BİRİNCİ OTURUM

 

(23 Recep 1345 Cuma akşamı)

Hafız[1] Muhammed Raşid, Şeyh Abdüsselam, Seyyid Abdülhayy ve onların alim ve büyüklerinden olan bir grup da, gecenin ilk saatlerinde gelip mecliste hazır oldular. Haddinden fazla onlara karşı sıcak davrandık ve içtenlikle, gelen kardeşlere ziyafet verdik. Gerçi onlar asık suratlı ve tedirgindiler. Ama ben cahilce bir taassubum ve özel bir nazarım olmadığından dolayı kendi ahlaki vazifeme riayet ediyordum.

Her iki fırka (Şia ve Sünni)’dan oluşan büyük bir cemaatin huzurunda toplantı başladı. Karşı taraftan resmi olarak sohbet eden “Hafız Muhammed Raşid” efendi idi; bazen de diğerleri müsaade isteyerek sohbete katılıyorlardı. Gazetelerde benim için Hindistan’da alimlerin önemli lâkaplarından olan “Kıble kabe” tabiri kullanılmıştır. Ama ben bu kelimeyi değiştirip kendime “Davetçi”, Muhammed Raşid’e de “Hafız” ismini veriyorum.

Hafız: “Kıble sahip”[2] (alicenap)! Siz Peşaver’e geldiğinizden beri özellikle de minberdeki sözlerinizden dolayı tartışma meclisleri artmış ve ihtilaflar oldukça çoğalmıştır. İhtilafları gidermek üzerimize düşen bir vazife olduğundan dolayı yola çıkıp şüpheleri yok etmek için Peşaver’e geldik. Bugün de İmambare Hüseyniyesi’nde dikkatle sözlerinizi dinliyorduk; sizin sihirli beyanınızı, duyduğumuzdan daha güzel gördük. Bu gece de sizinle görüşme mutluluğuna eriştik. Eğer kabul ederseniz, sizinle biraz daha geniş ve esaslı sohbet edelim.”

Davetçi: “Tam istekle sözlerinizi, buyruklarınızı duymaya hazırım. Ama bir şartla; o da şu ki lütfen taassup ve adaveti bir kenara bırakıp insaf, ilim ve mantıkla iki kardeş gibi şüpheleri gidermek için sohbet edelim, inat ve kavmi taassuplardan uzak duralım.”

Hafız: “Buyruğunuz oldukça yerindedir, benim de bir şartım vardır, umulur ki kabul edersiniz: O da şu ki aramızda konuşulan sözler Kur’ân delillerinden öteye geçmemelidir.”

Davetçi: “Sizin bu ricanız akıl sahipleri ve ulema yanında ilmen ve aklen doğru değildir. Çünkü Kuran-ı Mecid mu’cez, mücmel ve muhtasar olan kutsal bir kitaptır. Onun yüce manaları açık bir beyana muhtaçtır. Biz Kuran-ı Mecid’in külliyatı çevresinde güvenilir hadis ve rivayetlerle istişhad etmek (şahit getirmek) mecburiyetindeyiz.”

Hafız: Doğrudur, sağlam bir buyruktur. Ama ricam, gerekli olan yerlerde mücmeun aleyh (doğruluğuna dair üzerinde ittifak edilmiş) rivayet ve hadislerden şahit getirelim; halkın arasındaki söylentilerden kaçınalım. Yine başkalarına oyuncak olmamamız için sertlik ve öfkelenmekten uzak duralım.”

Davetçi: “İtaat edilmesi gereken çok yerinde bir söz buyurdunuz, alim ve bilgin bir kimsenin özellikle seyyidlik[3] iftiharına sahip olan ve Resulullah’a isnat edilen benim gibi bir kimsenin, bütün güzel ahlaklara sahip olan[4] yüce ceddimiz Resulullah (s.a.a)’in siret ve sünnetine aykırı ve Kur’ân-ı Kerim’in emri[5] hilafına hareket etmesi elbette doğru değildir.

Hafız: “Kusura bakmayın, konuşmanız esnasında kendinizi Resulullah’a isnat ettiğinizden dolayı soruyorum; bu zaten görünüşünüzden de malumdur, mümkünse ricamızı kabul edip basiretimizin artması için nesep şecerenizin hangi tarikle Peygambere ulaştığını açıklayınız.

Nesep Tayini

Davetçi: “Bizim hanedanın nesebi İmam Musa Kazım (a.s) tarikiyle Hz. Resulullah’a ulaşır; şöyle ki: Muhammed bin Ali Ekber (Eşrefu’l Vaizin) bin Kasım (Bahr’ul- Ulum) bin Hasan bin İsmail el-Müctehid’il- Vaiz bin İbrahim bin Salih bin Ebi Ali Muhammed bin Ali ( Merdan diye meşhurdur) bin Ebi Kasım Muhammed Taki (Makbulüddin) bin Hüseyin bin Ebi Ali Hasan bin Muhammed bin Fethullah bin İshak bin Haşim bin Ebi Muhammed bin İbrahim bin Ebi’l Fityan bin Abdullah bin Hasan bin Ahmed (Ebi’t- Tayyib) bin Ebi Ali Hasan bin Ebi Cafer Muhammed el-Hairi (Nezil Kirman) bin İbrahim ez- Zarir (Mücab diye meşhurdur) bin Emir Muhammed el-Abid bin İmam Musa el-Kazım bin İmam Cafer Sadık bin İmam Muhammed el-Bakır bin İmam Ali Zeyn’ul- Abidin bin İmam Ebi Abdullah’il- Hüseyin (Seyyid’üş- Şüheda eş- şehid-i bi’t- Taf) bin Emir’ul- Muminin Ali bin Ebi Talip (aleyhum’us selam.)”

Hafız: “Beyan ettiğiniz bu şecere Emir’ul- Muminin Ali’ye (k.v) ulaşır, halbuki siz kendinizi Resulullah’a isnat ettiniz. Bu nesep silsilesiyle kendinizi Resulullah’ın akrabaları olarak söylemeniz gerekirdi, evlatları olarak değil. Çünkü evlat, Resulullah’ın zürriyet ve neslinden olan kimselerdir.”

Davetçi: “Nesebimizin Resulullah’a (s.a.a) ulaşması, Hz. Eba Abdullahi’l- Hüseyin (a.s)’ın annesi Hz. Zehra-i Sıddıka-i Kobra Fatıma (selamullahi aleyha) vasıtasıyladır.”

Hafız: “Sizin gibi alim ve bilgin birisinin böyle konuşması gerçekten şaşılacak bir şeydir. Çünkü kendiniz de biliyorsunuz ki insanın nesli ve zürriyeti erkek evlatlar vasıtasıyladır, kız evlatlar vasıtasıyla değildir. Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)’in erkek evlatlardan nesli yoktur. Öyleyse siz Resulullah’ın kız evlâdından olan torunlarısınız; erkek evlatlarının torunlarından değilsiniz.”

Davetçi: “Muhterem beylerin konuşmada inat edeceklerini hiç sanmazdım; aksi takdirde cevap vermeye de kalkışmazdım.”

Hafız: “Galiba bir yanlışlık oldu. Çünkü konuşmamda hiç inat etmedim. Gerçekten akidem öyledir. Alimlerden çoğu da nesil ve soyun erkek evlatlardan olduğu inancındadırlar; kız evlatlardan değil. Nitekim de şair şöyle söylemiştir.

Oğullarımızın oğulları ve kızlarımız evlatlarımızdır.

Ama kızlarımızın çocukları yabancı erkeklerin çocuklarıdır.

Eğer bunun aksine Resul-u Ekrem’in kızlarının erkek evlatları mesabesinde olduğuna dair bir deliliniz varsa buyurunuz. Deliliniz kamil olursa kabul ederiz ve memnun da oluruz.”.

Davetçi: “Kuran-ı Kerim’den ve her iki fırkanın güvenilir hadislerinden olan deliller oldukça güçlüdür.”

Hafız: “İstifade etmemiz için o delilleri açıklamanızı rica ederiz.”

Davetçi: “Konuştuğunuz sırada aynı anda Abbasi halifesi olan Harun’ur- Reşid ve İmam Musa bin Cafer arasında vaki olan bir tartışma aklıma geldi. Hz. Musa bin Cafer (a.s) Harun’a öyle yeterli cevap verdi ki onun kendisi de tasdik etti.”

Hafız: “Lütfen o tartışmayı beyan ediniz.”

Harun ve Musa Bin Cafer (a.s)’ın Resulullah (s.a.a)’in Zürriyeti Hakkındaki Tartışması

Davetçi: Ebu Cafer Muhammed bin Ali bin Hüseyin bin Musa bin Babeveyh-i Kummi (yani şeyh Saduk)[6] güvenilir “Uyun-u Ahbar’ur- Rıza” kitabında ve Ebu Mensur Ahmed bin Ali bin Ebi Talib-i Tabersi “İhticac” kitabında tartışmanın izahını detaylı bir şekilde aktarmış ve İmam Musa Kazım (a.s)’ın şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

“Bir gün Abbasi halifelerinden olan Harun’ur- Raşid’in meclisine gittim, benden bazı sorular sorup cevaplar istedi. Sorularından biri de (sizin de sorunuz olan) şuydu:

“Nasıl, ‘biz Peygamber’in zürriyetiyiz’ diyorsunuz, halbuki Peygamber’in halefi yoktu; halef ancak erkek evlat içindir, kız evlat için değildir. Oysa ki siz kızından olan evlatlarısınız, Peygamber’in halefi (erkek evlâdı) yoktu?”

İmam Musa Kazım (a.s) ona cevap olarak “Enam” suresinin şu ayetini okudu:

“Onun (Nuh’un veya İbrahim’in) soyundan Davud’u, Süleyman’ı, Eyyub’u, Yusuf’u, Musa’yı ve Harun’u hidayete ulaştırdık. Biz iyilik yapanları işte böyle ödüllendiririz. (Yine onun soyundan) Zekeriyya’yı, Yahya’yı, İsa’yı ve İlyas’ı da (hidayete eriştirdik.) Onların hepsi salihlerdendi.”[7]

Daha sonra İmam (a.s) Harun’un dikkatini ayetteki delil olarak gösterdiği yere çekip şöyle buyurdu: “Ey Müminlerin Emiri! Hz. İsa’nın babası kimdir?”

Harun cevap olarak şöyle dedi: “İsa’nın babası yoktu.”

Bu esnada İmam (a.s) şöyle buyurdu: “İşte Allah-u Teâla onu Meryem’in vasıtasıyla peygamberlerin zürriyetine ilhak etmiştir. Bizi de annemiz Fatıma tarafından Peygamber (s.a.a)’in zürriyetine ilhak etmiştir.”

Fahri Razi, “Tefsir-i Kebir”in dördüncü cildinde, mezkur ayetin aşağısında beşinci meselede şöyle diyor:

Bu ayet Hasan ve Hüseyin’in Resulullah’ın soyundan olmalarına delalet etmektedir. Çünkü Allah-u Teâla bu ayette Hz. İsa’yı, Hz. İbrahim’in zürriyetinden saymıştır ( oysa ki Hz. İsa’nın babası yoktu). Bu intisap anne tarafındandı. Böylece Hasan ve Hüseyin (a.s) da anne tarafından Hz. Resulullah’ın zürriyeti idiler. Nitekim Hz. Bakır’ul- Ulum (Beşinci İmam) Haccac’ın yanında aynı ayetle istidlal etmiştir.”

Daha sonra İmam Musa Kazım (a.s) Harun’a; “Yine de sana delil getireyim mi?” diye buyurdu.

