El-Mizân Tefsiri

Allame Muhammed Hüseyin TABATABAİ(r.a)
                             Cilt:7

                     EN'ÂM SURESİ

                             ( Tamamı:1-165)

                                         İÇİNDEKİLER



AYETLERİN MEÂLİ

74- Hani İbrahim, babası (amcası) Azer'e demişti ki: "Sen putları tanrılar
mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni ve kavmini açık bir sapıklık içinde görüyorum."
75- Böylece İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu (Allah'ın onlar üzerindeki
mutlak egemenlik ve saltanatını) gösteriyorduk ki (müşriklerle
tartışırken kanıt gösterebilsin) ve kesin inananlardan olsun.
76- Derken üzerine gece çökünce, İbrahim bir yıldız gördü, "Budur
rabbim!" dedi. Yıldız batınca, "Batanları sevmem." dedi.
77- Ayı doğarken görünce, "Budur rabbim!" dedi. Ay da batınca, "Rabbim
bana doğru yolu göstermeseydi, elbette sapan topluluktan olurdum." dedi.
78- Güneşi doğarken görünce, "Budur rabbim, bu daha bü-yüktür!" dedi.
O da batınca, dedi ki: "Ey kavmim, ben sizin Allah'a ortak koştuğunuz
şeylerden uzağım."
79- "Ben hanif olarak (sağa sola sapmadan) yüzümü tamamen, gökleri
ve yeri yaratana çevirdim ve ben O'na ortak koşanlardan değilim."
80- Kavmi onunla tartışmaya girişti. O onlara dedi ki: "Be-ni doğru yola
iletmiş iken Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? Ben sizin O'na
ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Ancak Rabbimin bir şey dilemesi
hariç. (Çünkü) Rab-bim bilgice her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ öğüt almıyor
musunuz?"
81- "Siz Allah'ın size, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri, O'na ortak
koşmaktan korkmuyorsunuz da ben nasıl sizin ortak koştuğunuz şeylerden
korkarım? Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki topluluktan hangisi güvende
olmaya daha lâyıktır."
82- "İnananlar ve imanlarını bir haksızlıkla bulamayanlar, işte güven sadece
onlarındır ve doğru yolu bulanlar da onlardır."
83- İşte bunlar, kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz hüccetlerimizdir. Dilediğimizi
derecelerle yükseltiriz. Şüphesiz Rabbin hikmet sahibidir, bilendir.

AYETLERİN AÇIKLAMASI

En'âm Sûresi / 74-83 .................................................................. 367

Bu on ayette yüce Allah, büyük Peygamber İbrahim'e, onu tevhit ve
tenzihe (Rabbi şirkten münezzeh bilmeye) iletmek suretiyle, müşriklere
karşı bahşettiği kanıtı gündeme getiriyor. Ardından peygamberlerinin
sırlarını şirkten arındırmak suretiyle onları doğru yola iletişini
hatırlatıyor. Bu bağlamda Hz. İbrahim'den (a.s) önce yaşamış olan Hz.
Nuh'u ve onun soyundan gelen on altı peygamberi (hepsine selâm solun)
ismen zikrediyor.

Ayetler, gerçekte fıtrat dinini pratikte yaşamanın, tevhit inancını
yayma görevini yerine getirmenin, yüce Rabbi putçuluk şirkinden arındırmanın
kâmil bir örneğini açıklama konumundadır. Bu ise, İbrahim'in
(a.s) yaptığı ve uğruna putperestliğe karşı girişmiş olduğu tartışma
ve mücadeledir. Bunu yaptığı sırada bütün dünya fiilen puta
tapıcılığa teslim olmuştu. Hz. Nuh'un (a.s) açtığı ve onun soyundan
gelen peygamberlerin izlediği tevhit yolu unutulmuştu. Dolayısıyla
ayetler, kanıt telkin edici ve tevhide yöneltici özellikleriyle, yüce Allah-
'ın Peygamber efendimize (s.a.a) telkin ettiği bundan önceki kanıtlarla
ilgili daha fazla aydınlatıcı bilgiler sunmaktadır. Yüce Allah'ın, tefsirini
sunduğumuz bu surede Peygamberi'ne (s.a.a) yönelik olarak, "De
ki..." şeklinde dile getirdiği çeşitli kanıtları kastediyoruz. Nitekim bu
surede, "De ki..." ifadesi kırk kere geçiyor. Bunların yirmi küsuru tefsirini
sunduğumuz bu ayetlerden önce geçmiştir. Âdeta şöyle deniliyor:
Bizim sana yönelttiğimiz telkinlerle kavmine tevhide ilişkin kanıtlar
sunarken ve şirki olumsuzlarken, İbrahim'in (a.s) babasına söylediklerini
hatırla. Bizim kavmine karşı kullansın diye kendisine ilham ettiğimiz
kanıtları düşün. Biz bu kanıtları göklerin ve yerin melekû-tunu
göstererek ona bahşetmiştik. O, ilâhî bağış sonucu onlara bilgi ve
hikmete dayalı kanıtlar sunuyordu. Yüce Allah, melekûtunu ona
gösteriyordu. Dolayısıyla onun sunduğu kanıtlar, kesin inanca
dayalıydı, zihinsel tasarım ve tasavvurdan öteye geçmeyen ve
zorlamadan, deyim yerindeyse dayatmadan kurtulamayan yapay
düşünceye değil. Oysa tertemiz fıtrat hakkında bunların hiçbirisi
Ydüüşcüen Aüllleamh'eınz . bu ayetlerde aktardığı İbrahim'in (a.s) sözlerinin üslûbunun
üzerinde, berrak ve aralarında akıl almaz farklılıklar bulunan

368 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

rivayetlerin ve masalların ayrıntılarından uzak bir zihinle durduğumuz
zaman, tefsir bilginlerinin aralarında baş gösteren tartışmalardan
uzak olduğunu görürüz. Çünkü tefsir bilginleri ayetlerin tefsirini rivayetlerin
içerikleri, tarihsel aktarımların muhtevaları, Tevrat'ta ve diğer
kaynaklarda yer alan açıklamalar ve İsrailiyat menşeli hurafeler vb.
şeylerle karışık bir şekilde sunarlar. Kısacası, bu ayetlerde anlatıldığı
şekliyle Hz. İbrahim'in (a.s) sözlerinin üslûbu açık bir şekilde, bunların
albenili düşüncelerden ve değişik vehimlerden uzak, saf bir zihnin
ürünü olduğunu ortaya koymaktadır. Lafız kalıbına dökülen bu sözler,
onun akletme ve düşünme faaliyetinin ilk verilerini, algılama ve kavramanın
inceliklerini kendinde bulunduran saf fıtratından kaynaklanmaktadır.
Bu ayetler üzerinde objektif bir tavırla durup düşünen bir kimse, Hz.
İbrahim ile soydaşları arasında geçen konuşmaları aktaran bu sözlerin,
o güne kadar yerin altındaki bir oyukta veya bir mağarada sadece
beslenme ve giyinme gibi temel var oluş yükümlülüklerini yerine getirmekten
başka bir fonksiyon icra etmeyen, örneğin gökyüzünü parıl
parıl parlayan yıldızları ve gezegenleriyle hiç seyretmeyen, göz kamaştırıcı
ışıklarıyla ayı ve güneşi görmeyen, kalabalık bireyleriyle,
geniş ülkeleriyle, farklı düşünceleriyle, değişik amaç ve hedefleriyle,
türlü din ve mezhepleriyle bir insan topluluğunun arasında hiç yaşamayan
bir kimse tarafından söylendiğinden kuşku duymaz. Sonra bu
insan bir tesadüf sonucu büyük bir toplumun arasına katılır. Daha
önce hiç tanık olmadığı olgularla karşılaşır. Gök cisimlerini ve büyük
kara parçalarını görür. İnsan topluluklarını seyreder. Herkes işlerine
dalmış, amaçları ve hedefleri uğruna koşuşturmaktadır. Hiçbir şey
hareket edenle duran, işleyenle işlenen, hizmet edenle hizmet edilen,
emredenle emredilen, baş olanla tâbi olan, işine kendini verenle,
tanrısına ibadete vaktini adayan öbek öbek insanları uğraşılarından
alıkoyamamaktadır.

Bu insan gördükleri karşısında şaşkına dönmüştür. Gözlemlediği ga-rip
şeyler zihnini allak bullak etmiştir. Yakınlık kurduğu birine, ilgisini çeken,
hayranlığına sebep olan ve gözüne takılan her şeyi sormaya başlıyor.
Bu hâli, uçsuz bucaksız gökyüzüne bakan, oradaki ışık veren

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 369

lambaları ve parlayan çiçeklerini, göğe serpiştirilmiş yıldızları seyreden
çocuklarda görebiliyoruz. Sonra bu çocuklar tertemiz fıtratlarıyla annelerine
sorarlar: Bu gördüğüm, sevdiğim ve hayran kaldığım şeyler nedir?
Bunları kim oraya astı? Kim onları aydınlattı? Onları yapan kimdir?...
Ancak şundan kuşku duymuyoruz ki, bu insan gördüğü ve hayran kaldığı
eşyanın hakikatine ilişkin sorularına, yalnızlık ve münzevilik günlerinde
tanık olduğuna ve bildiğine yakın olanıyla başlar ve (dolayısıyla)
duyu organlarınca algılanamayan amaçlarını, maksatlarını sorgular.
Çünkü insan, sahip olduğu ilkel bilgilerle bilinmeyenleri bilmeye çalışır.
Bilinmeyen şeylerle karşılaşınca, bu, onun algıladığı bilinenlerle
uygunluk arzeden bir şeye yönelmesini sağlar. Bunu çocuklar, çöl bedevîleri
gibi basit, yalın akıllı insanların tavırlarında somut olarak gözlemleyebiliyoruz.
Bu gibi insanlar, bugüne kadar görmedikleri, alışık
olmadıkları bir şeyle karşılaştıkları zaman, derhal yakınlık kurdukları
şeylerden hareketle onun durumunu öğrenmeye çalışırlar; gerçekliğini,
hakikatini, sebeplerini ve amacını bilmek isterler.

Konumuz olan insan, -ki hemen hemen ilkel fıtrat düzeyindeki bir insandır-
bugüne kadar sadece yaşamanın en basit sebepleriyle ilgilendiği
için zihni, uygar insanın ilgilendiği şeylerle meşgul olmaz. Uygar
insanın zihni sınırsız ve sayısız objektif doğal olgularla ilgilidir ve
bunlardan bir an bile kendini soyutlayamaz. Bu nedenledir ki, konumuz
olan insan düşünsel bir boşluk, zihinsel bir tenhalık yaşamaktadır.
Bunun yanında doğal sebeplerini bilmediği akıl almaz yoğunluktaki
varoluşsal olan göksel ve yersel olgular tarafından kuşatılmıştır.
Bu yüzden zihni, bu fenomenlerin doğal sebeplerin ötesindeki asıl
sebeplerini algılamaya yönelik karşı konulmaz bir istek duyar. Bunların
doğal sebeplerinin ötesindeki asıl sebebini kavramak ise, uygar
insanın ancak evrensel gelişmelere ilişkin doğal sebepleri sıralamasının
ardına bir boşluk kalırsa, gerçekleştirdiği bir faaliyettir. Bu nedenle,
bir an için varsaydığımız bu ilkel insan, uygar insanların bunlarla
uğraştıklarını, ibadet türü davranışlarda bulunduklarını gördüğü
zaman, derhal bu eylemlerin en üst düzeydeki sebeplerini kavramaya
yönelir.

370 ........................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Bu anlattıklarımızın somut bir kanıtı, dinsel ayinlerin, lâhutî araştırmaların
Asya Kıtası'nda Avrupa'ya göre daha yaygın ve daha yoğun
olmasıdır; köylerde, küçük şehirlerde, büyük şehirlere oranla daha
köklü olmalarıdır. Kalabalık nüfuslu ülkelerde de durum bundan ibarettir.
Çünkü bir toplum genişlediği oranda yaşamsal ihtiyaçları artar,
beşerî meşguliyetler yoğunlaşır. İnsan, manevî dünyayla baş başa kalabileceği,
dünyasını ve ahiretini düşünebileceği bir boş zamanı nadiren
bulabilir.

Kısacası, tefsirini sunduğumuz ayetlerde ve Meryem, Enbiyâ ve
Sâffât gibi surelerde anlatılan İbrahim (a.s) kıssasına başvuracak olursak,
babasıyla ve soydaşlarıyla tartışırken, basit fikirli, yalın düşünceli
ilkel bir insan görünümü sergilediğini görüyoruz. Putları soruyor,
onlarla ilgili olarak soydaşlarıyla konuşuyor, yıldızları, ayı ve güneşi
soruyor. Ki bu soru, insanların, özellikle putperest kavminin yaptıklarından
haberi olmayan bir insanın yönelteceği türdendir. Bakınız
babasına ve soydaşlarına ne söylüyor:

"Sizin şu karşısına geçip taptığınız heykeller nedir?" (Enbiyâ, 52)
"...Neye tapıyorsunuz? 'Putlara tapıyoruz, onlara kulluk ediyoruz.' dediler.
'Peki, dedi, siz dua ettiğiniz zaman onlar işitiyorlar mı? Yahut
size fayda veya zarar verebiliyorlar mı?' 'Hayır, ama babalarımızın
böyle yaptıklarını gördük.' dediler." (Şuarâ, 70-74)

Bunlar, hayatında hiç put görmeyen, puta tapan birine rastlamayan
bir insanın sözleridir. Oysa Hz. İbrahim putperestliğin beşiği sayılan
Keldan-Babil'deydi. Onlar arasında bir süre yaşamıştı da. Acaba Hz.
İbrahim'in, "Bu heykeller nedir?" derken, putlara hakaret etmek ve
insanların onları yerleştirdikleri kutsal yere kendisinin onları yerleştirmeyeceğini
anlatmak mı istiyordu? Onları tanımadığını mı ima etmek
istiyordu? Tıpkı Firavun'un yüce Allah hakkında, "Âlemlerin
rabbi de kimdir?" (Şuarâ, 23) demesi gibi. Bir de yüce Allah'ın bize aktardığı
şekliyle Mekkeli kâfirlerin Peygamberimizi kastederek söyledikleri
şu sözü örnek gösterebiliriz: "Kâfirler seni gördükleri zaman,
seni alaya alırlar: 'Sizin tanrılarınızı diline dolayan bu mu?' diye. Oysa
kendileri Rahman'ın zikrini kabul etmiyorlar." (Enbiyâ, 36)
En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 371
Ancak Hz. İbrahim'in, babası Azer'le konuşurken son derece edepli
bir tavır takınması bu ihtimali ortadan kaldırıyor. Nitekim babası onu
kovup taşlamakla tehdit ederken bile ona şöyle söylüyordu: "Selâm
sana, dedi, senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim. Doğrusu O,
bana çok lütufkârdır." (Meryem, 47)
Bu bakımdan Hz. İbrahim'in, babasıyla ilk defa bu tür önemli bir meseleyle
ilgili olarak konuşurken alaycı bir tavır takınmış olması, izlerinden
onun inançlarını küçümsediğini ima etmesi, dolayısıyla onun
asabiyetini ve putperestlik gayretini galeyana getirmesi uzak bir ihtimaldir.
Nitekim yüce Allah İbrahim'in hanif dini sayılan İslâm dininde
putperestlerin ilâhlarına sövmeyi yasaklamıştır. Çünkü Müslümanların
putlara sövmeleri onların Müslümanlara karşılık vermek gerekçesiyle
âlemlerin rabbi olan gerçek ilâha sövmelerine neden olabilir.
Yüce Allah şöyle buyuruyor: " Allah'tan başka yalvarıp taptıklarına
sövmeyin; sonra onlar da bilmeyerek haksızlıkla Allah'a söverler."
(En'âm, 108)
Ardından Hz. İbrahim, babası Azer ve soydaşlarıyla putlar hakkın-da
tartıştıktan sonra onların kulluk sundukları diğer ilâhları olan yıldız,
ay ve güneşle meşgul olmaya başlıyor. Bir yıldız gördüğü zaman, "Budur
rabbim!" diyor. Sonra ayın daha parlak olduğunu görünce, "Budur
rabbim!" diyor. Güneşin ondan da parlak olduğunu görünce de, "Budur
rabbim, bu daha büyüktür!" diyor. Bu ifadeler de aynı şekilde hayatında
hiç yıldız, ay ve güneş görmemiş bir insanın ağzından çıkacak
sözlerdir. Bunun açık kanıtı güneşle ilgili olarak söylediği şu sözlerdir:
"Budur rabbim, bu daha büyük..." Çünkü bunlar güneşin, ayın ve yıldızların
ne olduğunu bilmeyen bir insanın söyleyeceği sözlerdir. Fakat
insanların bunlara boyun eğdiklerini, kulluk sunduklarını, kurbanlar
adadıklarını görüyor. Nitekim tarih Babillilerin gök cisimlerinden olan
yıldızlara, aya ve güneşe taptıklarını ve onlara kurbanlar adadıklarını
kanıtlamaktadır.
Meselâ kadın mı, erkek mi olduğu belli olmayan bir insan karartısı
gördüğün zaman, "Bu kimdir?" diye sorarsın. Bunu söylerken karartı
hâlindeki şahsı soruyorsun. Çünkü sadece karartının bir insan olduğunu
biliyorsun. Bu durumda sana, "Falan kadındır veya falan erkek-
372 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7
tir." diye cevap verilir. Aynı şekilde, insan, hayvan veya cansız bir varlık
olduğu belli olmayan bir karartı gördüğün zaman da, "Bu nedir?"
diye sorarsın. Bununla da karartıyı veya işaret edilen nesneyi kastedersin.
Çünkü maddî bir varlık olduğundan başka onun durumuna ilişkin
olarak herhangi bir bilgiye sahip değilsin. Bu sefer sana, "Bu
Zeyd'dir veya falan kadındır ya da falan cismin karartısıdır" diye cevap
verilir. Bu durumların tümünde, mesele hakkında bilgi sahibi olmadığın
için, söz konusu nesnelerin akıl sahibi oluşları, dişi veya erkek
oluşları hakkında gözetilmesi gerekenleri, kendi bilgin oranında
göz önünde bulundurursun. Fakat gerçeği bilen insanın hakikati göz
önünde bulundurarak cevap vermesi bir zorunluluktur.
Hz. İbrahim'in, "Budur rabbim!" ve "Budur rabbim, bu daha büyüktür!"
şeklindeki sözlerinden anlaşıldığı kadarıyla o, güneşin gerçek mahiyetini
bilmiyordu. Sadece doğduğunu, aydan ve yıldızdan daha büyük
olduğunu, insanların ona kulluk sunduklarını, ibadet ettiklerini biliyordu.
Bu gibi bilinen varlıklara hiç kuşkusuz "haza=bu" zamiriyle işaret
edilir. Ama onun güneş olduğu, bir cisim veya aydınlık veren bir
yüzey olduğu, yeryüzünü ışıklarıyla aydınlattığı, bu sayede gece ve
gündüzü oluşturduğu, ayın veya yıldızın geceleyin doğudan doğup batıdan
battıkları, sözlerinden anlaşıldığı kadarıyla onun tarafından bilinmemektedir.
Eğer bütün bunları bilseydi, güneşi kastederken,
"hazi-hi" kelimesini kullanarak "hazihi rabbî, hazihi ekberu" derdi. Nitekim
bundan sonra bu inceliği kavradığı için Nemrut'la tartışırken bu
inceliği göz önünde bulundurarak konuşuyor: "Allah güneşi doğudan
getirir, sen de onu batıdan getir." (Bakara, 258) Güneşe "biha" zamiriyle
işaret ediyor, "bihi" zamiriyle değil [çünkü "şems=güneş", lafız itibariyle
müennestir] ve "onu (bihi) batıdan getir." demiyor.
Yine yüce Allah'ın bize aktardığı şekliyle babasına ve soydaşlarına
şunları söylüyor: "...'Neye tapıyorsunuz?' demişti. 'Putlara tapıyoruz,
onların önünde ibadete duruyoruz.' dediler. 'Peki, dedi, siz dua ettiğiniz
zaman onlar sizi işitiyorlar mı? Yahut size fayda veya zarar verebiliyorlar
mı?' 'Hayır, ama babalarımızın böyle yaptıklarını gördük.' dediler."
(Şuarâ, 70-74) Burada Hz. İbrahim, onların tanrılarından söz ederken,
ne anlamına gelen ve akıl sahibi olmayan şeyler hakkında
En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 373
kullanılan "ma" soru edatını kullanıyor. Çünkü henüz onların gerçek
mahiyetlerine ilişkin olarak pek bir şey bilmemektedir. Daha sonra
onlar, putlarından söz ederken onların irade ve bilinç sahibi olduklarına
inanmadıklarından onlarla bağlantılı olarak dişile işaret edilen
"leha" kelimesi kullanılıyor ve "fenezillu leha=onların önünde ibadete
duruyoruz" deniliyor.
Daha sonra bunların tanrı olduklarına inandıklarını duyunca, bir tanrıda
olması gereken yarar ve zarar verme, çağrıyı işitme gibi niteliklerle
bunları bir arada değerlendiriyor; bundan sonra, onlardan söz
ederken akıl sahibi varlıklarla ilgili zamirleri kullanıyor. Sonra putların
kırılması kıssasında, "Eğer konuşuyorlarsa onlara sorun." deyince soydaşları,
"Sen bunların konuşmadıklarını biliyorsun." cevabını vererek
onların akıl sahibi olmadıklarını ortaya koyuyorlar. Bunun üzerine Hz.
İbrahim onlarla ilgili olarak akıl sahibi varlıklara has kullanımları
kullanmıyor ve onların tutarsızlıklarını ortaya koyan şu cevabı veriyor:
"Siz Allah'ı bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar vermeyen şeylere mi
tapıyorsunuz? Yuh size ve Allah'tan başka taptıklarınıza! Aklınızı kullanmıyor
musunuz siz?" (Enbiyâ, 66-67)
Burada bir zorlamaya gidip onun, güneşe işaretle "hazihi" yerine "haza"
kullanıp, "Bu rabbimdir, bu daha büyüktür!" derken, güneşin cismini
veya işaret edilen şeyi kastettiğini söyleyemeyiz. Ya da onun
konuştuğu Süryanice'de Arapça'nın dışındaki birçok dilde olduğu gibi
dişi ve erkek varlıklar hakkında farklı kullanımlar olmadığını söylememiz
tam anlamıyla bir zorlama olur. Kaldı ki Hz. İbrahim aynı güneşle
ilgili olarak kralla tartışırken, "Allah güneşi doğudan batıya getirir,
sen de onu batıdan getir." (Bakara, 258) diyor ve "biha" zamirini kullanıyor.
Burada Kur'ân onun anadilinde güneşin niteliğine işaret etme
gereğini duymazken, neden önceki ifadede anadilinde güneşin vasfedildiği
şekilde nitelendirilmesini özellikle gündeme getiriyor. Özel
olarak bu bağlamda "Haza...=Bu rabbimdir, bu daha büyüktür" demesine
yer veriyor?
Aynı soru, putların durumunu soydaşlarından sorarken kullandığı o
ifade için de geçerlidir: "Sizin şu karşısında durup taptığınız heykeller
nedir?" (Enbiyâ, 52) Yine bir keresinde dua ederken şu ifadeyi kullanı-
374 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7
yor: "Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut. Rabbim onlar insanlardan
birçoğunu şaşırttılar." (İbrâhîm, 35-36) [Her iki ifadede gözetilmesi
gereken nitelik gözetilmiş ve müennes kelimeleri (hazihi,
innehunne, azlelne) kullanılmıştır.]
Aynı şekilde onun (a.s) güneş için erkeklere ait işaret zamirini kullanarak
tanrıyı dişilikten tenzih etmeyi amaçladığını da söyleyemeyiz.
Veya burada müptedanın habere tâbi kılındığını da söylemek mümkün
değildir. Bununla müzekker olan "rabbî" ve "ekber" sözcüklerini
kastediyoruz. Bütün bunlar hiçbir kanıta dayanmayan zorlama yorumlardır.
Yakında bu hususta geniş değerlendirmede bulunacağız.
Özetleyecek olursak, bu ve benzeri ayetlerde yüce Allah'ın tevhidi
olumlama ve şirki olumsuzlama bağlamında İbrahim'in babasına ve
soydaşlarına söylediğini aktardığı sözler gösteriyor ki, Hz. İbrahim,
bundan önce babasının ve soydaşlarının yaşadığı ortamdan farklı bir
ortamda yalnız başına yaşıyordu. Bu yüzden insan topluluklarında
toplumsal yaşama egemen olan yasaları ve evrensel olguları, bunların
işleyişinin ayrıntılarını bilmiyordu. Bütün bunlar olgunlaşma ve eğri
ile doğruyu ayırt etme çağının başlarında, yalnızlıktan kurtulup babasının
yanına gelmesinden hemen sonra meydana geliyordu. İbrahim
yalnızlık hayatından çıkıp toplumsal yaşama adım atarken, babasının
yanında kulluk sunulan putları görmüştü. Bunların mahiyeti
ile ilgili olarak babasına birtakım sorular yöneltmiş ve babasının dikkatini
bu noktanın üzerinde yoğunlaştırdıktan sonra bunların tanrısallıkları
hakkında onunla tartışmış, karşı kanıtlar sunarak babasını cevap
veremez hâle getirmişti. Ardından putların mahiyetiyle ilgili olarak
soydaşlarıyla tartışmış ve onları hayretler içinde bırakmıştı.
Daha sonra onların kulluk sundukları putların rableri olan yıldızlara,
aya ve güneşe yönelmiş, peş peşe her birinin tanrı olması varsayımı
üzerinde durmuş ve onları dikkatle gözlemlemişti. Bunlar battıkça
tanrılıklarını reddetmiş, onlara yönelik kulluğun geçersizliğini
somut olarak kanıtlamıştı. Ayetlerin zahirinden anladığımız kadarıyla
bir gün ve bir gece boyunca bunların tanrılıkları varsayımını somut
olarak gözlemleyerek her birinin tanrı olamayacağını gözler önüne
sermiştir. En sonunda şunları söyleyerek saf tevhit inancına yönelEn'âm
Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 375
miştir: "Ben yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yoktan var edene çevirdim
ve artık ben ortak koşanlardan değilim." İleride açıklayacağımız
gibi Hz. İbrahim'in bu gözlemi, iki gün ve bir gecede gerçekleştirdiğini
düşünüyoruz.
Hz. İbrahim (a.s) evrenin bir yaratıcısının olduğunu, gökleri ve yeri birinin
yoktan var ettiğini ve o birinin de bu konuda eşi ve ortağı bulunmayan
yüce Allah olduğunu biliyordu. Onun araştırdığı mesele,
acaba insanların bu arada bizzat İbrahim'in O'nun yarattığı varlıklardan,
örneğin güneş, ay ve diğer gök cisimlerinden O'nun dışında başka
bir tanrısının olup olmadığıydı. Onun öğrenmek istediği, insanların
işlerini düzenleme ve yönlendirmede Allah'la beraber başka ilâhların
etkisinin olup olmadığıydı. Yoksa Allah tek ve ortaksız mıydı, bütün
evreni tek başına mı yönetiyordu?
Hz. İbrahim'in gözlemleri sonucu yaşadığı bu sürecin her aşamasında
yüce Allah ona yardım ediyor, ona destek veriyordu. Göklerin ve yerin
melekûtunu ve onlar üzerindeki hükümranlığını gözlerinin önüne seriyordu.
Onun mübarek nefsini yaratma ve düzene koyma bakımından
bütün eşyanın Allah'la irtibat kurduğu yöne yöneltiyordu. Bu yüzden
herhangi bir şey gördüğünde, onun özyapısından ve bu öz yapısının
etkilerinden önce onun yüce Allah'a mensubiyetini ve Allah'ın onu
var edişini ve varlık âleminde yönlendirişini gözlemliyordu. "Böylece
biz İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk..." ifadesi
bunu vurgulamaya yöneliktir. "İşte bunlar, kavmine karşı İbrahim'e
verdiğimiz hüccetlerdir. Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Şüphesiz
Rabbin hikmet sahibidir, bilendir..." ayeti de aynı anlamı içermektedir.
Ayrıca şu ayetten de aynı anlamı algılamak mümkündür:
"Andolsun biz, daha önceden İbrahim'e de doğru yolu bulma yeteneğini
vermiştik. Zaten biz onu biliyorduk." (Enbiyâ, 51)
Ayrıca yüce Allah'ın bize aktardığı İbrahim'in, babasına yönelik olarak
sarf ettiği şu sözler de aynı mesajı vurgulamaya yöneliktir: "Babacığım,
bana, sana gelmeyen bir bilgi geldi; bana uy, seni düzgün yola
ileteyim." (Meryem, 43) Bunun gibi daha birçok ayeti örnek gösterebiliriz.
Daha sonra Hz. İbrahim tanrılık iddiasında bulunan kral Nemrut'la

376 .......................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

tartışıyor. Eski dönem zorbalarının büyük bir kısmı böyle iddialarda
bulunurlardı ve zaten putperestlik de bu tür ortamlarda gelişmiştir.
Kralın tanrılık iddiasında bulunduğu kavminin başka tanrıları da vardı.
Birçok puta kulluk sunuyorlardı. Aralarında bazıları putların da
rabbi olduklarına inandıkları güneşe, aya ve Kur'ân'da sözü edilen
Zühre Yıldızı olması ihtimali bulunan yıldıza tapıyordu.
Ayetlerden algıladıklarımızı kısaca bu şekilde özetleyebiliriz.
İnşaallah gücümüz oranında bunların ayrıntılarını sunacağız.

74) Hani İbrahim, babası (amcası) Azer'e demişti ki: "Sen putları tanrılar
mı ediniyorsun?..."


Yedi kıraatte "Azere" şeklinde okunur. Bu da onun "ebihi=babası" kelimesine
yönelik açıklama amaçlı atıf (atf-ı beyan) veya bedel olduğu
anlamına gelir. Bazı kıraatlerde ise "Azeru" şeklinde okunur. Bu da
kelimenin nidadan dolayı merfu ve münada olduğunu gösterir. Bu
durumda cümlenin takdirî açıklaması şöyledir: "Ey Azer, sen putları
mı ilâh ediniyorsun?" Kıraatler arasında, "E Ezren tettehizu" şeklinde
bir okuyuş da sayılmıştır. Yani baştaki hemzelerden biri istifham edatı
şeklinde kabul edilmiş ve sözcük "ezren" şeklinde okunarak "ezire
/ ye'zeru" fiilinin mastarı kabul edilmiştir. Bu hâliyle sözcüğün anlamı
"kuvvet"tir. Dolayısıyla ayetten kastedilen anlam şudur: "İbrahim babasına
demişti ki: Sen güçlenmek ve kuvvet sahibi olmak için mi putları
tanrı ediniyorsun?"

Tefsir bilginleri ilki meşhur, ikincisi ise nadir ve şaz olan bu kıraatlerde
"Azer" sözcüğü üzerinde farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bunun
babasının ismi mi, yoksa güç alan anlamında övgü; ya da topal veya
kambur vb. anlamda yergi maksadıyla kullanılan bir lakap mı olduğu
hususunda görüş ayrılıkları vardır. Bu ihtilâfların kaynağı da bazı rivayetlerde
İbrahim'in babasının adının "Târah" veya "Târakh" olarak
zikredilmesidir. Tarihsel kaynaklar da bu rivayetleri destekler mahiyettedir.
Bugün elde bulunan Tevrat'ta İbrahim'in (a.s) babasının adı
"Târakh" şeklinde geçer.

Yine ayette geçen "baba" sözcüğünün öz baba, amca veya annenin
babası yahut sözü dinlenen büyük anlamında kullanıldığı hususunda

En'âm Sûresi / 74-83 .................................................................. 377

da tefsir bilginleri arasında ihtilâflar vardır. Bu ihtilâfların kaynağı da
rivayetlerdir. Bu rivayetlerin bazısına göre, adı geçen kişi İbrahim'in
babasıydı. İbrahim Peygamber kıyamet günü ona şefaat edecek, fakat
o şefaate uğramayacak; tersine yüce Allah onu kıyamet günü
kokuşmuş bir sırtlana dönüştürecek ve İbrahim ondan uzaklaşacaktır.
Bazı rivayetlerde onun İbrahim'in babası olmadığı, babasının Allah'ın
birliğine inandığı, müşrik olmadığı ve Peygamber efendimizin
(s.a.a) atalarının müşrik olmadıkları, tümünün tevhit inancı üzere oldukları
belirtilmektedir. Bunun gibi daha birçok rivayet vardır.
İbrahim Peygamber'le (a.s) ilgili olarak aktarılan diğer hususlar üzerinde
de çeşitli ihtilâflar baş göstermiştir. Bunların bir kısmı son
derece ilginçtir. Eski Ahit'te ona yakıştırılan bazı kıssalara da rastlamak
mümkündür. Oysa Allah'ın dostu, bir peygamber ve resul olarak
İbrahim bu tür yakıştırmalardan uzaktır.

Tefsir bilginleri, bu hususta sözü o kadar uzatmışlardır ki, zaman zaman
tefsir biliminin kalıplarının, kurallarının dışına da taşımışlardır.
Araştırmacının perspektifinden ayetlerin anlamlarının algılanması
demek olan tefsir biliminin bu tanımı yerle bir edilmiştir. Daha geniş
bilgi edinmek isteyenler rivayet tefsirlerine ve ayrıntılı tefsir kitaplarına
başvurabilirler.

İbrahim Peygamber'in başından geçenleri aktaran ayetler üzerinde
düşündüğümüz zaman elde ettiğimiz anlam şudur: İbrahim Peygamber
soydaşlarının arasına karıştığı ilk anda, Kur'ân'da babası olduğu
zikredilen bir adamın durumunu merak ederek sorguluyor. Bu adamın
putlara tapmaktan vazgeçip kendisinin temsil ettiği tevhit dinine
tâbi olmasını, böylece kendisini hidayete erdirmesini ısrarla istiyor.
Bu isteğinde o kadar ısrarlı davranıyor ki, sonuçta babası onu kovuyor
ve kendisinden uzaklaşmasını emrediyor. Ayeti dinliyoruz:
"Kitapta İbrahim'i de an; gerçekten o, çok doğru bir peygamberdi.
Babasına demişti ki: 'Babacığım, işitmeyen görmeyen ve sana hiçbir
yararı olmayan şeylere niçin tapıyorsun? Babacığım, bana, sana gelmeyen
bir bilgi geldi; bana uy, seni düzgün yola ileteyim...' Ey İbrahim,
dedi, sen benim tanırlarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeç-
mezsen, andolsun seni taşlarım. Uzun süre benden ayrıl, git."

378 ........................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7
(Meryem, 41-46)

Babasının bu tepkisine karşın İbrahim ona esenlik diliyor ve kendisi
için Allah'tan bağışlanma dileyeceğini vaat ediyor. Belki de Hz. İbrahim
onun iman edeceğini, hidayete erip mutluluğa kavuşacağını umuyordu.
Kur'ân'ı dinlemeye devam ediyoruz: "İbrahim: Selâm sana,
dedi, senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim. Doğrusu O, bana
çok lütufkârdır. Sizden de, Allah'tan başka yalvardıklarınızdan da ayrılıyor
ve yalnız Rabbime yalvarıyorum. Umarım ki Rabbime yalvarmakla
bahtsız olmam." (Meryem, 47-48)

İkinci ayet, İbrahim Peygamber'in babasına yönelik bağışlanma dileme
vaadinin salt dünya hayatıyla ilgili olduğuna ilişkin güzel bir ipucudur.
Yani, babası kâfir olarak kalmasına rağmen veya küfür üzere
olduğunu bilmeden ölmesi durumunda Hz. İbrahim'in kıyamet günü
ona şefaat edeceği gibi bir durum söz konusu değildir.
Sonra yüce Allah İbrahim'in bu vaadini yerine getirişini ve babası için
bağışlama dileyişini anlatıyor. Kur'ân şöyle diyor: "Rabbim, bana hüküm
(doğru ilim ve amel) ver ve beni salihler arasına kat. Sonra gelenler
arasında bana, bir doğruluk dili nasip eyle. Beni nimet cennetinin
vârislerinden kıl. Babamı da bağışla. Çünkü o, sapıklardandı. Kulların
diriltilecekleri gün, beni utandırma. O gün ki, ne mal, ne de oğullar
yarar vermez. Ancak Allah'a sağlam ve temiz kalp getiren yarar
görür." (Şuarâ, 83-89) "Çünkü o, sapıklardandı." ifadesinden anlaşıldığı
kadarıyla Hz. İbrahim, babasının ölümünden veya kendisinin ondan
uzaklaşmasından sonra dua etmiştir. Bunu ifadenin orijinalinin
[innehu kane min'ez-zâllîn] başındaki "kane" edatından çıkarıyoruz.
Ayetin devamında yer verilen sözlerinden anlaşıldığı kadarıyla Hz. İbrahim,
sırf verdiği sözün sorumluluğundan kurtulmak için dua etmiştir.
Âdeta şöyle diyor: "Kıyamet günü şu sapığı bağışla..." Sonra da kıyamet
gününü şu şekilde vasfediyor: "O gün temiz bir kalple gelmekten
başka hiçbir şeyin yararı olmaz!"

Yüce Allah bir ayette -onun dua edişini mazur göstererek- bu gerçeği
şu şekilde ortaya çıkarıyor: "Akraba bile olsalar, cehennem halkı oldukları
belli olduktan sonra Allah'a ortak koşanlar için mağfiret dilemek;
ne peygamberin, ne de inananların yapacağı bir iş değildir. İb

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................ 379

rahim'in, babası için mağfiret dilemesi, sadece ona verdiği bir sözden
ötürü idi. Fakat onun, bir Allah düşmanı olduğu, kendisine belli olunca
ondan uzak durdu. Gerçekten İbrahim, çok yumuşak huylu ve pek
sabırlı idi." (Tevbe, 113-114) Ayetin akışı gösteriyor ki, Hz. İbrahim bu
duayı dünya hayatında yapmış ve dünyadayken babasından uzaklaşmıştır,
onunla ilişkilerini kesmiştir. Yani kıyamet günü ona dua edip
sonra ondan uzaklaşacak değildir. Çünkü ayetin akışı genel bir
yasaklama içeren yasama niteliklidir. Bundan da İbrahim'in duası istisna
tutulmuştur. Bunun da gerçekte onun sözünü tutma hususundaki
titizliğinden kaynaklandığı belirtilmiştir. İleride kıyamet günü olacak
bir şeyi, dünyada gerçekleşen yasama nitelikli bir hükümden
istisna etmenin, sonra kıyamet günü gerçekleşecek bir uzaklaşma fiilinden
söz etmenin mantığı yoktur.

Özetle; yüce Allah, İbrahim Peygamber'in, babası için dua edişinden,
sonra ondan uzaklaşmasından söz ediyor. Bütün bunlar İbrahim'in
hayatının ilk dönemlerinde gerçekleşmiştir ve o sırada henüz kutsal
topraklara hicret etmemişti. Bunu, onun hakkı istemesinden,
salihlere katılmayı ve salih evlâtlara sahip olmayı istemesinden
anlıyoruz. Nitekim önceki ayetlerde geçen şu ifadeden bu husus anlaşılıyor:
"Rabbim, bana hikmet bahşet ve beni salihlere kat." Aynı
şekilde İbrahim'in babasından ve soydaşlarından uzaklaşmasını ve
babası için mağfiret dilemeyi istisna edişini içeren ayetten de bunu
anlayabiliriz: "İbrahim'de ve onunla beraber bulunanlarda sizin için
güzel bir öğüt vardır; onlar kavimlerine: 'Biz sizden ve sizin Allah'tan
başka taptıklarınızdan uzağız. Sizin taptıklarınızı tanımıyoruz. Siz, bir
tek Allah'a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık
ve nefret belirmiştir.' demişlerdi. Yalnız İbrahim'in, babasına:
'Senin için mağfiret dileyeceğim; fakat Allah'tan gelecek hiçbir şeyi
senden savamam.' demesi hariç." (Mümtehine, 4)

Sonra yüce Allah İbrahim Peygamber'in (a.s) kutsal topraklara hicret
etmeye karar verişini, salih evlâtlar istemesini anlatıyor: "Ona bir tuzak
kurmak istediler, biz de onları alçak düşürdük. İbrahim dedi ki:
Ben Rabbime gideceğim, O beni doğru yola iletecek. Rabbim, bana
iyilerden lütfet." (Sâffât, 100)

380 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Sonra yüce Allah onun kutsal topraklara gidişini ve kendisine salih
evlâtlar bahşedişini anlatıyor: "Ona bir tuzak kurmak istediler. Biz de,
asıl kendilerini hüsrana uğrattık. Onu ve Lut'u kurtarıp, âlemlere bereketli
kıldığımız yere getirdik. Ona İshak'ı hediye ettik, üstelik Yakub'u
da fazladan verdik. Hepsini de iyi insanlar yaptık." (Enbiyâ, 70-
72) "İşte onlardan ve onların Allah'tan başka taptıklarından ayrılınca,
biz ona İshak'ı ve Yakub'u armağan ettik ve hepsini de peygamber
yaptık." (Meryem, 49)

Bir başka yerde yüce Allah, Mekke'de dua edişinden söz ediyor. Bu,
kutsal topraklara hicret edip orada çocukları dünyaya geldikten ve
İsmail'i Mekke'ye yerleştirerek kenti kurmasından ve Kâbe'yi inşa
etmesinden sonraki döneme rastlayan bir olaydır. Kur'ân'da ondan
aktarılan son sözlerdir bunlar:

"Bir zaman İbrahim şöyle demişti: Rabbim, bu şehri güvenli kıl, beni
ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut... Rabbimiz, ben çocuklarımdan
bazısını, senin Haram Evi'nin yanında, ekinsiz bir vadiye yerleştirdim.
Rabbimiz, namazı kılsınlar diye... İhtiyarlık çağımda bana
İsmail ve İshak'ı lütfeden Allah'a hamdolsun. Şüphesiz Rabbim duayı
işitendir... Rabbimiz, hesabın görüleceği gün, beni, anamı-babamı ve
müminleri bağışla."
(İbrâhîm, 35-41)

Bu ayet, akışı itibariyle ve diğer karinelerin de desteğiyle gösteriyor
ki, Hz. İbrahim'in dua ettiği babası, daha önce yüce Allah'ın, "Babası
Azer'e..." ifadesinde işaret ettiği kimseden ayrıdır. Çünkü açıkça görüldüğü
gibi, ayetler İbrahim'in, sırf sözünü tutmak için ona dua ettiğini,
sonra onun Allah düşmanı olduğunu anlayınca kendisiyle ilişkilerini
kestiğini ifade etmektedir. Daha önce ilişkisini kestiği ve ondan
ayrılarak Rabbine sığındığı birine yeniden dua etmesinin mantığı yoktur.
Şu hâlde, babası Azer, onun bu son duasında annesiyle birlikte
zikredip dua ettiği öz babasından başka birisidir.

Bu son duasının içerdiği en latif kanıt ise, "valideyye" sözcüğünün
kullanılmış olmasıdır. "Valid" ifadesi Arapça'da ancak öz baba için
kullanılır. O da insanın doğumuna sebep olan kimse anlamına gelir.
Önceki duasında ise, "Babamı da bağışla. Çünkü o sapıklardandı."
demişti. Bu ayette "eb" sözcüğü kullanılıyor. Tefsirini sunduğu

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................... 381

muz ayetlerde ise, onun babası Azer'den söz ediliyor ve yine baba kelimesi
"eb" şeklinde geçiyor. Arapça'da "eb", dede ve amca için de
kullanılır. Kur'ân'da bu kullanımın örneklerine tanık oluyoruz. Meselâ
bir ayette şöyle buyuruluyor: "Yoksa Yakub'a ölüm gelip çattığı zaman
orda mı idiniz? O zaman Yakup oğullarına, 'Benden sonra neye tapacaksınız?'
dedi. Dediler ki: Senin Allah'ın ve babaların İbrahim, İsmail
ve İsha-k'ın ilâhı olan tek ilâha tapacağız. Biz O'na teslim olanlarız."
(Bakara, 133) İbrahim Yakub'un dedesidir, İsmail de amcasıdır. Bu ayette
her ikisi için de "eb" yani baba niteliği kullanılmıştır. Bir diğer
ayette ise, Yusuf Peygamber'in sözleri olarak şöyle buyuruluyor: "Babalarım
İbrahim, İshak ve Yakub'un dinine uydum." (Yûsuf, 38) İshak
Yusuf'un dedesidir, İbrahim de babasının dedesi. Bu ikisi için de "eb"
kelimesi kullanılmıştır.

Bundan da anlaşılıyor ki, ayette sözü edilen Azer, İbrahim'in öz babası
değildir. Baba niteliğini gerektirecek ve İbrahim'in kendisine "babacığım"
demesine neden olacak manevî bir babalığı söz konusuydu.
Dilde dedeye, amcaya, öz babadan sonra anneyle evlenen insana, insanın
işlerinin yönetimini üstlenen kimselere ve sözü dinlenen büyüklere
baba demek caizdir. Bu, sırf Arapça'ya özgü bir durum da değildir.
Bu ve benzeri hususlar da diğer diller de Arapça gibi geniş bir kullanım
alanına sahiptirler. Bütün dillerde edebî sanatların el verdiği
oranda etkili anlatım ve anlaşma için anne, amca, kardeş, baş, göz,
ağız, el, pazı ve parmak gibi sözcükler son derece geniş bir anlamsal
yelpazede kullanılırlar.

