SEKİZİNCİ BÖLÜM

 

KİTABIN HATİMESİ

 


HZ. ALİ’NİN PEYGAMBER (S.A.A)’DEN SONRA HALİFETE LİYAKATİ

 

Kitabımıza aynen başladığımız gibi Peygamber (s.a.a)’den sonra imamet bahsi ile son veriyoruz. Bu ise Allah ve Resulünün bu konuya olan has ilgileri sebebiyledir. Bu durum tüm Müslümanların dini ve dünyevi işlerinde ona ihtiyaç duymalarından kaynaklanır. İşte bu yüzden Peygamber (s.a.a) Allah’ın emriyle bu yolda hiçbir fedakarlıktan çekinmemiştir.

Peygamber (s.a.a)’in daha ilk günden İslam devletini tesis ederken izlediği yolu bilen herkes, Hz. Ali (a.s)’ın Hz. Peygamber (s.a.a)’in hanedanı içerisinden O’nun veziri, işinin ortağı, düşmanlarına karşı muhafızı, ilminin sahibi, hikmetinin varisi, veli ahdi ve halifesi olduğunu çok iyi bilir.

Kim Peygamber (s.a.a)’in, daha bisetin başlangıcından ölümüne dek söz ve davranışlarına dikkat ederse, O Hazretin her fırsatta bu mevzuu açtığını ve Ali (a.s)’ı övdüğünü görecektir.

Peygamber (s.a.a) bisetin başlangıcında, daha davetini herkese ilan etmeden önce, Mekke’de olduğu zaman, Beni Haşim’den olan akrabalarını kendi evinde toplayarak bu konuda açıklamalarda bulunmuştur. İşte burada elini, herkesten yaşça küçük olan Hz. Ali’nin omzuna koyarak şöyle buyurdu: “Bu benim, kardeşim, vasim ve varisimdir. Onu dinleyin ve itaat edin.” [1]

Bundan sonra da bazen açıkça Hz. Ali’nin hilafetini ilan ederdi. Örneğin: Hz. Peygamber (s.a.a) Tebük savaşına giderken Hz. Ali’yi yerine bırakarak şöyle buyurdu: “Seni, halifem ve temsilcim olarak kendi yerime bırakmadan önce gitmem doğru olmaz.” [2] 

Bazen de bu konuya üstü kapalı deyinirdi. Şöyle ki Bureyde Hz. Ali’yi Peygamber (s.a.a)’e şikayet edince şöyle buyurdu: “Ali hakkında bir şey söyleme. Zira o bendendir; ben de ondanım. O, benden sonra sizin önderinizdir.”

Bu, Ahmed b. Hanbel’in, Müsned kitabında naklettiği hadisin aynısıdır.

Ama Nesai Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet eder: “Ey Bureyde! Ali’yi bana bir düşman gibi gösterme. Zira Ali benden, ben de ondanım. Ali benden sonra sizin önderinizdir.”

Taberani bu hadisi daha geniş bir şekilde naklederek şöyle der: Peygamber (s.a.a) öfkeli bir şekilde şöyle buyurdu:

“Ne olmuş da halktan bazıları Ali’ye itiraz ederler? Kim Ali’ye düşman olursa bana düşman olmuştur. Kim Ali’yi bırakırsa benden uzaklaşmıştır. Ali bendendir; ben de O’ndanım. Ali benim çamurumdan yaratılmıştır; ben de İbrahim’in çamurundan yaratıldım. Ben İbrahim’den daha üstünüm. Biz, birbirinden türeyen bir ocaktanız. Allah her şeyi duyandır, bilendir!

Ey Bureyde! Ali’nin hakkının, aldığı cariyeden daha fazla olduğunu bilmiyor musun? O, benden sonra sizin önderinizdir!!”

Bunun bir benzerini İmran b. Hasin rivayet ederek şöyle der: Sahabeden 4 kişi Ali’yi Peygamber (s.a.a)’e şikayet etmeyi kararlaştırdı. Onlardan birisi kalkarak şöyle dedi: “Ya Resulellah! Ali’nin şöyle yaptığını bilmiyor musun?”

Peygamber (s.a.a) yüzünü ondan çevirdi.

İkinci şahıs kalkarak aynı sözleri tekrarladı. Peygamber (s.a.a) yine yüzünü ondan da çevirdi. Üçüncüleri de aynı sözleri tekrarladı ama Peygamber (s.a.a) ona da yüz vermedi. Dördüncü şahıs da kalkarak üç arkadaşının sözlerini tekrarladı.

Tam bu sırada çok sinirlenen Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ali’den ne istiyorsunuz? Ali’den ne istiyorsunuz? Ali’den ne istiyorsunuz? Ali benden, ben de ondanım. Ali benden sonra her müminin önderidir.”

Bu hadise benzer bir hadisi de el-İsabe’de Veheb b. Hamza’nın şerhi halinde ondan naklederler. O şöyle diyor: “Ali b. Ebi Talip ile yolculuğa çıktım. Yolculuk esnasında ondan incindim. Geri dönünce onu Peygamber (s.a.a)’e şikayet ettim. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ali hakkında böyle konuşma. Zira o, benden sonra sizin önderinizdir.” [3]

Peygamber (s.a.a)’in Hz. Ali’nin hilafetini açıkça belirttiği, O Hazretin Selman-ı Farisi gibi has sahabeleri tarafından nakledilmiştir. Örneğin: Taberani Mucem’ul-Kebir adlı kitabında Selman’dan şöyle rivayet eder: Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Benin halifem, vasim, sırdaşım, kendimden sonra geriye bıraktığım en iyi şahıs, vasiyetime amel edecek ve borçlarımı ödeyecek olan Ali b. Ebi Taliptir.”

Onlardan bazıları da Bureyde gibi kalpleri hasta olanlar tarafından rivayet edilmiştir. Muhammed b. Hamid Razi Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakleder: “Her peygamberin vasi ve varisi vardır. Benim vasi ve varisim de Ali b. Ebi Taliptir.”

Enes b. Malik, Ebu Naim İsfahani’den şöyle dediğini nakleder: Peygamber (s.a.a) bana şöyle buyurdu: “Ey Enes! Bu kapıdan ilk içeri giren şahıs, muttakilerin İmamı, elçilerin efendisi, dinin koruyucusu ve vasilerin sonuncusudur...”

Enes şöyle dedi: Ali içeri girdi. Peygamber (s.a.a) sevinçle yerinden kalkıp onunla tokalaştıktan sonra şöyle buyurdu: “Sen benim sözlerimi iletecek, sesimi onlara duyuracak ve aralarındaki ihtilafı halledeceksin.” [4]

Yine Hatip, Enes b. Malik’den şöyle rivayet eder: Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu duydum. “Ben ve bu; yani Ali, kıyamet günü ümmetime hüccetiz.” [5]

Ümm’ül-Müminin, Ümmü Seleme, amcasının zevcesi Ümm’ül-Fazl, Ümeys kızı Esma, Ümmü Selim Ensari vb. birçok faziletli mümin kadınlar da bu konu hakkında rivayet etmişlerdir.

Peygamber (s.a.a) bu konuya, bazen de minberde deyinirdi. Bazı zaman ise, Baki mezarlığında yarenlerinden bazılarına söylerdi. Bir zaman da Mekke ve Medine’de Ensar ve Muhacirler arasında kardeşlik ilan ettiğinde bu konuya değindi. Her defasında da Hz. Ali’yi kendisi için seçerek onu kendisine kardeş yaptı. Böylece Hz. Ali’yi diğerlerinden üstün kılarak ona şöyle buyururdu: “Sen bana, Harun’un Musa’ya olduğu konumdasın. Şu farkla ki benden sonra Peygamber gelmeyecektir.”