Harun, “Evet getir” dediğinde İmam Musa Kazım (a.s) Âl-i İmran suresindeki şu mübahele ayetini kıraat ettiler:

“Artık sana gelen bunca ilimden sonra onun hakkında seninle çekişip-tartışmalara girişirlerse de ki: “Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım; sonra karşılıklı lanetleşelim de Allah’ın lanetini yalan söylemekte olanların üstüne kılalım.” [8]

İmam (a.s) sonra şöyle buyurdu:

“Hiçbir kimse, Allah’ın emri gereği yapılan bu mübahele (karşılıklı lanetleşme) zamanı, Hz. Peygamber’in Hıristiyanlar karşısında Ali bin Ebi Talib, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’den (a.s) başka Müslümanlardan bir kimseyi bile buna katmış olduğunu iddia etmemiştir. “Enfüsena” (nefislerimizi)’dan maksat ise Ali bin Ebi Taliptir; “Nisaena” (kadınlarımız’)’dan maksat Fatımat-üz Zehra’dır; “ebnaena” (oğullarımız)’dan maksat da Allah’ın, kendilerine Resulullah’ın oğulları buyurduğu Hasan ve Hüseyin’dir.”

Harun, İmam Musa Kazım (a.s)’dan bu apaçık delili duyunca elinde olmaksızın; “Ahsente ya Ebe’l Hasan”[9] (Yani “Aferin, ne güzel söyledin ya Ebe’l Hasan.) dedi.

İmam Musa Kazım (a.s)’ın, Hasan ve Hüseyin (a.s)’ın Resulullah’ın oğulları olduğuna dair Harun için getirdiği delilden bütün Fatım-i Seyyidler’in Resulullah (s.a.a)’in evlatları olduğu iddiası ispat edilmiş olur.

Hz. Fatıma’nın Evlatlarının Hz. Peygamber’in Evlatları Olmasına Dair Yeterli Deliller

Sizin büyük alimlerinizden olan “İbn-i Ebi’l Hadid-i Mütezili” “Şerh-i Nehc’ul- Belağa” kitabında ve “Ebu Bekir-i Razi” kendi tefsirinde mezkur ayet ve “ebnaena” (oğullarımız) cümlesiyle Hasan ve Hüseyin’in anne tarafından Resulullah’ın oğulları olduğuna dair istidlalde bulunmuşlardır. Nitekim Allah-u Teâla Kuran-ı Mecid’de Hz. İsa’yı annesi Meryem tarafından İbrahim’in zürriyetinden saymıştır.

Muhammed bin Yusuf-i Genci-i Şafii “Kifayet’üt- Talib” kitabında ve İbn-i Hacer-i Mekki “Savaik’ul- Muhrika” kitabında Taberani ve Cabir bin Abdullah-i Ensari’den ve Hatib-i Harezmi “Menakıb” kitabında İbn-i Abbas”tan Resul-u Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu naklederler:

“Allah-u Teâla her peygamberin zürriyetini (soyunu) kendi sulbünden kılmıştır; benim zürriyetimi de Ali bin Ebi Talib’in soyunda kılmıştır.”

Yine Hatib-i Harezmi “Menakıb” kitabında, mir seyyid Ali Hemedani eş- Şafii “Meveddet’ul- Kurba”da sizin büyük alimlerinizden olan İmam Ahmed bin Hanbel “Müsned”inde ve Süleyman-i Hanefi el-Belhi “Yenabi’ul- Meveddet”de (az bir farklılıkla Resul-u Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu naklediyorlar:

“Bu iki oğlum (Hasan ve Hüseyin) dünyadan iki reyhandırlar. Yine bu iki oğlum ister (imamet işi için) kıyam halinde olsunlar, isterse otursun (sussun)lar İmamdırlar.”

Şeyh Süleyman Hanefi “Yenabi’ul- Meveddet”in 57. babını bu mevzua ayırmıştır. Muhtelif yollarla Taberani, Hafız, Abdülaziz, İbn-i Ebi Şeybe, Hatib-i Bağdadi, Hakim, Beyhaki, Beğevi ve Taberi gibi büyük alimlerinizden çeşitli lafız ve tabirlerle Hasan ve Hüseyin’in Resulullah’ın oğulları olduğuna dair çok hadisler nakletmişlerdir.

Mezkur babın sonunda Ebu Salih, Hafız Abdülaziz bin Ahzar, Ebu Naim, İbn-i Hacer-i Mekki, Muhammed bin Yusuf-u Genci eş- Şafii ve Taberi’den ve onlar da ikinci halife Ömer bin Hattab’dan şöyle dediğini nakl etmişlerdir: “Resulullah’dan (s.a.a) şöyle buyurduğunu duydum:

“Her hasep ve nesep kıyamet günü, benim hasep ve nesebim hariç kesilecektir. Her kızın evlatlarının asabesi[10] Fatıma’nın evlatları hariç baba tarafındandır. Çünkü ben onların (Fatıma’nın evlatlarının) babası ve asabesiyim.”

Yine şeyh Abdullah bin Muhammed bin Amir eş- Şebravi eş Şafii “El- İttihad bi-hubb’il- Eşraf” kitabında mezkur hadisi Beyhaki’den ve Dar-u Kutni de Abdullah bin Ömer’den, o da Ümmü Gülüsüm’ün evlenme vakti babasından nakletmiştir ve Celaluddin-i Süyuti de “İhya’ul- Meyyit bi-Fezail-i Ehl-i Beyt” kitabında Taberi’den naklen ikinci halife Ömer’den naklediyor.

Yine Seyyid Ebi Bekir bin Şehabüddin-i Alevi, “Reşfet’us- Sadi min Bahr-i Fezail-i Beni’n- Nebiyyi’l Hadi” kitabında (Mısır BİN) mezkur hadisi, Fatıma (a.s)’ın evlatlarının Resulullah(s.a.a)’in evlatları olduğu hususunda nakledip onunla delil göstermektedir.

Ama şahit getirdiğiz şairin şiirine gelince o bunca apaçık deliller karşısında merduttur, yani red olunmuştur. Nitekim Muhammed bin Yusuf-i Genci eş-Şafii, “Kifayet’ut- Talib” kitabının yüz babından sonra gelen birinci bölümünü şairin bu şiirine cevap olarak ayırmıştır. Şu manada ki; Hz. Peygamber’in kızının evlatları o hazretin kendi evlatlarıdır. Üstelik şairin bu şiiri İslam’dan önce okunmuş olup küfürdür. Nitekim “Cevami’uş- Şevahid” kitabının sahibi onun İslam’dan önce inşat edildiğini nakletmiştir.

Fatıma-i Sıddıka(a.s)’ın evlatlarının Resulullah(s.a.a)’in evlatları olmasını ispat eden bu çeşit deliller hayli çoktur. Binaenaleyh bizim nesep silsilemiz Hz. Hüseyin (a.s)’a ulaşması ispat edilince beyan ettiğimiz güvenilir delillere göre Resulullah’ın evlatları olmamız da haliyle sabit olur. Bu bizim için en büyük iftihardır; Resulullah’ın soyundan başka hiçbir kimsenin böyle bir iftiharı yoktur. Şair Ferazdak ne güzel söylüyor:

Onlar benim babalarımdır ey Cerir!

Öyleyse Topluluklar bizi bir araya getirdiği zaman onların mislini bana getirin.

Velhasıl, nesepleri Hatem’ul- Enbiya ve Aliyy’ul- Murteza’ya (Allah’ın salat ve selamı onların üzerine olsun) ulaşan şürefa ve sadattan başka hiçbir kimse babalarının büyüklüğü ve yüceliğiyle böylesine övünemez.

Hafız: “Deliliniz gerçekten yeterli ve kamildi; onu inatçı ve mutaassıp kimselerden başka kesinlikle inkar eden olmaz. Perdeleri (gözümüzün önünden) kaldırdınız, bizi yararlandırdınız, öyle ki artık büyük bir şüphe giderilmiş oldu.”

Bu esnada, yatsı namazını ilan eden müezzinin ezan sesi camide yükseldi.[11] (Sünnî kardeşler) camiye gitmek ve farizayı eda etmek için hazırlandılar. Kardeşlerden bazıları; “Eğer tekrar dönüp müzakereye devam etmek istiyorsanız camiye gidip gelmek çok vakit aldığından dolayı, bu meclis devam ettiği müddetçe yatsı namazının burada kılınması iyi olur; sadece Seyyid Abdülhay efendi (cami imamı) camiye gidip cemaatla namaz kıldıktan sonra geri dönsünler.” dediler.

Sunulan teklif herkes tarafından kabul edildi;[12] derken kardeşler namaz kılmak için diğer büyük bir odaya geçtiler, vazifeyi eda ettikten sonra tekrar tartışma yerine döndüler.

Nevvab[13] Abdülkayyum Han: “Kıble sahip (alicenap)! müsaade ederseniz beyler, çay içene kadar, konudan hariç bir soru arz edeyim.”

Davetçî: Buyurun, sizi dinliyorum.

Nevvab: Sorum çok kısadır. Çoktan beridir ki bilgili Şiîlerden sormak istiyordum, fakat fırsat olmuyordu; ama şimdi bu fırsat olduğu için kalbimdeki şu soruyu arz etmek istiyorum: “Neden Şiiler, Resulullah (s.a.a)’in sünnetine aykırı öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını cem ediyorlar?”

Hz. Peygamber (s.a.a) Öğleyle İkindi ve Akşamla Yatsı Namazını Cem ve Tefrik Ediyordu

Davetçi: Önce şunu söyleyeyim, beyler de (meclisteki alimlere işaret) biliyorlar ki fer’î meselelerde alimler arasında ihtilaf çoktur. Nitekim sizin dört mezhep imamlarınız arasında da çok ihtilaflar vardır.

Sonra; “şiaların ameli Resulullah’ın sünnetine aykırıdır” şeklindeki buyurduğunuz söze gelince; meseleyi size yanlış aktarmışlardır. Çünkü O Hazret namazı bazen cem ve bazen de tefrik (ayırarak) eda ediyordu.

Nevvab: (Kendi alimlerine dönüp) “Acaba Resulullah (s.a.a) cem ve tefrik şeklinde mi namaz kılıyordu?” diye sordu.

Hafız: “Ümmetin zahmet ve zorluğa düşmemesi için sadece sefer, yağmur vb. özür zamanlarında böyle yapıyordu. Ama seferde olmadığında namazlarını daima tefrik şeklinde eda ediyordu. Sanıyorum kıble sahip seferi hazar (vatan) sanıp yanılmışlardır.”

Davetçi: Hayır yanılmadım, buna yakinim var; hatta kendi rivayetlerinizde bile varit olmuştur ki, Hazreti Resulullah bazen vatanda ve hiçbir özrü olmaksızın namazlarını cem şeklinde eda etmişlerdir.

Hafız: “Sanıyorum Şii rivayetlerini bizim rivayetlerle karıştırmışsınız.”

Davetçi: “Şia rivayetlerinin bu manaya (namazın cem şeklinde kılınmasına) ittifakları vardır, söz sizin rivayetler hakkındadır; birçok sahih rivayetler sizin sihah ve muteber kitaplarınızda bu babda varide olmuştur.”

Hafız: “Mümkünse onların yerlerini belirtiniz.”

Davetçi: Müslim bin Haccac kendi sihahında “el-Cem-u Beyne’es- Salateyni fi’l Hazar” babında ravilerin silsilesini naklederek İbn-i Abbas’dan şöyle nakletmiştir: “Resulullah (s.a.a), öğleyle ikindi ve akşamla yatsı namazını hiçbir korku ve seferde olmaksızın cem olarak kıldı.”

Yine İbn-i Abbas şöyle nakletmiştir:

“Resulullah’la (s.a.a) sekiz rekat öğleyle ikindi namazını ve yedi rekat da akşamla yatsı namazını cem olarak kıldım.”

Aynı hadisi İmam Ahmed bin Hanbel, Müsned’in birinci cüz’ünde diğer bir hadis de ekleyerek nakl etmiştir; İbn-i Abbas şöyle dedi:

“Resulullah (s.a.a) Medine’de ikamet ettiği halde yolcu olmadığı halde yedi sekiz rekat namaz kıldı (yani öğleyle ikindiyi ve akşamla da yatsıyı cem etti).”

