsanız, biz de hakkın batıldan ayırt edilmesi için Kur’ân-ı Kerim ve kendi muteber hadislerinizden delil ve şahitler getiriyoruz.

Şunu da hatırlamak istiyorum ki, hakikat ortaya çıktıktan sonra mahcup olmamanız için, daima söz ve amellerinize oldukça dikkat gösteriniz.

Eğer müsaade ediyorsanız ve sözlerim de tabiatına ters düşmüyorsa, meselenin buyurduğunuz gibi olmadığının ispat ve izahı için sözlerinizin cevabını vereyim?

Hafız: Elbette buyurunuz; zaten bu toplantının düzenlenmesi ve bizim burada toplanmamız hakikatlerin ortaya çıkması ve şüphelerin giderilmesi içindir; kesinlikle delile dayalı sözlerden rahatsız olmayız.

Şia’nın Manası ve Teşeyyü’nün Hakikati Hususunda

Davetçi: Elbette beyler biliyorlar ki Şia sözlükte takip etme ve taraftar manasındadır; “şiat’ür- recül” yani kişinin takipçisi ve yardımcısı. Sizin büyük alimlerinizden olan Firuz Abadi kendi lügatında şöyle diyor: “Şu isim (Şia lafzı) ile genellikle Ali ve Ehl-i Beytini sevenler adlandırılmıştır; öyle ki artık onlar için özel bir isime dönüşmüştür.”

Ama siz bilerek veya unutarak veyahut tefsir ve hadis ilmine ihatanız olmadığından ve geçmişlerin sözlerinin etkisinde kalarak hiçbir deliliniz olmaksızın; “Şia lafzı ve onun Ali ve Ehl-i Beytinin (aleyhim’us- selam) takipçilerine verilmesi Osman zamanında ortaya çıkmıştır ve bu ismi veren de Yahudi Abdullah bin Seba'dır” diye buyurarak büyük bir yanlışlığı düştünüz; oysa ki mesele buyurduğunuz şekilde değildir. Sizin kendi kitap ve tefsirlerinizde yer alan muteber hadislere göre Şia terimi Resulullah (s.a.a)’in kendi zamanında Ali bin Ebi talip (a.s)’ın takipçilerine verilen isimdir.

Şia ismini Hz. Ali (a.s)’ın takipçilerine veren, sizin sözünüzün aksine Resulullah (s.a.a)’in kendi şahsı olmuştur. Bu kelime vahiy sahibinin kendi dilinden cari olmuştur; O Peygamber ki Allah-u Teâla onun hakkında şöyle buyurmuştur:

“O, heva ve hevesten (kendi istek, düşünce ve tutkularına göre) konuşmaz; söyledikleri yalnızca O’na vahy olunan şeyden başka bir şey değildir.”[2]

İşte böyle bir Peygamber’in kendisi Hz. Ali (a.s)’ın taraftar ve takipçilerini, “Şia”, “Naci” ve “Kurtuluşa Erenler” olarak adlandırmıştır.

Hafız: Nerede böyle bir şey var da biz onu şimdiye kadar görmemişiz?

Davetçi: Siz görmemişsiniz veya görmek istememişsiniz veyahut görüp de gerçeği itiraf etmeyi kendi makamınıza uygun görmüyorsunuz veyahut da etba (tabi olan, taraftar...) ve müritlerinizi göz önünde bulunduruyorsunuz.

Ama biz görmüş ve hakkı gizlemeyi de din ve dünyamıza uygun görmüyoruz. Çünkü Allah-u Teâla Kur’ân-ı Kerim’in iki ayetinde hakkı gizleyenlere açıkça lanet etmiş ve onları ateş ehli bilmiştir.

Birincisi; Bakara suresi ayet 159’da şöyle buyurmuştur:

“Şüphesiz apaçık belgelerden (ayetlerden) indirdiklerimizi ve insanlar için kitapta açıkladığımız hidayeti gizlemekte olanlar; işte onlara, hem Allah lanet eder, hem de lanet ediciler lanet eder.”

İkincisi; yine Bakara süresi ayet 174’de şöyle buyurmaktadır:

“Allah’ın indirdiği kitaptan bir şey göz ardı edip saklayanlar ve onunla değeri az (bir karşılığı) satın alanlar; onların karınlarına doldurdukları ateşten başka bir şey değildir. Allah da kıyamet günü onlarla konuşmaz ve onları arındırmaz. Ve onlar için acıklı bir azap vardır.”

Hafız: Ayet-i şerife haktır; elbette kim hakkı gizlerse bu ayetlerin konumu dahilindeki kimse olacaktır. Ama biz şimdiye kadar gizleyecek bir hak tanımadık; elbette her hakkı tanıdıktan sonra onu göz ardı edip saklarsak bu ayetin hükmü bizim de hakkımızda geçerli olacaktır; ümidimiz, hiçbir zaman mezkur ayetlerin hükmüne tabi tutulmamaktır.

Davetçi: Şimdi Allah-u Teâla’nın lütuf ve inayetiyle ve Hatem’ul- Enbiya (s.a.a)’in özel teveccühü ile edebildiğimiz kadar güneşten daha apaçık olan hakkı, örtülü perdenin altından çıkarıp aziz kardeşlerime (mecliste hazır bulunan Ehl-i Tesennün’e işaret) göstereceğim. Ümit ederim ki, zikrettiğimiz her iki ayeti daima gözümüzün önünde bulundurup adet ve taassubun bizlere galip gelmesine ve herhangi bir hakkı gizlemeye sebep olmasına müsaade etmeyiz.

Hafız: Allah şahidim olsun ki, her vakit bir hak bana sabit olursa, cidal etmeyeceğim. Alicenap benimle muaşeret etmediğinden dolayı ahlakımı bilmiyorsunuz; nefsimin isteklerine galip olmak için çok ciddi ve kararlıyım. Her vakit bir konuşmanın karşısında sustuğumu görürseniz, o zaman bilin ki o mevzu hakkında tamamıyla aydın (ikna) olmuşum. Eğer mücadele ve mugalâta için bir yol olsa da cedel etmeyeceğim; eğer cedel etmeye kalkışırsam kesinlikle bu iki ayetin hükmüne dahil.

Şimdi hak olan beyanlarınızı dinlemeğe hazırım; inşaAllah ki, Allah-u Teâla bizi ve sizi hakka hidayet eder.

Davetçi: Hafız Ebu Naim-i İsfehanî Ahmed bin Abdullah ki, ulema-i i’zam, muhaddisin-i fiham ve muhakkikin-i kiramınızdandır; İbn-i Hallakan “Vefeyat’ul- A’yan” kitabında onu şöyle tarif etmiştir: “O, en büyük güvenilir hafızlardan ve en bilgili mühaddislerdendir. Onun on ciltlik “Hilyet’ul- Evliya” kitabı en güzel kitaplardandır.”

Salahuddin Halil bin İpek-i Safdi “Vafi bi’l- Vefeyat” kitabında onun hakkında şöyle diyor: “Tac’ul- muhaddisin hafız Ebu Naim ilim, zühd ve diyanette imamdı; rivayetleri anlamakta, onları nakl etmekte, hıfz ve dirayet gücünde yüce bir makama sahipti. Onun en güzel tasniflerinden biri de on ciltlik “Hilyet’ul- Evliya” kitabıdır; bu kitap sahihayn (Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim)’dan tahriç edilmiştir. Buhari ve Müslim’deki hadislere ilaveten, kendisinin duymuş olduğu birçok diğer hadisleri de nakletmiştir. Muhammed bin Abdullah el-Hatibi de “Rical-i Mişkat’il- Mesabih”de onu şöyle tarif ediyor: “O, güvenilir hadis şeyhlerindendir; onun hadisleriyle amel edilmiş ve sözlerine de başvurulmuştur; o, şanı yüce birisidir; yaşı ise 69’dur.”

Teşeyyü Makamının İzahı Hakkında Ayet ve Rivayetler

Hülasa alim, hafız, muhaddis olan ve alimlerinizin de onunla iftihar ettiği böyle bir kimse kendi senediyle muteber kitabı “Hilyet’ul- Evliya”da İbn-i Abbas’tan şöyle naklediyor: “Beyyine” suresinin şu yedinci ayeti: “İnnellezine âmenu ve amil’us- salihati ulâike hum hayr’ul- beriyyeti cezâuhum...”[3] nazil olduğunda Resulullah (s.a.a) Ali bin Ebi Talib’e hitaben şöyle buyurdu:

“Ya Ali! “Hayr’ül- berriye”den (yaratılmışların en hayırlılarından) maksat sen ve senin şialarındır. Kıyamet günü sen ve şiaların, Allah’ın sizden sizin de Allah’tan razı ve hoşnut olduğunuz halde gelirsiniz.”

Ebu’l- Müeyyid Muvaffak bin Ahmed-i Harezmi “Menakıb” kitabının on yedinci bölümünde, sizin büyük müfessirlerinizden olan Hakim Ebu’l- Kasım Ubeydullah bin Abdullah’il- Haskalani “Şevahid’ut- Tenzil fi Kavaid’il- Tefsir” kitabında Muhammed bin Yusuf-i Genci eş-Şafii “Kifayet’ut- Talib” kitabında, Sibt bin Cevzi “Tezkiret’ul- Havvas’ul- Ümmet-i fi Marifet’il- Eimmeti” kitabında ve Munzir bin Muhammed bin Munzir, özellikle Hakim rivayet etmişler ki (sizin büyük alimlerinizden olan) Hakim Ebu Abdullah Hafız, merfu[4] bir senetle bize haber verdi ki Emir’ul- Muminin Ali bin Ebi Talib’in (kerremellah vechehu) katibi Yezid bin Şerahil O Hazretin şöyle buyurduğunu duydum dedi:

“Hatem’ul- Enbiya (s.a.a) vefat ettiğinde mübarek sırtı göğsüm üzerinde idi, buyurdular ki: “Ya Ali! Allah-u Teâla’nın; “İmam edip salih amellerde bulunanlar, yaratılmış olanların en hayırlılarıdır” buyruğunu duymadın mı? İşte onlar senin şialarındır; benim ve sizin buluşma yeri Kevser havuzunun kenarıdır. Bütün ümmet hesap için toplandıklarında “Ğurren muhaccelin” (el ve abdest azaları nurlu olanlar) diye çağrılırsınız.”

