YEDİNCİ BÖLÜM

 

 

EHL-İ SÜNNET ALİMLERİNİN

KUR’ÂN’IN VE RESUL’ÜN AÇIK NASLARI KARŞISINDAKİ İÇTİHATLARI

 


(98)

ACABA SAHABENİN HEPSİ ADİL MİYDİ?!

 

Evet, Ehl-i Sünnet’in adeti budur. Onların izledikleri metot da budur. Sanki Peygamber (s.a.a)’le sohbet etmek, O’nunla arkadaşlık yapanın adaletle çakışan işlerden uzak durmasını sağlıyor ve onlara adillik kazandırıyordu.

Bu nedenle, bu sohbet arkadaşı Peygamber (s.a.a)’den ne nakletse hemen kabul ediyorlardı. Bu nakile göre, deliller getirmekte, onun içeriğine göre amel etmekteydiler. Bunu yaparken de sahabenin adalet, iman, doğruluk ve emanetdarlığını kesinlikle işe katmazlardı.

Bu hiçbir akli ve nakli delile dayanmayan bir mevzudur. Zira sadece Peygamber (s.a.a)’le sohbet etmek veya arkadaşlık yapmak, büyük bir fazilet olmasına rağmen, onların her şeyden mahfuz kaldığına kesinlikle delil değildir. O halde sahabe günah ve hatadan mahfuz kalma açısından, diğer insanlar gibidirler ki aralarında doğru sözlü, günahlara yaklaşmayan, adil, güvenilir kimseler oldukça çoktur. Tabi bu insanlar arasında haddini bilmez, zalim ve günahkar insanlar da bulunur.

Hadis nakleden şahısın (ravi), adalet sahibi olmasının mutlak bir şekilde şart olduğuna dair şer’i delil vardır; isterse bu şahıs sahabeden olsun hiçbir fark gözetilmemelidir. Ama adil olmayan şahısın rivayeti şer’i hüküm gereğince kesinlikle itibarını kaybetmektedir. Vaziyetleri malum olmayan şahıslar da aynı hükme sahiptir. Bu şahıslar hakkında, adil oldukları ispatlanıncaya kadar araştırma yapılmalıdır. Eğer adaletleri ispatlanırsa, o zaman onların hadislerine füru-u dinde amel edilir. Ama usul-u dinde adil ravinin rivayeti delil olarak kullanılamaz. Eğer ravinin adil olduğu ispatlanmazsa, onun rivayet ettiği hadise amel etmek için hiç yol yoktur.

Bunlar, Ehl-i Sünnet’in haberi vahit (rivayetler) hakkındaki görüşlerinden bildiğimiz şeylerdir. Elbette buraya kadar bizimle onlar arasında bir ihtilaf yoktur.

Ehl-i Sünnet’in kendisini, sahabenin rivayet ettiği hadise amel etmeye ve ona göre delil getirmeye yönlendiren sebep, onların sahabenin tümünü adil bilmesidir. Sanki Ehl-i Sünnet, sahabenin hepsinin adil olduğuna inanmakla Peygamber (s.a.a)’in makamını yücelteceğini zannetmiştir. Halbuki onların, sahabe hakkındaki tutumları açık bir yanlıştır. Zira Peygamber (s.a.a)’i münezzeh bilmek ve O’nu korumak, O Hazretin sünnetinin yalancılarından münezzeh tutulmasıyla mümkündür.

Peygamber (s.a.a)’in kendisi İslam ümmetini yalancıların dehaletinden sakındırarak şöyle buyurmuştur: “Çok yakında bana yalan atfedenler çoğalacaklardır. Kim, kasıtlı ve bildiği halde bana yalan atfederse yeri cehennem olacaktır.”

Eğer Ehl-i Sünnet kardeşlerimiz -Allah bizi ve onları hidayet etsin- Kur’ân’ın muhkem ayetlerinde biraz düşünecek olsalardı onu, münafıkların zikri ve Peygamber (s.a.a)’in onlardan eziyet görmesiyle dolu bulurlardı. Tevbe suresinde onların (münafıkların) rezaletleri hakkında nazil olan ve Ahzab suresinde olanlardan söz edilen ayetler, bu konunun anlaşılması için yeterlidir:

“Münafıklar sana geldiklerinde: Şahitlik ederiz ki sen Allah’ın Peygamberisin derler. Allah da bilir ki, sen elbette O’nun Peygamberisin. Allah, münafıkların kesinlikle yalancı olduklarını bilmektedir.”[1]

“Ve o zaman, münafıklar ve kalplerinde hastalık (iman zayıflığı) bulunanlar: ‘Meğer Allah ve Resulü bize sadece kuru vaatlerde bulunmuşlar’ diyorlardı.”[2]