Müslim, bu kabilden bir kaç hadis naklediyor; o yere kadar ki şöyle yazıyor: Abdullah bin Şakik şöyle dedi:

“Bir gün ikindi vaktinden sonra İbn-i Abbas bize hutbe okuyup sohbet ediyordu (konuşması o kadar sürdü ki) güneş battı, yıldızlar çıktı ve halkın; “Es-salat! Es-salat” (Namâz! Namâz!) sesleri yükseldi, ama İbn-i Abbas itina etmedi. Bu esnada Beni Temim’den olan bir kişi yüksek bir sesle; “Es-salat! Es-salat!” diye bağırdı. Bunun üzerine İbn-i Abbas cevaben şöyle dedi:

“Annesiz! Sünneti bana öğretmek mi istiyorsun? (Oysaki ben) Resulullah’ın öğleyle ikindi ve akşamla da yatsı namazlarını cem ettiğini gördüm”

Abdullah diyor ki; onun bu sözünden kalbimde bir vesvese icat oldu, bu yüzden Ebu Hureyre’nin yanına gidip bu meseleyi ona sordum, Ebu Hureyre de onu tasdik etti ve bu mesele İbn-i Abbas’ın söylediği gibidir dedi.

Yine başka bir yolla Abdullah bin Şakik-i Akili’den şöyle naklediyor:

“Abdullah İbn-i Abbas’ın konuşması o kadar uzun sürdü ki, artık hava karardı; bir adam üç defa ard arda; “es- salât” diye bağırdı. Bunun üzerine İbn-i Abbas sinirlenerek şöyle dedi: “Annesiz! Sen mi namazı (bana) öğretiyorsun? Oysaki biz Resulullah’ın zamanında iki namazın arasını cem ediyorduk.”

Yine sizin büyük alimlerinizden olan Zerkani, İbn-i Malik’in “Muvatta” kitabının şerhinin birinci cüz’ünde “el-Cem’u Beyn’es- Salateyn” babında Amr bin Hirem, o da Ebi Şa’sa vasıtasıyla Nesai’den şöyle naklediyor:

“İbn-i Abbas Basra’da öğleyle ikindi ve akşamla da yatsı namazını onların arasında bir fasıla (ara) vermeksizin cem ederek kılıyordu ve; “Resulullah (s.a.a) namazı bu şekilde eda ediyordu” diyordu.”

Yine Müslim Sahih’de, Malik Muvatta’nın “Cem’un Beyn’es Salateyn” babında imam Ahmed bin Hanbel “Müsned”de ravilerin silsilesini naklederek Said bin Cübeyr, o da İbn-i Abbas’dan şöyle dediğini nakletmişlerdir:

“Resulullah (s.a.a) öğleyle ikindi namazını Medine’de hiçbir korku ve yolculuk olmaksızın cem olarak kıldı.”

Ebu Zübeyr şöyle diyor: Said’e; “Neden Peygamber (s.a.a) namazı cem olarak kılıyordu?” diye sorduğumda dedi ki: Ben de aynı soruyu İbn-i Abbas’a sordum, o da cevaben; “Çünkü Peygamber (s.a.a) ümmetinin zorluk ve meşakkate düşmesini istemiyordu” dedi.

Yine bir kaç hadiste İbn-i Abbas’ın şöyle dediğini naklediyorlar: “ Resulullah (s.a.a) öğleyle ikindi ve akşamla yatsı namazını, hiçbir korku ve yağmur olmaksızın (ara vermeden) cem etti.”

Bu babda çok hadisler nakletmişlerdir. Ama namazı cem etmenin caiz olmasına dair daha açık delil “Cem’un Beyn’es Salateyn” ismiyle belirlenen bablardır; cem hadislerini mezkur babda nakletmenin kendisi, namazı cem olarak (ara vermeksizin) kılmanın mutlaka caiz olmasına bir delildir. Böyle olmasaydı o zaman her biri (yani vatanda cem etmek ve yolculukta cem etmek) için özel bir bab ayırmaları gerekirdi. Binaenaleyh, sizin sihah ve muteber kitaplarınızda naklolunan hadisler, namazın hem yolculukta ve hem de vatanda cem olarak kılmanın caiz olmasıyla ilgilidir.

Hafız: Sahih-i Buhari de böyle bir bab ve bu çeşit rivayet yoktur.

Davetçi: Birincisi; Müslim, Nesai ve Ahmed bin Hanbel gibi Sihah sahiplerinin, Sahih-i Müslim ve Sahih-i Buhari’yi şerh edenlerin ve kendi diğer büyük alimlerinizin nakletmeleri hedef ve maksadımız için yeterlidir. İkincisi; Buhari bey de diğerlerin naklettiği rivayetlerin aynısını kendi Sahihinde zikr etmiştir, fakat tam bir kurnazlıkla kendi yeri olan “Cem’un Beyn’es Salateyn” babı yerine başka bir yerde nakletmiştir. Eğer “Tehir’üz- zohr ilel asr min kitab-i mevakit’is salat” ve “Zikr’ul- İşa ve’l Atemet” ve “Vakt’ul- Mağrib” balarını okur dikkat ederseniz bu cem hadislerinin hepsini görmüş olursunuz.

Binaenaleyh, “Cem’un- Beyn’es Salateyn” babında icaze ve ruhsat unvanıyla nakledilen hadisler, Cumhur (Ehl-i Sünnet) alimlerinin akidesidir, kendi sihahlarında bile bu hadislerin sıhhatına ikrar etmişlerdir.

Nitekim Allame Nevevi Sahih-i Müslim’in şerhinde, Askalani, Kastalani ve Zekeriyya-i Ensari Sahih-i Buhari’ye yazdıkları şerhlerinde ve Zerkani Malik’in Muvatta’sına yazdığı şerhte ve sizin diğer büyük alimleriniz hadisleri özellikle İbn-i Abbas’ın hadisini naklettikten sonra onun sıhhatına ve ümmetin meşakkat ve zorluğa düşmemesi için bu hadislerin namazın vatanda cem olarak kılınmasının açık bir delili olduğuna itiraf etmişlerdir.

Nevvab: “Resulullah’dan namazın cem kılınmasına dair bazı hadisler ulaşmasına rağmen alimlerin onun hükmüne aykırı amel yapmaları nasıl mümkün olabilir?”

Davetçi: Resulullah’dan (s.a.a) ulaşan hadislere aykırı amel yapmak sadece bu mevzua mahsus değildir; daha sonraları buna benzer çok şeylerin olduğunu anlayacaksınız. Özellikle bu mevzuda Ehl-i Sünnet’in fakihleri ya dar düşüncelerinden, ya anlamadığım başka bir şeyden dolayı o güvenilir hadisleri, zahire aykırı soğuk tevillerle değerden düşürmüşlerdir. Örneğin şöyle diyorlar: “Şayet bu hadisler korku yağmur ve çamur gibi özür zamanlarına aittir.”

İşte sizin imam Malik, imam Şafii ve Medine alimlerinden bir grup kimseleriniz o tevil üzere fetva vermişlerdir. Halbuki böyle bir akide ve fetvayı, İbn-i Abbas’ın; “Min gayri havfin vela metar...[14] şeklindeki hadisi açıkça reddetmektedir.

Bazıları da şöyle demişlerdir: “Şayet hava bulutlu imiş, vakit iyice bilinmemiş, öğle namazını kıldıktan sonra bulutlar dağılmış, ikindi vaktinin girdiğini görmüşler derken ikindi namazını kılmışlar, işte bundan dolayı öğleyle ikindi namazı cem olarak (ara verilmeksizin) kılınmıştır.”

Bu tevilden daha soğuk bir tevil olduğunu zannetmiyorum. Güya böyle tevil edenler, namaz kılan şahısın Resulullah (s.a.a) olduğunu düşünmemişlerdi. Bulutun olup olmaması Resulullah için bir eser teşkil etmez. Çünkü O Hazretin ilmi, sebeplere bağlı değildi; O Hazret bütün sebep ve eserlere muhitti. Böyle dar düşünceli kişilerin ellerinde hiçbir delil yoktur. Böyle bir tevilin batıllığı akşam ve yatsı namazının cem olmasında sabittir. Çünkü akşam ve yatsı namazında bulutun olup olmamasının hiçbir eseri yoktur; üstelik böyle bir tevil hadislerin zahirlerine de aykırıdır.

Arz ettiğimiz gibi İbn-i Abbas’ın hitabesi o kadar uzun sürdü ki dinleyiciler yüksek bir sesle; “es-salât” diyerek yıldızların çıktığını ve namaz vaktinin yetiştiğini hatırlattılar. Ama bununla birlikte İbn-i Abbas (hibr-i ümmet) kasten akşam namazını yatsı namazının vaktine dek tehir etti; o zaman her iki namazı beraber kıldı. Ebu Hureyre de Resulullah’ın bu şekil namaz kıldığına itiraf etmiştir. -Elbette bu çeşit teviller bizim yanımızda geçersizdir. Hatta sizin büyük alimleriniz de bu tevilleri reddetmişlerdir ve bunları hadislerin zahirine aykırı bilmişlerdir- Nitekim sizin büyük alimlerinizden Şeyh’ul- İslam Ensari “Tuh’fet’ül- Bahri fi Şerh-i Sahih’il- Buhari” kitabında, “Salat’üz- Zohr Meal Asr-i ve’l Mağrib-i Meal İşa” babında, aynı şekilde Allâme-i Kastalani “İrşad’üs- Sari fi Şerh-i Sahih-i Buhari” kitabının ikinci cüz’ünde, Sahih-i Buhari’yi şerh eden diğer kimseler ve kendi araştırmacı alimlerinizden çok sayıda insanlar bu çeşit tevilleri hadislerin zahirine aykırı bilmişlerdir. Namazın tefrik (ayrı) olarak kılınmasının gerekliliğine bağlılık, tercih’un- bila müreccih ve tahsis’un- bila muhassıstır.[15]

Nevvab: Öyleyse bu iki grup Müslüman kardeşin birbirinin canına düşmesine, adavet gözüyle birbirlerine bakmasına ve birbirlerinin amellerini kötülemesine sebep olan bu ihtilaflar nereden doğmuştur?

Davetçi: Birincisi; “Bu iki grup Müslüman birbirlerine adavet gözüyle bakıyor” dediğiniz söze gelince Ehl-i Beyt ve risalet hanedanının şialar cemaatını savunmak zorundayım. Çünkü Şia cemaatı kesinlikle Ehl-i Tesennün kardeşlerin alim ve avamına adavet ve hakaret gözüyle bakmıyoruz, hatta onarı kendi kardeşlerimiz biliyoruz. Ama maalesef Ehl-i Tesennün kardeşler yabancı, havaric, nevasib ve Emevilerin propagandaları etkisinde kalarak kıble, kitab, nübüvvet, bütün farz ve müstahap ahkama amel etmek, büyük günah ve masiyetleri terk etmek yönünde kendileriyle ortak olan Şia kardeşlerini Rafızî, müşrik ve kafir bilmiş onları kendilerinden ayırmış ve adavet gözüyle onlara bakmışlardır.

İkincisi; “Bu ihtilaflar nereden doğmuştur?” diye buyurdunuz; yanık kalple arz etmem gerekir ki bu ihtilafın temelini atanın Allah canını yaksın. Şimdi bu çeşit ihtilafların nereden kaynaklandığını arz edecek bir vaktimiz yoktur. İnşaallah sonraki geceler bazı münasebetler dolayısıyla perdeler kalkacak o zaman kendiniz hakikatin ne olduğunu anlayacaksınız.