Buraya kadar yapılan açıklamalardan şu hususlar ortaya çıkıyor: Birincisi:
Rivayetlerde, tarihsel metinlerde ve edebî kaynaklarda İbrahim'in
babası hakkında, Azer lafzıyla ilgili olarak, özel isim yahut övgü
veya yergi anlamını içeren bir lakap yahut bir put ismi olması hususunda
baş gösteren ihtilâflar üzerinde durmaya değmez. Bunlar
üzerinde durmakla ayetin anlamının belirginleşmesine herhangi bir
katkıda bulunmuş olmayız.

Kaldı ki, bu bağlamda aktarılan değerlendirmelerin çoğu dayanak-tan
yoksun zorlamalardır. Ayrıca "Azere ettehizu esnamen aliheten= Azer,
putları mı ilâh edindin?" cümlesiyle ilgili olarak garip terkipler kurula-

382 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

rak ya ayetin zahirî anlamı ifsat edilmiş ya da akışının bozulmasına
neden olunmuştur. Örneğin takdim ve tehir yapıldığı, bazı ifadelerin
hazf veya takdir edildiği söylenmiştir?

İkincisi: İbrahim'in öz babası Azer değildir. Fakat Kur'ân onun öz babasının
adını zikretmemiştir. Babasının adı rivayetlerde geçer ve Tevrat'taki
isimlendirme de bunu doğrular niteliktedir. Tevrat'ta, babasının
adının "Târakh" olduğu belirtiliyor.

Asıl şaşkınlık veren şey, bazı araştırmacıların söyledikleri şu tür
sözlerdir:


"Kur'ân peygamberlerin ve ümmetlerin tarihinden kesitler aktarırken,
geçmiş ulusların başından geçen olayların bazısını hikâye ederken
son derece önemli hususları ihmal eder. Oysa bunlar kıssaların özünü
oluştururlar. Örneğin olayın meydana geldiği tarih, yer, doğal koşullar,
sosyal ve siyasal durum anlatılmaz. Bunlar ise olayın meydana
gelişinde belirleyici rol oynarlar. Üzerinde durduğumuz kıssada da
aynı durum söz konusudur. Çünkü Hz. İbrahim'in kıssasının gerçek
mahiyetini bilmek için babasının adını, soyunu, tarihini, doğduğu zamanı,
gençlik yıllarını, davete başlamasını ve hicret ettiği tarihi bilmek
gerekir."

"Bunun nedeni, Kur'ân'ın kıssalarını aktarırken sağlam bir yöntemi
esas almasıdır. Bununla gerçek hikâye sanatının ulaştığı hedef gözetilir.
Buna göre hikâyeyi anlatan kişi, amacına en iyi bir şekilde ulaşmak
için mümkün olan her yola baş vurur. Anlattığı hikâyenin doğru
veya yalan olması pek önemli değildir. Amaca hizmet etmesi yeterlidir.
Kıssanın meydana geldiği tarih, yer, ortaya çıktığı ortam bilinmese
de olur. Aynı şekilde Kur'ân da amacına, yani insanlığı mutluluğa
ulaştırma hedefine varmak için davetin yapıldığı zamanda insanlar
arasında yaygın olan veya Ehlikitap kaynaklarında geçen kıssaları alabilir.
Bunların sahih ve güvenilir olmaları şart değildir. Hatta tamamen
hayal ürünü de olabilir. Nitekim Musa ve arkadaşının [Yuşe' b.
Nûn] kıssasının, ölüm korkusuyla yurtlarını terk eden binlerce ileri gelenlerin
kıssasının vb. kıssaların bu türden kıssalar oldukları söylenmiştir.
Öykü sanatı buna engel değildir. Önemli olan öyküyü anlatan

En'âm Sûresi / 74-83 ................................................................................. 383

kişinin bunun amacına ulaşması için en etkili ve kısa yol olduğunun
bilincinde olmasıdır..."

Yukarıdaki değerlendirme yanlıştır. Çünkü öykü sanatı için söyledikleri
doğru olsa da bunu Kur'ân'a uyarlamak doğru değildir. Çünkü
Kur'ân bir tarih kitabı veya hayal ürünü öyküleri içeren bir metin
değildir. O, önünden ve arkasından batılın bulaşmadığı aziz kitaptır.
Kur'-ân kendisinden Allah'ın kelâmı diye söz eder. Haktan başka bir
şey söylemediğini belirtir. Haktan sonra da batıldan başka bir şeyin
olmadığını ifade eder. Hakkı savunmak için batılın yardımına baş vurulmayacağını
dile getirir. Hidayet için sapıklığın desteğine ihtiyaç duyulma-
yacağını söyler. Hakka ve dosdoğru yola ileten kitap olduğunu
vurgular. Kendisine yönelenlere ve karşı çıkanlara hüccet ve kanıt olduğunu
anlatır. Buna ilişkin birçok ayet vardır. Bu ayetleri teker teker
burada ele almaya gerek yoktur. Böyleyken Kur'ân'ın içerdiği ifadelerin
maksatlarını inceleyen bir kimse onun batıl bir görüşü, yalan bir
kıssayı, bir hurafeyi veya hayal ürünü bir hikâyeyi içerdiğini nasıl söyleyebilir?
Allah'a, Peygamberi'ne ve Peygamber'in getirdiği dine iman etmenin;
Kur'ân'ın batıl, yalan veya hurafe bir şeyi içerdiği ihtimalini olumsuzlamayı
gerektirdiğini -gerçekte öyle olsa da- söylemek istemiyorum.
Normal bir akla sahip, sağlıklı düşünmesini bilen her insanın görevinin
Kur'ân'ı olumlamak suretiyle ona uymak olduğunu, her türlü yanlışı
ve sürçmeyi ondan olumsuzlamak durumunda olduğunu, gerek
maksatlara ulaştırma amacına yönelik araçlarda ve gerekse bizzat
bu maksatlar bağlamında bu olumsuzlamanın bir zorunluluk olduğunu
-gerçekte öyle olsa da- belirtmek de istemiyorum.

Sadece şunu söylüyorum: Bir kitap ilâhî kelâm olduğunu ve insanların
gerçek mutluluğa ulaştırılmaları için indirildiğini, insanları hakka
dayalı olarak gerçeğe ilettiğini iddia ediyorsa, böyle bir kitabı tefsir
eden, maksatlarını ve hedeflerini açıklamak isteyen bir insanın görevi,
onun doğru söylediği varsayımından hareket etmedir. Onun verdiği
haberlerde, yaptığı açıklamalarda, ortaya koyduğu kanıtlarda, gösterdiği
hedeflerde sırf gerçeği söylediğini, hidayete ulaştırmayı amaçladığını,
dosdoğru yola iletme esasına dayandığını ve batıl bir unsu-

384 ........................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

run ona bulaşmadığını, hak ile bağdaşmayan hiçbir hedefe yöneltmediğini,
en küçük bir gevşekliğin ve tutarsızlığın kendisine bulaşmadığı
bir amaca ulaştırdığını bir ön kabul olarak göz önünde bulundurmalıdır.
Mutlak olarak hak niteliğine sahip olduğu kabul edilen olgunun amacın
gerektirdiği yöntemlerinden birine, hakka davet ettiğini söylemesine
rağmen, batılın bulaşması düşünülebilir mi? Bir tasımın hakla
batılı ayırıcı olduğu ve ciddiyetsizlikten uzak olup şaka olmadığı söylendiği
hâlde, bu sonucu taşıyan bir açıklamaya ciddiyetsizliğin ve
gevşekliğin karıştığı, toleransın ağır bastığı nasıl kabul edilebilir?
Göklerin ve yerin gaybını bilen Allah'ın kelâmı olan bir söze veya habere
cehaletin, çarpıtmanın veya hatanın bulaşması mümkün müdür?
Aydınlıktan karanlık veya cehaletten bilgi doğar mı?
Hak bir kelâm olduğunu, ne amaçlarına ve ne de yöntemlerine batıl
bir şeyin bulaşmadığını savunan Kur'ân'ın, içeriğini ve ayetlerinin anlamlarını
belirginleştirme bağlamında izlenilecek tek yöntem budur.

Fakat birisi Kur'ân'ın "Allah'ın kelâmı olduğuna, yöntemleri ve maksatları
itibariyle salt gerçeği içerdiğine" ilişkin iddialarının doğru olup
olmadığını, Eski ve Yeni Ahit ve Avesta gibi diğer kutsal kitapların
Kur'ân'ın ele aldığı meselelere yönelik çözümleriyle Kur'ân'ın çözümleri
arasında ne gibi benzerlikler veya farklılıklar olduğunu, bu hususta
tarihsel, doğal, matematiksel, felsefî veya sosyal alanlarda yapılan
bilimsel araştırmaların bulgularının ne yönde olduğunu belirlemek
istiyorsa, bunlar tefsir biliminin kapsamına giren konular ve araştırmalar
değildir. Tefsir yaptığını söyleyen bir insanın bu gibi konuları
ele alması, bunları tefsir yerine sunması caiz değildir.
Kur'ân'ın, "Hâlâ Kur'ân üzerinde durup düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan
başkası tarafından gelmiş olsaydı, onda birbirini tutmaz çok
şeyler bulurlardı."
(Nisâ, 82) söylediği doğrudur. Burada demek isteniyor
ki, ortada dolaşan birtakım kuşkular var, insanların kulaklarına çalınan
vehimler geziyor ortalıkta. Diyorlarmış ki: "Kur'ân'da çelişki var. Çünkü
bir ayetin söylediği bir başka ayetin söylediğinden farklıdır. Ya da bir
ayetin içeriğinin hakka ve gerçeğe uygunluğu hususunda ciddi kuşkular
vardır. Kur'ân kendisinin hakka ilettiğini söylediğine göre, böyle

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................... 385

bir durum iki ayetin birbirini tutmadığı sonucunu doğurur. Çünkü bu
ayet, her ayetin içeriğinin bütünüyle hak olduğunu, buna karşın diğer
ayetse içerik bakımından hak olmadığını ortaya koyuyor." Fakat bu
ayet, yani "Kur'ân'ı düşünmüyorlar mı?" ayeti, Kur'ân'ın bazı ayetleriyle
ilgili olarak gündeme gelen kuşkuları diğer bazı ayetlerinin içerdiği açıklamalarla
ortadan kaldırmaya yeterli olduğunu açıklıyor. Bazı bölümleriyle
ilgili olarak kimi zihinlerde beliren problemleri, anlama güçlüklerini
diğer bazı bölümlerinin içeriği aracılığıyla giderme gücüne sahiptir.
Dolayısıyla Kur'ân'ın maksadını, ayetlerinin anlamlarını araştıran bir
kimsenin, bazı bölümlerin anlaşılması için diğer bazı bölümlere baş
vurması gerekmektedir. Bazı bölümlerin içerdiği anlamların netleşmesi
için diğer bazı bölümlerin içeriğini bunlara tanık tutmak durumundadır.

Kur'ân bir davet ve hidayet kitabıdır. Bir tek adım bile olsa
yanlış yapmaz, kendi içinde tutarsızlık barındırmaz. Bir tarih kitabı
değildir. Öykü kitabı da değildir. Bu yüzden görevi, tarihsel araştırma
yapmak veya öykü sanatının herhangi bir tarzını esas alan bir anlatım
üslûbunu benimsemek değildir. Kur'ân'da soyların, neseplerin,
zamanların ve mekânların tespiti eğilimi görülmez. Tarihsel bir araştırmanın
veya öykü sanatının bigane kalamayacağı başka somut verilere
yer vermek gibi bir zorunluluğu yoktur.

Meselâ İbrahim'in Târakh b. Nahor b. Seruk b. Reu b. Pelek b. Ever b.
Şeleh b. Arpakşat b. Sam b. Nuh olduğunun bilinmesinde ne gibi bir
dinsel yarar vardır? Veya onun milattan önce yaklaşık olarak iki bin
yıllarında falan kralın zamanında Keldanîler'in Ur Kenti'nde dünyaya
geldiğini, şu tarihte doğduğunu, bu kadar süre yaşadığını ve falan yılda
öldüğünü bilmek veya bilmemek dinsel davet açısından neyi değiştirecektir?
İbrahim'in hayatıyla ilgili olarak Kur'ân'da yer alan açıklamaları bir
araya getireceğiz ve bunları Tevrat'ta ve diğer kitaplarda yer alan tarihi
ve kişiliğiyle ilgili açıklamalarla karşılaştıracağız. Ki bir araştırmacı
gerektiği gibi inceleme yapabilsin ve objektif bir gözle değerlendirmelerini
yapabilsin, bundan sonra Kur'ân'ın aktardıklarıyla ilgili
olarak yargısını versin.

386 ........................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Bununla beraber Kur'ân-ı Kerim yararlı bilgiler için gerekli olan gözetmeyi
göz ardı etmemiştir. Evrene, evrenin göksel ve yersel fenomenlerine
ilişkin araştırmaları yasaklamamış, geçmiş milletlerin haberlerini,
sosyal yasaları ve gelip geçen çağları öğrenmeye, bilginin
ve marifetin hakkını vermek için bunlardan yararlanmaya engel olmamıştır.
Kur'ân ayetleri her fırsatta bilgiden son derece övgüyle söz
ederler. Düşünmeyi, derin analizler yapmayı, gözlemleyerek tefekkür
etmeyi teşvik eden ayetlerin sayısı o kadar çoktur ki, bu ayetlerin
tümünü buraya almaya gerek yoktur.

"Sen putları tanrılar mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni ve kavmini açık
bir sapıklık içinde görüyorum."

Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde şöyle der: Senem; gümüş-ten,
bakırdan veya ağaçtan yapılan bir canlı figürüdür. Putperestler bunlara
kulluk sunarak onlar aracılığıyla Allah'a yaklaşmayı amaçlıyorlar.
Çoğulu "esnam"dır. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Sen
putları (esnam) tanrılar mı ediniyorsun?" "...Andolsun putlarınız (esnam)
için bir tuzak kuracağım." (el-Müfredat'tan alınan alıntı burada
sona erdi.)

Ragıb'ın, putların gümüşten, bakırdan ve ağaçtan imal edildiklerini söylemesi
bir örneklendirme niteliğindedir. Putların sadece bunlardan yapılan
heykellerle sınırlı oldukları anlamına gelmez. Tam tersine putperestler
heykel yapımında kullanabilecekleri her madenden ve taş türlerinden
putlar yapabiliyorlardı. Rivayet edilir ki: Yemame'den Hanifeoğulları
kabilesi kuruttan bir put yapmıştı. Bazen çamurdan da imal ettikleri
olurdu. Kimi zamanlar da sadece çizdikleri bir resimle yetinirlerdi.
Her hâlükârda, bazen putlar soyut bir inanışı temsil ederlerdi; gök
tanrısı, yer tanrısı ve adalet tanrısı gibi. Bazen de güneş putu, ay putu
gibi somut nesneleri de temsil ederlerdi. İbrahim'in soydaşlarının her
iki türden de putları olduğu anlaşılıyor. Babil yıkıntılarında yapılan
araştırmalar da bunu destekliyor. Onlar bunlara tapmak suretiyle
manevî şahsiyetlerini temsil eden tanrılara kulluk sunduklarını düşünüyorlardı.
Bu tanrılar aracılığıyla da Allah'a yaklaşmayı
amaçlıyorlardı. Eğilişin en son derecesini -kulun tanrısına eğilişi- bunlar
için sergilemek, beşer heyulasının en aptal hareketlerinden

En'âm Sûresi / 74-83 .................................................................... 387

biridir. Büyük ve saygıya değer bildikleri bir şeyi temsil için bir heykel
dikecekler ve önünde saygı duruşunda bulunup kulluk sunacaklar,
var mı bundan daha aptalca bir davranış? Bu davranışın hakikati, yaratılmış
olduğu ve Rabbi bulunduğu hâlde, birinin tutup kendi elleriyle
yaptığı şey karşısında son derece eğilmesidir!

Putperestlerden biri tutardı, bir ağacı kendi elleriyle yontarak heykel
hâline getirirdi. Sonra onu belli bir yere dikerek kulluk sunar, önünde
eğilir, alçalırdı. Bu yüzden, "Sen putları tanrılar mı ediniyorsun?" ifadesinin
orijinalinde geçen "esnam" kelimesi nekre olarak kullanılarak
putların basitliği, küçüklüğü vurgulanmak istenmiştir. Çünkü onları
kendileri yapmışlardır, kendi elleriyle üretmişlerdir. Nitekim diğer
bir ayette yüce Allah, İbrahim Peygamber'in soydaşlarına şöyle söylediğini
belirtmektedir: "Elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?,
dedi." (Sâffât, 95)

Kelimenin ayette nekre kullanılarak putların basitliğini, küçüklüğünü
vurgulamanın bir diğer nedeni de, ilim ve kudret gibi tanrılığın en
belirgin niteliklerinden yoksun olmalarıdır. Nitekim İbrahim
Peygamber babasına hitap ederken şunları söylüyor: "Babasına
demişti ki: Babacığım, işitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir yararı
olmayan şeylere niçin tapıyorsun?" (Meryem, 42)

Şu hâlde, "Sen putları tanrılar mı ediniyorsun?" ifadesinin anlamı şudur:
Hiçbir önemi ve değeri bulunmayan putları tanrı mı ediniyorsun? Tanrı
demek, önemli ve büyük demektir. Ben seni ve kavmini bu bakımdan
apaçık bir sapıklık içinde görüyorum. Bilgi ve güç sahibi bir sanatkârın
kendi elleriyle yaptığı bilgi ve güçten yoksun bir sanat eserine kulluk
sunmasının ne denli sapıklık olduğu gerçeğini nasıl göremezsiniz?
"Sen putları tanrılar mı ediniyorsun?" ifadesi özet biçiminde de olsa
İbrahim Peygamber'in soydaşlarına ve babasına yönelttiği birçok kanıt
içermektedir. Bu kanıtlar Kur'ân'ın değişik yerlerinde daha ayrıntılı
olarak sunulmuşlardır. Ancak bu, İbrahim'in babasıyla ve soydaşlarıyla
girdiği ilk tartışmadır. Yüce Allah'ın onun kavmiyle girdiği tartışmalar
bağlamında sunduğu bilgiler gösteriyor ki, babası ve soydaşlarıyla
putların durumu, sonra yıldızın, ayın ve güneşin tanrılığı üzerine
tartışmış, ardından kralla bu bağlamda bir tartışmaya girmiştir.

388 ........................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Yıldızın, ayın ve güneşin tanrılığı çerçevesinde girdiği tartışma, ayetlerin
akışından anladığımız kadarıyla, putlarla ilgili tartışmadan sonra
gerçekleşmiştir. Olayların gelişimi üzerine yapılan mantıksal bir araştırma,
kralla tartışmasının da, durumunun iyice anlaşılması, putperestlik
dinine muhalefet etmesi, Sabiîlik dinini reddetmesi ve putları
kırması üzerine ortalıkta dolaşan dedikodulardan sonra gerçekleştiğini
gösterecektir. Mantıksal araştırmaya göre o işin başında, yanında
bulunduğu babasının dinine muhalefet etmiştir. Diğer insanlarla
karşılaşmadan önce babasıyla tartışmıştır. Sonra diğer insanlarla inanç
sistemleri üzerine tartışarak onların inançlarına karşı çıkmıştır.
Tevhidi ilk gündeme getirmesine zemin hazırlayan olay, babası ve
soydaşlarıyla putlar bağlamında giriştiği tartışmadır.

75) Böylece İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk...

Ayetlerin akışından anlaşıldığı kadarıyla "Böylece" ifadesiyle bundan
önceki ayetin içeriğine işaret edilmiştir: "İbrahim, babası Azer'e demişti
ki: Sen putları tanrılar mı ediniyorsun? Doğrusu ben, seni... görüyorum."
Bu demektir ki, Hz. İbrahim bu meseleyle ilgili gerçeği görüyordu.
Dolayısıyla ayetin anlamı şu şekilde belirginleşmektedir:
Gerçeği göstermenin bu şekliyle İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu
gösteriyorduk.

Bu işaretin yardımıyla ve bir sonraki ayette geçen, "üzerine gece çökünce"
ifadesinden hareketle -ki ayetin öncesiyle sonrası arasında bir
bağlantı olduğunu da kanıtlamaktadır- anlıyoruz ki "nurî=gösteri-riz"
[kelimesi gelecek zaman kalıbında olsa da] geçmişteki bir durumu
anlatmaya yöneliktir. Şu ayette olduğu gibi: "Biz de istiyorduk ki o
yerde ezilenlere lütfedelim." (Kasas, 5) [Bu ayette de geçmiş zaman
olarak anlamlandırdığımız "istiyorduk" fiili, ayetin orijinalinde gelecek
zaman kipinde "nurîdu" kullanılmıştır.]

Şu hâlde ayetin anlamı şudur: Biz İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu
gösteriyorduk. Bu, onu babası ve soydaşlarıyla putlar hakkında
tartışmaya, sapıklıklarını görmeye yöneltti. Biz ona bu şekilde
yardım ediyorduk, melekûtu gösterme bağışını sunuyorduk. O bu hâl
üzereyken gece oluverdi, o sırada bir yıldız gördü...

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................... 389

Bu da gösteriyor ki, bazılarının, "Böylece... gösteriyorduk." ifadesini
öncesiyle ve sonrasıyla bağlantısı bulunmayan bir ara cümlecik gibi
göstermeleri yanlıştır. Aynı durum bazılarının şu sözleri için de geçerlidir:
"Melekûtun İbrahim için ilk kez gösterilmesi, gece olup bir yıldız
görmesiyle başlar." Bu tür değerlendirmeler yanlıştır, savunulması
yersizdir.

Göklerin ve yerin melekûtu ifadesinin ne anlam ifade ettiğine gelince,
melekût; mülk kelimesi gibi varlık üzerinde tasarruf yetkisine sahip
olma anlamına gelen bir mastardır. Tağût ve ceberût gibi. Ancak
anlam itibariyle mülk kelimesinden daha vurguludur. Tağût ve ceberûtun
anlam itibariyle "tuğyan, cebr veya cubran"dan daha vurgulu olması
gibi.

Kur'ân'ın bu kavrama yüklediği anlam, sözlük anlamının aynısıdır.
Yüce Allah'ın kelâmında kullanılan diğer kavramlar gibi, sözlük anlamında
herhangi bir değişiklik söz konusu değildir. Ancak kavramın
Kur'ân'da öngörülen nesnel karşılığı sözlük anlamı için öngörülen
nesnel karşılığından farklıdır. Şöyle ki; bir tür egemenlik ve saltanat
anlamına gelen mülk ve melekût kavramlarına, bizim tarafımızdan
göreceli ve farazî bir anlam yüklenir. Çalışmaların ve bireylerin sosyal
adaleti ve toplumsal güvenliğini garantiye alacak şekilde düzene sokulmasını
zorunlu kılan toplumsal gereksinim böyle bir anlamı varsaymamızı
zorunlu kılmıştır. Bu itibarla el değiştirmeyi, bağışlanmayı,
gasp edilmeyi ve zor kullanımla ele geçirilmeyi kaldırabilir bir mahiyettedir.
Bunun örneklerini insan topluluklarında her gün gözlemlemekteyiz.
Bu anlam, göreceli ve koymaca (vaz'î) olmakla beraber bir açıdan yüce
Allah için de düşünülebilir. Beşer topluluklarında hak hükmün Allah'a
ait olması yani. Nitekim yüce Allah bu hususa şöyle işaret etmiştir:
"Hüküm vermek, yalnız Allah'a aittir." (En'âm, 57) "İlkte de, sonda
da hamd O'na mahsustur. Hüküm de sadece O'nundur." (Kasas, 70)
Ancak bu göreceli hükmün anlamı analiz edildiğinde, bunun gerçekler
bazında yok olmayı ve el değiştirmeyi kabul etmeyecek bir kalıcılığa
ve gerçekliğe sahip olduğu görülecektir. Meselâ herhangi bir
insan, kendi nefsinin maliki konumundadır. İşitme, görme ve diğer fi-

390 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

il ve güçleri üzerinde tasarruf yetkisine sahip hükümran niteliğine
sahiptir. Onun kulağı işittiğinde ve gözü gördüğünde ancak onun iradesine
ve hükmüne tâbi olarak işitir ve görür. Bu hususta bir başka
insanın iradesine ve hükmüne tâbi olmaz. Bu ise gerçek bir anlamdır,
onun gerçekliğinde en küçük bir kuşku duymayız. Yok olması veya el
değiştirmesi söz konusu değildir. O hâlde insan, nefsinin güçlerine ve
fiillerine hâkimdir. Bunların tümü onun varlığına tâbidir, onunla kaimdir,
ondan bağımsız varlığa sahip değildir. Onsuz edemezler. Örneğin
göz, ancak onunla gören insanın izniyle görme eylemini gerçekleştirir.
Aynı şekilde kulak da onun izniyle işitir. Eğer insan olmasaydı
ne göz olurdu, ne görme, ne kulak olurdu, ne işitme.

Aynı şekilde herhangi bir birey de bir hususta tasarrufta bulunduğu
zaman hükümdarın veya emir yetkisine sahip yöneticinin izniyle hareket
etmektedir. Eğer toplumun dizginlerini elinde tutan birleştirici,
yönetici güç olmasaydı toplum da olmazdı. Eğer insan bireysel tasarrufların
birinden men edilirse, artık tasarrufta bulunması söz konusu
olmaz. Bu eylem, gerçekleşme imkânını bulmaz ve böyle bir eylem,
geçerli de sayılmaz.

Bu anlamın bu şekliyle yüce Allah için de geçerli olduğunda en küçük
bir kuşku söz konusu değildir. Objelerin varolması ve düzenin sağlanıp
yönlendirilmesi O'nun tekelinde olan bir hükümranlıktır. Yüce Allah'ın
yarattığı hiçbir varlık, ne kendi varlığı, ne de varlığına tâbi olan
güçleri ve fiilleri itibariyle Allah'tan müstağni değildir. Ne bireysel, ne
de evrenin diğer parçaları ile birlikte -ki evrensel güçlerin birbirleriyle
irtibatlı olmaları, birbirleriyle kaynaşmış olmaları gözlemlediğimiz şu
evrensel düzenin meydana gelmesini sağlamaktadırlar- Allah'tan bağımsız
bir varlık sürdürmesi mümkün değildir.

Yüce Allah konuyla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "De ki: Allah'ım,
ey saltanatın sahibi." (Âl-i İmrân, 26) "Göklerin ve yeryüzünün... egemenliği
sadece Allah'a aittir." (Mâide, 120) "Saltanat ve egemenlik elinde
olan yüce Allah kutludur. O'nun her şeye gücü yeter... O, ölümü
ve hayatı yarattı... O, yedi göğü, birbiri üzerinde tabaka tabaka yarattı."
(Mülk, 1-3) Bu ayetlerde, görüldüğü gibi, mülkün yani hâkimiyetin
gerekçesi, yaratma olarak gösterilmektedir. Bu demektir ki, eşyanın

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................. 391

varlığını O'ndan alması, varlıkları ve pratikte oluşları itibariyle O'na
intisap edişleri, O'nun hâkimiyetinin, mülkünün özünü oluşturmaktadır.
Bu hâkimiyetinde O'na hiç kimse ortaklık etmez. O'ndan başkasına
da geçip el değiştirmez, yok olmaz. O'na ihtiyaç bırakmayacak
bir başıboşluk da söz konusu değildir, ya da evrensel düzenin sağlanması
için başkasının O'nun yerine geçmesi düşünülemez.

Aşağıdaki ayette, melekût kavramının bu şekilde anlamlandırıldığını
görüyoruz: "O'nun emri, bir şeyin olmasını istedi mi ona, sadece 'ol'
demektir, hemen oluverir. Yücedir O ki, her şeyin melekûtu O'nun elindedir."
(Yâsîn, 82-83) İkinci ayet gösteriyor ki, her şeyin melekûtu,
yüce Allah'ın ona söylediği "ol" kelimesidir. Allah'ın sözü, fiili demektir;
yani varlığı meydana getirmesi.

Bundan da anlaşılıyor ki, melekût; eşyanın Allah'a intisapları, O'-
nunla kaim oluşları itibariyle var olmaları demektir. Bu ise, ortaklığı
kabul etmeyen bir husustur. Sırf Allah'a özgü olan bir yetkidir. O hâlde
hâkimiyet, hükümranlık ve yönetme anlamına gelen rablık, başkasına
devretmeyi kabul etmediği gibi başkasını bu hususta yetkili
kılmayı da kabul etmez.

Bu yüzden eşyanın melekûtu üzerinde yapılan bir gözlem, insanı kesin
olarak tevhide iletir. Nitekim ulu Allah şöyle buyurmuştur: "Göklerin,
yerin melekûtuna ve Allah'ın yarattığı şeylere ve ecellerinin yaklaşmış
olabileceğine bakıp ibret almadılar mı? Peki buna inanmadıktan
sonra hangi söze inanacaklar?" (A'râf, 185) Bu ayet, görüldüğü gibi,
biraz önce sunduğumuz Mülk Suresi'nin ilk ayetleriyle aynı hususa
dikkat çekmektedir.

Konuyla ilgili diğer ayetler üzerinde yapılan incelemeden sonra şunu
anlıyoruz ki, yüce Allah'ın İbrahim Peygambere göklerin ve yerin
melekûtunu göstermesinden maksat, Allah'ın onu eşyanın varlığı itibariyle
Allah'la irtibatlı oluşları gerçeğine yöneltmesidir. Bu mensubiyet
ortaklığı kabul etmez. İnsan böyle bir gözlemi gerçekleştirir
gerçekleştirmez, derhal hiçbir şey üzerinde Allah'tan başkasının
rablığının, yöneticiliğinin, işlerini yönlendirip düzenlemesinin, olguları
belli bir sistem dahilinde yönetmesinin söz konusu olamayacağını
anlar. Putlara gelince; onlar insanların yaptıkları ve adlarını koyduk-

392 ............................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

ları heykellerdir. Allah onlara bu bağlamda hiçbir yetki vermemiştir.
Onların tanrılıklarına ilişkin hiçbir kanıt göndermemiştir. Durumu
bundan ibaret olan, hem de insan tarafından yapılan bir şey insana
rablık edemez, ona hükmedemez. Yıldız, ay ve güneş gibi gök cisimleri
de sık sık durum değişikliklerine uğrarlar. Bazen insana görünürken,
bazen gözden kaybolurlar. İleride açıklayacağımız gibi bu özellikte
olan bir varlık, varoluşsal anlamda hâkimiyete ve yönetim yetkisine
sahip olamaz.

Ki (müşriklerle tartışırken kanıt gösterebilsin) ve kesin inananlardan olsun.

İfadenin orijinalinin [li-yekûne] başındaki "lâm" illet edatıdır. Bu cümle
mahzuf bir diğer cümleye matuftur. Dolayısıyla anlamı şu şekilde
belirginleşmektedir: "Şöyle şöyle olsun ve kesin inananlardan olsun
diye."

İfadenin orijinalindeki "mûkınîn" kelimesinin kökü olan "yakin" kelimesi,
hiçbir şekilde içinde kuşku barındırmayan bilgi demektir. Büyük
bir ihtimalle burada onun Allah'ın ayetleri hakkında kesin bilgiye
sahip olması kastedilmiştir. Şu ayette olduğu gibi: "Sabrettikleri zaman,
onların içinden, emrimizle hidayet eden imamlar yaptık, onlar
ayetlerimize kesin kez inanmışlardı." (Secde, 24) Bundan da yüce Allah'ın
güzel isimlerine ve yüce sıfatlarına ilişkin kesin inanç doğar.
Peygamberimizin (s.a.a) durumuna ilişkin olarak inen ayetler de aynı
anlamı vurgular mahiyettedir: "Eksiklikten uzaktır O Allah ki, geceleyin
kulunu Mescid-i Haram'dan çevresini bereketli kıldığımız Mes-cidi
Aksa'ya yürüttü. Ona ayetlerimizden gösterelim diye böyle yaptık."
(İsrâ, 1) "Gözü şaşmadı ve azmadı. Andolsun, Rabbinin büyük ayetlerinden
bazılarını gördü." (Necm, 18) Yüce Allah'ın zatı ile ilgili ya-kinî
inanca gelince, Kur'ân bu bağlamda onu kuşkudan ve bilinmekten
tenzih eder. Onu kabul edilmiş bir husus olarak sunar.
Yüce Allah, kesin bilginin özellikleri arasında istediğine somut âlemin
ötesindeki evrensel gerçekleri ortaya çıkarmayı zikretmiştir. Kur'-ân'ı
dinliyoruz: "Hayır, gerçeği kesin bilgi ile bilseydiniz; mutlaka cehennemi
görürdünüz." (Tekâsür, 5-6) "Hayır, iyilerin yazısı illîyyin (yüce

En'âm Sûresi / 74-83 .......................................................................... 393

ler)dedir. İlliyyînin ne olduğunu sen nereden bileceksin? Yazılmış bir
kitaptır. Allah'a yaklaştırılmış olanlar, ona tanık olurlar." (Mutaf-fifîn,
18-21)

76) Derken üzerine gece çökünce İbrahim bir yıldız gördü, "Budur
rabbim!' dedi.


Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde der ki: "Cenne" sözcüğünün
anlamı; bir şeyin duyulardan gizlenmesidir. Araplar, "Cenneh'ul-leyl
ve ecennehu ve cenne aleyhi" derler. "Cennehu" yani, gece onu örttü."
"Ecennehu" yani ona gizleneceği bir şey sağladı. Tıpkı "kabartuhu=
onu defnettim" ve "akbartuhu=ona mezar hazırladım" ve "sakeytuhu=
ona su içirdim" ve "askaytuhu=su içmesi için ona bir şey sağladım"
dememiz gibi. "Cenne aleyhi keza" yani, üzerini örttü. Yüce Allah,
"cenne aleyhi'l-leyl" yani, "Üzerine gece çökünce bir yıldız gördü."
buyurmuştur. (Ragıp'tan alınan alıntı burada sona erdi.) Şu hâlde
"cenne'l-leyl" deyimiyle karanlığın iyice çökmesi kastedilmiştir, sırf
güneşin batmasıyla birlikte ortalığın kararması değil.

"Üzerine gece çökünce" ifadesi, putların tanrılığını olumsuzlayan ifadenin
bir ayrıntısı konumundadır ve her iki ifade, "Böylece biz İbrahim'e
göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk." cümlesiyle irtibatlıdır.
Buna göre şöyle bir anlam elde ediyoruz: Biz ona eşyanın melekûtunu
gösteriyorduk. Bunun sonucu olarak putların tanrılıklarını
geçersiz kıldı. Bu durumu devam etti. Üzerine gece çökünce bir yıldız
gördü, bunun üzerine şöyle şöyle dedi...

"bir yıldız gördü." ifadesinde yıldız belirsiz, nekre olarak geçmektedir.
Bunda yatan nükte, haber verme ve bir şeyle ilgili konuşma aşamasıyla
irtibatlıdır. Demek isteniyor ki, ifadenin akışı içinde bunun hangi
yıldız olduğunun bilinmesini gerektirecek bir durum yoktur. İster gezegen
olsun, ister sabit bir gök cismi olsun fark etmez. Çünkü İbrahim'in
kanıtının özünü oluşturan husus, doğan ve batan her gezegen
ve yıldız için geçerlidir. Yoksa, İbrahim hiçbir fark gözetilmeden rasgele
bir yıldızı işaret etmiş değildir. Bunun birinci nedeni; lafzın böyle
bir sonucu çıkarmaya elverişli olmamasıdır. Çünkü sayısız yıldızlar
arasında birine işaret ederek, "Budur rabbim" diyen birisiyle ilgili olarak,
"O bir yıldız gördü ve 'Budur rabbim.' dedi." ifadesi kullanılmaz.

394 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

İkincisi; ayetten anlaşıldığı kadarıyla bu sırada onun işaret ettiği yıldıza
tapan bir topluluk vardı ve onların kulluk sundukları yıldızı kastederek
sözlerini söyledi. Ayrıca Sabiîler her yıldıza kulluk sunmazlardı,
onlar sadece gezegenleri ululuyorlardı.

Mantıksal açıdan baktığımızda, bunun Zühre Yıldızı olduğunu anlıyoruz.
Çünkü Sabiîler yedi tane göksel cismi ululuyor ve yerdeki gelişmeleri
onlara isnat ediyorlardı, onlara yedi gezegenler diyorlardı.
Bunlar Ay, Utarit, Zühre, Güneş, Merih, Müşteri ve Zühal'di. Diğer yıldızlara
tapanlarsa Hintlilerdi. Onlar yerdeki olayları bu yıldızlara
bağlıyorlardı. Bazı büyücüleri, astrologları ve Arap putperestlerini de
bu kategoriye alabiliriz.

Öyle anlaşılıyor ki, bu yıldız adı geçen yedi göksel cisimden biriydi.
Güneş ve ay ondan sonra zikredilmiştir. Utarit Yıldızı'nın yörüngesi
dar olduğu için nadiren görünür. O hâlde bu yıldız geri kalan Zühre,
Merih, Müşteri ve Zühal yıldızlarından biri olmak durumundadır. Bunlar
arasında Zühre Yıldızı yörüngesinin darlığı yüzünden güneşten sadece
kırk yedi derece uzaklaşabilmektedir. Bu yüzden güneşin bir
uydusu görüntüsünü vermektedir. Bazen güneşin önüne geçiyor, ondan
önce doğuyor. Bu esnada halk ona Sabah Yıldızı adını verir. Sonra
güneşin doğmasıyla birlikte batar. Bazen güneşi geriden izler, onun
batışından sonra batı ufkunda doğar. Sonra gecenin ilk kısımlarında
bir süre göründükten sonra gözlerden kaybolur. Bu hâl üzereyken
on sekizinci, on dokuzuncu ve yirminci gecesi gibi kamerî ayların
ikinci yarısında Zühre Yıldızı'nın batmasından hemen sonra Ay doğar.
Bu günlerde Güneş'in batışından hemen sonra Zühre Yıldızı'nın batı
ufkunda doğduğu görülür. Güneş'in batışından bir veya iki saat sonra
da batar. Bu sırada veya kısa bir süre sonra Ay doğar.

Bu özellik, saydığımız yıldızlar içinde sadece Zühre Yıldızı için geçerlidir.
Onun yörüngesinin bir sonucudur bu. Ancak Müşteri, Merih ve
Zühal yıldızları için böyle bir durumun meydana gelmesi tesadüfe
bağlıdır. O da nadiren, özel durumlarda gerçekleşebilecek bir istisnadır.
İlk anda akla gelebilecek bir durum değildir. Buradan da anlaşılıyor
ki, İbrahim Peygamber'in işaret ettiği yıldız, Zühre Yıldızı idi.

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 395

Ayrıca Zühre Yıldızı en parlak, en güzel ve en göz alıcı yıldızdır. Gece
karanlığının iyice basmasından sonra göğe bakan bir insanın gözünü
alır. Ufukların kararmasından sonra insan ona bakmaktan kendini
alamaz.

Ayetin zihnimizde canlandırdığı manzara en güzel şekilde bu çıkarsama
ile örtüşmektedir. "Üzerine gece çökünce İbrahim bir yıldız
gördü, 'Budur rabbim!' dedi. Yıldız batınca... Ayı doğarken görünce..."
Burada, anlaşıldığı kadarıyla yıldızın batışı ile ayın doğuşu eş zamanlı
olarak sunulmuştur.

Ehlibeyt İmamlarından (üzerlerine selâm olsun) aktarılan bazı rivayetlerde,
bunun Zühre Yıldızı olduğuna ilişkin açıklamalar yer almaktadır.
Bu da bizim bu çıkarsamamızı destekleyen bir kanıttır.
Bu durumda şöyle bir manzara canlanıyor gözlerimizin önünde: İbrahim
Peygamber Zühre Yıldızı'nı ve ona tapan, ona yönelerek namaz
kılan, kurbanlar sunan, dua eden topluluğu görüyor. O sırada Zühre
Yıldızı güneşin batışından sonra doğmuştu. Gece de kamerî aylardan
birinin son yarısındaki bir geceydi. Üzerine gece basıyor ve o, Zühre
Yıldızı'nı batı ufkunda görüyor. Zühre'yi batıncaya kadar izli-yor, onun
batışından sonra Ay'ın doğduğunu görüyor.

"Budur rabbim!" ifadesinde geçen rabden maksat; yönetilen, yönlendirilen
varlıkların maliki, işlerinin düzenleyicisidir; gökleri ve yeri yoktan
var eden ve varlıkları yoktan var eden değil. Çünkü yüce Allah maddî
bir varlık olmadığı gibi hiçbir mekân da O'nu içine sığdıramaz. Ona
maddî bir varlık gibi işaret edilemez. İbrahim'in, soydaşlarıyla putlar
hakkında tartışırken sarfettiği sözlerden anlaşıldığı kadarıyla o, Rabbi
hakkında kesin bir bilgiye dayanıyordu, Allah'ı ve ayetleri biliyordu. Dolayısıyla
onun yüce Allah'ın sınırlandırılabilir beden ve somutluktan münezzeh
olduğunu bilmemesi düşünülemez. Yüce Allah, onun babasıyla
tartışırken şöyle dediğini bildiriyor: "Babacığım, bana, sana gelmeyen
bir bilgi geldi; bana uy, seni düzgün bir yola ileteyim." (Meryem, 43)
Kaldı ki, putperestler ve Sabiîler yaratma hususunda Allah'ın varlığına
denk varlığa sahip ortaklarının olduğuna inanmıyorlardı. Sadece
Allah tarafından yaratılan, O'nun tarafından var edilen, en azından
varlıkları itibariyle O'na muhtaç olan birtakım ortaklarının olduğunu

396 .................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

ileri sürüyorlardı. İddialarına göre, Allah varlıkların yaratılışını düzene
soktuktan sonra evrende işlerin düzenini onlara bırakmıştı. Güzellik
tanrısı, adalet tanrısı, bereket tanrısı gibi. Ya da bazı yönetsel işleri
kimi ortaklarına havale etmişti. İnsanların tanrısı, kabilenin tanrısı ya
da bazı kralların ve önde gelenlerin özel tanrısı gibi. Bu kavmin yaşadığı
bölgede yapılan kazılarda buna ilişkin bulgulara rastlanmış, nakledilen
rivayetler de bunu pekiştirici niteliktedir. Bu gün yaşayanlar
da aynı inanışı sürdürmektedirler. O hâlde İbrahim, "Budur rabbim!"
diye işaret ederken yönetsel anlamda bir rablığı kastediyordu, yaratıcı
ve yoktan var edici ilâh anlamında değil.

İbrahim'den söz eden ayetlerin sonunda yer alan şu ifadeden bunu
anlamak mümkündür: "Dedi ki: Ey kavmim ben sizin ortak koştuklarınızdan
uzağım. Ben hanif olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana
çevirdim ve ben O'na ortak koşanlardan değilim." Bu ayetten anlaşılıyor
ki, Hz. İbrahim Allah'ın ortağının olması varsayımından dönerek
O'nun ortağının olmadığını ifade ediyor. Yoksa Allah'ın varlığını kanıtlaması
gibi bir durum söz konusu değildir.

Ayetlerden anladığımız kadarıyla Hz. İbrahim, bütün varlıkların bir
yoktan var edicisinin olduğunu kabul ediyordu. O yaratıcı birdi, yaratma
ve var etmede ortağı yoktu. O, Allah'tı. Bunun yanında insanların
da işlerini düzenleyen, yönlendiren, yöneten bir rableri olmalıydı.
İşte İbrahim yönetici rabbi araştırıyordu. O, yüce Allah mıydı, yaratma
O'na ait olduğu gibi yönetme de O'na mı aitti? Yoksa yarattığı varlıklar
içinde bazılarını kendine ortak mı edinmişti ve yönetimde bazı
yetkileri onlara mı devretmişti?

O bütün bunları araştırırken soydaşlarının kulluk sunduğu yıldızı, ayı,
sonra güneşi bu bağlamda gözlemledi; her birinin konumunu inceledi,
insanların işlerini düzenlemelerinin, onları yönetmelerinin mümkün
olup olmadığını araştırdı.

Bu varsayım ve gözlem, doğası gereği sonuca ilişkin kesin bilgiden önceki
bir durumdur. Çünkü sonuç doğal olarak teorik kanıttan sonra gelir,
onun ayrıntısı konumundadır. Ancak bunun böyle olması İbrahim
Peygamber'e (a.s) zarar vermez. Çünkü daha önce de vurguladığımız
gibi, ayetlerde İbrahim Peygamber'in durumu, eğri ile doğruyu a

En'âm Sûresi / 74-83 ....................................................................... 397

yırt etmeye başlayan, ilâhî yükümlülüğü almaya elverişli olmak için
tevhit ve temel bilgiler bağlamında gözlem yapan bir insan profili çizmektedir.
Tıpkı boş bir levha gibi. Üzerinde hiçbir resim ve yazı
bulunmuyor. Aksi bir nakış işlenmemiş. Bu şekilde araştırmaya
başlıyor, bazı şeyleri olumlarken, bazısını olumsuzluyor; amacı gerçek
inanca ulaşmak, sahih imanı elde etmektir. Bu hâliyle o artık hak yoldadır.
Dolayısıyla temyiz eksikliğinin neden olduğu iç tartışma ile eksiksiz
bilgiye ve tam ilme sarılma arasında bir süreçten geçmesinin
hiçbir sakıncası yoktur.