Yine Peygamber (s.a.a), Muhacirlerin, Mescid-i Harama açılan evlerinin kapısını kapattırıp Hz. Ali’nin kapısını açık bıraktığı gün yukarıdaki hadisi buyurdu.[6]

Ümmet de unutmadı. Ebu Bekir’in, hilafeti zamanında naklettiği şeyi de unutmayacaktır. O şöyle rivayet etmişti: Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ali bana nispetle, benim Allah’a olan nispetim gibidir.”[7] Ve “Adalette benim ve Ali’nin eli birdir.” [8]

“Sen ancak bir uyarıcısın ve her toplumun bir hidayet edeni vardır.”[9] ayeti nazil olunca, Peygamber (s.a.a) onu tefsir ederek şöyle buyurdu: “Ben uyarıcıyım, Ali de hidayet edendir. Ya Ali! Benden sonra hidayet olacaklar senin vesilen ile hidayet olacaklardır.” [10]

Hatip Burra’dan, Deylemi de İbn-i Abbas’tan Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet ederler: “Ali bana nispet, başımın bedenime olan nispeti gibidir.” [11]

Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ali, Kur’ân iledir; Kur’ân da Ali iledir. Bu ikisi havuzun başında bana gelinceye kadar birbirinden ayrılmazlar.” [12]

Yazar: Sayın okurların şunu bilmesi yeterlidir: Ali Kur’ân anlamındadır. Ali ve Kur’ân birbirinden ayrılmazlar. Peki ey Müslümanlar! Onun ismetine ve Peygamber (s.a.a)’den sonra itaat edilişinin farz olduğu konusunda bundan daha açık hangi hüccet vardır?!

Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Ben ilim şehriyim, Ali de onun kapısıdır. O halde kim ilim isterse kapıdan gelsin.”

Bu hadisi, Siyuti, Cami’us-Sağir, s. 107’de, Hakim Nişaburi, iki sahih senetle Müstedrek, c. 3 s. 126-127’de  Menakıb-i Ali’de Taberani’den nakletmiştir. İki sahih senetten birisi iki yolla İbn-i Abbas’tan, ikinci sahih senet ise Cabir b. Abdullah Ensari’den nakledilmiştir.

Hakim Nişaburi bu hadisin nakledilen yollarının sahih olduğuna dair kesin deliller sunmuştur. Kahire’de oturan Ahmed b. Muhammed b. Sıddık (Fas asıllıdır) bu hadisin sahih olduğuna dair “Feth’ul-Mulk’ul-Ali Bi Sıhhat-i Bab-i Medinet’il-İlm-i Ali” isminde bir kitap yazmıştır ve H. K. 1353’de Mısır’da basılmıştır. İlgilenenler oraya müracaat edebilir.

O halde Nasibilerin (Ehl-i Beyt düşmanlarının) bu hadisin sıhhatine itiraz etmeye hiçbir hakları yoktur. Biz onların itirazlarını iyice inceledik. Onlarda taassupta arsızlıktan başka hiçbir şey bulamadık. Nitekim Hafız Salahattin Alai buna tasrih etmiştir; zira Zehebi ve diğerlerinden onun batıl olduğuna dair kaviller naklederek şöyle diyor: “Hadisin uyduruk olduğunu iddia etmeleri hariç onu reddedebilecek hiçbir delil getirememişlerdir.”

Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Ben hikmet eviyim; Ali de o evin kapısıdır.” [13]

Yine şöyle buyurmuştur: “Ya Ali! Sen, ümmetimin ihtilafa düştükleri konuları aydınlatacaksın.” [14]

Yine şöyle buyurmuştur: “Kim bana itaat ederse, Allah’a itaat etmiştir; kim bana karşı gelirse, Allah’a karşı gelmiştir; kim Ali’ye itaat ederse, bana itaat etmiştir; kim de Ali’ye karşı gelirse bana karşı gelmiştir.” [15]

Aynı hedefi takip eden bu ve buna benzer birçok rivayet vardır. Gerçi lafız olarak biraz farklıdırlar ama mana itibarı ile tevatür haddine ulaşmışlardır. Bu rivayetlerin her biri Peygamber (s.a.a)’in makamlarından birisini Hz. Ali’ye vermektedir. Bu makamların, Peygamber (s.a.a)’in veliahdı ve halifesinden başkasına verilmesi doğru değildir. Zihnin bunları duyduğunda anladığı ilk şey ve örfün çıkardığı anlam da budur.

Buna ek olarak, sahih sünenlerde Hz. Ali ve onun vasilerini Peygamber (s.a.a)’in hak vasileri olduğunu belirtmekte ve her devirde ümmetin onlara itaat etmesini farz bilmektedir. Zira ümmeti iki iple bağlı kılmış ve  iki değerli emanetle (Kur’ân ve Ehl-i Beyt) de onları kıyamet gününe kadar korumuştur.

Ümmetin bütün kadın ve erkeği, alim ve cahilleri, hür ve köleleri, reis ve tüccarları bu hususta eşittirler; öyle ki Sıddık, Faruk ve Zu’n-Nureyn hiçbir surette istisna edilmemiştir!!

Peygamber (s.a.a) tüm ümmetini, onlara sarılmamaları durumunda haktan uzaklaşacakları hususunda uyarmış ve sakındırmıştır. Ayrıca Peygamber (s.a.a) ümmetine bu ikisinin (Kur’ân ve Ehl-i Beyt’in) birbirinden ayrılmayacağı, her zaman yeryüzünde baki kalacakları, Kevser havuzunda Peygamber’in yanına beraber gidecekleri haberini vermiş, böylece her türlü şüphe ve tereddüdü ortadan kaldırarak hak ve hakikati aşikar etmiştir.

Buna ilave olarak, Peygamber (s.a.a) sadece “Sekaleyn” hadisiyle de yetinmedi. Tam aksine Ehl-i Beyt’i, Nuh’un gemisine benzetti. Bazen de altından geçtikleri takdirde bağışlanacakları Hıtta kapısına teşbih etti. Bazen ise onları, yeryüzünün, ihtilaflar karşısında güvenceleri olarak vurguladı. Öyle ki bir kabile onlarla muhalefet ederse dağılır ve Şeytanın grubuna geçer.

Peygamber (s.a.a) bu şekilde elinden geldiğince ümmetini onlara tabi etmeye çalışmış ve bu hususta hiç kimseyi de, ister malik olsun ister köle istisna etmemiştir.

Ehl-i Beyt, Nuh’un gemisi, Hıtta kapısı ve Kur’ân’ın eşi olduğu bilindikten sonra kim onlardan uzaklaşabilir? Hiçbir Müslüman onlara sırt çeviremez. Bütün Müslümanların, bunları bildikten sonra Ehl-i Beyt’e tabi olmaktan başka çareleri yoktur.

Soru: Birisi şöyle söyleyebilir: Eğer bu konuda Peygamber (s.a.a)’in ashabının eline nass ve rivayet ulaştıysa, onların bu nass ve rivayete aykırı amel etmeleri nasıl mümkün olabilir? Hz. Ali (a.s) nasıl taahhütlü hakkı bırakıverdi? Eğer Hz. Ali böyle bir hakka sahip idiyse neden bu hakkını savunmadı ve muhaliflerine karşı koymadı? Hz. Ali (a.s) ilk üç halifenin hilafetlik zamanında çekilip evinde oturdu. Her fırsatta ilk üç halifeye fikri yardımlar bile ediyordu. Şia, Peygamber (s.a.a)’in şu hadisi “Benim ümmetim dalalet ve hata üzerine icma etmez” hakkında ne söylüyor?

Neden Hz. Ali (a.s) ve O’nun Beni Haşim ve diğerlerinden olan taraftarları Sakıfe’de Ebu Bekir’e biat alınırken hiçbir itirazda bulunmadılar? Neden Hz. Ali’nin hilafeti hakkında, nübüvvet, adalet, tevhit ve kıyamet günü dirilmek gibi konularda açık ayetler nazil olduğu gibi açık ve muhkem bir ayet nazil olmadı?