Yine iftihar edilen alimlerinizden olan ve H. Dokuzuncu asırda, sünnet ve cemaat tarikinin müceddidi olarak tanınan Celaluddin-i Süyuti, “Dürr’ül- Mensur fi Kitabillah’i bi’l- Me’sur” tefsirinde zamanın fazıllarından ve büyük alimlerinizin güvendiği kişilerden olup İbn-i Asakir-i Dimaşki[5] ismiyle meşhur olan Ebu’l- Kasım Ali bin Hasan’dan o da Hz. Peygamber (s.a.a)’in büyük ashabından olan Cabir bin Abdullah-i Ensari’den şöyle dediğini naklediyor:

“Resulullah (s.a.a)’in hizmetinde olduğumuz bir sırada Ali bin Ebi Talip (a.s) içeri girdi, derken Hz. Peygamber şöyle buyurdular:

“Canım elinde olana andolsun ki, bu (Hz. Ali’ye işaret) ve şiaları kıyamet günü kurtuluşa erenlerdir.” Bu esnada mezkur ayet (İnnellezine amenu...) nazil oldu.

Yine aynı tefsirde İbn-i Adi’den, (o da) İbn-i Abbas’tan şöyle rivayet etmiştir: “Mezkur ayet nazil olduğunda Resul-ü Ekrem (s.a.a) Emir’ul- Muminin Ali’ye (a.s) şöyle buyurdular:

“Sen ve şiaların kıyamet günü, Allah sizden siz de Allah’tan razı olduğunuz halde gelirsiniz.”

Menakıb-i Harezmi’nin dokuzuncu bölümünde Cabir bin Abdullah’dan şöyle nakledilmiştir:

“Resulullah (s.a.a)’in huzurunda idik. Ali (a.s) bize doğru geldi, Peygamber; “Kardeşim Ali yanınıza geldi.” buyurdular; sonra Kabe’ye doğru yöneldi, Ali’nin elini tutup şöyle buyurdu:

“Canım elinde olana andolsun ki, bu Ali ve şiaları kıyamet günü kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”

Resulullah (s.a.a) daha sonra şöyle buyurdular: “Ali hepinizden daha önce iman getirdi; O, Allah’ın ahdine vefalı olanınız, halkın arasında en adiliniz, en güzel eşit taksim edeniniz ve Allah katında makamı en yüce olanınızdır.”

Bu esnada daha önce zikr olan ayet nazil oldu; artık o zamandan itibaren Ali bir kavmin arasında görüldüğünde, Peygamber’in ashabı; “Yaratılmış olanların en hayırlısı geldi” diyorlardı.

Yine İbn-i Hacer, “Savaik”in on birinci babında sizin büyük fakih ve alimlerinizden olan hafız Cemaluddin Muhammed bin Yusuf-u Zerendi el-Medeni’den nakletmiştir ki, mezkur ayet nazil olduğunda Resulullah-ü Ekrem (s.a.a) Ali’ye (a.s) şöyle buyurdular:

“Ya Ali! Sen ve şiaların Hayr’ul- beriyye’siniz (yaratılanların en hayırlılarısınız); Sen ve şiaların, kıyamet günü Allah sizden, siz de Allah’tan razı olduğunuz halde gelirsiniz; düşmanların ise gazaplı ve (boyunlarına halkalar geçirildiğinden dolayı) başları yukarı kalkık bir halde gelirler.”

Hz. Ali; “Düşmanım kimlerdir?” dediğinde Resulullah (s.a.a); “Senden teberri[6] eden ve sana lanet okuyan kimselerdir.” buyurdular.

Yine sizin muvassak[7] alimlerinizden olan Mir Seyyid Ali Hemedani eş-Şafii “Meveddet’ul- Kubra” kitabında ve mutaassıp İbn-i Hacer “Savaik’ul- Muhrika”da Hz. Peygamberin muhterem zevcesi ve müminlerin annesi Ümmü Seleme’den Hazretin şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir: “Ya Ali! Sen ve ashabın cennettesiniz; sen ve şiaların cennettesiniz.”

Harezm hatiplerinin en üstünü Muvaffak bin Ahmed “Menakıb” kitabının on dokuzuncu bölümünde senediyle Resulullah (s.a.a)’den Hz. Ali (s.a.a)’a şöyle buyurduğunu naklediyor:

“(Senin ümmetim arasındaki meselin (örneğin), Mesih İsa bin Meryem’in meseli (örneği) gibidir. Zira onun kavmi üç fırka oldu: Bir fırka havariler olan müminler, bir fırka Yahudi olan düşmanlar, bir fırka da O cenap hakkında haddi aşan gulat.[8] Ümmetim de senin hakkında üç fırka olacaklar: Bir fırka mümin olan şiaların, bir fırka ahd ve biati bozan düşmanların (Nakisin), bir fırka da sapık olan ve senin hakkında haddi aşan ifratçılar. Ya Ali! Sen ve şiaların cennettesiniz, şialarının dostları da cennettedir; düşmanların ve senin hakkında haddi aşanlar ise cehennem ateşindedir.)

Sohbet buraya vardığında ezan sesi duyuldu, beyler namaz kılmaya kalktılar. Namaz kıldıktan sonra çay içmekle meşgul olunduğu sırada cemaat namazını kılmak için camiye giden sayın seyyid Abdülhay efendi de namazı kılıp geri döndüler ve; “Ev yakın olduğu için bu bir kaç cilt kitabı da kendimle getirdim, bunlar, “Tefsir-i- Süyuti”, “Meveddet’ul- Kurba”, “Müsned-i Ahmed bin Hanbel” ve Menakıb-ı Harezmi’dir” dediler.[9]

Kitaplar açılıp aynı mezkur hadisler ve meseleyi teyit eden diğer bir kaç hadis de okundu. Beylerin rengi değişiyordu, özellikle kendi takipçilerinin yanında mahcup oldukları dikkat çekiyordu. Bu sırada az önce zikredilen hadisi “Meveddet’ul- Kurba” kitabında okudular; üstelik yeni karşılaştıkları diğer iki hadisi de okudular. Rivayet ediliyor ki, Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:

“Ya Ali! Yakın bir zamanda sen ve şiaların, Allah’ın sizden sizin de Allah’tan razı olduğunuz bir halde O’nun huzurunda çıkacaksınız, düşmanların ise öfkeli ve (boyunlarında halkalar olduğundan dolayı) başları yukarı doğru bir halde Allah’ın huzuruna çıkarlar.”

Davetçi: İşte bunlar Kur’ân-ı Kerim ve kendi kitaplarınızda yazılmış olan sağlam hadislerle teyit olan özet olarak naklettiğimiz muhkem delillerdi. Eğer sabaha kadar ezberden ve karşınızda ki bu kitapların yüzünden hedef ve maksadı isbat etmek istesem, Allah’ın yardımıyla buna kadirim. Sanıyorum yanlışlıkların giderilmesi için örnek olarak naklettiğimiz bunca rivayet yeterli olsa gerek. Beyler artık bundan sonra düşmanların saçma sapan sözlerini ağzınıza almayın. Hariciler, Nasibiler ve Emvilerin uydurdukları sözlere uyarak her şeyden habersiz avam halka; “Şia lafzını vazeden (çıkaran) Yahudi Abdullah bin Seba’dır” diyerek meseleyi yanlış olarak onlara aktarmayın.

Muhterem beyler, biz şialar Yahudi değiliz; biz Muhammedi’yiz. “Şia” lafzını Hz. Ali (a.s)’ın takipçilerine veren de mel’un Abdullah bin Seba değildir; Resulullah (s.a.a)’in kendi şahsıdır. Biz Abdullah bin Seba’yı münafık ve mel’un bir kimse biliyoruz; delil ve burhansız da hiçbir fert veya gruba uymayız.

Şia lafzı Hz. Ali (a.s)’ın takipçilerine, sizin dediğiniz gibi Osman’ın zamanında söylenmedi; Resulullah (s.a.a)’in kendi zamanında O Hazretin has sahabesine “Şia” söylüyorlardı. Nitekim Hafız Ebu Hatem-i Razi, alimler arasında mütedavil (kullanılan) lafızların tefsirinde yazdığı “Ez-Ziynet” kitabında şöyle yazıyor: “İslam’da Resulullah’ın kendi zamanında ortaya çıkan ilk isim “Şia” ismidir. Ashabdan dört kişi “Şia” lakabıyla çağırılıyorlardı:

1- Ebuzer-i Gifari

2- Selman-ı Farisî

3- Mikdad bin Esved-i Kendi

4- Ammar bin Yasır.

Beyler düşünün, eğer bu terim bidat olsaydı, Peygamber’in zamanında Hazretin özel ashabından olan dört kişiyi “Şia” lakabıyla çağırmaları ve Hz. Peygamber’in de bu kelimenin bidat olduğunu bilip onları menetmemesi mümkün müdür?

Binaenaleyh onların, Ali şialarının kurtuluş ehli olduğunu Hz. Peygamber’in bizzat kendisinden duymuş oldukları anlaşılmaktadır. İşte bundan dolayı böyle bir makamla iftihar ediyorlardı ve ashap açıkça onları Şia ismiyle çağırıyordu.

Selman, Ebuzer, Mikdad ve Ammar’ın Makamı

Bunlara ilave siz, Hz. Peygamber’in ashabının amelini hüccet biliyorsunuz ve O Hazretten şöyle bir hadis naklediyorsunuz:

“Şüphesiz ashabım yıldızlar gibidir, hangisine iktida ederseniz (uyarsanız) hidayet olursunuz.”

Ebu’l- Fida, kendi tarihinde; “Peygamber (s.a.a)’in ashabından olan bu dört kişi “Sakife-i Beni Saide”de Ali’yle birlikte Ebu Bekir’e biat etmekten kaçındılar.” diye yazmamış mıdır? Öyleyse neden onların amelini ve biatten kaçınmalarını hüccet bilmiyorsunuz? Oysa ki kendi alimleriniz onların Allah’ın ve Peygamber’in dostu olduklarını yazmışlardır. Biz de Hz. Ali’nin takipçileri olarak onlara uyuyoruz ve kendi hadisinizin hükmüyle doğru yolu bulmuş oluyoruz.