Üçüncüsü; namazın cem ve tefrik şeklinde kılınmasına gelince, Ehl-i Sünnet fakihleri mutlaka ruhsat ve cevaza (caizliğe) delalet eden mezkur hadislerin, ümmetin rahatlığı ve zorluğa düşmemesi için özürlü zamanlara ait olduğunu söylemişlerdir. Ama bilmiyorum onlar ne için böyle soğuk yorumlar yapıyor ve özür olmaksızın namazların cem kılınmasını caiz bilmiyorlar. Hatta Ebu Hanife ve ona tabi olanlar gibi onlardan bazıları namazı cem olarak kılmayı mutlaka (ister özürlü ister özürsüz, ister vatanda isterse yolculukta olsun) men etmişlerdir.

Ama Şafii, Maliki ve Hambeliler bütün usul ve füruda ihtilafları olmalarıyla birlikte, hac, umre vb. gibi seferi mubah olan yerlerde namazın cem olarak kılınmasına izin vermişlerdir.

Ama Şia alimleri Resulullah(s.a.a)’in buyruğu gereğince hak ve batılı birbirinden ayıran ve kıyamet gününe kadar Kur’ân’dan ayrılmayacak olan Hz. Peygamber’in (bütün günahlardan tertemiz olan) Ehl-i Beyti’ne uyarak namazın mutlaka (ister yolculukta, ister vatanda, ister özürlü, isterse özürsüz olsun) cem kılınmasının caiz olduğuna hükmetmişlerdir.

Bu cevaz, namaz kılanın insiyatifine bırakılmıştır; yani namaz kılan bir kimse öğleyle ikindi ve akşamla yatsı namazını kolaylık ve rahatlık için cem olarak bir vakitte veya tefrik olarak fazilet vakitlerinde kılmak için insiyatif sahibidir.

Elbette tefrik şeklinde (ayrı olarak) ve fazilet vakitlerinde kılınması cem etmekten daha faziletlidir. Nitekim bu mesele Şia alimlerinin ilmihal kitaplarında kamil bir şekilde zikredilmiştir.

Ama genellikle halkın meşguliyet ve sıkıntıları çok, az bir faziletle namazın kaza olma kaygısı da mümkün ve mukaddes İslam şeriatının hedefi de halkı zorluk ve meşakkate salmamak olduğundan dolayı şialar namazlarını cem olarak kılıyorlar.

Siz saygı değer beylerin ve bize gazap ve öfkeyle bakan diğer Ehl-i Sünnet kardeşlerin akıllarına takılan soruların aydınlığa kavuşması için bu miktar cevabın yeterli olacağını sanıyorum. İleride daha önemli konular söz konusu edileceğinden dolayı önceki asıl müzakeremize dönmemiz iyi olur. Çünkü asıl önemli meseleler çözüldüğünde cüz’i meseleler de haliyle çözülüp hallolacaktır.

Hafız: Birinci celesede alicenabın bilgisinin ne derecede yüksek olduğunu ve muhatabımızın sıradan bir kimse olmadığını ve kitaplarımızdan kamilen haberdar olan bir şahıs olduğunu anladığımızdan dolayı çok mutluyum. Buyurduğunuz gibi önceki söz konusu edilen sohbeti takip etmemiz daha iyi olur.

Alicenabın müsaadesiyle şunu anlatmak istiyorum; alicenabınız ki fasih ve baliğ bir beyanla Hicazi ve Haşimilerin böyle tertemiz bir nesebe sahip olduklarını sabit ettiniz, nasıl oldu da Mecusî (ateş perest) merkezi olan İran’a gittiniz? Bu hicretin illet ve tarihini beyan ederseniz çok memnun oluruz.

Seyyid Emir Muhammed Abid

Davetçi: Atalarımızdan İran’a hicret eden ilk şahıs, yedinci İmam Hz. Musa Kazım (a.s)’ın oğlu Hz. ”Seyyid Emir Muhammed Abid” imiş, çok faziletli, takvalı ve çok ibadet ettiğinden dolayı “Abid” lakabıyla meşhur olmuş; bütün ömrünü geceleri namaz kılmak ve gündüzleri oruç tutmakla geçirmiş, Kelamullahı (Allah’ın kelamı olan Kur’ân-ı Kerim’i) yazmayı çok severmiş ve onu yazmaktan aldığı ücretle çok köleler alıp serbest bırakmış.

Mübarek mezarı şimdiye kadar “Şiraz”da bütün halkın ziyaretgahı durumundadır. Kubbesi ve eşiği çok güzel bir şekilde yapılmıştır. Mübarek kabrinin çevresinde, kabrin ziyaretçilerinin izdihamı karşısında korunması ve ayak altında kalmaması için “Nasreddin Şah-ı Kacar”ın amcası olan merhum hacı “Ferhad Mirza Mutemeduddevle”nin oğlu “Şah zade Üveys Mirza Mutemeduddevlet’is- Sani” gümüşten, çok güzel bir Zerih[16] yapmış ve ziyaretçilerin ibadet yapma ve cemaat namazı kılma yeri olan mutahhar haremini de (küçük-küçük) aynalarla süslemiştir. Özellikle Fars halkı o mübarek buk’a’ya (mekana) çok ilgi gösteriyorlar, Resulullah’ın pâk Ehl-i Beyt’inden ve tavsiye ettiği kimselerden olan o buk’a sahibinin azametli ruhu vesilesiyle Mebde-i Feyyaz’ın feyzine (Allah’ın lütuf ve ihsanına) erişiyorlar.

Hafız: “Onun Hicaz’dan Şiraz’a hicret etmesine ne sebep olmuş?”

Haşimi Seyyidlerin Medine’den Hareketi ve Katlağ Han’la Savaşı

Davetçi: Hicaz’dan Şiraz’ı kastederek hareket etmediler. Hicri ikinci asrın sonunda Abbasi halifesi olan Memun’ur- Raşid, İmam Ali bin Musa er- Rıza (a.s)’ı zorla kendi veliahdı etti, hilafet merkezi olan Tus’a götürdü. Böylece bir müddet O Hazretle kardeşi birbirlerinden uzak kaldılar, O Hazreti ziyaret etmek şevki değerli kardeşlerini harekete geçirdi, mektup vesilesiyle İmam Rıza (a.s) ve halife Memun’ur- Raşid’den Tus’a hareket etmek için izin istediler; (hilekar) halife hüsn-ü istikballe onların hepsinin gelmesini kabul etti.

Muhterem seyyid “Emir Ahmed” (Şah çırağ), bizim büyük ceddimiz olan saygı değer “Seyyid Emir Muhammed Abid” ve değerli kardeşi “Seyyid Alauddin Hüseyin” birçok kardeş ve amca oğulları, akraba ve dostlarıyla birlikte İmam Rıza (a.s)’ı ziyaret etmek kastıyla Hicaz’dan Tus’a doğru hareket ettiler.[17] Yol boyunca şialardan ve risalet hanedanına sevgileri olan kimselerden birçok grup muazzam seyyidlerin kervanına katılıp hep birlikte hareket etmişler.

Kayıtlarda; “Şiraz’ın yakınlarına vardıklarında takriben erkek ve kadınla oluşan on beş binlik bir kafile teşkil olmuştu, şehirlerin memur ve hakimleri, böyle büyük bir kafilenin hareket haberini Memun’ur- Raşid’e iletiyorlar. Memun’ur- Raşid Beni Haşim ve dostlarından oluşan böyle bir toplumun (Tusa ulaşırlarsa) hilafet makamının sarsılmasına sebep olacağından korkuyor. İşte bundan dolayı bütün şehirlerin valilerine şöyle bir emir sadır ediyor: “Beni Haşim kafilesi nereye ulaşmışsa artık oradan hareketlerine mani olun ve onları Medine’ye geri çevirin” diye yazılıdır.

Bu hüküm nereye ulaştıysa kafile daha önceden oradan hareket etmişti, ama Şiraz şehrine ulaşmadan önce mezkur hüküm o şehrin valisine ulaşmıştı.

Şiraz şehrinin çok ciddi ve muktedir hakimi olan “Katlağ Han” kırk bin kişilik bir orduyla Şiraz’ın sekiz fersahlığın (Hanzeniyan)’da yer aldılar. Beni Haşim kafilesi oraya ulaşır ulaşmaz Katlağ han İmam evlatlarına şöyle bir mesaj gönderdi: “Beyler, halifenin emri gereğince artık buradan geri dönmelisiniz.”

Hz. Seyyid Emir Ahmed cevaben şöyle buyurdu:

“Evvela; bizim bu yolculuktan hedefimiz değerli kardeşimiz İmam Rıza (a.s)’ı görmektir.

İkincisi; biz izinsiz gelmedik, halifenin kendisinden izin aldık ve onun kendi emriyle hareket ettik.”

Katlağ Han bu cevaba karşılık şöyle dedi: “Biz hareketinize mani olmakla görevliyiz. Halife bazı sebeplerden dolayı ikinci bir emir sadır etmiş olabilir, bunun icra olunması gerekir. Beyler buradan geri dönmek zorundasınız.”

Alicenap “Seyyid Emir Ahmed” kardeşleri, Beni Haşim ve dostlarıyla istişare etti. Ama onlardan hiçbiri geri dönmeye hazır olmadı.

Sabahleyin kafile hareket etmek istediğinde kadınları, ihtiyaten kafilenin arkasına aldılar, göç davulu çalınır çalınmaz “Katlağ Han” ordusuyla onların yolunun önünü kesti. Artık mesele sözden çıkıp amel merhalesine girdi, çok şiddetli kanlı bir savaş başladı, Katlağ Han’ın ordusu Beni Haşim’in baskısı ve şecaati karşısında dağılıp hezimete uğradılar.

Bu aşamada mağlup olan ordunun reisleri, kendileri için bir çare düşünerek (doğru veya yalan) bir grup kimseleri yüksek yerlere çıkarıp şöyle demelerini istediler: “ Beyler! Eğer halifenin veliahdı olan Ali bin Musa’ya (İmam Rıza’ya) güveniyorsanız.; şimdi veliahdın vefat haberi ulaştı.”

Bu haber bir şişmek gibi, İmam evlatlarının çevresinde toplanan zayıf iradeli insanların erkanını sarstı ve böylece onların etrafından dağıldılar.

İşte bundan dolayı Cenab-ı Seyyid Emir Ahmed geceleyin kardeş ve akrabalarıyla birlikte düz yoldan çıkıp çöllerden Şiraz’a doğru hareket ettiler. Cenab-ı Ahmed; “Düşman bizi takip ettiğinden dolayı yakalanmamanız için değişik elbiselerle sağa-sola dağılmanız daha iyi olur” dedi.

İmamın evlatları bu tavsiye gereği, aynı gece o şehrin etrafına dağıldılar.[18] Ama Cenab-ı “Emir Ahmed”, “Seyyid Emir Muhammed Abid” ve “Seyyid Abdullah Hüseyin” Şiraz’a varıp tanınmayacak elbiselerle birbirlerinden ayrıldılar; her biri bir köşeye çekilip ibadetle meşgul oldu.

Seyyid Emir Ahmed (Şah Çırağ)

Cenabı Seyyid Emir Ahmed[19] İmam Rıza (a.s)’ın vefatından sonra ilim, züht, vera ve takvada İmam Musa Kazım (a.s)’ın otuz sekiz tane erkek ve kızdan oluşan evlâdının en seçkini ve ileri geleni idi. İmam Musa Kazım (a.s) kendi hayatında bin dinara satın aldığı “Serriye” ismindeki bir bahçeyi o cenaba hediye etti. İhtiramı farz olan bu İmam zade hayatında bin köle alıp Allah yolunda özgürlüklerine kavuşturdu.

Şiraz’a vardıklarında “Serezdek” mahallesinde[20] Ehl-i Beyt’i seven dostlarından birisinin evine saklanıp geceyle gündüzü ibadetle geçiriyordu. Fars valisi “Katlağ han” tarafından İmam zadelerin bulanması için her tarafa casuslar dikiliyor velhasıl bir yıldan sonra cenabı Seyyid Emir Ahmed’in yerini buluyorlar, derken hükümete haber veriyorlar, hükmet de o hazreti yakalamak için çok sayıda asker gönderiyor.