Ashabın nifak ölçüsünü bilmek için şu ayete bakmamız yeterlidir. Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

“Medine halkından bir takım münafıklar vardır ki, münafıklıkta maharet kazanmışlardır. Sen onları bilmezsin, biz biliriz onları.”[3]

“And olsun onlar önceden bir fitne çıkarmak istemişler ve sana nice işler çevirmişlerdi. Nihayet hak geldi ve onlar istemedikleri halde Allah’ın emri yerini buldu.”[4]

“Başaramadıkları bir şeye (Peygambere suikast yapmaya) da yeltendiler. Ve sırf Allah ve Resulü kendi lütuflarından onları zenginleştirdiği için öç almaya kalkıştılar.”[5]

Kim bu ve buna benzer ayetler üzerinde biraz düşünecek olursa, o zamanda münafık ve vaziyetleri belli olmayan bir takım insanların olduğunu az çok anlayacaktır. Bu durum şüpheli olduğundan, adil oldukları bir bir ispatlanıncaya kadar tüm sahabenin hadisinden uzak durmak gerekir.

Ama biz İmamiye Şia’sı, adaletleri ispatlanmış olan sahabelerin hadislerinin hepsini kabul ederek amel ederiz. Zira Allah (c.c) şöyle buyurmuştur: “Bilmiyorsanız zikir ehlinden sorun.” Biz sahabe içerisinden alimlerin, doğruların ve sadık kimselerin yanındayız.

Buna ilave olarak, Ehl-i Beyt İmamlarının hadisleri de bize yeterlidir. Çünkü onlar Kur’ân’ın eşidirler ve doğru yol onların vesilesi ile tanınır. Keşke Kur’ân ayetlerinde geçen münafıkların, Peygamber (s.a.a)’in vefatından sonra nereye gittiklerini bir bileseydik. Peygamber (s.a.a)’i bir ömür boyunca incitip hüzne boğan, vefatına yakın yazdırmak istediği vasiyetine engel olan münafıklar nerelere gittiler acaba?

Sahabeden bir grup dağın başından taşlar yuvarlatıp, Peygamber (s.a.a)’in devesini ürküterek O Hazreti yere yıkmak istemişlerdi. O zaman Peygamber (s.a.a) Tebük savaşından dönmekteydi.

Ahmed b. Hanbel’in bu hususta Ebu Tufeyl’den naklettiği hadis çok uzundur. O (Müsned’in altıncı cildinin sonunda) şöyle diyor: O gün Peygamber (s.a.a) bir grup sahabeye lanet etti. Bu hadis Müslümanların geneli arsında oldukça meşhurdur.

Tarihçilerin geneli yazmışlardır ki Peygamber (s.a.a) ashabından bin kişiyle beraber Uhud’a doğru gitti. Uhud’a varmadan önce -tüm sire yazarlarının açıkça söylediği gibi- münafıklardan üç yüz kişi geri döndü. Münafıklardan sadece birkaç tanesi tanınma korkusu yüzünden geri dönememişti.

Buna ek olarak, eğer bin kişi içerisinde bu üç yüz münafıktan başka münafık olmadığını kabul etsek bile, vahyin kesilmesi ve Peygamber (s.a.a)’in beka alemine göç etmesiyle bütün münafıklar nereye kayboldu? Taşıdıkları nifak nasıl birden bire düzeli verdi?!

Peygamber (s.a.a)’in hayatı, münafıkların nifakına mı sebep oluyordu?! Yoksa Peygamber (s.a.a)’in vefatı, onların iman ve adalet sahibi olarak peygamberlerden sonra Allah’ın en faziletli kulları olmalarına mı neden oldu?! Nasıl ashabın gerçek yüzü Peygamber (s.a.a)’in vefatıyla değişiverdi? Ve nasıl, o nifaklarından sonra öyle bir kutsallık buldular ki işledikleri onca suçlar onların bu kutsallığında etki bırakmadı? Bizim, akıl ve vicdan dışı bu şeylere inanmamızı gerektirebilecek şey nedir?