Beylerin müsaadesiyle vaktimizi göz önünde bulundurarak sizlere birkaç hadis nakletmek istiyorum:

Hafız Ebu Naim-i İsfehani “Hilyet’ul- Evliya”da (c.1, s. 172’de) ve İbn-i Hacer-i Mekki “Savaik’ul- Muhrike”de Hz. Ali (a.s)’ın faziletleri hakkındaki kırk hadisin beşinci hadisinde Tirmizi’den ve Hakim de Bureyde’den Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:

“Allah-u Teala dört kişiyi sevmeyi bana emretmiştir ve onları sevdiğini de bana bildirmiştir.”

Ya Resulellah! O dört kişi kimlerdir? dediklerinde; “Ali bin Ebi Talip Ebuzer, Mikdad ve Selman’dır” buyurdular.

İbn-i Hacer 33. hadiste Tirmizi’den ve Hakim Enes bin Malik’ten Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:

“Cennet üç kişiye özlem duymaktadır: Ali, Ammar ve Selman.”

Acaba Allah’ın, Peygamber’in ve cennet ehlinin mahbubu olan Resulullah’ın has ashabının amel ve tavırları senet değil midir; Müslümanların onları kabul edecek ve onlara önem verecek derecede hücciyetleri yok mudur? Acaba sizin görüşünüzde sadece “Sakife” oyunuyla muvafakat eden bazı grupların ashap sayılması ve Resulullah (s.a.a)’in Sakife ehlinin niyetlerine muhalefet eden diğer tertemiz sahabesinin itibar derecesinden düşüp etkisiz kalması utanç verici değil midir?

Binaenaleyh naklettiğiniz hadisi mutlak bir şekilde söylemeseydiniz bu çıkmaza düşmemeniz ve bizi de hidayet dairesinden çıkarmamanız için; “Ashabımdan bazısı yıldızlar gibidir.” demiş olsaydınız daha iyi olurdu.

İranlıların Hulefa, Diyaleme, Gazan Han ve

Ama “Şia mezhebi siyasi bir mezheptir, Mecusi İranlılar siyasette Arapların sultası ve saltanatından kaçmak için onu kabul etmişlerdir” sözünüze gelince; teveccüh ve dikkat etmeksiniz atalarınıza uyarak onların yanlış sözlerini beyan ettiniz. Çünkü önceden Şia’nın İslami bir mezhep olduğunu ve Hatem’ul- Enbiya (s.a.a)’in Allah’ın emriyle ümmetin önüne bıraktığı bir yol olduğunu sabit ettik. Biz O Hazretin emrine göre Emir’ul- Muminin Hz. Ali ve tertemiz Ehl-i Beyti’ne(selamullah-i aleyhim ecmain) uyuruz, bize verilen düstura uygun amel ediyoruz ve kendimizi hak bildiğimizden naci ( kurtuluşa eren) olduğumuza inanıyoruz.

Resulullah (s.a.a)’in en küçük bir düsturu olmaksızın Sakife komplosunu düzenleyenler politikacı kimselerdi; Hz. Peygamber’in (s.a.a) düsturu gereğince her şeyden tertemiz Ehl-i Beyt’e uyan kimseler değildi. Çünkü Ehl-i Beyt’e uymak için O Hazretin bizzat kendisinden düsturlar vardır ve sizin güvenilir kitaplarınızda da zikr olunmuştur. Ama Sakife ve Sakife ehline uymak hususunda kesinlikle hiçbir düstur ( O Hazret tarafından) sadır olamamıştır.

İranlıların, Emir’ul- Muminin Ali ve mutahhar Ehl-i Beyti’nin velayet makamlarına teveccüh etmelerine gelince, Ehl-i Sünnet’ten olan beyler, inat ve taassup üzere veya düşünmeden ve hiçbir tahkikte bulunmadan halefen an selef (geçmiş atalarının adetine uyarak) hüküm vermişlerdir.

Böylece Ehl-i Sünnet’le muaşeret eden ve (sadece) onların kitaplarına bakan diğer yazarlar da yanlışlığa kapılmışlardır. Şöyle meşhur bir ata sözü vardır: “Tek başlarına hakimin yanına gidip sevinçle döndüler.” Bunlar İranlıların, siyaset gereği hak olan Şia mezhebini seçtiklerini sanmışlardır.

Gerçekten İranlıların Emir’ul- Muminin Ali’ye ve O Hazretin Ehl-i Beyti’ne olan ilgi ve sevgilerinin asıl nedenini, adet ve taassuptan uzak durarak öğrenmek istememişlerdir veya derin bir şekilde düşünüp dikkat etmemişlerdir. Eğer birazcık düşünüp dikkat etseydiler; hakikate çabuk ulaşırlardı; eğer bir kimse veya bir toplum bir işi siyaset gereği yapmış olursa, o iş geçicidir; netice alıp hedefe ulaştıktan sonra geldikleri aynı yoldan geri dönerler; artık bin yıl o akide üzerinde sabit kalmaz ve o yol uğruda canlarını vermez, Şia sancağını kanlarıyla korumaz ve la ilahe illallah Muhammed’un Resulullahdan sonra “Aliyyen veliyyullahkelimesini söyleyerek iftihar etmezler.

Şimdi beylerin müsaadesiyle tarihin aydınlığa kavuşması için, onların siyaset icabı kendilerini Şia göstermediklerini, hakikat, delil, burhan ve kalpten kaynaklanan sevgi üzere hak olan Şia mezhebini seçip kabul ettiklerini bilmeniz için, bütün milletler arasında İranlıların Hz. Ali’ye ve mutahhar Ehl-i Beytine olan sevgilerinin asıl sebebini kısaca huzurunuza arz ediyorum:

Evvela İranlıların akıl ve zekaları; cehalet, adet ve taassubun onlara mani olmamasını, aynı zamanda hak ve hakikati çabuk idrak edip canı gönülle onu kabullenmelerini gerekli bilmiştir. Nitekim Müslüman Arapların eliyle İran’ın feth edilmesinden sonra Müslümanların onlara tanıdıkları tam bir özgürlükle mukaddes İslam dinini kabul etmelerinde hiçbir icbar ve zorlama olmaksızın Müslümanlarla muaşeret eder etmez dakik bir araştırma ile İslam’ın hak olduğunu anlayıp kaç bin yıllık ateş perestlik ve Mecusiyet dininin batıl olduğunu teşhis ederek tam bir istekle, iki tanrıya (Ehrimen ve Yezdan) olan inançtan yüz çevirip İslam dinini kabul ettiler.

Böylece hakkaniyeti sabit eden delilleri Şia mezhebinde yani Hz. Ali (a.s)’ı takip etmekte görünce akıl ve bilgi üzere ona uydular.

Buyruğunuzun ve dar düşünceli yazarlardan çoğunun iddialarının hilafına, İranlıların velayet makamına olan bağlılıkları ve onların Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s)’a olan sevgileri Harun ve Memun’un hilafeti döneminde olmamıştır; bu sevgi Resulullah (s.a.a)’in bizzat kendi zamanında insanların kalbine yerleşmiştir. Çünkü her İranlı Medine’ye gelip Müslüman olduğunda sahip oldukları özel bilinç ve zekiliklerinden dolayı hak ve hakikati Hz. Ali (a.s)’da görüyorlardı. İşte bunun için Resulullah’ın emir ve kılavuzluğuyla O Hazretin velayetinin sağlam ipine sarılıyorlardı.

İmanın bütün derecelerine sahip olan Selman onların başında yer almıştı; her iki fırkanın naklettiğine göre Resulullah (s.a.a) onun hakkında şöyle buyurmuştur: “Selman biz Ehl-i Beyt’tendir.”

İlk evvelden “Selman-ı Muhammedi” lakabıyla meşhur oldu. İşte bu Selman halis şialardan, O Hazretin velayetine ilgi gösterenlerden ve Sakife olayına karşı ciddi bir şekilde muhalif olanlardandı; kendi kitaplarınızda nakl olan hadisin hükmü gereğince ona uymak hidayet yoluna tabi olmaktır.

Selman-ı Farisî’nin öyle halis Şia olmasının sebebi, Hz. Ali’nin hakkındaki duyduğu ayet ve Resulullah’ın sözlerinden dolayı idi. Çünkü defalarca Resulullah (s.a.a)’den şöyle buyurduğunu duyuyordu:

“Ali’ye itaat eden bana itaat etmiştir; bana itaat eden Allah’a itaat etmiştir; Ali’ye muhalefet eden bana muhalefet etmiştir; bana muhalefet eden Allah’a muhalefet etmiştir.”

Resulullah (s.a.a)’in zamanında ve O’ndan sonraki zamanlarda Medine’ye gidip Müslüman olan her İranlı O Hazretin itaat ve safında yer alıyordu.

Bundan dolayı ikinci halife çok sinirlenip onlar için bazı sınırlar koydu. İşte bu sınır ve baskılar, onların kalbinde bazı adavet ve kinler doğurdu ve halifenin Resulullah’ın düstur ve davranışına aykırı olarak onları kovmasından ve İslami haklardan men etmesinden dolayı çok üzüldüler.

Bunlara ilave olarak, her şeyden daha fazla İranlıları, Hz. Ali (a.s) ve Ehl-i Beyti’nin mukaddes makamına yönlendiren, O Hazretin hakkında genişçe tahkik yapmalarına ve gönüllerinde ona karşı muhabbet beslemelerine sebep olan şey, Emir’ul- Muminin Hz. Ali ((a.s)’ın İranlı esir şehzâdeleri savunup koruması olmuştur.

Medain (Tisfun) esirlerini Medine’ye getirdiklerinde ikinci halife, esir olan bütün kadınları Müslümanlara cariye olarak verilmesini emretti, Emir’ul- Muminin Ali (a.s) bu işe mani olup şöyle buyurdu:

“Şehzâdeler müstesna (ayrıcalıklı) ve muhteremdirler, İran şahı Yezdgerd’in iki kızı esirler arasındadır, onlar cariye verilmez.”

İkinci halife; “Öyleyse ne yapılması gerekir? dediğinde Hz. Ali buyurdular ki:

“Emret ayağa kalksınlar ve Müslümanlardan istedikleri şahsı, özgür olarak kendilerine eş kabul etsinler.”

İşte Hz. Ali’nin tavsiyesi üzerine kalkıp sahabeleri gözden geçirdiler, “Şah-ı Zenan” Hazretin elinin altında terbiye gören ve eğitilen Muhammed bin Ebu Bekir’i seçti; “Şehribanu” da Resulullah’ın torunu İmam Hüseyin (a.s)’ı seçti; bunlar şer’i bir nikahla onların evine gittiler.