Seyyid Emir Ahmed (Şah Çırağ)’in Şahadeti

Cenab-ı Emir Ahmed o zalim kavme karşı tek başına kendisini öyle savundu ve onlara karşı öyle cesaretli ve yiğitçe davrandı ki bin üç yüz yıldan sonra şimdi de tarih erbaplarının ibret ve hasretlerine sebep olmaktadır. Nihayet, onun hakkından gelemediklerini görünce komşunun evini delip o hazretin sığındığı eve girdiler. Hazret savaştan yorulduğu zaman orada birazcık nefes alıp tekrar saldırıyordu. Duvara yaslanıp nefes aldığı vakit arkadan kafasına bir kılıç indirdiler, aynı halde diğer bir grup da evi yıkmakla meşguldüler. İşte bundan dolayı mübarek bedeni yığınca toprakların atında gizli kaldı; o harabe ev o şehrin halkı tarafından büyük çöplüğe dönüştü. Çünkü Şiraz şehrinin halkı az sayıda insanlar hariç muhaliflerindendiler. Hicri yedinci asrın evvellerine kadar yani Fars saltanatı, “Atabek Ebubekir bin Saad Muzafferuddin” şahın eline geçene dek (mübarek bedeni o yıkıklar altında gizli kaldı). Muzafferuddin şah salih bir padişahtı; otuz altı yıl süren saltanat döneminde zahit, abid, alim ve faziletli kimselere karşı çok saygı gösteriyordu ve mutahhar (pâk) İslam şeriatını yaymakta çok çaba sarf ediyordu.

“Ennas-u ala din-i mulukihim”[21] babından Fars memleketinin bütün vezir ve büyük şahsiyetleri pâk ve İslam şiârını koruyan kimselerdi. “Atabek Muzafferuddin” şahın yakın vezirlerinden biri de “Emir Mukarrebuddin Mesud bin Bedruddin” idi; bu vezir ümran ve bayındırlığa çok düşkün olan bir kimseydi. İşte bundan dolayı Şiraz şehrinin ortasında kötü bir durum haline gelen o çöplük yığınını kaldırılıp yerinde büyük bir bina yapılmasını emretti; bunun üzerine çok sayıda işçiler oradaki toprak ve çöpleri şehrin dışına götürmeye başladılar. Bir gün iş esnasında hiç bozulmamış ve kafasından darbe almış bir maktulün cesedini yıkıntılar altında kalmış olduğunu görüp bu meseleyi hükümete bildirirler derken vezir-i a’zem ve bir grup diğer kimseler olayın ne olduğunu öğrenmek amacıyla teftiş etmek için oraya geliyorlar.

Şah Çırağın Cesedinin Bulunması

Uzun süren teftişten sonra o genç maktulün tanınmasına sebep olan tek şey onun parmağındaki yüzük kaşına yazılmış olan şu yazı oluyor: “El İzzet-u lillah Ahmed bin Musa o mekanda Haşimi gencinin savaşıp şehit olması çok meşhur olduğundan dolayı o şerif cesedin ihtiramı farz olan İmam zade cenab-ı “Seyyid Emir Ahmed bin Kazım”ın (a.s) cesedi olduğunu anlıyorlar. Takriben dört yüz yıl geçtikten sonra o bedenin bozulmaması, görenlerin hidayetine ve bir grup muhaliflerin de basiretleşmelerine sebep oluyor.

“Atabek Muzafferuddin şah” ve vezir-i a’zamın emriyle cesedin bulunduğu yerde güzel bir anıt yapıyorlar; o şerif cesedi büyük bir ihtiramla alim ve büyük şahsiyetlerin huzurunda kazılmış olan kabre gömüyorlar. Halk bu anıta oldukça ihtiram ve saygı gösteriyor. Atabek Muzafferuddin şah H. 658. yılında vefat ediyor. H. 750’de Şiraz ve Fars saltanatı “İshak bin Mahmud”şahın eline geçiyor. Çok salihe ve hayır sever bir kadın olan şahın annesi “Meleke Taşi Hatun” O hazretin anıtını çok güzel tamir ettiriyor ve çok güzel bir kubbe de o kabrin üzerine diktiriyor. Şiraz şehrinin on sekiz fersahında vaki olan “Meymend” kasabasını da o mübarek mekana vakfediyor, halen o kasaba duruyor; Meymend’in gül suyu dünyada meşhurdur.

Seyyid Alauddin Hüseyin

Cenab-ı “Seyyid Alauddin Hüseyin”, İmam Musa Kazım (a.s)’ın diğer bir oğludur. Değerli kardeşiyle Şiraz’a gelip o şehrin bir köşesine saklanıyor, geceyle gündüzü ibadetle geçiriyor.

O yakınlarda Katlağhan’ın büyük bir bahçesi varmış, bir gün Hazret, o bahçenin bir köşesinde teferrüc[22] ettiğinde onu tanıyorlar; aynı yerde onu şehit edip Kur’ân elinde olduğu bir halde toprağa gömüyorlar.

Bu olayın üzerinden yıllar geçiyor, Katlağhan ölüyor, o bahçe viran oluyor, o şanı yüce Seyyidden Safeviye zamanına kadar bir eser bulunmuyor. Safeviye zamanında bu harabe bahçede bina yaparken bedeni bozulmamış ve kanıyla boyanmış bir maktul, bir elinde Kur’ân, diğer elinde kılıç olduğu bir halde toprak altından çıkıyor; mevcut olan alamet ve karinelerle bu cesedin İma Musa bin Cafer’in şehit oğlu cenab-ı Seyyid Alauddin Hüseyin’in mübarek cesedi olduğunu anlıyorlar; o bahçede onu defnediyorlar ve “Katlağhan”[23] da o kabre bir anıt yapıyor.

Yıllar geçtikten sonra “Mirza Ali Medeni” Medine’den İmam zadelerin ziyaretine[24] geliyor, çok servetli olduğundan dolayı o mübarek kabrin üzerine güzel bir bina yapıyor, çok mülk ve bahçeler alıp o mübarek mekana vakfediyor. Kendisi vefat ettikten sonra (o merhumu da) o mukaddes yerde defnediyorlar. Merhum şah İsmail zamanında o kabir güzel bir şekilde tamir ediliyor; şimdiye dek bütün Fars halkının ziyaretgahı ve onların ilgi gösterdiği (mukaddes) bir yer halindedir.

Bazıları bu saygı değer Seyidin akim ve nesli olmadığını, bazıları da nesli olup fakat sonradan zürriyetinin kesildiğini yazıyorlar. Merhum seyyid Amir Ahmed (Şah çırağ)’ın da erkek evlâdı yoktu, fakat azize ve salihe bir kızı vardı. Nitekim bu mesele “Umdet’ut- Talib fi Ensab-i Âl-i Ebi Talib” kitabında mevcuttur. Bazıları da erkek evlâdının olduğunu yazıyorlar.

İbrahim Mücab

Cenab-ı seyyid Emir Muhammed Abid’e gelince; o da inzivaya çekilip ibadetle meşgul oluyor, böylece tabii ölümle dünyadan göçüyor. Çok değerli evlatları varmış; ilim, zühd, vera ve takva açısından onların hepsinden en üstün olanı, Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s) tarafından uyanıkken selamının cevabı iftiharına nail olan ve bundan dolayı da (Mücab) lakabıyla meşhur olan cenab-ı Seyyid İbrahim (Mücab)’dır.

Cenab-ı Seyyid İbrahim Mücab, değerli babasının vefatından sonra mutahhar cedlerinin özellikle mübarek kabri yeni bulunan ve o zamanda büyük bir şöhrete yol açan Hz. Ali (a.s)’ın kabrini ziyaret etmek için o mukaddes ziyaretgahlara doğru hareket ediyor.

Hafız: “Emir’ul- Muminin Hz. Ali’nin (kerremellah vechehu) kabir o zamana kadar ne haldeydi ki yüz elli yıldan sonra keşf oldu?”

Davetçi: Emir’ul- Muminin Hz. Ali’nin şahadeti, Muaviye’nin hilafeti ve Beni Ümmeyye’nin azgınlığı zamanında vaki olduğundan dolayı Hazretin vasiyeti üzerine onun mübarek naşını geceleyin gizli bir şekilde defnettiler; hatta bir alâmet bile kabir üzerine bırakmadılar; O Hazretin ashap ve evlatlarından pek az insanlar defin zamanında hazırdılar. Ramazan ayının yirmi birinci gününün sabahı, durumun düşmanlara şüpheli olması ve Hazretin kabrinin yerini bilmemeleri için iki mahmil[25] bağlayıp birini Medine’ye diğerini de Mekke-i Muazzama’ya doğru gönderdiler. İşte bundan dolayı Hazretin mübarek kabir yıllarca gizli kaldı, O Hazretin evlatları ve özel ashaplarından başka hiçbir kimse onun kabrinin yerini bilmiyordu.

Hafız: Böyle bir vasiyetin ve saklı kalmaya ısrar etmenin sebebi ne idi?

Davetçi: Büyük bir ihtimalle, dinsiz Beni Ümmeyye korkusundan dolayı idi. Çünkü onlar taği (azgın), yaği (isyancı, düşman, eşkıya) ve özellikle Peygamber Ehl-i Beytine (sallallahu aleyhim ecmain) buğzeden insanlardı; Hazretin mübarek kabrine edepsizlik yapılması ve bu zulmün diğer bütün zulümlerden daha kötü olması mümkündü.

Hafız: “Bu nasıl bir sözdür? Bir Müslüman öldükten sonra düşmanlık bile ortada olsa onun kabrine çirkin bir amel yapmaları mümkün mü?”

Beni Ümeyye’nin Feci Amelleri

Davetçi: Zati aliniz Beni Ümeyye’nin çirkin tarihine bakıp onların utanç verici feci amellerini görmediniz mi? Bu Şecere-i mel’une ve taife-i habise Müslümanların yönetici ve emirlileri oldukları günden beri Müslümanlar arsında zulüm, tecavüz ve bozgunculuk kapısı açılmış oldu. Yapmadıkları zulüm kalmadı, nice kanlar döktüler, nice namusları zedelediler! Hasiyetsiz bu rezil kavim hiç bir şeye bağlı değildi. Nitekim sizin büyük alim ve yazarlarınız da onların çirkin ve kötü amellerini büyük bir mahcubiyetle (kendi kitaplarında) kaydetmişlerdir.

Zeyd Bin Ali (a.s)’ın Şahadet Vakıası

Sizin büyük alimlerinizden olan “Allame-i Makrizi Ebu’l Abbas Ahmed bin Şafii”, “En- Niza ve’t- Tahasum Fima Beyne Beni Haşim ve Beni Ümeyye” adlı meşhur kitabında onların feci amel ve fiillerini geniş bir şekilde izah etmiştir ki onlar ölü ve diri tanımıyorlardı. Örnek olarak tarihî olan iki önemli vakıayı ve bu kavmin (Beni Ümeyye’nin) işledikleri feci cinayetlerden yeterli bir örneği huzurunuza arz ediyorum.

Beyler (sakın) şaşırmayın, bilin ki söylediğim şeyler senet ve esas üzeredir. O önemli vakıa Hz. Zeyd bin Ali bin Hüseyin (aleyhum’es selam) ve oğlu Yahya’nın şahadetidir. Her iki fırkanın (Şia ve Ehl-i Sünnet’in) bütün tarihçileri şöyle yazmışlardır:

Hişam bin Abdulmelik bin Mervan, kameri 105. yılda hilafete ulaştığında zulüm ve teaddi temelini attı. Kendisi ve ona tabi olanlar özellikle Beni Haşim’e zulüm ve eziyeti en son haddine ulaştırdılar.

