El-Mizân Tefsiri

Allame Muhammed Hüseyin TABATABAİ(r.a)
                             Cilt:7

                     EN'ÂM SURESİ

                             ( Tamamı:1-165)

                                         İÇİNDEKİLER



ALLÂME TABATABAÎ'NİN KISACA HAYATI

 

Seyyid Hüseyin NASR

 

Allâme Seyyid Muhammed Hüseyin Tabatabaî, miladî 1902 yılının

sonlarına doğru Tebriz'de ilim ve irfan ocağı olan bir sülâleden

dünyaya geldi. On dördüncü büyük babasından kendi babasına

kadar bütün babaları Tebriz'in meşhur âlim ve bilginlerindendi.

Allâme, ilk tahsilini kendi doğum yeri olan Tebriz'de yaptı. Tahsilinin

ilk aşamasını geride bıraktıktan sonra, o dönemin İslâmî ilimler

merkezi olan Necef-i Eşref'e gidip, orada İslâmî ilimlerin çeşitli

dallarında on yıl eğitim gördü.

 

Fıkıh ve usul-ü fıkıh ilimlerini merhum Nainî ve İsfahanî

(Kompanî) gibi meşhur üstatlardan ders aldı. Felsefeyi Ağa Ali

Müderris'in öğrencilerinden olan Seyyid Hüseyin Badkubî'den, riyaziyatı

(matematiği) Seyyid Ebu'l-Kasım Hansarî'den, ahlâkı ise

hikmet ve irfanda büyük bir makama sahip olan Hacı Mirza Ali

Kazî'den ders aldı. Daha sonra 1925 yılında maddî sıkıntılardan

dolayı doğum yeri olan Tebriz'e geri dönme mecburiyetinde kaldı.

Allâme Tabatabaî sadece fıkıh dalında değil, hatta sarf, nahiv,

Arap edebiyatı, fıkıh ve usul-ü fıkıh, matematik, felsefe, kelâm, irfan

ve tefsir dallarında da ihtisas sahibi olacak derecede derin bir

tahsil gördü.

 

Allâme Tabatabaî, bazı siyasî olaylar sonucu ortaya çıkan ve

kötü izler bırakan İkinci Dünya Savaşından sonra, doğum yerini

terk edip, İslâmî ilimler merkezi Kum şehrine giderek, tefsir ve

felsefe dallarında ders toplantıları düzenledi. Tahran'a da sık sık

yaptığı yolculuklar neticesinde felsefe ve İslâmî ilimlere ilgi duyan

kesimlerle ilişkilerde bulundu. Din ve felsefe karşıtlarıyla çekinmeden

tartışarak, doğru yoldan sapan nicelerini akıl ve mantık yoluyla

ikna ederek aydınlanmalarına vesile oldu. Son yirmi küsûr yıl

zarfında ise, hem âlimler arasında, hem de Batıda tahsil görmüş

aydınlar arasında üstün bir ilmî konuma oturdu.

 

Allâme Tabatabaî, yıllarca her sonbahar mevsiminde, Prof.

Henri Corbin ve bir grup âlim ve bilginlerle toplantılar düzenledi.

Bu toplantılarda din ve felsefe hakkında çok önemli konular işledi,

günümüz dünyasının manevî boyutlu gerçeklerinin arayışında olan

şahısların karşısına dikilen sorunlar ve bu sorunların çözümleri

gündem edildi. Bu toplantılardan, çok önemli ve olumlu sonuçlar

çıkmıştır. Bu gibi yüksek düzeyde ve geniş ufuklu toplantılar, maalesef

günümüzde İslâm-Hıristiyanlık ilişkilerinde rastlanmayan bir

olaydır.

 

Allâme Tabatabaî'nin büyük hizmet ve himmetiyle Kum şehri

ilim havzalarında aklî ilimler, ayrıca Kur'ân-ı Kerim tefsiri ihya oldu.

Allâme, felsefenin temeli sayılan Şifa ve Esfar gibi kitapları

tedris etmekle tedricen bu ilim dalını medreselerde yaygınlaştırdı.

Allâme'nin yüce şahsiyeti, güzel sıfatlara sahip olması ve talebelerine

karşı olgun ve ölçülü davranışı, gün geçtikçe felsefeye ilgi

duyan kabiliyetli öğrencilerin üstadın dersine akın etmesine neden

oldu. Öyle ki son yıllarda felsefe dersine yüzlerce öğrencinin

katıldığı gözlemlendi. Yirmi küsûr yıl zarfında nice bilginler, Allâme'nin

kılavuzluğu ve tedrisatı sayesinde felsefe dalında uzmanlaştılar.

Bunların birçoğu fiilen felsefe üstatlarındandır.

 

Allâme Tabatabaî'nin birçok talebe eğitmekle ve felsefî kitapları

neşretmekle felsefeye yapmış olduğu hizmetten daha da önemlisi

öğrencilerinin ahlâkî talim ve terbiyesine ve nefis tezkiyesine

dair göstermiş olduğu titizliktir. Allâme, hakikatte ilim ve ahlâkı

beraberce öğrenip yaymak isteyen şahısları terbiye etmek için

yepyeni bir mektep tesis ederek, çok değerli insanlar topluma kazandırmış

ve sürekli olarak da öğrenim ve tezkiyenin bir arada

sürdürülmesinin gerekli olduğunu vurgulamıştır.

 

Allâme Tabatabaî sadece felsefe, tefsir, usul ve fürudaki hadisleri

anlamak gibi konularda değil, tevhidî tanrıbilim ve kalbî ilhamlar

yönünden de Allah'ın büyük bir ayet ve nişanesiydi.

Onu sessiz, sakin gören herkes hiçbir şey bilmediğini zannederdi;

ama öylesine ilâhî nur ve gaybî müşahedelerin içine girmişti

ki, aşağılara inmesine imkân yoktu. Ancak bununla birlikte, kesret

âleminde zahiri korumayı, her âlemin hakkını lâyıkıyla edâ etmeyi,

talebelerin eğitim ve öğretimiyle ilgilenmeyi, din ve ilâhî sünnetler

ve İslâm kanunlarının savunuculuğunu yapmayı ihmal

etmiyordu.

 

Çeşitli ilimleri kendisinde toplamasıyla birlikte ilim ve amele

birlikte sahipti. Yani vücudunun tüm uzuvları hakka teslim olmuş

bir in-sandı. Şikeste ve nestâlik hattını çok güzel yazardı. Yaşlandıktan

sonra bu yeteneği, yaşlılıktan olsa gerek, zayıflamıştı ve

kendi kendine şöyle dediği söyleniyordu: "Gençlik zamanımdan

kalma bazı yazılarıma bakıyorum da, 'Acaba bunlar benim yazım

mı?' diye soruyorum kendi kendime."

 

Gizli ilimlerden reml ve cefri çok iyi bilirdi. Ama onlara amel

ettiği görülmemiştir. Sayı ilmi ve ebced hesabını da oldukça iyi bilirdi.

Cebir, mukabele ve geometride üstattı ve takvim hazırlayabilecek

derecede astronomi bilirdi.

 

Kur'ân-ı Kerim'e karşı bir huşû ve saygısı vardı. Ayetleri genelde

ezberden okur, ayetlerin yer ve numaralarını çeşitli surelerde

gösterir ve de birbirlerine uygun ayetleri çıkarırdı. Merhumun

Kur'ân üzerine inceleme ve toplantıları hayli içerikli ve ilgi çekiciydi.

Hz. Peygambere (s.a.a) ve kızı Fatıma'ya (s.a.) ve On İki Ehlibeyt

İmamlarına (a.s) karşı özel bir hayranlık ve muhabbeti vardı.

Onlardan birinin adı anıldığı zaman yüz ifadesi, edep ve tevazu hâli

alırdı. O yüce şahsiyetler hakkında sorulan sorulara karşı öyle bir

beyan ve açıklamada bulunurdu ki insan zannederdi ki, onların siyerini

aynı gün okumuş da gelmiş.

 

Yaz aylarında İmam Rıza'yı (a.s) ziyaret etmeyi kendi için görev

hâline getirmişti. Meşhed'de bulunduğu zaman her gece İmam

Rıza'nın (a.s) türbesini ziyaret eder, münacatta bulunurdu.

Allâme Tabatabaî, 15 Kasım 1981 yılında vefat etti. Allah onu

kendi velileriyle haşretsin, ona Rızvanında yer versin!

 

ALLÂME'NİN SOY ŞECERESİ

 

Allâme Tabatabaî, baba tarafından İmam Hasan (a.s), anne

tarafından ise İmam Hüseyin (a.s) soyundandır. Bu yüzden yazdığı

kitapların bazısında adı, Seyyid Muhammed Hüseyin Hasanî Hüseynî

Tabatabaî olarak geçmektedir. Allâme'nin soy zinciri şöyledir:

1- Seyyid Muhammed Hüseyin

2- Seyyid Muhammed

3- Seyyid Muhammed Hüseyin

4- Seyyid Ali Asgar

5- Seyyid Muhammed Takî Kazî

6- Mirza Muhammed Kazî

7- Mirza Muhammed Ali Kazî

8- Mirza Sadreddin Muhammed

9- Mirza Yusuf Nakib el-Eşref

10- Mirza Sadreddin Muhammed

11- Mecdüddin

12- Seyyid İsmail

13- Emir Ali Ekber

14- Emir Abdulvahhab

15- Emir Abdulgaffar

16- Seyyid İmaduddin Emir'ul-

Hac

17- Fahreddin Hasan

18- Kemaleddin Muhammed

19- Seyyid Hasan

20- Şehabeddin Ali

21- İmaduddin Ali

22- Seyyid Ahmed

23- Seyyid İmad

24- Ebu'l-Hasan Ali

25- Ebu'l-Hasan Muhammed

26- Ebu Abdullah Ahmed

27- Muhammed Asgar

28- Ebu Abdullah Ahmed

29- İbrahim Tabataba

30- İsmail Dibac

31- İbrahim Gamr

32- Hasan'ul-Müsennâ

33- İmam Hasan (a.s)

34- İmam Ali b. Ebutalib (a.s)

 

 

ALLÂME TABATABAÎ VE TEFSİRDEKİ METODU

 

Ayetullah Cevadî Amulî

 

Bismillahirrahmanirrahim

 

Kur'ân-ı Kerim'i tefsir etmek, onu bilmeye bağlıdır. Kur'ân'ı

bilmenin çeşitli dereceleri olduğuna göre, tefsirinin de çeşitli dereceleri

vardır.

 

Bazıları Kur'ân'ı, onun hakikatiyle kaynaşma, birleşme sonucunda

bilirler. Resul-i Ekrem (s.a.a) ve onun pak Ehlibeyti (a.s) bu

zümredendir. Allah'ın (c.c.) kelâmının hakikati Resulullah'ın (s.a.a)

ruhuna indikten ya da miraç sırasında Resulullah (s.a.a) vahyin

hakikatinin mülâkatına nail olduktan sonra onun için artık bir ipham

ve kapalılığın kalmış olması düşünülemez. Bilmenin özü olan

o hakikati teslim alan bir kimse için, hiç kuşkusuz, ilâhî kelâm bütün

boyutlarıyla bilinmiş olacaktır.

 

Bazıları Kur'ân'ı, onun cemal ve celâlini kendi ruhlarında müşahede

sonucu bilirler. Bu özel cezbeyi, o parlak nurdan ve ilâhî

nefha-dan nasibi olmayanlar için açıklamak mümkün değildir.

Üçüncü bir grup ise Kur'ân'ı, onun çeşitli mucizevî boyutlarını

araştırıp inceleme sonucu bilirler. Kur'ân bilimcilerin çoğu bu

zümredendir.

 

Birinci gruptakilerin bilmesi, tıpkı tanrıbiliminde Allah'ın zatından

hareketle O'nu bilme derecesine ulaşan sıddîklerin burhanı

gibidir. İkinci gruptakilerin bilmesi, "Kim kendini bilirse, Rabbini

bilir." sözü doğrultusunda enfüsî ayetlerin yardımıyla Rablerini bilenlerin

nefsi bilme burhanı gibidir. Üçüncü gruptakilerin bilmesi

ise, hudûs veya hareket ya da imkân burhanı, dış nişaneler ve â-

fâkî ayetlerden deliller getirmek suretiyle Rablerini bilenlerin kanıtı

gibidir.

 

Kur'ân-ı Kerim'i en mükemmel bilme derecesi, birinci gruptakilere

özgü derinlemesine bilmedir. Bunlar, Kur'ân'ın bütün maarif

ve öğretileriyle tanışık olmanın yanı sıra akıl aşamasında Kur'ân-ı

Müte-messil, tabiat aşamasında Kur'ân-ı Natıktır. Çünkü Kur'ân'ın

hakikati ile velâyetin hakikati, mefhum açısından her ne kadar

birbirinden ayrı olsalar da, mısdak ve fenomen bakımından bir ve

aynıdırlar. Bu yüce makama ulaşabilmek, ancak Kur'ân öğretileri

ve konularına derin bir aşk ve engin bir şevk ile mümkün olur. Aşk

sonucunda, bilinen unutulmaz; şevk sayesinde ise, bilinmeyen sorulup

öğrenilir.

 

Allah'ın kitabını başka yazı ve sözlerle mukayese etmek yanlıştır.

Çünkü konuşmacı sözlerinden ayrı, yazar yazılarından başkadır.