Allah-u Teala, Şah-ı Zenan’dan Muhammed’e bir evlat verdi (İmam Cafer Sadık’ın annesi olan Ümmü Ferve’nin babası Kasım-ı Fakihi); Şehribanu’dan da İmam Zeyn’ül- Abidin’i İmam Hüseyin’e bağışladı.

Bu haber ve Hz. Ali (a.s)’ın şehzâdeleri koruması meselesi İranlılara ulaştığında, O Hazrete özel bir ilgi duydular; duydukları bu ilgi O’nun hakkında derin bir şekilde tahkik yapmalarına sebep oldu.

Özellikle İran Müslümanların eliyle feth edildikten sonra Müslümanlarla yakından temasta bulunmaları sonucu O Hazretin velayet, imamet ve hilafet makamını, ispat edici delillerle öğrenmiş oldular ve kalpten O’na bağlandılar. Mani ve engeller ortadan kalktığında, durumlar müsait olduğunda, kendi inanç ve akidelerini açıkça söyleyip mezheplerini aşikar ettiler.

Binaenaleyh akidenin ortaya çıkışı ve mezhep özgürlüğü, Harun ve Memun’un zamanı ve Safevilerin saltanat dönemiyle hiçbir ilişkisi yoktur. Safevilerin saltanat döneminden yedi yüz yıl önce, hak olan Şia mezhebi İran’da zuhur etmiştir; yani hicri dördüncü asırda, İran’da yönetim Diyaleme-i Âl-i Buye’ye devredildiğinde, o bu hakikatin üzerinden perdeyi kaldırdı, böylece İranlılar tam bir özgürlüğe kavuştu ve kalplerinde saklı olan mezhebi aşikar ettiler.

Moğolların Döneminde Şia’nın Zuhuru

 Hicri 694’te İran’ın saltanatı (islami ismi Mahmut olan) Ğazanhan Moğol’a ulaştı. Ehl-i Beyte özel bir ilgi duyduğundan dolayı Şia mezhebi onun zamanında daha da yaygınlaştı. Onun vefatından sonra da H. 707’de saltanat Ğazanhan’ın kardeşi Ciyatu’ya (yani Muhammet şah Hudabende’e) geçti.

Allame-i Hilli’nin Kad’ıl- Kuzatla Münazarası

Alim ve tarihçi Şafii el-Hemedani’nin nakl ettiğine göre, şahinşahi sarayında şahın kendi huzurunda, o zamanda Şia alimlerinin iftiharlarından ve asrın dahilerinden olan “cemal’ül- milleti ve’d- din, allame-i kebir Hasan bin Yusuf bin Ali bin Mutahhar-i Hilli” ile Ehl-i Sünnet’in en büyük alimlerinden olan “Hace Nizamuddin Abdulmelik-i Merağe-i Kad’ıl- kuzat[10] eş-Şafii” arasında bir takım tartışmalar gerçekleşti.

O mecliste imamet meselesi söz konusu edildi. Cenab-ı Allame-i Hilli açık ve kesin delillerle Emir’ul- Muminin Ali (a.s)’ın Resulullah (s.a.a)’den sonraki hilafet ve imametini öyle bir şekilde sabit etti ve diğer kimselerin iddiasının batıllığını öyle bir şekilde ortaya koydu ki, artık mecliste hazır bulunanlar için şüphe edecek hiçbir yol bırakmadı; Hatta Hace Nizamuddin’in kendisi bile; “Sayın Allame’nin delili pek açık ve güçlüdür, ama atalarımız bir yolu tutup gitmişlerdir, biz de avam halkı susturmak ve İslam kelimesinin tefrikasının önünü almak (birliğin bozulmaması) için o yolu takip etmemiz ve sırları açığa vurmamamız gerekir” dedi.

Bu sırada şahinşah’ın taassubu olmadığından ve her iki tarafın delillerini de iyice dinlediğinden dolayı münazara sona erdikten sonra Şia’nın hakikati ortaya çıkınca hak olan İmamiyye (Şia) mezhebini seçti ve bu mezhebin serbestliğini İran’ın bütün şehirlerine ilan etti.

İşte o meclisten bütün vilayetlerin hakim ve valilerine, bütün mescid ve camilerde Emir’ul- Muminin Hz. Ali ve diğer İmamların ismiyle hutbe okumalarını ilan etti ve dinarların (paraların) üzerine üç satırda; “La ilâhe illallah Muhammed resulullah Aliyyen veliyyullah” kelimesinin yazılmasını emretti.

Şahin şah, sayın Allame-i Hilli’yi “Hille” şehrinden bir takım meselelerin çözümü için çağırtmıştı. (İşte bundan dolayı o toplantıda münazaralar yapılarak Şia’nın hakikati ortaya çıkmış oldu.) Şahin şah Allame-i Hilli’yi kendi yanında tuttu ve onun için özel bir medrese ayarladı; derken talebeler o cenabın etrafını sardılar. Açıkça yapılan tebliğler sonucu gerçekler ortaya çıktı ve her şeyden habersiz olan kimseler, hak olan İmamiyye (Şia) yolunun hakikatini anlamış oldular. Böylece velayetin ışık saçan güneşi takıyye[11] bulutunun altından dışarı çıktı. İşte o zamandan itibaren hak olan Şia mezhebi , güneş gibi cehalet bulutunun altından ortaya çıkmış oldu.

Yaklaşık yedi yüz yıldan sonra Safevilerin güçlü sultanlarının desteğiyle ve o zamanın kamil tebliğleriyle kara bulutlar tamamiyle dağılıp velayet ve imamet güneşi dünyaya ışınlarını saçtı.

Her ne kadar İranlılar bir gün Mecus (ateşe tapan) ve iki tanrıya (Yezdan ve Ehrimen’e) inanıyor idilerse de Müslümanların mantığa uygun delil ve burhanlarını duyar duymaz onu canı gönülden kabul ettiler; şimdiye kadar da tam bir samimiyetle İslami akidelerinin üzerinde sabittirler.

Eğer İranlıların arasında mecus olan, (inanç açısından) bir yere bağlı olmayan veya gulatlar silsilesine girip Ali’yi (a.s) kendi makamından uluhiyet derecesine yükselten, onu halik ve razık bilen (yaratan ve rızk veren) veyahut hulul,[12] ittihat ve vahdet-i vücuda[13] inanlar olursa onların İranlıların temiz kalpli toplumuyla hiçbir ilişkisi yoktur. Her kavim ve toplumda bu çeşit düşüncesiz ve akılsız kimseler bulunmaktadır. Ama İran’ın necip ve bilgin halkının ekseriyeti Allah-u Teâla’nın vahdaniyeti, Hatem’ul- Enbiyanın nübüvvet ve Emir’ul- Muminin Hz. Ali ve on bir evladını Hz. Peygamber’in emri gereğince imamete seçildikleri hususunda sabit ve doğru bir iman ve akideye sahiptirler.

Hafız: Hicazi, Mekki ve Medeni olan sizin gibi bir kimsenin, İran’da bir müddet kalmakla onları o kadar desteklemeniz ve onları Ali’nin (kerremellah’u vechehu) takipçileri bilmeniz gerçekten de şaşırılacak bir şeydir. Oysa ki, Ali Allah’ın kulu, O’nun emrine uyan ve O’na itaat eden birisi idi. Fakat İranlı şiaların hepsi Ali’yi Allah biliyorlar, onu Allah’tan ayrı bilmiyorlar. Kendi şiirlerinde de nazil bemenzile-i Hak[14] ve hatta Hakk (Allah)’ın aynısı biliyorlar.

Nitekim onların divan ve cep defterlerinde bu çeşit küfriyat görülmektedir. İranlı Şii alimler Ali’nin (kerremellah vechehu) dilinden bu çeşit şiirleri nakletmekteler (kesinlikle Ali’nin kendisi böyle bir inançtan beridir)...

Davetçi: Size taaccüp edilmelidir ki araştırmaksızın İranlı bütün şiaları guluv (mübalağa) eden ve Ali perest biliyorsunuz. Bu sözlerle meseleyi, her şeyden habersiz Sünni kardeşlerimize yanlış aktarıyor, iki kardeşin birbirlerini öldürmesine sebep oluyorsunuz. Bu çeşit sözler Afganistan, Hindistan, Özbekistan, Tacikistan ve diğer yerlerde Şiilerin öldürülüp kanlarının akıtılmasına yol açmıştır.

Özbekistan ve Türkistan Müslümanları, şialar Ali perest, müşrik, kafir ve öldürülmeleri farzdır diyen alimlerinin kışkırtmaları sonucu ne kadar Müslümanların kanını döküp tarih sayfasını lekelediler.

 Ehl-i Sünnet’in her şeyden habersiz zavallı halkı sizin gibi alimlerin önderliğiyle İranlı Müslümanlara adavet, şirk, küfr ve irtidat gözüyle bakıyorlar.

Geçmiş zamanlarda Türkmenler Horasan yolunda, kafirdirler diyerek İranlıların önlerini kesip mallarını yağmalıyor, öldürüyor ve şöyle diyorlardı: “Kim yedi tane Rafızî ( Şia’yı) öldürürse, cennet ona farz olur!”

Kesinlikle bilin ki, bu amellerin ve bu katliamların sorumlusu, şialar Ali perest, müşrik ve kafirdir diyen sizin gibi alimlerdir. Her şeyden habersiz saf ve avam Sünniler de bu çeşit sözleri kabul edip sevap kastıyla bu çeşit amellere teşebbüs ediyorlar.

İslam Her Çeşit Irkçılığı Ortadan Kaldırdı

İlk önce buyurduğunuz sözün cevabını vereyim sonra asıl konuya geçelim. “Siz Hicazi, Mekki ve Medeni olduğunuz halde niçin İranlıları savunuyorsunuz?” diye buyurduğunuz söze gelince; şu açıktır ki Mekki, Medeni ve Muhammedi olmak iftiharımdır; fakat cehalet ve akılsızlıktan kaynaklanan ırkçılık taassubu kesinlikle bende yoktur. Çünkü yüce ceddim Hatem’ul- Enbiya (s.a.a) her milletin kavmiyet ve vatan sevgisini göz önünde bulundurmasına rağmen, “Vatan sevgisi imandandır.” cümlesini buyurmakla her kavim ve millete vatan sevgisini emretmiştir.