İnsanın bu bağlamda bir ilk dönemden geçmesi insan hayatının zorunluluklarındandır.
Bu dönemde inancın gereklerine yönelik bilgisizlik
kusurundan bilgi aşamasına geçiş yapar. Bunun bir gereği olarak
akıl onu araştırmaya ve gözlem yapmaya yöneltir. Aşamalı olarak
eksiklikten olgunluğa doğru tırmanan insan hayatına egemen olan
genel bir yasadır bu. Hiçbir insan bu yasanın etkinlik alanının dışında
değildir. Şayet Kur'ân'da işaret edilen İsa ve Yahya Peygamber örneklerinde
olduğu gibi, bazı bireylerde bu genel yasaya aykırı olarak ortalama
temyiz yaşından çok önceden anlama ve kavrama belirtileri
kendini gösteriyorsa, bunlar olağanüstü örneklerdir. Ne her insan
böyledir, ne de her peygamber için böyle bir örneklik söz konusudur.
Kısacası, insan kendisine beşerî ruh üflenir üflenmez, hak inanca sahip
ve salih amelleri işleyecek durumda değildir. Tam tersine aşamalı
olarak buna alıştırılır, hazırlanır. Şartlar tamamlanınca araştırma ve
gözlem yapma gereğini duyar. Bu bağlamda insan hayatı zorunlu olarak
iki döneme ayrılır: Ayırt etme ve ergenlik öncesi dönemle ayırt etme
ve ergenlik sonrası dönem...

Ayırt etme ve ergenlik sonrası dönemde, insan inanç sorunuyla ilgilenebilir.
İnançla ilgili sorunlar bu dönemde karşısına çıkar. İnanç sorunlarıyla
ilgilenmeye elverişli zaman ile elverişli olmayan zaman arasında
zorunlu olarak bir ara süreç söz konusudur. Burada insan araştırma ve
gözlemle yükümlülüklerini belirlemeye çalışır. İnsan fıtratının yol göstericiliğinde
inanç açısından inanılması gereken ilkeleri belirlemeye çalışır.
Burada esas aldığı yöntem kanıtlama metodudur. Bu dönemde
ken-dini veya evreni bazen yaratıcısız, bazen yaratıcıyla beraber düşü-

398 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

nür. Bazen yaratıcıyı tek başına, bazen başka ortaklarının olması ihtimaliyle
birlikte zihninde tasavvur eder. Sonra gözlemlenen olgulardan
hareketle bu varsayımlarından hangisinin realiteyle örtüştüğünü belirlemeye
çalışır. Neticede varsayımlardan birini benimser, birini de reddeder.
Bu nedenle insan bu süreçte henüz kanıtlama işlemini bir sonuca
bağlamamışken bir şeyi olanca açıklığıyla ifade edecek durumda
olmaz. Sadece varsayımlar ileri sürmekte, sadece ihtimaller üzerinde
durup düşünmektedir.

Dolayısıyla İbrahim Peygamber'in yıldızla ilgili sözü, daha sonra Ay'la
ve Güneş'le ilgili olarak söyleyeceği, "Budur rabbim!" sözü onun açısından
kesin bir inancı, onların Allah'ın ortakları olduğunu kabul etmesini
yansıtmaz. Bu sadece bir varsayımdır, onlar aracılığıyla bir şeyi
kanıtlamak, kesin sonuca ulaştırmak istemektedir. Ayetlerden algıladığımız
kadarıyla onun sürekli bir gözlem ve inceleme içinde olması
da bunu kanıtlayan bir husustur. Bu sözler, konuyla ilgili ileri sürülen
cevaplardan biridir.

Fakat Meryem Suresi'nde, İbrahim Peygamber'in (a.s) babasıyla tartışırken
şöyle dediği anlatılır: "Babacığım, bana, sana gelmeyen bir
bilgi geldi; bana uy, seni düzgün bir yola ileteyim. Babacığım şeytana
tapma; çünkü şeytan, Rahman'a isyan etmişti. Babacığım, ben sana
Rahman'dan bir azabın dokunmasından korkuyorum. O zaman sen,
şeytanın dostu olursun. 'Ey İbrahim, sen benim tanrılarımdan yüz mü
çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, ant olsun seni taşlarım. Uzun süre
benden ayrıl git!' dedi. İbrahim, selâm sana, dedi, senin için Rabbimden
mağfiret dileyeceğim. Çünkü O, bana çok lütufkârdı." (Meryem,
43-47) Bu ayetler, Hz. İbrahim'in (a.s) meseleyle ilgili olarak gerçek
bilgiye sahip olduğunu, onun işlerini yönlendirenin kendisine lütfedenin,
büyük ikramlarda bulunanın, başkası değil, yüce Allah olduğunu
bildiğini gösteriyor.

Dolayısıyla, "Budur rabbim!" sözü, bir an için kendini onlar yerine koyarak,
teslim olduklarına teslim oluşunun ifadesidir. Buradan hareketle
görüşlerinin yanlışlığını, söylediklerinin batıllığını ortaya çıkarmayı
amaçlıyor. Tartışmada böyle bir yöntem, karşı tarafın daha

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 399

çok dikkatini çeker. Zıtlaşmayı, inatlaşmayı, taassubu önler. Karşı tarafın
daha sakin bir zihinle kanıta kulak vermesini sağlar.

Yıldız batınca, "Batanları sevmem." dedi.

Ayette geçen "efele" fiilinin mastarı olan "ufûl" kelimesi, batma anlamına
gelir. Burada, batma niteliğine sahip oluşunun yıldızın rablığını,
tanrılığını iptal edici, geçersiz kılıcı bir durum olduğu açıklanıyor. Çünkü
batan yıldızın kendisini görenlerle ilişkisi kesilir. İlişkinin kesildiği durumlarda
varoluşsal tedbir ve yönetimi yürütmenin imkânı kalmaz.
Öte yandan kul ile tanrı arasındaki rablik (yöneticilik) ve kulluk (yönetilenlik)
ilişkisi, gerçek bir irtibata dayanıyor. Bu ise, kulun tanrısını
sevmesini gerektirir. Çünkü arada varoluşsal bir cazibe ve kaçınılmaz
tâbi oluş söz konusudur. Dolayısıyla yok olan ve sevginin nedenini oluşturan
güzelliği değişen birini sevmenin anlamı yoktur. Gerçi insanların
genellikle yüzeysel güzelliği sevdikleri ve göz alıcı geleneksel
süslere kapıldıkları görülür; ancak bu, insanın ilk etapta algıladığı güzelliğin
etkisinde kalmasından, onun yok olucu ve tükenici özelliğini
dikkate almamasından kaynaklanan bir durumdur. Oysa tanrı, kalıcı
bir varlığa sahip olma durumundadır. Tavır ve durumunda değişiklikler
olmamalıdır. Yaşayan, sonra ölen; bir süre yerinde kalan, sonra
yol alan; doğan, ardından batan; görünen, sonra gizlenen; geçici zevkler
veren güzellikler ve göz alıcı süslü nesneler gibi olmamalıdır. Kimi
zaman insanın aklına hitap veya şiirsel bir açıklama gibi gelse de, İbrahim
Peygamber'in (a.s) bu sözü kanıtsal bir özelliğe sahiptir. Bu
husus üzerinde iyice düşünmek gerekir.
Hangi anlamda olursa olsun, Hz. İbrahim batmasından dolayı yıldızın
rabliğini geçersiz sayıyor. Ya tanrılığın geçersizliğini, kinaye sanatı yoluyla
battığı için onu sevmediğini ifade ederek dile getiriyor. Ki birini
rab edinme ve ona kulluk sunma sevgiye dayanır. Birini sevmeyenin
ona kulluk sunması mümkün değildir. Nitekim İmam Sadık'ın (a.s)
şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Din, sevgiden başka bir şey midir ki?"
Daha önce bu husus üzerinde durduk.
Ya da ileri sürdüğü kanıtın, sevginin bulunmamasına dayanmış olmasını
anlatmaya çalışıyor. Dolayısıyla burada yıldızın batmasından
söz etmesi, ona yönelik sevgisinin olmadığının nedenine dikkat

400 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

çekmesi içindir. Çünkü rablik ve ilâhlık, sevgiyi gerektirir; sevginin
olma-ması sevginin gerekleri olan rablik ve ilâhlık niteliklerini olumsuzlar.
Dolayısıyla değişmez, kalıcı güzelliği bulunmadığı için fıtrî ve
iç güdüsel sevgiyle yönelinmeyen biri rablik niteliğini hak etmez. Kanıtın
bu boyutu daha belirgindir ve ayetteki tartışmanın akışı buna
dayanmaktadır.

O hâlde ayetlerin akışında öncelikle sevgi ve kulluk veya mabutluk
arasındaki zorunlu ilişkiye işaret edilmektedir.

İkincisi: Hz. İbrahim (a.s) Yıldız'ın tanrılığını geçersiz sayma bağlamında
onunla Güneş ve Ay arasındaki ortak bir özelliklerini esas alıyor.
Sonra tezini sürdürüyor ve yıldız için ileri sürdüğü gerekçeyi Ay ve
Güneş için de gündeme getiriyor. Bunun nedeni, ya Hz. İbrahim'in -
daha önce işaret edildiği gibi- ay ve güneşin de yıldız gibi doğup battıklarını
şimdiye kadar gözlemlememesidir, ya da her üç gözlemde
muhataplarının farklı topluluklar olmasıdır.

Üçüncüsü: Hz. İbrahim, "Batanları sevmem." derken, tanrılığı geçersiz
kılma bağlamında akıl sahibi varlıklara ait bir kullanımı [yani "âfilîn"
sıygasını] esas alıyor. Bununla âdeta şunu demek istiyor: "Bilinç ve
akıl sahibi bir varlık baştan itibaren rablik niteliğini hak etmez. Nitekim
ondan aktarılan sözlerden buna ilişkin işaretler algılıyoruz:
"Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir şey kazandırmayacak
olan şeylere niçin tapıyorsun?" (Meryem, 42) "Babasına ve
kavmine, 'Neye tapıyorsunuz?' demişti. 'Putlara tapıyoruz, onlara
kulluk ediyoruz.' dediler. 'Peki, dedi. Siz dua ettiğiniz zaman onlar
işitiyorlar mı? Yahut size fayda veya zarar verebiliyorlar mı?' 'Hayır;
ama babalarımızın böyle yaptıklarını gördük.' dediler." (Şuarâ, 70-74)
Önce haklarında hiçbir şey bilmiyormuş gibi, taptıkları şeyleri soruyor.
Onlar da kulluk sundukları tanrıların akılsız ve duygusuz birtakım
cesetler ve heykeller olduğunu ortaya koyacak şekilde cevap
verince, Hz. İbrahim bu sefer, bu tanrıların bilgi ve güç sahibi olup
olmadıklarını soruyor. İfadelerinde akıl sahibi varlıklara özgü lafızlar
kullanıyor ki, bununla, bir mabudun akıl niteliğine sahip olmasının
gerektiğini vurgulamayı amaçlıyor.

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 401

77) Ayı doğarken görünce, "Budur rabbim!" dedi...

Ayetin orijinalinde geçen "baziğ" kelimesinin mastarı olan "el-bu-zûğ",
doğmak anlamına gelir. Daha önce, "felemma re'a...=görünce..." ifadesinin
konunun öncesiyle bağlantılı olduğuna delâlet ettiğine ve "Bu-dur
rabbim!..." ifadesinin de bir varsayım veya üzerlerinde etkili olmak için
onlardan olduğunu ve kabullendikleri şeyi kabul ettiğini gösterme amacına
yönelik olduğuna, önceki ayeti tefsir ederken değinmiştik.

Fakat, ayın batmasından sonra, "Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi,
elbette sapan topluluktan olurdum." sözü, kinayeli bir anlatım
içermektedir. Çünkü Hz. İbrahim (a.s) yıldızın tanrılığını, batan her cismi
ilgilendiren genel bir nitelikten hareketle geçersiz saymıştı. Ay da
batınca, onun Ayın tanrılığına ilişkin değerlendirmesi kendiliğinden ortaya
çıkmış oldu. Çünkü bu değerlendirmesini daha önce yıldızın batması
üzerine dile getirmişti: "Batanları sevmem." O hâlde "Rabbim bana
doğru yolu göstermeseydi" sözü daha önce, Ay için, "Budur rabbim!"
şeklinde ifade ettiği değerlendirmesinin bir sapma olduğuna yönelik
bir işarettir. Dolayısıyla bu görüşünde ısrar etmesi durumunda,
Ay'ın tanrı olduğunu söyleyen sapıklar topluluğunun bir ferdi olacaktır.
Bunun sapıklık oluşunun altında, yıldız hakkında söyledikleri yatmaktadır.
Çünkü Hz. İbrahim (a.s) sırf yıldıza özgü bir niteliği değil, aynı konumda
olan her olgu için geçerli olabilecek bir niteliği esas alıyor.
Ayetlerin akışından öncelikle şunu anlıyoruz: Yıldız'a tapan gibi, bazıları
Ay'a tapıyordu. Aynı şekilde hemen sonraki ayette güneşle ilgili
olarak, "Ey kavmim, ben sizin Allah'a ortak koştuğunuz şeylerden uzağım."
diyor. Bu da aynı tapınmanın Güneş için de söz konusu olduğuna
yönelik bir işarettir.

İkincisi: Hz. İbrahim (a.s) o sırada, araştırma sürecindeydi. İlâhî yol
göstericiliğin beklentisi içindeydi. Rabbinin kendine ilham edeceği
sağlıklı görüşü ve kesin bilgiye dayalı bakışı gözetliyordu. Ya gerçek
anlamda böyle bir gözetleme içerisindeydi. Nitekim Hz. İbrahim'in
sözlerini inanç elde etme amacına yönelik varsayım olduğunu kabullenmemiz
durumunda söz konusudur. Ya da görünüş itibariyle böyle
idi. Bu ise, bir an için kendini onlardan biri gibi gösterip yaklaşımın
yanlışlığını bu şekilde ortaya çıkarmayı amaçladığını savunduğumuz-

402 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

da söz konusudur. Biraz önce her iki yönteme de değindik.
Üçüncüsü: Hz. İbrahim (a.s) bir rabbinin olduğuna kesin olarak inanıyordu.
Doğru yola iletme ve diğer işlerin yönetimi O'nun tekelindeydi.
O gerçek anlamda veya zahir itibariyle şunu araştırıyordu: Bu rab,
gökleri ve yeri yoktan var eden ilâhın kendisi miydi, yoksa onun yarattığı
varlıklardan bazıları mıydı? Yıldız ve ayın battıkları için Rab
olmaya elverişli olmadıklarını anlayınca, Rabbinin kendisine doğruyu
göstermesi ve sapanların sapıklıklarından kurtarması beklentisine girdi.

78) Güneşi doğarken görünce, "Budur rabbim, bu daha büyüktür!" dedi...

Önceki ayette açıklandığı üzere "görünce..." ifadesinin orijinalinin başındaki
"felemma" sözcüğünden dolayı, ayetin önceki ayetlerle bağlantılı
olduğu anlaşılıyor ve "Budur rabbim..." ifadesi de ya bir varsayımdan
veyahut kendini onlardan biri gibi gösterme durumundan hareketle
söylenmiştir.

Yıldızı gördükten sonra, ayın doğduğunu görünce söylediği, "Budur
rabbim..." ifadesini, güneşle ilgili olarak da tekrarlıyor. Ama üçüncü
kez güneşle ilgili, "Budur rabbim" sözüne "bu daha büyüktür!" ifadesini
ekliyor. Bununla bir bakıma, iki kez üst üste yanlışlığı ortaya çıkan
varsayımını üçüncü kez yinelemesinin bir mazeretinin, bir gerekçesinin
olduğunu anlatmaya çalışıyor.

Daha önce, Hz. İbrahim'in, güneşi kastederek ["hazihi" demesi gerekirken]
erkekler için kullanılan "haza" işaret zamirini telaffuz etmesinin,
onun herhangi bir insan gibi güneşin her gün doğup batan bir
gök cismi olduğunu, gece ve gündüzün ve dört mevsimin onun hareketleriyle
meydana geldiğini bilmemesinden kaynaklandığını belirtmiştik.
Çünkü söz konusu işaret zamirini, işaret ettiği şeyin mahiyetini bilmeyen
biri kullanır. Tıpkı karartısını gördüğün hâlde erkek mi, kadın
mı olduğunu bilmediğin biri için, "Men haza=Bu kimdir?" demen gibi.
Aynı durum akıl sahibi bir varlık olup olmadığı belli olmayan bir karartı
için de geçerlidir. Böyle bir karartı görüldüğünde, "Ma haza=Bu

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................... 403

nedir?" denir. Büyük bir ihtimalle Hz. İbrahim (a.s) gizlendiği yerden
çıkıp babası ve soydaşlarıyla karşılaştığı ilk gönde böyle bir manzarayla
karşılaşmıştır. Henüz dış dünyayı ve insan topluluğunu gözlemleme
imkânına sahip değildi. Bu hâlde o bir cisim görüyor, adına yıldız
demişler. Bir diğer cisim görüyor, buna da Ay diyorlar. Bir başkası
da Güneş diye adlandırılıyor. Bunlardan birini gördüğünde, sadece
parlak bir cisim görmüş oluyor. Bu yüzden de, gördüğü şeyin mahiyetini
tam olarak bilmeyen birisi olarak, "Bu rabbimdir!" diyor.
"...batınca, 'Batanları sevmem...' dedi." ifadesi de bir ölçüde bunu
destekler mahiyettedir. Çünkü bu ifadede Hz. İbrahim'in (a.s) bir süre
yıldızın tanrı olabileceği varsayımı üzerinde durup beklediğine, sonra
onun battığını görünce, bu varsayımın yanlış olduğunu, yıldızın tanrı
olmadığını anladığına ima var. Eğer yıldızın batan bir cisim olduğunu
baştan bilseydi, baştan itibaren onun rabliği varsayımını geçersiz kılacaktı.
Nitekim putlarla ilgili olarak böyle yapmıştı. Babasına şöyle
demişti: "Sen putları tanrı mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni ve kavmini
açık bir sapıklık içinde görüyorum." "...Babacığım, niçin işitmeyen,
görmeyen ve sana hiçbir şey kazandırmayan putlara tapıyorsun?"
Fakat bu bağlamda şunu söylemek mümkündür: Hz. İbrahim, "Batanları
sevmem..." sözünü söylemeyi yıldızın batması anına kadar ertelemekle,
soydaşlarıyla somut olarak gözlemlenen bir olgu üzerinde
tartışmak istemiş olabilir. Nitekim putlara yönelik girişimi de aynı
amaca yönelikti. Bütün putları kırıp parçalamış, sadece büyük puta
dokunmamıştı. Bununla putların çaresizliğini, cansız varlıklardan ibaret
olduklarını, kendilerine ne zarar, ne de yarar sağlayamadıklarını
soydaşlarına göstermek istemişti.

Tefsir bilginleri, Hz. İbrahim'in (a.s), "Budur rabbim, bu daha büyüktür!"
derken, erkeklere özgü işaret zamirini kullanmış olmasını yorumlamak
hususunda farklı yöntemler esas almışlardır.

Bunlardan biri şunları söylemiştir: İşaret zamirinin müzekker olması,
ancak işaret edilen şey ya da parlak göksel cisim şeklinde teville
mümkündür. Dolayısıyla Hz. İbrahim (a.s) şöyle demiştir: İşaret ettiğim
şey veya şu göksel parlak cisim, rabbimdir; o daha büyüktür.

404 ........................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Bu yoruma karşın diyeceğimiz şudur: Bu tarz bir teville işaret zamirinin
kullanılmasının doğru olduğundan kuşku duymuyoruz. Ancak, bu tür
bir tevili geçerli kılacak bir nükteye ihtiyaç vardır. Dolayısıyla, böyle bir
tevil için dayanak olacak bir nükte olmalıdır. Bir nükte söz konusu olmaksızın
dilde böyle bir kullanım mümkün olsa, şahıs vb. şekilde tevil
yoluyla zamirin döndürüleceği ve işaret edilmesi gereken yerlerde bütün
kıyasî ve işitsel müenneslerin müzekker gibi algılanmaları mümkün
olurdu. Bu ise, dilin temelden iptal edilmesi anlamına gelir.

Bir diğer müfessirin görüşü şöyledir: Hz. İbrahim'in müzekker zamir
kullanması müptedanın habere tâbi tutulmasına örnektir. Çünkü
"rab" ve "ekber" sözcükleri müzekkerdirler. Burada işaret ismi, müzekker
habere tâbi tutulmuştur. Nitekim şu ifadede bunun aksi söz
konusudur: "Summe lem tekun fitnetuhum illa kalû...=Sonra onların
fitneleri şöyle demekten başka bir şey olmadı..." Burada müzekker
müennese ["fitne" kelimesine] tâbi tutulmuştur.

Buna karşılık diyeceğimiz şudur: İbrahim Peygamber'in (a.s) soydaşları,
bazı tanrıların erkek olduklarına inandıkları gibi, bazılarının da
dişi olduklarına inanıyorlardı. Dişi olduklarına inandıkları tanrılarını "ilâhe,
rabbe (tanrıça), tanrının kızı ve tanrının karısı" şeklinde isimlendirirlerdi.
Dolayısıyla Güneş'e de dişilik esasına dayalı olarak
"rabbe (=tanrıça)" demeleri gerekirdi. Buna göre İbrahim Peygamber-
'in (a.s), "Budur benim tanrıçam veya ilâhem." demesi lâzım gelirdi. O
hâlde, "Budur rabbim..." ifadesinde haberin müzekkerliğiyle ilgili olarak
söylenenler, müptedanın müzekkerliği için de geçerlidir. Dolayısıyla
tâbi tutuluştan söz etmenin bir anlamı yoktur.

Aynı şekilde Hz. İbrahim'in, "Haza ekber=Bu daha büyüktür" ifadesinde
geçen "ekber" kelimesi, ism-i tafdil kalıbında bir haberdir. İsm-i
tafdil ise, haber olarak kullanıldığı zaman "ef'al" kipinde getirilir ve
müzekkerle müennes arasında fark olmaz. Örneğin: "Zeydun efdalu
min Amrin (=Zeyd Amr'dan üstündür)" ve "Leyla ecmelu min Selma
(=Leyla Selma'dan daha güzeldir)" denir. Durum böyle olunca, tâbi
olma söz konusu olan bir müzekker sıygası olduğunu kabul edemeyiz.

En'âm Sûresi / 74-83 .......................................................................... 405

Bir müfessirin görüşü de şöyledir: İşaret zamirinin müzekker olarak
kullanılması, Güneş'i ululama amacına yöneliktir. Çünkü Güneş'e
tanrılık niteliği yakıştırılıyordu. Böylece Hz. İbrahim (a.s) "tanrı" kavramını
dişilik niteliğinden tenzih etmek istemiştir.

Buna karşılık diyeceğimiz şudur: Onlar, dişiliği tanrının tenzih edilmesi
gereken bir nitelik olarak algılamıyorlardı. Çünkü bizzat Babillilerin
dişi tanrıları vardı. Yaratıcı ana tanrıça "Nino", tanrı "Anu"-
nun kızı, "Nin Karaşa", tanrı "Şamaş"ın eşi tanrıça "Malikat", emzirme
tanrıçası "Zarbanit" ve tanrıça "Anunaki" gibi. Bazı Arap müşrikleri
de meleklere tapıyor, onları Allah'ın kızları sayıyorlardı. "Onlar, Allah'ın
dışında etkileri olmayan edilgen tanrılardan başkasına tapmazlar."
(Nisâ, 117) ayetinin tefsiri çerçevesinde rivayet edildiğine göre,
Arap müşrikleri tanrılarını dişiler olarak nitelendiriyor ve taptıkları
putları kastederek, "Falan oğullarının dişileri..." diyorlardı.
Bir müfessirin yorumu ise şöyledir: İbrahim'in (a.s) soydaşları Güneş'i
erkek kabul ediyorlardı. Nitekim onun "Anuniyt" adında bir karısının
olduğunu söylüyorlardı. Bu yüzden Hz. İbrahim ifadenin zahirini onların
bu inançlarını gözeterek belirlemiştir.

Buna şu karşılığı veririz: Onların Güneş'in erkek olduğuna inanmaları,
Güneş lafzının müennesliğinin müzekkerliğe dönüştürülmesini haklı
çıkarmaz. Kaldı ki Hz. İbrahim (a.s) kralla tartışırken, Güneş'i kastederek,
"Fe'ti biha min'el-mağrib=Onu batıdan getir." diyerek dişi zamirini
kullanmış olması, bu yorumu olumsuzlamaktadır.

Bir diğerine göre de: İbrahim (a.s) soydaşlarının dili olan Süryanice'yi
konuşuyordu. Bu dilde ise, zamirler ve işaret isimleri dişi ve erkek
şeklinde ayrılmaz. Tümü müzekker sıygasında gelir. Bu yüzden
Kur'ân-ı Kerim, onun sözlerini hikâye ederken ana dilindeki müzekkerlik
sıygasını esas almıştır.

Buna karşılık da diyoruz ki: Mesele, değişen dillere göre lafızların
hükümleriyle ilgili olduğu için böyle bir şey caiz olmaz. Ancak lafzî
özellik üzerinde herhangi bir etkisi söz konusu olmayan anlamla ilgili
olarak bu tür bir değerlendirme kabul edilebilir. Kaldı ki, yüce Allah
Kur'ân'ın birçok yerinde İbrahim'den tartışmalar ve dualar aktarmıştır.
Bunların çoğunda dişilik özelliği göz önünde bulundurulmuştur.

406 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Neden sadece burada kelimenin dişilik özelliği geçirsiz sayılsın ki?
Nitekim Babil Kralı'yla tartışırken şunları söylüyor: "İbrahim, 'Benim
Rabbim odur ki, diriltir ve öldürür.' demişti. O da, 'Ben de diriltir ve
öldürürüm.' demişti. O zaman İbrahim, 'Şüphesiz Allah, güneşi doğudan
getirir, hadi sen de onu batıdan getir.' deyince, inkâr eden o adam
şaşırıp kalmıştı." (Bakara, 258) Bu ifadede "güneş" sözcüğü ve
ona dönük olan dişilik zamiri de yer alıyor.

Bazı müfessirlerin bu değerlendirmeye cevap olarak ısrarla savundukları
görüş ise son derece ilginçtir: İbrahim (a.s), İsmail ve Hacer
kadim Arapça'yı konuşuyorlardı. İbrahim'in soydaşlarının dili de Arapça'ydı.
Bu iddianın sahibi özetle şunları söylüyor:

"Arkeologlar şunu kesin olarak ortaya koymuşlardır ki, Yarımada Arapları
tarihin başlangıcından itibaren Keldan ve Mısır ülkelerini zapt
etmiş, dilleri buralara egemen olmuştu. Bazıları şunu açıkça söylüyorlar:
İbrahim Peygamberle aynı çağda yaşayan Hamurabî Arap'tı.
İyilik ve barış kralı Hamurabî, Eski Ahit'te yüce Allah'ın kâhini olarak
nitelendirilir. Orada belirtildiğine göre Hamurabî İbrahim için bereket
istemiş ve İbrahim sahip olduğu malların onda birini ona vermiştir."
Devamla diyor ki: "Hadis ve Arap tarihi kitaplarında belirtildiğine göre,
İbrahim (a.s) oğlu İsmail'i annesi Mısırlı Hacer'le birlikte daha sonra
Mekke'nin kurulduğu yer olan vadiye yerleştirmiştir. Yüce Allah
Curhum kabilesinden bir gurubun onlarla birlikte buraya yerleşmesini
sağlamıştır. İbrahim ana-oğlu ziyaret ederdi. O ve oğlu İsmail Allah'ın
kutsal evini bina ettiler ve Arabistan'da İslâm dinini yaydılar. Yine
hadiste deniliyor ki: Bir gün İbrahim (a.s) oğlunu ziyaret maksadıyla
Mekke'ye gelir. Fakat oğlu o sırada ava çıkmıştır. Karısıyla konuşur.
Kadın Curhum kabilesine mensuptur. İbrahim kadından hoşnut olmaz.
Sonra bir kez daha oğlunu ziyarete geldiğinde, bir kez daha oğlunu
evde bulmaz. Oğlunun yeni eşiyle konuşur. Kadın onu konaklamaya
ve başını yıkamaya davet eder. İbrahim kadından hoşnut olur,
onun için dua eder. Bütün bunlar Hz. İbrahim'in Arapça konuştuğunun
kanıtlarıdır." Cevap olarak mezkur müfessir özetle bunları
söylüyor.

En'âm Sûresi / 74-83 .......................................................................... 407

Şimdi bu değerlendirmeyi ele alalım: Yarımada Araplarının Mısır ve
Keldan ülkelerine komşu olmaları, onlara karışmaları, onları işgal edip
istila etmeleri, onların dillerinin Arapça olarak değişmesini
gerektirmez. Mısırlıların dili Kıptîce, Keldanlıların ve Aşurluların dili de
Süryanice'ydi. Bu durumun dillerin birbirlerine kelime alış verişinde
bulunmalarına neden olduğu bir gerçektir. Nitekim Kur'ân'da "kıstas"
ve "istebrak" gibi Arapça olmayan, sonradan Arapça'ya giren kelimeler
yer alır.

Hamurabî'yle ve onun İbrahim Peygamberle aynı çağda yaşadığına ilişkin
olarak söyledikleri ise, gerçek tarihin söyledikleriyle bağdaşmıyor.
Babil harabelerinden çıkarılan eserler ve üzerinde
Hamurabî yasaları bulunan dikitler tarihin söylediklerini doğrulamaktadır.
Hamu-rabî bu yasaları koymuş ve krallığının sınırları içinde uygulamıştır.
Elimizdeki verilere göre, dünyada yazılan ve sistematik
olarak uygu-lanan ilk yasa budur. Bazılarına göre Hamurabî M.Ö.
1728 ve 1686 ta-rihleri arasında, diğer bazılarına göre de 2287 ve
2236 tarihleri arasında hükmetmiştir.1 Hz. İbrahim (a.s) M.Ö. 2000
yıllarında yaşa-mıştır. Hamurabî putperesttir. Yasalarını yazdığı dikitlerin
üzerinde ba-zı tanrılardan yasalarının devamı, insanlar tarafından
uygulanması, onları yürürlükten kaldırmak veya onlara muhalefet
etmek isteyenleri bertaraf etmeleri için onlardan yardım dilemektedir.
2

Hz. İbrahim'in oğlunu ve anasını Tahame'ye yerleştirmesinden, Allah-
'ın evini yapmasından, Allah'ın dinini yaymasından ve Araplarla anlaşabilmesinden
söz edilmesine gelince, bunların hiçbirinin İbrahim
Peygamber'in Arapça konuştuğu anlamına gelmediği açıktır.
Şimdi konumuza dönüyor ve diyoruz ki: "Güneşi doğarken görünce..."
ifadesi, -daha önce söylediğimiz gibi- "fe-lemma" sözünün öncesiyle
sonrasının birbirleriyle bağlantılı olduklarını gösteriyor. "...batınca,
-------------------------
1- Tevrat'tan, İbrahim Peygamberle ilgili hadisleri aktarırken Hamurabî'nin hükümet
dönemiyle ilgili farklı görüşlere değineceğiz.
2- Konuyla ilgili kitaplara bakınız. Ez cümle: "Şeriat-u Hamurabî (Hamuarabî'-nin
Yasası)" eser, Doktor Abdurrahman Kiyalî

408 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

'Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, elbette sapan topluluktan
olurdum.' dedi."
ifadesini kastediyoruz. Çünkü bu ifade, Hz. İbrahim'in
(a.s) güneşin doğduğunu gördüğünde, ayın batmış olduğunu göstermektedir.
Bu ise, içinde Keldan ülkesinin de yer aldığı kuzey kutbundaki
son bahar veya kış gecelerinde söz konusu olabilir. Bu mevsimlerde
geceler uzun olur. Özellikle ayın güney burçlarından yay ve kova
burcunda bulunduğu sırada semanın konumu kamerî ayların son yarısında
ayın güneşin doğuşundan önce batmasına elverişli olur. Daha
önce, "Derken üzerine gece çökünce, İbrahim bir yıldız gör-dü, 'Budur
rabbim!' dedi. Yıldız batınca, 'Batanları sevmem.' dedi. Ayı doğarken
görünce, 'Budur rabbim!' dedi." ayetini incelerken demiştik ki: Ayetin
akışı mantıksal olarak şunu gösteriyor: Bu, kamerî aylardan birinin
son yarısıydı. İşaret edilen yıldız da Zühre Yıldızı'ydı. Onu ilk gece gün
batımından hemen sonra batmaya yüz tutarken görmüştü. Sonra
onun batışını ve doğu ufkundan ayın doğuşunu gördü.

Bu ayetlerden çıkan sonuç şudur: İbrahim (a.s) soydaşlarıyla putlarla
ilgili tartıştığı gün, bütün gün onlarla meşgul olur. Derken üzerine gece
çöker ve Zühre Yıldızı'nı, bu arada ona kulluk sunun bir topluluğu görür.
Zühre Yıldızı'nın tanrılığı ekseninde onlarla tartışmaya girer. Onun durumunun
nasıl sonuçlanacağını beklemeye koyulur. Derken birkaç saat
sonra Zühre Yıldızı batar. Bunun üzerine İbrahim (a.s) toplulukla tartışır
ve Zühre Yıldızı'nın tanrılığı ihtimalinden kendini soyutlar.
Sonra ayın doğduğunu ve bir topluluğun ona kulluk sunduğunu görür.
Onlarla ayın tanrılığı ekseninde, "Budur rabbim!..." diyerek bu ihtimal
üzerinde konuşur. Bu arada onun da akıbetini gözetler. Derken ay da
batar. Gece, kamerî aylardan birinin ikinci yarısına denk düşen uzun
gecelerden biridir. Büyük bir ihtimalle ay, güney burçlardan biri olan
kısa bir yay burcundan geçiyordu. Batınca, onun da tanrılık ihtimalinden
kendini soyutladı. Rabbinden kendisine doğru yolu göstermesini,
sapıklıktan korumasını istedi.

Derken güneş doğar. Onun daha önce doğup batan Yıldız ve Ay'dan
daha büyük olduğunu görür. Bu sefer soydaşlarıyla güneşin tanrılığı
ekseninde konuşmaya başlar. Bu arada Yıldız'ın ve Ay'ın tanrı olamayacaklarını
anlamıştır. Aslında onlar da Güneş gibi birer parlak gök

En'âm Sûresi / 74-83 .......................................................................... 409

sel cisimdirler. Ama Güneş'in büyüklüğünü varsayımın esası olarak
kabul ediyor veya tanrılığını bir ön kabul olarak tasavvur ediyor ve
diyor ki: "Budur rabbim, bu daha büyüktür!..." Sonra onun da varacağı
durumu gözetlemeye başlıyor. Güneş de batınca, onun tanrılığı ihtimalini
bir kenara bırakıyor ve kavminin şirkinden beri olduğunu belirterek
diyor ki: "Ey kavmim, ben sizin Allah'a ortak koştuğunuz şeylerden
uzağım." Ardından yüce Allah'ın gökleri ve yeri var edip yaratma
anlamında ulûhiyetini vurgulamasına ek olarak göklerin ve yerin, ikisinin
arasındaki canlı-cansız varlıkların yöneticisi, yönlendiricisi, idare
edicisi anlamında rubûbiyetini de vurgulayarak şöyle diyor: "Ben yüzümü
tamamen... -Burada rubûbiyet makamına yönelik kulluk ifade
ediliyor.- -Dosdoğru fıtrat çizgisinden sağa veya sola sapmadan- hanif
olarak gökleri ve yeri yaratana çevirdim ve ben O'na ortak koşanlardan
değilim. -O'nun tarafından yaratılan, var edilen herhangi bir şeyi,
ibadet ve teslim oluş bağlamında O'na ortak koşmam.-"

Daha önce söylediğimiz gibi, "Böylece biz İbrahim'e göklerin ve yerin
melekûtunu gösteriyorduk ki... kesin inananlardan olsun."
ayetini, içinde
yer aldığı ayetler grubunun geneliyle birlikte ele aldığımız zaman,
Hz. İbrahim'in (a.s) babasına ve soydaşlarına karşı, göklerin ve
yerin melekûtundan gözlemlediği fenomenleri kanıt olarak kullandığını
ifade ettiğini görürüz. Allah ona, bu gözlem ve bakış aracılığıyla
gösterdiği melekûtu göstermesinin amacı olan kesin bilgiyi bahşetmişti.
Bu, Hz. İbrahim'in (a.s) sözünü ettiği kanıtın, kesin bilgi kaynağından
beslenen belgesel bir kanıt olduğunun en açık ifadesidir. "Batanları
sevmem." sözü de bu bağlamda değerlendirilmelidir. Daha önce bununla
ilgili açıklamalarda bulunduk.

Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan şu hususlar anlaşılıyor:

Birincisi: "Batanları sevmem." sözü, kesin bilgiye dayanan burhanî
bir kanıttır. Bu sözde, batanların sevilmemesi, dolayısıyla batanların
tanrı olma ihtimallerinin olumsuzlanması esas alınmıştır. Tefsir bilginlerinden
bazılarının sözlerinden Hz. İbrahim'in bunu burhanî olmaktan
ziyade avamî bir kanıt gibi sunduğunu anladıkları anlaşılmaktadır.

410 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Adı geçen müfessir diyor ki: "Doğrusu bu söz, örtük bir tariz mahiyetindedir;
belirgin bir teorik burhan değildir. Hz. İbrahim (a.s) bununla
soydaşlarının yıldızlara taparken, gözlerinden kaybolan, dolayısıyla
kendilerine ibadet edildiğini anlamayan şeylere ibadet ettiklerini
bilmediklerini gözler önüne sermeyi amaçlıyor. Hz. İbrahim (a.s)
'batışı' tanrılığın olumsuzlaşmasının nedeni gibi görmesi de bu yüzdendir.
'Doğuşu' ve 'ortaya çıkışı' değil. Sözlerine bu durumu dayanak
yapıyor. Çünkü rablığın bir özelliği de açık olmaktır. Kuşkusuz tanrının
açıklığı kulların açıklığından farklı olacaktır." Bu hususa çok dikkat
etmelisin.

Bu yorumu yapan müfessir öncellikle şunu görememiştir: "Böylece
biz İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk ki... kesin
inananlardan olsun." ayetinin Hz. İbrahim'in soydaşlarına karşı kullandığı
kanıtları içeren ayetlerin içine yerleştirilmesi, bu ayetin de bir
kanıt içerdiğinin en somut kanıtıdır. Bu kanıt onun evrensel çapta
melekûtu gözlemlemesinden alınmıştır ve Allah'a, ayetlerine yönelik
kesin inancının özünü oluşturmaktadır. Buna rağmen böyle bir kanıtın
belgit olmayıp avamî bir kanıt olduğu nasıl söylenebilir?

İkinci olarak da şunu görememiştir: Ayetteki kanıt, sevginin olup olmamasına
dayandırılmıştır; "batış"a değil. Kaldı ki, kanıt "batış"a dayandırılmış
olsaydı bile, bu onu belgit bir kanıt olmaktan çıkar-mazdı.
Hz. İbrahim gördüğü cismin tanrılığı ihtimalini bir kenara bırakmasının
sebebinden söz ederken onun batışını ve gözlerden kayboluşunu
gördüğünü, kendisininse batanları sevmediğini, dolayısıyla ona ibadet
etmeyeceğini belirtiyor. Bilindiği gibi, bir insan tanrısına rab olduğu
için ibadet eder. Yani insanın işlerini düzenleyip yöneten... Bu rab,
ona hayat, rızk, sağlık, bereket, güvenlik, kudret ve bilgi verendir. İnsan,
varlığını sürdürmek için bütün bunlara muhtaçtır. Dolayısıyla varlığının
her yönü itibariyle rabbiyle ilintilidir. Muhtaç olduğu bir hususta
ihtiyacını gideren şeyi ve kendisine yardım edeni sevmek de insan
fıtratının, öz doğasının bir gereğidir. Bundan hiç kimse kuşku
duymaz. Çünkü bir rabbe ancak bir menfaatin celbi veya bir zararın
bertaraf edilmesi ya da her iki amaç için birden kulluk edilir.
Kalıcı olmayan şeylere ilgi duymamak da insan fıtratının karakteris

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................ 411

tik bir özelliğidir. Ancak ihtiras ve azgınlık gibi duyguların insana
baskın çıkıp ilgisini lezzet tarafına çekerek derin düşünceden alıkoyması
başka. Böyle durumlarda insan ilgi duyduğu şeyin geçici,
yok olucu özelliğini göremez. Kur'ân-ı Kerim dünyayı yerme noktasında
bu yönteme sık sık başvurmuştur. İnsanları dünya hayatının
göz alıcı süslerine kapılmaktan, dünya şehvetine tutsak olmaktan
alı koyucu uyarılarda bulunur. Şu ayetlerde olduğu gibi: "Şu dünya
hayatı, tıpkı gökten indirdiğimiz bir suya benzer: İnsanların ve hayvanların
yediği arz bitkisi o su ile karıştı. Nihayet yer ziynetini takınıp
süslendiği ve halkı da ona kadir olduklarını zannettikleri sırada birden
buyruğumuz ona gece veya gündüz geldi; sanki dün o hiç şenlenmemiş
gibi, onu biçilmiş yaptık." (Yûnus, 24) "Sizin yanınızda bulunan
tükenir. Allah'ın yanında bulunan ise kalıcıdır." (Nahl, 96) "Allah-
'ın yanında bulunan ödül ise, daha hayırlı ve daha kalıcıdır." (Şûrâ, 36)

Dolayısıyla Hz. İbrahim, "Batanları sevmem." sözüyle demek isti-yor
ki; insanın yitirebildiği, gözden kaybettiği, kalıcı olmayan, değişime
uğrayan bir şeyi insanın sevmesi, ona bağlanıp ilgi duyması doğru
değildir. İnsanın ibadet ettiği rabbin insan tarafından sevilmesi gerekir.
Bu yüzden insanın gözünden kaybolup batması onun tanrılık niteliğini
ortadan kaldırır. Şu kulluk sunulan gök cisimleri de battıkları için
rablık adını hak etmezler. Görüldüğü gibi bu sözler genel ve özel
açıdan (hem avam, hem havas açısından) kanıtsallık ifade etmektedir.
Adı geçen müfessirin bir üçüncü yanlışlığı da şudur: Doğmak ile zahir
olmayı birbirine karıştırmıştır. Bu yüzden, bunun rablık niteliğini olumsuzlayan
bir unsur olmadığına hükmetmiştir. Ayrıca ayetteki ifadenin
buna dayandığını, çünkü rablığın bir özelliğinin zahir olmak olduğunu
söylemiştir. Oysa ayette anlatılan -üzerine kanıt bina edilmeyen-
husus doğuştur, gizlendikten sonra ortaya çıkıştır. Bu da rablık
niteliğini olumsuzlayan bir husustur. Bu durumda şu soru gündemdeki
yerini korumuş olur: Niçin sözlerine cismin batışını esas aldı da
doğuşunu esas almadı?

İkincisi: Cismin doğuşu yerine batışının kanıt olarak esas alınmasının
nedeni, doğuşun İbrahim Peygamber'in kanıtını dayandırdığı sevginin

412 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

olmayışı durumunu gerektirmemesidir. Ama batış için bunun aksi
söz konusudur, yani bir cisim batarsa, bu durum onu sevmemeyi gerektirir.
Burada el-Keşşaf tefsirinin yazarının yaptığı açıklamadaki tutarsızlık
da daha net anlaşılıyor. Diyor ki: "Eğer desen: Her ikisi de bir
durumdan başka bir duruma geçişi ifade ediyorken, neden kanıt doğuş
yerine batış eylemine dayandırılmıştır? Buna cevap olarak derim
ki: Bu bağlamda batışı kanıtın esası olarak almak daha belirgindir.
Çünkü batış, gizlenme ve örtünmeyle beraber bir dönüşümü ifade
eder." Bilindiği gibi kanıt, sevginin söz konusu olmamasına dayanmaktadır,
batışa değil. Dolayısıyla doğuştan batışa yönelmek için neden
aramak yersiz bir çabadır.

Üçüncüsü: Ayetlerin içerdiği kanıt, söz konusu üç gök cisminin yeryüzünün
veya insanlar dünyasının işlerini yönetip düzenlemek anlamında
rablık niteliğine sahip olmadıklarını vurgulama amacına yöneliktir.
Yani genel anlamda var etme ve yönetme bağlamında bir rablığın
olumsuzlanması amacı güdülmüyor. Çünkü gerek putperestler ve
gerekse yıldıza tapanlar kulluk sundukları tanrılarının genel anlamda
rab olmadıklarını inkâr etmezlerdi. Onlar var etme ve yönetip idare
et-me anlamına gelen genel anlamda rablığın sırf Allah'a ait olduğunu
ve bu hususta O'nun eşinin olmadığını kabul ediyorlardı.
Buradan hareketle bazı tefsir bilginlerinin konuya ilişkin değerlendirmelerinin
yanlış olduğunu anlıyoruz. Bunlardan biri diyor ki: "Batışın
kanıtın esası olarak kabul edilmesi, onun mümkünlük niteliğini
gerektirmesidir. Her mümkün niteliğine sahip olan varlık da ihtiyaç
sahibidir. Dolayısıyla onun ihtiyaçlar zincirinin, varlığı zorunlu birinin
yanında son bulması gerekir." Bir diğeri de şunları söylemektedir:
"Batış, onunla nitelendirilen varlıktan rablığı olumsuzlar; çünkü batış
bir harekettir. Her hareketin de bir hareket ettiricisinin bulunması
kaçınılmazdır. Ve iş sonunda zorunlu olarak gelip hareket ettiricisi
bulunmayan bir muharrike dayanıyor. Bu muharrik değişmezdir, özü
itibariyle dönüşmezdir. Yani ulu Allah'tır."