Nihayet cenab-ı Zeyd bin Ali, o yegane efendi, şerif, alim, abid, zahit, fakih ve müttaki kişi tazallüm ( zulümden şikayet etmek) için Şam’a halifenin yanına gitti; Resafe’de Hişam’la görüştü Hazret ne için geldiğini beyan etmeden önce Hişam, Resulullah’ın bedeninin bir parçası olan torununu bir misafir olarak karşılamak, ona yardımda bulunmak ve sorunlarını çözmek yerine ilk girişte o hazrete sert bir şekilde hakaret etti ve ağzıma alamayacağım çirkin sözlerle hilafet sarayından kovdu.

Nitekim bizim ve sizin büyük tarihçileriniz örneğin, İmam Mesudi “Müruc’uz- Zeheb”in ikinci cildinde, Allame Makrizi “En- Niza ve’t- tehasum Fima Beyne Beni Haşim ve Beni Ümeyye” kitabında, İbn-i Ebi’l- Hadid-i Mütezili “Şerh-i Nehc’ul- Belağa”da ve diğer şahıslar, mufassal olarak yazıyorlar ki Zeyd bin Ali onca hakaretten, ağır darbelerden ve halifenin yanından kovulduktan sonra mecburen Şam’dan Kufe’ye gitti ve zulmü yok etmek için Emevilerin aleyhine bir hareket başlattı.

Küfe şehrinin hakimi olan Yusuf bin Ömer-i Sakafi büyük bir orduyla o hareketi yok etmek için mücadeleye kalkıştı, o hazret de Haşimi bir şecaat ve cesaretle şu şiirleri okuyup savaşıyordu:

Zilletli Hayat ve izzetli ölüm;

Her ikisini de çetin ve şiddetli görüyorum.

Onlardan birini seçmek zorunda isem,

İzzetli ölüme doğru gitmem daha güzeldir.

 Bu esnada aniden düşman tarafından bir ok, hazretin mübarek alnına isabet etti ve böylece şahadet şerbetini içerek likaullaha kavuştu. O hazretin oğlu Cenab-ı Yahya şialarla birlikte o kargaşalık içerisinde babasının mübarek bedenini gizli bir şekilde götürüp şehrin dışındaki bir nehrin içerisinde kabir kazıp defnettiler; defnettikten sonra düşmanların o Hazretin kabrinin nerede olduğunu bilmemeleri için nehrin suyunu o kabrin üzerine cari ettiler(akıttılar).

Ama Yusuf-u Sakafi’nin müfsit casusları bu olayı ona ulaştırdılar. Bunun üzerine Yusuf-u Sakafi kabrin açılmasını ve bedeninin kabirden çıkarılmasını emretti ve daha sonra hazretin başını bedeninden ayırıp Hişam içim Şam’a gönderdiler. O nanecip asaletsiz ve mel’un Kufe hakimi olan Yusuf-u Sakafi’ye, cenab-ı Zeyd’in bedenini üryan olarak dar ağacına asmalarını emretti”; o mel’unlar da Hişam’ın emri üzerine sefer ayı H. 121 yılında Resulullah (s.a.a)’in zürriyetinin bedenini çıplak olarak ağaca astılar. Resulullah(s.a.a)’in bedeninin parçası olan o alim ve zahidin bedeni tam dört yıl ağaçta asılı kaldı. H. 126. yılında “Velid bin Yezid bin Abdulmelik bin Mervan” hilafete yetiştiğinde o hazretin kemiklerinin dar ağacından indirilip yakılmasını ve yakıldıktan sonra da külünün rüzgarda savrulmasını emretti (onlara da aynı ameli uyguladılar).

Cenab-ı Yahya’nın Şahadeti

Aynı mezkur ameli o mel’un Velid bin Yezid) Horasan şehirlerinden olan Cürcan[26] şehrinde Cenab-ı “Yahya bin Zeyd bin Ali bin Hüseyin” (aleyhum’es- selam)’ın bedenine yaptı. Çünkü o hazret de Beni Ümeyye’nin zulmüne karşı kıyam etti ve savaş alanında şehit oldu; başını bedeninden ayırıp Şam’a gönderdiler; mübarek bedenini değerli babasının bedeni gibi dar ağacına astılar, altı yıl öylece ağaçta asılı kaldı. Dost ve düşman o hazretin haline ağlıyorlardı. Velid cehenneme vasıl olduktan sonra Beni Abbas taraftarlığıyla Beni Ümeyye’nin aleyhine kıyam eden “Ebu Müslim-i Horasanî” Resulullah’ın zürriyetinin bedenini zulüm ağacından kurtarıp Cürcan (Gurgan)’da defnetti. Şimdiye kadar mübarek kabir bütün Müslümanların ziyaretgahı ve onların ihtiram ve saygı gösterdikleri kutsal bir mezardır.[27]

Binaenaleyh örnek olarak zikrettiğimiz cinayetleri işleyen habis (kötü) hanedanın fırsat ellerine geçseydi, Emir’ul- Muminin Hz. Ali bin Ebi Talip (a.s)’ın mübarek naşına aynı şekilde muamele yapacakları hiç de şaşırılacak bir şey olmazdı.

İşte bundan dolayı vasiyet gereğince o hazretin cenazesi geceleyin defnedildi ve kabir üzerine de hiç bir alamet bırakılmadı; Abbasi halifesi olan Harun’ur- Raşid zamanına kadar gizli kaldı. Bir gün Harun’ur- Raşid, kamışlı ve ceylanların bulunduğu yer olan Necef çölüne avcılığa çıktı, tazı ve parslarla ahuları takip ettiler; avcılar “Tell-ü Necef”e[28] sığındılar; ama tazı ve parslar Telle-ü Necef’in üzerine çıkmadılar. Bu amel bir kaç defa tekrarlandı; yani tazılar geri gittiklerinde ceylanlar tepeden aşağı iniyorlardı, takip edildiklerinde ise tekrar o tepeye sığınıyorlardı. Halife, tazıların tepenin üzerine çıkmadıklarını görünce o mekanda bir sırrın olması gerektiğini anladı; işte bundan dolayı hizmetçilerine o yerin halkından yaşlı bir adamı yanına getirmelerini emretti. Bir ihtiyar adam bulup getirdiklerinde halife o adama; “Bu tepede ne gibi bir sır vardır ki, tazılar ceylanların ardıca onun üzerine çıkmıyorlar?” diye sordu.

Hz. Ali (a.s)’ın Kabrinin Bulunması

İhtiyar adam cevaben; “Ben sırrını biliyorum, fakat söylersem can güvensizliğimi kaybederim” dedi. Halife güvenlik verince ihtiyar adam şöyle dedi: “Babamla birlikte buraya geldik, babam bu tepenin üzerini ziyaret edip orada namaz kıldı, babama; “Burada ne vardır?” diye sordum. Babam cevabımda şöyle dedi: “İmam Cafer Sadık (a.s)’la birlikte burayı ziyarete geldik, İmam Sadık (a.s); “Burası ceddimiz Ali bin Ebi Talip (a.s)’ın kabirdir, yakında aşikar olacaktır.” buyurdular.

Halife o yerin kazılmasını emretti, orayı kazıp bir kabir alametine ulaştılar, orada iki satır Süryani yazısıyla yazılan bir levha gördüler, o levhadaki yazıyı tercüme ettiklerinde şu sözler çıktı: “Bu Nuh peygamberin tarafından yedi yüz yıl önce Muhammed (salllahu aleyhi ve alih)’in vasisi olan Ali için kazdığı kabirdir.”

Harun bu durumu görünce o kabre çok ihtiram edip toprakları tekrar kendi yerine dökmelerini emretti, kendisi de bineğinden aşığı inip abdest aldı, iki rekat namaz kıldı, çok ağladı ve kendisini o mutahhar kabrin üzerine attı. Daha sonra Hz. Musa bin Cafer (a.s)’ın huzuruna bir mektup yazarak bu olayın O Hazretten sorulmasını emretti. Hazret onların sorusunun cevabında şöyle yazdı: “Evet, orası değerli ceddim Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s)’ın kabridir.

Harun kabrin üzerinde taşla bir bina yapılmasını emretti, bu bina “Tahcir-i Harun” diye meşhur oldu. Daha sonra bu haber diğer şehirlere yayıldı. Müminler etraftan yolculuk yüklerini bağlayıp O Hazretin ziyaretine geliyorlardı. İşte bundan dolayı Cenab-ı “Seyyid İbrahim Mücab” da fırsat bulur bulmaz Şiraz şehrinden Hazretin ziyareti için yola çıktı. Kerbela-i Müalla’yı ziyaret edip ondan ayrıldıktan sonra, Hakkın nidasına lebbeyk deyip dünyadan göçtü ve değerli ceddi İmam Hüseyin (a.s)’ın civarında defnedildi. Şimdiye kadar mübarek kabri Hz. Hüseyin (a.s)’ın revakının kuzey batısında dostlarının ziyaretgahıdır.

Hz. Ali (a.s)’ın Medfeni Hakkındaki İhtilaf

Hafız: Ama ben böyle açık ve kesin buyurmanızla birlikte mevlamız Hz. Ali’nin (kerremullahu vechehu) kabrinin Necef’de olduğunu sanmıyorum. Çünkü alimler onda ihtilaf etmişlerdir; bazıları Kufe’nin Kasr’ül- imare’sinde, bazıları Kufe’nin mescid-i camisi’nin kıble tarafında, bazıları Kufe camisinin Bab’ul- Kinde’sinde, bazıları Kufe Rahbe’sinde ve bazıları da Baki kabristanında olduğunu söylemişlerdir. Bizim Afganistan’ın (baş şehri) Kabil’in yakınlarında da Mezar-ı Ali isminde anıt vardır; diyorlar ki mevlamız Ali’nin cenazesini bir sandığa bıraktılar sonra onu bir devenin üzerine bağlayıp Medine’ye doğru götürdüler; bazıları sandığın içerisinde değerli eşyaların olduğunu sanarak onu çaldılar; sandığın ağzını açtıklarında Hazretin mübarek cesedini gördüler, (bu durumla karşılaşınca) onu Kabil’e getirip orada defnettiler. İşte bundan dolayı o bölgenin halkı o anıta ihtiram ediyorlar.

Davetçi: Bütün bu ihtilaflar O Hazretin, kabrinin gizli kalmasını emretmesinden dolayı ortaya çıkmıştır. Bu hakir (ben) tafsilatıyla izah etmek istemedim. Nitekim İmam Cafer bin Muhammed’in- es- Sadık (aleyhum’es- selam)’dan şöyle bir rivayet nakledilmiştir:

“Hz. Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s) vefat anında oğlu İmam Hasan’a şöyle buyurdu: “Necef’de beni defnettikten sonra kabrimin yerini kimse bilmemesi için şu dört yerde kabir kaz: 1- Kufe Camisi’nde. 2- Rahbe’de. 3- Cadet-u Hübeyre’nin evinde. 4- Ğariy’de.”

Elbette bu ihtilaf sizin alimleriniz arasındadır. Çünkü onlar herkesin sözüne itina gösteriyorlar. Ama Şia alimlerinin O Hazretin mübarek kabrinin Necef’ul- Eşref’de olmasında görüş ittifakları vardır. Çünkü onlar hadislerini tertemiz ve mutahhar Ehl-i Beyt’ten almışlardır. Ehl-i Beytin de, beyt’te (evde) olan şeyleri (başkalarından) daha iyi bilmeleri doğal ve apaçıktır.

“Hz. Ali’nin mezarı Kabil’in yakınlarındadır.” buyurduğunuz söze gelince; bu söz gerçekten çok gülünçtür, bu meşhurluk tamamıyla yalandır ve bu olay doğru bir haberden daha çok efsaneye yakındır.