Bunlara ilave olarak, biz, Kur’ân ve Sünnetten, bazı münafıkların kendi nifaklarında baki kalacaklarını anlamaktayız:

“Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse, gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim (böyle) geri dönerse, Allah’a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah şükredenleri mükafatlandıracaktır.”[6]

Bu konuda Buhari’nin[7] zincirleme senetle Ebu Hureyre’den naklettiği şu hadis yeterlidir: Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Kıyamet günü ben (havuzun kenarında) durduğum zaman, bir grubu görür ve kim olduklarını tanırım. Benimle onlar arasından bir adam çıkarak şöyle der: Geliniz! Ben de: “Nereye?” derim. Adam cevap olarak: “Allah’a yeminler olsun ki cehenneme” der. Ben şöyle söylerim: Neden, bunlar ne yapmışlar?” Adam şöyle cevap verir: “Onlar senden sonra gerisin geriye eski hallerine döndüler.” Bundan sonra başka bir grubu getirirler. Ben onları da tanırım. Benimle onlar arasında bir adam çıkarak; “Geliniz” diye seslenir. Ben: “Nereye?” diye sorarım. Adam: “Allah’a yemin olsun ki cehenneme” der. Ben: “Bunlar ne yapmışlar?” diye sorarım. Adam şöyle cevap verir: “Bunlar senden sonra gerisin geriye eski hallerine döndüler.” Ben onlar arasından çok az bir adamın cehennem ateşinden kurtulduğunu görürüm.

Buhari aynı babın (Havuz babı) sonlarında Ebu Bekir’in kızı Esma’nın şöyle dediğini nakleder: Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ben Kevser havuzundayım ve sizden bir grubun bana geldiğini görürüm. Bu sırada bazılarını yakalarlar. Ben şöyle söylerim: “Allah’ım! Bunlar benden ve benim ümmetimden olanlardır.” Şöyle cevap verilir: “Bunların senden sonra neler yaptıklarını biliyor musun? Allah’a yemin olsun ki onlar gerisin geriye eski hallerine döndüler.”

İbn-i Melike şöyle derdi: “Allah’ım! Biz, ilk durumumuza geri dönmekten ve dinimizden sapmaktan sana sığınırız.”

Yine Buhari aynı babda Said b. Müseyyib’ten Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet eder: “Ashabımdan bir grup Kevser havuzunda benim yanıma gelecektir. Onlara havuzda kırbaç vururlar. Ben: “Allah’ım! Bunlar benim ashabımdır” derim. Allah (c.c) ise şöyle buyurur: “Bunların senden sonra ne yaptıklarını bilmiyorsun. Bunlar senden sonra gerisin geriye döndüler.”

Yine Buhari aynı babda Sehl b. Sa’d’dan Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakleder: “Ben sizi havuzun başında toplarım. Benim yanımdan geçen herkes ondan içer. O havuzdan su içen birisi bir daha asla susamaz. Bana tanıdığım bazı şahısları getirirler. Onlar da beni tanırlar. Daha sonra benimle onlar arasına ayrılık düşer.”

Ebu Hazim şöyle dedi: Numan b. Ebu Eyyaş bana: “Sehl’den bu şekilde mi duydun?” diye sordu. Ben de: “Evet” dedim.

Ebu Said-i Hudri şöyle dedi: “Ben de onu Peygamber (s.a.a)’den duydum.” Ancak Ebu Said-i Hudri şunu da eklemektedir: “Peygamber (s.a.a) şöyle devam etti: “Ben; “Onlar bendendir” derim. Cevap şöyle verilir: “Onların senden sonra neler yaptıklarını bilmiyorsun.” Ben de şöyle söylerim: “Benden sonra onu değiştirenlere yazıklar olsun.”

Kastalani İrşad’us-Sari’de bu kelimenin şerhinde şöyle diyor: “Onu değiştirdi” demek, “Peygamber (s.a.a)’in dinini değiştirdi” anlamındadır.

Yine adı geçen babda (havuz babı) Ebu Hureyre’den şöyle dediği rivayet edilir: Resul-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurdu: “Kıyamet günü ashabımdan bir grup yanıma gelir de onları havuzun yanında kırbaçlarlar. Ben şöyle söylerim: “Allah’ım! Bunlar benim yarenlerimdir.” Allah (c.c) şöyle buyurur: “Bunların senden sonra neler yaptıklarını bilmiyorsun. Bunlar senden sonra gerisin geriye döndüler.”

Buhari şöyle diyor: “Asim de Ebu Vail’den, o da Hüzeyfe’den rivayet etmiştir.” Aynı şekilde Buhari “Hudeybiye Gazvesi” babında[8] Ala b. Müseyyib’den, o da babasından şöyle dediğini nakleder: Berra b. Azib’i mülakat ederek şöyle dedim: “Hoş haline! Peygamber (s.a.a)’in sahabesiydin. O ağaç altında da Peygamber (s.a.a)’e biat ettin.”

Berra şöyle dedi: “Birader zade! Ama sen Peygamber (s.a.a)’den sonra neler yaptığımızı bilmiyorsun!!”

Yine İbn-i Abbas’tan Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğu rivayet edilir: “Ashabımdan bir grubu sol taraftan götürürler. Ben şöyle derim: “Benim ashabım! Benim ashabım!” Bana şöyle cevap verilir: “Bunlar, sen onları terk ettiğin andan itibaren gerisin geriye döndüler.”