Bu ikisi, burhanî kanıt olmakla beraber, mümkün nitelikli varlıklardan
ve hareket eden varlıklardan bütün illetlerin gelip dayandıkları
ilk illet olma ve bütün sebeplerin bitiş noktasını ifade eden ilk var e

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................ 413

dici ve yönetici anlamında rablık niteliğini olumsuzlamaktadırlar. Ne
var ki, Sabiîlerden ve diğer toplumlardan yıldızlara tapanlar her semavî
cismin öncesiz olduğunu, kevn ve fesadın yani yaratılmalarının
ve bozulmalarının söz konusu olmadığını, daimî bir hareketle hareket
ettiklerini kabul etmekle beraber tümünün malul olduklarını da inkâr
et-mezlerdi. Çünkü bunların ne varlıkları ve ne de varlıklarının etkileri
itibariyle varlığı zorunlu bir yaratıcıya gereksinim duymaktan müstağni
olmadıklarını biliyorlardı.

Dolayısıyla bu iki kanıt, Sabiîlerden, canlı türlerinden her birinin ayrı
bir tanrısının olduğuna inananlardan ve diğer putperest topluluklardan
çok, yaratıcının varlığını temelden inkâr eden natüralistler için
geçerli olabilir. Hz. İbrahim ise natüralistlerle değil, diğer çoktanrıcı
topluluklarla tartışıyordu.

Kaldı ki, daha önce de belirttiğimiz gibi, kanıt cismin batışından çok,
batma ve gözden kaybolma özelliğine sahip bir varlığa sevgiyle
yönelinemeyeceği esasına dayanmaktadır.

Kanıtın mümkünlük ve hareketlilik esasına dayandığına ilişkin olarak
söylediklerinin yanlışlığını ortaya koyayım derken, bir diğer müfessir
de şu yanlışa düşmüştür: "Batış olgusunu bu şekilde tefsir etmek, bir
şeyi kendisinden tamamen farklı olan bir şeyle açıklamak de-mektir.
Çünkü Araplar batmayı mümkünlük ve hüdûs (sonradan olma) anlamında
algılamazlar. Aynı şekilde batmayı hareket olarak yorumlamak
da önceki gibi yanlış bir değerlendirmedir."

Bu değerlendirmeyi yapan müfessir, yukarıdaki yorumu yapanların,
ayette geçen batış kavramının mümkünlük veya hareket anlamını ifade
ettiğini söylemediklerinin farkında değildir. Onların dedikleri şudur:
"Batmanın kanıt olarak alınması, mümkünlük niteliğini veya hareket
ve değişimi gerektirmesinden ileri gelmektedir." Bunun yanında
batmanın yüce Allah'a yaraşmayan mümkünlük niteliği veya değişimi
gerektirmesini bir an için göz ardı etsek bile, sözü edilen müfessirin
de kabul ettiği gibi hazır olmaktan sonra kaybolma ve açıklıktan
sonra gizlenme anlamında batma tanrılık niteliğini olumsuzlayan
bir husus değildir.

Çünkü varlığı zorunlu olan yüce Allah da duyularımızın algılama ala-

414 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

nının dışındadır, gaiptir. Ama durum değişikliğine veya hazır olduktan
sonra kaybolmak ve açık olduktan sonra gizlenmek gibi bir değişime
uğramaz. "Yüce Allah için gizlilik O'nun tarafından kaynaklanan bir
durum değildir; bizden kaynaklanan bir durumdur. Biz alıkoyucu bir
sürü engelden dolayı O'nu algılayamıyoruz, yoksa O'nun varlığı için
bir sınırlılık ve genel kuşatıcılığı için bir eksiklik söz konusu değildir."
şeklinde bir açıklama getirmenin de bir anlamı yoktur. Çünkü göksel
cisimler, özellikle güneş günlük hareketlerini gerçekleştirirken bizim
açımızdan bir kayboluşa uğramaktadır. Çünkü biz yeryüzünün bir
parçası sayılırız. Dünyamız güneşin hareketleri sonucu hareket etmekte,
bazen bir tarafını, bazen de öbür tarafını bu cisimlere yönelterek
bizim durumumuzda değişiklikler meydana gelmesine neden
olmaktadır. Dolayısıyla gerçekte güneşin üzerine doğduktan sonra
onun üzerine batanlar bizleriz. Fakat duyu yanılması bize bunun tersini
göstermektedir.

Razî bu yorumların tümünü birleştirici bir yorum yapmak istemiş ve
ünlü [el-Kebîr] tefsirinde şunları söylemiştir:

"Batış, bir şeyin ortaya çıktıktan sonra gözlerden kaybolması demektir.
Bunu bildiğimize göre, biri şöyle bir soru yöneltebilir: Batış, bir hareket
olması itibariyle sonradan olmaya, hüdusa delâlet eder. Bu durumda
doğuşun da sonradan olma niteliğine delâlet etmesi gerekir.
Şu hâlde İbrahim, neden gördüğü cismin sonradan olma bir varlık olduğunun
kanıtı olarak doğmasını göstermemiş, bunun yerine bu amaca
yönelik olarak batışını kanıt olarak göstermiştir?"
"Buna şöyle cevap verilir: Hiç kuşkusuz, sonradan olmalığa delâlet
etme bağlamında doğuşla batış ortak özelliklere sahiptirler. Ancak
peygamberlerin bütün insanları Allah'a kulluk sunmaya davet ederken
ortaya koydukları kanıtın açık ve belirgin olması gerekir. Ki üstün
zekâlı insanlarla birlikte aptal insanların ve normal akla sahip olanların
birlikte kavramalarına imkân olsun. Hareket olgusunun sonradan
olmalığa yönelik kanıtsallığı kesinlik bildiren ve dakik bir kanıtsallık
olmakla beraber, ancak üstün zekâlıların kavrayabileceği bir husustur.
Bu bağlamda batma olgusunun kanıtsallığı daha belirgindir. Herkes
onun bu anlama yönelik işaretini kavrayabilir. Çünkü yıldız ba

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................ 415

tarken egemenliği de son bulur. O hâlde batma olgusu bu amaca
vurgu yapmak bakımından eksiksiz bir kanıt mahiyetindedir."
"Bazı muhakkikler demişlerdir ki: Mümkünlük derecesine iniş de batış
demektir. Sözlerin en güzeli, üstün zekâlıların da, orta zekâlıların
da, avamın da kendine göre bir pay alabildiğidir, bir hisse kaptığıdır.
Üstün zekâlı seçkinler batma olgusundan mümkünlük niteliğini algılarlar.
Her mümkün de muhtaçtır ve ihtiyaçlarının sonu gelmez. Bu
yüzden mümkünlük niteliğinden münezzeh olan birine gelip dayanması
kaçınılmazdır. Ki onun varlığı sebebiyle ihtiyaçları sona ersin.
Nitekim yüce Allah, 'Ve sonunda senin Rabbine varılacaktır.' (Necm,
42) buyurmuştur."
"Orta zekâya sahip insanlar, batma olgusundan mutlak olarak hareketi
algılarlar. Her hareket eden sonradan olmadır. Her sonradan olma
öncesiz ve kadir birine muhtaçtır. Dolayısıyla şu batan varlık ilâh
olamaz; bilâkis ilâh, bu batanın da ihtiyaç duyduğu zattır."
"Avam ise, batma olgusundan gurup eylemini algılarlar. Onlar her
yıldızın batmaya yüz tutmasından itibaren ışığının yok olmağa başladığını,
aydınlığının yavaş yavaş söndüğünü görürler. Bu şekilde etkinliği
de ortadan kalkar. Yalnızlığa itilmiş gibi olurlar. Durumu bundan
ibaret olan bir varlığın ilâh olması mümkün değildir. Dolayısıyla bu bir
tek cümle, yani Hz. İbrahim'in söylediği, 'Batanları sevmem.' sözü,
hem yaklaştırılmışların, hem sağ ehlinin, hem de sol ehlinin payını içinde
barındıracak kuşatıcılığa sahiptir. Bu yüzden kanıtların en mükemmeli
ve burhanların en üstünü sayılmaktadır."
"Hz. İbrahim'in söylediği bu sözde yer alan bir diğer incelik de şudur:
Hz. İbrahim, onlarla müneccim, yıldızların hareketlerini inceleyerek
onlara çeşitli anlamlar yükleyen kimseler oldukları hâlde tartışıyordu.
Müneccimlerin inanışlarına göre, yıldız göğün doğusuna düşen çeyreğinde
bulunuyorken göğün ortasına doğru bir yükseliş içinde olunca,
büyük bir etkinliğe sahip olur. Fakat batı çeyreğinde ve gruba yakınken
etkisi oldukça zayıf olur ve gücü de son derece az olur. Dolayısıyla
Hz. İbrahim bu incelikle, ilâhın gücünün zayıflığa ve mükemmelliğinin
de eksikliğe dönüşemeyeceğini anlatmak istemiştir. Demek istemiştir
ki; sizin inançlarınıza göre, yıldız göğün batı çeyreğindeyken

416 .................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

gücü zayıf, etkisi yetersiz ve yönetimi âciz olur. Bu ise, onun tanrılığı
için bir kusurdur. Şu hâlde müneccimlerin görüşüne göre de batma
olgusunun ilâhlık niteliğini olumsuzlama bakımından daha belirleyici
olduğu aydınlanmış oldu." (Fahrettin Razî'nin açıklamalarından yaptığımız
alıntı burada sona erdi.)

Uzun açıklamalarda bulunmasına karşın biz, ihtiyaç duyduğumuz kadarını
alıntıladık.

Buraya kadar yaptığımız açıklamalar üzerinde düşünecek olursan,
adı geçen müellifin ayetin içerdiği kanıtı kişilerin kapasitelerine göre
hisseler içerecek şekilde taksim etmesine ve bunu çeşitli açılardan
kanıtlamaya çalışmasına tefsirini sunduğumuz ayette herhangi bir
lafzî işaretin olmadığını göreceğin gibi, Sabiîlerin ve yıldızlarla uğraşanların
kuşkuları da böyle bir kanıtla çürütülemez, giderilemez.
Çünkü bu saydığımız gruplar göksel cisimleri varlığı zorunlu, gücü sınırsız
ve mutlak kuvvet sahibi birer ilâh olarak görmüyorlardı. Bilâkis
bunları mümkün nitelikli, malûl ve daimî bir hareket içinde görüyorlardı.
İddialarına göre, bunlar, kesintisiz hareketleriyle aşağıdaki âlemi
idare ediyorlarmış. Dolayısıyla adı geçen müfessirin anlattığı
hususlarda bu gerçeği geçersiz kılacak bir unsur yoktur. Bize öyle geliyor
ki, müfessir biraz önce aktardığımız açıklamasından sonra bu
problemi fark etmiş, böylece sözü gereğinden fazla uzatmış ve meselenin
özünden uzaklaşmış, üstelik olumlu bir sonuç da elde edememiştir.
Kaldı ki, işaret ettiği ikinci kanıt da eksiksiz bir kanıt değildir. Çünkü
hareket niteliği, hareket eden varlığın bu niteliği itibariyle sonradan
olmalığına delâlet eder, özü açısından değil. Bu hususla ilgili geniş
açıklamaları yeri gelince yapacağız. Şu kadarını söyleyelim ki, kanıtın
hareket açısından açıklaması, bizim açıkladığımız şekildedir.

Dördüncüsü: Hz. İbrahim (a.s) bu kanıtları yüce Allah'ın kendisine
göklerin ve yerin melekûtunu göstermesi sonucu ortaya koyuyordu.
Bir de gözlemlenen evrenden hareketle, gerek babası ve gerekse
soydaşlarıyla giriştiği tartışmalarda konunun akışı elverdiği ve gerektirdiği
ölçüde gözlemlediği kanıtları sunuyordu. Bunun nedeni, ya
günlük göksel ve dünyevî olayların ayrıntılarını -daha önce de i

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................ 417

şaret ettiğimiz gibi- bilmemesiydi, ya da onlarla algıladıkları olaylar
ışığında tartışmak istemesiydi. Bu yüzden, "Budur rabbim!" sözünü üç
parlak göksel cismi gördüğünde tekrar etmiştir ve "Batanları sevmem."
sözünü ve bu anlama gelen diğer ifadeleri bu cisimlerin batmaları
üzerine söylemiştir.

Bu açıklamalar, bir açıdan, "Üzerine gece çökünce, İbrahim bir yıldız
gördü." ifadesiyle ilgili olarak akla gelebilecek: "Bu ayet gösteriyor ki,
Hz. İbrahim soydaşlarıyla gök cisimlerine ilişkin tartışmalara girdiği
gecenin hemen öncesindeki gündüz vaktinde de onlarla beraber ve
hareketlerini gözlemliyordu. Öyleyse neden güneşi, ilâhlığını olumsuzlamak
amacıyla hatırlayamadı?" şeklindeki bir soruya da cevap niteliğindedir.
Çünkü Hz. İbrahim babası ve soydaşlarıyla tartışırken vakit ancak
putlar konusunda konuşmasına yetmiş olabilir. Belki onlarla gündüz
boyunca veya soydaşlarının yanında gündüzün bir kısmını geçirdiği
sürede onlarla putlar hakkında tartışmış olabilir. Öyle ki tartışma tamamlanınca
gece de üzerine basmış olabilir. Aslında başka ihtimaller
de vardır. Havanın bulutlu olması veya soydaşlarının güneşe sadece
doğduğu esnada kurbanlar ve namazlar sunmaları gibi. Hz. İbrahim
onlarla eylemleri sırasında tartışmayı arzulamış olabilir.

Beşincisi: Bu ayetler, söylendiği gibi, hidayetin Allah'tan olduğuna delâlet
etmektedirler. Saptırmayı ise, yüce Allah bu ayetlerde onu kendisine
nispet etmemiştir. Yalnız, "Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi,
elbette sapan topluluktan olurdum." ifadesi, bir ölçüde, bir insanın
yüce Allah tarafından hidayete erdirilmemesi durumunda kişisel
yetersizliğinden dolayı sapıklığa düşeceğine işaret etmektedir.
Bunu şu ayetten de algılayabiliriz: "Eğer size Allah'ın lütfu ve rahmeti
olmasaydı, hiçbirinizi asla temizlemezdi." (Nûr, 21) Bir diğer ayet de
şudur: "Sen sevdiğini doğru yola iletemezsin; fakat Allah, dilediğini
doğru yola iletir." (Kasas, 56) Bunun gibi daha birçok ayet örnek gösterebiliriz.
Bazı ayetlerde insanların sapmaları yüce Allah'a nispet edilmektedir;
fakat, "Ancak onunla sadece fasıkları saptırır." (Bakara, 26) ayeti ve
benzeri ayetler, yüce Allah'a nispet edilen saptırmanın insanların

418 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7
sapmasına ilişkin bir ceza, bir karşılık mahiyetinde olduğunu göstermektedir.
Tefsirimizin birinci cildinde bu ayetin açıklaması bazında
geniş değerlendirmeler sunduk.

Altıncısı: Hz. İbrahim (a.s) gözlemlediği üç göksel cismin rablığı-nı olumsuzlamasının
gerekçesi olarak batanları battıkları için sevmediğini
ifade ediyor. Burada insanın bulduğu bir şeyi tekrar yitirmesi kastediliyor.
Bu ise, kulluk sunmayı gerektiren sevgiyle bağdaşmayan bir
niteliktir. Bu da yok oluşla, gözden kayboluşla, ölüşle ve tükenişle yüz
yüze bulunan bütün maddî varlıklar için geçerli bir nitelik olduğuna
göre, Hz. İbrahim'in bu kanıtı, her türlü şirk ve putçuluk için geçerli
olan kesin bir kanıttır. Bu kanıtı her canlı türünün kendine özgü tanrılarının
ve ışınsal tanrıların olduğunu ileri süren putperestlere de teşmil
edebiliriz. Bu putperestler bunların varolduklarına inanırlar, maddî
âlemin ötesinde, cisimden ve hareketten uzak varlıklar olduklarını
ileri sürerler. Ama öz itibariyle saydam ve üstün bir varlığa sahip olmalarına
karşın egemen nurun karşısında yok olduklarını, tekil kahrın
karşısında ezildiklerini itiraf etmektedirler. Kulluk maksadıyla yöneldikleri
tanrılarının nitelikleri buysa eğer, bir de bunlara sevgiyle
yöneliyorlarsa, bu sevgi işlerini düzenledikleri şeylere yöneliktir, onların
kendisine değil.

79) "Ben hanif olarak (sağa-sola sapmadan) yüzümü tamamen, gökleri
ve yeri yaratana çevirdim..."


Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde der ki: "el-Fetru" kelimesi,
aslında boyuna yarmak anlamına gelir. Araplar, "Fetare fulanun keza
fetran" [yani, falan adam falan şeyi yardı], eftare [yani oruç açtı, iftar
yaptı], futûr [oruçlu insanın orucunu açmak için yediği yiyecek],
infetare infitâren [yarıldı] derler. Yüce Allah, "Hel tera min futûr=Bir
bozukluk görebiliyor musun?" [Mülk, 3] buyurmuştur. Ayette futûr kelimesi
bozukluk, çürüklük anlamında kullanılmıştır. Dolayısıyla yarma
bazen yıkıcı, bazen de yapıcı anlam ifade eder. Yüce Allah bir ayette
şöyle buyurmuştur: "Gök onun dehşetinden yarılır. Allah'ın vaadi
mutlaka yapılmıştır." [Müzzemmil, 18]
"Fetartu'ş-şate=Koyunu iki parmakla sağdım." "Fetartu'l-acîn=Hamuru
yoğurdum ve mayalanmasından önce ekmek pişirdim." Bu

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 419

kökten türeyen bir türev de "fıtrat" kelimesidir. "Fetarellah'ulhalke=
Allah varlıkları yarattı." Burada kastedilen, yüce Allah'ın varlıkları
kendileri için öngörülen fiilleri işleyebilecek nitelikte yaratmasıdır.
Dolayısıyla yüce Allah'ın, "Allah'ın insanları üzerinde yarattığı fıtratı..."
ifadesi, O'nun insanların içine, öz doğasına kendisinin bilinmesini
sağlayacak donanımı yerleştirmesine yönelik bir işarettir. Dolayısıyla
"Allah'ın fıtratı"ından maksat, yüce Allah'ın insanın öz doğasına
yerleştirdiği iman etme yeteneğidir. "Eğer onlara, kendilerini kimin
yarattığını sorsan, muhakkak ki, Allah, diyecekler." ifadesiyle de bu
gerçeğe işaret e-dilmiştir. (Ragıp'tan, "fetare" kelimesine ilişkin alıntı
burada sona erdi.)

Yine Ragıp adı geçen eserinde şunları söylemektedir: "el-Hanefu; sapıklıktan
doğru yola yönelme, eğilim gösterme demektir. el-Cenefu;
doğru yoldan sapmaya yönelme, eğilim gösterme anlamına gelir...
Bu yüzden Araplar, hac ziyaretinde bulunan veya sünnet olan herkesi
'ha-nif' diye isimlendirirler. Bununla onun İbrahim'in (a.s) dini üzere
olduğuna dikkat çekmek isterler. el-Ahnef; ayağında eğrilik olan
kimse. Bazılarına göre, ayağında eğrilik olanın bu şekilde isimlendirilmesinin
nedeni uğur temennisidir, bazılarına göre de sırf eğilimi ifade
eden bir istiareli kullanımdır." (Alıntı sona erdi.)

Hz. İbrahim (a.s), "Ey kavmim... ben uzağım." diyerek onlardan ve Allah'a
ortak koştukları düzmece ilâhlardan beri olduğunu duyurduğunda,
aslında bu sonuca aşamalı olarak ulaşmıştı. Önce kalbinin ortaklara
ısınmadığını, onlara ilgi göstermediğini belirtmişti. "Batanları
sevmem." sözü bunun ifadesiydi. Sonra Allah'ın ortağının olduğuna
inanmanın sapıklık olduğunu ima eden şu sözleri söylemişti:
"Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, elbette sapan topluluktan
olurdum." En sonunda da açık bir ifadeyle her türlü şirkten ve düzmece
ilâhlardan uzak olduğunu ifade etmişti: "Ey kavmim, ben sizin
ortak koştuğunuz şeylerden uzağım." Böylece rubûbiyet (yönetsel ilâhlık)
bağlamında eksiksiz tevhit düşüncesine dönmüş oldu. Bunun
anlamı, gökleri ve yeri yaratan ilâhın, kulluk sunulan bir rab olmasının
kaçınılmaz olduğudur. Bu çerçevede şirki de kendisi açısından olumsuzladı
ve şöyle dedi: "Ben hanif olarak (sağa-sola sapmadan) yü-

420 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

zümü tamamen, gökleri ve yeri yaratana çevirdim."
Yüzü yöneltme ifadesi, kulluk maksadıyla Allah'a yönelme anlamında
kullanılan bir deyimdir. Kulluğun ve bir rabbe itaatin gereği, itaat
eden kulun gücü ve iradesiyle Rabbine yönelmesi, O'na dua etmesi
ve her amelinde O'na dönmesidir. Dua ve dönüş de ancak yüzün yöneltilmesi
ve doğrultulması ile mümkündür. Dolayısıyla dua ve dönüşten
ibaret olan ibadet olgusu, yüzün yöneltilmesi deyimiyle ifade
edilmiştir.

Burada Hz. İbrahim, yüzünü yönelttiği, yani kulluk maksadıyla yöneldiği
Rabbi olan yüce Allah'tan söz ederken O'nun tartışma konusu
olmayan ve sırf kendisine özgü olan bir niteliğine işaret ediyor. Gökleri
ve yeri yaratmasına yani. Bu arada cümle içinde sılaya ve
mevsule de yer vererek bu niteliğin zihinlerde herkesin kabul ettiği
yüce Allah'a ait olarak zikredildiğine riayet etmek istiyor. Ki kimse
yanlış anlamasın. "Gökleri ve yeri yaratana." Yani diyor ki: Ben yaratılış
ve varoluş bakımından herkesin ve her şeyin gelip dayandığı yüce
yaratıcıya ibadetle yöneldim. Hem kendisi, hem de soydaşları kulluk
ettikleri düzmece ilâhların üstünde ortaksız bir yaratıcının varlığını
kabul ediyorlardı.

Ardından "hanif" ifadesiyle, soydaşlarının kulluk sundukları düzmece
ilâhların ortaklıklarını olumsuzladığını dile getiriyor. Sırf Allah'a eğilim
gösterdiğini ve O'ndan her türlü şirki olumsuzladığını ifade ediyor.
Bunu, "Ben O'na ortak koşanlardan değilim." sözüyle de pekiştiriyor.
Dolayısıyla, "Ben yüzümü.... çevirdim..." diye başlayan sözleri, bir bütün
olarak, sırf Allah'a kulluk sunmanın gerekliliğini, ondan ortakların
olumsuzlanmasını vurgulamaktadır. Bu bakımdan bu ayet, "Lâ ilâhe
illallah" cümlesine yakın bir anlam ifade etmektedir.

Ayetin orijinalinde geçen "lillezî" edatının başındaki "lâm" harfi, amaç
bildirir ve burada "ilâ" (...e, ...a) anlamını ifade eder. Nitekim
amaç bildirmek maksadıyla "ilâ" edatı kullanıldığı gibi "lâm" harfinin
de kullanıldığının örnekleri çoktur. Buna şu ayetleri örnek gösterebiliriz:
"Esleme vechehu lillah=Yüzünü Allah'a teslim ederse." (Bakara,
112) "Ve men yuslim vechehu lillah=Kim yüzünü Allah'a teslim ederse."
(Lokmân, 22)

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 421

Yüce Allah'ın özel sıfatlarının arasından "gökleri ve yeri yaratması"
yani "Fâtır" sıfatının özel olarak seçilmesi, bununla beraber aynı anlama
gelen el-Bâri, el-Hâlık, el-Bedî gibi lafızların kullanılmaması, İbrahim'in
tercih ettiği fıtrat dinine yönelik bir işarettir. Kur'ân'da İslâm
dini, birkaç kez İbrahim'in hanif dini ve fıtrat dini olarak isimlendirilmiştir.
Yani, bilgileri ve yasaları insanın yaratılışına ve varoluş türüne
dayalı olarak bina edilen din. Ki insanın yaratılışı ve varoluş türü değişim
ve başkalaşım kabul etmez.

Çünkü din, gerçek mutluluğa erişmek için izlenen yoldur. Gerçek
mutluluk ise, bir şeyin varoluşunun bileşimi ve donanımı doğrultusunda
olgunlaşmayı sağlayan araçlarla pratikte ve objeler dünyasında
talep ettiği amaca yönelmesidir. Bir insanın veya bir başka varlığın
yaratılışı itibariyle donatılmadığı ve tam aksi istikamette donatıldığı
bir şeyle mutlu olması mümkün değildir. Meselâ bir insanın beslenmeden,
cinsel birleşmeye girmeden veya insanlarla birlikte yaşamayı
ve toplumsal hayatı terk ederek mutlu olması söz konusu olamaz.
Çünkü insan bunların tam aksine donatılmıştır. Aynı şekilde
tam aksine donatıldığı için kuşlar gibi uçmakla veya balıklar gibi denizlerde
yaşamakla mutlu olması da mümkün değildir.

O hâlde hak din, öngördüğü yasalarıyla fıtrat, yaratılış düzeni arasında
uyum bulunan dindir. Yüce Allah insanları veya -eğer varsa- baş-ka
bir yükümlü varlığı, yaratılışıyla örtüşmeyen ve varoluşsal donanımına
uygun olmayan mutluluk veren bir hedefe yöneltmekten münezzehtir.
Allah katında din İslâm'dır. Yani Allah'ın yaratışı ve var edişi
doğrultusunda O'na boyun eğmektir.

80) Kavmi onunla tartışmaya girişti. O onlara dedi ki: "Beni doğru yola
iletmiş iken Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? Ben sizin O'na ortak
koştuğunuz şeylerden korkmam..."


Ayetlerin akışında yüce Allah'ın İbrahim'in giriştiği tartışmaları iki
kısma ayırdığını görüyoruz. Bunlardan birinde, tartışmayı başlatan kendisidir
ve insanlarla tartışmaktadır. Diğerinde ise, insanlar tartışmayı
başlatıyorlar ve tanrılarından ilişkisini kestiğini, onlardan uzaklaştığını
ifade ettikten sonra onunla konuşuyorlar. Tefsirini sunduğumuz bu
ayet ve sonrasında, tartışmanın bu ikinci kısmının kapsamında geçen

422 .......................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

konuşmalara yer veriliyor.

Ama yüce Allah, soydaşlarının hangi hususta onunla tartıştıklarından
söz etmiyor. Fakat İbrahim'in söylediği şu ifadeden bunun ne olduğunu
sezinliyoruz: "Ben sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerden korkmam."

Buradan anlıyoruz ki, onlar, korku dolayısıyla ilâhlarına tapılması
gerektiğini söylemişlerdir. Daha önce bu husus üzerinde durmuştuk.
İleride de değineceğimiz gibi, onları birtakım düzmece ilâhlar
edinip bunlara kulluk sunmaya iten etken şu iki husustan biriydi:
Ya yeryüzündeki gelişmeler üzerinde etkinlik sahibi olduklarına inandıkları
bu ilâhların gazabından ve kahrından korkuyorlardı ya da onlardan
bereket ve mutluluk beklentisi içindeydiler. Fakat onların ruhları
üzerinde en büyük etkiyi birinci şık bırakıyordu. Korku yani. Çünkü
insanlar öz doğaları gereği sahip oldukları maddî nimetleri ve
mutluluğu kendi mülkiyetlerinde görürler. Bunu ya hayat çizgisini
sürdürmek için mal edinme, makam sağlama ve yüksek bir konuma
gelme çabası sonucu elde ettiklerini ya da büyük atalarından ve iyi
talihlerinden kazandıklarını düşünürler. Birine miras kalması ya da
bir define bulması yahut babasının yerine kavminin lideri olması gibi.
O hâlde, birine kulluk sunmak için umut olgusu en az etkin olan yöntemdir.
Hatta mükemmel bir ilâhî eğitimin tezgahından geçen Müslümanlar
bile, azap tehdidi ve uyarılardan etkilendikleri kadar nimet
vadi ve müjdelemelerden etkilenmezler. Bu yüzden Kur'ân'da peygam-
berlerin görevleri bağlamında uyarıcılığın müjdecilikten daha
çok zikredildiğini görüyoruz. Oysa her iki yöntem de peygamberlerin
görevleri arasında yer alırlar ve insanları bu yöntemlerle Allah'a kulluk
sunmaya davet emek yükümlülüğündedirler.

Dolayısıyla İbrahim Peygamber'in soydaşları da tanrıları hakkında
onunla konuşurlarken korkutma yöntemini esas alan bir tutum içindeydiler.
Onu tanrılarının azabından ve gazabından korkuttular. Kendilerinin
yoluna uymasını öğütlediler. Tanrılarına kulluk sunmanın gerekliliğinden
ve Allah'ın rablığını ileri sürmekten vazgeçmesinin kaçınılmazlığından
bahsettiler. Allah için öngörülen yetki, her şeyi yaratmaktan
ibaretti. Rablık, yönetsel tanrılık ise ilâhlarının göreviydi.

En'âm Sûresi / 74-83 .......................................................................... 423

Hz. İbrahim (a.s) soydaşlarının sözlerinin, Allah'ın rablığını savunmaktan
vazgeçirmek ve tanrılarının rablığını kabul etmeye teşvik etmek
şeklinde iki bölümden oluştuğunu görünce, karşı tezini sunarken her
iki bölümü de değerlendirdi. Ancak ileride değineceğimiz gibi birinci
savunmanın geçerliliği ancak ikincisinin iyice anlaşılmasıyla mümkündür.
Onların Allah hakkında kendisiyle tartışmalarına karşılık olarak şunları
söylüyor: "Beni doğru yola iletmiş iken Allah hakkında benimle
tartışıyor musunuz?" Benim için artık mesele çözümlenmiştir, Rabbimin
yol göstericiliği sonucu hidayete ermiş bulunuyorum. O, göklerin
ve yerin melekûtunu bana göstermek suretiyle bana ilim verdi. Böylece
putların ve gök cisimlerinin rablığını olumsuzlamaya ilişkin kesin
kanıt vermiş oldu bana. Ben, yaşamsal işlerimi düzenleyen bir
rabden kendimi müstağni saymıyorum; ama Allah'ın tek ve ortaksız
rab olduğu gerçeğini kavramış bulunuyorum. Allah beni doğru yola iletmişken
sizin ileri sürdüğünüz gerekçeleri kabul edemem, ikinci bir
rablık merciini araştıramam. Araştırmak bir şeyi arayana düşer. Amaca
ulaştıktan sonra bir daha arama olmaz.

Ayeti incelediğimizde zihinde ilk etapta beliren anlam budur. Fakat
biraz daha derinliğine düşündüğümüzde, bundan daha ince bir anlamın
farkına varıyoruz. Şöyle ki: "Beni doğru yola iletmiş iken..." sözü,
hidayetin kendisini bir kanıt olarak algılamayı ifade eder, hidayete
ermekten dolayı kanıt bulmanın gereksizliğini değil. Dolayısıyla
şöyle bir anlam elde etmiş oluyoruz: Allah kendisinden başkasının
rablığını olumsuzlamaya ve kendisinin rablığını ispatlamaya yönelik
öğretmiş olduğu kanıtla beni hidayet etti. O'nun yol göstericiliği, O'-
nun rablı-ğının ve ondan başkasının rab olamayacağının kanıtıdır.
Çünkü rabba yöneltmek de tedbir ve yönetmenin bir parçasıdır. Bu
ise, rab olanın özelliğidir. Eğer Allah benim rabbim olmasaydı, beni
hidayete erdir-mezdi. Bu işi rablık yetkisine sahip olan bir başkası
gerçekleştirirdi. Fakat beni Allah hidayete erdirdi, dolayısıyla rabbim
O'dur.

İbrahim'in (a.s) bu sözlerine karşılık şunu diyemezlerdi: "Bu bilgileri
sana öğreten ve kanıtı ilham eden bazı ilâhlarımızdır." Çünkü hiç

424 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

kimse bir başkasına kendisine zarar verecek, adının anılmasına son
verecek ve işlerini bozacak bir şeyi göstermez. Şu hâlde Hz. İbrahim'i
putların rablığını olumsuzlamaya götüren hidayetin putlara nispet edilmesi
doğru olmaz.

Ama şunu diyebilirlerdi veya belki de demişlerdir: "Bunu tanrılarımızdan
bazıları yaptı. Bu bir azap ve kahır ifadesidir. Seni onların
rablığını kabul etmekten uzaklaştırdılar. Görüşünün bozukluğundan
ve ruhunun hastalığından dolayı bu kanıtları sana telkin ettiler." Nitekim
soydaşları Âdoğulları'nı Allah'ın birliğine inanmaya çağıran,
korkulması ve ümit bağlanması gereken ilâhın sadece Allah olduğunu
kabul etmeye çağıran ve kulluk sundukları düzmece ilâhların hiçbir
yarar veya zarar verme gücüne sahip olmadıklarını belirten Hud
Peygambere soydaşları buna benzer şeyler söylemişlerdi. Demişlerdi
ki: "Tanrılarımızdan bazıları sana bir kötülük dokundurdular." Yüce
Allah Hud Peygamber'in dilinden bize şu bilgileri aktarmaktadır: "Ey
kavmim, Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra O'na tövbe edin ki gökten
üzerinize bol bol rahmet göndersin, kuvvetinize kuvvet katsın.
Suç işleyerek Allah'tan yüz çevirmeyin. Dediler ki: Ey Hud... Seni tanrılarımızdan
biri fena çarpmış, demekten başka bir söz bulamıyoruz.
Dedi ki: Ben Allah'ı şahit tutuyorum, siz de şahit olun ki, ben sizin Allah'a
ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Haydi hepiniz bana tuzak
kurun, sonra bana hiç göz açtırmayın." (Hûd, 52-55)
Dolayısıyla Hz. İbrahim'in, "Ben sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerden
korkmam..." şeklindeki sözü, müşriklerin aklına gelebilecek böyle bir
kuşkuyu bertaraf ettiği gibi, onların kulluk sundukları ilâhların
rablıklarını da olumsuzlamaktadır. Çünkü bu sözler tam bir kanıt içerir
ve onların Allah'a ortak oluşları ihtimalini temelden geçersiz kılar.
Bundan özetle şu sonucu çıkarıyoruz: "Siz, kulluk sunduğunuz ilâhların
bana bir kötülük yapacağından beni korkutarak sizin ilâhlarınızın
rablığını onaylamaya ve gerçek rabbim olan Allah'ın rablığını reddetmeye
çağırıyor ve Allah'ın beni ilettiği gerçek hususunda içime şüphe
atmaya çalışıyorsunuz; ama ben sizin Allah'a ortak koştuğunuz şeylerden
korkmuyorum. Çünkü onların tümü, yaratılmışlardır, başkası tarafından
idare edilmektedirler. Bir yarar veya zarar verme gücünden yok

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 425

sundurlar. Ben onlardan korkmadığıma göre kanıtınız geçersiz ve kuşku
uyandırma amaçlı girişiminiz sonuçsuz kalmaya mahkûmdur."
"Eğer korkmuş olsam, bu korku sizin Allah'a ortak koştuğunuz düzmece
ilâhların etkisiyle içimde oluşmuş bir korku olmayacaktır; çünkü
onlar hiçbir şeye güç yetiremezler; tam tersine bu korku Rabbimin
yarattığı bir şey olacaktır. Yani, sizin ortak koştuğunuz ilâhlardan
korkmamı o dilemiş olacak. Ben de onlardan korkacaktım. Dolayısıyla
bu korku da O'nun rablığını kanıtlayan bir başka kanıt işlevini
görecekti. Birliğinin bir diğer işareti olacaktı. Sırf O'na kulluk sunmanın
gereğini vurgulayan bir diğer belge. Sizin ilâhlarınızın
rablığının, onlara kulluk sunmanın gerekliliğinin kanıtı değil."
"Bunun Rabbimin etkisiyle gerçekleşmiş olacağının kanıtı, O'nun her
şeyi bilgi bakımından kuşatmış olmasıdır. O sağlam ve sahih amaçlar
için yarattığı mülkünde meydana gelen hayır ve şer nitelikli her
şeyi bilir. Yarar veya zarar veren bir şeyin mülkünde meydana geldiğini
bilip de men etme veya izin verme şeklinde bir tepki göstermemesi
mümkün müdür?"

"Eğer benim içimde bir korku oluşursa, bu Allah'ın iradesi ve O'nun
kutsallığına yaraşan izni sonucu gerçekleşmiş olacaktır. Bu, aynı zamanda
O'nun rablığını kanıtlayan, O'ndan başkasının rablığını da olumsuzlayan
bir husustur. Hâlâ düşünmez misiniz, aklınızla kavradığınız
ve fıtratınızla algıladığınız gerçeğe dönmez misiniz?"
Buraya kadar anlattıklarımız, "Ben sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerden
korkmam. Ancak Rabbimin bir şey dilemesi hariç. (Çünkü)
Rabbim, bilgice her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ öğüt almıyor musunuz?" ayetinin
içerdiği kanıta ilişkin bir değerlendirme mahiyetindedir. Bu
durumda, "Ben sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerden korkmam." ifadesi,
"Beni doğru yola iletmiş iken Allah hakkında benimle tartışıyor
musunuz?" cümlesinin içerdiği kanıtın bütünleyici unsuru mahiyetindedir.
Bunun yanında onlardan korkmaması suretiyle onların Allah'a
ortak koştukları şeylerin rablığını olumsuzlamak açısından da
başlı başına bir kanıt sayılır. Dolayısıyla, "Ancak Rabbimin bir şey dilemesi
hariç." ifadesi, kanıt amacıyla bir ön kabul ve bir varsayım işlevini
görmektedir. Yani, siz korku gerekçesiyle onların rablığını kabul

426 ...................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

etmemi isti-yorsunuz. Ama ben onlardan korkmuyorum. Diyelim ki
onlardan korkuyorum, bu, benim Rabbimin rablığının kanıtı olur, sizin
O'na ortak koştuğunuz düzmece ilâhların değil. Çünkü böyle bir korku
benim rabbimin dilemesiyle olur.

Bu bakımdan, "Rabbim, bilgice her şeyi kuşatmıştır." sözü, varsayılan
korkunun Allah'ın iradesine dayandığını gerekçelendirmeye yönelik
bir açıklama mahiyetindedir. Çünkü gökleri ve yeri yaratan zat, mülkünde
olup bitenlerden habersiz olamaz. Meydana gelen her şey, ancak
O'nun izniyle olabilir. O hâlde bunların yönlendiricisi, plânlayıcısı
O'dur. O'nun rablığı, yönetsel tanrılığı sayesinde varlıklarını sürdürmektedirler.
"Hâlâ öğüt almıyor musunuz?" ifadesi de kınama amaçlı
bir sorudur ve kanıtın aslında fıtrî olduğunu göstermektedir. Bu değerlendirmeyi
iyice kavramaya çalış.

Bu ayetle ilgili olarak tefsir bilginleri değişik yorumlar yapmışlardır:
"Beni doğru yola iletmiş iken, Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz?"
cümlesi hakkında çoğu tefsir bilgini, yukarıda yer verdiğimiz
iki değerlendirmeden ilkini esas alan bir yaklaşım içinde olmuşlardır.
Bunun da mahiyeti şudur: "Hz. İbrahim (a.s) soydaşlarının Allah'ın birliğine
yönelik itirazlarına şu karşılığı vermiştir: Bu konuda tartışma
gereğini duymuyorum. Çünkü Allah beni doğru yola iletmiştir. Allah
beni hidayete erdirdikten sonra tartışmanın anlamı olmaz." Ancak
ayetin akışı, bir tartışma mahiyetinde olduğunu göstermektedir. Bu
da Hz. İbrahim'in sözlerinin tevhidi kanıtlama amacına yönelik olmasını
gerektirmektedir, tartışmaya gerek duymadığının değil.

"Ben sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerden korkmam; ancak Rabbimin
bir şey dilemesi hariç."
ifadesine gelince, tefsir bilginleri cümlenin
ilk kısmı hakkında bizimkine yakın değerlendirmeler yapmışlar;
fakat istisna hakkında şöyle demişlerdir:

"Ancak Rabbimin sizin beni korkuttuğunuz bu putları canlandırması
ve onlara güç vermesi başka. Bu durumda da onların zarar ver yararları
onların sonradan olma varlıklar olduklarının ve Allah'ın birliğinin
kanıtı olur." Diğer bir ifadeyle, şöyle bir anlam kastedilmiştir: "Ben
hiçbir şekilde onlardan korkmam. Ancak Rabbim diler de bu putlar
canlanır ve zarar ve yarar verecek duruma gelirlerse, ben de

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 427

bundan dolayı onlardan korkarsam, bu da rablığın Allah'a ait olduğunu
gösterir ve sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerin sonradan olma
varlıklar olduklarını gözler önüne serer."

Bu değerlendirme, bir açıdan bizim yukarıda yer verdiğimiz değerlendirmeye
yakın olmakla beraber, canlanmaları durumunda zarar ve
yarar verme yetkisinin Allah'a ortak koşulan şeylere nispet edilmesi -
kaldı ki putperestlere göre bu putların bazısı canlıdır, melekler ve
canlı türlerinin ilâhları gibi ve bazısı da zahirî açıdan zarar ve yarar
dokunduracak durumdadır, güneş gibi- Allah'ın kitabında yer alan ilâhî
öğretiyle bağdaşmamaktadır. Çünkü Kur'ân Allah'tan başka hiç
kimsenin yarar ve zarar verme gücüne sahip olmadığını dile getirmektedir.
Adı geçen tefsir bilginlerinin bu ayeti, putperestlerin ibadet ettikleri
putların sonradan olma varlıklar olduklarının kanıtı olabilecek şekilde
yorumlamalarına gelince, böyle bir yorumun putperestler açısından
bir olumsuzluğu yoktur. Çünkü onlar, bilindiği gibi putların ve
temsil ettikleri manevî kişiliklerin Allah'ın yönetimi altında olduklarını,
O'nun tarafından yaratılmış olduklarını inkâr etmiyorlar. Bazıları
için zamansal öncesizlik iddiasını dile getirseler de bu, onların mümkün
nitelikli oluşlarını ve malul oluşlarını onlar açısından
olumsuzlamaz.

Bir diğer değerlendirme de şöyledir: Buradaki istisnanın anlamı şudur:
"Ben sizin Allah'a ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Fakat
bu genellemeden bazı vakitleri istisna tutuyorum. Söz gelimi Rabbim,
işlediğim bazı günahlardan dolayı bana azap etmek isteyebilir veya
bir günah olmaksızın beni bazı olumsuzluklara duçar kılabilir." Diğer
bir ifadeyle: Bu cümle genel anlamdan düşülen bir istisnadır. Genel
anlama ise, önceki cümle işaret etmektedir. Buna göre, "Ben korkmam..."
ifadesi, onların Allah'a ortak koştukları şeylerden korkmadığını,
"Rab-bimin dilemesi başka..." ifadesi de her türlü korkudan bir
istisna hükmündedir. Bu durumda cümlenin geniş açılımı şöyledir:
"Sizin Allah'a ortak koştuğunuz şeylerden korkmam, bunun dışındaki
şeylerden de korkmam. Ancak Rabbimin bana bir zorluk dilemesinden
veya bir günahımın karşılığı olarak azap etmesinden korkarım."

428 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Bu değerlendirmenin zorlama sonucu olduğunu açıklamaya bile gerek
yoktur.

"Rabbim bilgice her şeyi kuşatmıştır."
ifadesiyle ilgili olarak bazı tefsir
bilginleri şöyle demişlerdir: Bu, kanıtın tamamlanmasından sonra
Hz. İbrahim'in (a.s) Rabbine yönelttiği bir övgüdür.

Bazılarına göre de: "Bu cümle, müşriklerin putlarına yönelik bir kinaye
mahiyetindedir. Hz. İbrahim, bununla putların bir şey bilmeyen ve
duyumsamayan varlıklar olduklarına göndermede bulunuyor." Buna
şu şekilde itiraz edilebilir: Eğer bir kinaye gerekiyorsa, bilgiden çok,
konumun da gereği olarak güç örneği esas alınarak yapılmalıydı.
Böyleyken güç örneği yerine bilgi örneğini esas alan bir kinayeli anlatımı
gerektiren nedir? Aynı problem önceki değerlendirme için de geçerlidir.

Bazıları da demişlerdir ki: "Hz. İbrahim, yüce Allah'ın dilemesi sonucu
başına gelebilecek zorlukları ve olumsuzlukları genel hükümden istisna
edince, 'Rabbim, bilgice her şeyi kuşatmıştır.' demek suretiyle
Allah'ın bütün gaybı bildiğini, O'nun ancak iyilik, hayır ve hikmet esaslı
fiiller gerçekleştirdiğini açıklamıştır." Buna karşılık olarak şöyle
bir itirazda bulunulabilir: Böyle bir durumda ayette bilgi yerine hikmetten
söz edilmeliydi. En azından birçok yerde olduğu gibi bilgi ve
hikmet birlikte zikredilmeliydi.