Daha çok sizin alimlerinize hayret edilmelidir. Çünkü her yerde mutahhar Ehl-i Beyt’ten ve O’nların sözlerinden uzak durmuşlardır; hatta ihtilaf çıkmaması için babalarının kabrinin yerini evlatlarına sormaya bile hazır olmamışlardır. Çünkü ev halkı evde olanı daha iyi bilir; O Hazretin evlatlarının babalarının defnedildiği yeri başkalarından daha iyi bilmeleri (gün gibi) apaçık ortadadır.

Eğer o mezkur yerlerden her hangi birisi doğru olsaydı kesinlikle Eimme-i Ethar[29] kendi Şiarlarına haber verirlerdi; oysa ki onların aksine Necef’ul- Eşref’i takviye etmişlerdir; hatta kendileri bile O Hazretin Necef’deki kabrinin ziyaretine gitmiş ve şiaları da O Hazretin Necef'deki kabrinin ziyaretine teşvik etmişlerdir.

Sibt bin Cevzi “Tezkire” kitabında muhtelif rivayetler zikretmiştir; o yere kadar ki şöyle diyor:

“Altıncı rivayet de şudur ki: Hz. Ali (a.s)’ın kabri, bugün bütün halkın ziyaretgahı olan “Necef’ul- Eşref” şehrindedir. Bu rivayet daha aşikar ve yaygın ve meşhurdur.”

Yine diğer alimleriniz, örneğin; Hatib-i Harezmi, “Menakıb” kitabında Hatib-i Bağdadi, kendi tarihinde, Muhammed bin Talha-i Şafii “Metalib’üs- Süul” kitabında İbn-i Ebi’l- Hadid, “Şerh-i Nehc’ul- Belağa”da Firuz Abadi kendi Kamus’unda (Necef maddesinde) vs. O hazretin defnedildiği yerin Necef’ul- Eşref olduğunu yazmışlardır.

İbrahim Mücab’ın Evlatları

Velhasıl el-Kalem-u yecurr’ul- kelam (söz sözü getirir) münasebetiyle asıl mevzudan uzaklaştık İbrahim Mücab (r.a)’in Kerbela-i Müalla’da vefatında sonra o cenaptan Ahmed Muhammed ve Ali isminde üç seçkin erkek evlat yadigar kaldı; bunların her üçü de cedlerinin dinini tebliğ etmek için o zaman Dar’ül İmare[30] olan İran’a doğru hareket ettiler. Cenab-ı Ahmed “Kasr-ı İbn-i Hübeyre”ye giderek oraya yerleşti; evlatları orada çok meşhur oldu ve hepsi dine hizmete meşgul oldular.

Cenab-ı Muhammed (Hairi ismiyle meşhur) Kirman’a teşrif buyurdular o cenaptan Ebu Aliyy’ül- Hasan Muhammed Hüseyin Şeyyiti ve Ahmed isminde üç çocuk yadigar kaldı, onlara çok şerefli torunlar nasip oldu. Muhammed Hüseyin ve Ahmed Kerbela’ya döndüler ve değerli atalarının kabri kenarında ömürlerini sona erdirdiler. Onların neslinden Kerbela ve çevresinde meşhur büyük kabirler vardır. Örneğin muhterem Âl-i Şeyyiti ve Âl-i Fihar seyyidlerinin kabilesi ki cenab-ı Muhammed Hüseyin Şeyyiti’nin soyundandırlar ve Âl-i Ebu Nasır ve Âl-i Tu’me Seyyidleri de astane-i kuds-i Hüseyni’nin (ervahuna fedah)[31] muhterem hizmetçilerindendirler; onlar da cenab-ı Ahmed’in soyundandırlar.

Cenab-ı Aliyy’ul- Hasan da Şiraz’a yerleştiler, Şiraz halkı mutaassıp Ehl-i Tesennün’den, genellikle nasibi ve Havariç takipçilerinden ve Ehl-i Beyt’e karşı özel bir adavetleri olduklarından dolayı alenen seyyidlik ismiyle ortaya çıkmadılar. İşte bundan dolayı Arap elbisesiyle şehrin kenarındaki çukur bir yerde[32] evler yapıp ortaya yerleştiler. Şiraz’ın Serezdek” mahallesinde evleri olan Şia aileleri muazzam İmam zadelerle ilişki kurdular, onlar da gizli bir şekilde dini tebligatlar ve velayet hakikatlerini yaymaya meşgul oldular.

Cenab-ı Ebu Ali Ahmed vefat ettikten sonra o cenab’ın büyük oğlu olan Ebu Tayyib tebligat alanını genişletti, yavaş-yavaş şöhreti artmaya başladı, muhaliflerden çoğu hidayet olup hak yolunu buldular. Artık Şia topluluğu çoğalmaya başladı. Muazzam İmam zadelerin tebligat ve teşebbüsleri eserinde önemli teşkilatlar kuruldu; hatta Şiraz’da “Sadat-i- Abidi ve Mücabi” isminde tebligat minberleri yapıldı.

Kendi akrabalarını, dini tebliğler yapmak için çevre köylere gönderiyorlardı; biraz olsun bile dini hizmet ve tebliğler yapmaktan usanmıyorlardı. Onların tebligat alanı İran’ın etrafındaki şehirlerde gittikçe genişliyordu. Şialığı seçen “Diyaleme” zamanında Gazan Han (Mahmud) ve Moğol Ülcayitu (Sultan Muhammed Hudabende) saltanatı döneminde ve tamamiyle özgür oldukları Safeviye zamanında Şia alemine büyük hizmetler yaptılar; İran şehirlerinin çoğunda Şia-i İmamiyye mezhebi hakikatleri bu yüce hanedan vesilesiyle yayılmış oldu.

Şiraz Seyyidleri Tahran’da

Merhum “Fethali Şah Kacar”ın saltanat döneminin sonlarında Merhum seyyid’ul- Fükaha-i ve’l Müctehid, allame-i kebir hacı seyyid “İsmail Müctehid Mücabi”nin en seçkin evlatlarından olan bizim büyük ceddimiz merhum “Seyyid Hasan-i Vaiz-i Şirazi” (tabe serah) mukaddes Meşhed’de İmam Rıza (a.s)’ın kabri şerifini ziyaret edip döndükten sonra Tahran’a geldiler, ilim sever şahin şah tarafından ona çok ilgi gösterilip Tahran’da kalması rica olunmuştur. Dini vazifesi gereğince o saygı değer cenap, şahın ricasını kabul ediyor. O zamanlar, Tahran’da alimlerin dini meseleler beyan ettikleri camilerden başka bugünkü gibi diğer tebliği meclisler adet ve mütedavil değildi; tekkelerde sadece taziye ve ağıt okuma merasimleri düzenleniyordu; onlardan en önemlisi şahin şah devletinin tekkesindeki düzenlenen meclislerdi.

İşte bundan dolayı saygı değer Seyyid Hasan’ın düsturu ve şahin şahın onaylamasıyla tekkeler, ağıt ve taziye vakitlerini tebliğ meclislerine dönüştürdüler.

Tahran’da il tebliğ toplantısının temelini atan ve tebliğ minberleri kuran, büyük babam olan merhum ağa Seyyid Hasan-ı Vaiz-i Şiraz’ı olmuştur. Bu toplantılar, müctehid ve taklit mercilerine hedefleri doğrultusunda çok yardımcı olmuştur.

İşte bunun için merhum seyyid Hasan, merhum Hacı seyyid İsmail-i Müctehid’in kendi ceddi olan ve Şiraz’da bulunan bizim babamıza bir mektup yazıyorlar. Bunun üzerine kırk kişiye aşkın kendi evlatları arasından ağa seyyid Cafer, ağa seyyid Rıza müctehid-i fakih, hacı seyyid Abbas, ağa seyyid Cevad, ağa seyyid Mehdi, ağa seyyid Müslim, ağa seyyid Kazım ve ağa seyyid Fetullah Tahran’a gidiyorlar.

Kazvin halkının daveti üzerine cenab-ı ağa seyyid Mehdi, ağa seyyid Müslim ve ağa seyyid Kazım tebliğ için o bölgeye gönderiliyor. O üç seyyidin neslinden olan Mücabi seyyidleri şimdi de o bilgede meşhur ve marufturlar.

Merhum seyyid Hasan’ın kendisi de diğer kardeşleriyle birlikte Tahran’da tebliğ mescitleri düzenleyip gittikçe bu tebliğ alanını genişletiyorlar, mihrap ve minber vesilesiyle şer-i enveri (nurlu şeriatı) yaymaya çalışıyorlar. H. 1291 yılında merhum Seyyid Hasan (r.a) vefat ediyor. Ondan sonra silse-i celile-i sadatın riyaseti (reisliği) o merhumun reşit oğlu (ve benim büyük babam olan) merhum seyyid Kasım-ı Bahr’il- Ulum’a intikal ediyor. Çünkü silsile-i celile-i sadatın bu güzel riyaset elbisesi, o zaman bin kişi civarında olan Şirazî Sadatının büyük hanedanı arasında zühde, vera ve takvada meşhur, makul ve menkulu[33] cem eden, usul ve füru’u ihtiva eden zamanın nabığası (üstün zekalısı), ilim, amel ve siyasette tam meşhur olan sadece o şanı yüce seyyide uygun gelip yakışıyor.

Merhum Bahr’il- Ulum’un Allah’ın rahmetine kavuştuğu[34] H. 1308 yılından bu zamana kadar, bu şan-ı yüce hanedanın riyaseti, hami’uş- Şia, muhy’iş- şeriat, nasır-ı milleti ve’d din, mürevvic-u ahkam-u seyyid’ul- mürselin, sikat’ul- İslâm ve’l- Müslimin, ferid’üd- dehr, vahid’ul- asr ve Kacar şahı Nasreddin tarafından “Eşref’ul- Vaizin” lakabıyla meşhur olan yüce ceddimiz Hz. ağa seyyid Ali Ekber (damet berekatüh) iledir.

Bu yüce insan seksen yıla yakın tehvid sancaktarı olmuş ve çeşitli olaylar özellikle son asrın hadiseleri, din düşmanları ve yabancılar karşısında tam bir cesaret, fedakarlık ve sonsuz bir kudretle durup sebat ve istikametle din-i mübin-i yaymakta çabalar sarf etmiş, ahkamı yaymakta, menhiyat-ı (nehyedileni ) önlemekte, tertemiz İslam şeriatının düsturlarını korumakta, hakikatleri iblağ etmekte ve ilim merkezlerini genişletmekteki hizmetleri dost ve düşman tarafından tasdik ve teyit olmuştur.

O kadri yüce şahsın güneşten daha aşikar olan sihirli beyan ve etkileyici sözleri çeşitli zaman ve mekanlarda ulema-i a’lam ve meraci-i taklid’in teveccüh ve dikkatini çekmiştir.