Cevap: Siz onların naslarla (Allah ve Resulünün açık seçik söz ve hükümleri) muhalefetlerini elinizdeki bu kitapla tanıyacaksınız. Zira onların açık naslara olan muhalefetleri ve onlara sırt çevirmeleri o kadar fazladır ki onları zikretmeye ihtiyaç bile duymuyoruz.

Biz, Peygamber (s.a.a)’in bazı dünya perest sahabelerinin yaşantısından şunu anladık: Onların, Peygamber (s.a.a)’in açık naslarına amel ettikleri konular sırf dini olan ve sadece din ile ilgili konulardı. Örneğin: Namaz, kıbleye yönelme, oruç vb. meseleler. Ama Peygamber (s.a.a)’in nasları yöneticilik, komutanlık, devlet işlerinin idaresi vb. gibi siyaset ile ilgili konuları içerdiğinde, bu naslara bağlı kalmayı farz bilmezlerdi. Aksine onların kendileri bu konuda şahsi görüşlere sahiptiler. Daha geniş bilgi için bkz. el-Müracaat ve el-Fusul’ul-Muhimme [16]

Hz. Ali’nin kendi hakkını savunmama ve muhaliflerine karşı koymama konusuna gelince; biz, Şia’nın bu konudaki görüşünü el-Müracaat’ta geniş bir şekilde zikrettik.[17] Oraya müracaat ediniz.

Sakıfe biati konusunu da el-Müracaat adlı kitapta 102. Mektup olarak genişçe bahsettik, oraya müracaat ediniz.

Tevhit, adalet, nübüvvet, ölümden sonraki hayat vb. gibi konularda ayet nazil olduğu gibi Hz. Ali’nin hilafeti hakkında neden ayet nazil olmadığına gelince; bu sorunun cevabını da “Misak ve Velayet’in Felsefesi”[18] adlı kitabımıza havale ediyoruz. Zira orada hak ve hakikat aydınlığa kavuşturulmuştur.

Şimdi söylediğimiz şeye geri dönüyoruz. Peygamber (s.a.a) kendi yakınlarını evine toplayıp Hz. Ali’nin hilafet ve velayetini açıkladıktan sonra sürekli bu durumu vurgulardı. Değişik yollarla Hz. Ali’nin hilafeti konusunu açar onlara tavsiyelerde bulunurdu. Bu durum Peygamber (s.a.a) hastalanıp yatağa düşene kadar devam etti.

Peygamber (s.a.a), odası sahabe ile dolu bir haldeyken şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Ruhumun alınması ve götürülmem yakındır. Şimdi size bir şey söyleyeceğim ve umarım onu dinlersiniz. Biliniz ki ben Allah’ın kitabını ve itretimi yani Ehl-i Beytimi sizin aranızda bırakıyorum.”

Daha sonra Hz. Ali’nin elini tutup yukarı kaldırarak şöyle buyurdu: “Bu Ali, Kur’ân iledir. Kur’ân da Ali iledir. Bu ikisi Kevser havuzunda bana gelinceye kadar birbirinden ayrılmazlar.” [19]

Peygamber (s.a.a)’in velayet konusu ve onun beyanı hakkında ne kadar hassas olduğu hususunda şöyle söylememiz yeterlidir: Peygamber (s.a.a), ölümünün yakın olduğunu hissedince hacca gideceğini ilan etti. “O, arzusuna göre de konuşmaz.”[20] Bu hac, Peygamber (s.a.a)’in Veda haccı idi. Peygamber (s.a.a)’in doksan bin kişi ile (daha fazla olduğu da söylenmiştir) Medine’den ayrıldı. Nitekim Sire-i Halebiye, Sire-i Dehlani ve diğer kitaplarda da nakledilmiştir. Bu rakam, yolda ve Arafat’ta Peygamber (s.a.a)’e katılanlardan ayrıdır.

Peygamber (s.a.a), Arafat’ta hacıları kendi ve kendisinden önceki peygamberlerin nasihatleri ile nasihat edip müjdeledi. Onları itaatsizliklere karşı uyararak sakındırdı. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ey İnsanlar! Aranızdan ayrılmam yakındır. Size öyle bir şey bırakıyorum ki ona sarıldığınız takdirde asla sapmazsınız. O, Allah’ın kitabı ve Ehl-i Beytimdir. Bu ikisi Kevser havuzunda bana gelene dek birbirinden ayrılmazlar. İyi bakın, bu ikisi hususunda benim hakkımı nasıl riayet edeceksiniz.”

Önceden de söylediğimiz gibi Peygamber (s.a.a), hem o günden önce hem de sonra ümmetini bu iki ipiyle irtibata geçiriyordu ve onlardan her nesli bu iki değerli emanetle yani Allah’ın kitabı ve ailesinden olan masum İmamlarla koruyordu; sürekli, bu ikisine bağlı kaldıkları müddetçe baki kalacaklarını müjdeliyor, ümmetini onlara itina göstermemeleri durumunda sapma tehlikesine karşı uyarıyordu. Aynı zamanda bu ikisinin birbirinden ayrılmayacağı ve yeryüzünün de bu ikisinden boş kalmayacağı haberini veriyordu.

Ama o zamana kadar bu konunun beyanı genel ve umumi değildi. Ama Arafat ve Gadir-i Hum’da söyledikleri, Müslümanların genelini muhatap alıyordu.

İbn-i Hacer-i Mekki Savaik’ul-Muhrika kitabında “Sekaleyn” hadisini naklettikten sonra şöyle diyor:

“Peygamber (s.a.a)’in ümmete Kur’ân ve Ehl-i Beyt’e sarılmalarını emrettiği bu hadis, birçok yolla nakledilmiştir. Yirmi küsur sahabe bu hadisi rivayet etmiştir.”

Daha sonra şöyle diyor: “On birinci şüphede geniş yollarla onu naklettik. O yolların bazılarında Peygamber (s.a.a)’in bu hadisi Veda haccında, Arafat’ta söylediği belirtilmiştir.”

Diğer bir tarikde şöyle diyor: “Peygamber (s.a.a) bu hadisi, Medine’de hasta iken, odası da sahabe ile doluyken buyurdu.”

Başka bir tarikte de şöyle diyor: “Bu sözü, Gadir-i Hum’da buyurdu.”

Bu yolların bazılarında ise şöyle geçer: Peygamber (s.a.a), Taif’ten dönüp bir hutbe okurken bu hadisi buyurdu. Sonra şöyle diyor: Söylenilen yerlerin değişik olmasının hiçbir sakıncası yoktur. Zira Peygamber (s.a.a)’in bu konuyu Kur’ân ve Ehl-i Beyt’in makamını göz önüne alarak bütün bu yerlerde ve başka yerlerde söylemiş olması mümkündür... (Bkz. Savaik, s. 89, bab: 11, Saffat / 74 ayetinin tefsiri).

Yazar: İbn-i Hacer-i Mekki, Peygamber (s.a.a)’in bu hadisi, sözü geçen her yerde ve daha başka yerlerde buyurduğunu itiraf etmiştir. Daha sonra şöyle diyor: Bu hadis yirmi küsur sahabeden rivayet edilmiştir. Eğer Peygamber (s.a.a) bu hadisi sadece Arafat’ta veya Gadir-i Hum’da söylemiş olsa bile bu hadisin mütevatir olması gerekir. Zira bu hadisi Peygamber (s.a.a)’den duyanlar en küçük ihtimalle 90 bin kişi idi. Peygamber (s.a.a) Arafat’tan ayrılmadan önce devesine binip yüksek sesle şöyle buyurdu:

“Ali benden, ben de Ali’denim. Benim hakkımı, kendimden veya Ali’den başka kimse ödeyemez.”