Bazılarına göre: "Bu, istisnaya yönelik bir gerekçelendirme mahiyetindedir.
Yani demek isteniyor ki, yüce Allah'ın ilminin kapsamın-da,
putlar nedeniyle bir kötülüğün ona ilişmesi yer alabilir. Putun üzerine
düşüp bir yerini yaralaması, güneş ısısının onu hasta etmesi veya ölümüne
neden olması gibi." Buna karşılık olarak deriz ki: Bu durumda
da güç veya hikmet kavramının esas alınması gerekçelendirmek
açısından ilim kavramına göre daha yerinde olurdu.
Bazıları demişlerdir ki: "Bunun anlamı şudur: Benim Rabbimin ilmi
her şeyi kuşatmıştır. İradesi de öncesiz ve her şeyi kuşatan ilmiyle
bağlantılıdır. Gücü ise iradesini uygular, yerine getirir. Dolayısıyla onların
kulluk sundukları putların veya başka varlıkların O'nun sıfatları
üzerinde herhangi bir etkinliği olamaz. Ne şefaat, ne de başka bir şekilde
O'nun fiillerini etkileyemezler. Böyle bir durum, ancak yüce

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 429

Allah'ın ilminin her şeyi kuşatmaması durumunda söz konusu olabilir.
Böylece şefaatçiler ve aracılar bir fiili yerine getirmenin veya o fiili
yerine getirmemenin daha faydalı olduğunu şefaat yoluyla veya başka
bir yöntemle bilmediği bu şeyi O'na anlatmış olurlar. Ve bu O'nu,
zarar vermeye veya yarar dokundurmaya yahut vermeye veya vermemeye
yöneltir."

Bu değerlendirmeyi yapan müfessir devamla şunları söylüyor: "Cümlenin
ifade ettiği bu anlamı, yüce Allah'ın müşrikler tarafından kendisine
ortak koşulan ilâhların şefaatçiliğini olumsuzlayan bir kanıtından
algılamış bulunuyoruz. Meselâ şu ayette açıklanan kanıttan: 'İzni
olmaksızın O'nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O önlerindekini
ve arkalarındakini bilir. Onlar ise dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden
hiçbir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar.' (Bakara, 255)" Müfessir
şunları da eklemiştir: "Bu, yorumların en isabetlisidir ve bu, Kur'â-n'ın
Kur'ân'la tefsir edilmesinin bir örneğidir." Adı geçen müfessirin söyledikleri
özetle bunlardır.

Bu değerlendirmenin özü şudur: "Rabbim, bilgice her şeyi kuşatmıştır."
ifadesi, müşriklerin ilâhlarından ve başkalarından korkma olgusunun
genel olarak olumsuzlanmasının gerekçesi ve açıklaması mahiyetindedir.
Hz. İbrahim burada şunu söylemek istiyor gibidir: Ne sizin taptığınız
ilâhların, ne de bir başka varlığın bana bir zarar dokundurmasından
korkmuyorum. Çünkü benim Rabbim her şeyi bilir. O her şeyi iradesine
göre yerine getirir ve gücüyle gerçekleştirir. Bilmediği bir şeyi
bildirecek bir şefaatçiye ihtiyacı yoktur. Dolayısıyla hiç kimsenin Allah-
'ın fiilleri üzerinde bir etkisi, bir aracılığı söz konusu olamaz.
Bilindiği gibi, bu tür bir etkinliğin olumsuzlanması Allah'ın bilgisinin
genişliğini gerektirdiği gibi kudretinin ve iradesinin mutlaklığını da
gerektirir. -Ayrıca bu durumda adı geçen müfessirin varsaydığı gibi dileme,
fiil sıfatıdır, zat sıfatı değil.- Eğer kudreti ve dilemesi mutlak
değilse, ilmin genişliği ne işe yarar? Bunun kanıtı da ilim, irade ve
kudret niteliklerini birlikte değerlendirdiği sözleridir.
Kısacası, adı geçen müfessirin bu değerlendirmesi sadece ilmin genişliği
esasına dayanarak tamamlanmış olmaz. Bilâkis ilmin genişliği
ile beraber kudret ve iradenin mutlaklığı ile tamamlanmış olur. Ama

430 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

ayette sadece ilmin genişliğinden söz edilmiştir.

Şefaat konusunu işleyen ayetlerin de bu değerlendirmeyi pekiştirdiklerine
ilişkin yorumuna gelince; her şeyden önce sözünü ettiği ayetler,
Allah'ın izniyle nedensellik mahiyetinde aracılık anlamına gelen
şefaat olgusunu kanıtlamaya yöneliktirler, müfessirin yanıldığı ve
Kur'ân'ı Kur'ân'la tefsir ettiği sanısına kapılarak belirttiği anlamda
şefaati olumsuzlamaya yönelik değildirler. Nasıl yanılgı olmasın ki?
Gözlemlenen âlemden sebeplerin etkinliğini ortadan kaldırmak sonuç
alınmayacak bir çabadır. Kur'ân, başından sonuna kadar nedensellik
yasasından söz ediyor. Söylemini genel neden ve sonuç esasına
da dayandırır. Kitabımızın önceki bölümlerinde bu anlamı açan birçok
açıklamaya defalarca yer verdik.

81) "Siz, Allah'ın size, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri, O'na ortak
koşmaktan korkmuyorsunuz da ben nasıl sizin O'na ortak koştuğunuz
şeylerden korkarım?..."


İbrahim Peygamber (a.s) bir diğer kanıtla atağa geçiyor. Burada onların
sözleriyle yaptıkları arasındaki çelişkiyi gözler önüne sermeyi
amaçlıyor. Diğer bir ifadeyle, tavırları sözlerini yalanlamaktadır. Kısaca
şunu demek istiyor: Siz, bana korkulmaması gereken şeylerden
kork-mamı emrediyorsunuz; ama siz, korkulması gereken Allah'tan
kork-muyorsunuz. Şu hâlde ben size isyan etsem, sizin bana emrettiklerinizi
yapmasam, yine de sizden daha çok kendimi güvencede
hissetme hakkına sahibim.

Sizin benden korkmamı istediğiniz şeylerden korkulmaması gerektiği
hususuna gelince; çünkü putların ve onların temsil ettikleri düz-mece
ilâhların kendi başlarına bir zarar veya yarar dokundurabildiklerine ilişkin
bir kanıt yoktur ki, onlardan korkmam gereksin. Sizin korkulması
gereken Allah'tan korkmamanıza gelince; sizin bizzat kendiniz
Allah'ın rubûbiyette ortaklarının olduğunu ileri sürdünüz. Buna karşın
Allah size bu hususta herhangi bir kanıt, bir belge de indirmiş değildir.
Dolayısıyla siz, bu iddianızda dayanaktan yoksunsunuz. Yaratma
ve var etme yetkisi Allah'a aittir. Dolayısıyla mülk ve hâkimiyet de
O'na aittir. Eğer Allah yarattığı varlıklar içinde kendisine bir ortak edinmişse
ve bu ortağa ibadet etmemiz gerekiyorsa, bunu açık

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 431

lamak O'na düşer, başkasına değil. O bu hususta işin iç yüzünü bize
anlatmalı, bunun yöntemini karineleriyle ve ayetleriyle birlikte açıklamalıdır.
Söz konusu ortağın ortaklığının şu şu konularda geçerli olduğuna
ilişkin ayetler indirmelidir. Bunun yolu da ya vahiydir, ya da
objeler dünyasında gözlemlenen etkilerle algılanmasıdır. Böyle bir
şeyin söz konusu olmadığı da gün gibi ortadadır.

Bu açıklama doğrultusunda baktığımız zaman, "ben nasıl sizin O'na
ortak koştuğunuz şeylerden korkarım?" ifadesinde geçen "ortak koştuğunuz
şeyler" cümlesinin akışından algılandığı kadarıyla, "Allah'ın
size, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri, Ona ortak koşmaktan."
ifadesinin kayıtlı bulunduğu hususla kayıtlı olduğunu anlarız. Bu kaydın,
onların ortak koşmaktan korkmamalarından söz edilirken zikredilmesine
gelince, bunun nedeni, kanıtın, burada böyle bir husustan
söz edilmesine daha çok ihtiyaç duymasıdır. Ki bu açık bir şekilde
gözlemlenebilir. "Şimdi biliyorsanız söyleyin, iki topluluktan hangisi
güvende olmaya daha lâyıktır?" sözü, kanıtın bütünleyici unsuru mahiyetindedir.
Ayet genel olarak, onların İbrahim Peygamber'i ilâhlarından
korkmaya davet etmelerinin kendi içinde bir çelişkiler yumağı
olduğunu kanıtlamaya yöneliktir. Çünkü onlar, İbrahim'i korkulmaması
gereken bir şeyden korkmaya çağırıyorlar. Buna karşılık kendileri
korkulması gereken Allah'tan korkmuyorlar.

Bundan önceki açıklamaya bakıldığında, onların ibadet ettikleri ilâhların
Allah'ın ortakları olduklarına ilişkin olarak Allah tarafından bir
delil indirilmediğinden söz edilmesinin, kanıtın türünün gerektirdiği
bir varsayım olduğu anlaşılır. Sırf böyle bir varsayımdan dolayı ayette
yer almıştır. Buradan, Allah'ın bazı varlıkların kendisine ortak koşulmasını,
dolayısıyla onlara ibadet etmeyi emretmesinin ihtimal dahilinde
olduğu şeklinde bir anlam çıkmaz. Bu bizim normal konuşmalarımızda,
asılsız bir şeyden bizi korkutarak, onun zarar veya yarar
verme gücüne sahip olduğunu söyleyen birine, "İddia ettiğin şeyin bir
kanıtı yoktur." dememiz gibidir. Biz tevhit esasına dayalı olarak konuşmak
istesek, bu sözümüzü, "Allah buna ilişkin bir delil indirmemiştir."
şeklinde değiştirebiliriz.

Ayeti mantıksal analiz açısından ele alırsak, istisnaî kıyasın kapsa-

432 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

mına girdiğini görürüz. Burada koşullu önermede öncülün zıddı istisna
edilmiş ve bununla ardılın zıddına ulaşılmak istenmiştir. Tıpkı şöyle
demek gibi: "Eğer Allah onların zarar verme gücüne sahip olduklarına
ilişkin olarak size bir delil indirmiş olsaydı, sizin onlardan korkmak
suretiyle onları Allah'a ortak koşmanız yerinde olurdu; ama Allah
buna ilişkin herhangi bir kanıt indirmemiştir. O hâlde sizin Allah'a
ortaklar koşmanız yerinde bir davranış değildir." Bilindiği gibi bu tür
bir kıyasın mefhumu olmaz; dolayısıyla, "size, hakkında hiçbir delil
indirmediği" sözünün içirdiği kayıtın büyüklenme veya aşağıdaki ayette
olduğu gibi bu niteliğin ortak koştukları için gerekli olduğuna
işaret etme amacına yönelik olduğunu söylemeye gerek yoktur. "Kim
Allah ile beraber, varlığını kanıtlayacak hiçbir delil bulunmayan bir
tanrıya taparsa..." (Mü'minûn, 117) Bu ve benzeri yorumlar zorlamadan
başka bir şey değildirler.

"Lem yunezzil bihi=Hakkında... indirmediği" ifadesinin orijinalinde yer
alan "ba" harf-i cerri, beraberlik veya nedensellik bildirir. Burada Hz.
İbrahim kendisi ile soydaşlarını iki grup şeklinde tanımlamıştır, "ben
ve siz" gibi bir ifade kullanmamıştır. Bununla, bazılarının da söylediği
gibi, hamiyet ve asabiyet duygularını kamçılamamayı amaçlamıştır.
Bunun yanında temelde aralarında tam bir ayrılığın olduğunu, bilgi
kaynakları itibariyle aynı noktada buluşamayacak şekilde ayrı olduklarını
da vurgulamak istemiştir.

82) "İnananlar ve imanlarını bir haksızlıkla bulamayanlar, işte güven
sadece onlarındır ve doğru yolu bulanlar da onlardır."

Hz. İbrahim bundan önceki ayette, soydaşlarıyla giriştiği tartışmanın
akışı içinde kimin daha çok güvende olmayı hak ettiğini sormuştu:
"Şimdi biliyorsanız söyleyin, iki topluluktan hangisi güvende olmaya
daha lâyıktır?" diye. Sonra bizzat kendisi bu soruya cevap veriyor.
Çünkü cevap açık. Tartışan iki grup da bunu inkâr etmiyor. Böyle bir
meselede soruyu soran kişinin sorduğu kişinin cevabını beklemeden
cevap vermesinin bir sakıncası yoktur. Çünkü sorulan kişi soran kişiye
karşı çıkmayacaktır. Dolayısıyla sorulan kişinin ret cevabını vermesinden
korkmaz. Nitekim yüce Allah, putların kırılması kıssasında
onların bunu itiraf ettiklerini aktarmaktadır: "Hayır, dedi, işte şu

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 433

büyükleri yapmış, onlara sorun, eğer konuşurlarsa. Kendi vicdanlarına
baş vurup, 'Hakikaten sizler haksızsınız.' dediler. Sonra yine eski
kafalarına döndürüldüler: 'Sen de bilirsin ki bunlar konuşmazlar.' dediler."
(Enbiyâ, 63-65)

Ayetlerin akışı, tefsirini sunduğumuz ayetin İbrahim Peygamber'in
sözü olmasını, onun tarafından söylenmiş olmasını gerektirmektedir.
Soydaşları tarafından söylenmiş olması ve onların ağzından aktarılan
bir cevap olması ya da tartışan iki grup arasında hüküm vermeye yönelik
olarak Allah tarafından söylenmiş olması ihtimaline gelince,
ayetlerin akışında buna ilişkin bir ipucu bulmak kesinlikle mümkün
değildir.

Her halükârda ifade iç içe girmiş zincirleme isim cümleleri şeklinde
sunulmuş olmakla güçlü bir tekit içermektedir: "Lehum'ul-emn" başlı
başına bir isim cümlesidir. Ama bu cümle aynı zamanda "ulâike" sözünün
haberidir. Dolayısıyla ikisi birlikte başlı başına bir diğer isim
cümlesini oluşturmaktadırlar. Bunun yanında "ellezîne amenû..." diye
başlayan ifadenin de haberi konumundadır. Dolayısıyla bütün ifade,
bir isim cümlesi mahiyetindedir. Ayrıca, "lehum'ul-emn=güven sadece
onlarındır." sözüne, "ve hum muhtedûn=doğru yolu bulanlar da onlardır."
ifadesinin atfedilmiş olması da bir tekit işlevini görür. Buradan
şu sonuç çıkıyor: Güvende ve hidayet üzere olmanın, iman edip
imanlarını zulme bulaştırmayanlara özgü bir nitelik olduğunda en
küçük bir kuşkuya yer yoktur.

Hiç kuşkusuz, ayet imanın güven ve hidayet üzere olma gibi sonuçlar
vermesinin imanın zulümle bulanmamış olması şartına bağlı olduğunu
ifade etmektedir. Ragıb'ın el-Müfredat adlı eserinde belirttiği gibi
"el-lebs", örtme demektir. Diyor ki: "el-Lebs kelimesinin asıl anlamı
bir şeyi örtmektir." Bu bir kinayeli anlatımdır. Burada söz konusu
örtmenin imanın aslını geçersiz kılmadığına işaret edilmiştir. Çünkü
iman fıtrîdir ve temelden yok olması mümkün değildir. Olsa olsa üzeri
örtülür, etkileri ifsat edilir, sahih bir etkinlik göstermesine engel olunur.
Zulüm, adalet ortamından çıkma, denge çizgisinden sapma demektir.
Gerçi ayette, olumsuzlama nitelikli bir akış içinde nekre yani be-

434 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

lirsiz bir şekilde kullanılmıştır ve bu, genellik ifade eder; dolayısıyla
imanın bir şekilde zulüm olarak nitelendirilebilecek herhangi bir şeyle
bir arada olmamasını gerektirir; ancak ayetin akışı zulmün imanın
ortaya çıkmasına ve arzulanan güzel sonuçlarını belirginleştirmesine
engel oluşturduğunu ifade ettiği için bu, söz konusu zulümle iman
üzerinde olumsuz etki bırakan zulmün kastedildiğine yönelik bir işaret
mahiyetindedir, iman üzerinde etkisi olmayan herhangi bir zulüm
değil.

Zulüm kavramının anlamı bazında insanların ilk kavradıkları şeyin
sosyal zulüm ve toplumun bir ferdinin can, mal ve namus güvenliğini
ortadan kaldıracak şekilde saldırıda bulunmak olduğu yönünde yaygın
bir kanı var. Fakat insanlar, daha sonra bu kavramın anlamını
genişletmişlerdir. Kanuna ve yürürlükteki geleneğe aykırı her davranışı,
hatta her günahı ve ilâhî her mevlevî=yasama nitelikli hitaba aykırı
hareket edişi zulüm olarak isimlendirmişlerdir. Bunu insanın
kendi nefsine zulmetmesi, dolayısıyla yüce Allah'a zulmetmesi şeklinde
yorumlamışlardır. Çünkü Allah'ın insanlar üzerinde itaat edilmek
ve emirlerine uyulmak gibi ilâhî hakları vardır. Hatta yanılarak,
unutarak ve bilmeden bile olsa herhangi bir yükümlülüğe aykırı davranmak
insanlar tarafından zulüm olarak isimlendirilmiştir. Fakat bu
tür nedenlerle muhalefet edenleri cezalandırma gereğini duymamışlardır.
Hatta eğitsel ve öğütsel telkinlere karşı çıkışı da insanın kendi
nefsine zulmetmesi şeklinde yorumlamışlardır. Bunun nedeni tamamen
yanılma, gayri iradî bir hareket olsa da. Hatta sağlıkla ilgili
tıbbî uyarıları dikkate almayan, sağlığı üzerinde etkili olacak telkinleri
yerine getirmeyen kimselerin bu davranışları da insanın kendine
zulmetmesi şeklinde değerlendirilmiştir. Bu, bilinçsiz bir zulüm olsa
da. Bütün bunlar, analitik açıdan zulüm kavramının anlamsal olarak
büyük gelişmeler kaydettiğini göstermektedir.

Kısacası, zulüm -şimdiye kadar yapılan açıklamalardan anlaşılacağı
gibi- geniş boyutları olan, geniş bir çerçevede ele alınması gereken
bir kavramdır. Ama zulmün her türü iman üzerinde etkili olmaz. Çünkü
yanılgı, cehalet veya farkında olmadan meydana gelen ve özü itibariyle
günah, isyan ve ilâhî emirlere muhalefet anlamını taşımayan

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 435

zulüm çeşitleri, insanı gerçek mutluluğa ve kurtuluşa ve Allah'ın rızasına
eriştirici özelliği bulunan iman üzerinde olumsuz etki bırakmazlar.
Dolayısıyla imanın etkisini göstermesi için bunlardan hiçbirinin
bulunmaması şartı gerekmez.

O hâlde, "İnananlar ve imanlarını bir haksızlıkla bulamayanlar... işte
güven sadece onlarındır." ifadesinde, imanın onun etkisini bozacak
günah ve isyandan yana güvenlik sağlaması için zulmün olmaması
şartı koşuluyor. Fakat burada dikkat edilmesi gereken bir ince husus
vardır. Tefsirimizin altıncı cildinin sonlarında geniş açıklamalarla değindiğimiz
gibi, isteğe bağlı olarak işlenen günahların birtakım dereceleri
vardır; bunlar işleyen kişinin anlayışının değişmesi oranında birbirlerinden
farklı olurlar. Meselâ bir topluluk açısından isteğe bağlı
günah niteliğine sahip olan bir zulüm, bir başka topluluk için söz konusu
olduğunda böyle bir niteliğe sahip olmayabilir.

Dolayısıyla şirk ve tevhit yollarının ayrılış noktasında duran, evrenin
bir yaratıcısının olduğunu gören, O'nun evrendeki her şeyi yarattığını,
ufuklarını var ettiğini, yerini ve göğünü oldukları yerde tuttuğunu düşünen,
hem kendisinin, hem de başkalarının O'nun rablığı altında ve
O'nun tarafından idare edildiklerine inanan, insanın gerçek hayatının
O'na inanmakla ve O'na boyun eğmekle mutlu olabileceğine iman
eden bir insan açısından zulüm, Allah'a ortak koşmak, putlar ve yıldızlar
gibi O'ndan başka varlıkların rablığına inanmaktır. Nitekim Hz.
İbrahim şu sözleriyle buna işaret etmiştir: "Siz, Allah'ın size, hakkında
hiçbir delil indirmediği şeyleri, O'na ortak koşmaktan
korkmuyorsunuz da ben nasıl sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerden
korkarım?" Şu hâlde yukarıda profilini çizdiğimiz insan açısından imanın
olumlu etkisini göstermesi ve onu mutsuzluktan yana güvencede
kılması, onun şirk ve günah nitelikli zulümle imanını bulamaması
şartına bağlıdır.

Bu aşamayı geride bırakan, tek ve ortaksız Allah'a iman eden kimse
ise, anne ve babaya kötü davranmak, yetim malı yemek, dokunulması
haram olan cana kıymak, zina etmek ve içki içmek gibi büyük
günahlardan oluşan zulümle karşı karşıyadır. Böyle bir insanın imanının
güzel etkilerini göstermesi, onun bu tür zulümlerden uzak dur-

436 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

masına bağlıdır. Eğer bu insan sözünü ettiğimiz bu zulümlerden uzak
durmayı başarırsa, yüce Allah, ona, işlediği küçük günahları sileceğini
vaat etmiştir. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Eğer size yasak
edilen günahların büyüklerinden kaçınırsanız, sizin kötülüklerinizi
(küçük günahlarınızı) bağışlarız ve sizi şerefli ve güzel bir yere sokarız."
(Nisâ, 31) Böyle bir insanın imanının etkisinin bozulması, bu gibi
günahlardan dolayı çektiği azabın neden olduğu mutsuzluk şeklinde
kendini gösterir. Gerçi şirkin azabı gibi sonsuz ve kesintisiz olmaz,
zamanın dolması veya bir şefaat dolayısıyla sona erebilir.
Takva azığını alıp kendini bu yönde donatan, Rabbinin makamına ilişkin
sahih bir bilgi elde eden insan, Rabbine ilişkin bilgisinin derecesine
göre belirginleşen bu tür zulüm çeşitlerini işlememekle yükümlüdür.
Mekruhları işlemek, müstehapları terk etmek ve mubahlara
aşırı derecede dalmak gibi. Bunların da ötesinde üstün ahlâk ve
rabbanî huylarla ilgili başka günahlar da vardır. Bunun da ötesinde
sevgi yoluna arız olan, yakınlık ortamına musallat olan günahlar,
sürçmeler söz konusudur. Bu mertebelerin her birinde imanın insana
güven vermesi ve mutsuzluktan uzak tutması, bulunduğu mertebeye
denk düşen zulümlerden korunması şartına bağlıdır.

Buna göre, "İnananlar ve imanlarını bir haksızlıkla bulamayanlar..."
ifadesi, zulüm kavramı açısından mutlaklık bildirmektedir; ama iman
mertebeleri açısından farklı yansımalar gösteren bir mutlaklık... Ayetlerin
akışı müşriklerle tartışma nitelikli olduğuna göre, burada olumsuzlanan
zulüm, yalnızca şirk nitelikli zulümdür. İmanın sağladığından
söz edilen güven de, korkulan ebedî mutsuzluk ve sonsuz azaptan
yana güvende olmadır. Bununla beraber ayet, içinde yer aldığı
ayetler grubundan bağımsız olarak ele alındığında bağımsız bir anlam
da ifade etmektedir. Buna göre, imanın bir sonucu olan güven ve
hidayet üzere olma etkinliklerinin ortaya çıkması, imanın kendisini
örten, etkilerine engel olan her türlü zulümden sakınılması şartına
bağlıdır.

Ayette değinilen iman, mutlaklık ifade etmektedir. Bundan maksat
da kendisini yapan veya yıkan niteliklerle kayıtlanabilen rablığa
imandır. Ardından, "İmanlarını bir haksızlıkla bulamayanlar..." kaydı

En'âm Sûresi / 74-83 .................................................................... 437

düşülünce, yüce Allah'ın rablığına iman ve O'ndan başka, putperestlerin
ortak koştukları putların rablığını da reddetme şeklindeki imanın
kastedildiği belirginlik kazanıyor. Çünkü bundan önceki ayette
anlatıldığı gibi, İbrahim (a.s) onların Allah'a ortak koştukları
şeylerin rablığını ileri sürmelerinin, onlara iman etmelerinin, bunların
Allah'ın yarattığı varlıklar olduğunu bilmelerine rağmen böyle bir
iddiada bulunmalarının Allah tarafından kendilerine gelen bir delile
veya bir belgeye, onlara Allah tarafından tanınmış bir yetkiye dayan-
madığını söylemektedir.

Bu kapsamda Hz. İbrahim diyor ki: "Sizin Allah'a ortak koştuğunuz
şeylere inanmanız sizin için kötü bir akıbeti kaçınılmaz kılmaktadır,
bir mutsuzluk girdabına düşmenize neden olmaktadır. Üstelik bunu
sizin taptığınız putların gidermesi de mümkün değildir. Çünkü onlar
zarar veya yarar verecek güçte değildirler." Buna karşılık o, kendisini
yoktan var eden Allah'a iman etmiştir. O hidayet olgusunu da yönlendirmektedir,
bu hususta tasarruf yetkisi O'nun tekelindedir. O geniş
bilgiye sahip olduğu için her işte iradesi ve dilemesi etkindir. Sonra
soydaşlarına şu soruyu yöneltiyor: "Şimdi söyleyin, iki gruptan
hangisi daha çok güvende olmayı hak etmektedir ve hangi grup inandığı
rabbi itibariyle kazançlıdır? Her iki grup da rabbe inanıyor.
Ama inandıkları rabler farklıdır. Bir grup rablığına kanıt bulunan birine
inanıyorken, diğer grup hakkında hiçbir kanıt bulunmayan, tam
tersine aksine kanıt bulunan bir rabbe iman etmektedir.
Bundan da anlaşılıyor ki: "İnananlar..." ifadesinden rablığa yönelik
mutlak bir iman kastedilmektedir. "İmanlarını bir haksızlıkla bulamayanlar"
ifadesiyle kayıtlanması, yüce Allah'a yönelik gerçek bir
imanın kastedildiğini gösterir. Bu husus üzerinde iyice düşünmelisin.

Şimdiye kadar yaptığımız açıklamalardan sırasıyla şu hususlar ortaya
çıkıyor:

Birincisi: Burada işaret edilen iman, rablığa (yönetsel tanrılığa) imandır.
Evrenin bir yaratıcısının varlığını inkâr edenler karşısında bir yaratıcının
varlığına iman etme kastedilmemiştir.

İkincisi: Ayette geçen zulüm kavramı mutlaktır. İmana zarar veren ve
etkinliğini ifsat eden tüm haksızlıkları kapsar. Aynı şekilde güvenden

438 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

maksat da mutlak bir güvendir. Her türlü günah ve isyanın neden olduğu
mutsuzluktan yana güvende olmak örneğin. Hidayetten maksat
da her türlü sapıklıktan kurtuluş kastedilmiştir; ayette sırf şirk günahına
tatbik edilse bile.

Üçüncüsü: Zulmün mutlaklığı, imanın mertebelerinin farklılığı oranında
farklılık gösterir.

Bazı müfessirler, ayette geçen zulüm kavramının mutlaklığının ifade
ettiği anlamla ilgili olarak şunları söylemişlerdir:

"Ayette geçen güven olgusu, iman edip imanlarına zulüm bulaştırmayanlarla
sınırlıdır. Ayetteki genellik mutlak şekilde yorumlandığında
ve iman konusunun göz önünde bulundurulmaması esasına
dayalı olarak değerlendirildiğinde, şöyle bir anlam elde etmiş oluruz:
İman eden ve dinsel ya da dünyevî açıdan bedensel veya ruhsal amellerinde,
gerek kendilerine ve gerekse canlı, cansız, akıllı, akılsız
tüm varlıklara yönelik olarak herhangi bir zulmü imanlarına bulaştırmayanlar
için, işlenen günahlara ve kötülüklere yönelik olan ahiret
azabından yana güvende olmak vardır. Aynı şekilde sebeplerle sonuçlar
arasındaki ilişkiyi gözetmemekten kaynaklanan yoksulluk,
sakatlık ve hastalık gibi dünyevî azaplarından yana da güvende olurlar.
Ama bu iki bağlamda, hem kendilerine, hem de başkalarına
zulmedenler için böyle bir güvence yoktur. Çünkü zalimler için kurtuluş
yoktur. Bilâkis her zalim azapla burun burunadır. Ama yüce Allah,
rahmetinin genişliği dolayısıyla her zalimin işlediği her türlü
zulme azapla karşılık vermez. Bilâkis dünyada işlenen günahların
çoğunu affeder. Ahi-rette dilediğine azap eder, dilediğini bağışlar.
Ama şirk günahı affın kapsamına girmez."

Diyor ki: "Ayetin tefsiri bağlamında yapılan bu değerlendirme özü itibariyle
doğrudur. Buradan şu sonuç çıkar: Allah'ın uhrevî veya dünyevî,
yasal veya evrensel azabının korkusundan yana güvende olmak,
kemal ehlinin temayüz ettiği ilâhî heybet ve ululuktan korkmak bir
yana, hiçbir mükellef için söz konusu değildir."
Müfessir devamla diyor ki: "Fakat ayeti, mutlak değilmiş gibi ele aldığımızda
şöyle bir anlam elde etmiş oluruz: İman eden ve imanlarına
büyük bir zulmü, yani Allah'a ortak koşmayı bulaştırmayanlar

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 439

dinin temelleriyle ilgili suçlar için öngörülen azaptan, yani ebedî azap
yurduna girmekten yana güvendedirler. Başkaları değil. Büyük zulüm
dışındaki günahları açısından ise, korku ve ümit arasında beklemek
durumundadırlar."

Sonra şunları söylüyor: "Fakat ayetin zahiri, genellik ifade ettiğini
gösterir mahiyettedir. Sahabeden rivayet edilen bir görüş de ayetin
bu yönde değerlendirilmesinin gerekliliğini ortaya koyacak mahiyettedir.
Rivayete göre bu ayet nazil olduğunda, içeriği insanlara ağır
geldi. Dediler ki: 'Ya Resulallah, hangimiz kendi nefsine zulmetmez
ki?' Peygamberimiz (s.a.a) onlara dedi ki: 'Burada sözü edilen zulümden
maksat, şirktir.' Ayetin akışından ve işlenen konunun da iman
olmasından hareketle böyle bir sonuç çıkarmak mümkündür." Müfessirin
görüşleri özetle bundan ibarettir.

Adı geçen müfessirin değerlendirmeleri birkaç açıdan sorunlu gözükmektedir:
Birincisi: Sahabenin görüşünden hareketle ayetin genelliğine ilişkin
bir çıkarsamada bulunması, aslında söylediği genel anlamla çelişmektedir.
Çünkü rivayette belirtildiğine göre, sahabe zulüm kavramını
günah olarak algılamıştır. Müfessirin vurguladığı ise, bundan daha
genel bir anlamdır.

İkincisi: Zulüm kavramının, hatta hiçbir açıdan günah kavramının
kapsamına girmeyecek şeyleri kapsayacak ölçüde genel tutulması
ve sonra ayetin bu şekilde tefsir edilmesi, ayetin işaret ettiği anlama
yabancı gelebilecek bir yorumdur. Çünkü ayet, güven ve hidayet üzere
olmanın imanın bir sonucu olduğunu ve bunun da imanın sonuçlarının
zulüm tarafından örtülmemesi, ifsat edilmemesi şartına bağlı
olduğunu vurgulamaya yöneliktir. Bu nitelikte olan bir zulüm ise herhangi
bir açıdan günah niteliğini taşımalıdır. Bilmeden sağlığa zararlı
yiyecekler yemek gibi günah sayılmayan şeylerse, güvende olmak ve
hidayete ermek gibi imanın temel işlevlerini ifsat edici etkilere sahip
değildirler. Ayetin maksadı, imanı bir an için göz ardı etmek suretiyle
bile olsa her türlü zulmün etkisini açıklamak değildir. Çünkü, "İnananlar
ve imanlarını bir haksızlıkla bulamayanlar" ifadesinde asıl konu
imandır. Ama bu iman zulümle bulaşmamış olmakla kayıt altına

440 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

alınmıştır. Sonuçları da güvende olma ve hidayet üzere bulunma şeklinde
gösterilmiştir. Zulüm ayetin temel konusu olmadığı için zulmün
sonuçlarının açıklanması amaçlanmamıştır.

Dolayısıyla ayet, gerçek imanın vazgeçilmez etkinliklerini açıklama
amacına yöneliktir. Zulüm ise son derece geniş kapsamlı ve kendine
özgü sonuçları ve etkinlikleri bulunan bir kavram olarak bu ayette
kesinlikle bu yönüyle ele alınmamıştır. Doğal olarak müfessirin, "Bu
ayetin tefsiri bağlamında yapılan bu değerlendirme özü itibariyle
doğrudur." şeklindeki açıklaması kesin olarak yanlıştır.

Üçüncüsü: Müfessirin, "Buna göre mutlak anlamda güvende olmak
hiçbir mükellef için söz konusu değildir." şeklindeki sözü, açıkça
kendisinin ön gördüğü mutlaklık bazında ayetin hiçbir nesnel karşılığının
olmadığını vurgulamaktadır. Bunu kabul etmekse, ayetin yararsızlığını
onaylamak anlamına gelir. Hiçbir nesnel karşılığı bulunmayan
bir sözü bir kanıt çerçevesinde sunmanın ne faydası olabilir ki?

Dördüncüsü: Söz konusu müfessir ayetin anlamı olarak, "Bundan
maksat özel zulüm, yani şirktir." çıkarsamasını seçmesi yanlıştır.
Çünkü ayet, lafzının genelliği açısından imanın şirkten uzak olmasını,
onun yıkıcı etkilerinden korunmasını da ifade ediyor olsa da bu, genel
lafzın özel bir olguya uyarlanması şeklinde elde edilen bir çıkarsamadır.
Ama tavır ya da lafızdan, bitişik ya da ayrı hiçbir karine
yokken genel bir lafızdan özel bir anlamı kastetmek, kesinlikle belâgat
sanatıyla bağdaşmaz. Bu, apaçık bir husustur.
Müfessirin Peygamberimizin (s.a.a), "Burada sözü edilen zulümden
maksat, şirktir." şeklindeki sözüne işaret etmesine gelince, buradan
Peygamberimizin ayetin lafzî maksadının şirk olduğunu kastettiğine
ilişkin bir anlam çıkmaz. Bu sadece bir uyarlamadır. İnşaallah önümüzdeki
rivayetler bölümünde bu hadis üzerinde duracağız.

83) İşte bunlar, kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz hüccetlerimizdir.
Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz...


Kanıttan söz edilirken uzaklığı bildiren işaret zamirinin ("tikle" kelimesinin)
kullanılması kanıtın büyüklüğünü, önemliliğini vurgulamak içindir.
Çünkü İbrahim'e gösterilen, kesin bir kanıttı, fıtratın yöntemiyle ör

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................ 441

tüşüyordu. Öncülleri de dahil bütünü fıtrattan meydana gelmiştir.
"Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz." Dereceler -söylendiği gibi- merdivenin
basamakları anlamına gelir. Daha sonra bu kavram anlamsal
bir genişlemeye uğramıştır. İlim, iman, saygınlık ve makam gibi manevî
kemal ve olgunluk mertebeleri için de kullanılır olmuştur. O hâlde,
yüce Allah'ın dilediği kimseleri derecelerle yükseltmesi, ona bazı
manevî olgunluk mertebelerini, gerçek faziletleri ve ilim ve takva gibi
kişinin kazancına bağlı, peygamberlik, resullük ve rızk gibi insanın
kazancına bağlı olmayan hayırlara özgü kılması anlamına gelir.
Dereceler, olumlu cümle akışı içinde belirsiz kullanım olduğundan
dolayı, belirsizliği ve mutlak olmayışı ifade eder. Ancak kavramın anlamı
itibariyle şunu kesin olarak söylemek mümkündür: Konunun
özelliği de göz önünde bulundurularak, burada kastedilen ilim ve
hidayet dereceleridir. Yüce Allah İbrahim'i hidayetiyle, göklerin ve
yerin melekûtunu göstermesiyle, kendisine kesin bilgi ve tartışılmaz
kanıt göstermesiyle yükseltmişti. Bütün bunlar ilim kavramının
kapsamına girerler. Nitekim yüce Allah ilmin dereceleri hakkında
şöyle buyurmuştur: "Allah sizden inananları ve kendilerine ilim
verilenleri derecelerle yükseltir." (Mücâdele, 11)

Tefsirini sunduğumuz ayet, "Şüphesiz Rabbin hüküm ve hikmet sahibidir,
bilendir." ifadesiyle son buluyor. Bununla vurgulanmak istenen
husus şudur: Bütün bunlar Allah'ın hikmeti ve bilgisi çerçevesinde
gerçekleşiyorlar. Nitekim bu kanıttan önce surede Peygamberimizle
ilgili olarak sözü edilen kanıtlar da O'nun hikmeti ve bilgisi çerçevesinde
sunulmuşlardı. Ayrıca ayetin akışı içinde mütekellim sıygasından
gayıp sıygasına geçiş yapılmıştır. Bununla Peygamberimizin gönlünün
hoş tutulması ve sözü edilen bilgilerin onun gönlünde yerleşmesi
amacı güdülmüştür.

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

Uyun-u Ahbar'ır-Rıza adlı eserde şöyle deniyor: Bize Naim b. Abdullah
b. Temim el-Kureşî (r.a) şunları söyledi: Bana babam anlattı, ona da
Hamdan b. Süleyman Nişaburî aktarmış, o da Ali b. Muhammed b.
Cehm'den şöyle duymuş: Bir gün Halife Me'mun'un meclisine

442 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

gittim, yanında İmam Rıza (a.s) da bulunuyordu. Me'mun İmam Rıza'ya
dedi ki: "Ey Resulullah'ın oğlu, sen değil misin peygamberler
ma-sumdur diyen?" İmam, "Evet." dedi. Bunun üzerine Me'mun
Kur'ân-dan ayetler okuyarak anlamlarını sordu. Sorduğu sorular arasında
şu da vardı: "Bana yüce Allah'ın İbrahim Peygamber'le ilgili olarak
aktardığı şu ayetin ne anlama geldiğini söyler misin? "Derken üzerine
gece çökünce, İbrahim bir yıldız gördü, 'Budur rabbim!' dedi."
İmam Rıza (a.s) şöyle dedi: "İbrahim, o sırada üç toplulukla karşılaştı.
Bunlardan biri Zühre Yıldızı'na tapıyordu, biri Ay'a, biri de Güneş'e
tapıyordu. İbrahim Peygamber gizlendiği mağaradan ilk kez çıkarken
bunlarla karşılaşmıştı. Üzerine gece çökünce, Zühre Yıldızı'nı gördü
ve işin aslını öğrenme dürtüsüyle ve ayrıca da inkâr maksadıyla, 'Budur
rabbim!' dedi. Yıldız batınca, 'Ben batanları sevmem.' dedi. Çünkü
batma, sonradan olma varlıkların özelliğidir, öncesiz, kadim bir
varlığın değil. Bu sefer Ay'ın doğduğunu görünce, aynı öğrenme merakı
ve inkâr dürtüsüyle, 'Budur rabbim!' dedi. Daha sonra Ay da batınca,
'Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, elbette sapan topluluktan
olurdum.' dedi. Sabah olunca Güneş'i doğarken gördü. Bu sefer
de öğrenme ve inkâr merakıyla, 'Budur rabbim! Bu, Zühre Yıldızı'ndan
da, Ay'dan da daha büyüktür.' Onaylama ve haber verme
maksadıyla söylemiş değildir bu sözü. Daha sonra güneş de batınca
Zühre Yıldızı'na, Ay'a ve Güneş'e tapan üç gruba birden şöyle dedi: Ey
kavmim, ben sizin Allah'a ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Ben
hanif olarak yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yaratana çevirdim ve
ben O'na ortak koşanlardan değilim."

"İbrahim Peygamber bu sözleriyle onların dinlerinin yanlışlığını göstermeyi
amaçlıyordu. Zühre Yıldızı, Ay ve Güneş gibi varlıklarınkine
benzer niteliklere sahip şeylere ibadet edilmeyeceğini, ancak onların
ve göklerin ve yerin yaratıcısına ibadet edilebileceğini göstermek
istiyordu. Yüce Allah'ın da buyurduğu gibi, soydaşlarına karşı kullandığı
kanıtlar yüce Allah'ın kendisine ilham ettiği bilgilerden kaynaklanıyordu:
Bunlar kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz hüccetlerdi."
Bunun üzerine Halife Me'mun şöyle dedi: "Allah işlerini hayırlı kılsın
ey Resulullah'ın oğlu." [c.1, s.195, h: 1]

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 443

Ben derim ki: Rivayetin içeriğinin, ayetlerin akışından çıkardığımız
bazı sonuçları destekler mahiyette olduğu açıktır. Yine ayetlerden algıladığımız
diğer bazı sonuçları destekleyen başka rivayetlere de yer
vereceğiz. Fakat rivayette yer alan, İbrahim'in, "Budur rab-bim!" sözünün
öğrenme ve inkâr amacıyla söylendiğine, haber verme ve onaylama
amaçlı olmadığına ilişkin değerlendirmeye gelince, bu da
yukarıda değindiğimiz gibi ayetlerin tefsirine ilişkin değerlendirmelerden
biridir. İmam (a.s) bunu Me'mun'un karşı tezini çürütmek
maksadıyla dile getirmiştir. İleride değineceğimiz gibi, şayet ortada
başka değerlendirmeler varsa, bu değerlendirme onların doğruluğunu
olumsuzlamaz.

Aynı şekilde rivayette yer alan, "Batma, sonradan olma varlıkların
özelliğidir..." şeklindeki ifadeye gelince, bu, bazılarının söylediği gibi
ifadenin kanıtın batma özelliğine sahip sonradan olma varlık esasına
dayandığını anlatmaya çalıştığını ortaya koymaz. Çünkü kanıtın
sevginin yokluğundan edinilmesi de caizdir. Sevginin yokluğu da,
batmanın sevgiyle bağlanılmaması gereken sonradan olma varlıkların
özelliği olmasından kaynaklanıyor. Bu husus üzerinde iyice
düşünmek gerekir.

Kemal'ud-Din adlı eserde, müellif diyor ki: Babam ve İbn-i Velid birlikte
Sa'd'dan, o da İbn-i Bureyd'den, o da İbn-i Ebi Umeyr'den, o da
Hişam b. Salim'den, o da Ebu Basir'den, o da İmam Cafer Sadık'tan
(a.s) şöyle rivayet eder: "İbrahim'in babası Nemrud b. Kenan'ın müneccimiydi.
Nemrud onun görüşüne başvurmadan herhangi bir hüküm
vermezdi. İbrahim'in babası bir gece yıldızları gözlemledi, sabah
olunca Nemrud'a şöyle dedi: 'Bu gece acayip bir şey gözlemledim.'
Nem-rud ona dedi ki: 'Ne gördün?' Dedi ki: 'Dünyamıza bir çocuğun
doğacağını ve bizim helâkimizin onun elinden olacağını gördüm. Onun
ana rahmine düşmesi yakındır.' Nemrud bu sözler üzerine hayrete
düştü ve dedi: 'Şu anda ana rahmine düşmüş müdür?' 'Hayır.' dedi.
Ona verilen bilgiler arasında onun ateşte yakılacağı da vardı; ancak
ona Allah'ın onu kurtaracağı bilgisi verilmemişti."
"Bunun üzerine erkeklerin kadınlara yaklaşmalarına izin verilmedi.
Erkekler onlara ulaşmasın diye bütün kadınlar ayrı bir şehre götürül-

444 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

dü. Bu sırada İbrahim'in babası karısıyla birleşti ve karısı hamile kaldı.
Adam karısının hamile kaldığı endişesine kapıldı. Bu yüzden ebeleri
çağırdı. Ki İbrahim'in anasının karnını muayene etsinler, gebe olup
olmadığını anlasınlar. Ebeler kadını muayene ettiler, fakat yüce
Allah cenini rahmin sırt tarafına doğru yönelterek tespit edilmesini
önledi. Ebeler: 'Rahimde gebelik belirtilerine rastlamadık.' dediler."
"İbrahim'in annesi çocuğunu doğurunca babası, onu Nemrud'a götürmek
istedi. Annesi dedi ki: 'Oğlunu öldürmesi için Nemrud'a götürme.
Bırak onu götüreyim, bir mağaraya yerleştireyim. Orada eceliyle
ölsün. Sen de evlât katili olmaktan kurtulursun.' Adam da karısına,
'Al, götür.' dedi. Kadın oğlunu alıp mağaraya götürdü, emzirdi,
ardından mağaranın ağzına bir kaya yerleştirdi. Sonra oradan ayrılıp
geldi. Allah rızkını baş parmağından gönderdi. İbrahim baş parmağını
ağzına koyduğunda ondan süt içerdi. İbrahim bir günde yaşıtlarının
bir haftada geliştikleri kadar gelişme gösteriyordu. Onun bir haftadaki
gelişmesini ise, başka çocuklar ancak bir ayda gösterirlerdi. Bir aylık
gelişmesi de diğer çocukların bir yıllık gelişmesine denkti. Orada
Allah'ın dilediği kadar kaldı."

"Derken bir gün İbrahim'in annesi babasına dedi ki: 'Bana izin ver,
gidip çocuğu göreyim.' Adam, gidebileceğini söyledi. Kadın mağaraya
geldiğinde İbrahim'in gözlerinin iki çıra gibi parladığını gördü. Çocuğu
aldı, bağrına bastı, emzirdi. Sonra geri döndü. Babası, ne yaptığını
sorduğunda, 'Onu gömdüm.' dedi."