Söz perdesi kalktı mı konuşmacı görünür. Yazı örtüsü çıkarıldı

mı yazarın kendisi ortaya çıkar.

 

Konuşmacı ve yazarın varlığı, sınırlı olduğu gibi söz ve yazılarının

da dışındadır. Bu nedenle konuşmacı ve yazara ulaşmanın yolu,

söz ve yazı perdelerinden geçmekte yatar. Kaldı ki konuşmacı

ve yazarın, eserleri kisvesine bürünmemiş, kendi mahiyetini açıkça

ortaya koymamış olmaları da mümkündür.

 

Ancak her nurdan daha aydın olan yüce Allah, hiçbir perde arkasında

gizli, hiçbir varlığın dışında değildir. Allah'ın (c.c) kelâm ve

kitabı hakkında söylenebilecek en ince ifade, her türlü sınırlılık ihtimalini

giderecek ve her türlü derin bilgiye, tanımaya zemin hazırlayacak

"tecelli" kavramıdır.

 

Hz. Emir'ül-Müminin'in sözlerinde ifadesini bulduğu üzere gerçek

muvahhid, can gözüyle ve iman hakikatiyle Rabbini görmedikçe

ona ibadet etmez. O önce konuşanı görür, sonra sözünü dinler.

Nitekim Re-sulullah (s.a.a) miraçlarında hakikati önce kalbiyle

bulur, sonra gözle görürdü.

 

Evliyaullahın duyularıyla hissettikleri, akıllarıyla idrak ettiklerinden

sonra gelir. Onlar için önce makul olan bir hakikat, sonra

mahsus olur. Hâlbuki normal insanlar önce hisseder, sonra akılla

idrak ederler. Bunlarda bir gerçek, olgu ancak duyular aracılığıyla

akıllara yol bulur. Bu nedenle aralarında, "Bir duyudan yoksun olan,

bir bilgiden yoksundur." mantığı işler.

 

Diğer insanlar akademik çalışmalara önem verirken

evliyaullah, "Ona, temiz olanlardan başkaları dokunamaz."1 ayeti

uyarınca, batın berraklığı ve kalp temizliği elde edilmedikçe, ilâhî

maarif ve bilgilere ulaşılamayacağına inanır, nefis tezkiye ve

tehzibine önem verirler. "Allah, ancak siz Ehlibeyt'ten her çeşit

pisliği gidermeyi ve sizi tam bir temizlikle temizlemeyi irade etmektedir." 2

 

Kur'ân-ı Kerim'in temel özelliği eşsiz ve benzersiz Allah'ın (c.c)

tecellisi olması itibariyle benzerinin bulunmaması, dolayısıyla bilinmesi

ve algılanmasının da başka kitaplara benzememesidir. Bu

seçkin zümrenin Kur'ân-ı Kerim'i bilme ve algılama derecesi, Hz.

Resulul-lah'ın (s.a.a) şu hadisinden açıkça anlaşılır: "Ben sizin aranızda

iki değerli şey bırakıyorum; Allah'ın kitabı ve Ehlibeyt'im;

onlar havuzun kenarında tekrar bana gelinceye kadar asla birbirinden

ayrılmazlar."3 Çünkü bilen ve bilinenin her ikisi de mutlak

hak olan tek bir hakikate bağlıdır. Bunun gibi, hitap ve muhatabın

her ikisi de tek konuşmacıya bağlıdır.

 

Kur'ân-ı Kerim'de insan için zikredilmiş en seçkin makam, bu

birinci gruptakilere aittir. "Ve ileri geçenler ki herkesi geçmişlerdir.

Onlardır mabutlarına yaklaştırılanlar."4

İkinci gruptakiler, Kur'ân-ı Kerim'in enfüsî ayetlerini müşahede

ile bu yüce hedefe doğru cezbolmuş, Kur'ân'ın cezbesiyle onun

engin ummanına dalmışlardır. Bunlar kendi gayretiyle değil de

dalgaların kucağında, dalgalarla birlikte denize az miktarda sürüklenen

yüzücüye benzerler. Okyanus, yüzücünün yüzücülüğüne değer

vermez, denizcilik yetenek ve güçlerini etkisiz hâle getirir. Sadece

kendi kuru yeteneğine güvenip denizin cezbesine kapılmayan,

onun gizli mücevherlerinden gerektiği gibi yararlanamayacaktır.

Ummanın derinliklerine dal-mak isteyen, kendi yüzücülük gü-

----------

1- Vâkıa, 79

2- Ahzâb, 33

3- Bihar'ul-Envar, c.89, s.103

4- Vâkıa, 10-11

 

cünü bir yana bırakıp onunla tanışmaya bakmalı, dalgalandığı

zaman kendisini onun dalgasına kaptırmalıdır.

Gönlünü Allah'ın kelâmına kaptıran, artık vahiy meleğiyle oturup

kalkar, Kur'ân elçisiyle sohbete dalar. Kur'ân'ı öyle bir imanla

okur ki, sanki Kur'ân onun etiyle, kanıyla, bütün bir varlığıyla kaynaşmış,

birleşmiştir artık. Bu gruptakiler nebiler resullerden sonra

Âdemoğullarının en seçkin simalarını oluştururlar.

Üçüncü gruptakiler, Kur'ân-ı Kerim'in mucizevî boyutlarını tetkik

ederek onu anlamaya, bilmeye çalışırlar. Bunlar, Kur'ân'ı dış

penceresinden seyrettikleri, ilâhî kelâmı sözcük ve mana perdeleri

arkasından görmeye gayret sarf ettikleri için ister istemez terimler

ve kavramlar örtülerini aradan kaldırıp Kur'ân'la doğrudan temasa

geçemezler. Ancak bu gruptakilerin hepsi aynı seviyede olmayıp,

bazıları sadece aklî kavramlar kanalıyla Kur'ân'a yaklaşırken, bazıları

naklî manalarla ona yol bulurlar.

 

Nitekim ikinci gruptakiler arasında da seviye farkı vardır; bazıları

kendilerini oldukça güçlü dalgalara kaptırarak okyanusun büyük

bir bölümünü kat ederken, bazıları zayıf dalgalara kapılarak o

ölçüde okyanusa girebilirler. Fakat her iki durumda da, Kur'ân hakikatiyle

menus oldukları için ondan hiçbir zaman ayrılmak istemezler.

Hâlbuki üçüncü gruptakiler bilme derecesi bakımından

farklı seviyelerde olmanın yanı sıra Kur'ân'ın hakikatine dokunamadıkları

için hastalıklarının bir bölümü henüz giderilmemiştir.

Dolayısıyla bu tedavi edilmemiş hastalıkları yüzünden bazen

inhiraf ve dalalete sürüklenirler. Çünkü Kur'ân-ı Kerim sadece akıl

ve i-limle ilgili bir kitap değildir ki mutlak bilimsel kanıtlarla anlaşılsın,

amel edilmeksizin öğretileri kavranabilsin. Kur'ân hidayet

nurudur; aklî ve bilimsel öğretileri vaaz, öğüt ve pratik uygulamalarla

birlikte sunar, insanları onun hakkında derinlemesine düşünmeye

çağırır ve kalbin mühürlenip kilitlenmesine yol açan günahı,

onu anlama karşısında bir engel olarak görür.

Tahsille kazanılan ilim ve temel kavramlar eğer Kur'ân'la irtibata

geçmenin tek yolu olsaydı, ilâhî kelâmın kalbe yerleşmesi yolu

kapanır, karşılaşılacak bazı arızaların etkisiyle büsbütün

Kur'ân'dan uzaklaşmakla sonuçlanırdı.

 

Yukarıda işaret edildiği üzere Kur'ân-ı Kerim'in tefsir ve

tebyini, müfessirlerinin Kur'ân'ı bilme derecelerine bağlıdır.

Kur'ân'ı bilme dereceleri farklı olduğuna göre, yapılacak

tefsirlerin seviyesi de farklı olacaktır. Kuşkusuz birinci

gruptakilerin Kur'ân hakkındaki sözleri en mükemmel tefsiri

oluşturur. Bu mümtaz sınıf temsilcilerinden Emir'ül-Müminin (a.s)

şöyle buyurur: "Bana Kur'ân-dan sorun; ayetlerinin kimin hakkında

ve nerede indiğini size haber vereyim." Gazalî, Emir'ül-

Müminin'den şöyle nakleder: "Eğer yüce Allah ve Resul-i Ekrem

(s.a.a) izin buyursalar, Fatiha suresinin 'elif' harfini, kırk devenin

taşıyabileceği yük ölçüsünde şerhederim." Kur'-ân-ı Kerim bu

seçkin taifenin tefsir ve tebyinine başvurulmaksızın anlaşılmaz.

Çünkü bunların birbirlerinden ayrılmayacağını bizzat Resul-i Emin

haber vermiştir. Dolayısıyla, eğer bir yerde görünürde Kur'ân var da

Resulullah'ın (s.a.a) pak Ehlibeyti yoksa ya da görünürde Ehlibeyt

var da Kur'ân yoksa, o emin habercinin hadis-i şerifi uyarınca her

ikisi de yoktur demektir.

 

İkinci gruptakiler bu seçkin taifenin öğrencileri sayılırlar.

Kur'ân'ı bilmeleri Marifeti birinci gruptakilerinden sonra geldiği için

tefsirleri de en seçkin tefsirlerdir. Eskilerden ve son devirdekilerden

bu yolun yolcuları olan müfessirlerin her biri kendi bilgisi

oranında bu yolun bir miktarını kat edebilmişse de, aralarında çok

azı yolun sonuna varabilmiştir. Bunlardan biri, Merhum Üstat Allâme

Seyyid Muhammed Hüseyin Tabatabaî'dir ki, ilk gençlik yıllarından

itibaren Kur'ân'ın hizmetine girmiş, bütün bir vücuduyla

Allah'ın kelâmıyla tanışmış, bereketli ömrünün acı, tatlı bütün anlarında

Kur'ân'la birlikte olmuş, Kur'ân'dan ilham almış, ilim dünyasında

baş gösteren gelişmelere Kur'ân-ı Kerim'in derin öğretileriyle

yaklaşmış, çözümü için elinden gelen gayreti göstermiş ve

sonuçta "el-Mîzân" gibi büyük bir tefsiri ortaya koymuştur.

Merhum Üstat, el-Mîzân'da akait, ahlâk ve davranışlarla ilgili

söz konusu edilmiş hemen her meseleyi çok azı dışında şöyle veya

böyle incelemiştir. Kısaca belirtmek istersek el-Mîzân, bir müfessir

ve Kur'ân üzerinde araştırma yapan herkes için değerli bir

Kur'ân ansiklopedisidir. El-Mîzan'ı çeşitli boyutlarıyla tanımak isteyenleri

tefsirin kendisini okumaya davet ederken Üstat Allâme

Tabatabaî'nin (r.a) tefsir metoduna burada kısaca değinmek

istiyoruz.

 

Kur'ân-ı Kerim'de tecelli eden yüce Allah, kendi kelâmını "apaçık

bir nur" ve "her şeyi açıklayan" olarak tanıttığı hâlde belirsiz

ve karanlık noktalarının bulunduğunu, içeriğinin açık olmadığını

tasavvur etmek mümkün değildir.

 

İnsanlığın mutluluğu için gerekli ilim ve kanunların açıklayıcısı

olan Kur'ân-ı Kerim'in kendisinin açık olmaması mümkün olmadığı

gibi, "insanlara yol gösterici" olarak indirildiği hâlde başka bir

yol gösterici tarafından açıklanma gereksiniminin bulunması da

mümkün değildir. Dolayısıyla Kur'ân'da, kendisinden başka kaynakla

bilmemizi gerektirecek müphem, kapalı hiçbir konu yoktur.

Işık, ancak ışığın kendisiyle görülebilir. Zatı itibariyle beyyin, açık

olan, ancak kendisiyle bilinebilir ve başka şeyler onun aracılığıyla

açıklanabilir.

 

Öyleyse Kur'ân'ı, Kur'ân'ın kendisiyle bilmek gerekir. Kur'ân-ı

Kerim'in apaçık ayetlerinden birine göre, onun saklı ve gizli bilgilerinin

derinlik ve yüceliklerini "temizlenmiş olanlardan başkası"

kavrayamaz. "Temizlenmişleri" ise Kur'ân'ın kendisi açıkça tanıtmıştır.1

Kur'ân-ı Kerim'in apaçık ayetlerinin ayrı birinde de, "Peygamber

size ne verdiyse onu alın; size neyi yasakladıysa ondan sakının."2 buyurur.

Yine "Sana da bu zikri (Kur'ân'ı) indirdik ki, kendilerine indirileni

insanlara açıklayasın..." diye buyurur. Bu ayet de açıkça

Resulullah'ı (s.a.a) Kur'ân'ın hudut ve ayrıntılarını açıklayıcı olarak

tanıtır.

 

Kendisi apaçık nur olan Kur'ân-ı Kerim, hiçbir şüpheye yer bırak-

mayacak şekilde Resul-i Ekrem'i (s.a.a) ve onun pak Ehlibeyti'ni,

içerdiği öğretileri, kanunları ve diğer bilgileri anlamak için

başvurulacak merci olarak tanıtmıştır. Böylece hüccet-i bizzat olan

Kur'ân, Masumların sözleri ve davranışlarını (sünnet) da hüccet

kılmıştır. Bu nedenle Masumların sünnetinden bağımsız olarak, i-

----------

1- Ahzâb, 33

2- Haşr, 7

 

lâhî hükümlerin bütün boyutlarını açıklamak ve Kur'ân öğretileriyle

gerektiği gibi tanışmak mümkün değildir. Çünkü Kur'ân'ın ayetleri

birbirleriyle öyle bir ahenk ve insicam içerisindedirler ki, bir

ayeti diğer ayetlerden bağımsız olarak yorumlamak mümkün değildir.