Ahmed b. Hanbel,[21] Habeşi b. Cünade’den hepsinin sahih olduğu değişik yollarla bu hadisi nakletmiştir. Söylememiz gerekir ki, o, bu hadisi Yahya b. Adem’den, İsrail b. Yunus’tan dedesi Ebu İshak-ı Sebii’den ve adı geçen Habeşi’den nakletmiştir. Bunların hepsi de Buhari ve Müslim’in kabul ettiği şahıslardır. Onların ikisi de sahih adlı kitaplarında onlardan tahriç etmişlerdir.

Kim Ahmed b. Hanbel’in Müsnedin’de bu hadise bakarsa, onun Veda haccında söylendiğini anlayacaktır. İbn-i Mace[22] de bu hadisi Sünen adlı kitabında nakleder. Tirmizi ve Nesai de onu nakletmiştir. Kenz’ul-Ummal’da (c. 6 s. 153) 2531. hadis olarak rivayet edilir.

Peygamber (s.a.a)’in bu hadiste Ali (a.s) ile yaptığı bu ahitleşme dilde kolay ama terazide ağırdır. Zira Peygamber (s.a.a) kendisinde olan liyakatin aynısını Hz. Ali’ye de vermiştir. Bu, Peygamber (s.a.a)’in, kendisinden sonra halkın karşı karşıya kalacağı şer’i hükümlerde Hz. Ali’ye kanun koyma yetkisi veren izinidir!

Hz. Peygamber (s.a.a) tarafından Hz. Ali için sabit olan eda etme manası ve ondan başka kimse bu özelliğe sahip değildir sözünün anlamı da budur. Zira fakihler, furu-u dini Peygamber (s.a.a)’den taraf, usul alimleri de usul-u fıkhı O Hazretten taraf, Muhaddisler de, hadis ve rivayetleri O’ndan taraf eda ediyor ve yerine getiriyorlar. Herkes bu işi yapabilir. Kim de Allah ve Resulüne yalan atfederse cehennem ateşini boylar.

Evet, Peygamber (s.a.a) bu hadisiyle Hz. Ali’yi kendi işine ortak kıldı. Hz. Ali’yi kendisine emin ve vasi seçti. Nitekim Harun Musa’ya nispet böyle idi. Şu farkla ki Hz. Ali peygamber değildi, Peygamberin vasisi ve veziri idi ve onun metodunu göre hareket ediyordu. O yani Hz. Ali, diğerlerinin Peygamber (s.a.a) tarafından eda edemediklerini eda ediyordu.

Peygamber (s.a.a), bu hekimane metotla, velayet mevzusunu tebliğ etti ve bu meşru yollarla, onu ümmeti arasında yaydı... 

Aynı zamanda Peygamber (s.a.a), muhaliflerin tevil ve içtihat adı altında nass ve gerçekleri değiştirebilme yollarını da, Allah ve Peygamberin zıddına ayaklanmamaları için onların yüzüne açık bıraktı. Bu nedenle onlara karşı hekimce bir metot uyguladı. Şöyle ki onların isyan ve serkeşliklerinin önünü aldı. Onların sinir sistemlerini uyuşturdu. Sonuçta onlar görünüşte Peygamber (s.a.a)’le beraberdiler ve O’nun sözlerini kabul ediyorlardı. Ama gönülleri muhalefet ve itiraza meyilliydi. Peygamber (s.a.a)’in onları bu kadar gözetmesi, Peygamber (s.a.a)’in din ve İslam ümmetine olan ilgisinin yüksek düzeyinin bir göstergesidir.

 

GADİR-İ HUM OLAYI

Nihayet Peygamber (s.a.a) yanındakilerle beraber Veda Haccından döndü. Allah’tan kendisi ve ümmetinin bu asi insanların (muhaliflerin) şerrinden korumasını gönülden diliyordu. Topluluk Gadir-i Hum’a ulaşır ulaşmaz Allah (c.c) vahiy nazil etti: “Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kafirler topluluğunu hidayet etmez.”[23]

Yazar: Bu ayet-i kerimenin Gadir-i Hum’da Hz. Ali’nin velayeti hakkında nazil olduğuna dair biz Şialar arasında hiçbir ihtilaf yoktur. Bu hususta rivayet edilen hadislerimiz mütevatirdir. Bu konuda Şia yolu haricinde nakledilenler okuyucular için yeterlidir.

Vahidi, sözü geçen ayetin tefsirinde[24] iki sahih ve muteber yolla yani Atiyye ve Ebu Said-i Hudri’den şöyle dediklerini rivayet eder: “Bu ayet (Maide 67) Gadir-i Hum’da Hz. Ali hakkında nazil oldu.”

Diyorum ki: Bu, Hafız Ebu Naim’in, sözü geçen ayetin tefsirinde kendi kitabı “Nüzul’ul-Kur’ân”da iki senetle yani Ebu Said ve Ebu Rafi’den rivayet ettiği şeyin aynısıdır.

İbrahim b. Muhammed Himvini “el-Feraid” adlı kitabında bu hadisi değişik yollarla Ebu Hureyre’den nakleder.

Ebu İshak Sa’lebi de kendi tefsir kitabında bu hadisi iki muteber senetle nakleder. Ayyaşi de tefsirinde Mecma’ul-Beyan’dan naklen kendi senediyle İbn-i Ebi Ümeyr'den, İbn-i Üzeyne’den, Kelbi’den, Ebu Salih’ten, İbn-i Abbas’tan ve Cabir b. Abdullah Ensari’den şöyle dediklerini rivayet eder: “Allah (c.c) Muhammed (s.a.a)’e, Ali’yi yükseltip onun hilafet ve velayetini halka ilan etmesini emretti.”

Peygamber (s.a.a) halkın; “Kendi amcası oğlunu seçerek halife yaptı” deyip onu eleştirmelerinden çekiniyordu.  Bunun üzerine Allah Teala bu ayeti (Maide / 67) nazil etti. Peygamber (s.a.a) de Gadir-i Hum’da Hz. Ali’nin velayetini halka tebliğ ve ilan etti.

Mecma’ul-Beyan’da şöyle der: Seyyid Ebu’l-Hamd, Hakim Ebu’l-Kasım Haskani’den naklen kendi senetleriyle Ebu Ümeyr’den “Şevahid’ut-Tenzil li Kavaid’it-Tefsil ve’t- Te’vil” adlı kitabında bu hadisi aynen bize nakletti.

Mecma’ul-Beyan’da şöyle der: Bu kitapta zincirleme senetle Hayyan b. Ali el-Alevi’den ve Ebu Salih’ten ve İbn-i Abbas’tan şöyle dediği rivayet edilir: Bu ayet (Maide / 67) Hz. Ali hakkında nazil olmuştur. Peygamber (s.a.a) de Ali’nin elini tutarak şöyle buyurdu: “Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır. Allah’ım! Onun dostuna dost, düşmanına düşman ol...” (Mecma’ul-Beyan’daki hadisin sonuna kadar)

Gadir-i Hum olayının, Hz. Ali’nin hilafet makamı olduğuna dair şahit şudur ki; bu ayetin nazil olmasından önce namaz kılınıyor, zekat veriliyor, ramazan ayı orucu tutuluyor, hac yerine getiriliyor ve tüm helal ve haramlar tanınıyordu. İlahi cezalar da uygulamada idi. Dinin tüm hükümleri gelmiş idi. O halde, hilafet ve veliahtlıktan başka hangi konu kalmıştı da Allah tarafından tebliği bu kadar şiddetle vurgulanıyordu? Hilafet meselesinden başka hangi konu vardı da Peygamber (s.a.a) onun tebliğinin fitneye yol açmasından korkuyordu? Hangi mevzu vardı da onu tebliğ etmek halkın şerrinden korunmaya ihtiyaç duyuluyordu. Bu konu muhalifleri şöyle tehdit ediyordu: “Doğrusu Allah kafirler topluluğunu hidayet etmez.”[25]

Kur’ân’a tabi olan Müslümanların bu ayet ve bu ayette bulunan tehdit üzerinde biraz düşünmeleri yeterlidir. Eğer bu konuda biraz derin düşünselerdi, Ali (a.s)’ın velayet makamının, onların ebedi olan İslam dinlerinde nübüvvet makamından sadece bir basamak aşağı olduğunu görürlerdi. Bu velayet, nübüvvetin devamıdır. Özellikle görüyoruz ki Allah Teala ayeti “Doğrusu Allah, kafirler topluluğunu hidayet etmez” tehdidi ile bitiriyor.