Resulullah (s.a.a)’in, insanların birliği ve onlardan her çeşit anlamsız düşünceleri gidermek yolunda attığı en büyük adımlardan biri de; ırkçılık ve cahilane taassupları tamamiyle ortadan kaldırmasıydı. Yüksek bir sesle bütün insanların dikkatini buyurduğu şu söze celbetti:

Arab’ın Aceme, Acemin Arab’a, beyazın zenciye, zencinin de beyaza ilim ve takvadan başka hiçbir üstünlüğü yoktur.”

Yine Resulullah (s.a.a), alim ve takvalı kimselerin meseleyi yanlış anlayıp buyruğundan senet ittihaz etmemeleri, tevazu ve alçak gönüllülükten uzaklaşıp başkalarına karşı kibir ve bencillik göstermemeleri için şöyle buyurdu:

“Arap’tan olmam iftihar değildir; Adem evlatlarının seyyidi (efendisi) olmam da iftihar değildir.”

Mezkur cümlenin özet olarak manası şudur ki Arap ve Adem evlatlarının efendisi olmama rağmen bu makam ve soyla başkalarına karşı övünmüyorum. Peygamber (s.a.a)’in iftiharı sadece Allah’ın itaatkar kulu olmasıdır. Allah’a yalvarıp yakardığında şöyle arz ediyordu:

“Allah’ım! Sana kul olmam bana iftihar olarak yeter.”

Allah-u Teâla Hucurat Süresi 13. ayette şöyle buyurmuştur:

“ Ey insanlar! Gerçekten biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler halinde kıldık. Hiç şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız takvaca en ileride olanınızdır.”

Görüldüğü gibi Allah-u Teâla fazilet üstünlük ve yüceliği takvada kılmıştır. Yine Hucurat Suresinin 10. ayetinde şöyle buyurmuştur:

“Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin.”

Beyaz, siyah, sarı ve kızıl derili soyundan olan köylü, şehirli, Afrikalı, Asyalı, Avrupalı ve Amerikalı olan bütün insanlar, İslam sancağı ve “La ilahe illallah Muhammed Resulullah” kelimesi altında birbiriyle kardeştirler ve hiç birisinin başka birisinden (takva hariç) üstünlüğü yoktur.

İslam’ın yüce önderi Hatem’ul- Enbiya (s.a.a) de Acemden olan Selman-i Farisî’yi, Rum’dan olan Sühayb-i Rumi’yi ve Habeşe’den olan zenci Bilal’ı muhabbet ve sevgiyle kabul etmeyi amelen açıkça göstermiştir.

Ama Arapların en iyi ırkından ve şerif soydan olan amcası Ebu Leheb’i kendisinden uzaklaştırdı ve onun hakkında bir süre bile nazil oldu ve açıkça şöyle buyurdu:

“Ebu Leheb’in iki eli kurusun ve kurudu da...”

Bütün Bozgunculuk ve Savaşlar Irkçılık Nedeniyledir

Bütün fitne, fesat, savaş ve çekişmeler, ırk ile övünmelerden ve cahilane taassuplardan dolayıdır. Almanlar diyorlar ki; Ari’n ve Cirmin ırkı bütün ırklardan üstündür. Japonlar diyorlar ki; efendilik hakkı sarı derili olan ırkındır. Avrupalılar da diyorlar ki; beyaz derili olanlar herkesten büyük ve üstündürler. Uygar Amerika’da zenciler toplumsal haklardan mahrumdurlar; hatta beyazların, kahve, sinema ve misafirhanelerine girmeye hakları yoktur. Bir Hıristiyan zencinin beyazlıların kilisesine girmeye hakkı yoktur.

Şaşırılacak şey şu ki, mabette de bir seviyede oturmaya hakları yoktur. Zencilerin bilgin ve alimleri beyaz derili bilginlerin toplantılarına katılmış olurlarsa, meclisin arka kısmında oturmaları gerekir. Beyaz derililerin karşısında ilimlerini izhar etmemelidirler. Zenci ihtiyar bir bilgin, beyaz derili gencin karşısında saygı gösterip teslim olmalıdır. Beyaz derili öğrenciler, zencileri okullarına bırakmıyorlar; hatta tirenin vagonlarının arasında zenci birisi kalmış da olsa onun, beyaz derililerin boş olan vagonlarına geçme hakkı yoktur.

Velhasıl Amerika’daki zenciler (onların özgürlüğü için onca yapılan çabaya rağmen hayvanların sırasında sayılıyorlar; beyaz derililer gibi gelişen araçlardan yararlanmaya hakları yoktur.[15]

Ama mukaddes İslam dini saçma ve hurafe bütün akideleri, bin dört yüz yıl önce ortadan kaldırmıştır ve bütün Müslümanlar, hangi ırk ve kabilden olursa olsunlar eşittirler buyurmuştur.

Avrupalı, Asyalı, Afrikalı Müslümanlar birbirlerine karşı muhabbetli olup adaletli davranmalıdırlar; dünyanın neresinde olursa olsunlar, daima birbirlerine yardımcı ve dert ortağı olmalıdırlar. İslam Mekkeli, Medineli ve Hicazlı Müslümanlar ile diğer memleketlerin Müslümanları arasında hiçbir fark koymamıştır.

Binaenaleyh soyum Hicazi, Kureyşi, Haşimi ve Muhammedi olduğundan dolayı hakkı gizlemem ve boş hayaller üzere onu çiğnemem doğru değildir. Kesinlikle sahte Hicazi’leri merdut sayıyor ve İranlı Müslümanları ise seviyorum.

Biz içe ve duruma bakıyoruz;

Dışa ve söze değil.

Üstelik siz İranlı gulatları hiçbir deliliniz olmaksınız tertemiz, muvahhid ve halis şialarla karıştırdınız.

Gulat’ın Akaidi, Onların Kınanılması ve Abdullah Bin Sebe’nin Lanetlenmesi

Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s)’ın bütün şiaları, Allah-u Teala’nın seçkin kullarıdır. Yine Allah-u Subhanehu ve Teâla’ya ve O’nun kulu ve resulü olan Muhammed (s.a.a)’e itaat eden ve Ali bin Ebi Talip (a.s) hakkında Hz. Peygamber’in buyurduğundan başka bir şey söylemeyen kimselerdir. Bizler Hz. Ali’yi Allah’ın salih kulu ve Resulullah’ın da vasisi ve halifesi biliyoruz.

Biz, bu akideden başka bir akideye sahip olan kimseyi kendimizden uzak sayıyor, onu merdut biliyoruz. Örneğin: “Sabaiyye, Hatabiyye, Ğarabiyye, Ulyaviyye, Muhammese, Buzeyğiyye ve İran’ın bazı köy ve şehirlerinde, Musul ve Suriye’de Ehl-i Hak adıyla dağılmış olan... bazı gulat gruplar da vardır.

Bütün şialar bu inançtadırlar, onları kafir, mürtet ve necis biliyorlar; Şia müçtehitleri tüm fıkıh ve “İlm-i hal” kitaplarında Gulat’ı kafirler sırasında zikrediyorlar; çünkü onlar sayısızca bozuk inançlara sahiptirler. Örneğin diyorlar ki: “Ruhani şeyin, cismani halde zuhur etmesi muhal değildir. Nitekim Cebrail “Dehye-i Kelbi” şeklinde Hz. Peygamber’e zahir oluyordu; Hakkın (Allah’ın) hikmeti hekimanesi, zat-ı akdesin beşer şeklinde aşikar olmasını gerektirdi. Bundan dolayı Hz. Ali şeklinde zahir oldu!”

İşte bu yüzden Hz. Ali (a.s)’ın makamını, Hz. Peygamber (s.a.a)’in mukaddes makamından daha yüce biliyorlar. Hz. Ali (a.s)’ın kendi zamanından itibaren, ins-u cin şeytanlarının aldatmasıyla bir grup insanlar bu akideye sahip olmuşlardır. Hz. Ali (a.s)’ın kendisi, Hindistan ve Sudan’dan gelen ve O Hazretin ilahlığını iddia eden bir grup insanlara hayli nasihat etti, bu nasihatlerin bir fayda vermediğini görünce, onların dumanlı kuyularda (tarih kitaplarında kaydedildiği şekilde) öldürülmelerini emretti.

Nitekim bu olayın izahı, “Bihar’ul- Envar” kitabının yedinci cildinde etraflıca zikredilmiştir. Emir’ul- Muminin Hz. Ali ve diğer masum İmamlar (Allah’ın selamı onların üzerine olsun), olara lanet edip kendilerinden uzaklaştırmışlar ve onlardan teberri etmişlerdir.

Yine bizim muteber kitaplarımızda mevlamız Emir’ul- Muminin Ali (a.s)’dan şöyle dua ettiği naklolunmuştur:

“Allah’ım! İsa bin Meryem’in Nesara (Hıristiyanlar)’dan teberri ettiği gibi ben de gulattan beriyim. Allah’ım! Onları daima hor ve zelil kıl ve hiçbirine yardım da bulunma.”

Diğer bir rivayette de Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur:

Hakkımda iki grup insanlar helak olacaktır; oysaki bunda benim hiçbir günahım yoktur): Sevgide haddini aşanlar (yani ifrat ve guluv edenler) ve sevmeyip de geri kalanlar( yani düşman olanlar). Biz, hakkımızda haddimizi aşacak derecede guluv (mübalağa) eden kimselerden, İsa bin Meryem’in Nasranilerden teberri ettiği gibi teberri ediyor ve Allah’a sığınıyoruz.”

Hz. Ali (a.s) yine buyurmuştur ki:

Hakkımda iki grup insan helak olacaktır: Guluv ederek seven ve buğzederek düşmanlık yapan.”

İşte bu yüzden on iki İmam şiaları, Emir’ul- Muminin Ali (a.s) ve mutahhar Ehl-i Beyti hakkında nazm[16] ve nesir[17] olarak guluv eden, onları Allah ve Resulünün belirlediği makamın dışına çıkaran ve ubudiyet makamından rububiyyet makamına yükselten kimselerden teberri ediyorlar. Böyle bir akideye sahip olan kimseler bizden değillerdir; onlar Gulat ve melunlardandırlar.