Bu yüzden Kur'ân-ı Kerim'i bir bütün olarak göz önünde tutarak

ilgili ayete anlam kazandırmak gerekir. Ayetler arasında inceleme

konusu ayetle ilgili tefsiri doğrulayan veya kanıtlayan ayetler

varsa nazar-ı dikkate alınmalı, aksi takdirde başka ayetlerin

anlamlarıyla çelişki oluşturmayacak biçimde tefsir edilmelidir.

Çünkü Kur'ân-ı Kerim'de hiçbir şekilde ihtilâf ve çelişki

bulunamaz. "Eğer Allah'tan başkası tarafından indirilmiş olsaydı,

onda birbirini tutmaz çok şeyler bulurlardı."1

 

Aynı şekilde Kur'ân-ı Kerim, aklî kanıt ve burhanlara da açıkça

değer verir ve kendisi de ilâhî öğretilerin açıklanmasında kesin deliller

gösterir. Böylece Kur'ân'ın kendisi, aklın bağlayıcı hüccet olmasının

da delilidir. Aklî kanıt ve burhanlar olmaksızın ayetleri

manalandırmak, aralarındaki ilişkiyi bulup kurmak imkânsızdır.

 

Bu kısa açıklamadan sonra Üstadımız Allâme Tabatabaî hazretlerinin

tefsir metodunu tanıtmak kolaylaşmış olur.

Fıkıhla ilgili ayetleri tefsir edenler, Kur'ân'dan fıkhî bir hükmü

çıkarmak amacıyla mukayyet ayetleri, mutlak ayetlerin takyidi için

delil olarak gösterir, bunun gibi hass (tek bir ferde delâlet eden)

ayetleri, âmm (bütün fertleri kapsayan) ayetlerin tahsisine

senet olarak alırlar. Aynı şekilde mücmel (kapalı) ayetleri,

mübeyyen (açık) ayetlerle açıklarlar. Fıkıh ve usul-ü fıkıh ile ilgili

tüm konularda aynı metottan yararlanarak fıkhî hükümleri çıkarırlar.

Kur'ân'ın edebî tefsirine ağırlık verenler; hakikat, mecaz, fesahat,

belâgat ve istiare sanatlarından hareketle edebî bir hükme

varmak isterken ilgili kelime veya cümlenin geçtiği ayetlerin bütününü

incelemeye tâbi tutarak kullanılış, delâlet, takdim, te'hir,

hasr, şart ve benzeri sanatlar yardımıyla edebî incelikleri ortaya

çıkarırlar.

----------

1- Nisâ, 82

 

Kur'ân kıssalarını yazanlar, ilâhî sünnetleri, tarihî kuralları ve

peygamberlerin siyerini Kur'ân'dan çıkaranların metodu, bir kelime

ve-ya cümlenin hangi ayet ve surelerde geçtiğini araştırarak bunların

bütününden kendi ihtisas dallarına uygun hükmü çıkarmak

ekseni etrafında dönüp dolaşır.

 

Yukarıdaki işaret edilen tefsir metotları, el-Mîzân'dan önce varolduğu

gibi, el-Mîzân'dan sonra da yaygınlaşmıştır. Ancak bunlardan

hiçbiri, el-Mîzân'a özgü "Kur'ân'ın Kur'ân'la tefsiri" metodu gibi

değildir. Çünkü adı geçen yöntemlerin çoğunun ana sermayesi,

"el-Mu'-cem" tarafından kolayca temin edilir. Müfessir, el-

Mu'cem'den rahatlıkla çıkarılabilen kelimeler veya cümleleri kavrayarak

bunlar üzerinde etraflıca düşünce yürütmek suretiyle

varmak istediği hedef ve hükme ulaşır.

 

Eski tefsirlerde yer alan Masumların hadislerinde de yer yer

görülen el-Mîzân'a has bu metodun karakteristik özelliği, Kur'ân'ın

anahtar ve kök niteliğindeki ayetlerinin tespit edilip tanınmasından

ibarettir. Anahtar ayetler ışığında öteki ayetlerden birçoğunun

kapıları açılmakta, bu Tûba ağacının kökü mesabesindeki ayetlerin

tanınmasıyla dallar niteliğindeki ayetlerin nereden, hangi yoldan

beslendikleri su yüzüne çıkarılmaktadır. Bu keşifte artık birbirine

benzer kelime ve cümleler söz konusu olmadığı için fihristler,

sözlükler ve "el-Mu'cem" işlerliğini yitirmişti. Burada artık, "Gaybın

anahtarları, O'nun yanındadır..." (En'âm, 59) sütununa sarılarak

namahremlerin yüzüne kapalı olan anahtar ayetler sayesinde düğümler

çözülür. Ancak bu sayede Kur'ân-ı Kerim'in her yanı, açık

ilâhî kapılara dönüşür ve dalları besleyen kök ayetlerle Kur'ân'ın

batınlarını açıp gözler önünde seren anahtar ayetler ötekilerinden

ayırt edilebilir.

 

Burada hatırlatmamız gerekir ki Kur'ân'ın Kur'ân'la tefsiri ile

kesin olarak yasaklanmış Kur'ân'ın Kur'ân'a vurulması metodu

hüküm ve konu itibariyle birbirinden tamamen farklı şeylerdir.

Ahenk içerisinde bir bütün olan Kur'ân ayetlerini, birbirlerinden

ayırmak suretiyle birbirine vurmak; örneğin, nasih ile mensuh

arasındaki bağı koparmak, nasihe dikkat etmeksizin mensuhla

hükmetmek, mukayyet ile mutlak arasındaki takyidi göz ardı etmek,

ayetin evveli ile sonu arasındaki ilişkiyi dikkate almamak,

bunların hepsi tek bir bütün olan Kur'ân'ın öğelerini birbirinden ayırmak

ve kendi reyine göre tefsir etmek anlamına gelir. İşte bu

insanın küfre gitmesine sebep olan şeylerden biridir.

Merhum Şeyh Saduk, üstadı İbn-i Velid'den "Kur'ân'ın bir kısmının

diğer kısmına vurulması insanı küfre götürür."1 diye İmam

Sadık'tan (a.s) aktarılan hadisin hangi manaya geldiğini sormuştur.

Üstadı cevaben şöyle demiştir: "Kur'ân'ı birbirine vurmak, birisinin

senden bir ayetin tefsirini sorduğunda başka bir ayetin tefsiriyle

ona cevap vermendir."

 

EL-MÎZÂN TEFSİRİNİN ÖZELLİKLERİ

 

1- Merhum Allâme Tabatabaî (r.a) Kur'ân'ın zahiri hakkında

oldukça kapsamlı ve geniş bir bilgiye sahipti. Tefsir etmek için ele

aldığı her ayeti incelerken, Kur'ân-ı Kerim'in tamamını göz önünde

bulundururdu. İlgili ayetin tefsirinde muvafık ayetleri istidlâl ve istimdat

amacıyla söz konusu eder, muvafık ayetlerin olmaması hâlinde

başka ayetlerle çelişki oluşturmamasına gerekli dikkati gösterirdi.

Başka ayetlerle çelişki oluşturabilecek ihtimal ve görüşü

deliller ileri sürerek reddederdi. Çünkü ayetler arasında çelişki durumu

ilâhî kitabın mucizevî insicamıyla asla uzlaşmaz.

 

2- Masumların (a.s) kesin sünneti sahasında çeşitli boyutlarıyla

derin ve uzun bir araştırması olan Merhum Üstat Allâme

Tabatabaî (r.a) incelemeye aldığı her ayeti tefsir ederken sünnette

eğer bir delil veya teyit edici bir rivayet varsa, ondan istidlâl veya

istimdat şeklinde yararlanırdı. Eğer sünnette bir delil veya teyit edici

yoksa, ilgili ayetin tefsirinde sünnetle çelişki oluşturmamasına

azamî dikkati gösterirdi. Çünkü Kur'ân ile Resulullah (s.a.a) ve onun

pak itretinin sünneti iki ilâhî kurtuluş ipi olup birbirinden ayrılmaları

imkânsızdır. "...O ikisi havuzun başında bana ulaşıncaya

kadar asla birbirinden ayrılmazlar."

 

3- Allâme Tabatabaî (r.a) aklî tefekkürde eşine az rastlanır bir

derinliğe sahipti. İncelemeye aldığı her ayetin tefsirinde aklî açık

veya açıklanmış ilkeler arasında bir delil veya teyit edici bulunursa,

ondan aklî öğretiler konusunda -şer'î-taabbudî hükümlerde

----------

1- Bihar'ul-Envar, c.89, s.39

 

değil- istidlâl veya istimdat mahiyetinde yararlanırdı. Aklî ilimlerin

dışında kalan konularda ilgili ayetin kesin aklî delillere aykırı olmayacak

biçimde anlamlandırır, kesin aklî kıstaslara -kesin olmayan

doktrin ve bilimsel hipotezlere değil- aykırı olacak her ihtimalin

batıllığını ispat ederdi. Çünkü akıl ile vahyin çelişkiye düşmesini

ne kesin akıl, ne de ilâhî vahiy kabul eder. Allah'ın uyum içerisindeki

iki hücceti (akıl ile vahiy) birbirine aykırı olamaz. Akıl aydınlatan

bir lamba, vahiy dosdoğru bir yoldur. Bu ikisinden hiçbiri

ötekisinden ayrı faydalı olamaz.

 

4- Allâme Tabatabaî (r.a) fıkıh ve usul gibi naklî ilimlerde görüş

sahibi ve temel konularında yeterince derinleşmiş olduğundan

tetkik ettiği ayet hakkında naklî herhangi bir delil bulunmuyorsa,

bu ilimlerin kesin temelleriyle çelişki oluşturacak bir tefsir

yapmazdı. Çünkü naklî konular her ne kadar teferruatla ilgili olsa

da Kur'ân ve sünnetin kesin ilkelerine göre tanzim edilirler. Ayetin

içeriği ile bu ilimlerin kesin ilkeleri arasındaki herhangi bir çelişki;

Kur'ân'ın Kur'ân'la, sünnetin sünnetle veya sünnetin Kur'ân'la çeliştiği

anlamına geleceğinden kesinlikle kabul edilemez.

Bunun için el-Mîzân'da bir ayetten çeşitli anlamlardan biri çıkarılırken

ya da ayet bu anlamlardan birine uyarlanırken, diğer anlamlarla

uyum içerisinde olmasına ve başka ilimlerin kesin ilkelerine

aykırı olmamasına azamî dikkat gösterilmiştir.

 

5- Kur'ân-ı Kerim'in muhkem ayetlerinin tümünü tanıyan ve

"Muhkem ayetlerinin en belirgini, 'O'nun gibi hiçbir şey yoktur.'

ayetidir." diyen Merhum Allâme Tabatabaî, müteşabih ayetleri tanımada

da üstün bir beceriye sahipti. Müteşabihleri, Kur'ân'daki

konuların temeli ve "Ümm'ül-Kitab" olan muhkem ayetlere döndürür,

müteşabihleri izlemek yolunu kalbi kararmışlara kapatır, hadisleri

Kur'ân'a sunmada muhkem ayetleri ölçü alır, başka ilimlerin

temellerini aklın da önünde eğildiği bu kesin kıstasla değerlendirdi.

İmam Rıza'nın (a.s) buyurduğu üzere bu, dosdoğru yolu

kat etmenin işaretidir. "Her kim, Kur'ân'ın müteşabihini muhkemine

döndürürse, doğru yola hidayet olmuştur."1

----------

1- Bihar'ul-Envar, c.89, s.377

 

 

6- Burhanın temelleri ve ön koşulları konusunda derin bir bilgiye

sahip olan Merhum Allâme Tabatabaî bilimsel varsayımları

asla kanıt olarak görmez ve bunu pergelin sabit ayağına benzetirdi.

İşin gerçekte sabit değil de hareket hâlindeki ayak tarafından

yapıldığı gerçeğinden hareketle kanıtlanmamış varsayımlara ayetlerin

tefsirinde yer vermekten şiddetle kaçınır, ilim ve teknolojinin

ilerlemesini o varsayımın doğruluğuna delil olarak görmez, her

varsayımın başka bir varsayıma dönüşme ihtimali tehlikesini gözden

uzak tutmaz ve şöyle derdi: "Sabit olan Kur'ân-ı Kerim'i değişken

olan geçici bilimsel varsayımlarla tefsir edemez, onlara uyarlayamayız."

 

7- İrfan'ın temelleri, keşfin genel hatları ve şühudun çeşitleriyle

mükemmel boyutlarda tanışık olah Merhum Allâme Tabatabaî,

tehzib-i nefse, Kur'ân'ın tezkiye yönteminden yararlanmaya davet

etmek, meşru riyazeti onaylamak ve tefekkür yöntemi yanında

kalp yolunu açıklamakla birlikte hiçbir zaman kendisi veya başkalarının

irfanî keşfini tefsir ölçüsü olarak almaz; o münkeşif ve

meşhudu doğru olması hâlinde sadece ayetin anlamının bir mısdakı,

bir örneği olarak görürdü, ayetin temel ekseni olarak değil.