Velayeti terk etmek hakkındaki tehdidin, tevhidi terk etmek hükmünde bir tehdit olduğunu görmüyor musunuz:

“(Resulüm! Şüphesiz sana da senden öncekilere de şöyle vahy olunmuştur: And olsun (bilfarz) Allah’a ortak koşarsan, işlerin mutlaka boşa gider ve hüsranda kalanlardan olursun!”[26]

Eğer İslam ümmeti (Kur’ân ve Muhammed ümmeti) tebliğ ayeti (Maide/67) üzerinde biraz derin düşünseydi, ayette geçen tehdidin, Peygamber (s.a.a)’e değil, velayet tebliğine muhalif olanlara yönelik olduğunu anlardı. Bu tehdidin Peygamber (s.a.a)’e yöneltilmesinin imkanı yoktur. Bu tehdit aynen şu ata sözü misali gibidir: “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen işit.”

“Allah’a ortak koşarsan, işlerin mutlaka boşa gider” ayeti de böyledir. Tehdit bütün peygamberlerin efendisi Muhammed’e değil aksine onun ümmetinden şirk koşanlara yöneliktir. Bu, tartışmaya bile gerek görülmeyecek kadar açık bir konudur.

Tebliğ ayeti nazil olunca Peygamber (s.a.a) ve yanındakiler konakladılar. Peygamber (s.a.a) birisini göndererek ileri gidenleri geri çevirmelerini ve geride kalanları da gelip toplanmalarını emretti. Böylece tüm hacılar çölde bir noktada toplandılar. Peygamber (s.a.a) öğlen namazını cemaatle kıldıktan sonra deve cihazlarından, gölgeli iki ağaç arasında bir minber yapmalarını istedi.

Daha sonra minbere çıktı. Hz. Ali’yi de kendisinden bir basamak aşağıya çıkardı. Böylece bu kalabalık arasında konuşmaya başladı. Allah’a hamd ve senadan sonra herkesin duyacağı yüksek bir sesle, söylemek istediği esas konuları beyan etti. Hacılar da tam bir sükut içerisinde Peygamber (s.a.a)’in sözlerini, o kritik anda ve yakıcı sahrada dinlemeye çalışıyorlardı. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu:

“Ey insanlar! Aranızdan ayrılmam yakındır.[27] Benim de sizin de sorumluluklarımız var. Şimdi bana karşı ne söylüyorsunuz?”

Halk hep bir ağızdan: “Şahadet ederiz ki sen risaletini tebliğ ettin, nasihatte bulundun... Allah seni mükafatlandırsın” dedi.

Peygamber (s.a.a) şöyle devam etti: “Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna, cennetin, cehennemin, ölümün var olduğuna, ölümden sonra herkesin dirileceğine, kıyametin geleceğine ve Allah’ın ölüleri kabirlerinden çıkaracağına şahadet eder misiniz?”

Halk: “Evet, ederiz” diye cevap verdiler.

Hz. Peygamber (s.a.a): “Allah’ım! Şahit ol!” dedi.

Daha sonra şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Allah benim velimdir. Ben de müminlerin velisiyim. Ben müminlerin kendilerine onlardan daha evlayım. O halde: Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır. Allah’ım! Ali’nin dostuna dost, düşmanına düşman ol.”

Daha sonra şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Ben sizden önce dünyadan göçeceğim. Siz Kevser havuzunun başında bana geleceksiniz. Bu havuzun genişliği Busra ve San’a şehirleri arası kadardır. Oradaki kadehler de gümüştendir. Benim yanıma geldiğiniz vakit sizden iki değerli emanetim hakkında sizden soru soracağım. Bu iki emanetten büyük olanı Allah’ın kitabıdır (Kur’ân-ı Kerim). Kur’ân, bir ucu Allah’ın yanında diğer ucu da sizin elinizde olan bir vesiledir. O halde bu ilahi vesileye sarılın da sapmayın. Onu sakın değiştirmeyin. İki emanetten küçük olanı ise itretim; Ehl-i Beytimdir. Allah (c.c) bana, bu ikisinin havuzda bana gelene kadar birbirinden ayrılmayacaklarını haber vermiştir...”

 

MISIR EL-EZHER REİSİNİN SÖYLEDİKLERİ

Bu hadisin naklettiğimiz lafızlarla sahih olduğunda hiçbir ihtilaf yoktur. Birbirine yakın lafızlarla bu hadisin mana ve içerik bakımından tevatür haddine ulaştığında da şüphe yoktur. Buna rağmen Şeyh’ul-İslam Bişri, aramızda geçen mektuplaşmaların birisinde (29. Mektup) şöyle diyor: Sahabenin davranış ve amelini doğruya yorumlamak gerektiğinden bu hadisi -Gadir-i Hum hadisini- ister mütevatir olsun ister olmasın tevil etmek zorundayız!!!

Bu yüzden Ehl-i Sünnet şöyle söylemiştir: “Mevla” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de değişik anlamlarda kullanılmıştır. Bazen “yakışan, yaraşan” anlamındadır. Örneğin şu ayet: “Varacağınız yer ateştir. Size yaraşan odur. Ne kötü bir dönüş yeridir.”[28]

Bazen “yardımcı” anlamındadır. Örneğin: “Bu, Allah’ın, inananların yardımcısı olmasından dolayıdır. Kafirlere gelince onların yardımcıları yoktur.”[29]

Bazen “varis” anlamındadır. Örneğin: “(Erkek ve kadından) her biri için, ana, baba ve akrabalarının bıraktığından hisselerini alacak olan varisler kıldık”[30]

Bazen “yakınlar” anlamında kullanılmıştır. Örneğin: “Doğrusu ben arkamdan iş başına geçecek olan yakınlarımdan endişe ediyorum.”[31]

Bazen de “dost” anlamında kullanılmıştır. Örneğin: “O gün, dostun dosta hiçbir faydası olmaz.”[32]

Aynı şekilde “veli” kelimesi, evla ve önder anlamında da kullanılmıştır. Örneğin şöyle diyoruz: “Şu adam bu çocuğun velisidir.”

Yardımcı ve sevgili anlamlarında da kullanılır. Bu nedenle Gadir-i Hum hadisinin anlamı şu da olabilir: “Ben kimin yardımcısı, dostu ve sevgilisi isem, Ali de öyledir.” Bu anlam yüce büyüklerin ve üç halifenin şanı ile uyumluluk göstermektedir.

 

EL-EZHER REİSİNE CEVAP

 

Ben ona cevaben şöyle dedim: Ben söylediklerinizi gönülden kabul etmediğinizi biliyorum. Zira sizler Resulullah’ı hikmette, ismette, nübüvvetinin hatemiyetinde yüce sayanlardansınız. Onu hükemanın efendisi ve peygamberlerin sonuncusu biliyorsunuz.

“O, arzusuna göre de konuşmaz. O (bildikleri) vahyedilenden başkası değildir. Çünkü onu güçlü kuvvetli ve üstün yaratılışlı biri (Cebrail) öğretti.”[33]

Eğer yabancı filozoflar sizden Gadir-i Hum meselesini sorup şöyle derlerse: Peygamber neden o binlerce insanı hareketten alı koydu?

Neden onları beyinleri kaynatan sıcak altında tuttu?