Özellikle hüccet’ül- islamlar, ayetullahlar, taklid merciileri, asrın üstün zekalıları merhum hüccet’ul- islam hacı mirza Muhammed Hasan-ı Şirazi-yi Bozorg (13. Yüz yılda Ehl-i Beyt mezhebini canlandıran kişi), hacı mirza Habibullah-i Reşti, hacı şeyh Zeynülabidin-i Mazenderani, hacı mirza Hüseyin, hacı mirza Halil-i Tahrani, ağa seyyid İsmail Sadr-i İsfehani ve ağa mirza Muhammed Taki-yi Şirazi (kaddesellah esrarehum), özellikle ilim şehri Necef’ul- Eşref’de oturan bu karmakarışık asırda fırka-i naciye-i İmamiyye’nin riyasetini üstlenen fakih-i Ehl-i Beyt-i ismet ve’t- taharet seyyid’ul- fükaha ve’l- müçtehidin, ayetullahi fi’l- arazin, nabiğat’üd- dehr hazreti ağa Seyyid Ebu-l Hasan-ı İsfehani (metteallah’il- Müslimine be-tul-i bekaih) o şanı yüce seyyidin (Eşref’ul- Vaizin) hakkında haddinden fazla lütuf ve muhabbet izhar eylemişlerdir. [35]

Seyyid Ebu’l- Hasan-ı İsfehani gerçekten ilim, bilgi ve hüsnü siyasette “Ene medinet’ul- ilm ve Aliyyün babuha” bayrağını, bir dünya muhalif karşısında nâsutun (beşeriyet aleminin) sarayı üzerinde yükseltmeyi, Mavera-ü Bihar’a kadar İslam ahkamını yaymayı ve çeşitli millet ve inançlara sahip olanlardan birçok grupları, İslam havzasına (ilim merkezine) ve mezheb-i hakka olan Caferi Mezhebi’ne girmelerine sebep olmayı başarabilmiştir.[36]

Yine üstatların üstadı ve Kum’un İlahi ilimler medreselerinin müdüriyeti elinde olan mukaddes zat ayetullah’il- uzma ağayı hacı şeyh Abdulkerim-i Hairi-yi Yezdi (mudde zilluh’ul- ali)[37] haddinden ziyade değerli babamıza önem verip teyit etmiştir; daima Seyf’ul- İslam (İslam’ın kılıcı) unvanıyla onu muhatap kılmıştır. Çünkü kesici dil kılıcının gücüyle küfr, ilhad, zındıklık ve fesat sarayının temelini sarstığını, i’la-i kelimetullah ve mezheb-i hakka’yı yaymak yolunda cihat ve fedakarlık yapmaktan çekinmediğini müşahede ediyordu.

Allah’ın verdiği otorite ve güçle, bir an bile mülhitleri ve İslam düşmanlarının zehirli hedeflerini etmek yolunda rahat oturmamıştır. Dahili ve harici düşmanların, o âlicenabın maksat ve hedefinin önünü almak için yaptıkları çabalara rağmen daima genel olarak İslam dini ve milletini, özel olarak da hak olan Caferi Mezhebi’ni savunmuş ve onlara hizmetleri olmuş ve olmaktadır.

Velhasıl şimdiye kadar bu silsile-i celile Tahran ve çevresinde, Sadat-i Şirazi, Abidî ve Mücabî ismiyle daima şeriata hizmet etmiş ve gereken vazifelerini yapmışlardır. Muhaliflerin baltaları, suçlama ve iftiraları karşısında kararlılık gösterip güzel bir şekilde imtihanlarını vermişlerdir. İşte bu “Neden İran’a gittiniz ve ne için gittiniz?” şeklindeki sorduğunuz soruya, bu silsile-i celile’nin uzun hayatından kısaca arz ettiğin cevaptır.

Bu büyük hanedanın hedef ve maksadı, İmam Musa Kazım (a.s)’ın oğullarından olan cenab-ı “Seyyid Emir Muhammed Abid” ve “Seyyid İbrahim Mücab”ın zamanından (takriben 1300 yıl oluyor) şimdiye kadar İslam dini ve şeriatına hizmet etmek olmuştur ve daima şu ayeti; “Allah’ın risaletini (İlahi mesajı) tebliğ edenler ve O’ndan korkanlar, Allah’ın dışında hiç kimseden korkmuyorlar. Allah hesap görücü olarak yeter.”[38] göz önünde bulundurarak tebliğ kürsüsünde oturup Allah’ın dışında hiç kimseden korkmadan, tam bir sebat ve istikametle Allah’a dayanarak gereken vazifelerini yapmışlardır.

Müzakerat buraya ulaştığında “Seyyid Abdülhay” saatine bakıp şöyle buyurdular: “Geceden hayli bir zaman geçmiştir, izin verirseniz diğer sohbetler yarına kalsın; yarın inşaAllah sohbet etmek ve vaktimizin daha çok olması için biraz erken geliriz.”

Davetçi de (kendisini kastediyor) tebessüm ederek güler yüzle muvafakat etti. Çay içip Hindistan çerezlerinden yedikten sonra ayağa kalktılar; biz de samimiyet ve sevgiyle onları uğurladık.




[1] - Ehl-i Hadis ıstılahında “Hafız” kelimesi için çeşitli manalar söylenmiştir. Mesela “Hafız”, metin ve senet bakımından yüzbin hadise iyice ilmi olan kimseye denir. Yine Hafız, Allah’ın kitabını ve Peygamber’in sünnetini koruyan kimseye denir. İşte bundan dolayı Şia ve Sünni alimlerinden çoğuna Hafız diyorlardı.

[2] - İhtiram için söylenen bir kelime; Türkçe’de bunun karşılığı yoktur. Bu kelime takriben alicenap manasına gelir. Bu tabir, büyük alimler için kullanılır.

[3] - Peygamberimiz’in soyundan gelen kimseler.

[4] - Allah-u Teâla Peygamber’i hakkında şöyle buyuruyor: “Şüphesiz sen büyük bir ahlak üzerindesin.”

[5] - Yine buyuruyor ki: “Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et ve olarla en güzel bir biçimde mücadele et.” (Nahl/125)

[6] - Şeyh Saduk, hicri dördüncü asırda Şia’nın büyük alim ve fakihlerindendi. Hadis ilminde çok eleştirici ve rical ilminde ise çok basiretli birisiydi. Kum ve Horasan alimleri arasında onun gibi bilgili ve hadis ezberleyen kimse yoktu. Üçyüz kitap telif etmiştir. Şia’nın muhteber dört kaynak kitabından olan “ Men la Yahzur’ul- Fakih” kitabı da onlardan biridir. Kameri 381. yılında İran’ın başkenti olan Tahran’ın “Rey” şehrinde vefat etmiştir. Kabiri Tahran ve diğer yerlerden gelenlerin ziyaretgahıdır.

[7] - Enam /84.

[8] - Al-i İmran/ 61.

[9] - Ebu’l Hasan, İmam Musa Kazım (s.a.a)’ın künyesidir.

[10] - Asabe, baba tarafından olan akraba ve yakınlara denir.

[11] - Sünnü kardeşler öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazını farz olarak Şîa’nın aksine ayrı kılıyolar. Ama Şia, Resulullah’ın ve onun pâk Ehl-i Beytine uyarak cem ve tefrikde (ayrı kılmada) muhtardırlar.

[12] - İşte bundan dolayı yatsı namazını, on gece süren münazara müddetince aynı mecliste kılıyorlardı.

[13] - Ehl-i Tesennün’ün eşraf ve çok mülk sahiberinden bir kişi ki çok zeki ve araştırmacıydı.

[14] - Yani hiçbir korku ve yağmur olmaksızın...

[15] - Tercihun bila müreccih, iki yanı musavi olan bir şeyin bir tarafını delilsiz olarak diğerine tercih etmeye denir. Tercihun bila muhassıs da delilsiz olarak külli ve genel olan bir hükmü belli bir duruma veya bir ferde mahsus kılmaya denir.

[16] - Kabrin etrafına bırakılan şebekeli büyük sanduka.

[17] - O zaman Tus’a gidip gelmek için yapılan yolculuk, genellikle Kuveyt, Basra, Ahvaz, Buşehr ve Şiraz yoluyla idi.

[18] - İran’daki İmam zadelerin (İmam evlatlarının) ekseriyeti, o harekette sağa-sola dağılan kimselerdir, diyorlar.

[19] - Şahçırağ ismiyle meşhurdur.

[20] - Mezarın şimdiki bulunduğu mekan.

[21] - İnsanlar padişahlarının dini üzeredirler.

[22] - Açılmak, gam ve gussayı izale etmek.

[23] - Katlağ; eski Türkçe’de büyük anlamına gelir. Geçmiş zamanlarda padişahlar tarafından bazı hakim ve büyüklere “Katlağ” lakabı veriliyordu. Nitekim Çengizliler İran’a galebe ettikten sonra “Oktay” “Katlağ Han” lakabını onlara karşı muhalefet etmeyen Etabek-i a’zam Muzaffaruddin Ebubekir bin Saad-i Zengi’ye verdi. Binaenaleyh cenab-ı Seyyid Alauddin’in kabirne anıt yapan Katlağhan, Me’mun tarafından Fars valisi olan ve İmam zadelerle savaşan Katlağ Han’dan başkasıdır.

[24] - şialar Kum’daki Hz. Masume’nin ziyaretine gittikleri gibi, Şiraz’daki Resulullah’ın torunu olan İmam zadenin de ziyaretine gitmeleri iyi olur; kesinlikle onları ziyaret etmenin çok sevabı vardır.

[25] - Mahmil: Deve üzerine bağlanan bir taşıma sandığı veya sepet.

[26] - Şimdi Gurgan söylenir.

[27] - Mecliste bulunan bütün kimseler bu acı vakıayı duymakla müteessir oldu; bazıları da ağlayıp ellerinde olmaksızın o lanetlilere lanet ettiler.

[28] - Necef, lugatta suyan ulaşdığı tepeye denir. Necef selin ev ve kabirlere mani olan Kufe’nin arkasındaki su barajının ismidir; Hz. Ali (a.s)’ın kabir o barajın yakınlarındadır. Nitekim Fiyruzabadi Kamsu’nda Necefi mezkur şekilde mana etmiştir. (Diğer bir nakle göre Necef’in aslı “Ney Cef’dir yani kuru kamış; bu kelime kısaltılarak Necef olmuştur. Müt.)

[29] - Mutahhar masum İmamlar.

[30] - Bütün milletlere ait olan yurt.

[31] - Hz. Hüsseyin (a.s)’ın haremi.

[32] - Yavaş yavaş şehir genişledi, Kacar Saltanatlarının evveli olan “Muhammed Han Kacar”ın saltanat zamanına kadar artık şehrin çevresindeki hendek ve çukurlar şehrin bir cüz’i oldular İmam zadelerin Arabi evlerde tebligat yaptıkları mahalle şimdi de Şiraz’da meşhurdur. O mahallede meşhur olan camii, İran padişahı “Kerim Han Zend”in kardeşi merhum şeyh “Ali Han Zend”, o asırlarda meşhur alimlerden olan bizim büyük ceddimiz merhum hacı “Seyyid İbrahim Müctehid” için yapmıştır.

[33] - Makul ve menkul; Akle ve nakle dayanan sözlere denir.

[34] - Merhum Bahril’ul- H. 1308’de vefat etti, Kerbela-i Mulla’da Mirza Musa Balkonu’yla Hz. Hüseyin (a.s)’ın başının arka tarafı arasında ceddi merhum ağa seyid Hasan-ı Vaiz-i Şiraz’inin kabirinin kenarında defnedildi.

[35] - Eşref’ul- Vaizin-i Şirazi, 21 şaban h. 1351. yılında, 83 yaşında iken Kirmanşahan’da Allah’ın rahmetine kavuştu, üç gün tatilden sonra merhumun cenazesi Davetçinin ittifakıyla birlikte kutsal ziyaretgahlara götürüldü, büyük alim, tüccar, esnaf vs. den oluşan “Kerbela” halkının teşyi töreni ile hazreti Seyyid’üş- Şühedanın (Hz. Hüseyn’nin) müttahar revakında (büyük ceddi seyyid İbrahim Mücab’ın kabri kenarında) defnedildi.

[36] - Merhum Seyyid Ebu’l- Hasan-ı İsfehani 9 Zilhacce H. 1365’de Kazimeyn’de, otuz yıl dünya müslümanlarının riyaset ve liderliğinden sonra 88 yaşında Allah’ın rahmetine kavuştu . Merhum şeyh Mufid (r.a)’den sonra eşi görülmemiş acayip bir teşyi-i cenaze ile Necef’ul- Eşref’e kaldırılıp altın eyvanın karşısında yer alan sahnin kenarındaki hücrede toprağa verilmiştir.

[37] - 17 Zilkade H. 1355’de Kum şehrinde Allah’ın rahmetine kavuştu ve “Medres-i Balaser”de defnedildi (r.a).

[38] - Ahzab/39.

index