 

8- Merhum Allâme Tabatabaî, mefhum ve mısdakın (örnek)

teşhisinde engin bir tecrübeye sahip olarak hiçbir zaman tefsiri

tatbikle, mefhumu yaşanmış ve görünmüş dıştaki örnekleriyle

karıştırmazdı. Muteber bir rivayetin, ayetin nüzul sebebini açıklamasını

veya içeriğinin sahabeden biri veya bir grubuna intibak

etmesini, ayetin genellik kisvesinden çıkıp kişisel muhtevaya bürünmesine

sebep saymaz, bunun kavramsal tefsir hanesine girmesine

izin vermezdi. Ayetin bir tek mısdaktan başka diğer bir

mısdakının olmamasını da ayetin şümullü anlamı ve genel kavramı

yönünde tefsir edilmesine engel görmezdi. Çünkü Kur'ân ayetlerinden

biri kavramsal kapsamlılığını yitirerek dıştaki bir fert

düzeyinde belirginleşirse, bu ferdin zevaliyle ayetin mesajı da ortadan

kalkmış olur. Hâlbuki Kur'ânı-ı Kerim, Güneş ve Ay dünyayı

aydınlattığı sürece nuruyla insanlığın yolunu aydınlatacaktır. Mısdakların

değişmesi, tefsirin de değişeceği anlamına gelmez. Çünkü

sözcükler anlamların ruhları için koyulmuş olduğundan bir şeyin

ruhu korunduğu sürece dıştaki örneklerinde birtakım değişimler

meydana gelmiş olsa da adı korunmuş olur. Çünkü sözcük

kavramda kullanılır, mısdakta değil. Mısdakların farklılığı mefhumda

değişim meydana getirmez.

 

9- Merhum Allâme Tabatabaî, tefsirinde asaleti, önceliği zahire

verir, ayetin kavramsal tefsiri makamında batını esas almazdı.

Sadece ayetin zahirinin hüccet değerini korumak suretiyle batına

geçer ve o batından başka bir batına yol bulurdu.

 

10- Merhum Allâme Tabatabaî, dinî öğretileri metafizik (tabiat

ötesi) sınıfında değerlendirir, dinî öğretileri madde ve hareket kanunlarından

uzak tutar, maddî olarak azalıp çoğalmayı bu sahaya

sokmaz, dini değişim ve tekâmül hâlinde olan, eskime ve çürümeye

maruz bulunan gelenek ve töreler gibi görmez, bu tür düşünce

tarzını şiddetle reddederdi.

 

11- Kur'ân-ı Kerim hakkındaki mükemmel bilgisi sayesinde

Kur'-ân'daki kelime ve ayetleri birbirine yönlendirme, dayandırma

yöntemiyle tefsir eden Rabbanî âlim Merhum Tabatabaî, aynı metodu

hu-ruf-i mukattaa (sure başlangıçlarındaki kopuk harfler) tefsirinde

maharetle uygulardı. "Elif, Lâm, Mîm" ve "Sâd" gibi basit

sure başlangıçlarına sahip sureleri ve yine "Elif, Lâm, Mîm, Sâd"

gibi mürekkep sure başlangıçlarına sahip sureleri tetkik etmek

suretiyle, sure başlangıçlarının surenin içeriğine dair bir remz ve

gizli bir işret olduğu sonucunu çıkarırdı. Hatta Merhum Üstat,

Kur'ân'a olan engin ilgi ve muhabbeti sayesinde tarihî bilgileri göz

önünde tutmadan önce surenin metni üzerinde tedebbür ve tefekkür

etmek suretiyle onun Mekke'de mi, yoksa Medine'de mi

indiğine emin olur, daha sonra bunu doğrulayan naklî-tarihî delilleri

getirirdi.

 

TEVHİTLE İLGİLİ AYETLER YA DA ANAHTAR AYETLER

 

Allâme (r.a), Kur'ân'ın anahtar ayetlerine, "Gurer-i Ayat" adını

verir. Bu ayetler, sadece Kur'ân'ın geri kalan ayetlerinin anlaşılması

için aydınlatıcı projektörler işlevini görmekle kalmaz, aynı

zamanda birçok hadisin anlaşılmasında da sağlam bir temel

fonksiyon üstlenirler. Değerli el-Mîzân Tefsirinin birinci cildinin

mukaddimesinde sayılarını yedi temel bilime vardırdığı bütün bilgilerin

temelini oluşturan ve onlara oranla mihenk konumunda

olan ayetlerin sarih veya açık olarak tevhide ilişkin bilgileri veren

ayetlerdir. Çünkü Kur'ân'da ortaya konan akait, ahlâk ve ahkâm

gibi bütün meselelerle ilgili olarak sunulan açıklamalar mutlaka

Allah'ın birliğiyle irtibatlandırılırlar. Nitekim Merhum Allâme bu

hususla ilgili olarak şunları söylemektedir:

 

"Kur'ân ayetleri söz konusu ilâhi bilgilere, hakikat ilkelerine

ilişkin ayrıntılar içermelerinin yanı sıra, aslında bir tek gerçeğe dayanmaktadırlar.

Bu gerçek asıldır, diğer ayrıntılar ise füru konumundadır.

Dinin binası da bu temele dayalı olarak kurulmuştur.

Bu temel, İslâm dinin açıkladığı şekliyle Allah'ın birliğidir. Yani, Allah'ın

her şeyin Rabbi olduğuna, O'ndan başka Rab olmadığına ve

her açıdan sadece O'na yönelinmesi gerektiğine iman etmek. O'-

nun Rab oluşunun kabul edilmesinin bütün gereklerinin yerine getirilmesi,

kalben O'ndan başkasından korkulmaması, amelde de

O'ndan başkasına boyun eğilmemesi."

"Temel prensip budur. Kur'ân'ın içerdiği diğer tüm ayrıntı nitelikli

anlamlar, bilgiler, yasalar ve kanunlar son tahlilde bu temele

dayanır. Bütün açıklamalar, bileşim olarak da gelip bu temele

dayanırlar."1

 

Merhum Allâme, bir ayeti ele alırken, söz konusu ölçüye dayanarak

temel ve anahtar ayetler olarak belirlediği bu ayetleri eksene

alarak, onları ileri sürülen yorum ve ihtimallerin değerlendirildiği

bir eksen olarak kullanır ve bu görüş ve değerlendirmeler içinde

tevhide aykırı olanları batıl olarak nitelendirir, bunun yanında

yorum ve ihtimaller içinde tevhide yakın olanları da yakınlıkları

oranında kabul ederdi. Buradan hareketle dünya görüşü ve ideolojik

bağlantılarını tahlil ederdi. Çünkü her dünya görüşü özünde bir

ideoloji barındırır. Şöyle ki materyalist düşünce, toplumsal hayata

maddî ve somut zevkler ve kemalleri beraberinde getirecek ve insanları

bu amaca ulaştıracak şekilde bir düzenleme getirir. Aynı

şekilde putlara tapmak, özünde putları memnun etmeye dönük

bir toplumsal düzenin kurulmasını kaçınılmaz kılar. Fakat Allah'a

ve kıyamet gününe iman etmek ise, insanın hem dünya hayatındaki

mutluluğunu, hem de ahiret hayatındaki mutluluğunu garanti

eden bir sosyal düzenin kurulmasını öngörür.

----------

1- el-Mîzân, c.10, s.139 ve c.20, s.543

[Not: Verilen adreslerde el-Mîzân'ın Arapça'sı esas alınmıştır.]

 

Dolayısıyla insanların toplumsal hayatlarında ortaya çıkan

farklılıklar, insanların inanç sistemlerinin farklılığından kaynaklanır.

Merhum Allâme buna şöyle değinmiştir: "Çünkü değişik mezhepler,

toplumlarda egemen olan özel yasaların belirginleşmesi

üzerinde birinci derecede etkili olurlar... Dolayısıyla toplumsal hayatın

şekli, evrenin hakikatine ilişkin inançların şekillerinin farklılığı

oranında farklılık arzeder..."1

 

Tevhidî ilkelerin, Kur'ân'ın anahtar ayetlerini oluşturmaları hasebiyle,

ahlak sorunu ile ilgili olarak, ahlâkın izafîliğinin reddedilişi

ve bu bağlamda güzellik ve çirkinlik kavramlarının izafîliğine ilişkin

yaklaşımların mahkûm edilişi; erdem ve alçaklığın insanın öz

doğasına dayanmadığını, bilâkis çevrenin ve türlü değişimlerin etkisiyle

belirginleştiğini savunan düşüncelerin çürütülmesi, bu temel

ilkelere da-yalı olarak gerçekleştiriliyor. Ahlâkın temel prensipleri

ortaya konulurken, ahlâk alanında boy gösteren üç disiplin

ele alınıyor ve bunlar içinde, ahlak kurallarını makam, şöhret, toplumsal

sempati, tarihî ihtişam ve ruhsal azıklanma için benimseyen

disiplin ile bu kuralları cehennemden kurtuluş ve cennete giriş

için benimseyen disiplin dışlanarak en üstün ahlak disiplinin, ahlak

prensiplerini Allah'a kavuşma, O'nun sonsuz hoşnutluğunu kazanma

amacına yönelik olarak benimseyip pratize eden disiplin

olduğu vurgulanıyor. Bu ise, tevhidin ta kendisidir. Merhum Allâme

şöyle vurguluyor bu hakikati: "...Şu anda, sadece Rabbinin hoşnutluğunu

ister... Erdemlilik veya alçaklıkla bir ilgisi olmaz. Güzel

nam ve övgüye aldırış bile etmez. Dünyaya, ahi-rete, cennete veya

cehenneme göz ucuyla bile olsa dönüp bakmaz. Bütün ilgisini

Rabbine yöneltir; azığı, kulluk zelilliğidir ve yol göstericisi, kanıtı

Allah'ın sevgisidir."2

 

Allâme'ye göre, bütün bilgilerin, bu arada ahlâkın ve olumlu,

beğenilen davranışların temeli tevhittir. Ve bu tevhit, şecere-i

tayyibe'nin (iyi ağacın) sağlam gövdesini oluşturur, dalları da ta

göklere kadar u-zanır. Meyvelerini de aralıksız verir. Bu bağlamda

şunları söyler: "Ayetlerin genel akışından da anlaşılacağı üzere,

tefsirini sunduğumuz ayetin asıl maksadı tevhittir. Ki diğer hak i-

---------

1- el-Mîzân, c.16, s.200-201, "Dinin Fıtrî Olması Üzerine" bölümü.

2- el-Mîzân, c.1, s.379

 

nançlar bu temelin uzantılarıdır. Tertemiz ahlak buradan kaynaklanıp

gelişir. Burası salih amellerin de menşeidir."1

 

Bu tevhidî perspektiften bakınca, bütün bağışların Allah'ın katından

geldiği görülür. Hiçbir varlık Allah'tan bağımsız değildir. Allah'tan

başka hiçbir dayanağı yoktur. Ve kesinlikle hiçbir varlık

doğal çerçeve içinde izah edilemez. Bilâkis her varlığın gaybî bir

boyutu vardır. Allâme, bu temele işaret eden ve Kur'ân'ın her türlü

tahrif girişimine karşı korunduğunu vurgulayan ayeti, "Seçkin ve

Kilit Ayetler"den kabul eder ve der ki: "...Bu surede yer alan, "Hiçbir

şey yoktur ki hazineleri O'nun katında olmasın..." ayeti, birçok

gerçeği içermesi bakımından Kur'ân'ın "seçme ayetler"inden biridir..."2

Çünkü, "Hiçbir şey yoktur ki hazineleri O'nun katında olmasın..."

ayetine dayanarak demirin indirilmesi,3 giysinin ve süslenecek

eşyanın indirilmesi,4 hayvanlardan sekiz çiftin indirilmesi5

gibi meseleleri Kur'ân'ı Kur'ân'la tefsir ederek halletmenin yanı sıra

vahyin, meleğin ve Kur'ân'ın indirilişi; ayrıca, "Bizim emrimizle

hidayete ulaştıran imamlar..." olarak nitelendirilen imamet meselesinin

temelini de oluşturan melekutî hidayet olgusunu da çözüme

kavuştururdu.

 

Ayrıca Zerr Âlemi'nde insanların iman etmeleri, Allah'ın birliği

üzerine onlardan misak alınması, kazanın kaderden önce oluşu

meselesi, silme ve yerinde bırakma levhinin (levh-i mahv ve ispat)

levh-i mahfuzla bağlantısı meselesi ve diğer ilâhî meseleleri, bu

ayetin ışığında çözüme kavuştururdu. Bu münasebetle Kur'ân'ın

tümü baştan sona bir nurdan ibaret olmakla birlikte, Ra'd suresinde

yer alan bazı ayetleri parlak, nuranî ayetler olarak değerlendirirdi.