Neden ileri gidenleri geri çevirdi ve geride kalanlar ulaşıncaya kadar da sabretti?

Neden onların hepsini ot bitmez bir çölde konaklattı?

Neden tüm şehirlerin yollarının ayrıldığı bir noktada onlara hutbe okudu da orada olanların olmayanlara haber vermesini istedi?

Neden hutbesinin başlangıcında kendi ölümünden bahsederek “Aranızdan ayrılmam yakındır. Benim bir sorumluluğum var sizin de bir sorumluluğunuz var” buyurdu?

Bu hangi işti ki Peygamber (s.a.a) onun tebliğinden sorumluydu ve ümmetten de ona itaat konusunda soru sorulacaktı?

Peygamber (s.a.a) neden şöyle buyurdu: “Allah’ın birliğine ve Peygamberin risaletine şehadet eder misiniz? Cennet, cehennem, ölüm, ölümden sonraki hayatın, şüphesiz gelecek olan kıyametin olduğuna ve ölülerin diriltileceğine şehadet eder misiniz?” ve herkes de: “Evet şehadet ederiz” dedi?

Peki neden hemen bunların ardı sıra Ali’nin elini havaya kaldırarak (Hatta koltuk altı beyazlığı bile gözükmüştü) şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Allah benim mevlamdır, ben de müminlerin mevlasıyım.”

Neden son sözünü tefsir ederek: “Ben onlara kendilerinden daha evlayım” dedi?

Neden bu tefsirden sonra “Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır” dedi?

Veya neden “Ben kimin velisi ve önderi isem, Ali de onun velisidir. Allah’ım! Onun dostuna dost, düşmanına düşman ol. Yardımını esirgeyerek onu yalnız bırakanı yalnız bırak!” dedi?

Peki neden Peygamber (s.a.a), hak imamlar ve gerçek halifelere edilebilecek bu duayı Ali’ye layık gördü?

Neden önce onları şahit tutarak: “Ben size kendinizden daha evla değil miyim?” Onlar da öylesin dediğinde “Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır” veya “Ben kimin önderi isem Ali de onun önderidir” diye buyurdu?

Neden Ehl-i Beytini Kur’ân ile aynı kefeye koyarak kıyamet gününe kadar birbirlerinden ayrılmayacaklarını söyledi?

Neden Ehl-i Beyt, Peygamber (s.a.a)’in yanında Kur’ân’ın dengiydi?

Neden Kur’ân ve Ehl-i Beyt’in birbirinden ayrılmayacakları haberini verdi?

Neden, onlara sarılanları kurtuluşla müjdeleyip onlardan ayrılanı uyardı?

Peygamber (s.a.a)’in bu kadar ilgi ve özen göstermesinin sebebi ne idi?

Bu ne kadar önemli bir mevzuydu da Peygamber (s.a.a) onun için bu kadar ön hazırlık yapıyordu?

Bu büyük günde neyi hedefliyordu?

Bu ne kadar önemli bir şey idi de Allah: “Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan onun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah kafirler topluluğunu hidayet etmez” diye Peygamberine hitap ediyordu?

Bu ne önemli bir mevzu idi de bu kadar vurgu gerektiriyordu?

Bu ne idi de onun tebliği emri tehdit hükmünde idi.

Bu ne işti de Peygamber (s.a.a), onun tebliğinde fitne çıkması korkusu taşıyordu da Allah’ın O’nu münafıkların şerrinden korumasına muhtaçtı?!!

Evet bunlar ve bunlara benzer binlerce soruyu yabancı filozof ve düşünürler sorarlarsa onlara: “Allah ve Resulü sadece Müslümanlardan Ali’ye yardımcı ve dost olmalarını istedi” cevabını mı verecek siniz?

Bu cevabı beğendiğinizi zannetmiyorum. Bunun içeriğini Allah ve peygamberlerin efendisine câiz bildiğinizi zannetmiyorum.

Siz, Peygamber (s.a.a)’in bu konudaki çabalarının, beyana bile ihtiyacı olmayan bir konu için olduğuna inanmayacak kadar şahsiyetli birisiniz. Zira bu konu vicdan hükmüyle apaçık ortada idi. Sizin, Peygamber (s.a.a)’in akıl ve mantığın kabul etmeyeceği veya düşünürlerin eleştirisine maruz kalacak sözler söylemesini veya davranışlarda bulunmasını imkanı olmayan bir ihtimal olarak kabul edeceğinizde hiçbir şüphem yoktur.

Sizin, Peygamber (s.a.a)’in söz ve davranışlarının yüce makamını bildiğinizde şüphem yoktur. Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

“O (Kur’ân), şüphesiz değerli, güçlü ve arşın sahibi (Allah’ın) katında itibarlı bir elçinin getirdiği bir sözdür. O, orada sayılan güvenilen (bir elçidir) arkadaşınız (Muhammed) da mecnun değildir.”[34]

Bildiğiniz gibi, O Hazret, herkesin gibi bildiği bir şeyin açıklanması için, amacı ile alakası olmayan bir sürü ön hazırlık yapmaz. Hayır! Allah ve Resulü bundan daha yücedir.

Siz de biliyorsunuz ki Peygamber (s.a.a)’in yüce makamına uygun olan şey, binlerce hacıyı o sıcak altında durdurup söyleyeceği şey kendi risaletinin iblağı ve kendisinden sonraki halifenin seçimidir. Akli ve nakli deliller, Peygamber (s.a.a)’in bu hedeften başka amacı olmadığına yakin etmemizi sağlamaktadır.

O halde “Gadir-i Hum hadisi” sahip olduğu deliller ile Hz. Ali’nin halife olduğunu ispatlamaktadır. Aynı zamanda hiçbir te’vil ve yorumu da kabul etmez. Bu konu oldukça açıktır. “Şüphesiz bunda aklı olan veya hazır bulunup kulak veren kimseler için bir öğüt vardır.”[35]

Buna ilave olarak, Gadir hadisi bu özet olmasıyla ondan bir takım şeylerin eksildiğini göstermektedir. Zira faal ve sahnede olan kuvvet ve halkın çoğunluğu muhaliflerin doğrultusundaydı. Galebe ve işbaşına geçme de onlara nasip oldu. Buna rağmen Gadir-i Hum hadisinden geri kalan miktar da bizi hedefimize ulaştırmaktadır.

Şaşırılması gereken konu şudur: Gadir hadisinin bu kadarcık bölümünün elimize geçmesi de şunun içindir:

“Helak olanın açık bir delille helak olması, yaşayanın da açık bir delille yaşaması için.”[36]

Şia fırkası açısından Gadir Hadisi İmam Sadık (a.s)’ın babalarından, onların da Peygamber (s.a.a)’den nakli mütevatir haddindedir. Aynı zamanda Hz. Ali’nin hilafeti hakkında da açık bir nastır. Şöyle ki Peygamber (s.a.a) ashabına: “Gelin de Ali’ye: “Emir’ul-Müminin” diye selam verin ve tebrik edin” diye buyurması ve ashabın da bunu yapması, O’nun hilafetinin göstergesidir. Bazıları tebrikte bulunmuş ama hiçbir şey söylememişti. Bazıları ise Peygamber (s.a.a)’e: Bu makamı Allah ve Resulü mü verdi? diye sormuşlardır. Peygamber (s.a.a) de: “Evet, Allah ve Resulü tarafından verilmiştir” diye cevap vermiştir.

Allah’a hamd olsun ki böylece hak ve hakikat aşikar oldu, gerçek şafak doğdu. Ebu Tamam-i Tai bir kasidesinde şöyle söylemiştir:

“Gadir günü Peygamber hakkı halka açıkladı; öyle bir çölde ki ne engel vardı ne de perde. Peygamber, ellerini kaldırarak şöyle ilan etti: “Ali’nin sizin veli ve mevlanız olduğunu biliyor musunuz?” Peygamber, bu konuyu etrafında sel gibi dalgalananlara söyledi. Peygamber, Ali’nin hakkını tam bir açıklıkla sabitleştirdi. Onlar da tam bir açıklıkla bu hakkın üstünü örttüler! Acaba Peygamber dünyadan gider gitmez, Ali’nin hakkını ayaklar altına mı aldınız?!”