Sizler Şia topluluğunu onlardan ayrı bilmelisiniz. Çünkü İmamiyye alimleri, Gulat’ın kafir ve necis olmalarına icma etmişlerdir. Eğer Şia fakihlerinin “Cevahir’ul- Kelam”, “Mesalik” ve diğer kitaplarına, merhum ayetullah Yezdi’nin (kuddise sirruh) “Urvet’ul- Vuska” ve Ayetullah’il- uzma İsfehani’nin ( mudde zılluhu’l- ali) “Vesilet’un- Necat” adlı risalelerine (kitaplarına) müracaat edersiniz, Taharet, Zekat, Nikah ve İrs bablarında müçtehitlerimizin onların kafir ve necis olduklarına dair fetvalarını görürsünüz. Bütün müçtehitlerimiz, onların gusül ve defninde müdahale etmenin, onlarla evlenmenin, Müslüman’ın miras hakkının ve hatta sadaka ve zekatın onlara verilmesinin câiz olmadığına bir fetva vermişlerdir.

Kurtuluş ehli olan Şia fırkası, kelam ve akaid kitaplarında, bu fasit ve kafir fırkadan teberri etmenin her müslümana, özellikle akideleri halis olan şialara farz ve gerekli olduğu geniş bir şekilde delillerle açıklanmıştır.

Gulat’ın reddinde yeteri kadar ayet ve hadis mevcuttur; biz onlardan bazısına deyiniyoruz.

Allah-u Teala, Mâide suresinin 77. ayetinde açıkça şöyle buyuruyor:

“De ki: Ey kitap ehli, haksız yere dininiz konusunda (İsa’yı nübüvvet makamından ilahlık makamına çıkararak) guluv etmeyin (aşırı gitmeyin) ve daha önce sağmış, birçoğunu saptırmış ve dümdüz yoldan kaymış bir topluluğun (Hıristiyan önderlerinin) heva ve heveslerine( istek ve tutkularına) uymayın.”

Merhum Allame Meclisi ( kuddise sirruh) Şia’nın ilim ansiklopedisi olan “Bihar’ul- Envar” kitabının 30. cildinde onlar (gulat)’ın kınanması ve risalet ailesinin onların iddia ettiği şeyden uzak olmaları hususunda çok rivayetler nakletmiştir. Örneğin İmam Cafer Sadık (a.s)’dan şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

Bu hadisin manası özet olarak şöyledir:

“Biz, Allah-u Teâla’nın bizi yarattığı ve seçtiği kullarız... Biz mutlaka öleceğiz, durdurulup sorgulanacağız (biz de sizin gibi beşeriz). Gulat’ı seven bize buğzetmiştir; onlara buğzeden bizi sevmiştir. Kafir ve Müfevvize[18] olan gulat, müşriktirler; Allah Gulat’a lanet etsin”.

Yine Şia’nın büyük önderi olan İmam Cafer Sadık (a.s)’dan şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:

“Allah, Abdullah bin Seba’ya lanet etsin; o Emir’ul- Muminin Ali (a.s) hakkında rububiyyet (ilâhçılık) iddiası etti. Allah’a andolsun ki Emir’ul- Muminin Ali (a.s), Allah’ın itaat eden kullu idi. Bize yalan söyleyen kullara yazıklar olsun. Bazı kimseler, söylemediğimiz şeyi bizim hakkımızda söylüyorlar. Biz onlardan teberri edip Allah’a sığınıyoruz. Yine biz onlardan teberri edip Allah’a sığınıyoruz.”

Şia fakihlerinin iftiharlarından olan Ebu Cafer Muhammed bin Ali bin Hüseyin bin Musa bin Babeveyh-i Kummi (kuddise sirruh) “Akaid-i Saduk” kitabında Şia’nın güvenilir ravilerinden, Ehl-i Beyt’in ilmini koruyanlardan ve Hz. Bakır’ul- Ulum ve Hz. Sadık (a.s)’ın ashabından olan Zürare bin A’yen’den şöyle bir rivayet nakletmiştir:

İmam Sadık (a.s)’a, Abdullah bin Seba’nın evlatlarından birisi tefvize inanıyor diye arz ettim. İmam (a.s); “Tefviz nedir?” diye sordular. Şöyle diyorlar diye arz ettim:

“Allah-u Teâla Muhammed ve Ali’yi yarattı, sonra kulların işlerini onlara tefviz etti (bıraktı), derken onlar da yarattılar, rızk verdiler, dirilttiler ve öldürdüler.”

İmam (a.s) bu sözü duyunca şöyle buyurdular:

“Allah’ın düşmanı yalan söylemiştir; döndüğünde Ra’d suresindeki şu ayeti ona oku:

Yoksa Allah’a, O’nun yaratması gibi yaratan ortaklar buldular da, bu yaratma, kendilerince birbirine mi benzeşti? De ki: “Allah, her şeyin yaratıcısıdır ve O, tektir, kahredici olandır.”[19]

Bu ayet, Alla-u Teala’nın birliğine açıkça delalet etmektedir.”

Zürare şöyle diyor: “Onun yanına döndüğümde İmam (a.s)’ın buyurduğu bu ayeti ona okudum. Bu ayeti okumakla sanki ağzına bir taş atmış oldum, böylece susup kaldı.”

Gulat fırkasını kınamak ve onları lanetlemek hususunda buna benzer birçok rivayetler bizim güvenilir kitaplarımızda yer almaktadır. Avam halkın aldatılmasına sebep olacak sözleri ağzınıza almanız ve adl-i İlahi mahkemesinde muaheze edilmemeniz için bizim sizin alimlerinizin kitaplarını okuduğumuz gibi sizin de Şia alimlerinin güvenilir kitaplarını okumanız iyi olur.

Muhterem beylerin insafla konuşmalarını istiyorum; acaba İmamlarımızın, şiaları hidayet etmeleri için böyle beyanlarda bulundukları ve gerçek şiaları yani Hz. Ali (a.s)’ın takipçileri ve evlatları, önderlerinden böyle rivayetleri duydukları halde yine de onları Allah veya İlahlık makamına mı çıkarırlar?

Gulat fırkası tamamıyla bizden uzaktırlar, biz de onlardan uzağız. Zahirde Şialık iddiasında bulunsalar da Allah Teâla, Peygamber (s.a.a), Ali (a.s) ve Al-i evlatları hepsi ve bütün şialar onlardan beri ve uzaktırlar.

Nitekim mevlamız Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s) Gulatların önderi olan mel’un Abdullah bin Seba’yı üç gün hapsetmiş, tövbe etmesini istemiş, kabul etmeyince lacerem (mecburen) onu ateşe atıp yakmıştır.

Allah aşkına, alimlerinizin taassup ve adet üzere ve geçmişlerine uyarak “Şia mektebinin kurucusu mel’un Abdullah bin Seba’dır” demeleri veya yazmaları utanç verici değil midir? Oysa ki Şia alimleri bu mesele ile ilgili bütün kitaplarında İmamlarına uymuş, Abdullah bin Seba’yı mel’un bilmişlerdir. Binaenaleyh Abdullah bin Seba’ya uyan kimseler de melundurlar. Çünkü onlar gulattırlar; Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyti hakkında ifrat yapmaktan uzak durmayan onların takipçileri değillerdir.

Eğer sizin mutaassıp alimlerinizin yazdığı ve diğer kimselerin de körü körüne onlara uyarak toplantılarda söyledikleri gibi mel’un Abdullah bin Seba Şia mektebinin kurucusu ve şialar da onun takipçileri olsaydı, o zaman en azından Şia kitaplarından birinde onu övmüş olurlardı.

Eğer siz Şia alimlerinin kitaplarından sadece bir tanesinde mel’un Abdullah bin Seba’yı methettiklerini gösterirseniz, ben bütün sözlerinize teslim olacağım. Ama eğer göstermeseniz (kesinlikle de göstermezsiniz) o zaman hesap gününden ve adl-i İlahi mahkemesinden korkun ve tertemiz muvahhid şiaları mel’un Abdullah bin Seba’nın takipçileri olarak tanıtmayın ve meseleyi her şeyden habersiz avam halka yanlış aktarmayın.

Yine alicenaptan kardeşçesine ricam, ilim ehlinden olduğunuz için daima kaide, ilim, mantık ve hakikat üzere sohbet etmenizdir; düşmanların inat olarak şialara nispet verdikleri saçma-sapan ve mantıksız sözler üzere değil.

Hafız: Sizin kardeşçe nasihatlerinizi her akıllı kimse kabul edip dikkate almaktadır. Ama müsaade ederseniz ben de uyarı olması için bazı şeyleri arz edeyim.

Davetçi: Çok memnun olurum, buyurun.

Hafız: Siz konuşmalarınızda daima; “Biz İmamlar hakkında guluv etmiyoruz” buyuruyorsunuz, Gulat’ı mel’un ve ateş ehli biliyorsunuz. Ama bu iki gecede defalarca İmamlar hakkında sizden bazı sözler duyuluyor; beyan ettiğiniz kaideler üzerine onlar bu çeşit sözlere razı değillerdir. Mümkünse siz de konuştuğunuzda kınanmaya yol açacak sözler söylememeniz için dikkatli olunuz.

Davetçi: Ben mutaassıp ve cahil bir kimse değilim, konuşmamda yanlışlık olursa hatırlatırsanız çok memnun olurum. Çünkü insan yanılan ve unutan bir varlıktır. Bu iki gecede Hidayet İmamlarının rızasına aykırı olan, ilim, akıl ve mantıkla bağdaşmayan şeyler görürseniz, rica ediyorum ki (açıkça) beyan ediniz.

Hafız: Bu iki gece defalarca İmamlarınızın ismini getirdiğinizde “Radıyallahu anhum” yerine “Selamullahi aleyhim” veya “Salavatullahi aleyhim” buyurdunuz. Oysa ki kendiniz de bildiğiniz gibi Ahzab suresindeki şu ayetin hükmüyle: “Hiç şüphesiz, Allah ve melekleri peygambere salat etmektedirler. Ey iman edenler, siz de ona salat edin ve tam bir teslimiyetle ona selam verin.”[20] salat ve selam sadece Resulullah’a (s.a.a) mahsustur. Ama siz konuşmanızda İmamlar hakkında salat ve selam söylüyorsunuz. Yaptığınız bu amelin Kur’ân’ın nassına aykırı olması pek açıktır. Size yapılan tenkitlerden biri de söz konusu edilen meseledir. Böyle bir şey bidattir, bidat ehli de dalalet ehlidir diyorlar.