Aslında sırf bu gerekçeyle de olsa Kur'ân baştan sona bir

nurdan ibarettir. "...Bu surede yer alan göz kamaştırıcı gerçeklerden

bazısı da aşağıdaki ayetlerde dile getirilmişlerdir: 'Allah gökten

bir su indirdi...', 'Haberiniz olsun! Kalpler ancak Allah'ı an-

----------

1- el-Mîzân, c.12, s. 50

2- el-Mîzân, c.12, s.98

3- Hadîd, 25

4- A'râf, 26

5- Zümer, 6

 

makla mutmain olur...', 'Allah dilediğini siler ve dilediğini bırakır,

Ana kitap O'nun katındadır...', Bütün çareler Allah'ındır."1

Yüce Allah sadece bütün varlık kemalatına sahip değildir, aynı

zamanda her türlü varoluşsal kemal da O'ndan kaynaklanır. Hatta

yüce Allah sonluluk ve noksanlıkla karışık her türlü kemal sıfatından

da münezzehtir. Daha doğrusu varlığın sınırsız kemalatı, âlemlerin

Rab-binin kendisidir. O'nun her ismi, bu kemalattan birine

delâlet eder ve yaratılanlar ile yaratıcı arasında bir irtibat yolu

işlevini görür. Bu açıdan, "Hangisini deseniz olur. Çünkü en güzel

isimler O'na hastır."2 ayetini de Kur'ân'ın "Seçkin ve Kilit Ayetler"

inden biri kabul eder ve şöyle der: "Bu ayet, Kur'ân'ın 'Seçkin

ve Kilit Ayetler'inden biridir. Çünkü putperestliğin zatta teklik, ibadette

ortaklık tezine karşılık Kur'ân'ın sunduğu zatta teklik, ibadette

teklik gerçeğini aydınlatıyor."3

 

Aynı münasebetle, "Allah, O'ndan başka ilâh yoktur. En güzel

isimler O'nundur."4 ayeti hakkında, "Seçkin ve kilit ayetlerden biri

de surede yer alan şu ayettir..."5 değerlendirmesini yapar.

Yine "Allah göklerin ve yerin nurudur..."6 ayeti, gayet açık bir

üslûpla bütün Kur'ânî bilgilerin temeli olan Allah'ın birliği ilkesini

göstermektedir. Merhum Üstadın bu konudaki sözleri şunlardır:

"Bu surede yer alan 'Seçme Ayetler'den biri Nûr ayetidir."7

Bu nedenle, gerçek birliğin açık bir şekilde ortaya çıktığı gün,

çok-luk bulutu, dağılır ve o gün, bütün işlerin Allah'tan kaynaklandığı

anlaşılır. Ki o gün, gerçek tevhidin ortaya çıktığı gündür. Bundan

dolayı Allâme, "O gün hiçbir nefis bir başka nefis için hiçbir

şeye sahip değildir ve o gün emir sadece Allah'ındır."8 ayetinin

"Seçkin ve Kilit Ayetler"den olduğunu söyler.9

----------

1- el-Mîzân, c.11, s.312

2- İsrâ, 110

3- el-Mîzân, c.13, s.3 ve s.239

4- Tâhâ, 8

5- el-Mîzân, c.14, s.129

6- Nûr, 35

7- el-Mîzân, c.15, s.84

8- İnfitâr, 19

9- el-Mîzân, c.20, s.334

 

Bu hususu vurgulamak bağlamında bir hatıramı aktarmak

istiyorum. Bir gün merhum Üstat Allâme'ye, Yâsîn suresine neden

Kur'ân'ın kalbi denilmiştir?" diye sordum. Bana şu cevabı verdi:

"Aynı soruyu ben de üstadımız merhum Kazî hazretlerine sordum.

(Meşhur Arif ve Rabbanî âlim.) O zat, bana şu cevabı verdi: Surenin

sonunda yer alan şu iki ayetten dolayı bu nitelemede bulunulmuştur:

'Bir şey yaratmak istediği zaman O'nun yaptığı, 'Ol'

demekten ibarettir. Hemen oluverir. Her şeyin melekutu kendi elinde

olan Allah'ın şanı ne kadar yücedir! Siz de O'na döneceksiniz.' 1"

 

Bu yüzden Allâme bu iki ayetle ilgili olarak şu değerlendirmeyi

yapardı: Bu surede Kur'ân'ın 'Seçkin ve Kilit Ayetler'i kategorisine

girecek ayetlerden biri de şu ayettir..."2

 

Aynı şekilde yaratılışın sonunun, varlık dünyasının idaresinin,

insanlık âleminin kervanının son konağının yüce Allah olduğunu

açıklayan "Ve şüphesiz en son varış Rabbinedir." ayetini ve aynı

şekilde, kıyamette amel ile amel eden arasındaki zorunlu ilişkiyi

söz konusu eden "İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur."

ayetini, varlık dünyasındaki yolcuların seyir çizgisini bütünsel olarak

çizmesi, ceza ve mükâfat olgularının hangi kriterlerle belirleneceğini

ortaya koyması açısında, anahtar ayetler kapsamına almakta

ve şu değerlendirmeyi yapmaktadır: "Necm suresinde yer

alan, 'İnsana çalışmasından...' ayeti, Kur'ân'ın 'Seçme

Ayetler'indendir."3 Çünkü, "Ve şüphesiz son varış..." ayetinde bütün

tedbirler, varlıklar arasında bağlantıların meydana getirilmesi,

varlıkların yönetilmesi sadece yüce Allah'a getirilip dayandırılmaktadır.

Bunu pekiştirmek maksadıyla da şunları söylemektedir: "Ayet,

Allah'ın sınırsız, mutlak rububiyetini vurgulamaktadır..."

"Biz her şeyi bir ölçüye (bir kadere) göre yarattık." ayeti, Rabbanî

birlik ve olguların matematiksel bağlamda düzenlemesiyle

ilgilidir. Bu yüzden Allâme, bunu Kur'ân'ın anahtar ayetlerinden biri

olarak ele alır ve şöyle der: "Kur'ân'ın 'Seçkin ve Kilit

----------

1- Yâsîn, 82-83

2- el-Mîzân, c.17, s.64

3- el-Mîzân c.19 s.25

 

Ayetler'inden biri de bu surenin sonunda yer alan 'Kader Ayeti'-

dir."1

 

Aynı şekilde Haşr suresinin sonundaki yedi ayette, özdenetim

ve kontrol yoluyla Allah ile buluşulacağı gerçeği işlendiği, her biri

bir feyzin akış mecrası ve ayrı bir tecelligâh olarak belirginleşen

yüce yaratıcının güzel isimlerinden bazıları zikredildiği için, temel

ayetler olarak kabul edilmiştir. Allâme bunlar için de, "Kur'ânın

'Seçkin ve Kilit Ayetler'i arasına, bu surenin sonundaki yedi ayet

de girer." der.2

 

"Böyledir. Çünkü Allah hakkın ta kendisi ve O'nun dışında

taptıkları ise batıldır." ayeti, gerçek varlığı sadece yüce Allah'a

özgü kıl-maktadır. Buna göre, Allah'ın adına olmayan bir şey mutlaka

batıldır. Dolayısıyla ayetin içeriği kamil anlamda tevhidi yansıtmaktadır.

Bu yüzden Kur'ân'ın anahtar ayetleri arasında yer alır.

Bu nedenle Allâme, söz konusu ayetle ilgili olarak, "Lokman suresinde

yer alan, 'Böy-ledir. Çünkü Allah...' ayeti, 'Seçkin ve Kilit

Ayetler' arasında yer alır." der.3

 

Özetleyecek olursak; objeler dünyasındaki bütün varlıkların

kaynağı yüce Allah'tır. Ki O'nun dışında hiçbir varlık kendi başına

varolamaz. Bütün ilmî varlıkların kaynağı da bu salt varlığı tanımadır.

O'nu bilmeden, tanımadan hiçbir şey bilinemez,

tanınamaz. Bu yüzden Allah'ın zatının birliğini, yaratılışın kaynağının

birliğini, Rabbin birliğini, tedbir edenin birliğini ve aynı zamanda

mabudun birliğini vurgulayan, bunun yanı sıra Allah'ın kutsal

zatının cemal ve celal sıfatlarını açıklayan tevhit ayetleri, "Seçkin

ve Kilit Ayetler" olarak kabul edilir ve Kur'ân'ın içerdiği bilgilerin

anahtarlarının bir bölümünü oluşturdukları ifade edilir. Bu açıdan

başka ayetlerin tanınması da bunlar aracılığıyla olabilir. Bunlar

olmadan hiçbir ayeti anlamak mümkün değildir.

Bu yüzden Kur'ân'ın bu bölümleri, Kur'ân'ı tanımanın bütünsel

kurallarını barındırır. Bu temel kurallar kavrandığı zaman Kur'ân'ın

diğer ayetleri de aydınlanırlar. Bu aydınlatma, yani temel ve anah-

----------

1- el-Mîzân, c.19, s.61

2- el-Mîzân, c.19, s.231

3- el-Mîzân, c.16, s.220

 

 

tar ayetlerden hareketle diğer ayetleri anlama1 yöntemi, pak Ehlibeyt

İmamlarının (a.s) da yöntemidir. Merhum Üstat bu hususta

şöyle der: "Eğer bu eski yöntem, unutulmasaydı, devam ettirilseydi,

Kur'ân'ın birçok sırrı ortaya çıkarılırdı..."2 Bu özel yöntem, yani

Kur'ân'ın Kur'ân'la tefsir edilmesi yöntemi, kaynaklardan, fihristlerden

ve sözlüklerden yararlanılarak uhdesinden gelinecek bir

şey değildir.

 

Bu yöntem, "Eğer bu Kur'ân Allah'tan başkasının katından olsaydı,

onda birçok çelişki bulacaklardı." ayetinin en güzel pratik

yansımalarından biridir. Ki istisnaî kıyas şeklinde sözünü ettiğimiz

yöntemi ortaya koymaktadır. Yani, Kur'ân'ın başından sonuna kadar

hiçbir çelişki yoktur. Bu cümlenin hedefi, sadece önermenin

olumsuz kurgusunu açıklamak, yani sadece Kur'ân'ın içerdiği anlamlar

arasında hiçbir çelişki olmadığını ortaya koymak değildir;

bilâkis, asıl maksat, önermenin olumlu kurgusunu da kanıtlamak,

yani, Kur'ân'daki bütün kavramların uyumlu, ahenkli olduğunu,

birbirlerine yaslandıklarını ve Kur'ân ayetlerinin her birinin kendi

içeriği itibariyle doğru, diğer bir ayete ilişkin olarak da dolaylı veya

dolaysız doğrulayıcı konumunda olduğunu kanıtlamaktır.

Nitekim Konuşan Kur'ân (Kur'ân-ı Natık) Emir'ül-Müminin (a.s)

bu ayetten şu çıkarsamayı yapıyor: "Kitabın bir kısmının diğer bir

kısmını tasdik ettiğinden ve kitapta çelişki olmadığından söz ediliyor.

Allah buyuruyor ki: 'Eğer bu Kur'ân Allah'tan başkasının katından

olsaydı, onda birçok çelişki bulacaklardı.' Kur'ân'ın zahiri

güzel; batını ise, derindir."3 Yani, bazı ayetler diğer bazı ayetleri

tasdik etmektedirler.

 

Dolayısıyla bütün ayetler arasında bir uyum vardır -ki bu, olumlu

bir kurgudur-. Sadece ayetlerin aralarında çelişki olmaması söz

konusu değildir -ki bu, olumsuz bir kurgudur-. Bu açıdan Kur'ân

baştan sona müteşabih (benzeşen) ve mesani (tekrarlanan) ayetlerden

oluşmaktadır. Nitekim merhum Allâme şöyle demiştir:

Kur'ân ayetlerine mesani (tekrarlanan) adı verilmiştir. Çünkü ayetlerin

bazısı, diğer bazısının durumuna açıklamakta, onlara eğilim

----------

1- el-Mîzân c.1, s.12

2- el-Mîzân c.1, s.71

3- Nehc'ül-Belâğa, hutbe:18

 

 

gösterip yönelmektedir. "Benzeşen ve tekrarlanan kitap" ayetinden

de bunu anlamak mümkündür.

 

Bu ayette kitabın müteşabih (benzeşen) ve mesani (tekrarlanan)

olduğu birlikte zikredilmiştir. Yani kitabın bazı ayetlerinin diğer

bazı ayetlere benzediği, bazı ayetlerin bazısına eğilimli olduğu

bir ara-da söz konusu edilmiştir. Nitekim Peygamber efendimiz

(s.a.a) Kur'-ân'ı vasfederken şöyle buyurmuştur: "Kur'ân'ın bazısı

bazısını tasdik eder." Hz. Ali'nin (a.s) şöyle dediği rivayet edilmiştir:

"Bazı ayetler diğer bazısının içeriğini konuşur, bazısı bazısına tanıklık

eder..."1

 

Bu demektir ki, Kur'ân ayetlerini birbirinden ayırmak, bir ayeti

tefsir ederken, diğer ayetleri göz önünde bulundurmamak, her bir

ayeti bütünden kopararak irdelemek, bir ayeti incelerken bir kanıt,

bir destek veya bir tanık olarak diğer ayetlerden yararlanmamak,

Kur'ân'ın uyumlu ve birlik hâlindeki ayetleri arasında bir tür

ayırım, tefrika meydana getirmektir. Allah kelâmının bu bütünlüğünü

parçalamanın çıkardığı sonuç, Kur'ân'ın şu ayetlerde yabancılar

tarafından sergilenen yerilmiş tavırlarına işaret ettiği durumdur:

"Nitekim biz kısımlara ayıranlara indirmişizdir. Onlar,

Kur'ân'ı bölüp ayıranlardır."2

 

Gerçi rivayetler bağlamında ayetleri ele aldığımız zaman "idîn"

(bölüp ayrılanlar) ifadesinden maksadın, Kur'ân'ı çeşitli kısımlara

ayırdıktan sonra, bir kısmına inanıp da bir kısmını inkar eden

kimselerle, kimi zaman Kur'ân sihirdir, kimi zaman geçmişlere ait

masallardır v.s. şeklinde Kur'ân'a uygun olmayan yakıştırmalarda

bulunan kimseler olduğu anlaşılıyor.