 

(99)

EHL-İ SÜNNET’İN EHL-İ BEYT’E

SIRT ÇEVİRMESİ

 

Ehl-i Sünnet kendi usul-i dinlerini Ebu’l-Hasan Eş’ari ve Maturidi gibi şahıslardan almışlardır. Furu-u dini (hükümleri) ise dört mezhep fakihlerinden almışlardır. Halbuki Ehl-i Beyt’in, Kur’ân mesabesinde olduğunu belirten naslar bulunduğunu bilmektedirler. “Ehl-i Beyt, aynen Nuh’un gemisi misalidir. Ona binen kurtulmuş, ondan yüz çeviren ise boğulup helak olmuştur.”

“Ehl-i Beyt, Beni İsrail arasındaki Hıtta kapısı gibidir. Ondan geçen bağışlanmıştır.”

“Ehl-i Beyt, ümmete nispetle, başın bedenene nispeti gibidir. Hatta başta bulunan göz gibidir.”

Buna benzer daha nice nass ve rivayetler mevcuttur.

Biz “el-Fusul’ul-Mühimme” adlı kitabın 12. Faslında Ehl-i Sünnet’in Ehl-i Beyt’ten uzak kalması hususunda genişçe bahsettik. Burada okurlara daha fazla bilgi vermek için onu naklediyoruz.

Ehl-i Sünnet kardeşlerimizin Ehl-i Beyt mezhebinden uzak kalması, onların hadislerine ne usul-u dinde, ne de füru-u dinde itina göstermemeleri şeklindedir. Kur’ân’ın tefsirinde de onlara yani nübüvvet ailesi olan Ehl-i Beyt’e müracaat etmemişlerdir.

Ehl-i Sünnet, Ehl-i Beyt’e, Allah’ın cisim olduğuna inanıp da Murcie mezhebinden olan Mekatil b. Süleyman’a verdiği değer kadar bile değer vermemekteler. Harici, Mürcie, Müşebbihe ve Kaderiye’lerin sözlerine verdikleri önem kadar bile Ehl-i Beyt’in hadislerine itina göstermemektedirler!!!

Eğer nübüvvet hanedanına mensup olanların tümünün rivayetlerini bir araya toplarsak, Buhari’nin sadece harici ve yalancı İkrime’den naklettiği rivayetlere bile yetişmeyecektir!

Bunlardan daha da üzücüsü şudur ki: Buhari, Sahih-i Buhari adlı kitabında Ehl-i Beyt’ten nakledilen hadislerden delil getirmemektedir. Zira o, İmam Sadık, İmam Kazım, İmam Rıza, İmam Muhammed Taki, İmam Hadi ve aynı asırda yaşadığı İmam Hasan Askeri’den rivayet nakletmemiştir.

Bunlara ek olarak, Buhari, Hasan b. Hasan, Zeyd b. Ali b. Hüseyin, Yahya b. Zeyd Muhammed b. Abdullah b. Hasan (Nefsi Zekiyye), kardeşi İbrahim b. Abdullah, Hüseyin b. Ali (Fahh şehidi), Yahya b. Abdullah b. Hasan, kardeşi İdris b. Abdullah, Muhammed b. Cafer Sadık, Muhammed b. İbrahim Tabatabai, onun kardeşi Kasım-i Resi, Muhammed b. Muhammed. Zeyd b. Ali, Muhammed b. Kasım b. Ali b. Ömer, Eşref b. Zeyn’ul-Abidin –a.s-(Talikan’ın hükümranıydı ve Buhari[9] ile aynı asırdaydı) gibi Ehl-i Beyt şahsiyetlerinden, ne de bu hanedanın Abdullah b. Hasan, Ali b. Cafer Arizi gibi büyük ve ileri gelenlerinden, ne de Resulullah’tan sonra ümmet arasında bıraktığı yakınlarından da bir rivayet nakletmemişlerdir!!!

Buhari, hatta Peygamber (s.a.a)’in bircik torunu İmam Hasan (a.s)’dan bile hadis rivayet etmemiştir. Halbuki Buhari, Haricilerin tebliğcisi ve Ehl-i Beyt’in azılı düşmanı olan İmran b. Hattan-i Harici’den bile rivayet etmiştir. İmran b. Hattan’ın Hz. Ali (a.s)’ın katili İbn-i Mülcem hakkındaki şiirini bile rivayet ederek ona istinat etmektedir. O şiir şudur:

“Nasıl bir darbeydi de zahit birisi indiriverdi. Bu işinde Allah’tan cenneti istemekten başka hedefi yoktu. Ben onu hatırladığım her gün, onun (İbn-i Mülcem’in) güzel amellerinin herkesten daha fazla olduğunu düşünüyorum!!!”