Kumeyt b. Zeyd (Ehl-i Beyt’in büyük şairi) bu konuda şöyle diyor: “Eğer itaat etselerdi, Peygamber Gadir-i Hum toplantısında hilafeti Ali’ye vermişti. Hazır bulunan erkekler biat etti. Ama onun gibi tehlikeye düşen bir şey görmedim. Onun gibi bir gün görmedim. Onun gibi zayi edilen bir hâk görmedim! Ben bu işi yapana lanet okumuyorum. Ama onların ilki kötü bir iş yaptı diyorum!!”

Allah (c.c) şöyle buyuruyor: “And olsun onlar önceden de fitne çıkarmak istemişler ve sana nice işler çevirmişlerdi. Nihayet hak geldi ve onlar istemedikleri halde Allah’ın emri yerini buldu.”[37]

Muhalif olanlar, Peygamber (s.a.a)’in Gadir-i Hum’da yaptığı bu işi hiç ummuyorlardı. Peygamber (s.a.a) onları bitmiş bir işle karşı karşıya koyup Allah’tan aldığı emri yerine getirince onlar, Peygamber (s.a.a)’in ömrünün sonlarına doğru tüm Arapların O’na itaat ettiği ve insanların bölük bölük İslam dinine girdiği günde Peygamber (s.a.a)’e muhalefet etmenin kendileri için hiçbir faydası olmayacağını gördüler. Aksine bu muhalefetin onlara büyük zararları olacaktı. Zira onların çöküşüne veya Müslümanların genelinin yok olmasına sebep olacaktı. Her iki durumda da (kendi çöküşleri ve Müslümanların yok olması) ele geçirmeyi arzuladıkları makamı kaybedeceklerdi.

Bu nedenle, bu hareket hakkında sabretmeyi ve onu Peygamber (s.a.a)’in vefatından sonraya bırakmayı uygun gördüler. Zira onların her türlü itirazı, Peygamber (s.a.a)’e karşı ayaklanma olarak algılanabilirdi.

Onlar, İslam’a ettikleri hizmet ve İslam yolunda yaptıkları onca cihada rağmen bu hedefi takip etmekteydiler! Allah da onların kalplerinde olan her şeyi Peygamberine bildirdi. Meydana gelecek her şeyi Resulüne açıkladı. Ama din kemale ermeli, Allah’ın nimeti tamamlanmalı ve Peygamber (s.a.a)’in risaleti de iblağ edilmeliydi. “Helak olanın açık bir delille helak olması, yaşayanın da açık bir delille yaşaması için.”[38] “Peygamber’e düşen yalnız açık bir tebliğdi.”[39]

Evet, Peygamber (s.a.a) onlara halifesini açıkladı ve onlara karşı yumuşak davranmasını, onların tecavüz ve haksızlıklarına sabretmesini, İslam ve ümmetin korunması için o belalara soğuk kanlılık ve sabır ile yaklaşmasını vasiyet etti.

Peygamber (s.a.a)’in bu husustaki emri hakkında Huzeyfe b. Yemani’den[40] nakledilen hadise dikkat etmeniz yeterlidir. Bu hadiste Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Benden sonra öyle idareciler geleceklerdir ki, benim söylediklerimle hidayet olmazlar. Benim sünnetime amel etmezler. Onlar arasında öyle insanlar bulunacaktır ki kalpleri insan bedenlerinde olan şeytanların kalpleridir.”

Hüzeyfe şöyle dedi: Ya Resulellah! Eğer o zamana kadar yaşayacak olursam ne yapayım?

Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “O, idarecileri dinlemeli ve onlara itaat etmelisin. Eğer seni döver, malını da yağmalarlarsa, ses çıkarma ve itaat et.”[41]

Yine buna benzer bir rivayeti Müslim Abdullah b. Mes’ud’dan rivayet eder: Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Bundan sonra sizin hoşlanmayacağınız şeyler meydana gelir.”

Şöyle arz ettiler: Eğer o zamana kadar yaşarsak ne yapmamızı emredersin?

Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Boynunuzda olan hakkı eda edin ve Allah’tan size lütufta bulunmasını dileyin.”[42]

Yine Müslim sahihinde şöyle yazar: Ebuzer şöyle derdi: “Habibim Allah Resulü bana şöyle vasiyet etti: “Benden sonra çirkin bir köle dahi başa geçse onu dinle.”

Yine Müslim[43] Selme b. Cufi’den şöyle dediğini rivayet eder: Ya Resulellah! Eğer başımıza, bizden kendi haklarını isteyip, bizim haklarımızı da ayaklar altına alan idareciler iş başına geçerse, bu zaman bizim görevimiz nedir?

Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Onları dinleyin ve itaat edin. Zira onların yaptığı her şey kendi hesaplarına yazılır, sizin yaptıklarınız da kendi hesabınıza yazılır.”

Yine Müslim,[44] Ümmü Seleme’den Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet eder: “Benden sonra sizlere idareciler hükümet edeceklerdir. Onları hem tanırsınız hem de (kalbinizle) inkar edersiniz. Onları tanıyan herkes onlardan uzak durur; kim de onları (kalbiyle) inkar ederse salim kalır.”

Şöyle söylendi: Onlarla savaşmayalım mı?

Peygamber (s.a.a): “Namaz kıldıkları müddetçe hayır!” buyurdu.

Bu konuda olan sahih rivayetler özellikle Ehl-i Beyt yoluyla nakledilen rivayetler tevatür haddindedir. Bu nedenle boğazlarında kemik, gözlerinde diken kalmasına rağmen sabrettiler. Bu yolda, Peygamber (s.a.a)’in buyruklarına amel etmekten başka hiçbir amaçları yoktu. Bunun sebebi ise sadece ve sadece İslam ümmetinin korunması, kudretlerinin kaybolmaması ve İslam dininin mahfuz kalması idi.

El-Müracaat adlı kitabımızda da söylediğimiz gibi Ehl-i Beyt İmamları her fırsatta baştaki idarecilere rehberlik etmekteydiler. Böylece çelişki durumunda “ehem mühim” (önemli daha önemli) kuralına amel etmiş oluyorlardı.

Bu nedenle Hz. Ali (a.s) ilk üç halifeye nasihat etmede ihmallik etmedi. Onlarla istişare etmekten çekinmedi. Zira kendi hakkını almaktan ümidini kesince barışçı yolu kat etmeye başladı. Kendi hakkı olan hilafet makamı onlar tarafından gasp edilmesine rağmen onlara karşı savaşmaya kalkışmadı. Bu da sadece İslam ümmetini korumak için idi. O İslam dinini düşünüyordu. O, bu yolda hiç kimsenin görmediği belalarla karşılaştı. Zira iki mahzur arasında sıkışıp kalmıştı. Bir taraftan naslı “hilafet” ve onun ahitleri onu yardıma çağırıyor ve canları yakan bir sesle kıyama davet ediyordu.

Diğer taraftan ise kıyam ettiği takdirde, içten ayaklanmalar, Medine ve etrafındaki münafıkların fitneleri, İslam’a karşı henüz bile düşmanlıklarını koruyan Mekkelilerin isyanları ortalığı kasıp kavuracaktı. Zira Peygamber (s.a.a)’in vefatından sonra İslam’ı çok büyük tehlikeler tehdit etmekteydi.