 

Fakat her biri bir bütünün birbirine benzeyen parçaları konumundaki

ayetleri birbirinden koparmak da, kabul edilemez parçalamanın,

bölüp ayırmanın bir başka türüdür. Çünkü başka ayetlere

eğilimli, başka ayetlere yaslanmış bir ayeti, başka ayetlerin içerdiği

kavramlara, değerlendirmelere başvurmadan tefsir etmek

mümkün değildir.

----------

1- el-Mîzân, c.12, s.202

2- Hicr, 90-91

 

Şunu da unutmamak gerekir ki, Tuba Ağacı'nın dallarının ilk

eğilimi köklere doğrudur. Tuba Ağacı konumunda olan Kur'ân'ın

kökleri ise, anahtar ayetler dediğimiz tevhidî bilgileri içeren ayetlerdir.

 

ALLÂME TABATABAÎ'NİN AHLÂKÎ

VE EĞİTSEL ÖZELLİKLERİ

 

1- Merhum Allâme Tabatabaî, genel olarak bütün yazılarında,

özellikle de "el-Mîzân" tefsirinde birinin görüşünü tetkik, tahlil ve

tenkit ederken bu kişinin adını zikretmek yerine, düşünce ve görüşünü

tartışma konusu etmeye özel bir dikkat gösterir ve şöyle

derdi: "Birbiriyle çelişen düşünce sahipleri değil, düşüncelerdir." O,

"Ne denildiğine, sözün içeriğine bak; kimin dediğine bakma!" sözünü

kendine ilke edinmişti.

 

2- Merhum Allâme Tabatabaî, bir görüşü tenkit ve tartışma

konusu ederken görüş sahibinin hürmetini korumaya özen duyar,

makamına saygı gösterir, aşağılayıcı ifadeler kullanmaktan ve

bilgiçlik taslamaktan şiddetle kaçınırdı.

 

3- O, normal konularda pek zihinsel hazırlıklı olmamakla birlikte

aklî konularda genel olarak, tefsir bahislerinde de özellikle

mükemmel bir derinlik ve zihinsel hazırlık içerisindeydi. Bu ise

onun cismi ve ruhuyla bütün bir vücudunun Kur'ân'la kaynaşmış

olduğunun işaretidir. İlerlemiş yaşlarında hastalanıp yatağa düştüğünde

kişilerin adlarını unutmasına rağmen zikir ve duaları asla

unutmadı. Bu, imanın onun ruhunun derinliklerine yerleşmiş olduğunun

göstergesiydi.

 

4- O, hadis ilmini tedris ederken her ne kadar zayıf olsa da

ravilerin adlarını mutlaka zikreder, hadis metnini okurken senet

zincirini baştan sona tekrar ederdi. Böylece geçmiş âlimlerin ve

muhaddislerin adlarının ihya edilmesine katkıda bulunurdu. Bir

senedin zayıflığına işaret ederken ravilerin hürmet ve saygınlığını

korumaya özel bir dikkat gösterirdi.

 

5- Üstat Allâme Tabatabaî, ilim havzasındaki klâsik ders devrelerini

mantık devesiyle başlatır, felsefe ve irfan dersleriyle sürdürür

ve nihayet Resul-i Ekrem'in (s.a.a) mirası Kur'ân ve hadisle

sona erdirirdi.

 

O'nun vefatı da, aynen bereketli ömrü boyunca olduğu gibi, ilim

dünyasında yeni bir hareketlilik meydana getirmiştir.

 

YAZARIN ÖNSÖZÜ

 

Bismillahirrahmanirrahim

 

Tüm âlemler için bir uyarıcı olsun diye kulu Muhammed'e

(s.a.a) eğri ile doğruyu birbirinden ayırma özelliğine sahip olan

Kur'ân'ı indiren Allah'a hamdolsun. Allah'ın, izniyle bir şahit, bir

müjdeleyici, bir uyarıcı, Allah'a kulluk sunmaya çağıran bir davetçi

ve aydınlatıcı bir ışık kıldığı sevgili peygamberi Hz. Muhammed'e

ve onun Allah tarafından her türlü günah kirinden arındırılmış tertemiz

Ehlibeyti'ne salât ve selâm olsun.

 

Bu mukaddimede kısaca, Kur'ân-ı Kerim'in ayetlerinin anlamlarını

inceleme hususunda izlediğimiz metoda değineceğiz.

Kur'ân ayetlerinin anlamlarını açıklamak, delâlet ettikleri manaları

beyan etmek ve onlarla kastedilen şeyleri belirlemek demek

olan Tefsir, Müslümanların ilgilendikleri en eski ilmî alandır.

Tefsir olarak nitelendirilen bu araştırma ve irdeleme türünün tarihi,

Kur'ân'ın indiği dönemde başlamıştır. Yüce Allah'ın şu sözü buna

ilişkin bir işaret içermektedir: "Nitekim kendi içinizden, size

ayetlerimizi okuyacak, sizi arındıracak, size kitap ve hikmeti öğretecek

ve size bilemeyeceğiniz şeyleri öğretecek bir resul gönderdik."

(Bakara, 151)

Müslüman tefsir bilginlerinin ilk kuşağı, bazı sahabîlerden oluşur.

(Hz. Ali (a.s) ve onun soyundan gelen İmamları bu kapsamın

dışında tutuyoruz. Çünkü onların ayrı bir konumu vardır ki, ileride

buna da değineceğiz.) İbn-i Abbas, Abdullah b. Ömer, Übey ve bu

konuya ilgi duyan diğer bazıları bu kuşağa ilişkin birkaç örnektir. O

günkü tefsir araştırmaları, ayetlerin edebî yönlerini incelemek, indikleri

ortamı ve koşulları belirlemek, bir ayetin diğer bir ayetin

anlamını pekiştirici yönüne işaret etmek ve Peygamber efendimizden

(s.a.a), kıssalar, tevhit öğretileri, ahiret bilgileri ve diğer

konularla ilgili rivayet edilen kimi hadisler yardımıyla tefsir yapmaktan

öteye geçmiyordu.

 

Bu tarz tefsir araştırması, Hicret'in ilk iki yüzyılında Mücahid,

Katade, İbn-i Ebu Leyla, Şa'bî, Süddî ve diğer tâbiîn kuşağı tefsir

bilginleri tarafından da sürdürüldü. Bu tefsir bilginlerinin ilk kuşak

sahabe müfessirlerinden tek farkları, rivayetlerle tefsir yapmaya

ağırlık vermeleriydi. Bu arada Yahudilerin ve başkalarının rivayetlerine

de yer vermişler, bu rivayetlerden Kur'ân'da yer alan kıssaların

açıklamasında, göklerin meydana gelişi, yerin ve denizlerin

oluşumu gibi yaratılışa dönük bilgilerin izahında, Şeddad'ın İrem

bağı, peygamberlerin sürçmeleri, Kur'ân'ın tahrif edilmesi gibi hususlarda

bol bol yararlanmışlar. Sahabeden aktarılan bazı tefsir ve

araştırmalarda da bu yöntemin örneklerine rastlamak mümkündür.

Daha sonra Peygamber efendimizin (s.a.a) ardından halifelerin

dö-neminde, Müslümanların fethettikleri ülke ve ulusların bünyesindeki

çeşitli gruplarla kaynaşmaları, değişik din ve mezhebe

mensup bilgin-lerle karşılaşmaları sonucu, Kur'ân ayetlerini

kelâmî açıdan inceleme eğilimi yaygınlık kazandı.

Hicrî birinci yüzyılın sonlarına doğru Emevî saltanatı döneminde

Yunan felsefesine ilişkin eserler Arapça'ya çevrildi. Bu durum

Abbasî döneminde de devam etti. Bunun yanı sıra Müslüman araştırmacılar

arasında, aklî-felsefî tarzda inceleme yapma eğilimi

baş gösterdi.

 

Bir üçüncü eğilim olarak da, felsefî yaklaşımın yaygınlaşmasına

paralel olarak tasavvuf ekolü ortaya çıktı. İnsanların dinî bilgileri

nefis mücadelesi ve egzersizleri yoluyla edinme eğilimleri arttı.

Bu ekolün taraftarları sözlü ve aklî incelemelere ilgi duymazlardı.

Hadis ehli denen bir grup insan da, dinin sözel ifadelerini, sırf

edebî yönden incelemeye tâbi tutup başka hiçbir incelemeye gerek

gör-meden bu ifadelerin zahirlerine tam bir bağlılık eğilimini

sürdürdüler.

 

İnsanlar arasında mezhebî gruplaşmalar başlar başlamaz,

tefsir araştırmacılarının yöntemleri de gruptan gruba farklılık gös-

terdi. "Lâ ilâhe illallah, Muhammed'un resulullah" ifadesinden

başka üzerinde görüş birliği sağladıkları bir tek husus kalmadı. İsimlerin,

sıfatların, fiillerin, gökler ve içindekilerin, yer ve üzerindekilerin,

kaza ve kaderin, cebir ve tefvizin (tasarruf özgürlüğünün),

sevap ve azabın, ölüm ve ölümle haşir arasındaki ara dönemin

(berzah), ölümden sonra dirilişin, cennet ve cehennemin, kısacası,

uzaktan veya yakından dinî gerçekler ve bilgiler kapsamına

giren her şeyin ifade ettiği anlam üzerinde ihtilâfa düştüler.

Böylece ayetlerin anlamlarının araştırılması hususunda izlenecek

yolu belirlemede görüş ayrılıkları baş gösterdi. Herkes izlediği

mezhep ve yönteme dört elle sarıldı, onun dışına çıkamadı.

Hadisçiler, alanlarını sahabe ve tabiîne mensup ilk kuşak tefsir

bilginlerinden gelen rivayetlerle sınırlandırdılar. Rivayet elverdiği

sürece konunun peşini bırakmadılar. Rivayetin durduğu yerde

de durdular, bir adım öteye atmadılar. İfadeden açık bir anlam edinemedilerse,

araştırma gereğini duymadılar. Buna gerekçe olarak

da yüce Allah'ın şu sözünü ileri sürdüler: "İlimde derinleşenler

ise, 'Biz ona inandık. Tümü Rabbimizin katındandır.' derler." (Âl-i

İmrân, 7)

Ama onlar bu tutumlarıyla büyük bir yanılgıya düştüler; çünkü

yüce Allah kitabında akla dayalı kanıtları geçersiz kılmıyor. Böyle

bir şey nasıl düşünülebilir ki, oysa bir şeyin kanıt olup olmaması

ancak akılla belirlenebilir?! Kur'ân-ı Kerim, aralarında fahiş ihtilâflar

olan sahabe ve tabiînin sözleri ve görüşlerini asıl kanıt olarak

öngörmez. Kur'ân'da sadece ayetler üzerinde etraflıca düşünme,

detaylı araştırma yapma teşvik edilir. Çünkü herhangi bir ihtilâf

ancak bu şekilde ortadan kaldırılabilir. Allah Kur'ân'ı bir yol gösterici,

bir nur ve her şeyin açıklayıcısı kılmıştır. Şu hâlde bu nasıl

nurdur ki, kendisinden başka bir nurla aydınlanma gereği duyuyor?!

Başkasının yol göstericiliğine muhtaç olan bir yol göstericiye

ne denir?! Her şeyin açıklayıcısı konumunda olan bir şey, başka

bir şey tarafından açıklanabilir mi?!

 

Kelâmcılara gelince; değişik mezhebî görüşleri, onları tefsir

konusunda kendi mezheplerine uygun bir tutum içinde hareket

etmeye zorladı. Mezheplerinin izin verdiği ölçülerde uygun olanı

almak, uygun olmayanı da yorumlamak şeklinde bir tutum sergilediler.

Özel mezhepler tercih etmenin, özel yöntemler ve görüşler benimsemenin

geri plânında, ilmî bakış açısının farklılığı ya da ulusal

gelenek ve taassup gibi bir gerekçe yer alıyorsa da, -ki burası

bu tür konularla ilgilenmenin yeri değildir- ancak Kur'ân'a ilişkin

bu tür bir araştırma, tefsirden çok, uyarlama niteliğine lâyıktır.

Çünkü, bir araştırmacının bir ayeti incelerken "Kur'ân ne

diyor?" demesi ile "Bu, ayeti neye göre yorumlayabiliriz?" demesi

arasında büyük bir fark vardır. Birincisinde, araştırma ve inceleme

esnasında teoriyle ilgili her şeyin unutulup teorik olmayan bir şeye

dayandırılması zorunludur. İkincisinde ise, meselede önce teorilerin

ortaya konup kabul edilmesi, sonra da araştırmanın bu çerçevede

yapılması gerekir. Bilindiği gibi, ifade kapsamındaki bu tür

bir araştırma, özü itibariyle ifadenin anlamına yönelik araştırma

olarak değerlendirilmez.