"Kadın bir süre böyle bekledikten sonra, her gün bir bahaneyle evden
çıkmaya başladı. Bu sırada mağaraya gidiyor, çocuğu emziriyor,
temel ihtiyaçlarını gideriyordu. Sonra evine geri dönüyordu. İbrahim
yürümeye başlayınca, annesi her zamanki gibi yanına geldi ve her
zamanki gibi bakımını yaptı. Annesi eve geri dönmek isteyince, İbrahim
elbisesinden tuttu. Kadın, 'Niye böyle yapıyorsun?' diye sordu. İbrahim,
'Beni de beraberinde götür.' dedi. Kadın dedi ki: 'Babandan izin
almadan seni götüremem.' dedi. Böylece İbrahim bir süre daha
tek başına mağarada kaldı, kendini insanlardan gizledi. Nihayet bir
gün ortaya çıktı ve Allah'ın emrini açık bir şekilde dile getirdi. Allah
onun şahsında kudretini insanlara gösterdi." [c.1, s.198, h: 7]

En'âm Sûresi / 74-83 .......................................................................... 445

Ben derim ki: Kısas'ul-Enbiyâ adlı eserde Şeyh Saduk'tan, o da babasından
ve İbn-i Velid'den rivayet etmiş ve rivayet zincirini Ebu Basir'e
kadar uzatarak İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediğini aktarmıştır:
"İbrahim'in amcası Azer Nemrud'un müneccimiydi. Nemrud onun görüşünü
öğrenmeden herhangi bir hüküm vermezdi. Bir gün dedi ki:
'Bu gece acayip bir olay gözlemledim.' Nemrud, 'Ne gördün?' diye
sordu. Dedi ki: 'Dünyamıza bir çocuk gelecek ve bizim helâkimiz o
çocuğun elinden olacaktır.' Bunun üzerine erkeklerin kadınlarla birleşmeleri
yasaklandı. O sırada İbrahim'in babası Tarekh karısıyla ilişkiye
girdi ve kadın hamile kaldı." ... -Hadis bu şekilde devam eder.-
Bihar'ul-Envar adlı eserin müellifini, iki hadisin senetlerinin ve İbrahim'in
babası dışında içeriklerinin aynı olması şu şekilde yoruma götürmüştür:
"Öyle anlaşılıyor ki, Ravendi'nin rivayet ettiği de bu haberin
aynısıdır. Sadece İmamiye Mezhebi'nin temelleriyle bağdaşsın diye
değiştirmiştir." Daha sonra putperest Azer'in İbrahim'in öz babası
olduğunu ifade eden rivayetleri takiyye gereği aktarılmış rivayetler
şeklinde izah etmiştir. [c.12, s.42 ve 48]

Bundan önceki rivayetin içeriğiyle örtüşen benzeri bir rivayeti Kum-mî ve
Ayyâşî kendi tefsirlerinde aktarmışlardır. Ehlisünnet kanallarında da
Mücahid'den rivayet edilmiştir. Taberî Tarihi'nde, Sa'le-bî Kısas'ul-
Enbiyâ'da selefin ve ilim ehlinin genelinden rivayet etmişlerdir.
Her halükârda söylenmesi gereken şudur: Hadis ve rivayet âlimleri
İbrahim'in (a.s) başlangıçta Nemrud'un kendisini öldürmesinden korkulduğu
için bir mağarada gizlendiği hususunda görüş birliği içindedirler.
Bir süre sonra ortaya çıkmış, babası ve soydaşlarıyla putlar,
yıldızlar, Ay ve Güneş hakkında tartışmıştır. Rablık iddiasında bulunan
kralla tartışmaya girmiştir. Daha önce kıssayı aktaran ayetlerin
akışının bu anlamı destekler mahiyette olduğunu belirtmiştik.
İbrahim'in babasının adına gelince: Tarih bilginleri onun adının Târeh
veya Târekh olduğunu söylerler. Azer ya onun lakabıdır, ya da bir putun
adıdır veya onların dillerinde övgü ve yergi anlamını ifade eden
bir niteliktir. Çünkü onların diline göre pazulu veya topal anlamına
geliyordu. İbrahim onu bu şekilde nitelemiş olabilir.
Tarihçiler Kur'ân'ın İbrahim'in babası olduğunu ve İbrahim'in kendi-

446 ....................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

siyle tartıştığını söyledikleri bu adamın adının Târekh olduğunu ve İbrahim'in
öz babası olduğunu söylemektedirler. Ehlisünnet'ten bazı
hadis ve kelâm âlimleri de bu görüşe katılmışlardır; ancak Ehlisünnet'ten
diğer bir grup buna karşı çıkmıştır. Şiîlerin neredeyse tamamı
bu karşı görüştedir; ancak Şiî bazı hadisçiler de aksi yöndeki rivayetlere
eserlerinde yer vermişlerdir. Müşrik Azer'in İbrahim'in öz babası
olma-dığını, amcası veya annesinin babası olduğunu söyleyenler Sünnî
ve Şiî kaynaklarda yer alan şu rivayetleri esas almışlardır: "Peygamber
efendimizin (s.a.a) bütün ataları muvahhittiler. Onların arasında bir tek
müşrik yoktu." İki grup arasında bu çerçevede uzun tartışmalar olmuştur.
Ben derim ki: Bu tarz bir araştırma, ne şekilde olursa olsun, tefsir
amaçlı bir araştırmanın konusu değildir. Ancak her iki grup da bu konuda
araştırma yapmak ve gerçeği ortaya çıkarmak durumundadırlar.
Fakat bizim buna ihtiyacımız yoktur, böyle bir şeye gerek de duymuyoruz.
Biz daha önce, En'âm Suresi'nin bu ayetlerinde sözü edilen
müşrik Azer'in İbrahim'in öz babası olmadığının ayetlerce ortaya
konduğunu belirtmiştik.

O hâlde, Azer'in İbrahim'in öz babası olduğunu söyleyen rivayetler,
birbirleriyle çelişmeleri bir yana, Kur'ân'a ters düştükleri için üzerinde
durmaya değmez. Böyle olunca da bu kadar farklı görüşlere rağ-men
takiyyeye yorumlanabilse bile, bu tür rivayetlerin varlığını takiy-ye
şeklinde yorumlamanın anlamı da yoktur.

Tefsir'ul-Kummî'de, "Böylece İbrahim'e... gösteriyorduk." ayetiyle ilgili
olarak şöyle deniyor: Bana babam anlattı, ona da İsmail b. Merrar anlatmış,
o da Yunus b. Abdurrahman'dan duymuş, o da Hişam'dan aktarmış,
o da İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediğini aktarmış: "Yerin
ve üzerindeki varlıkların, göğün ve üzerindeki varlıkların, göğü taşıyan
meleklerin, arşın ve onun üzerinde olanın üzerindeki perdeler İbrahim
için kaldırıldı. Aynı perde Resulullah (s.a.a) ve Emir'ül-Mümi-nin
(a.s) için de kaldırıldı." [c.1, s.205]

Ben derim ki: Aynı hadis Besair'ud-Derecat adlı eserde iki kanaldan
Abdullah b. Müskan ve Ebu Basir aracılığıyla İmam Sadık'tan (a.s) rivayet
edilmiştir. Ayrıca bir kanaldan da Abdurrahim aracılığıyla

En'âm Sûresi / 74-83 ..................................................................... 447

İmam Bâkır'dan (a.s) rivayet edilmiştir.1 Tefsir'ul-Ayyâşî'de Zürare ve
Ebu Basir aracılığıyla İmam Cafer Sadık'tan (a.s) ve yine Zürare ve
Abdurrahim el-Kasîr kanalıyla İmam Bâkır'dan (a.s) rivayet edilmiştir.
2 ed-Dürr'ül-Mensûr'da da, selef müfessirlerinden olan İbn-i Abbas,
Mücahid ve Süddî'den rivayet edilmiştir.3 İleride arştan söz ederken
el-Kâfi'de yer alan ve Hz. Ali'den (a.s) rivayet edilen hadis bağlamında
arş kavramını açıklayacağız. Ali (a.s) diyor ki: "Arşı ve çevresindekileri
taşıyanlar, Allah'ın ilmini bahşettiği âlimlerdir. Bu, Allah'ın asfi-yasına
(peygamberlere vasi kıldığı imamlara) gösterdiği melekûttur. Dostu
İbrahim'e de göstermişti. 'Böylece biz İbrahim'e göklerin ve yerin
melekûtunu (Allah'ın onlar üzerindeki mutlak egemenlik ve saltanatını)
gösteriyorduk ki (müşriklerle tartışırken kanıt gösterebilsin) ve
kesin inananlardan olsun.' ..." [c.1, s.129-130, h: 1]

Bu hadiste melekûtun gösterilmesinin anlamıyla ilgili olarak elimize
ulaşan birçok rivayetin açıklaması söz konusudur. Ayrıca konuyla ilgili
olarak yaptığımız açıklamaların da desteklendiği gözlenmektedir.
İnşaallah A'râf Suresi'ni tefsir ederken, bu hadisi daha etraflıca ele
alacağız.

Tefsir'ul-Ayyâşî'de, Ebu Basir'den, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s)
şöyle rivayet eder: "Allah ona göklerin ve yerin melekûtunu gösterirken
birden dikkatini çekti, zina eden bir adam gördü; ona beddua etti
ve adam öldü. Yine bir başkasını gördü; ona da beddua etti, o da öldü.
Derken üç kişi daha gördü, onlara da beddua etti, onlar da öldüler.
Bunun üzerine Allah ona şöyle vahyetti: Ey İbrahim senin duan
kabul olur. Benim kullarım için beddua etme. Çünkü ben dileseydim,
onları yaratmazdım. Ben kullarımı üç grup hâlinde yarattım. Bir grup
bana ibadet eder, bana hiçbir şeyi ortak koşmaz. Bir grup benden
başkasına ibadet eder; fakat bana hesap vermekten kurtulamazlar.
Bir diğer grup da benden başkasına ibadet eder, onların soyundan
bana ibadet edenleri çıkarırım." [c.1, s.364, h: 37]

1- [Basair'ud-Derecat, s. 106, h: 1, 2 ve 5]
2- [Tefsir'ul-Ayyâşî, c.1, s.363, h: 33, 34 ve 35]
3- [ed-Dürr'ül-Mensûr, c.3, s.23-24]

448 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Ben derim ki: Bu rivayet müstafizdir (birçok kanaldan rivayet edilmiştir).

el-Kâfi'de müsnet olarak Ebu Basir'den, o da İmam Sadık'tan
(a.s) rivayet etmiştir.1 Şeyh Saduk İlel'uş-Şerayi adlı eserde İmam Cafer
Sadık'tan (a.s),2 Tabersî el-İhticac adlı eserde, İmam Hasan Askerî'den
(a.s) rivayet etmiştir.3 Aynı rivayet ed-Dürr'ül-Mensûr adlı eserde
İbn-i Mürdeveyh kanalıyla Hz. Ali'den (a.s), o da Resulullah'-tan
(s.a.a) aktarmıştır. Yine Ebu'ş-Şeyh'ten ve İbn-i Mürdeveyh'den aktarmıştır.
Beyhakî eş-Şuab adlı eserde Şehr b. Havşeb'den, o da Muaz
b. Cebel'den, o da Resulullah'tan (s.a.a) mevkuf olarak birçok müfessirden
rivayet etmiştir.

Tefsir'ul-Ayyâşî'de Muhammed b. Müslim'den, o da İmam Bâkır ve
İmam Sadık'tan birinden, İbrahim'in yıldızı görmesiyle ilgili olarak
şöyle rivayet edilir: "O, Rabbini arıyordu; bu sözleriyle küfre varmamıştı.
Dolayısıyla insanlar içinde aynı yöntemle düşünenler, onun gibidirler."
[c.1, s.364, h: 38]

Tefsir'ul-Kummî'de şöyle deniyor: İmam Sadık'tan (a.s), Hz. İbrahim-
'in, "Budur rabbim!" sözü hakkında bir soru soruldu, "İbrahim, bu sözü
söylemekle şirke düştü mü, düşmedi mi?" diye. Buyurdu ki: "Bugün
kim, böyle bir şey söylerse, o müşriktir; ama İbrahim açısından
bu söz şirk sayılmaz. O, Rabbini arıyordu; başkası içinse şirk anlamına
gelir."

Ben derim ki: Rabbini arayan kimsenin karşıtı, kendisine tam açıklama
ulaşan ve açık kanıt önüne konan kimsedir. Böyle biri için araştıran
denmez. Dolayısıyla araştıran birinin dışındaki bir kimsenin şirk
ifade eden bir sözü bir varsayım olarak söylemesi doğru değildir.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de Hicr'den şöyle rivayet edilir: Ala b. Seyyabe İmam
Cafer Sadık'a (a.s) birini göndererek, İbrahim Peygamber'in, "Budur
rabbim!" sözünün anlamını sordu ve "Bugün kim böyle bir şey söylerse,
bize göre o müşriktir." dedi. İmam buyurdu ki: "Bu, İbrahim açı-

1- [el-Kâfi, c.8, s.305, h: 473]
2- [İlel'uş-Şerayi, c.2, s.585, h: 31]
3- [el-İhticac, c.1, s.36]

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 449

sından şirk sayılmaz. O, Rabbini arıyordu. Bu söz başkasından şirk
sayılır." [c.1, s.365, h: 41]

Yine Tefsir'ul-Ayyâşî'de Muhammed b. Hamran'dan şöyle rivayet edilir:
Allah'ın İbrahim'in dilinden aktardığı, "Budur rabbim!" sözünün anlamını
sordum. İmam buyurdu ki: "Ona herhangi bir bilgi ulaşmamıştı.
O, söylediğinden başka bir şeyi kastediyordu." [c.1, s.365, h: 42]
Ben derim ki: Burada anladığımız kadarıyla anlatılmak istenen şudur:
İbrahim'in, "Budur rabbim!" sözü, kendi kavramsal anlamının ötesine
geçmemiştir. Bundan öte ondan aktarılan bir anlamı da yoktur.
Yani, o bu sözü bir varsayım olarak söylemiştir. Ya da iddia sahibinin
sözünü bir ön kabul olarak alıp sonra da yanlış şeyleri gerektirdiğinden
yanlış olduğunu ortaya koymak için ifade etmiştir. Nitekim
biz, daha önce bunun üzerinde durduk.

ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, "İnananlar ve imanlarını bir haksızlıkla
bulamayanlar..." ayetiyle ilgili olarak deniliyor ki: Ahmed, Buharî,
Müslim, Tirmizî, İbn-i Cerir, İbn-i Münzir, İbn-i Ebu Hatem ve Darekutnî
"el-Efrad" adlı eserde, Ebu'ş-Şeyh, İbn-i Mürdeveyh, Abdullah b.
Mesud'dan şöyle rivayet etmişlerdir: "İnananlar ve imanlarına bir
haksızlık bulamayanlar..." ayeti nazil olunca, bu durum insanlara ağır
geldi. Gidip Resulullah'a dediler ki: "Ya Resulullah, hangimiz nefsine
zulmetmez ki?" Resulullah buyurdu ki: "Burada sizin sandığınız durum
kastedilmiyor. Salih bir kulun şu sözünü duymadınız mı: 'Şüphesiz
şirk büyük bir zulümdür.' Burada da şirk kastedilmiştir." [c.3, s.26-
27]

Ben derim ki: Hadiste sözü edilen salih kuldan maksat, Lokmandır.
Nitekim bu söz, Lokmân Suresi'nde onun dilinden aktarılmıştır. Bu
açıdan hadis, En'âm Suresi'nin Lokman Suresi'nden sonra indiğini
göstermektedir. Daha önce de söylediğimiz gibi, ayette geçen zulümden
maksadın şirk olması şeklindeki çıkarsama, konunun akışına
uygun bir uyarlamadır. Çünkü şirk, bağışlanması kesinlikle mümkün
olmayan bir günahtır. Onun dışında kalan günah ne olursa olsun
bağışlanabilir. Söylediğimizin kanıtı ileride yer vereceğimiz rivayetlerdir.
Yine aynı eserde Ahmed, Taberanî, Ebu'ş-Şeyh, İbn-i Mürdeveyh ve

450 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Beyhakî "Şuab'ul-İman" adlı eserde Cerir b. Abdullah'tan şöyle rivayet
eder: "Bir gün Resulullah'la (s.a.a) birlikte Medine'den çıktık. Kentten
iyice uzaklaşmışken uzaktan bir kişinin bineğini bize doğru koşturduğunu
gördük. Derken bize yetişti ve selâm verdi. Resulullah ona dedi
ki: 'Nereden geliyorsun?' 'Eşimin, çocuğumun ve aşiretimin yanından
geliyorum, Resulullah'ı görmek istiyorum.' dedi. Resulullah dedi ki: 'Şu
anda onun yanındasın.' Bunun üzerine adam, 'Bana imanın ne olduğunu
öğret.' dedi. Resulullah şöyle buyurdu: 'Allah'tan başka ilâh olmadığına
ve Muhammed'in Allah'ın resulü olduğuna şahitlik etmen, namazı
kılman, zekâtı vermen, ramazan ayında oruç tutman ve Allah'ın evine
hac ziyaretinde bulunmandır.' Adam dedi ki: Kabul ediyorum."
"Bu sırada devesinin ön ayaklarından biri köstebek yuvasına girdi ve
tökezledi. Adam devenin sırtından tepe üstü yere çakıldı ve oracıkta
öldü. Resulullah dedi ki: 'Bu adam, az amel edip çok sevap kazananlardandır.
Bu adam yüce Allah'ın hakkında şöyle buyurduğu kimselerden
sayılır: 'İnananlar ve imanlarını bir haksızlıkla bulamayanlar,
işte güven sadece onlarındır ve doğru yolu bulanlar da onlardır.' Ben
hurilerin onun ağzına cennet meyvelerini koyduklarını gördüm. O
zaman anladım ki, adam ölürken açtı." [c.3, s.27]

Ben derim ki: Müellif bu hadisi Hakîm Tirmizî'den, İbn-i Ebi Hatem ve
İbn-i Abbas'tan benzer ifadelerle rivayet etmiştir. Ayyâşî de kendi tefsirinde
bu hadisi Cabir Cu'fi'den, o da kendisine rivayet eden kimseler
aracılığıyla Resulullah'tan (s.a.a) aktarmıştır. [c.1, s.366, h: 45]
Aynı eserde Abd b. Humeyd İbrahim Teymî'den şöyle rivayet eder:
"Adamın biri bu ayetin anlamını Resulullah'tan sordu; fakat Resulullah
bir şey söylemedi. Derken bir adam geldi ve Müslüman oldu.
Çok geçmeden savaştı ve şehit düştü. Bunun üzerine Resulullah, 'İşte
bu adam, inanan ve imanına bir zulüm bulaştırmayan kimselerdendir.'
dedi." [c.3, s.27]

Aynı eserde Faryabî, Abd b. Humeyd, İbn-i Ebi Hatem, Ebu'ş-Şeyh, sahih
olduğunu belirterek Hâkim ve İbn-i Mürdeveyh Ali b. Ebu Talib'ten,
"İnananlar ve imanlarını bir haksızlıkla bulamayanlar" ayetiyle ilgili
olarak şöyle rivayet eder: "Bu ayet özel olarak Hz. İbrahim ve ashabı
hakkında inmiştir, bu ümmetle ilgili değildir." [c.3, s.27]

En'âm Sûresi / 74-83 .......................................................................... 451

Ben derim ki: Bu rivayetin zahiri, kitap ve sünnetten çıkarılan küllî ilkelerle
bağdaşmamaktadır. Çünkü ayet, ayrıntı nitelikli yasal hükümler
gibi ümmetler içinde sadece bir ümmete özgü kılınacak özel bir
hüküm içermemektedir. Çünkü ayrıntı nitelikli yasal hükümler sadece
belli bir döneme özgü kılınabilirler. Fakat mertebelerine göre etkileri
bulunan iman ve yine mertebelerine göre iman üzerinde olumsuz
etkileri bulunan zulüm ise, insan fıtratına yerleştirilen olgulardır; zamanın
ve toplumların değişmesiyle değişmezler.

Bazı müfessirler bu hadisi yorumlarken şunları söylemişlerdir: "Büyük
bir ihtimalle Hz. Ali'nin maksadı, yüce Allah'ın özel olarak İbrahim'i
ve soydaşlarından muvahhid olanları mutlak olarak ahiret azabından
yana güvende kıldığına işaret etmekti. Sadece azapta ebediyen
kalmaktan yana güvende kılmak değil. Şayet sahihse, bunun nedeni
şudur: Yüce Allah İbrahim Peygamber'in kavmini tevhit inancı
dışında herhangi bir şeyle mükellef kılmamıştır. Bu hususta ülkelerinde
bireysel ve adâb-ı muaşeret vb. şeylere ilişkin hususlarla ilgili
zor uygulamalarla yetinmiştir. Ülkelerinde geçerli olan uygulamalar
bunları eğitme açısından yeterli idi."
"Araştırmacılar İbrahim Peygamber zamanında yaşayan, onun ülkesine
gelişini kutsayan ve ondan onda birlik vergi alan salih kral
Hamurabî yasalarını ortaya çıkarmış bulunuyorlar. -Nitekim Tevrat'ın
Tekvin Sifri'nde de böyle söylenmektedir- Bu yasaların büyük oranda
Tevrat'taki hükümlerle aynı olduğu görülmektedir. Yüce Allah'ın İbrahim'in
diliyle haccı farz kılması ise, İsmail'in soyundan gelen çocukları
için geçerlidir; soydaşları olar Keldanîler için değil. Bu ümmete gelince,
bu ümmetin muvahhitleri, işledikleri günahların oranında azaba
çarptırılacaklardır. Çünkü onlar eksiksiz bir şeriatla muhataptırlar,
onu egemen kılmak hususunda hesaba çekileceklerdir." (Müfessirin
sözleri sona erdi.)

Adı geçen müfessirin sözlerinde zorlama olduğu son derece belirgindir.
Daha önce de söylediğimiz gibi Hamurabî Milât'tan önce bin yedi
yüz yıllarında yaşamıştır. Hz. İbrahim ise müfessirin de belirttiği gibi
Milât'tan önce yaklaşık olarak iki bin yıllarında yaşamıştır.
Gerçi Hamurabî kendi dini açısından yapıcı bir insandı, halkına ada-

452 ...................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

letle hükmediyordu, kendi koyduğu kanunlara bağlı kalıyordu ve onların
krallığının sınırları içinde en güzel şekilde uygulanmasına çalışıyordu.
Ayrıca belirtildiği üzere koyduğu kanunlar sistematik bir düzen
hâlinde belirlenen ilk yasalardı. Fakat bütün bunların yanında o bir
putperestti. Babil harabelerinde ortaya çıkarılan yazıtlarda görüldüğü
gibi, kanunlarını yazdıktan sonra putperestlerin ilâhlarından yardım
istemiştir. Yasaların sonunda isimlerini zikrettiği, kendisine büyük bir
egemenlik verdikleri, adaleti ve yasaları egemen kılmasına yardımcı
oldukları için teşekkür ettiği, yasaların korunması, tahrif edilmesi ve
ortadan kaldırılması konusunda kendilerinden yardım istediği tanrıların
isimleri şöyledir: Mirudah=tanrıça tanrısı. Ey=yasa ve adalet tanrısı.
Zemama ve İştar=savaş tanrısı. Şamaş=gök ve yer yargıcı-tanrısı.
Sin= göklerin tanrısı. Hadad=bereket tanrısı. Nirğal=zafer tanrısı.
Bel=kader tanrısı. Tanrıça Biltis ve Tanrıça Nino. Tanrı Sacîla vb.
Adı geçen müfessirin, "Yüce Allah, İbrahim Peygamber'in soydaşlarını
tevhit inancı dışında herhangi bir şeyle yükümlü kılmamıştır. Bu
hususta ülkelerinde... zor uygulamalarla yetinmiştir." şeklindeki sözüne
gelince; Kur'ân bunu yalanlamaktadır. Kur'ân İbrahim'in dilinden
bize namazdan söz ediyor. İbrahim suresindeki duada bunu görmek
mümkündür. Kur'ân'da belirtildiğine göre, yüce Allah ona hayırlı
işleri yapmayı, zekât vermeyi vahyetmiştir. Enbiyâ Suresi'nde buna
ilişkin açık ifadeler vardır. Yine Hac Suresi'nde belirtildiğine göre,
İbrahim Peygamber hac yükümlülüğünü koymuş, bazı dört ayaklı
hayvanların etlerini mubah kılmıştır. Mümtehine Suresi'nde belirtildiğine
göre, müşriklerden her türlü ilişkiyi kesmek de onun şeriatının
bir hükmüydü. En'âm Suresi'nde ve başka surelerde işaret edildiği
gibi o, insan fıtratının kabul etmediği her türlü zulmü yasaklamıştı.
Hac Suresi'nde işaret edildiği gibi temizlik de onun şeriatının bir
hükmüydü. Hadislerde işaret edildiğine göre, Hz. İbrahim hanifliği yasalaştırmıştır
ve bu yasanın on ilkesi bulunuyordu: Beş tanesi başla,
beş tanesi de bedenle ilgiliydi. Sünnet olmak bu ilkelerden biriydi.
Hûd ve Meryem surelerinde işaret edildiği gibi, Hz. İbrahim selâmlaşma
geleneğini de uyguluyordu.

Yüce Allah bu hususta şöyle buyurmaktadır: "Babanız İbrahim'in di

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................... 453

ni." (Hac, 78) "Hayır, biz İbrahim'in hanif dinine uyarız." (Bakara, 135)
Bu ayetlerde İslâm dini, temel ve ayrıntı nitelikli ilkeleriyle İbrahim'in
(a.s) dini olarak nitelendirilmiştir. Bu ayetler İslâm dininin bugünkü
şekliyle ve ayrıntılı hükümleriyle İbrahim Peygamber'in zamanında
yasalaştırıldığı anlamına gelmezler kuşkusuz. Hatta durum tam tersinedir.
Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "O size, dinden
Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve
İsa'ya tavsiye ettiğimizi şeriat yaptı." (Şura, 13)

Fakat yukarıda örnek verdiğimiz ayetler, İslâm'ın içerdiği şer'î yasaların
insan fıtratının öngördüğü temel prensiplere dayandığını, İslâm'ın
emirlerinin fıtratça onaylandığını, yasakladığı şeylerin de fıtratın hoşlanmadığı
şeyler olduğunu göstermektedir. Yüce Allah tefsirini sunduğumuz
bu surenin sonunda, şirkin aleyhine bazı kanıtlara ve bazı
bütünsel emir ve yasaklara yer verdikten sonra Peygamberi'ne hitaben
şöyle buyurmaktadır: "De ki: Rabbim beni dosdoğru bir yola iletti;
insanların hayrına olan her şeyi bünyesinde barındıran bir dine, Allah-
'ı birleyen (hanif) İbrahim,'in dinine. O, (Allah'a) ortak koşanlardan
değildi." (En'âm, 161)

Eğer müfessirin dediği gibi, yüce Allah İbrahim için bir şeriat indirmemiş
olsaydı, yalnızca yürürlükteki yasalarla, yani Hamurabî kanunlarıyla
yetinmiş olsaydı, adı geçen Hamurabî yasaları Allah tarafından
onaylanmış, doğrulanmış olacaktı. Bu yasalar İbrahim'in dininin, dolayısıyla
Kur'ân'da hükme bağlanan İslâm dininin şeriatının bir parçası
olacaktı. Çünkü İslâm dini, İbrahim'in hanif dininin kendisidir.
Dolayısıyla Hamurabî yasaları ilâhî şeriatlardan ve semavî kitaplardan
biri olarak değerlendirilecekti.

Hakkında hiçbir kuşku bulunmayan gerçek şudur ki: İlâhî vahiy, bundan
önceki peygamberlere ve onların ümmetlerine dünya ve ahiret
hayatına ilişkin örneğin ibadet türleri gibi temel prensipleri öğretmiştir.
Hayırlara ve şerlere ilişkin evrensel yasalar koymuştur. Normal bir
akla sahip insan, bunlar aracılığıyla iyiliklerin yanında olmayı, zulümden,
aşırılıktan ve müstekbirlere destek olmaktan kaçınmayı vb. şeyleri
öğrenir. Sonra bu doğrultuda içinde yer aldıkları toplumda bu donanımlarıyla
belirginleşmeleri ümmetleri hayra, iyiliğe, yapıcılığa da-

454 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

vet etmeye, çirkin hayâsızlıktan ve bozgunculuk çıkarmaktan sakındırmaya
emredilmişlerdir. Bu bağlamda içinde yer aldıkları toplumların
baskıcı, zorba tağutların ya da özgürlükçü adil yöneticilerin egemenliği
altında olması arasında herhangi bir fark yoktur.

İslâm'dan önce, ilâhî şeriatlar içerisinde sadece Tevrat'ın içerdiği şeriat
detaylı bir sisteme sahiptir. Tevrat'ın içerdiği şeriat bazı yönleriyle
Hamurabî yasalarına benzemektedir. Ne var ki yüce Allah'ın Musa'ya
(a.s) indirdiği Tevrat daha önce İsrailoğulları arasında korunuyorken,
Buhtunnasr istilası sırasında kaybolmuştur. Buhtunnasr İsrailoğulları'nın
birliklerini dağıtmış, heykellerini yıkmış, çil yavrusu gibi
dünyanın dört bir yanına dağıtmıştı. Babil'e tutsaklar olarak götürmüş,
oraya yerleştirmişti. Bu durum Kuruş'un Babil'i fethedip Yahudileri
serbest bırakmasına kadar devam etti. Bundan sonra onların Kudüs'e
dönmelerine izin verdi. Nüshaları kaybolan ve içindeki bilgilerle
birlikte metinleri unutulan Tevrat'ın Kahin Azrâ tarafından yeniden
yazılmasına müsaade etti. Bu sırada Keldanîler tarafından Babil'de
uygulanan yasalara da alışmışlardı.

Bu gerçek ortadayken, yüce Allah'ın Musa'ya indirdiği şeriatın kapsamı
içinde Hamurabî yasalarının bazı ilkelerini onayladığı nasıl söylenebilir.
Kur'ân bugün Yahudilerin elinde bulunan Tevrat'ın sadece
bir kısmını tasdik etmektedir. Öte yandan semavî bir kaynağa dayanmayan
yasa sistemlerinin de bazı yapıcı ilkeler içirmesine, bazı
hak hükümleri kapsamasına hiçbir engel yoktur.

el-Kâfi'de müellif kendi rivayet zinciriyle Ebu Basir'den, o da İmam
Cafer Sadık'tan (a.s), "İnananlar ve imanlarına bir haksızlık bulamayanlar."
ayetiyle ilgili olarak şöyle dediğini rivayet eder: "Burada kastedilen,
şirktir." [c.2, s.293, h: 4]

Aynı eserde başka bir kanaldan Ebu Basir'den İmam'ın şöyle dediği rivayet
edilir: "Yani imanlarını şüpheyle bulamayanlar." [c.2, s.399, h: 4]
Ayyâşî de bu hadisi, Ebu Basir'den, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s)
rivayet etmiştir. [c.1, s.366, h: 47]

Tefsir'ul-Ayyâşî'de Ebu Basir'den, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s)
şöyle rivayet eder: İmama, "İnananlar ve imanların bir haksızlıkla bu

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 455

lamayanlar" ayetini sordum. Buyurdu ki: "Ey Ebu Basir, imanlarını zulümle
bulayanlardan olmaktan Allah'a sığınırız." Sonra şöyle dedi:
"Bunlar Haricîler ve arkadaşlarıdır." [c.1, s.366, h: 48]
Aynı eserde Yakub b. Şuayb'den, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s),
"İmanlarını bir haksızlıkla bulamayanlar" ayetiyle ilgili olarak şöyle
rivayet eder: "Burada kastedilen sapıklık ve daha yukarısı olan günahlardır."
[c.1, s.366, h: 50]

Ben derim ki: Bu rivayette işaret edilen sapıklıktan maksat şirktir.
Çünkü şirk kendisinden daha ağır olan bütün zulümlerin ve günahların
temelini oluşturur. Ya da buradaki sapıklıktan maksat, daha aşağı günah
ve zulümlerdir. Bundan yukarısı ile de şirk kastedilmiştir. Çünkü
şirk sapıklığın daha şiddetli bir mertebesidir. Zaten her günah bir sapıklıktır.
Görüldüğü gibi rivayetlerde, ayette geçen zulüm kavramı çeşitli
yöntemlerle açıklanmaktadır. Bazen şirk, bazen şüphe, bazen
Haricîlerin üzerlerinde olduğu durumu ve anlayışı şeklinde
açıklanmaktadır. Bazı rivayetlerde, Ehlibeyt'in düşmanlarını veli
edinmenin de bu ayette işaret edilen zulmün kapsamına girdiği
belirtiliyor. Bütün bunlar daha önce ayette geçen zulüm kavramı
mutlaktır şeklindeki değerlendirmemizin doğruluğunun kanıtlarıdır.
Dolayısıyla ifade mutlaklığı açısından zihinlere kapasiteleri oranında
hitap etmektedir.

İBRAHİM PEYGAMBER'İN (A.S) KISSASI VE KİŞİLİĞİ

Bu Konu Kur'ânî, Bilimsel, Tarihsel ve… Veriler
Işığında Ele Alınmaktadır:

1- Kur'ân'da İbrahim Peygamber'in (a.s) Kıssası

İbrahim (a.s) çocukluğundan ergenlik çağının ilk dönemlerine kadar
soydaşlarının toplumundan ayrı yaşıyordu. Sonra ortaya çıkarak babasının
yanında yaşamaya başladı. Bu sırada babasının ve soydaşlarının
putlara kulluk sunduklarını gördü. Babasının ve soydaşlarının bu
davranışlarını hoş karşılamadı. Tertemiz ve arınmış fıtratı, yüce Allah
tarafından hakkın gösterilmesi ve her şeyin melekûtunun gözlem-

456 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

lendirilmesi suretiyle destekleniyordu. Hak söz ve salih amel ışığında
hareket etmesi sağlanıyordu.

Önce babasıyla, putlara kulluk sunma ekseninde tartışmaya başladı.
Onu putlara kulluk sunmayı reddetmeye, tek ve ortaksız Allah'a kulluk
sunmaya davet etti. Şeytanın dostluğundan kurtarması ve hidayete
ulaştırması için kendisine tâbi olmasını istedi. İbrahim bu konuda
sürekli babasıyla tartıştı. Nihayet babası onu kovdu ve putlara kötü
sözler söylemekten ve onlardan yüz çevirmekten vazgeçmemesi
durumunda kendisini taşlayarak öldürmekle tehdit etti.

Ama İbrahim (a.s) ona karşı kibar ve şefkatli davrandı. Çünkü yüksek
bir ahlâka sahipti. Hiçbir zaman incitici sözler söylemezdi. Bu yüzden
kendisini tehdit eden ve kovan babasına selâm verdi, kendisi için Allah'tan
bağışlanma dileyeceğini; bu arada onu ve soydaşlarını, Allah'-
tan başka kulluk sundukları düzmece ilâhları terk edeceğini vaat etti.
(Meryem, 41-48)

Bu arada bazı gruplarla putlara tapma hususunda tartıştığı gibi (Enbiyâ,
51-56; Şuarâ, 69-77; Sâffât, 83-87) başka gruplarla da güneşe, aya ve
yıldıza tapma hususunda tartışıyordu. Derken onun putlardan ve diğer
düzmece ilâhlardan uzaklaştığı haberi toplumda iyice yayıldı.
(En'âm, 74-82) Bir gün soydaşları toplu ibadet için kentin dışına çıktıklarında,
o hasta olduğunu ileri sürerek kentte kaldı, onlarla birlikte
toplu tapınma merasimine katılmadı. Soydaşlarının kentin dışında
oldukları bu sırada putevine girdi ve bir baltayla putlarını paramparça
etti. Sadece büyük olanı bıraktı. Ki gelip neler olup bittiğini ondan öğrensinler.
Soydaşları kente geri döndüklerinde tanrılarına yapılanları
gördüler. Bunu yapana büyük bir öfke duydular. Dediler ki: "İbrahim
adında bir delikanlının onlar hakkında ileri geri konuştuklarını duyduk."
İbrahim'i çağırdılar. Onu teşhis etmeleri için insanların önüne çıkardılar.
Ona, "Ey İbrahim, tanrılarımıza bunu sen mi yaptın?" diye sordular.
İbrahim onlara şu cevabı verdi: "Hayır; ama, şu büyük olan put
yapmıştır. Onlara sorun eğer konuşurlarsa, size cevap versinler." İbrahim
büyük putu parçalamamış, baltayı da onun boynuna veya başka
bir yerine asmıştı. Böylece, diğer putları büyük putun kırdığı görü

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 457

nümünü vermişti.

İbrahim bunu söylerken soydaşlarının kendisini doğrulamayacaklarını
biliyordu. Çünkü onlar putların buna güç yetiremeyen cansız
varlıklar olduklarını biliyorlardı. Fakat, "Eğer konuşurlarsa, onlardan
sorun." demek suretiyle, onların ağzından açıkça putların cansız
varlıklar olduklarına ilişkin bir itiraf almak istiyordu. Soydaşlarının
putların cansız ve duygusuz varlıklar olduklarını itiraf etmelerini
bekliyordu. Nitekim soydaşları İbrahim'in bu sözlerini duyduklarında
hemen kendi içlerinde, "Sizler gerçekten zalimlersiniz." dediler.
Sonra tekrar eski sapıklıklarına geri döndüler. Dediler ki: "Sen onların
konuşamayacaklarını biliyorsun." Bunun üzerine İbrahim onlara
şöyle dedi: "Siz Allah'ı bir yana bırakarak size bir zarar ve bir yarar
veremeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Yuh olsun size ve Allah'ın dışında
taptıklarınıza! Siz hiç aklınızı kullanmaz mısınız? Kendi ellerinizle
yonttuğunuz şeylere mi kulluk sunuyorsunuz? Sizi de, onları
da yaratan Allah'tır."

Dediler ki: "Onu ateşe atın, ilâhlarınıza yardım edin!" Bunun üzerine
onun için bir bina yaptılar, orada büyük bir ateş yaktılar. Bütün halk
el birliği ederek onu yakmak için çalışıyordu. Onu bu büyük ateşin ortasına
attılar. Allah, ateşin ona karşı serin ve selâmetli olmasını sağladı.
Onların İbrahim'e karşı kurdukları tuzağı boşa çıkardı. (Enbiyâ, 57-
70, Sâffât, 88-98) Bu arada kralın huzuruna da çıkmıştı. Halk ona da
tapıyor, onu da bir rab olarak algılıyordu. Kral, İbrahim'le rabbi hakkında
tartışmıştı. İbrahim ona demişti ki: "Benim Rabbim dirilten ve
öldürendir." Kral demagoji yaparak, "Ben de diriltirim ve öldürürüm."
demişti. Örneğin bir tutsağı öldürür, birini de serbest bırakırım. Ama
İbrahim bu sefer demagoji yapmasına izin vermeyecek bir kanıtla
karışsına çıkmıştı: "Allah güneşi doğudan batıya getiriyor, sen de onu
batıdan getir. Bu söz karşısında küfre sapan adam söyleyecek söz
bulamadı." (Bakara, 258)

Allah onu ateşten kurtarınca, insanları hanif dinine, tevhit inanç sistemine
davet etmeye başladı. Küçük bir grup ona iman etti. Yüce Allah
bunlar arasında Lut'un adını verir. Bunlar arasında kendisiyle birlikte
hicret eden karısı da vardı. Memleketinden çıkmadan ve kutsal

458 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

topraklara gitmeden önce onunla evlenmişti.1

Sonra kendisi ve soydaşları arasından iman edenler soydaşlarıyla ilişkilerini
kestiler. Kendisi de baba diye çağırdığı; ama öz babası olmayan
Azer'le ilişkisini kesti.2 Eşi ve Lut ile birlikte kutsal topraklara
göç etti. Orada zalim soydaşlarından hiçbir zorbanın engeliyle karşılaşmadan
Allah'a kulluk etmek istiyorlardı. (Mümtehine, 4; Enbiyâ, 71)
Burada yüce Allah ona İsmail'i, İshak'ı ve arkasından Yakub'u müjdeledi.
İhtiyardı, yaşı iyice ilerlemişti. Derken İsmail doğdu, ardından İshak
doğdu. Allah ona, oğullarına ve oğullarının soyundan gelenlere
bereket bahşetmişti.

Sonra Rabbinin emri doğrultusunda Mekke'ye gitti. Orası hiçbir ekine
elverişli olmayan kupkuru bir vadiydi. Oğlu İsmail'i oraya yerleştirdi.
İsmail henüz küçük bir çocuktu. Kutsal topraklara geri döndü. İsmail
orada büyüdü, oralarda yaşayan Arap kabileleri etrafında birleştiler.
Burada Mekke kenti kuruldu.

Mekke Kenti'nin ve Beyt'in kurulmasından önce ve sonra zaman zaman
İsmail'i ziyaret ediyordu. Kâbe daha sonra yapıldı. (Bakara, 126,
İbrahim, 35-41) Sonra İsmail'in de yardımıyla Kâbe'yi yaptı. Kâbe insanlar
için bir ibadet yeri olarak Allah tarafından kurdurulan ilk evdi.
Âlemler için bir bereket kaynağıydı. Orada apaçık ayetler ve İbrahim-
'in makamı bulunmaktadır. Oraya giren güvendedir. (Bakara, 127-129;
Âl-i İmrân, 96-97) İnsanlar arasında haccın farz kılındığını ilân etti ve
hacca özgü ibadetleri yasalaştırdı. (Hac, 26-30)

Sonra yüce Allah, oğlu İsmail'i kurban etmesini emretti. Bunun üzerine
ibadet maksadıyla oğluyla birlikte evden çıktı. Oğluyla birlikte sa'y
yapılan makama varınca dedi ki: "Yavrucuğum, rüyamda seni boğaz-
---------------------------
1- Soydaşlarından bir grubun kendisine iman ettiğinin kanıtı şu ayettir: "İbrahim'de
ve onunla beraber olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır; onlar kavimlerine, 'Biz
sizden ve sizin Allah'tan başka taptıklarınızdan uzağız.' demişlerdi." (Müm-tehine, 4)
Kutsal topraklara gitmeden önce evlendiğinin kanıtı da Rabbinden salih evlât istemesidir:
"Dedi ki: Ben Rabbime gideceğim, O beni doğru yola iletecek. Rabbim, bana
iyilerden bir çocuk lütfet." (Saffat, 99-100)

2- Bu sonucun İbrahim Suresi'nde ondan nakledilen duadan çıktığını daha önce belirtmiştik.

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 459

ladığımı görüyorum." Oğlu dedi ki: "Babacığım, sana emredileni yap.
İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın." Her ikisi de Allah'ın emrine
teslim olunca, ona şöyle seslenildi: "Ey İbrahim, sen doğru bir rüya
gördün ve rüyanı doğruladın. Allah onu büyük bir kurbanlıkla kurtardı."
(Sâffât, 101-107)

Kur'ân'ın onun kıssasıyla ilgili olarak en son aktardığı ise, Mekke'ye
gelişlerinde yaptığı dualardır. Bunlara da İbrahim Suresi'nde yer verilmiştir.
(İbrahim, 35-41) Bu duaların en sonunda İbrahim Peygamber-
'in şu sözleri yer alır: "Rabbimiz, beni, ana-babamı ve müminleri hesapların
görüleceği gün bağışla!"

2- İbrahim'in Allah Katındaki Konumu ve Kulluk Tavrı

Yüce Allah, kitabında İbrahim Peygambere en güzel övgüleri yöneltmiştir.
Onun Allah yolunda katlanmış olduğu zorluklardan bahsederken
onu en güzel övgüyle yüceltmiştir. Onu altmış küsur yerde adıyla
anmıştır. Ona bahşettiği birçok nimeti ve lütfu söz konusu etmiştir.

Bunlardan birkaçını buraya alıyoruz: "Allah ona daha önce doğ-ruyu
göstermişti." (Enbiyâ, 51) "Andolsun ki, biz onu dünyada beğenip seçmiştik,
ahirette de o iyilerdendir. O zaman ki Rabbi ona, 'İslâm ol.'
demişti. O da, 'Âlemlerin Rabbine teslim oldum.' demişti." (Bakara,
130-131) Yüzünü bir hanif olarak Rabbine çeviren odur. O müşriklerden
değildi. (En'âm, 79) Onun kalbi Allah ile mütmain olmuştu, Allah-
'ın kendisine gösterdiği göklerin ve yerin melekûtu sayesinde kesin
bilgiye, katışıksız inanca ulaşmıştı. (Bakara, 260; En'âm, 75)
Allah onu dost edindi. (Nisâ, 125) Rahmetini ve bereketini onun, ailesinin
üzerine kıldı; onu sözünde duran, vefalı olarak nitelendirdi.
(Necm, 37) Yumuşak huylu, içli, duygusal ve çok tövbe eden biridir diye
ona övgüler düzdü. (Hûd, 73-75) Allah'ı birleyerek O'na gönülden
boyun eğen bir ümmet olarak onu övdü. Onun müşriklerden olmadığını,
Allah'ın nimetlerine şükrettiğini belirtti. Onu seçtiğini, dosdoğru
yola ilettiğini, dünyada ona iyilik verdiğini, ahirette de onu salihlerden
kıldığını vurguladı. (Nahl, 120-122)

O, doğru sözlü bir peygamberdi. (Meryem, 41) Allah onu mümin
kullarından, muhsinlerden saydı ve onun üzerine selâm kıldı. (Sâffât,
83-111) İbrahim Peygamber Allah'ın el ve basiret sahibi kişilerden

460 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

111) İbrahim Peygamber Allah'ın el ve basiret sahibi kişilerden saydığı
bir nebidir. Kıyamete kadar anısı taze kalacaktır. (Sâd, 45-46)
Allah onu insanlar için bir imam, bir önder kıldı. (Bakara, 124) Kendilerine
kitap ve şeriat verilen beş çığır açıcı (ululazm) peygamberden biri
kıldı. (Ahzâb, 7; Şûrâ, 13; A'lâ, 18-19) Allah ona ilim, hikmet, kitap, mülk
ve hidayet verdi. Onu geride kalanlar arasında kalıcı bir mesaj yaptı.
(Nisâ, 54; En'âm, 74-90; Zuhruf, 28) Peygamberlik ve kitabı onun soyuna
verdi. (Hadîd, 26) Diğer insanlar arasında onu bir doğruluk lisanı yaptı.
(Şuarâ, 84; Meryem, 50) Bunlar yüce Allah'ın ona bahşettiği ilâhî ve kulluk
makamlarıdır. Kur'ân'da başka hiçbir peygamberin nitelikleri ve
üstünlükleri bu kadar ayrıntılı olarak anlatılmamıştır.