Kabe’nin Rabbine ve peygamberler gönderen Allah’a yemin olsun ki ben, Buhari’nin, İmam Ali’nin katili İbn-i Mülcem’in övücüsü İmran b. Hattan-i Harici’den rivayet edip de Ehl-i Beyt’ten rivayet etmediğini gördüğüm zaman şaşkınlık içerisinde kaldım. İşi buraya kadar ilerleteceğini düşünmemiştim!!!

İbn-i Haldun, bu üstü kapalı sırrı aydınlığa ve açıklığa kavuşturmuştur. Fıkıh ilmine giriş adlı meşhur yazısında, Ehl-i Sünnet mezheplerini zikrettikten sonra şöyle yazıyor: “Ehl-i Beyt, tüm Müslümanların normal metotlarının tersine ayrı bir mezhep icat etti! Kendilerine mahsus fıkıh meydana getirdiler. Bunu da sahabeyi kötüleme, imamların masum oluşu, kendi görüşlerinden ihtilafı ortadan kaldırma temelleri üzerine yerleştirdiler.”

Daha sonra ise şöyle diyor: “Bunların tümü temelden boştur.”

Yazar: Biz, fıkhın nasıl bir şekilde sahabeyi kötüleme temelleri üzerine kurulu olduğunu bilmiyoruz! İlahi hükümler, nasıl halktan bir kişiyi eleştirmekle çıkarılabilir? İbn-i Haldun filozoflardan sayılır. Ey akıl sahipleri! Peki bu saçmalamaklar da neyin nesi? Biz Şia toplumunun alimleri, kendi kitaplarında İmamların ismet ve masumluğunu akli ve nakli delillerle ispatlamışlardır. Bu kitap onları kapsayacak düzeyde değildir.

Eğer bu konuyu açıklamaya kalkışırsak bu kitabın mevzusu dışına çıkmış oluruz. Ama İmamların masumluğunun ispatı için şu yeterlidir: Hz. Peygamber (s.a.a)’in rivayetleri doğrultusunda onlar, batılın hiçbir surette kendisine yol bulamadığı Kur’ân mesabesindedirler. Ehl-i Beyt İmamları ümmetin ihtilafa düşmeme güvencesidirler. Herhangi bir grup onlarla muhalefete kalkışırsa şeytanın grubuna girmiş olur. Ehl-i Beyt bu ümmetin necat ve kurtuluş gemileri ve Hıtta kapılarıdır. İslam’ın gerçek simasını, sapıkların batıl sözlerinden ve tahrif edilen her şeyden temizleyen yine Ehl-i Beyt’tir. Allah’ın salat ve selamı onların tümünün üzerine olsun.

Yine İbn-i Haldun şöyle yazıyor: “Hariciler de aynen Ehl-i Beyt gibi Müslümanlardan uzaklaştı.[10] Ama Müslümanların büyük bir çoğunluğu onların mezhebine itina etmediler. Tam aksine Müslümanlar Ehl-i Beyt ve Haricilerin mezheplerini şiddetle eleştirdiler. Biz de onların mezhebinden hiçbir şeyi tanımıyoruz. Onların kitaplarından rivayet nakletmeyiz. Halkının Şia olduğu yerler hariç onlardan hiçbir iz bulunmaz. Şia’nın mezhebi kitapları, halkının Şia olduğu şehir ve memleketlerde veya Yemen vb. gibi devletlerde kurdukları hükümet nedeniyle bulunmaktadır.[11] Hariciler de aynı şekildedirler. Bu iki fırkadan (Şia ve Hariciler) her biri fıkıh konusunda birçok kitap ve acayip görüşlere sahiptirler!”

Bu konuda İbn-i Haldun’un görüşü ve sözleri bu idi. İyice dikkat edin de şaşırın.

Daha sonra İbn-i Haldun asıl konusuna dönerek Ehl-i Sünnet mezheplerini açıklamaya, Ebu Hanife’nin mezhebinin Irak’ta, Maliki mezhebinin Hicaz’da, Hanbeli mezhebinin Şam ve Bağdat’ta, Şafii mezhebinin de Mısır’da yayılma nedenlerini şerh etmeye başlar. Bu konuda şöyle der: “Daha sonraları Mısır’da Rafizilerin devlet kurmasıyla Ehl-i Sünnet mezhebi ortadan kalktı. Onun yerine Ehl-i Beyt fıkhı resmiyete ulaştı. Onların muhalifleri darmadağın oldular. Bu durum Rafizi kölelerin kurduğu devlet (Yani Fatımilerin Mısır’da kurdukları devlet) Salahattin Eyyubi tarafından yıkılıp Şafii mezhebi tekrar Mısır’a dönünceye kadar devam etti.”