Muhammed Ehl-i Beyt’ine Salat Etme Hususunda Yapılan Tenkit ve Onun Yanıtı

Davetçi: Şia topluluğu kesinlikle nassa aykırı bir iş yapmamışlardır ve yapmıyorlar da. Geçmiş asırlarda onların düşmanları örneğin: Havariç, Nasibi, Emevi ve onlara uyanlar bahaneler arayıp ve Şiileri bidat ehli olarak tanıtmaları için asılsız deliller getirmişlerdir. Şia’nın büyük alimleri onların bütün cevaplarını vermiş ve bidat ehli olmadıklarını ispatlamışlardır. Kalem düşmanın elinde olursa, istediğini yazar. Bu konunun da cevabı teferruatıyla verilmiştir. Ama vakit geçtiğinden dolayı geniş bir şekilde cevap vermekten vazgeçiyorum. Buyurduklarınızın cevapsız kalmaması ve meselenin de meclisteki hazır bulunan aziz kardeşlerimiz tarafından yanlış anlaşılmaması için konuyla ilgili bazı noktalara kısaca değinmek istiyorum:

Birinci olarak; mezkur ayet, salat ve selamın başkalarına söylenmesini men etmemiştir; Müslümanların Hz. Peygamber (s.a.a)’e salat etmelerinin gerekli olduğunu emretmektedir.

İkinci olarak; mezkur ayeti nazil eden Allah-u Teâla Saffat suresinin 130. ayetinde şöyle buyurmaktadır:

“Âl-i Yasin’e selam olsun.”

Risalet ailesinin büyük özelliklerinden biri de Kur’ân’ın her yerinde büyük peygamberlere özel selam ediyor; buyuruyor ki:

Alemler arasında Nuh’a selam olsun”, “İbrahim’e selam olsun”, “Musa ve Harun’a selam olsun [21]

Kur’ân’ın hiçbir yerinde peygamberlerin evlatlarına selam söylenmemiştir. Sadece Hatem’ul- Enbiya (s.a.a)’in evlatlarına selam söylenmiştir. Allah-u Teâla “Yasin evlatlarına selam olsun” buyuruyor. “Yasin” Resulullah’ın isimlerinden biridir.

Yasin Kelimesinin Manası ve “Sin” Edatının Peygamberin Mübarek İsmi Olması Hususunda

Bildiğiniz gibi Kur’ân-ı Mecid’de Hz. Peygamber’in on iki isminden beş tanesi ümmetin basiretinin artması için zikr olunmuştur. Beş kutsal isim şunlardır: Muhammed, Ahmed, Abdullah, Nun ve Yasin. 36. Sürenin evvelinde şöyle buyuruyor:

“Yâ Sîn, andolsun hikmetli Kur’ân’a, gerçekten sen gönderilen (peygamber)lerdensin.”

nida edatıdır, “Sîn” de Resulullah’ın mübarek ismidir; O Hazretin hakikatine, zahiri ve batini eşitliğine işarettir.

Nevvab: Tehecci harflerinin arasında “Sîn” edatının, O Hazretin mübarek ismi olmasının sebebi nedir?

Davetçi: Az önce arz ettiğim gibi mana alemine ve O Hazretin hakikat-ı i’tidalına işarettir. Çünkü Hatemiyet makamını hâiz olacak kimse, vücudu hâdd-i itidale erişen ve zahiri ile batini eşit olan kimsedir. Bu mertebe O Hazretin mukaddes vücudunda mevcut idi. İşte bundan dolayı “Sin” edatıyla O Hazret için makam isbat edilmektedir.

Herkesin anlayabileceği bir üslupla beyan edecek olursak, tehecci harflerinin arasında zahir ve batini eşit olan sadece “Sin” edatıdır. Şöyle ki ilm-i a’dad (hesap) alimleri nezdinde yirmi sekiz tane tehecci harflerinin her birisinin zübür ve beyyine’si[22] vardır; her harfin zübür ve beyyine’si tatbik edildiğinde kesinlikle ya zübürü fazladır veya beyyinesi.

Nevvab: Kıble sahip (alicenap)! Cesaret ettiğimden dolayı affedin; meseleyi iyice anlamaktan aciz olduğum için bu gecelerde meseleleri, herkesin anlayabileceği sade ve açık bir şekilde beyan etmenizi istiyorum. Çünkü zübür ve beyyine'nin ne olduğunu anlayamadık; muammanın çözümü için gayet açık bir şekilde izahta bulunmanızı rica ediyoruz.

Davetçi: Memnuniyetle; “zübür”, kağıdın üzerinde yazılan harfin şeklidir; “beyyine” de okunurken artıklığı ortaya çıkan şeydir. Mesela “S” edatı kağıdın üzerinde bir harftir, ama okunduğunda üç harf “sin” oluyor ve böylece iki harf artıyor. Çünkü 28 tane olan tehecci harflerinin arasında, tatbik edildiğinde zübür ve beyyine’si eşit olacak sadece “Sin” harfidir. Sin atmış aded’dir, beyyine’si de “în” harflerinden ibaret olup atmıştır; “î” on, “n” de ellidir, ikisi toplam 60 oluyor.[23]

İşte bu yüzden Kur’ân’da Hatem’ul- Enbiyaya “Yâ Sîn” olarak hitap edilir. Bu Hz. Peygamber’in zahir ve batınına işarettir. Yâ Sîn yani “Ey zahir ve batın açısından itidale[24] sahip olan kimse!”

Âl-i Yasin’den Maksat Muhammed Ehl-i Beytidir

Binaenaleyh Sîn Resulullah’ın mübarek ismidir. Allah-u Teala şu ayette buyuruyor ki:

“Selam’un ala âl-i Yâsîn” (Âl-i Yasin’e selam olsun.)

Hafız: Buyurduğunuz bu şeyler sihirli kelamla ispatlamak istediğiniz sözlerdir; alimler arasında böyle bir mana (Âl-i Yasin’e selam olsun) söylenmemiştir.

Davetçi: Rica ediyorum bir şeyi nefyettiğinizde kesin bir karar vererek onu nefyetmeyin, cevabı verildiğinde üzüntü hasıl olmaması için ihtimal vererek konuşun. Siz kendi kitaplarınızdan ya haberiniz yoktur veya haberiniz olsa da tasdik etmeyi salah görmüyorsunuz. Ama biz sizin kitaplarınızdan haberdarız ve hakkı da inkar etmek istemiyoruz.

Sizin büyük alimlerinizin kitaplarında mezkur manaya çok işaret edilmiştir. Örneğin: Mutaassıp İbn-i Hacer-i Mekki, “Savaik’ul- Muhrika” kitabında Ehl-i Beyt hakkında nakl ettiği ayetlerden üçüncü ayetin hemen aşağısında yazmıştır ki bir grup müfessirler İbn-i Abbas’dan şöyle nakletmişlerdir: “Âl-i Yasin’den Maksat, Muhammed Ehl-i Beyti’dir.” Binaenaleyh “Âl-i Yasin’e selam olsun” demek Muhammed (s.a.a)’in Ehl-i Beytine selam olsun demektir.

Yine yazıyor ki, imam Fahri Razi şöyle zikretmiştir: “Peygamber’in Ehl-i Beyt’i beş şeyde O Hazretle eşit durumdadır:

a) Selam’da; buyurmuştur ki: “Selam olsun sana ey peygamber.” Yine buyurmuştur ki; “Âl-i Yasin’e selam olsun” Yani Muhammed’in (s.a.a) Ehl-i Beytine selam olsun.

b) Teşehhüd’de O’na ve O’nlara salat etmekte.

c) Taharette; Allah-u Teala buyurmuştur ki: “Tâha!” Yani: “Ey Tahir (ve münezzeh)” O’nların hakkında da tathir ayetini nazil ederek: “Allah her çeşit ricsi (kötülüğü) siz (Ehl-i Beyt’ten) uzaklaştırmak ve sizi tertemiz kılmak istiyor.” buyurmuştur.

d) Sadakayı O’nlara haram kılmakta.

e) Muhabbette; Allah-u Teâla buyurmuştur ki:

“Ey Peygamber, de ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız öyleyse bana uyun da Allah sizi sevsin.”

Yine buyurmuştur ki: “Ey Peygamber de ki: Ben buna (tebliğime) karşılık, akrabalara (Ehl-i Beyt’ime) sevgi dışında sizden hiçbir ücret istemiyorum.”[25]

Seyyid Ebubekir bin Şehabüddin-i Alevi, “Reşfet’üs- Sadi min Bahr-i Fezail-i Ben’in-Nebiyyi’l-Hadi” adlı kitabının birinci babında bir grup cemaatın İbn-i Abbas’dan, ikinci babında da Nekkaş’ın, Kelbi’den; “Mezkur ayetteki Âl-i Yasin’den maksat Muhammed’in Âl’i (Ehl-i Beyt’i)'dir.” diye naklettiklerini söylemiştir. İmam Fahri Razi “Tefsir-i Kebir”in 7. cildinde söz konusu ayetin hemen altında onun manası için çeşitli sûretler nakletmiştir; ikinci sûrette “Âl-i Yasin’den maksat Muhammed’in (s.a.a) Ehl-i Beyti’dir.” demiştir.

Yine İbn-i Hacer “Savaik” kitabında bir grup müfessirlerin İbn-i Abbas’dan şöyle naklettiklerini yazmıştır: “Selam’un ala Âl-i Yasin”den maksat “Selam’un ala Âl-i Muhammed’dir.”

Tertemiz Ehl-i Beyt’e salavat getirmeye gelince, bu her iki fırka (Şia ve Ehl-i Sünnet) arasında kesindir. Hatta Buhari ve Müslim sahihlerinde Hz. Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu tasdik etmişlerdir: “Salavat’ta benimle Ehl-i Beyt’im arasına ayrılık sokmayın.”

Muhammed Âl’ine Salavat Getirmek Sünnet Teşehhüd’de ise Farzdır

Özellikle Buhari, “Sahih-i Buhari”nin üçüncü cildinde, Müslim “Sahih-i Müslim”in birinci cildinde, Süleyman Belhi el-Hanefi “Yenabi’ul- Meveddet”de, hatta mutaassıp İbn-i Hacer “Savaik”de ve diğer büyük alimleriniz Ka’b bin Acze’den şöyle naklediyorlar: “İnnellah’e ve melaiketehu yusellune ale’n- nebiy...” ayeti nazil olduğunda Resulullah’a: “Ya Resulellah! Sana nasıl selam verilmesini öğrendik, nasıl salat edelim?” dediğimizde buyurdular ki: “Şöyle salat edin: “Allahumme salli ala Muhammed’in ve Âl-i Muhammed”

Diğer rivayetlerde de şu cümle izafe edilmiştir: “Kema salleyte ala İbrahim’e ve Âl-i İbrahim, inneke Hamid’un Mecid.”