İbrahim Peygamber'in üstün meziyetleriyle ilgili ayrıntılı açıklamalar
için buraya kadar yaptığımız açıklamalara ve ileride yeri geldikçe yapacağımız
açıklamalara bakılabilir. Onun üstün meziyetlerini bütün
ayrıntılarıyla burada ele alacak olursak, araştırmamızın makul sınırlarını
aşmış oluruz.

Yüce Allah bu dini İslâm olarak isimlendirmek suretiyle İbrahim'in
saygın hayatını ve dinsel kişiliğini korumuştur. Nitekim bu dini birçok
yerde ona nispet etmiştir: "Babanız İbrahim'in dini, o sizi önceden
Müslümanlar olarak isimlendirdi." (Hac, 78) Bir diğer ayette de şöyle
buyurmuştur: "De ki: Rabbim beni dosdoğru bir yola iletti; insanların
hayrına olan her şeyi bünyesinde barındıran bir dine, Allah'ı birleyen
(hanif) İbrahim,'in dinine. O, (Allah'a) ortak koşanlardan değildi.
(En'âm, 161)

Yüce Allah İbrahim Peygamber'in yaptığı Kâbe'yi âlemler için evrensel
kıble yaptı. Hac ibadetlerini yasalaştırdı. Bunlar gerçekte onun oğlunu
ve annesini oraya yerleştirmesini, oğlunu kurban edişini, Rabbi
için sa'y edişini, ona yönelişini, eziyetlere ve zorluklara katlanışını
sembolize eden davranışlardan başka bir şey değildir. Nitekim daha
önce (tefsirimizin birinci cildinde), "Hani biz Beyt'i (Kâbe'yi) insanlar
için merci ve güven yeri yaptık." (Bakara, 125) ayetini tefsir ederken bu
hususlar üzerinde durmuştuk.

En'âm Sûresi / 74-83 .................................................................... 461

3- İnsanlık Âlemine Etkileri

Hiç kuşkusuz, İbrahim için en büyük övünç, nerede olursa ve kimin
tarafından temsil edilirse edilsin, tevhit dininin ona nispet edilmesidir.
Bugün tevhit dinleri olarak nitelendirilen dinlerden biri Musevîliktir.
Bu din İmran oğlu Musa'ya (a.s) dayanır. Onun soyu da bir diğer
adı İsrail olan Yakub'a dayanır. Yakub ise İbrahim Peygamber'in oğlu
İshak'ın oğludur. Hıristiyanlık Meryem oğlu İsa'ya nispet edilir. O da
İbrahim'in soyundan gelen bir peygamberdir. Ve İslâm dini ve bu dinin
tebliğcisi Resulullah Muhammed'in (s.a.a) soyu İbrahim'in oğlu
kurbanlık İsmail'e dayanır. Şu hâlde dünyadaki tevhit dini onun kutlu
etkisinin bir göstergesidir. İslâm şeriatının kapsamında onun koyduğu
kurallardan namaz, zekât, hac, bazı büyük baş hayvanların helâl
kılınması, Allah düşmanlarından alakayı kesmek, selâm, hanif dininin
ön gördüğü on temizlik kuralı1 -ki bunların beş tanesi başta, beş
tanesi de bedendedir. Başta olanlar; bıyıkları kısaltmak, sakalları
salmak, saçları taramak, dişleri misvaklamak ve aralarını temizlemek...
Bedende olanlar ise; koltuk altı ve etek tıraşı yapmak, sünnet
olmak, tırnakları kesmek, cenabetten yıkanmak ve su ile temizlenmek-
bütün bunlar İbrahim'in şeriatının İslâm şeriatındaki yansımalarıdır.
Bugün yapılacak doyurucu bir araştırma insanlık âlemindeki doğru
inançların tümünün, sahih amellerin bütününün mutlaka nübüvvet
misyonunun etkisiyle oluştuğunu ortaya koyacaktır. Önceki bölümlerde
defalarca buna değindik. O hâlde bilsinler veya bilmesinler, İbrahim
Peygamber'in (a.s) bütün insanlar üzerinde olumlu etkileri vardır.

4- Bugünkü Tevrat'ta İbrahim'in Kıssası

Tevrat diyor ki: "Yetmiş yaşından sonra Terah'ın (İbrahim'in babası),
Avram, Nahor ve Haran adlı oğulları oldu. Terah soyunun öyküsü:
Terah; Avram, Nahor ve Haran'nın babasıydı. Haran'ın Lut adlı bir oğlu
oldu. Haran, babası Terah henüz sağken, doğduğu ülkede,
1- Mecma'ul-Beyan'da Tefsir'ul-Kummî'den naklen rivayet edilir.

462 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Keldanîler'in Ur Kenti'nde öldü. Avram'la Nahor evlendiler. Avram'ın
karısının adı Saray, Nahor'unkinin adı Milka'ydı. Milka Yiska'nın babası
Haran'ın kızıydı. Saray kısırdı, çocuğu olmuyordu. Terah, oğlu
Avram'ı, Haran'ın oğlu olan torunu Lut'u ve Avram'ın karısı olan Saray'ı
yanına aldı. Kenan ülkesine gitmek üzere Keldanîler'in Ur Kenti'nden
ayrıldılar. Harran'a gidip oraya yerleştiler. Terah iki yüz beş yıl
yaşadıktan sonra Harran'da öldü."

Tevrat diyor ki: "Rab Avram'a, 'Ülkeni, akrabalarını, baba evini bırak,
sana göstereceğim ülkeye git.' dedi, 'Seni büyük bir ulus yapacağım,
seni kutsayacak, sana ün yapacağım. Bereket kaynağı olacaksın.
Seni kutsayanları kutsayacak, seni lânetleyeni lânetleyeceğim. Yeryüzündeki
bütün halklar senin aracılığınla kutsanacak.' Avram Rabb-
'in buyurduğu gibi yola çıktı. Lut da onunla birlikte gitti. Avram Harran'dan
ayrıldığı zaman yetmiş beş yaşındaydı. Karısı Saray'ı, yeğeni
Lut'u, Harran'da kazandıkları malları, edindikleri uşakları yanına alıp
Kenan ülkesine doğru yola çıktı. Oraya vardılar."

"Avram ülke boyunca Şekem'deki More meşesine kadar ilerledi. O
günlerde orada Kenanlılar yaşıyordu. Rab Avram'a görünerek, 'Bu
toprakları senin soyuna vereceğim." dedi. Avram kendisine görünen
Rab-b'e orada bir sunak yaptı. Oradan Beytel'in doğusundaki dağlık
bölgeye doğru gitti. Çadırını batıdaki Beytel'le doğudaki Ay Kenti'nin
arasına kurdu. Orada Rabb'e bir sunak yapıp Rabb'e yakardı. Sonra
kona göçe Negev'e doğru ilerledi."

"Ülkedeki şiddetli kıtlık yüzünden Avram geçici bir süre için Mısır'a
gitti. Mısır'a yaklaştıklarında karısı Saray'a, 'Güzel bir kadın olduğunu
biliyorum.' dedi, 'Olur ki Mısırlılar seni görüp, 'Bu onun karısı' diyerek
beni öldürür, seni sağ bırakırlar. Lütfen 'Onun kız kardeşiyim' de ki,
senin hatırın için bana iyi davransınlar, canıma dokunmasınlar."
"Avram Mısır'a girince, Mısırlılar karısının çok güzel olduğunu fark ettiler.
Kadını gören firavunun adamları, güzelliğini firavuna övdüler.
Kadın saraya alındı. Onun hatırı için firavun Avram'a iyi davrandı.
Avram davar, sığır, erkek ve dişi eşek, erkek ve kadın köle, deve sahibi
oldu."

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................ 463

"Rab Avram'ın karısı Saray yüzünden firavunla ev halkının başına
korkunç felâketler getirdi. Firavun Avram'ı çağırtarak, 'Nedir bana bu
yaptığın? Neden Saray'ın karın olduğunu söylemedin? Niçin 'Saray
kız kardeşimdir.' diyerek onunla evlenmeme izin verdin? Al karını,
git!' Firavun Avram için adamlarına buyruk verdi. Böylece Avram'la
karısını sahip olduğu her şeyle brlikte gönderdiler."

Tevrat devamla şunu söylüyor: "Avram, karısı ve sahip olduğu her
şeyle birlikte Mısır'dan ayrılıp Negev'e doğru gitti. Lut da onunla birlikteydi.
Avram çok zengindi. Sürüleri, altınları, gümüşleri vardı.
Negev'den başlayıp bir yerden öbürüne göçerek Beytel'e kadar gitti.
Beytel'le Ay Kenti arasında daha önce çadırını kurmuş olduğu yere
vardı... Avram'la birlikte göçen Lut'un da davarları vardı. Malları öyle
çoktu ki, toprak birlikte yaşamalarına elvermedi; yan yana yaşayamadılar...
Birbirlerinden ayrıldılar. Avram Kenan topraklarında kaldı.
(Burada Kenanîler ve Ferizliler yaşıyordu.) Lut ovadaki kentlerin arasına
yerleşti, Sodom'a yakın bir yere çadır kurdu."

Tevrat diyor ki: "Bu arada Şinar Kralı Amrafel, Ellesar Kralı Aryok,
Elam Kralı Kedorlaomer ve Goyim Kralı Tidal; (beş müttefik olan)
Sodam Kralı Bera'ya, Gomora Kralı Birşa'ya, Adma Kralı Şina-v'a,
Seviyom Kralı Şemever'e ve Bala -Solo- Kralı'na karşı savaş açtı...
(ve her iki ordu) Siddim Vadisi'nde savaş düzenine girdiler. (Sodam
Kralı ve müttefikleri ağır bir yenilgi aldılar.) Siddim Vadisi zift çukurlarıyla
doluydu. Sodom ve Gomora kralları kaçarken adamlarından
bazıları bu çukurlara düştü. Sağ kalanlarsa dağlara kaçtı. Dört kral,
Sodom ve Gomora'nın bütün malını ve yiyeceğini alıp gitti. Avram'ın
yeğeni Lut'la mallarını da götürdüler. Çünkü o da Sodom'da
yaşıyordu."

Tevrat şunları diyor: "Oradan kaçıp kurtulan biri gelip İbrani Avram'a
durumu bildirdi. Avram Eşkol'la Aner'in kardeşi Amorlu Mamre'nin
meşeliğinde yaşıyordu. Bunların hepsi Avram'dan yanaydılar. Avram
yeğeni Lut'un tutsak alındığını duyunca, evinde doğup yetişmiş üç yüz
on sekiz adamını yanına alarak dört kralı Dan'a kadar kovaladı. Adamlarını
gruplara ayırdı, gece saldırıp onları bozguna uğratarak
Şam'ın kuzeyindeki Hova'ya kadar kovaladı. Yağmalanan bütün malı,

464 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

yeğeni Lut'la mallarını, kadınları ve halkı geri getirdi."
"Avram Kedorlaomer'le onu destekleyen kralları bozguna uğratıp dönünce,
Sodom Kralı onu karşılamak için Kral Vadisi olan Şave Vadisi'ne
gitti. Yüce Tanrı'nın kâhini olan Şalem Kralı Melkisedek ekmek
ve şarap getirdi. Avram'ı kutsayarak şöyle dedi: 'Yeri göğü yaratan
Tanrı Avam'ı kutsasın. Düşmanlarını onun eline teslim eden Tanrı'ya
övgüler olsun.' Bunun üzerine Avram her şeyin ondalığını Melkisedek'e
verdi."

"Sodam Kralı Avram'a, 'Adamlarımı bana ver, mallar sana kalsın.'
dedi. Avram Sodam Kralı'na, 'Yeri göğü yaratan Tanrı Rabb'in önünde
sana ait hiçbir şey, bir iplik, bir çarık bağı bile almayacağıma ant içerim.'
diye karşılık verdi: Öyle ki, 'Avram'ı zengin ettim.' demeyesin.
Yalnız, adamlarımın yedikleri bunun dışında. Bir de beni destekleyen
Aner, Eşkol ve Mamre paylarına düşeni alsınlar."
Devamla şunları söylüyor: "Karısı Saray Avram'a çocuk verememişti.
Saray'ın Hacer adında Mısırlı bir cariyesi vardı. Saray Av-ram'a, 'Rab
çocuk sahibi olmamı engelledi.' dedi, 'Lütfen cariyemle yat. Belki bu
yoldan bir çocuk sahibi olabilirim.' Avram Saray'ın sözünü dinledi. Saray
Mısırlı cariyesi Hacer'i kocası Avram'a karı olarak verdi. Bu olay
Avram Kenan'da on yıl yaşadıktan sonra oldu. Avram Hacer'le yattı,
Hacer hamile kaldı."

Ardından şunları söylüyor: "Hacer hamile olduğunu anlayınca, hanımını
küçük görmeye başladı. Saray Avram'a, 'Bu haksızlık senin yüzünden
başıma geldi!' dedi, 'Cariyemi koynuna soktum. Hamile olduğunu
anlayınca beni küçük görmeye başladı. İkimiz arasında Rab karar
versin.' Avram, 'Cariyen senin elinde.' dedi, 'Neyi uygun görürsen
yap.' Böylece Saray cariyesine sert davranmaya başladı. Hacer onun
yanından kaçtı. Rabb'in meleği Hacer'i çölde bir pınarın, Şur yolundaki
pınarın başında buldu. Ona, 'Saray'ın cariyesi Hacer, nerden gelip
nereye gidiyorsun diye?' diye sordu. Hacer, 'Hanımım Saray'dan
kaçıyorum.' diye yanıtladı. Rabb'in meleği, 'Hanımına dön ve ona boyun
eğ.' dedi, 'Senin soyunu öyle çoğaltacağım ki, kimse sayamayacak.
İşte hamilesin, bir oğlun olacak, adını İsmail koyacaksın. [İsmail,
'Tanrı işitir.' anlamına gelir.] Çünkü Rab sıkıntı içindeki yakarışını

En'âm Sûresi / 74-83 .................................................................... 465

işitti. Oğlun yaban eşeğine benzer bir adam olacak. O herkese, herkes
de ona karşı çıkacak. Kardeşlerinin hepsiyle çekişme içinde yaşayacak.'
Hacer Avram'a bir erkek çocuk doğurdu. Avram çocuğun
adını İsmail koydu. Hacer İsmail'i doğurduğunda, Avram seksen altı
yaşındaydı."

Tevrat diyor ki: "Avram doksan dokuz yaşındayken Rab ona görünerek,
'Ben Her Şeye Gücü Yeten Tanrı'yım.' dedi, 'Benim yolumda yürü,
kusursuz ol. Seninle yaptığım antlaşmayı sürdürecek, soyunu alabildiğine
çoğaltacağım.' Avram yüzüstü yere kapandı. Tanrı, 'Seninle
yaptığım antlaşma şudur:' dedi: Birçok ulusun babası olacaksın. Artık
adın Avram değil, İbrahim olacaktır. [Avram; 'Yüce Baba', İbrahim:
İbranice Avraham, 'Çokların babası' anlamına gelir.] Çünkü seni birçok
ulusun babası yapacağım. Seni çok verimli kılacağım. Soyundan
uluslar doğacak, krallar çıkacak. Antlaşmamı seninle ve soyunla kuşaklar
boyunca, sonsuza dek sürdüreceğim. Senin, senden sonra da
soyunun Tanrısı olacağım. Bir yabancı olarak yaşadığın toprakları,
bütün Kenan ülkesini sonsuza dek mülkünüz olmak üzere sana ve
soyuna vereceğim. Onların Tanrısı olacağım."

Tevrat devamla diyor ki: "Tanrı İbrahim'e, 'Sen ve soyun kuşaklar boyu
antlaşmama bağlı kalmalısınız.' dedi, 'Seninle ve soyunla yaptığım
antlaşmanın koşulu şudur: Aranızdaki erkeklerin hepsi sünnet olacak.
Sünnet olmalısınız. Sünnet aramızdaki antlaşmanın belirtisi olacak.
Evinizde doğmuş ya da soyunuzdan olmayan bir yabancıdan satın
alınmış köleler dahil sekiz günlük her erkek çocuk sünnet edilecek...'
İbrahim sünnet olduğunda, doksan dokuz yaşındaydı. Oğlu İsmail
on üç yaşında sünnet oldu... İbrahim'in evindeki bütün erkekler
onunla birlikte sünnet oldular."

Tevrat diyor ki: "Tanrı, 'Karın Saray'a gelince, ona artık Saray demeyeceksin.'
dedi, 'Bundan böyle onun adı Sara olacak. [Sara; 'Pren-ses'
anlamına gelir.] Onu kutsayacak, ondan sana bir oğul vereceğim.
Onu kutsayacağım, ulusların anası olacak. Halkların kralları onun soyundan
çıkacak.' İbrahim yüzüstü yere kapandı ve güldü. İçinden,
'Yüz yaşında bir adam çocuk sahibi olabilir mi?' dedi, 'Doksan yaşındaki
Sara doğurabilir mi?' Sonra Tanrı'ya, 'Keşke İsmail'i mirasçım

466 ........................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

kabul etseydin!' dedi."

"Tanrı, 'Hayır. Ama karın Sara sana bir oğul doğuracak, adını İs-hak
koyacaksın.' dedi. [İshak; 'Güler' anlamına gelir.] 'Onunla ve soyuyla
antlaşmamı sonsuza dek sürdüreceğim. İsmail'e gelince, seni işittim.
Onu kutsayacak, verimli kılacak, soyunu alabildiğine çoğaltacağım.
On iki beyin babası olacak. Soyunu büyük bir ulus yapacağım. Ancak
antlaşmamı gelecek yıl bu zaman Sara'nın doğuracağı oğlun İshak'la
sürdüreceğim.' Tanrı konuşmasını İbrahim'le bitirince ondan ayrılıp
yukarıya çekildi."

Sonra Tevrat, Rabb'in iki melekle birlikte Sodom halkını ve Lut kavmini
helâk etmek üzere indiklerini, bu arada İbrahim'e konuk olduklarını,
kendileri için boğazladığı buzağının etini, kendilerine ikram ettiği
süt ve kaymaktan yediklerini anlatıyor. Tevrat'ın dediğine göre bu
sırada onu ve Sara'yı İshak'la müjdelediklerini, bunun yanı sıra Lut
kavminin durumunu anlattıklarını, İbrahim'in onların helâk edilmesi
hususunda onlarla tartıştığını, fakat onların İbrahim'i ikna ettiklerini,
bundan sonra da Lut kavminin helâk edildiğini anlatıyor.
Ardından İbrahim'in Gerar denilen bölgeye taşındığını, orada kendisini
tanıtmadığını ve bölgenin kralı olan Avimelek'e karısı Sara için,
"Bu kadın kız kardeşimdir." söylediğini, kralın da Sara'yı ondan aldığını,
bunun üzerine Rabb'in gece düşünde kralı ayıpladığını, derken
kralın İbrahim'i huzuruna çağırarak, neden Sara'nın kız kardeşi
olduğunu söyleyerek kendisini yanılttığını söyleyerek azarladığını,
bundan dolayı İbrahim'in öldürülmekten korktuğu için bunu söylediğini
itiraf ettiğini, "Sara baba tarafından benim kardeşimdir, annelerimiz
ayrıdır." dediğini, bunu duyan kralın Sara'yı kendisine geri
verdiğini ve onlara birçok mal verdiğini (Firavun kıssasına benzer
ifadelerle) anlatıyor.

Tevrat diyor ki: "Rab verdiği söz uyarınca Sara'ya iyilik etti ve sözünü
yerine getirdi. Sara hamile kaldı; İbrahim'in yaşlılık döneminde, tam
Tanrı'nın belirttiği zamanda ona bir erkek çocuk doğurdu. İbrahim
Sara'nın doğurduğu çocuğa İshak adını verdi. Tanrı'nın kendisine buyurduğu
gibi oğlu İshak'ı sekiz günlükken sünnet etti. İshak doğduğunda
İbrahim yüz yaşındaydı. Sara, 'Tanrı yüzümü güldürdü.'

En'âm Sûresi / 74-83 ................................................................... 467

dedi, 'Bunu duyan herkes benimle gülecek. Kim İbrahim'e, Sara çocuk
emzirecek derdi? Bu yaşında ona bir oğul doğurdum.' Çocuk büyüdü.
Sütten kesildiği gün İbrahim büyük bir şölen verdi."
"Ne var ki Sara, Mısırlı Hacer'in İbrahim'den olma oğlu İsmail'in alay
ettiğini görünce İbrahim'e, 'Bu cariyeyle oğlunu kov.' dedi, 'Bu cariyenin
oğlu, oğlum İshak'ın mirasına ortak olmasın.' Bu, İbrahim'i çok
üzdü, çünkü İsmail de öz oğluydu. Tanrı İbrahim'e: Oğlunla cariyen için
üzülme, dedi. Sara ne derse onu yap. Çünkü senin soyun İs-hak'la
sürecektir. Cariyenin oğlundan da bir ulus yaratacağım, çünkü o da
senin soyun."

"İbrahim sabah erkenden kalktı, biraz yiyecek, bir tulum da su hazırlayıp
Hacer'in omzuna attı, çocuğunu da verip onu gönderdi. Hacer
Beer-Şeva Çölü'ne gitti, orada bir süre dolaştı. Tulumdaki su tükenince,
oğlunu bir çalının altına bıraktı. Yaklaşık bir ok atımı uzaklaşıp,
'Oğlumun ölümünü görmeyeyim' diyerek onun karşısına oturup hıçkıra
hıçkıra ağladı. Tanrı çocuğun sesini duydu. Tanrı'nın meleği göklerden
Hacer'e, 'Nen var, Hacer?' diye seslendi, 'Korkma! Çünkü Tanrı
çocuğun sesini duydu. Kalk, oğlunu kaldır, elini tut. Onu büyük bir ulus
yapacağım.' Sonra Tanrı Hacer'in gözlerini açtı, Hacer bir kuyu
gördü. Gidip tulumunu doldurdu, oğluna içirdi. Çocuk büyürken Tanrı
onunlaydı. Çocuk çölde yaşadı ve okçu oldu. Paran Çölü'nde yaşarken
annesi ona Mısırlı bir kadın aldı."1

Tevrat diyor ki: "Daha sonra Tanrı İbrahim'i denedi. 'İbrahim!' diye
seslendi. İbrahim, 'Buradayım!' dedi. Tanrı, 'İshak'ı, sevdiğin biricik
oğlunu al, Moriya bölgesine git.' dedi, 'Orada sana göstereceğim bir
dağda oğlunu yakmalık sunu olarak sun.' İbrahim sabah erkenden
kalktı, eşeğine palan vurdu. Yanına uşaklarından ikisini ve oğlu
İshak'ı aldı. Yakmalık sunu için odun yardıktan sonra, Tanrı'nın kendisine
belirttiği yere doğru yola çıktı. Üçüncü gün gideceği yeri uzaktan
gördü. Uşaklarına, 'Siz burada, eşeğin yanında kalın.' dedi, 'Tapınmak
için oğlumla birlikte oraya gidip döneceğiz.' Yakmalık sunu
----------------
1- Müslümanların rivayetlerinde, İsmail'in Yemen Araplarından olan Curhum kabilesinden
bir kızla evlendiği belirtilir.

468 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

için yardığı odunları oğlu İshak'a yükledi. Ateşi ve bıçağı kendisi aldı.
Birlikte giderlerken İshak İbrahim'e, 'Baba!' dedi. İbrahim, 'Evet, oğlum?'
diye yanıtladı. İshak, 'Ateşle odun burada, ama yakmalık sunu
kuzusu nerede?' diye sordu. İbrahim, 'Oğlum, yakmalık sunu için
kuzuyu Tanrı kendisi sağlayacak.' dedi. İkisi birlikte yürümeye devam
ettiler."

"Tanrı'nın kendisine belirttiği yere varınca İbrahim bir sunak yaptı,
üzerine odun dizdi. Oğlu İshak'ı bağlayıp sunaktaki odunların üzerine
yatırdı. Onu boğazlamak için uzanıp bıçağı aldı. Ama Rabb'in meleği
göklerden, 'İbrahim, İbrahim!' diye seslendi. İbrahim, 'İşte buradayım!'
diye karşılık verdi. Melek, 'Çocuğa dokunma.' dedi, 'Ona hiçbir
şey yapma. Şimdi Tanrı'dan korktuğunu anladım, biricik oğlunu benden
esirgemedin.' İbrahim çevresine bakınca, boynuzları sık çalılara
takılmış bir koç gördü. Gidip koçu getirdi. Oğlunun yerine onu yakmalık
sunu olarak sundu. Oraya 'Yahve yire (Rab sağlar)' adını verdi.
Rabb'in dağında sağlanacaktır.' sözü bu yüzden bugün de söyleniyor.
Rabb'in meleği göklerden İbrahim'e ikinci kez seslendi: 'Rab diyor ki,
kendi üzerime ant içiyorum. Bunu yaptığın için, biricik oğlunu esirgemediğin
için seni fazlasıyla kutsayacağım; soyunu göklerin yıldızları,
kıyıların kumu kadar çoğaltacağım. Soyun düşmanlarının kentlerini
mülk edinecek. Soyunun aracılığıyla yeryüzündeki bütün uluslar
kutsanacak. Çünkü sözümü dinledin.' Sonra İbrahim uşaklarının yanına
döndü. Birlikte yola çıkıp Beer-Şeva'ya gittiler. İbrahim BeerŞeva'da
kaldı."

Tevrat, ardından Hz. İbrahim'in oğlu İshak'ı Keldanîler'den kendi aşiretine
mensup bir kızla evlendirmesini, sonra Sara'nın yüz yirmi yedi
yaşında Habron'da ölmesini, ardından İbrahim'in Ketura adlı kadınla
evlenmesini, bu kadından birkaç oğlunun dünyaya gelmesini, ardından
İbrahim'in yüz yetmiş beş yaşında vefat etmesini, İshak ve İsmail'in
onu Makpela mağarasına defnetmelerini, buranın bugünkü el-
Halil'de olduğunu anlatır.

İbrahim Peygamber'in kıssasının ve hayatının Tevrat'taki özeti bundan
ibarettir. (Yaratılış kitabı, 11. ve 25. bölüm) Bu özet üzerinde araştırma
yapıp burada anlatılanlarla Kur'ân'da anlatılanları karşılaştırmak

En'âm Sûresi / 74-83 .......................................................................... 469

da araştırmacılara düşmektedir.

5- [İbrahim'in Tevrat'taki Kıssasıyla İlgili Değerlendirme]

Kıssanın içeriği, ifadeleri arasındaki birbirini tutmazlık, anlamları arasındaki
çelişki Kur'ân tarafından bu kutsal kitabın tahrif edildiğine
ilişkin olarak ortaya konulan tezi destekleyen unsurlardır.
Kıssanın Tevrat'ta anlatılan bu versiyonunun en büyük özelliği, son
derece kapalı olmasıdır. Bu kapalılığın en büyük belirtisi de başlangıçtaki
mücadelesini, soydaşlarıyla tartışmalarını, soydaşlarından
büyük eziyetler ve sıkıntılar görmesini ihmal etmesidir. Oysa bu dönem
İbrahim Peygamber'in (a.s) yaşamının en parlak kesitlerinden
biridir.

Bunun yanında Tevrat'ta Hz. İbrahim'in Kutsal Kâbe'yi inşa etmesi,
burayı güvenli bir harem bölgesi ilân etmesi, hac ibadetini yasalaştırması
da ihmal edilmiştir. Hiçbir din araştırmacısı ve hiçbir sosyal
bilimci dört bin yıldan beri ayakta olan bu eski kutsal mabedin en
büyük ilâhî ayetlerden ve işaretlerden biri olduğundan kuşku
duymaz. Bu ayet, bu işaret dünya halkına Allah'ı ve ayetlerini hatırlatır,
uzun asırlardan beri hak mesajın etkin olmasını sağlar, onu korur.
Yüce Allah'ın insanlar için kurduğu ilk mübarek ve âlemler için hidayet
kaynağı olarak kıldığı evdir Kâbe.

Tevrat'ta anlatılan kıssanın kapsamında Kâbe'nin bina edilişinden
söz edilmemesi, Tevrat'ı yeniden yazan İsrailli yazarların kişisel ihtiraslarının
bir yansımasından başka bir şey değildir. Kadim Yahudi çekememezliği
onları Kâbe'den söz etmemeye yöneltmiştir. Bunun yanında
Hz. İbrahim'in Şekem topraklarında, sonra Beytel'in doğusunda
ve bir de Rab dağında kurduğu diğer sunaklardan bahsetmişlerdir.
Sonra saygın peygamber İsmail'i tanımlamalarına bakın: "Oğlun yaban
eşeğine benzer bir adam olacak. O herkese, herkes de ona karşı
çıkacak. Kardeşlerinin hepsiyle çekişme içinde yaşayacak... Çocuk
çölde yaşadı ve okçu oldu." Tevrat'ı tahrif eden yazarlar, bu girişimleriyle
Allah'ın nurunu söndürmeyi istemişlerdir. Ama Allah nurunu tamamlayacaktır.

470 ........................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Bir de Hz. İbrahim'e, peygamberlik makamına, takva ruhuna ve erdeme
yakışmayan davranışlar yakıştırmışlardır. Tevrat'ta deniliyor ki:

"Yüce Tanrı'nın kâhini olan Şalem Kralı Melkisedek ekmek ve şarap
getirdi. Avram'ı kutsayarak şöyle dedi..."1

Bunlardan biri de Tevrat'ta yer alan şu ifadedir: Güya Hz. İbrahim Mısır
firavununun adamlarına Sara'nın kız kardeşi olduğunu söylemiş
ve Sara'dan da bu hususta kendisini doğrulamasını istemiştir. İbrahim
ona demiş ki: "Lütfen, 'Onun kız kardeşiyim' de ki senin hatırın
için bana iyi davransınlar, canıma dokunmasınlar." Bir keresinde de
Gerar Kralı Avimelek'e onun kız kardeşi olduğunu söylemiştir. Böylece
bir keresinde firavun, bir keresinde de Avimelek onu eş olarak İbrahim'den
almışlardır. Sonra Tevrat İbrahim'in, "O benim kız kardeşimdir."
şeklindeki sözünü, bir keresinde, "Benim dinde kardeşimdir."
şeklinde, bir keresinde de, "Babamız bir, annemiz ayrıdır. Onunla evlendim."
şeklinde tevil ettiğini anlatır.

En azından bu sözler -Allah dostu İbrahim Peygamber'i tenzih ederizİbrahim'i
karısını firavun ve Avimelek gibilere evli olduğu hâlde eş olarak
takdim edebilen ve bununla kendine çıkar sağlayan, adı geçen iki
kişiden birtakım iyilikler gören biri olarak tasvir etmektedir.(!)

1- Bu anlatımı şu şekilde yorumlayanlar olmuştur: Yüce Tanrı'nın kâhini Melkisedek,
kıssanın başında işaret edilen Şinar Kralı Amrafel'dir. Bu ise Babil krallık
sülâlesinden birine mensup, koyduğu kanunlarla ünlü olan Hamurabî'dir. Hamurabî'nin
krallığı hakkında tarihsel kanıtlar arasında büyük ihtilâflar vardır. Bu verilerin
büyük bir kısmı ile İbrahim Peygamber'in yaşadığı dönem olarak bilinen m.ö.
2000 tarihi arasında kesin bir uyuşma söz konusu değildir. İslâm öncesi Arap kaynaklarında
Hamurabî'nin m.ö. 2232-2287 tarihleri arasında Babil'de hükümdar olduğu
anlatılmaktadır. "Dünyanın En Eski Kanunları" adlı eserde Üstad F. Edward,
Hamurabî yasalarından söz ederken Hamurabî'nin M. Ö. 2167-2205 tarihleri arasında
hükmettiğini belirtir. "A'lâm'uş-Şark ve'l-Garb" adlı kamusta Hamurabînin m.ö.
1686-1728 tarihleri arasında kral olduğundan söz edilir. Kitab-i Mukaddes Kamusu'nda
ise M. Ö. 1920-1975 tarihleri arasında hükmettiği belirtilir.

Ama bu alıntılarla çelişen en büyük kanıt ise, Babil harabelerinde yapılan arkeolojik
kazılar sonucu ortaya çıkan yazıtlardır. Bu yazıtlar üzerinde Hamurabî yasaları yer
alır, Babilliler'in putlarının ismleri zikredilir. Bütün bunlar Hamurabî’nin putperest
olduğunun en büyük kanıtıdır. Dolayısıyla onun, Rabb'in kâhini olması mümkün değildir.

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................... 471

Üstelik Tevrat, bu olayların yaşandığı esnada, özellikle Avimelek olayında
Sara'nın yetmişinde veya ondan yukarı yaşlara gelmiş bir kocakarı
olduğunu ifade etmektedir. Fakat kadınlar yaşlandıklarında
çekiciliklerini ve güzelliklerini yitirirler. Buna karşılık krallar, varlık içinde
şımaran zorbalar taze ve göz alıcı güzelliğe sahip genç kızlardan
başkasına eğilim göstermezler.

Tevrat'ta İbrahim ve Sara ile ilgili olarak anlatılan ve Hz. İbrahim'in
kişiliğiyle bağdaştırılması mümkün olmayan değerlendirmelerin benzerlerini
bazı rivayetlerde de görüyoruz. Örneğin Buharî ve Müslim
Sahihlerinde Ebu Hüreyre kanalıyla Peygamberimizin (s.a.a) şöyle
dediği rivayet edilir:

"Hz. İbrahim üç yerde yalan söylemiştir. Yalanlarından ikisi yüce Allah
içindir. Biri, 'Ben hastayım.' demesi, bir de, 'Şu büyük put yapmıştır.'
demesidir. Bir yalanı ise Sara ile ilgilidir. İbrahim zorba kralların
yurtlarına gitmiş ve beraberinde de Sara bulunuyordu. Sara kadınların
en güzeliydi. İbrahim ona dedi ki: 'Bu zorbalar, senin benim karım
olduğunu bilseler, senden dolayı bana saldırabilirler. Eğer senden sorarlarsa,
benim kız kardeşim olduğunu söyle. Çünkü sen dinde benim
kardeşimsin. Çünkü yeryüzünde benden ve senden başka bir Müslüman
bilmiyorum.' Zorbanın ülkesine girdiklerinde, zorbanın adamlarından
biri Sara'yı gördü ve gidip zorba krala haber verdi ki: 'Senin ülkene
bir kadın gelmiş bulunuyor. Bu kadın ancak sana yakışır.' Bunun
üzerine zorba kral onu çağırdı ve yanına aldırdı. İbrahim namaza
durdu. Kral Sara'nın yanına girdiğinde ona elini sürmeye güç yetiremedi.
Eli şiddetli bir ağrıyla tutuldu. Kral Sara'ya dedi ki: 'Allah'a dua
et, elimi çözsün. Sana hiçbir zarar vermeyeceğim.' Sara dua etti.
Ama kral bir kere daha Sara'ya el sürmek istedi. Bunun üzerine ilk iki
tutulmadan daha şiddetli bir ağrıyla tutuldu.1 Kral dedi ki: 'Allah'a
dua et, elim çözülsün. Allah'a yemin ederim ki, sana bir zararım
dokunmayacaktır.' Sara dua etti, kralın eli çözüldü. Sara'yı kendisine
getiren adamı çağırdı ve ona, 'Sen bana bir şeytan getirdin, bir insan
-------------------------
1- Hadisin nakledildiği orijinal nüshada bu şekilde yazılıdır. İfadede bir düşüklük olduğu
açıktır.

472 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

getirmedin. Onu hemen topraklarımdan çıkar ve ona Hacer'i de hediye
olarak ver.' dedi."

"Sara oradan ayrılıp yürümeye başladı. İbrahim onu görünce namazdan
ayrıldı ve ona, 'Ne oldu?' diye sordu. Sara, 'Hayırdır, Allah günahkâr
adamın bana dokunmasına engel oldu. Bir de bana bir hizmetçi
hediye etti.' dedi." Ebu Hüreyre [yanındaki Araplara hitaben] dedi ki:
"Ey Mau's-Sema'nın (Eski dönem Arap krallarından birinin adı) oğulları,
işte ananız bu cariyedir."1

Buharî'de değişik kanallardan Enes ve Ebu Hüreyre'den, Müslim'de
Ebu Hüreyre ve Huzeyfe'den, Ahmed Müsned'inde Enes ve İbn-i
Abbas'tan, Hâkim İbn-i Mesud'dan, Taberanî Ubade b. Samit'-ten, İbni
Ebu Şeybe Selman'dan, Tirmizî Ebu Hüreyre'den, Ebu Avane Huzeyfe'den,
o da Ebu Bekir'den Peygamber efendimizin (s.a.a) kıyamet
günü şefaatle ilgili sözlerini içeren bir hadis rivayet eder. Oldukça uzun
olan bu hadiste, kıyamet günü insanlar sırasıyla bütün
peygamberlere gidip şefaat dilerler; ama her peygamber onları
kendisinden sonraki peygamberin yanına gönderir. Bu arada işlediği
hatalardan birini ileri sürerek mazeret bildirir. Derken
peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed'in (s.a.a) yanına gelirler
ve Hz. Muhammed (s.a.a) onların isteklerine karşılık verir. İşte bu hadisin
kapsamında deniliyor ki: "İnsanlar İbrahim'in (a.s) yanına
giderler ve ondan Allah katında kendileri için şefaatçi olmasını
isterler. İbrahim Peygamber onlara şöyle der: 'Benim yapacak bir
şeyim yok. Ben üç kere yalan söyledim.' 'Ben hastayım.', 'Şu
büyükleri yapmıştır.' ve karısına, 'Benim kız kardeşim olduğunu
söyle.' demesi kastedilmiştir.


Bazı araştırmacıların da vurguladıkları gibi mantık her iki hadisin de içeriğini
onaylamıyor. Eğer hadislerde belirtilen olaylarla ilgili sözlerinin
yalan olduğu kastediliyorsa, bunların gerçekte yalan olmadıkları
ortadadır. Bunlar tevriye ve sanatsal anlatımın
örneklerindendir. Nitekim bunu Peygamberimizden aktarılan sözlerden
anlamak müm-
------
1- [Sahih-i Buharî, c.4, s.171; Sahih-i Müslim, Nevevî Şerhi, c.25, s.123]
2- [Sahih-i Buharî, c.6, s.106; Sahih-i Tirmizî, c.5, s.321, h: 3166; Müsned-i Ahmed,
c.3, s.244]

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 473

kündür. Bir hadiste Peygamberimizin şöyle dediği belirtiliyor: "İbrahim
üç kere yalan söylemiştir. Her üçünü de Allah için söylemiştir."

Bir diğerinde de şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Bu yalanların tümü,
Allah'ın dini hakkında yapılan tartışmada söylenmiş ve Allah'ın dini
savunulmuştur."


O hâlde neden kıyamet günüyle ilgili hadiste Hz. İbrahim'in
bunları günah saydığı ve şefaat etmemek için bunları bahane
olarak ileri sürdüğü belirtilsin? Eğer bu son iki hadiste belirtildiği
gibi herhangi bir peygamberin Allah'ın yolunda ve O'nun dini için yalan
söylemesi caiz ise, İbrahim'in bu davranışı onun Allah için katlandığı
sıkıntılardan ve O'nun için birer hasenat sayılmalı değil midir?
Ama kitabımızın ikinci cildinde belirttiğimiz gibi böyle bir davranış
kesinlikle peygamberlik makamıyla bağdaşmaz. Aksi takdirde sözleri
ve haber verdikleri olaylar bağlamında güvensizlik olgusu gündeme
gelir.

Kaldı ki, eğer bu gibi sözlerin yalan sayılması ve Allah katında şefaat
etmeyi engellemesi söz konusu olsaydı, Hz. İbrahim'in, yıldızı, ayı ve
güneşi görürken, "Budur rabbim!..." "Budur rabbim!" demesi daha
çok bu niteliğe yakışırdı ve bunun daha fazla Allah'a yakın olmanın
belirtisi olan şefaati engelleyici olması gerekirdi.

Yüce Allah'ın bize aktardığı gibi, Hz. İbrahim'in, "Yıldızlara bir göz attı,
'Ben hastayım.' dedi." şeklindeki sözünün yalan olduğuna, gerçekle
bağdaşmadığına ilişkin olarak ayetlerin akışından herhangi bir ipucu
edinmek mümkün değildir. Belki de Hz. İbrahim bir şekilde hastaydı;
ama bu hastalığı putları kırmasına engel olacak kadar ilerlememişti.
Ayrıca soydaşları, "İlâhlarımıza bunu sen mi yaptın, ey İbrahim?" diye
kendisine sorduklarında, verdiği cevap için de aynı şeyi söyleyebiliriz.
Onlar putlarının iradesiz ve duygusuz, cansız varlıklar olduklarını biliyorlardı.
Nitekim İbrahim Peygamber, "Belki şu büyüğü yapmıştır."
dedikten hemen sonra, "Onlara sorun şayet konuşuyorlarsa." demiştir.
Dolayısıyla bunu da yalan saymak mümkün değildir. Çünkü Hz. İbrahim
bunu onları kınamak için, susturmak için söylemiştir. Bununla
güdülen amaç, karşı tarafı düşüncesinin yanlışlığını itiraf etmek durumunda
bırakmaktır. Nitekim soydaşları da bunu itiraf etmekten
başka çare bulamıyorlar ve şöyle diyorlar: "Sen bilirsin ki, bunlar ko-

474 .......................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

nuşmazlar. Peki dedi, siz Allah'ı bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar
vermeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Yuh size ve Allah'tan başka taptıklarınıza."
(Enbiyâ, 65-67)

Eğer maksat bu üç sözün gerçekten yalan oldukları ise, bu, açıkça Allah'ın
kitabına muhalefet anlamına gelir.
Bunu araştırmacıların anlayışına
havale ediyoruz. Bundan önce 2 numaralı notta belirttiğimiz
şekilde İbrahim Peygamber'in Allah katındaki kulluk konumuna, yüce
Allah'ın onu en güzel şekilde övmesine, ondan övgüyle söz etmesine
başvurabilirler.

Anlamıyorum, objektif bir araştırmacı, yüce Allah'ın, "Kitapta İbrahim'i
an. O doğru sözlü bir peygamberdi."
(Meryem, 41) ayetinin içerdiği
övgülerle, başı sıkıştığında yalana başvuran yalancı bir insanı nasıl
örtüştürebilir? Veya yüce Allah konuşurken hakkı ve doğru söyleme
hususunda Allah'ı gözetmeyen bir insan hakkında nasıl bu övgü dolu
sözleri söylemiştir? (Demek ki, İbrahim Peygamber onların yakıştırmalarından
uzaktır.)

Ehlibeyt İmamları'ndan gelen rivayetler ise, kıssanın temeli bağlamında
Tevrat'ta anlatılanları doğrular mahiyettedir; fakat bu rivayetlerde
İbrahim Peygamber, kendisine yakıştırılan yalan ve diğer yakışıksız
niteliklerden tenzih edilmektedir. Bu rivayetlerin en kapsamlısı

el-Kâfi'de Ali'den, o da babasından, o da bizim mezhebimize mensup
bazı âlimlerden, onlar da Sehl'den, tümünün İbn-i Mahbub'dan, o da
İbrahim b. Zeyd el-Kerhî'den aktardıkları şu rivayettir: İmam Cafer
Sadık'ın (a.s) şöyle dediğini duydum: "İbrahim (a.s) Kusar1 köyünde
doğdu. Babası oranın halkındandı. İbrahim'in annesi, Lut'un annesi,
Sara ve Varke -bir nüshada Rakbe- kardeştiler; her ikisi Lahic'in kızlarıydı.
Lahic uyarıcı bir peygamberdi, resul değildi."
"İbrahim yetişme çağında yüce Allah'ın insanların yaratılışlarına esas
kıldığı fıtrat, yaratılış yasası üzere hareket ediyordu. Derken yüce Allah
onu dinine yöneltti ve onu seçti. Lahic'in kızı Sara ile evlendi. Sara
aynı zamanda teyzesinin kızıydı. Sara büyük bir koyun sürüsüne, geniş
arazilere sahipti, durumu iyiydi. Sara sahip olduğu her şeyi İbra-
--------------------
1- Kûfe'ye bağlı bir köy. el-Cezerî'de köyün adı Kusi şeklinde geçer.