 

Felsefeciler de tıpkı kelâmcı müfessirlerin düştükleri büyük

hataya düştüler. Görüşlerine ters düşen ayetleri genel anlamda

felsefe biliminin çeşitli alanlarının tartışılmazlarına uyarlama, onlara

göre yorumlama yanılgısını tekrarladılar. Genel anlamda felsefe

bilimi derken, matematik, doğa bilim, teoloji ve uygulamalı

hikmeti, özellikle de Meşşa ekolünü kastediyorum. Bunlar, fizikötesi

gerçeklere işaret eden ayetleri, göklerin ve yerin yaratılışına ilişkin

ifadeler içeren ayetleri, ölüm-haşir arası ara dönemle ve kıyamet

günüyle ilgili ayetleri yorumlayıp kendi felsefî tartışılmazlarına

uyarladılar. O kadar ki, küllî ve cüz'î feleklerin düzeni,

elementlerin tertip ve konumları, felekler ve elementlerle ilgili

hükümler gibi doğa bilimin kesin ve kanıtlanmış olmadığını ve

sırf varsayımlara dayandığını bildikleri prensipleriyle uyuşmayan

ayetleri bile yorumlamaya, o prensiplere uyarlamaya kalkıştılar.

Mutasavvıflar ise, dış âlem ve dış âleme ilişkin ayetlerden çok,

yaratılışın batınına yöneldikleri ve sırf iç âleme ilişkin ayetlere ilgi

duydukları için araştırmalarını salt yoruma dayandırdılar ve ayetlerin

sözel ifadelerini bir kenara bıraktılar. Bunun sonucu herkes,

ayetleri batınî şekilde yorumlamaya, şiirsel cümlelerle her ifadeden

ilgili ilgisiz birçok konuya işaretler çıkarmaya kalkıştı. Öyle ki

ayetler cümle hesabıyla tefsir edildi, kelimelerdeki harfler nuranî

ve zülmanî diye ikiye bölündü ve bu esasa dayanılacak yorumlar

yapıldı.

 

Kur'ân-ı Kerim'in özel olarak tasavvufçulara yol göstermek üzere

inmediği son derece açıktır. Kur'ân-ı Kerim'in muhatapları

harflerin gizli sırlarına inanan, sayılardan anlamlar çıkaran, buradan

hareketle bazı sayılarla tarihsel bazı olayları denk düşüren

kimseler değildir. Kur'ân-ı Kerim'in içerdiği bilgiler, yıldızların sırlarına

ilişkin bilgilerin Yunanca'dan ve başka dillerden Arapça'ya

çevrilmesinden sonra müneccimlerin ortaya koyduğu cümle hesabına

dayanmamaktadır.

 

Evet Peygamber efendimizden (s.a.a) ve Ehlibeyt İmamlarından,

"Kur'ân'ın bir zahiri, bir de batını vardır. Batınının da yedi

kat -veya yetmiş kat- daha ötesi batını vardır..." şeklinde rivayetler

mevcuttur. Ne var ki, Allah'ın salât ve selâmı üzerlerine olsun,

onlar batını göz önünde bulundurdukları gibi, zahiri de göz önünde

bulundururlardı. Te'vile (yoruma) önem verdikleri gibi, tenzile (sözel

ifadelere) de önem verirlerdi. Ancak burada bir hususu hemen

vurgulayalım ki, Kur'-ân ayetlerinin sözel ifadelerine ters düşecek

bir anlam çıkarmak olarak algılanan "te'vil", Kur'ân'ın inişinden ve

İslâm'ın yayılışından sonra Müslümanların diline yerleşen terimlerden

olup Kur'ân-ı Kerim'de ba-zı ayetlerde sözü edilen "te'vil" ile

hiçbir ilgisi yoktur ve Kur'ân-ı Ke-rim'deki "te'vil", bir kere anlam

ve kavram kategorisine girmektedir. İnşaallah Âl-i İmrân suresinin

giriş kısmında geniş biçimde bu hususa yer vereceğiz.

Son çağlarda ise yeni bir tefsir ekolü gelişmiştir. Şöyle ki: İslâm'ı

benimseyen bazı kimseler somut verilere ve deneyime dayanan

pozitif bilimlerle, istatistiksel deneyimlere dayanan sosyolojiden

etkilenerek, duyuları ya da pratiği esas alan Avrupalı filozofların

görüşlerine eğilim göstermişlerdir. (Onlara göre, hayatta ihtiyaç

duyulan miktarda pratik bir sonucu olmayan hiçbir kavrayış

bir değer ifade etmez.)

 

İşte anlayışlarının temeli bu tür yaklaşımlara dayanan söz konusu

tefsirciler diyorlar ki:

 

Dinî bilgilerin, bilimin onayladığı yola ters düşmesi imkânsızdır.

Çünkü varlıklar âleminde asıl olan madde ve onun somut belirtileridir.

Şu hâlde arş, kürsü, levh ve kalem gibi dinin varoldukla-

rını haber verdiği, buna karşın bilimin reddettiği olguları bir şekilde

yorumlamak gerekir.

 

Kıyamet, hesaplaşma ve haşir gibi bilimin değinmediği olguları

da maddî yasalara göre açıklama zorunluluğu vardır.

İlâhî yasalar sisteminin dayandığı vahiy, melek, şeytan, nübüvvet,

risalet ve imamet gibi şeyler de birtakım ruhsal olgulardır.

Ruh ise, madde kökenlidir, maddenin bir tür yansımasıdır. Dinî

yasama ise, özel bir toplumsal dehadır ki, sağlıklı ve kalkınmış bir

toplum meydana getirmek için, birtakım yasamalar öngörür.

Bu görüşün taraftarları diyorlar ki: Hadis rivayetlerinde birtakım

karışıklar meydana geldiği için, Kur'ân'la uyum içinde olanları

hariç, bunlara dayanmak doğru değildir. Kur'ân'ı da yorumlarken

geçmiş mez-heplere ve görüşlere dayanmak büyük bir yanılgıdır.

Çünkü sözünü ettiğimiz görüş ve mezhepler akıl yürütmekle elde

edilen bulgulara dayanıyorlardı. Bugün ise, somut verilere ve deneye

dayanan çağdaş bilim, söz konusu yöntemin yanlışlığını ortaya

koymuştur. Dolayısıyla, Kur'ân-ı Kerim'i sadece bilimsel verilere

göre tefsir etmek bir zorunluluktur.

 

Kendi ifadeleri olan veya ifadelerinin zorunlu yorumu olan bu

cümlelerde görüldüğü gibi, somut verilere ve deneye dayanan bu

yön-temi izlemeleri, onları yukarıda işaret ettiğimiz tefsir anlayışına

sürüklemiştir. Biz, burada onların görüşlerini dayandırdıkları bilimsel

ve felsefî prensipler hakkında konuşacak değiliz.

 

Ama şunu demeden geçemeyeceğiz: Onların ilk kuşak tefsir

bilginlerinin yöntemleriyle ilgili olarak, "Bu, uyarlamadır; tefsir değil."

şeklindeki değerlendirmeleri bizzat kendi yöntemleri için de

geçerlidir. Kur'ân'ın Kur'ân'la tefsiridir, diye kendi yaklaşımlarını

tek gerçekçi tutum olarak ilân etseler de.

 

Eğer Kur'ân ayetlerinin anlamlarını elde etme hususunda herhangi

bir şeye dayanarak yoruma kalkışmıyorlarsa, ne diye bilimsel

görüşleri tartışılmaz görüp ötesine geçemiyorlar?! Onlar bu tutumlarıyla

ilk kuşak tefsir bilginlerinin bozduğunu onarmaktan

çok uzaktırlar.

 

Yukarıda değindiğimiz bu tefsir ekollerinin her biri bir gözlemci

titizliğiyle incelendiği zaman görülecektir ki, bu ekollerin ortak

noktaları eksik ve yetersiz oluşlarıdır. Bunların en büyük kusurları

da bilimsel ve felsefî araştırmaların verilerini dışarıdan Kur'ân ayetlerinin

anlamlarına yüklemeleridir. Bu sayede, tefsir uyarlamaya

dönüştü, uyarlama tefsir olarak nitelendirildi; Kur'ân'ın içerdiği

birçok hakikatler mecaz olarak algılandı, birçok apaçık ayetler yorumlara

tâbi tutuldu.

 

Bunun sonucu olarak (açıklamalarımızın başında da dolaylı

olarak işaret ettiğimiz gibi) kendisini "âlemler için yol gösterici...

aydınlatıcı nur... ve her şeyin açıklayıcısı" olarak nitelendiren

Kur'ân'a ulaşmak için başkasının yol göstericiliğine başvurma gereği

doğdu. Kur'ân'ın başkası tarafından aydınlatılması lüzumu

görüldü. Artık, kendisi her şeyin açıklayıcısı olan Kur'ân, başkası

tarafından açıklanır oldu. Nedir bu başkası?! Niteliği nedir?! Yol

göstericiliği nasıl olacak?! Bir görüş ayrılığı baş gösterdiğinde

hangi mercie başvurulacak, kime sığınılacak?! Nitekim görüş ayrılıkları

baş göstermiş ve bu ayrılıklar korkunç boyutlara ulaşmıştır.

Niçin böyle oldu? Hiç kuşkusuz cümle ve ayetlerin anlamlarına

yönelik bakışlarda bir görüş ayrılığı yaşanmamıştır. (Kelime veya

cümle olarak ifadelerin dil ve gelenek açısından anlaşılmamaları

söz konusu değildir.) Kur'ân'ın dili açık ve anlaşılır bir Arapça'dır.

Bir Arap veya Arap dilinin ifade biçimini bilen bir yabancı onu anlamakta

güçlük çekmez.

 

Sayıları birkaç bini bulan Kur'ân ayetleri içinde ifadesi kapalı

olan ve zihni şaşırtacak düzeyde anlamı girift olan tek bir ayet

yoktur. Nasıl olabilir ki?! Oysa Kur'ân son derece açık ve anlaşılır

bir ifade tarzına sahiptir. Bir ifadenin açık ve anlaşılır olmasının

şartı da kapalılıktan ve giriftlikten uzak olmasıdır. Öyle ki, Kur'ân-ı

Kerim'de hükmü yürürlükten kaldırılmış (neshedilmiş) ayetler gibi

kimi müteşabih (benzeşen) ayetler bile anlam olarak son derece

açıktırlar. Sadece bu anlamlarla kastedilen şeyler arasında bir

benzeşme söz konusudur. Bunda anlaşılmayacak bir durum yoktur.

Evet, bütün bu görüş ayrılıkları, kelime veya cümlelerin

anlamlarının bilinmemesinden değil, bu anlamların uyarlanacağı

nesnelerin belirlenmesinden kaynaklanmıştır.

Bunu şu şekilde izah etmek mümkündür: Bizim madde âlemine

olan alışkanlığımız sonucu, -söylendiği gibi- kelimelerin işi-

tilmesi sırasında ilk zihnimize gelen, bunların işaret ettikleri

maddî veya maddeyle ilintili anlamları olmaktadır. Çünkü dünyada

yaşadığımız sürece bedenlerimiz ve bedenlerimize bağlı gücümüz

madde içinde faaliyet gösterir. Dolayısıyla hayat, ilim, kudret,

işitme, görme, konuşma, irade, rıza, gazap ve yaratma gibi sözcükleri

işittiğimiz zaman, ilk zihnimize gelen, bunların anlamlarının

maddî varlıkları, maddî görüntüleri olur.

 

Aynı şekilde gök, yeryüzü, levh, kalem, arş, kürsü, melek ve iki

kanadı, şeytan ve kabilesi, süvarileri ve piyadeleri gibi sözler duyduğumuzda

derhâl bunların doğal örnekleri zihnimizde belirmeye

başlar.

"Allah evreni yarattı. Şöyle yaptı. Şunu bildi. Şunu istedi veya

şunu istiyor. Şunu irade etti veya şunu irade ediyor." şeklinde bazı

ifadeler duyduğumuz zaman, alışageldiğimiz üzere, fiili zaman

kavramıyla sınırlandırırız.

"Bizim katımızda daha fazlası vardır..." (Kaf, 35) "...kendi katımızdan

edinirdik." (Enbiyâ, 17) "...İyi kişiler için Allah katındaki

daha hayırlıdır." (Âl-i İmrân, 198) "...O'na döndürüleceksiniz." (Bakara,

28) gibi ifadeleri işittiğimizde, katında olma anlamını mekânla

sınırlandırınız.

"Bir yerleşim birimini helâk etmek istediğimiz zaman, o beldenin

şımarık varlıklarına emrederiz..." (İsrâ, 16) "...lütufta bulunmak

istiyoruz..." (Kasas, 5) "Allah size kolaylık diler..." (Bakara, 185)

gibi ifadeleri işittiğimiz zaman bütün bunların bir tür iradeyi ifade

ettiklerini düşünürüz. Çünkü bizdeki iradede durum böyledir. Buna

benzer meseleleri de bu şekilde değerlendirmek mümkündür.

Nerede olursa olsun, kullanılan tüm ifadeler karşısındaki konumu-

muz bundan ibarettir ve bu, bizim doğamızdan kaynaklanan

hakkımızdır da. Çünkü kelimeleri icat edip kullanmamızı gerektiren

şey, anlatmaya ve anlaşmaya yönelik toplumsal ihtiyaçtır.

İnsanoğlu, madde ve uzantılarıyla direkt bağlantısı bulunan işlerde

yeterliliğe ulaşmak için toplumsallığa ilgi duyar. Dolayısıyla kelimeleri,

kendilerinden bazı yararlar umduğu veya bazı hedefler

güttüğü şeyleri gösteren işaretler olarak icat eder.