İmam Fahri Razi, Tefsir-i Kebir’in altıncı cildinde şöyle naklediyor: Resul-ü Ekrem’den “sana nasıl salat edelim?” sorduklarında şöyle söyleyin buyurdular:

“Allahumme salli ala Muhammed’in ve ala Âl-i Muhammed, kema salleyte ala İbrahim’e ve ala Âl-i İbrahim ve barik ala Muhammed’in ve ala Âl-i Muhammed, kema barekte ala İbrahim’e ve ala Al-i İbrahim, inneke Hamid’ün Mecid.”

İbn-i Hacer aynı rivayeti az bir farklılıkla Hakim’den nakletmiştir ve bu hususta kendi görüşünü şöyle açıklamıştır: “Bu (mezkur) hadiste, Peygamber’e ve Âl-ine (Ehl-i Beyt’ine) salavat getirmenin emir edilmesine dair pek açık bir delil vardır.

Yine Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

“Bana kesik salavat getirmeyin.”

Ya Resulellah, kesik salavat nedir? dediklerinde:

“Allahumme salli ala Muhammed” söyleyerek susmanızdır; halbuki şöyle söylemelisiniz: “Allahumme salli ala Muhammed ve ala Âl-i Muhammed” buyurdular.

Deylemi de Resulullah’ın şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

“Muhammed ve Âl’ine (Ehl-i Beyt’ine) salavat getirilmedikçe dua örtülü kalır (icabete erişmez).”

Şafii’nin şöyle dediğini naklediyorlar:

Ey Resulullah’ın Ehl-i Beyti! Sizin sevginiz,

Allah tarafından Kur’ân’da farz kılınmıştır.

Bu büyük makam size yeter ki

Size salavat getirmeyenin namazı kabul olmaz.[26]

Resulullah (s.a.a)’in şu buyruğu gereğince: “Namaz dinin sütunudur; o kabul olursa diğer ameller de kabul olur; o kabul olmazsa diğer ameller de kabul olmaz.” bütün amallerin kabul olması namaza bağlıdır; az önce zikrettiğimiz hadis gereğince de namazın kabul olması Şafii’nin de itiraf ettiği gibi Muhammed ve Âl-i Muhammed’e salavat getirmeye bağlıdır. Seyyid Ebubekir bin Şehabuddin Alevi “Reşfet’üs-Sadi min Bahri Fezail-i Beni’n- Nebiyyi’l- Hadi” kitabının ikinci babında Muhammed ve Âl-i Muhammed’e salavat getirmenin farz olması hususunda beyanlarda bulunmuş ve Nesai, Dar-u Kutni, İbn-i Hacer ve diğer kimselerden de Teşehhüd’de Hz. Peygamber (s.a.a)’in mübarek isminden sonra Âl-i Muhammed’e (Muhammed Ehl-i Beytine) de salavat getirmenin farz olmasına dair deliller zikretmiştir. Artık vakit geçtiğinden dolayı daha fazla izahta bulunmaktan vazgeçiyorum ve hükmü beylerin temiz vicdanlarına bırakıyorum.

Binaenaleyh (siz Ehl-i Sünnet kardeşlerimiz) Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beytine selam ve salat etmenin bidat olmadığını, aksine Peygamber’in bizzat kendi düsturuyla bir sünnet ve ibadet olduğunu tasdik ediyorsunuz. Bunları, Ehl-i Sünnet kardeşlerimize yanlış aktaran Hariciler, Nasibiler, mutaassıp ve inatçı düşmanlardan başka kimse kesinlikle inkar etmez. Bu hükümde Hatem’ul- Enbiya (s.a.a)’in kenarında yer alan ve zikirde başkalarından önde olan kimseleri başkalarıyla kıyas etmenin ve diğer kimseleri O’nlardan üstün bilmenin cehalet, taassup ve bilgisizlikten kaynaklanması pek açıktır.

Söz buraya vardığında vakit gece yarısını geçtiğinden ve mecliste bulunanlardan bazılarında yorgunluk eseri görüldüğünden dolayı konuşmaya son verdik. Çay içtikten ve yarın gece daha erken gelinmesini kararlaştırdıktan sonra beyler dağıldılar.




[1] - Sima ve davranış.

[2] - Necm/3.

[3] - “İman edip salih amellerde bulunanlar ise, işte onlar da yaratılmış olanların en hayırlılarıdır. Rableri katında onların ödülleri, içinde ebedi kalıcılar olmak üzere altından ırmaklar akan Adn cennetleridir. Allah onlardan razı olmuştur, kendileri de O’ndan razı (hoşnut ve memnun) kalmışlardır.”

[4] - Rivayeti nakledenlerin ismi söylenmeden hadisi bir masumdan nakletmek.

[5] - İbn-i Hallakan “Vefeyat’ul- A’yan”da, Zehebi “Tezkiret’ul- Huffaz”da, Harezmi “Rical-i Müsned-i Ebi Hanife”de ve “Tabakat-i Şafiiyye”de Hafız Ebu Said kendi tarihinde onu övmüş ve güvenilir biri olduğunu söylemiştir. İbn-i Asakir kendi zamanında hadis ehli imamı, ilmi çok, güvenilir ve takvalı bir şahıs ve 550 yılında Ehl-i Sünnet ve’l- cemaat alimleri arasında en bilgin birisi imiş.

[6] - Teberri: Beri olma, yüz çevirme, sevmeme.

[7] - Muvassak: Güvenilir, emin.

[8] - Gulat: İfratçılar, O’nu Allah ve Allah’ın ortağı bilenler.

[9] - Mezkur kitaplar, oturumların son gecesine kadar Davetçi’nin (kendisini kastediyor) yanında kaldı.

[10] - Kad’ıl- Kuzat: Büyük kadı, yargıtay. (Müt.)

[11] - Takıyye; “Bazı can ve mala gelecek zararlardan dolayı din, mezhep ve inancı açığa vurmamak” demektir. (Müt.)

[12] - Hulul: Tenasuh inancına göre; “Ruhun bir bedenden çıktıktan sonra başka bedene girmesi” demektir. (Müt.)

[13] - Varlık aleminin en yüce mertebesinde Allah Teala’nın varlığı olmak üzere canlı ve cansız bütün varlıkların bir vücut olmasına vahdet-u vücud denmektedir. Böyle bir inanca göre bütün varlıklar, güçlü ve güçsüz açısından farklıdırlar. Vücud’un onlara göre iki tarafı vardır; bir tarafı Vacib’ul- Vücud (varlığı gerekli) olan Allah Teala’dır; diğer tarafı ise heyula veya başka bir tabirle en zayıf ve güçsüz olan varlıklardır.

İlahiciler bu konuda ikiye ayrılmışlardır: Bir grup, yaratıcı olan Allah Teala’nın vücudunu, alemin vücudunun dışında zannederler; diğer bir grup ise Allah’ın vücudunu (varlığını) alemin vücudunun bir cüz’i olarak kabul ederler; şu farkla ki, Allah’ın vücudu (varlığı) daha güçlü ve daha şiddetli bir derecededir.

Kayseri ve Sadruddin gibi kimseler de, vahdet-u vücud’un bir takım sakıncaları olduğundan dolayı, vücudun vahdeti (birliği), mevcudun ise kesreti (çokluğu) kanısındalar. Bu görüşte olanlar diyorlar ki; Vahdet-i vücud çeşitli mertebelere sahip olmasıyla birlikte, Vacib’ul- Vücud’un (Hak Teala’nın) feyz ve tecellileridir; sadece bir vücut (varlık) bütün alemi kapsamıştır; var olan mevcudat (varlıklar), o bir vücudun dalgalarıdır; bu dalgalar da o vücudun kendisidirler. Binaenaleyh dalgalar denizin kendisidirler; ama aynı zamanda deniz de değillerdir. (Müt.)

[14] - Nazil bemenzile-i Hak: Hak Teala’nın mertebesinde olmak. (Müt.)

[15] - İtalya’nın diktatör önderi Mussalini (Benito), kendi temsilcisinin uluslar arası toplantıdan çıkmasını emretti. Çünkü Habeşi zencilerinin katıldığı bir toplantıya onun temsilcisinin katılması onun için bir utanç vesilesi idi. Ama İslam Peygamber’i on dört asır önce Habeşeli zenci olan Bilal’ı bağrına basıp ona; “Ya Bilal! Bize Kur’ân oku, bizi mesrur et.” buyuruyordu. Şimdi aziz okurlar, yolun nereden nereye farklı olduğuna bir baksınlar.

[16] - Nazm: Ölçülü ve kafiyeli söz veya yazı. (Müt.)

[17] - Tabii konuşma tarzındaki söz veya yazı; manzum olmayan söz veya yazı. (Müt)

[18] - Müfevvize: Bu kelime lügat itibarıyla; işleri başkasına bırakmak anlamına gelir. Ama ıstılah olarak; “Allah Teala insanları yaratıp her şeyi onların kendilerine bırakmıştır” diyen kimselere denir. (Müt.)

[19] - Rad/16.

[20] - Ahzap/56.

[21] - Saffat/79,109,120.

[22] - Zübür ve Beyyine’nin ne olduğunu müeellif kendisi ileride açıklıyor.

[23] - Ebced hesabı: İlk olarak şunu açıklayalım ki; “Ebced” Arap elifbasını meydana getiren harflerin akılda tutulmasını kolaylaştırmak için düşünülen sekiz kelimeden ilkidir. Diğerleri ise şunlardır: “Hevvez”, “hutti”, “kelemen”, “sa’fes”, “kareşet”, “sehhaz”, “dazıg”. Bu sıralamada birden ona kadar olan her harf bir sayılmaktadır; ondan sonraki olan harflerin her birisi ise on sayılıyor. (Müt.)

[24] - İtidal: Denge, eşitlik.

[25] - Şura/23.

[26] - Şafii’nin maksadı, teşehhüddeki salavattır. Kasten bunu söylemeyen kimsenin namazı kabul olmaz.

index