İbn-i Haldun ve onun emsalleri kendilerinin hak üzere olup Peygamber (s.a.a)’in sünnetine uyduklarını ve Ehl-i Beyt’in de sapık, yoldan çıkmış, bidat koyan ve Rafizi yani İslam camiasından uzaklaşmış olduğunu mu düşünmektedirler!!

Eğer bir Müslüman bu sözleri duyar da sarsılırsa şaşırılmamalıdır. Hatta İslam ve Müslümanların bu halinden dolayı ölürse bile şaşırmaya yer yoktur. Zira hakkı ayaklar altına alma, ondan bu kadar uzak durma kendi doruk noktasına ulaşmıştır.

Acaba İbn-i Haldun Peygamber (s.a.a) hanedanının sapmış, yoldan çıkmış ve bidat koyanlar olduğuna mı inanıyor? Aynı Ehl-i Beyt Kur’ân’ın nassı ile her türlü pislik ve kötülükten arınmıştır ve Cebrail Tathir ayetini onların hakkında nazil etmiştir. Peygamber (s.a.a) Allah’ın emriyle onları yanına alarak mübaheleye götürmüştür. Allah Kur’ân-ı Kerim’de onlara sevgi ve dostluğu farz kılmıştır. Allah (c.c) onların velâyetini farz kılmıştır.

Onlar, Kurtuluş gemisi, ümmetin güvencesi ve Hıtta kapısıdırlar. Onlar Allah’ın, hiçbir zaman kopmayacak  sağlam ipidirler. Onlar, herkesin onlara sarılması durumunda asla sapıklığa düşmeyeceği iki ağır emanetten birisidirler. Kim bu iki emanetten birisinden vazgeçerse kurtuluş yolunu bulamaz. Peygamber (s.a.a) onları, bedendeki baş ve baştaki göz gibi aziz ve saygın tutmamızı emrediyor.[12] Peygamber (s.a.a) bizi, onlardan öne geçmek veya onlara karşı kusur etmek hususunda uyarmış ve sakındırmıştır.[13] Peygamber (s.a.a) tam bir açıklıkla şöyle buyurmuştur: “Dinimi ayakta tutacak olan Ehl-i Beyt’imdir. Her nesilde meydana gelecek sapmayı Ehl-i Beyt’im düzeltecektir.”[14]

Peygamber (s.a.a) şöyle ilan etti: “Ehl-i Beyt’i tanımak cehennem ateşinden kurtulmaya sebep olur. Onları sevmek sırat köprüsünden geçmeye neden olur. Onların velayeti ise azaptan güvende olmayı sağlar.”[15]

Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Ancak Al-i Muhammed’in hakkının tanınmasıyla amellerin amel sahibine bir faydası olur.”[16]

Yine Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Kıyamet günü bu ümmetten kendi yerinden hareket eden herkesten (İslam ümmetinden) Ehl-i Beyt’in sevgisi hakkında soru sorulacaktır.”[17] “Eğer birisi ömrünü Rükn ile Makam[18] arasında kıyam, rüku ve secdede geçirir de Al-i Muhammed’in dostluk ve sevgisini taşımadan ölürse cehennem ateşine girecektir.”[19]

Bütün bunlardan sonra İslam ümmetinin Ehl-i Beyt yolundan başka bir yola gitmeleri doğru olur mu? Allah ve Resulüne iman etmiş Müslümanların, Ehl-i Beyt’in metodundan başka bir metot izlemeleri yerinde olur mu? Eğer cevap olumsuzsa, peki İbn-i Haldun nasıl tam bir arsızlık ve küstahlıkla, onları bidat çıkarmakla suçlayabiliyor?!!

“Tathir”, “Zi’l-Kurba”, “Ulu’l-Emr” ve “İ’tisam bi Hablillah” ayetleri İbn-i Haldun’a bunu mu emrediyor? Acaba Allah’ın “Doğrularla birlikte olun” diye buyurduğu emir İbn-i Haldun’un böyle davranmasını mı gerektiriyor?! Yoksa tüm Müslümanların sahih olduğunu itiraf ettikleri Peygamber (s.a.a)’in buyrukları mı bunu gerektiriyor? Biz bu hadislerin tümünü, (hepsi de onlara ihtiram niteliği ve Müslümanların onlara karşı vazifelerini anlatmaktadır) değişik yol ve senetlerle “Sebil’ul-Müminin” adlı kitabımızda nakletmişiz. Onlara müracaat edecek olursanız, Ehl-i Beyt’in hakikatini ve onların İslam dinindeki yüce makamlarını anlayacaksınızdır.