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................... 475

him'in emrine verdi. İbrahim bu malları yönetti, koyunları arttırdı, ekinleri
çoğalttı. Öyle ki Kusar köyünde ondan daha zengin kimse yoktu."
"İbrahim Nemrud'un putlarını kırınca, Nemrut onun bağlanmasını, içine
atılacağı bir sur yapılmasını, orada odunların tutuşturulup alevlendirilmesini
istedi. Sonra İbrahim yanmak üzere bu ateşin içine atıldı.
Sonra ateş sönünceye kadar onu terk ettiler. Ardından surun
yanına geldiklerinde İbrahim'in sapasağlam ve bağlarından kurtulmuş
olarak orada durduğunu gördüler. Bu durumu Nemrud'a haber
verdiler. O da İbrahim'in kentten sürgün edilmesini emretti. Bu arada
koyunlarını ve mallarını götürmesine engel olunmasını istedi. İbrahim
bu hususta onlarla tartıştı ve şunları söyledi: 'Eğer koyunlarımı ve
mallarımı alırsanız, bu durumda ülkenizde geçirdiğim ömrümü bana
geri vermeniz gerekir.' Böylece aralarında bir tartışma başladı. Derken
dava Nemrud'un yargıcına intikal etti. Yargıç, İbrahim'in sahip
olduğu koyunları ve malları onlara vermesine, onların da İbrahim'in
ülkelerinde geçirdiği ömrünü geri vermelerine hükmetti. Yargıcın bu
kararı Nemrud'a haber verildi. Bunun üzerine Nemrut, İbrahim'in koyunları
ve mallarıyla birlikte kenti terk etmesine izin vermelerini emretti.

Nemrut dedi ki: 'Eğer sizin ülkenizde kalırsa, dininizi bozar; tanrılarınıza
zarar verir.' Böylece İbrahim'i ve Lut Peygamber'i ülkelerinden
çıkarıp Şam dolaylarına gönderdiler."

"İbrahim yola çıktı. Onunla birlikte Sara ve Lut da vardı. İbrahim onlara
dedi ki: 'Ben Rabbime gidiyorum, O bana doğru yolu gösterecektir.'
İbrahim bu sözleriyle Beyt'ül-Mukaddes'i kastediyordu. İbrahim koyunlarını
ve mallarını aldı. Bu arada bir de sandık yaptırdı, Sara'yı bu
sandığın içine koyarak kapağını sıkıca kapadı. Bunu eşini kıskandığı
için yapmıştı. Böylece yola çıktı. Nemrud'un egemenliği altındaki toprakların
dışına çıkana kadar yürüdü. Kıptîler'den Azare adı verilen bir
kralın ülkesinin topraklarına girdi. Bu sırada kralın tahsildarıyla karşılaştı.
Tahsildar sahip olduğu malların vergisini almak istedi. Sıra sandığa
gelince, tahsildar açmasını istedi. İbrahim ona dedi ki: 'Farz et
ki, sandık altın ve gümüş doludur, istersen bu şekilde kabul et ve biz
de sana vergisini verelim.' Tahsildar ısrarla sandığın açılmasını istedi.
İbrahim'i açmaya zorladılar. Sandık açılıp Tahsildar onca güzelliğiyle

476 ....................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Sara'yı görünce şöyle dedi: 'Bu kadın senin neyin oluyor?' İbrahim
dedi ki: 'O benim eşim ve teyzemin kızıdır.' Tahsildar, 'Peki onu niçin
bu sandıkta saklıyorsun?' diye sordu. İbrahim şu karşılığı verdi: 'Onu
bir yabancının görmesinden kıskanıyorum.' Tahsildar dedi ki: Senin
ve onun durumunu krala haber vermedikçe seni bırakacak değilim."
"Tahsildar krala özel bir elçi gönderip, ona durumu bildirdi. Kral özel
bir elçi göndererek sandığı yanına getirmelerini istedi. İbrahim onlara
dedi ki: 'Canım bedenimden ayrılmadan sandıktan ayrılmam.' Bunu
krala haber verdiler. Bunun üzerine kral, onunla sandığın birlikte getirilmesini
istedi. Böylece İbrahim, sandık ve diğer malları ile birlikte
kralın huzuruna götürüldü. Kral ona dedi ki: 'Sandığı aç.' İbrahim ona
şu cevabı verdi: 'Ey kral, orada benim eşim ve teyzemin kızı var. Ben
sandığın kapağını açmağa karşılık sahip olduğum her şeyi vermeye
hazırım.' Kral İbrahim'i sandığı açmaya zorladı. İbrahim de sandığı
açmak zorunda kaldı. Kral Sara'yı görünce, ağırbaşlılığı azgınlığını
frenleyemedi. Bu yüzden elini Sara'ya uzattı. İbrahim kıskandığı için
yüzünü her ikisinden çevirdi ve şu duayı yaptı: 'Allah'ım, onun elinin
eşime ve teyzemin kızına dokunmasına izin verme.'
Bunun üzerine
kralın eli Sara'ya yetişmediği gibi geri de gelmedi. Kral ona dedi ki:
'Yoksa, bunu senin ilâhın mı bana yaptı?' İbrahim ona dedi ki: 'Evet.
Ve benim ilâhım gayurdur, haramdan hoşlanmaz. Seni yapmak istediğin
haramdan alıkoyan O'dur.' Kral ona şöyle dedi: 'İlâhına dua et,
elim bana geri gelsin. Eğer ilâhın senin duanı kabul ederse, bir daha
eşine yönelmeyeceğim.'
İbrahim dedi ki: 'Allah'ım, ona elini geri ver
ki, eşimden vazgeçsin.'
Allah ona elini geri verdi. Kral bir kez daha
gözleriyle Sara'yı süzdü. Sonra elini ona uzattı. Bunun üzerine İbrahim
gayretinden dolayı yüzünü bir yana çevirdi ve 'Allah'ım, onun elinin
eşime dokunmasına izin verme.'
diye dua etti. Derhal kralın eli
kurudu ve bir daha geri gelmedi."

"Kral İbrahim'e dedi ki: 'Senin ilâhın gayurdur, sen de gayursun. İlâhına
dua et, elimi bana geri versin. Eğer elimi bana geri verirse, bu
davranışımı tekrarlamayacağım.' İbrahim dedi ki: 'Bunu O'ndan isteyeceğim.
Ama bir daha davranışını tekrarlarsan, benden tekrar dua
etmemi isteme.' Kral, 'Evet.' dedi. Bunun üzerine İbrahim şöyle dedi:

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 477

'Allah'ım, eğer doğru söylüyorsa, elini ona geri ver.' Sonra kralın eli
eski hâline döndü."

"Kral bu gayreti ve elinde meydana gelen bu mucizevî etkilenmeyi
görünce, İbrahim'e (a.s) büyük bir saygı gösterdi. Ona bağışta bulundu,
ikram etti, onu koruması altına aldı. Ona şöyle dedi: 'Artık ona
veya yanında bulunan başka bir şeye saldırmama hususunda güvencedesin.
Dilediğin yere gidebilirsin. Fakat senden bir isteğim var.' İbrahim,
'Nedir o?' diye sordu. Kral dedi ki: 'Ona Kıptî bir cariyeyi hediye
etmeme izin vermeni istiyorum. Bu cariye son derece akıllı ve güzeldir.
Ona hizmet etsin.'
İbrahim buna izin verdi. Kral cariyeyi çağırdı ve
Sara'ya hediye etti. Bu cariye İsmail'in (a.s) annesi Hacer'di."
"İbrahim beraberindekilerle beraber yola çıktı. Kral da İbrahim'e yönelik
saygısının bir ifadesi olarak arkasından yürüyerek onu yolcu etti.
Yüce Allah İbrahim'e şöyle vahyetti: 'Dur, zorba kral arkanda yürüyecek
şekilde onun önünde yürüme. Onu önüne al ve sen arkasından
yürü, ona saygı göster. Çünkü o yöneticidir. İyi veya kötü olsun, yeryüzünde
bir yönetici olması gerekir.' Bunun üzerine İbrahim durdu ve
krala şöyle dedi: 'Yürü, çünkü benim ilâhım şu anda bana, sana saygı
göstermemi, seni önüme geçirmemi ve senin arkanda yürümemi,
sana yönelik saygının bir ifadesi olarak emretti.'
Kral dedi ki: 'Rabbin
sana bunu mu vahyetti?' İbrahim dedi ki: 'Evet.' Bunun üzerine kral
şöyle dedi: Senin ilâhının şefkatli, yumuşak huylu ve kerim olduğuna
tanıklık ediyorum. Sen bu davranışınla beni dinine çekmiş bulunuyorsun."

"Kral ona veda edip ayrıldı. İbrahim Şamat bölgesinin yüksek yerlerine
varıncaya kadar yol aldı. Lut'u ise Şamat bölgesinin aşağılarında
bıraktı. İbrahim ilerleyen yaşına karşın evlât sahibi olmadığını görünce,
Sara'ya şöyle dedi: 'Eğer istersen Hacer'i bana sat. Bakarsın Allah
ondan bize bir evlât bahşeder. Ve o bizden sonra yerimize geçer.' İbrahim
Hacer'i Sara'dan satın aldı, onunla yattı ve Hacer İsmail'e hamile
kaldı."1
---------------------------
1- [er-Ravza Min'el-Kâfi, c.8, s.370-373, h: 560]

478 ........................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Tevrat'taki çarpıklıklardan biri de İbrahim'in oğullarından birini kurban
etmesi kıssası hakkında göze çarpmaktadır. Tevrat'a göre, İbrahim'in
kurban etmek istediği oğlu İshak'tır, İsmail değil. Oysa Hz. İbrahim'in
onu Tihame çölüne yerleştirmesi, Kâbe'yi yapması, İsmail'in
ve annesinin Allah yolunda çektikleri meşakkatleri sembolik bir dille
anlatımından ibaret olan, tavaf, sa'y ve kurban gibi ibadetleri içeren
hac ibadetini yasalaştırması, kurban edilmek istenen oğlun İshak
değil, İsmail olduğunu gösterir.

Barnabas İncili'nde Mesih'in, kurban edilen oğlun İsmail yerine İs-hak
olduğunu söylemelerinden dolayı Yahudileri kınadığı belirtiliyor. 44.
bölümde şöyle deniyor:

"Allah İbrahim'le şöyle konuştu: İlk doğan çocuğun olan İsmail'i al,
dağa çıkar, onu kurban olarak boğazla. İshak İbrahim'in ilk doğan
çocuğu olabilir mi? O doğduğunda İsmail yedi yaşındaydı." (44. bölüm;
ayet, 11-12)

Kur'ân ayetlerinde ise, kurban edilen oğlun İsmail olduğu hemen
hemen açık bir şekilde ifade edilmektedir. Yüce Allah İbrahim'in putları
kırmasını, bundan dolayı soydaşları tarafından ateşe atılmasını,
ateşin ona karşı serin ve selâmetli olmasını aktardıktan sonra şöyle
buyuruyor:

"Ona bir tuzak kurmak istediler, biz de onları alçak düşürdük. Dedi
ki: 'Ben Rabbime gideceğim, o beni doğru yola iletecek. Rabbim, bana
iyilerden lütfet.' Ona halîm bir erkek çocuk müjdeledik. Çocuk onun
yanında koşma çağına erişince, İbrahim ona: 'Yavrum!' dedi, 'Ben
uykuda görüyorum ki ben seni kesiyorum; düşün bak, ne dersin?' Çocuk:
'Babacığım, sana emredileni yap, inşaallah beni sabredenlerden
bulacaksın.' dedi. İkisi de böylece teslim olup İbrahim kurban etmek
için çocuğunu alnı üzerine yatırınca, biz ona: 'İbrahim!' diye seslendik.
'Sen rüyayı doğruladın, işte biz güzel davrananları böyle mükâfatlandırırız.'
dedik. Gerçekten bu, apaçık bir sınav idi. Ve fidye olarak ona
büyük bir kurbanlık verdik. Sonra gelenler arasında ona iyi bir ün bıraktık.
İbrahim'e selâm olsun. İşte biz güzel davrananları böyle mükafâtlandırırız.
Çünkü o bizim mümin kullarımızdandı. Biz ona İshak'ı
iyilerden bir peygamber olarak müjdeledik. Kendisine de, İshak'a da

En'âm Sûresi / 74-83 ......................................................................... 479

bereketler verdik. Onların neslinden iyi hareket eden de var, açıkça
kendisine zulmeden de." (Sâffât, 98-113)

Bu ayetler üzerinde düşünen bir kimse, kurban edilmek üzere seçilen
çocuğun, "Ona halîm bir çocuk müjdeledik." ayetinde müjdelenen
çocuk olduğundan kuşku duymaz. "Biz ona İshak'ı iyilerden bir peygamber
olarak müjdeledik." ayetinde işaret edilen diğer müjdeleme
ise, ilk müjdelemeden ayrıdır. İkinci müjdelemede işaret edilen
İshak, ilk müjdelemede işaret edilen çocuktan ayrıdır. İlk çocuktan
söz edilirken kurban olayı da birlikte anlatılmıştır.

Rivayetlere gelince; Şiî kaynaklarda, Ehlibeyt İmamları'ndan aktarılan
rivayetlerde kurbanlık olarak seçilen çocuğun İsmail olduğu zikredilir.
Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat kanallarından aktarılan rivayetlerde
ise ihtilâf vardır. Bazıları kurbanlık olarak seçilen çocuğun İsmail, bazısı
ise İshak olduğunu söylemişlerdir. Fakat daha önce de işaret ettiğimiz
gibi, birinci grubun görüşü Kur'ân'a uygun düşmektedir.
Taberî, tarihinde şunları söylüyor: "Peygamberimiz Muhammed'in
(s.a.a) ümmetinin ilk kuşak âlimleri, İbrahim'in kurban etmekle görevlendirildiği
oğlunun kimliği hususunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.
Bazılarına göre, kurban edilmesi istenen çocuk İsmail b. İbrahim,
bazısına göre de İshak b. İbrahim'dir. Her iki görüşü destekleyen
rivayetler Peygamberimizden aktarılmıştır. Bunlardan biri sahihse diğerini
artık değerlendirmelerimize esas almayız. Ancak Kur'ân'a baktığımızda,
Peygamberimizden aktarılan, "Kurban edilmek istenen çocuk
İs-hak'tı." şeklindeki rivayetin diğerine göre daha açık bir şekilde
kanıtlandığını görürüz."

Taberî devamla şunları söylüyor: "Buna ilişkin Kur'ân'da yer alan kanıttan
bunun İshak olduğu anlaşılmaktadır, şeklindeki çıkarsamamıza
gelince; İbrahim Peygamber soydaşlarından ayrılıp karısı Sara ile
birlikte Şam bölgesine, Rabbine hicret edeceğini belirtirken yaptığı
dua buna ilişkin somut bir kanıt mahiyetindedir. 'Ben Rabbime
gideceğim, O beni doğru yola iletecek. Rabbim, bana iyilerden lutfet.'
Hz. İbrahim bu duayı yaparken henüz Hacer'le tanışmamıştı. Henüz
İsmail'in annesine sahip olmamıştı. Bu duanın hemen ardından yüce
Allah duasını kabul ettiğini, kendisine halîm bir çocuk müjdelediğini

480 ................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

belirten haberi veriyor. Ardından çocuk yanında koşacak çağa erişince,
İbrahim'in bu çocuğu kurban ettiğine ilişkin rüyayı gördüğünü haber
veriyor."

"Kur'ân'da Hz. İbrahim'e müjdesi verilen İshak dışında bir erkek çocuğu
görmedik. Bunu şu ayetlerden anlıyoruz: Ayakta durmakta olan
karısı güldü. Biz de ona İshak'ı müjdeledik. İshak'ın ardından da
Yakub'u." [Hûd, 71] "Onlardan içine bir korku düşürdü. 'Korkma!' dediler
ve ona bilgin bir oğlan çocuğu müjdelediler. Karısı Sara çığlık içinde
geldi, yüzüne vurarak: 'Ben kısır bir kocakarıyım, benden nasıl
çocuk olur?' dedi. "[Zâriyât, 28]

"İbrahim'in bir erkek çocukla müjdelendiği her yerde geçen ifadeler
böyledir. Yüce Allah ona eşi Sara'dan olacak bir çocuğu müjdelemiştir.
Dolayısıyla, 'Biz ona halîm bir çocuk müjdeledik.' ifadesinin
Kur'ân'ın diğer yerlerinde işaret edildiği gibi, eşi Sara'dan olma İshak'ın
müjdelenmesi şeklinde algılanması gerekir."

"Bazıları buna karşı şu gerekçeyi ileri sürüyorlar: 'Allah İshak'ın kurban
edilmesini emretmemiştir. Kurban edilecek çocuğun doğacağına
ilişkin müjde onun ve ondan sonra da Yakub'un doğumundan önce
gerçekleşmiştir.' Bu gerekçe, buna dayandırılan çıkarsamanın doğruluğunu
gerektirmez. Çünkü yüce Allah, İshak'ın koşma çağına gelmesinden
sonra boğazlanmasını emretmiştir. Ayrıca babası İshak'ı
boğazlamakla emredilmeden önce İshak'ın oğlu Yakub'un da dünyaya
gelmiş olması mümkündür."

"Bu konuda İbrahim'in koçun boynuzlarının Kâbe'ye bağlı olduğunu
görmesini gerekçe göstererek kurban edilenin İshak olmadığını kanıtlamaya
çalışanın bu gerekçesi de geçersizdir. Çünkü koçun Şam'-
dan getirilip Kâbe'ye bağlanmış olması imkânsız bir şey değildir." (Taberî'den
alınan alıntı burada sona erdi.)

Şu apaçık gerçeği nasıl görmediğini bir türlü anlayamıyorum: İbrahim
yüce Allah'tan bir evlât isterken Şam'a hicret etmek üzereydi ve karısı
Sara da yanında bulunuyordu. O sırada Hacer diye birini kimse
bilmiyordu. "Rabbim bana iyilerden bir çocuk lütfet." derken, Rabbinden
bir çocuk istiyor; ama bu çocuğun Sara'dan olmasını belirtmiyor.
Dolayısıyla bu duasından hemen sonra gelen müjdeyi İshak'la

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................ 481

müjdelenmesi şeklinde yorumlamanın bir dayanağı yoktur. Çünkü İbrahim,
"Bana lütfet" diyor. "Bana Sara'dan lütfet." demiyor.
Bir de diyor ki: "Kur'ân'ın başka yerlerinde hep İshak'ın müjdelenmesinden
söz ediliyor; dolayısıyla buradaki müjdelemenin de İshak'la
ilintili olarak yorumlanması gerekir." İleride çeşitli münasebetlerle
değineceğimiz gibi, bu çıkarsama hiçbir kanıta dayanmayan bir kıyastır.
Bilâkis kanıt, bu çıkarsamanın aksini göstermektedir. Çünkü
yüce Allah bu ayetlerde kendisine halîm bir çocuğun müjdelendiğinden
söz ettikten sonra, çocuğun kurban edilmesi kıssasını anlatıyor.
Hemen ardından İshak'ın müjdelenmesini zikrediyor. Bu konuların
ele alındığı ayetlerin akışını inceleyen bir insan, ikinci kez müjdelenen
çocuğun ilk kez müjdelenen çocuktan ayrı olduğundan kuşku
duymaz. O hâlde İbrahim (a.s) daha önce İshak'tan başka bir çocukla
müjdelenmiştir. Bu da İsmail'den başkası değildir. Raviler, nakilciler
ve tarihçiler İbrahim'in oğullarından İsmail'in İshak'tan önce doğduğu
hususunda görüş birliği içindedirler.

Bu konuyla ilgili olarak Tevrat'ta anlatılanların birbirini tutmaz örneklerinden
biri de şudur: Tevrat'ta İsmail'in İshak'tan yaklaşık olarak on
dört yıl önce doğduğundan söz ediliyor. Yine Tevrat'ta İshak'ın doğmasından
sonra Sara ile alay ettiği için İbrahim'in onu ve annesini
kovduğu ifade ediliyor. Bunun akabinde İbrahim'in onları bir vadiye
yerleştirmesi, Hacer'in kırbasında taşıdığı suyun tükenmesi, İsmail'in
susaması, sonra Melek'in Hacer'e suyu göstermesi anlatılıyor. İsmail-
'in kıssasının bu kısmına bakan bir insan bu olaylar meydana gelirken
İsmail'in henüz annesinin sütünü emen bir çocuk olduğundan
kuşku duymayacaktır. Dilersen Tevrat'ta kıssanın bu bölümünü yeniden
gözden geçirip inceleyebilirsin. Bizim mezhebimizin kaynaklarında
yer alan rivayetler İsmail'in o sırada süt emen bir çocuk olduğunu
ortaya koyar mahiyettedir.

6- [İbrahim Kıssasıyla İlgili Kur'ânî Bir İnceleme]

Kur'ân-ı Kerim gerek kişiliği, gerek saygı değer iki oğlu İsmail ve
İshak ve gerekse bu ikisinin sulbünden devam eden soyu açısından
İbrahim'in (a.s) kıssasına büyük bir özen gösterir. Ama Tevrat'ta

482 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

bu özeni göremiyoruz. Tevrat'ta İbrahim kıssası, İshak ve İsrail kavmi
boyutuyla sınırlandırılır. İsmail'dense pek söz edilmez. Söz edildiği
yerlerde de ya küçümseyici, ya da basitleştirici ifadeler kullanılır.
Ama çok geçmeden çelişkiler de kendini göstermeye başlar. Sözgelimi,
bir yerde Allah'ın İbrahim'e, "Onunla (İshak'la) ve soyuyla antlaşmamı
sonsuza dek sürdüreceğim. (Yani senin soyun İshak'la devam
edecek.)" diye hitap ettiğinden söz ederken, bir başka yerde,
"İsmail'e gelince, seni işittim. Onu kutsayacak, verimli kılacak, soyunu
alabildiğine çoğaltacağım... Soyunu büyük bir ulus yapacağım."
şeklinde ona hitap edildiğinden söz eder. Bir yerde İsmail'in vahşi (yaban
eşeği), insanlara zıt düşen, insanların kendisine zıt düştüğü, ok atıcısı
olarak büyüdüğü, baba evinden kovulduğu şeklinde tanımlandığını
görüyoruz; bir başka yerde, Allah'ın onunla beraber olduğundan söz edildiğini
görüyoruz.

Hz. İbrahim'in Kur'ân'da yer alan kıssasının buraya kadar anlatılan
kısmını iyice incelediğimiz zaman, Kur'ân'la ilgili olarak bazı zihinlerde
beliren iki kuşku giderilmiş olur:

Birinci kuşku: Bazı müsteşrikler1 diyorlar ki: "Kur'ân Mekkî surelerde
İbrahim ve İsmail'den (a.s) tıpkı diğer peygamberlerden söz ettiği gibi
genel olarak söz eder. Sadece onların tevhid dini üzere olduklarını,
insanları uyardıklarını, insanları Allah'a kulluk sunmaya davet ettiklerini
anlatır. Meselâ İbrahim'in Kâbe'yi bina etmesinden, Kâbe'nin İsmail'le
ilgisinden, onların Arapları fıtrat dinine ve hanif şeriatına çağırdıklarından
bahsetmez. Ama Bakara, Hac gibi Medenî surelerde
İbrahim ve İsmail'in Arapların babaları olduklarından, Arapların onların
çocukları olduklarından, onlar için İslâm dinini tebliğ ettiklerinden
ve Allah'ın kutsal evi olan Kâbe'yi kurduklarından söz edilir."
"Bu çelişkinin sırrı şudur: Muhammed Mekke'deyken sırtını Yahudilere
dayamıştı. Ama çok geçmeden Yahudiler ona karşı düşmanca bir
tutum içine girdiler. Bundan dolayı Muhammed'in onların dışında bir
destekçi bulması kaçınılmazdı. İşte bu noktada muhteşem zekâsı
----------------------
1- en-Neccar -Kısas'ul-Enbiyâ- adlı eserde Hurgoniye ve Wensinck adlı iki müsteşrikin
İslâm ansiklopedisinde yaptıkları değerlendirmelerden nakletmiştir.

En'âm Sûresi / 74-83 ................................................................. 483

Arapların babası İbrahim'in yeni bir özelliğini keşfetti. Bu sayede
kendi döneminin Yahudilerinden kurtularak İbrahim'in Yahudiliğine
tutundu. Onu Arapların babası ilân etti. Artık İbrahim İslâm dininin
temellerini atan, Mekke'deki kutsal Kâbe'yi kuran kişiydi. Çünkü
Mekke kenti sürekli olarak zihnini kurcalıyordu." (Adı geçen müsteşriklerin
değerlendirmeleri özetle bundan ibarettir.)

Bu kuşkuyu dile getiren zat, Allah'ın yüce kitabına iftira etmekle son
derece utanç verici bir duruma düşmüştür. Çünkü Kur'ân dünya çapında
bilinen bir kitaptır. Doğuda veya batıda bir kimsenin istediği
zaman Kur'ân'a bakıp incelemesi zor değildir. Dolayısıyla Kur'ân üzerinde
gerçekten araştırma yapan herkes şunu kabul eder ki, Kur'ân
ne Mekke dönemi inişli surelerde, ne de Medine dönemi inişli surelerde
ne müşriklere, ne Yahudilere, ne de Hıristiyanlara karşı en küçük
bir alttan alma, bir şirin görünme, bir yaltaklanma içine girmemiştir.
Yahudilere veya başka bir topluluğa karşı geliştirdiği argümanların
dili, üslûbu Mekke veya Medine ortamına göre değişiklik arz
etmemiştir.

Fakat Kur'ân ayetleri, dinsel davetle bağlantılı olarak olayların gelişim
seyrine göre bölüm bölüm iniyorlardı. Hicret sonrası gelişmeler
Peygamberimizin (s.a.a) Yahudilerin durumuyla yakından ilgilenmesini
ve onlara karşı açık bir sertlik sergilemesini gerektirmiştir. Bu da
kaçınılmazdı. Medine'de inen ayetlerde bunu belirgin bir şekilde gözlemlemek
mümkündür. Olayların gelişiminin gerektirdiği ölçüde ayrıntılı
hükümleri içeren ayetleri buna örnek gösterebiliriz.
Sözü edilen müsteşriklerin Arapların İsmail ve İbrahim'le irtibatlandırılmalarının,
Kâbe'yi bina edişlerinin ve hanif dinini kurmuş olmalarının
sadece Medine'de inen surelerde gündeme getirildiğini ileri
sürmesine gelince; bu iddiayı, Mekke'de inen bir sure olan İbrâhîm
Suresi'ndeki şu ifadeler yalanlamaktadır: "Bir zaman İbrahim, şöyle
demişti: Rabbim, bu şehri güvenli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan
uzak tut... Rabbimiz, ben çocuklarımdan bazısını senin Haram
Evi'nin yanında, ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz, namazı
kılsınlar diye. Artık sen insanlardan birtakım gönülleri, onları sever
yap ve onları çeşitli meyvelerle besle ki şükretsinler... İhtiyarlık ça-

484 .................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

ğımda bana İsmail ve İshak'ı lütfeden Allah'a hamdolsun. Şüphesiz
Rabbim duayı işitendir." (İbrâhîm, 35-39) Buna benzer ifadeleri, kurban
edilme kıssasını içeren Sâffât Suresi'nin ilgili ayetlerinde de gördük.
İbrahim Peygamber'in Yahudiliğine gelince, adı geçen iki müsteşrikin
bu iddiasını Kur'ân reddetmektedir: "Ey Ehlikitap, İbrahim hakkında
ne diye çekişip tartışıyorsunuz? Oysa Tevrat da, İncil de ancak ondan
sonra indirilmiştir. Anlamıyor musunuz?... İbrahim, ne Yahudi, ne de
Hıristiyan idi; ancak o hanifti, Müslümandı, müşriklerden de de-ğildi."
(Âl-i İmrân, 65-67)

İkinci Kuşku: Yıldızlara tapan Sabiîlerle ilgilidir. Kur'ân İbrahim'in onların
ilâhlarıyla karşılaşmasını şu ifadelerle anlatır: "Üzerine gece çökünce,
İbrahim bir yıldız gördü, 'Budur rabbim!' dedi..." Bunlar Harran
kentinde yaşıyorlardı. İbrahim oraya Babil veya Ur kentinden göç etmişti.
Bu da onun yıldızların ilâhlığını tartışmasının putlar hakkında
tartışmaya girmesinden, ardından putları kırmasından, bundan dolayı
ateşe atılmasından bir süre sonra gerçekleşmiş olmasını gerektirir.
Oysa bu durum, onun putlara tapanlarla tartışması ile yıldızlara tapanlarla
tartışmasının, -daha önce işaret edildiği şekliyle- ortaya çıkıp
babasına ve soydaşlarına katılmasından sonraki iki gün içinde gerçekleştiğini
ifade eden ayetlerle uyuşmamaktadır.

Ben derim ki: Bu, gerçekte ayetlerin açıklaması bağlamında yer verdiğimiz
tefsirle ilgili bir kuşkudur; kitabın aslına yönelik bir kuşku değildir.
Ayrıca bu değerlendirmede, tarihin kesin olarak kanıtladığı ve mantığın
zorunlu gördüğü bir gerçek göz ardı edilmiştir. Mantığın zorunlu
gördüğü husus şudur: "Bir memleket düşünün ki, büyük şehirlerinin
bazısında Sabiîlik gibi o dönemde yayılmış bulunan bir din ağırlıkta
olsun ve ülkenin başka yerlerinde bu dine bağlanan gruplar bulunmasın."
Böyle bir şey mümkün değildir.

Tarihe gelince, Sabiîliğin de tıpkı putperestlik gibi Babil'de yaygın
olduğundan, orada yıldızların adına kurulan birçok tapınakların bulunduğundan,
bu yıldızlara nispet edilen putların bu tapınaklara yerleştirildiğinden
söz etmektedir. Babil ve civarıyla ilgili tarihlerde M. Ö. üç bin iki yüz yıl önce Güneş
Tanrısı ve Ay Tanrısı adına bir

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 485

tapınağın kurulduğu belirtilmektedir. Hamurabî yasalarının yazıldığı
yazıtlarda Güneş Tanrısı'ndan ve Ay Tanrısı'ndan bahsedilir. Bu da
İbrahim Peygamber'in (a.s) yaşadığı döneme yakın bir zaman kesitinde
gerçekleşmiştir.

Daha önce Ebu Reyhan Birunî'nin "el-Asâr'ul-Bakiye" adlı eserinden1
şu alıntıyı yapmıştık: "Yuzasef Hindistan topraklarında Tahmu-res'in
tahta çıkışından bir yıl sonra ortaya çıktı ve Farsça yazıyı icat etti.
Halkı Sabiîlik dinine davet etti. Birçok insan da ona tâbi oldu. Belh
bölgesini yurt edinmiş Pişdadî kralları ve kimi Keyanîler güneşi, ayı,
yıldızları ve genel unsurları (toprak, su, ateş ve rüzgar) kutsuyorlardı.
Beştasef'in tahta gelişinin üzerinden otuz sene geçip Zerdüşt'ün ortaya
çıkmasına kadar bu durum devam etti."

Birunî devamla şunları söylüyor: "Tabiattaki plânı, düzeni feleğe ve
gökcisimlerine mal ederler. Bunların canlı olduklarına, konuştuklarına,
duyduklarına ve gördüklerine inanırlar. Nurlara büyük saygı
gösterirler. Dimaşk Camii'nin avlusundaki mihrabın üstündeki kubbe
onların eseridir. Burası eskiden onların tapınaklarıydı. Yunanlılar
ve Romalılar onların dinleri üzereydiler. Sonra burası Yahudilerin eline
geçti, onu kendi tapınakları olan havraya dönüştürdüler. Ardından
Hıristiyanların eline geçti, onu kilise yaptılar. Derken İslâm geldi
ve bölge Müslümanların eline geçti. Müslümanlar burayı camiye
dönüştürdüler."

"Sabiîlerin çeşitli heykelleri ve putları vardı. Bunlara belli şekiller verir,
güneşin adlarıyla anarlardı. Nitekim Ebu Ma'şer el-Belhî, tapınaklara
ilişkin eserinde, Ba'lebek heykelinin güneş adına dikildiğinden
söz eder. Kıran heykelinin de ay adına dikildiğini belirtir. Onu yuvarlak
bir halka şeklinde yapmışlardı. Heykelin yakınında 'Selemsin' adında
bir köy vardı. Bu köyün eski adı 'Senem Sin'di. Yani 'Ay Putu'.
Bölgede diğer bir köy daha vardır ki, adı 'Tara Uz'dur. Yani, Zühre Kapısı."

1- Bakara Suresi, 62. ayetin tefsiri bağlamında, "Sabiîlerle İlgili Tarihsel Bir Araştırma"
bölümü.

486 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

"Denildiğine göre, içindeki putlarla birlikte Kâbe onlara aitti. Bu putlara
tapanlar da Sabiîliğe mensuptular. Lat putunu Zuhal adına, Uzza
putunu da Zühre adına dikmişlerdi." (Ebu Reyhan Birunî'den aktardıklarımız
burada sona erdi.)

Mes'udî'ye göre, Sabiîlik dini, putperestliğin bir tür dönüşmüş, evrimleşmiş
şeklidir. İkisinin de kaynağı bir olduğu için, Sabiîliğin de putperestliğe
dönüşmesi mümkündür. Putperestlerin de Güneş, Ay ve
Zühre Yıldızı ile diğer yıldızlar adına dikilen putlara kulluk sundukları
olurdu. Bunu onların ilâhlarına, oradan da ilâhlar ilâhına yaklaşmak
amacıyla yaparlardı.1

Müruc'uz-Zeheb'de diyor ki: "Hindistan'ın, Çin'in ve başka bölgelerin
halkının büyük çoğunluğu yüce Allah'ın cisim olduğuna inanırdı. Onlara
göre melekler de cisimdiler, her birinin kendine göre ölçüsü vardı.
Allah ve melekler göklerin arkasına gizlenmişler. Bu inançlarından
dolayı yüce Allah'ı temsil ettiğine inandıkları heykeller ve putlar yaptılar.
Değişik şekil ve biçimlerde melekleri temsil eden heykeller edindiler.
Bazılarını insan şeklinde, bazısını da daha başka şekillerde yaparak
kulluk sundular. Bunlara kurbanlar adadılar, adaklar sundular.
Çünkü onlara göre, bu heykeller yüce Allah'a benziyorlardı ve O'na
yakındılar."

"Bir süre böyle devam ettiler. Birkaç asır bu inançları sürdü. Derken
aralarında çıkan bazı filozoflar Allah'a gözle görünen en yakın cisimlerin
felekler ve yıldızlar olduklarını söylediler. Onlara bunların canlı
ve kavrama yeteneğine sahip olduklarını belirttiler. Melekler bu yıldızlarla
Allah arasında gidip gelmektedirler. Bu âlemde meydana gelen
her şey, Allah'ın yıldızlar için belirlediği kader doğrultusunda meydana
gelmektedir. Böylece yıldızları ululadılar, onlara kurbanlar sunmaya
başladılar. Bunu yaparken yıldızlardan birtakım çıkarlar umuyorlardı.
Bu inanışları da uzun süre devam etti."
"Yıldızlar gündüzleri gözden kayboldukları, geceleri de bazı engellerden
dolayı gizlenmek durumunda kaldıkları için, aralarındaki bazı filozoflar
bunları temsil eden, onlara benzer heykeller yapıp dikmeleri-
-----------------------
1- [Müruc'uz-Zeheb, c.2, s.225]

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................... 487

ni istediler. Bunun üzerine ünlü büyük yıldızlar adına birtakım heykeller
yaptılar. Bir grubu bu yıldızlardan birini ululuyordu, ona birtakım
adaklar sunuyordu. Buna karşılık bir başka grup, diğer bir yıldıza daha
değişik adaklar takdim ediyordu. İnanışlarına göre, herhangi bir
yıldız adına dikilen bir puta kulluk sundukları zaman yüceler âlemindeki
bu cisimler hareketlenerek istediklerini yerini getirirlerdi. Her
put için ayrı bir tapınak inşa ettiler. Bu tapınakları adı geçen yıldızların
isimleriyle isimlendirdiler."

"Bazıları Kâbe'nin Zuhal Yıldızı adına yapılan bir tapınak olduğunu
sanmışlardır. Bu evin aradan geçen onca zamana rağmen saygı görerek
ayakta kalmasının nedeni Zuhal Yıldızı adına kurulan bir ev olmasıdır.
Zuhal onun korumasını üstlenmiştir. Çünkü Zuhal, kalıcılık
ve değişmezlik ifade eder. Bu yüzden Zuhal'a ait olan bir şey yok olmaz,
çürümez, eskimez; her zaman saygı görür. Daha bunun gibi bir
sürü asılsız şey söylemişlerdir ki, biz, bu çirkin tanımlamalara yer
vermekten imtina ettik."

"Aradan uzun bir zaman geçince, kendilerini Allah'a yaklaştırıyorlar
diye putlara ibadet etmeye başladılar. Yıldızlara yönelik kulluk sistemini
ortadan kaldırdılar. Bu durum böyle devam etti. Derken Hindistan'da
Yuzasef adında biri ortaya çıktı. Bu adam Hindistanlıydı. Yuzasef
Hindistan'dan ayrılarak Sind bölgesine yerleşti. Oradan Sicistan'a
ve Zabulistan'a geçti. Orası Kebuk oğlu Firuz'un ülkesiydi. Sonra Sind'e
ve Kirman'a geçti."

"Peygamberlik iddiasında bulundu, Allah'ın elçisi olduğunu iddia etti.
Allah ile insanlar arasında aracı olduğunu söyledi. Derken Fars ülkesine
geldi. Bu sırada Fars kralı Tahmures tahttaydı. Bazılarına göre,
onun Fars ülkesine gelişi, Cem zamanına rastlıyor. Bu kitabın az önceki
bölümünde belirttiğimiz gibi, Sabiîlik dinini ilk ortaya atan kişi
budur."

"Yuzasef insanlara bu dünyadan el etek çekmeyi tavsiye etti; bu âlemden
daha yukarı olan şeylerle uğraşmalarını emretti. Çünkü insanların
başlangıcı ve sonu yukarı âlemlerdi. Yuzasef halk arasında
putperestliği yeniden canlandırdı. Çeşitli hile ve aldatma yöntemleriyle
putperestliği, putlara secde etmeyi insanlara çekici ve doğru
gösterdi."

488 ...................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7
terdi."

"Bu bilimlerde uzmanlık derecesine ulaşmış kişiler, kralların yaşamlarını
bilen bilgeler demişlerdir ki: Ateşi ilk kutsayan ve insanları ona
saygı göstermeye davet eden ilk kral Cem'dir. Cem insanlara şunu
söyledi: Ateş güneşin ve yıldızların ışığına benziyor. Ona göre, aydınlık
karanlıktan iyiydi. Aydınlık için çeşitli dereceler öngördü. Sonra onun
ardından insanlar arasında ihtilâflar, çekişmeler baş gösterdi. Her
grup kendilerini Allah'a yaklaştırdığına inandığı ibadet sistemini üstün
tutarak diğerleriyle mücadele etti."

Ardından Mesudî, onlarca kutsal sayılan yedi tapınaktan söz eder:
"Bunlar; Kâbe (Zuhal adına yapıldığına inanılır), İsfahan'da Mars dağında
bulunan ev, Hindistan'da Mendusan evi, Belh kentinde Ay adına
yapılan Nevbahar evi, Yemen'de San'a kentinde Zühre adına kurulan
Gamdan evi, Güneş adına Fergane'de kurulan Kavusan evi, Yukarı
Çin'de ilk illet adına kurulan ev."

"Yunanlıların, Romalıların, Sakaliblerin kutsadıkları evleri vardı ve
bunları yıldızların adına kurmuşlardı. Romalıların Tunus'ta Zühre Yıldızı
adına kurdukları evi buna örnek verebiliriz."

Mes'udî, Harranilerin1 yani Sabiîlerin akıl sahibi cevherler ve yıldızlar
adına kurdukları heykellerinin olduklarını anlatır. Bunlara ilk illet
heykelini ve akıl heykelini örnek verebiliriz. Sabiîlerin heykelleri arasında,
Silsile Heykeli, Suret Heykeli ve Nefis Heykeli de yer alır. Bunlar
yuvarlıktılar. Zuhal Heykeli altıgen şeklindeydi. Müşteri Hey-keli
üçgen; Merih Heykeli dikdörtgen, Güneş Heykeli kare, Utarid Heykeli
de üçgen şeklindeydi. Zühre Heykeli ise dikdörtgen içinde üç-gen şeklindeydi.
Ay Heykeli sekizgen şeklindeydi. Sabiîlerin anlat-tı-ğımız gibi
birtakım gizledikleri sırları vardı. (Mes'udî'nin Müruc'uz- Zeheb'de söyledikleri
bundan ibaretti.) Şehristanî'nin el-Milel ve'n-Nihal adlı eserinde
de buna yakın şeyler anlatılır.

Şimdiye kadar yaptığımız açıklamalardan sırasıyla şu hususlar açıklığa
kavuşuyor:
-----------------------------
1- Harranîlik ismi bütün Sabiîler için kullanılır; bunun nedeni Harran'ın bu dinle ün
salmış olmasıdır.


En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 489

1- Putperestler, ilâhlar ve varlık türlerinin tanrıları adına dikilen putlara
taptıkları gibi yıldızlar, güneş ve ay adına dikilen putlara da tapıyorlardı.
Bunların isimlerini verdikleri heykelleri vardı. Hz. İbrahim'in
yıldızlara, aya ve güneşe tapma hususundaki tartışması, yukarıda yer
verdiğimiz bazı rivayetlerde belirtildiği gibi, Babil veya Ur ya da
Kusariya beldesinde yaşayan bazı Sabiîlerle olabileceği gibi,
Sabiîlerle değil de yıldızlara, Ay'a ve Güneş'e kulluk sunan ve bunların
aracılığıyla Allah'a yaklaşmayı uman putperestlerle de olabilir.
Ayrıca bu olayla ilgili Kur'ân ayetlerinden açıkça şunu anlıyoruz: Hz.
İbrahim (a.s) babası ve soydaşlarıyla tartışır, onların verdikleri ezalara
ve uyguladıkları baskılara Allah adına katlanır. Nihayet onlarla ilişkisini
keser, yurtlarından hicret ederek, kutsal topraklara yerleşir. Yani
onların topraklarından ayrılıp önce Harran'a, sonra da kutsal topraklara
yerleşmiş değildir. Tarih kitaplarında onun önce Harran'a, sonra
kutsal topraklara göç ettiğine ilişkin olarak yer alan bilgilerin Tevrat
veya İsrailiyat menşeli güvenilmez başka kaynakların dışında dayanağı
yoktur. Taberî tarihini ve başka kaynakları inceleyenler bunu açık
bir şekilde gözlemleyebilirler.

Kaldı ki, bazıları Tevrat'ta sözü edilen Harran'ın Fırat ve Habur arasında
Babil'e yakın bir kent olduğunu, Şam yakınlarındaki bugünkü
Harran olmadığını söylemişlerdir.1

Yine Mes'udî'nin belirttiğine göre, "Sabiîlerin büyük tapınaklarından
şimdiye kadar -Mes'udî'nin yaşadığı zaman, yani üç yüz otuz iki senesi-
kalanı, Harran'da Rıkka kapısında ayakta duran tapınaktır. Buraya
Mağlitiya adı verilir. Onlara göre bu, İbrahim'in babası Azer'in heykelidir.
Bu arada halk arasında Azer ve oğlu İbrahim'le ilgili birçok hikâye
dolaşıyordu." Yalnız bunların sözleri hiçbir şeyin kanıtı olarak ele
alınamaz.

2- Putperestler güneşe, aya ve yıldıza taptıkları gibi, Sabiîler de güneş,
ay ve yıldızların dışında ilk illet, akıl ve nefis gibi varlıklar adına
evler kuruyor, heykeller dikiyor, tıpkı putperestler gibi onlara kulluk
sunuyorlardı. Herodotos, tarihinde Babil tapınağını tasvir ederken,
------------------------
1- Kamus'ul-Kitab'il-Mukaddes, Harran md.

490 ................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

onun sekiz burcunun bulunduğunu, bunların bazısının bazısının üzerinde
bina edildiğini, en son ve en yukarıdaki burcun üzerinde geniş
bir kubbe bulunduğunu, orada sadece büyük bir tahtın bulunduğunu,
karşısında da altından bir masanın yer aldığını, kubbede heykel ve
put adına bir şeyin bulunmadığını, tapınakta sadece bir kadının olduğunu,
halkın bu kadının Allah tarafından hizmet için seçtiğine inandığını
belirtir.1

Herodotos'un tasvir ettiği bu tapınak, biçim ve şekillerden tenzih edilen
ilk illet adına kurulmuş olması ihtimal dahilindedir. Gerçi Mes'-
udî'nin de belirttiği gibi, Sabiîler ilk illeti de kendi vehimlerinden kaynaklanan
biçim ve şekillerde tasvir etmekten geri durmuyorlardı.
Ancak bilinen bir şey vardır ki, filozofları Allah'ı cismanî biçim ve şekillerden
tenzih ederlerdi. O'nu maddî niteliklerden uzak sayarlardı.
O'na yaraşır sıfatlarla tavsif etmeye çalışıyorlardı. Ancak onlar normal
halktan yüce Allah'la ilgili inançlarını gizleme gereğini duyuyorlardı.
Böyle davranmalarının nedeni ya insanların bu tür gerçekleri
algılama yeteneğinden yoksun olmasıydı, ya da hakkı gizlemelerini
gerektiren siyasal amaçlar uğruna böyle davranıyorlardı.
-------------------------
1- Herodotos, Yunanlı tarihçi. Bu kitabı M. Ö. beş yüz tarihlerinde yazmıştır.

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 379