Müseyleme-i Kezzab, Tuleyhe b. Huveyled, laubali kadın Seccah, Haris ve onların taraftarları hep birden İslam’ı kökünden yok etme amacında idiler. Rum İmparatorluğu da İslam’a pusu kurmuş uygun bir fırsat kolluyordu. Bunlardan başka daha nice tehlikeler pusuya yatmış, ortaya çıkmak için münasip bir ortam arıyorlardı. Bütün bunlar, Peygamber (s.a.a)’in vefatını iyi bir fırsat olarak görüp İslam’ın ilk haline dönmesinden önce işi bitirmeleri gerektiği inancındaydılar.

Emir’ul-Müminin Ali (a.s) işte bu iki tehlike arasında kalmış idi. O’nun, kendi hakkını İslam ve İslam ümmetine feda etmesi gayet doğal bir şeydi. Bu nedenle evinde oturarak O’nu zorla evinden çıkarana kadar biat etmedi. Zorla evinden çıkarılınca da kendi hakkını korumak istedi. Böylece O’nun hakkını gasp edenlere ve kıyamete kadar onların taraftarlarına ihticac etti. Eğer Hz. Ali biat almak için acele etseydi hiçbir hücceti olmazdı. Kendi dostları için de hiçbir delil kalmazdı. Ama öyle bir davranış tarzı sergiledi ki hem din ve Müslümanları korudu hem de Müslümanlara önderlik etme hakkını korudu.

Bunların tümü Hz. Ali’nin asaletli görüşünün ve geniş sabrının delilleridir. Hz. Ali (a.s) ileri görüşlülüğü ile genel maslahata riayet etti.

Emir’ul-Müminin Hz. Ali (a.s)’ın yaptığı iş, O’nun için en büyük mükafat ve sevabı kazandıracak, O’nun Allah’a daha fazla yaklaşmasına sebep olacak en faydalı ve yararlı iş idi.

Sübhaneke rabb’il- izzeti amma yesifun ve selamun ale’l- mürseline ve’l- hamdu lillahi rabb’il- alemin ve sallallahu ala seyyid’in- nebiyyin ve hatem’il- mürselin ve Âlih’il- hüdat’il- meyamin.

Allah’ın yardım ve ihsanı ile bu eser 10 Recep Hicri 1375 yılında Çarşamba günü (Sur) şehrinde Allah’a muhtaç, onun bağışlanma ve affını dileyen Abdulhüseyin b. Yusuf b. Cevad b. İsmail b. Muhammed b. Muhammed b. İbrahim; Şerefuddin b. Zeynelabidin b. Ali Nuruddin b. Nureddin Ali b. Hüseyin b. Muhammed b. Hüseyin b. Ali b. Muhammed b. Tacuddin (Ebu’l-Hasan  künyesiyle meşhurdur) b. Muhammed Şemsuddin b. Abdullah Celaluddin b. Ahmed b. Hamza b. Sa’dullah b. Hamza b. Ebu’s-Seadat Muhammed b. Ebu Muhammed Abdullah (Bağdat’ta Ebu Talip ailesinin lideri) Ebu’l-Hars Muhammed b. Ebu’l-Hasan Ali (İbn-i Deyleme diye meşhurdur) b. Ebu Tahir Abdullah b. Ebu’l-Hasan Muhammed Muhaddis b. Ebu’t-Tayyip Tahir b. Hüseyin Kat’i b. Musa Ebu Sebha b. İbrahim Murteza b. İmam Kazım b. İmam Bakır b. İmam Zeyn’ul-Abidin b. İmam Hüseyin b. İmam Ali b. Ebi Talip tarafından yazılmıştır.

“Onların son duaları; “Bütün hamtlar alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur” demekti.”

 


[1] - el-Müracaat adlı kitapta bu hadisi, zincirleme senetlerle Ehl-i Sünnet kaynaklarında naklederek Ehl-i Sünnet’in bu hadisin sahih olduğunu itiraf ettiğini ispatladık. Bkz. el-Müracaat Mektup: 22

[2] - Biz bu hadisi el-Müracaat’ta 26. Mektup olarak getirip genişçe bahsettik, oraya müracaat ediniz.

[3] - Bureyde, bahsi geçen 4 sahabe ve Veheb b. Hamza’nın Hz. Ali’yi Peygamber (s.a.a)’e şikayet etme konusu için bkz: el-Müracaat, mektup: 36.

[4] - Enes, Bureyde ve Selman’ın hadisleri için Bkz. El-Müracaat, Mektup: 68

[5] - Kenz’ul-Ummal, c. 6, s. 157 hadis, 2632.

[6] - Bkz. El-Müracaat, Mektup: 32 Orada Menzilet hadisi için 7 konu bulacaksınız.

[7] - Savaik’ul-Muhrika, İbn-i Hacer, s. 106 bab 11.

[8] - Kenz’ul-Ummal, c. 6, s. 153 hadis, 2539. Bu hadis ve Ebu Bekir’in hadisi için Bkz.El-Müracaat Mektup 48.

[9] - Ra’d /7.

[10] - Kenz’ul-Ummal, Hadis: 2631.

[11] - Savaik, İbn-i Hacer, s. 75 (Fasıl 2, bab: 9, 40 hadisten 35. Hadis)

[12] - Müstedrek-i Hakim, c. 3, s. 124. (Bab: Marifet’us-Sahabe)

[13] - Tirmizi, Sahih-i Tirmizi’de, Taberani ve Muttaki Hindi (Kenz’ul-Ummal, c. 6, s. 401) bu hadisi nakletmişlerdir.

[14] - Hakim bu hadisi Enes b. Malik’ten (Müstedrek, c. 3, s. 122) naklederek şöyle der: Bu hadis Buhari ve Müslim’in şartıyla sahihtir. Ama onu nakletmemişlerdir.

[15] - Müstedrek-i Hakim, c. 3, s. 121, Zehebi de “Telhis”inde aynı sayfada.

[16] - Bkz. el-Müracaat, mektup: 48, el-Fusul’ul-Muhmme, Fasıl 8, “Tenbih” başlığı.

[17] - el-Müracaat, Mektup 82-83.

[18] - s. 17 den kitabın sonuna kadar.

[19] - Bkz. Savaik’ul-Muhrika, İbn-i Hacer 2. Faslın sonlarına doğru

[20] - Necm / 3.

[21] - Müsned-i Ahmed, c. 4, s. 164.

[22] - Sünen-i İbn-i Mace, c. 1, s. 92 (bab: Marifet’us- Sahabe)

[23] - Maide / 67.

[24] - Esbab’un-Nüzul, s. 150.

[25] - Maide / 67.

[26] - Zümer / 65.

[27] - Peygamber (s.a.a)’in kendi ölüm haberini burada vermesi şu nedenledir: Peygamber (s.a.a) halka veliaht ve halife seçme vaktinin geldiğini bildirmek istiyordu. Peygamber (s.a.a) bu işi erteleyemezdi. Zira bu işi yapmadan melekut alemine göçebilirdi.

[28] - Hadid / 15.

[29] - Muhammed / 11.

[30] - Nisa / 33.

[31] - Meryem / 5.

[32] - Duhan / 41.

[33] - Necm / 3-5.

[34] - Tekvir / 19-22

[35] - Kaf / 37.

[36] - Enfal / 42.

[37] - Tevbe / 48.

[38] - Enfal / 42.

[39] - Ankebut / 18.

[40] - Sahih-i Müslim, c. 2, s. 120, ve diğer Sünen yazarları.

[41] - Peygamber (s.a.a)’in vefatından sonra ne gibi olayların olduğunu bilen kimseler, o gün ortamın hiçbir surette çekişmelere hazır olmadığını ve sabretmekten başka çare olmadığını çok iyi bilir. Zira o günlerdeki çekişmeler, İslam’ın kudretini kaybetmesine sebep olacaktı.

[42] - Sahih-i Müslim, c. 2, s. 18.

[43] - a.g.e. c. 2, s. 119.

[44] - Sahih-i Müslim, c. 2, s. 122.

index