Ayriyeten Ehl-i Beyt (a.s)’ın bütün cefalara tabi tutulacak bir günahları yoktu. Onlara itinasızlık gösterilmesine sebep olacak bir eksiklikleri yoktu. Keşke Ehl-i Sünnetin dört mezhebine tabi olanlar, ihtilaflı meselelerin naklinde Ehl-i Beyt’in metodunu da, amel edilmeyen mezheplerin ihtilaflı konularını naklettikleri gibi nakletseydiler.

Biz Ehl-i Sünnet’in hiçbir asırda, Ehl-i Beyt’e karşı böyle bir muamelede bulunduğunu görmedik. Onlar, Ehl-i Beyt’e, Allah’ın yaratmadığı bir halk muamelesi yaptılar. Onlara, ilim ve hikmetten hiçbir nasipleri olmayan kimseler muamelesi yaptılar.

Evet, bazen Ehl-i Beyt Şialarının ismini anarak onlara Rafıziler diye hitaplarda bulunmuşlar ve onları birçok iftiralarla yad etmişlerdir. Ama artık bugün zulüm ve tecavüz asrı geçmiş, kardeşlik asrı gelip çatmıştır. Tüm Müslümanların, Peygamber (s.a.a)’in ilim şehrine girmeleri için şehrin kapısından geçmeleri gerekir.

Artık tüm Müslümanların Hıtta kapısından geçerek ümmetin güvencelerine sığınmaları ve kurtuluş gemilerine binmeleri gerekir. Ehl-i Beyt Şialarına yaklaşmalı ve aralarındaki kötü düşünceleri gidermeleri lazımdır. İki grup arasındaki ilişki ve irtibat sabahı artık aydınlanmıştır. el-hamdu lillahi rabb’il-alemin.

 


(100)

SEFA VE KARDEŞLİĞE DAVET

 

Ey kardeşler! Birbirimize karşı bu kadar kötümser olmamız ne zamana kadar devam edecek? Bunca kin ve düşmanlık neden? Bir olan Allah, hepimizin Rabbi değil mi? Dinimiz İslam, semavi kitabımız Kur’ân, tavaf ettiğimiz ve namaz kıldığımız kıble Kabe değil mi? Hatem’ül-Enbiya Muhammed b. Abdullah (s.a.a) bizim Peygamberimiz, O’nun söz ve davranışları sünnetimiz değil mi? Beş vakit namaz, Ramazan ayı orucu, hac ve zekat bize farz kılınanlar değil mi?

Biz Müslümanlar açısından helal, Allah ve Peygamberinin helal ettiği şeylerdir; haram ise Allah ve Resulünün haram kıldığı şeylerdir. Hak, Allah ve Resulünün hak bildiğidir; batıl ise Allah ve Resulünün batıl bildiğidir. Allah ve Resulün dostları bizim dostumuz, Allah ve Resulünün düşmanları ise bizim düşmanlarımızdır.

Kıyamet bir gün gelecektir, onda hiçbir şüphe yoktur. Allah, kötü amelleri işleyenleri cezalandırmak, iyi amel işleyenleri de mükafatlandırmak için tüm ölüleri diriltecektir.

Bu söylediklerimizde Şia ve Sünni aynı görüşü paylaşmıyor mu? Herkes, Allah’a, meleklere, kitaplara ve peygamberlere iman etmiş ve Allah peygamberleri arasında hiçbir fark koymayarak şöyle demişlerdir: “Allah’ım! Duyduk ve senden bağışlanma dileyerek sana itaat ettik. Allah’ım! Her şeyin dönüşü sanadır.”[20]

İhtilaflı konularda, Şia ile Sünni arasındaki niza ve ihtilaf, gerçekte soğrevidir (küçüktür). Şia ve Sünni arasında kesinlikle kobrevi (büyük) bir niza ve ihtilaf yoktur.

Görmüyor musunuz ki Şia ve Sünni bir şeyin farz oluşunda, haram oluşunda veya müstehap ve mekruh oluşunda ihtilafları olursa veya bir şahısın adalet veya fıskında, birisinin Allah dostu olduğu için dostluğunun veya Allah düşmanı olduğu için düşmanlığının farz oluşunda ihtilafa düşerlerse, her biri (Şia ve Sünni) şer’i delilin gerektirdiği şeye göre amel eder.

Eğer her iki fırkanın, herhangi bir şeyin İslam’da olduğu veya olmadığı ya da şüpheli olduğu bir hususta herhangi bir bilgi veya delilleri olursa, bu onların çekişmesine ve ihtilafa düşmelerine sebep olmamalıdır.

Buhari[21] Ebu Seleme ve başkalarından Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet eder: “Eğer hakim hükmeder veya içtihat eder de doğru çıkarsa, iki sevap alır. Eğer yanlış çıkarsa bir sevap alır.”

İbn-i Hazm Endülüsi[22] şöyle yazıyor: “Bir grup şöyle dedi: “Eğer bir Müslüman akait ile ilgili bir konuda veya hükümlerde ters bir fetva verirse, kafir ve fasık olmaz. Kim bunlardan herhangi birisi hakkında içtihat eder de hak zannettiği şeyi belirtirse, her halükarda sevap kazanır. Eğer içtihadı doğruysa iki sevap kazanır; yanlışsa veya hata yapmışsa bir sevap kazanır.

Bu, İbn-i Ebi Leyla, Ebu Hanife, Şafii, Süleyman Sevri ve Davud b. Ali’nin görüşüdür. Aynı zamanda bu görüş, aynı konuda görüş belirten tüm sahabenin görüş ve nazarıdır. Bu hususta onlar arasında hiçbir ihtilaf görülmemiştir...”

Bu konuda açıkça görüş belirten birçok Şia ve Sünni alimi vardır. O halde ey Müslümanlar! Bütün bu düşmanlık neden? Allah Teala şöyle buyurmuyor mu? “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki esirgenesiniz.”[23]

“Birbirinizle çekişmeyin; sonra çözülüp korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider.”[24]

“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır.”[25]

Peygamber (s.a.a) de şöyle buyurmuştur: “Müslümanların tümü bir ahde tabidirler. Onların en kötüsü, onun ışıklarında bulunanlardır. Onlar, yabancılar karşısında bir güçtürler. Kim Müslüman kardeşinin ahdini bozarsa, Allah’ın, meleklerin ve tüm insanların laneti onun üzerine olsun. Kıyamet günü onun hiçbir ameli kabul edilmeyecektir.”

Bu husustaki sahih ve muteber hadisler tevatür haddine ulaşmıştır. Özellikle Ehl-i Beyt yoluyla daha fazladır. Biz el-Fusul’ul-Mühimme” adlı kitabımızda, İslam ümmetini sevindirecek ve ferahlatacak kadar nakletmişiz...



[1] - Münafikun / 1.

[2] - Ahzab / 12.

[3] - Tevbe / 101.

[4] - Tevbe / 48.

[5] - Tevbe / 74.

[6] - Al-i İmran / 144.

[7] - Sahih-i Buhari, c. 4, s. 94, Havuz babı.

[8] - Sahih-i Buhari, c. 3, s. 30 (Hudeybiye Gazvesi babı)

[9] - Hicri 250. Yılda Buhari’nin vefatından 6 yıl önce Irak’ta şehit edildi!

[10] - Bakınız nasıl da Allah’ın, kendilerinden her türlü pislik ve günahı giderdiği Ehl-i Beyt’i Hariciler ile aynı kefeye koyuyor? (Allah’a sığınırız.)

[11] - İbn-i Haldun bu cümlesinde yalan söylemiştir: Eğer İbn-i Haldun onların mezhebinden bir şey bilmiyorsa, onların kitaplarından bir şey rivayet etmiyorsa ve onlara ait bir şeye sahip değilse peki Ehl-i Beyt’in tüm Müslümanların aksine hareket ederek bidat koyduğunu nereden biliyor? Onların temellerinin hepsinin boş olduğunu, o haddini bilmez adam nereden anladı.?!

[12] - Şeblenci’nin Nur’ul-Ebsar’ının haşiyesinde “İs’af’ur-Rağıbin” s. 114. Allame Sebban.

[13] - Sekaleyn hadisine işarettir. Bkz. Raşfet’üs- Sadi, Ebu Bekir Alevi, bab: 5, 4. ayetin tefsiri, İbn-i Hacer Mekki Savaik’ul-Muhrika, bab. 11

[14] - Savaik, İbn-i Hacer Mekki, s. 92.

[15] - eş-Şifa, s. 41.

[16] - Taberani Mucem’ul- Evsat, ondan naklen Siyuti İhya’ul-Meyyit bi Fezail-i Ehl-i Beyt, Nebhani Erbain’de.

[17] - Taberani İbn-i Abbas’tan nakleder, Siyuti İhya’ul-Meyyit’te ve Nebhani de Erbain’de

[18] - Mekan isimleridir.

[19] - Müstedrek-i Hakim, Sahih-i İbn-i Habban, Siyuti İhya’ul-Meyyit, Erbain-i Nebhani

[20] - Bakara / 285.

[21] - Sahih-i Buhari, c. 4, s. 177.

[22] - el- Fasl, c. 3, s. 247.

[23] - Hucurat / 10.

[24] - Enfal / 46.

[25] - Al-i İmran / 105.

index