 

Şunu unutmamak gerekir ki, dönüşüm ve tekâmül yolunda ihtiyaçların

değişmesi oranında ad konulmuş maddî varlıklar deği-

şime ve dönüşüme mahkûmdurlar. Söz gelimi "Lamba" insanların

kullandıkları bir aydınlatma aracıdır. Bunun ilk şekli şöyleydi: Bir

kap içine bir fitil konur, içine bir miktar yağ da döküldükten sonra

bu fitil karanlığı aydınlatma amacıyla tutuşturulurdu. Bu araç, sürekli

gelişti ve nihayet bugünkü elektrik lambası şeklini aldı. Lamba

adı verilen o ilk araçtan bir tek parça geride kalmadı, fakat

"Lamba" kavramı hâlâ bu işlevi gören araç için kullanılıyor.

İlk kullanılan ölçüt ile bugün söz gelimi sıcağı ölçmek için

kullanılan ölçüt açısından da durum aynıdır.

İlk kez silâh olarak kullanılan alet ile bugünkü modern silâhlar

da bu konuya somut bir örnek oluşturmaktadır.

 

Şu hâlde, adlandırılan maddî varlıklar sürekli bir değişim yaşayarak

geçmişteki özlerini ve niteliklerini yitirdiler; bununla beraber

o işlevi gören alete işaret eden isim yerinde kaldı. Bunun bir

tek izah tarzı vardır. O da, isimlendirmede asıl maksat, bir şeyin işlevidir,

amacıdır, şekli ve biçimi değildir. Buna göre, ölçme, aydınlatma

ve savunma amaçları varoldukça ölçüt, silâh ve lamba isimleri

de söz konusu işlevi gören aletlere ad olmaya devam edeceklerdir.

 

Bu yüzden şu hususa dikkat etmeliyiz ki, bir ismin bir şeye ıtlak

olunmasındaki ölçü, o şeyin o isimlendirmeden amaçlanan işlevi

görüyor olmasıdır. Dolayısıyla kelimeleri belli biçimleri ifade

etmek üzere donduramayız. Fakat ne var ki, buna bir diyeceğimiz

olmamakla birlikte gelenekler ve alışkanlıklar bu noktayı algılamamıza

engel oluşturuyor. İşte Haşviye ve Mücessime gibi hadisçi

ekollerin, tefsirde ayetlerin zahirleri üzerinde donuklaşmalarının

altındaki gerekçe budur. Gerçekte onlar, ayetlerin zahirleri üzerinde

değil, mısdakların teşhisi noktasında gelenek ve alışkanlığın

kalıplarında donuklaşıp kalmışlar.

 

Hâlbuki, ayetlerin içinde öyle ayetler var ki, anlamlarını kavrama

noktasında alışkanlık ve gelenekleri esas almak, amaç

sapmasına ve kavram kargaşasına yol açar. "...Ona benzer hiçbir

şey yoktur." (Şûrâ, 11) "Gözler onu görmez, ama o gözleri görür. O

latiftir, her şeyden haberdardır..." (En'âm, 103) "...Allah onların nitelendirmelerinden

uzaktır." (Mü'minûn, 91) ifadeleri bu hususta birer

örnektirler.

 

Bu yüzden insanlar, ayetlerin anlamlarını kavrama hususunda

sırf geleneksel anlayışa ve alışılagelmiş örneklere göre hareket

etmemek zorundadırlar. Nitekim, yanlış yapmaktan ve bilinmeyen

sonuçlar elde etmekten kaçınmak için insanlar, bilimsel

araştırmaların verilerine sa-rılma durumunda kalmışlardır.

Bundan dolayı, bir araştırmanın Kur'ân gerçeklerinin anlaşılması

ve yüce hedeflerinin belirlenmesi üzerinde etkin rol oynaması

normaldir. Bunun iki şekilde gerçekleşme ihtimali vardır:

Birincisi; incelediğimiz ayetle ilgili olarak ortaya çıkan bir sorunun

çözümü amacına yönelik olarak bilimsel, felsefî veya başka

türlü bir araştırma yapıp gerçeği buluruz, sonra da ayeti bu araştırmamızın

verilerine göre yorumlarız. Bu, teorik araştırmanın onaylayacağı

bir yöntemdir. Fakat bilindiği üzere Kur'ân-ı Kerim bu

tarz bir araştırmayı onaylamaz.

 

İkincisi; Kur'ân'ı Kur'ân'la tefsir ederiz. Bizzat Kur'ân-ı Kerim'in

teşvik ettiği, ayetleri detaylı biçimde inceleme yöntemi ile ele almakta

olduğumuz ayeti, benzeri ayetler yardımıyla açıklamaya çalışırız;

ayetlerin bildirdiği özellikler ışığında örneklerini teşhis eder,

tanırız. Nitekim yüce Allah, "Biz sana Kitab'ı her şeyin açıklayıcısı

olarak indirdik." [Nahl, 89] buyuruyor. Her şeyin açıklayıcısı olan

Kur'ân-ı Kerim'in kendi kendini açıklamaması mantıklı değildir.

Bir diğer ayette de yüce Allah şöyle buyuruyor: "İnsanlara yol gösterici,

doğrunun ve hakkı batıldan ayırmanın apaçık delillerini

kapsayan..." [Bakara, 185] Bir başka ayette de şöyle buyuruyor: "ve

size apaçık bir nur indirdik." [Nisâ, 174]

 

Kur'ân-ı Kerim insanlar için bir yol gösterici, bir açıklayıcı, eğri

ile doğruyu birbirinden ayırt edici, insanları ilgilendiren her konuda

apaçık bir aydınlatıcı nur olacak, ama en çok ihtiyaç duydukları bir

hususta onlara yeterli gelmeyecektir! Böyle bir şey mümkün değildir.

Bir ayet-i kerimede yüce Allah, "Bizim uğrumuzda cihat edenleri

biz, elbette yollarımıza iletiriz..." (Ankebût, 69) buyuruyor. Allah'ın

kitabını anlamak için çaba sarf etmekten daha büyük bir

cihat var mıdır? Ve hangi yol Allah'a ulaşma hususunda

Kur'ân'dan daha doğrudur?

 

Bu tür ayetler Kur'ân-ı Kerim'de çokça yer alır. Âl-i İmrân suresinin

baş taraflarında "Muhkem ve Müteşabih" kavramlarına ilişkin

araştırmamızda bu konuyu geniş biçimde ele alacağız.

 

Yüce Allah, kendisine Kur'ân'ı öğrettiği ve kitabını insanlara

öğretmek üzere görevlendirdiği Peygamber efendimiz (s.a.a) hakkında

şöyle buyuruyor: "Onu Ruh'ul-Emin senin kalbine indirdi."

[Şuarâ, 194] "Sana bu zikri (Kur'ân'ı) indirdik ki, kendilerine indirileni

insan-lara açıklayasın..." [Nahl, 44] "...Onlara Allah'ın ayetlerini

okuyor, onları arındırıyor, onlara kitabı ve hikmeti öğretiyor..." [Âli

İmrân, 164] Peygamber efendimizin (s.a.a) yakın akrabaları ve Ehlibeyti'ne

gelince; hem Ehlisünnet'in, hem de Şia'nın üzerinde ittifak

ettikleri bir hadiste, Peygamber efendimiz (s.a.a) onların seçkin

konumlarına şu şekilde işaret etmektedir: "Size iki şey bırakıyorum,

benden sonra onlara sarıldığınız sürece hiçbir zaman

sapmazsınız: Biri Allah'ın kitabı, diğeri de soyum, Ehlibeyt'imdir.

Bu ikisi havuz başında bana dönene kadar birbirlerinden ayrılmayacaklardır."

Yüce Allah, Ehlibeyt'in Kur'ân bilgisini ise şu ifadelerle doğruluyor:

"Allah ancak siz Ehlibeyt'ten bütün pislikleri gidermek ve

sizi tertemiz yapmak istiyor." [Ahzab, 33] Bir diğer ayette de şöyle

buyuruyor: "O, elbette şerefli bir Kur'ân'dır. Korunmuş bir kitaptadır.

Ona temizlenenlerden başkası dokunamaz." [Vâkıa, 17-79]

Tefsirle ilgili olarak bize ulaşan bilgilere göre Ehlibeyt'in tefsir ve

öğretim yöntemi bu şekildeydi. Bu kitapta, hadisler alanındaki araştırmalarımız

kapsamında, imkânlarımız ölçüsünde Peygamber

efendimizden (s.a.a) ve Ehlibeyt İmamlarından nakledilen hadislere

yer vereceğiz. Bir araştırmacı, hadislerde ayetlerin tefsirinde açık

olmayan, tartışmalı bir aklî görüşe veya bilimsel bir varsayıma

dayanılan bir tek örnek göremez.

 

Peygamber efendimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Fitneler gecenin

zifiri karanlığı gibi üzerinize çöreklendiği zaman, Kur'ân'a

sarılınız. Çünkü Kur'ân şefaat eder ve şefaati kabul olur. Aleyhte

tanıklıkta bulunur ve tanıklığı onaylanır. Onu kendisine imam edinen

kişiyi cennete götürür. Onu arkasına atan kişiyi de cehenneme

sürükler. O, en iyi yola ileten bir yol göstericidir, o meseleleri

nihaî olarak çözümleyen bir hüküm kitabıdır, bir açıklamadır, kesin

bilgilerin kaynağıdır. O, hak içeriklidir, şaka değildir."

"Onun zahiri ve batını vardır. Zahiri hikmet, batını ise ilimdir.

Zahiri güzel, batını ise derindir. Onun yıldızları vardır, yıldızlarının

üzerinde de yıldızları vardır. Acayipleri saymakla bitmez, ilginç şeyleri

eskimez. Onda hidayet lambaları ve hikmet meşaleleri vardır.

İnsaf ve adaleti tanıyanlara iyiliği gösterir."

"Şu hâlde kişi gözünü dört açsın, bakışını netleştirsin; bozukluktan,

takıntılardan kurtulsun. Çünkü tefekkür, algılama yeteneğini

yitirmemiş kalbin hayatıdır. Bu sayede, tıpkı elinde meşalesi

olan bir kişinin karanlıkların ortasında yol alması gibi, kurtuluş kolayca

sağlanır, korkulu gözetlemeler en aza iner."

 

Hz. Ali (a.s) da Nehc'ül-Belâğa'da Kur'ân'ı şu şekilde tanımlar:

"Kur'ân'ın bir kısmı bir kısmını destekler, bir kısmı bir kısmına tanıklık

eder."1

İşte Kur'ân muallimlerinin ve yol göstericilerinin (Allah'ın salât

ve selâmı üzerlerine olsun) izledikleri dosdoğru yol ve apaçık metot

budur.

 

İleride açıklamalarda bulunurken, ayetlerin incelenmesi ile ilgili

bu metodun özelliklerini, Allah'ın yardımıyla, imkânlarımız ölçüsünde

ortaya koyacağız. Hiç kuşkusuz biz, bu kitabımızda ayetlerin

içerdikleri anlamların belirlenmesinde sırf aklî-felsefî kanıta

veya bilimsel varsayıma ya da tasavvufî-irfanî sezgilere dayanmaktan

kaçındık.

 

Arapça ifade tarzının ya da herkesçe kabul edilen ilmî veya

amelî bir mukaddimenin yardımcı olacak edebî nüktelerin dışında

ayetlerin edebî yönlerine geniş ölçüde yer vermekten kaçındık.

Araştırma yöntemimize ilişkin bu açıklamaların ardından şu

hususları da vurgulama gereğini duyuyoruz:

 

Biz bu kitabımızda ana hatlarıyla aşağıdaki konulara detaylı

biçimde değineceğiz:

 

1- Yüce Allah'ın isimlerine ve hayat, ilim, kudret, işitme, görme

ve birlik gibi sıfatlarına ilişkin bilgiler. Yüce Allah'ın zatına gelince,

ileride görüleceği gibi Kur'ân-ı Kerim Allah'ın zatının hiçbir

açıklamaya ihtiyacı olmadığını ortaya koyuyor.

----------

1- [Nehc'ül-Belağa, hutbe:133]

 

2- Yüce Allah'ın yaratma, emir, irade, dileme, doğru yola iletme,

saptırma, kaza, kader, cebir, tefviz (tasarruf serbestliği), hoşnutluk

ve öfkelenme gibi değişik fiillerine ilişkin bilgiler.

 

3- Perdeler, levh, kalem, arş, kürsü, Beyt-i Ma'mur, gök, yer,

melekler, şeytanlar ve cinler gibi Allah'la insanlar arasındaki vasıtalara

ilişkin bilgiler.

 

4- İnsanın dünya hayatından önceki durumuna ilişkin bilgiler.

 

5- İnsanın dünya hayatı ile ilgili bilgiler. İnsan türünün tarihi ile

bilgiler, kendi nefsiyle ilgili bilgiler, toplumsal prensiplere ilişkin

bilgiler, nübüvvet, risalet, vahiy, ilham, kitap, din ve şeriata ilişkin

bilgiler, anlatılan kıssalardan çıkan sonuçlara göre peygamberlerin

makamlarıyla ilgili bilgiler gibi.

 

6- İnsanın dünya hayatından sonraki serüveni ile ilgili bilgiler.

Berzah (ölüm-haşir arası ara dönem) ve kıyamet gibi.

 

7- İnsanın ahlâk yapısına ilişkin bilgiler. Buna bağlı olarak kulluk

yolunda evliyanın kat ettiği İslâm, iman, ihsan, tevazu ve ihlâs

gibi makamlara ilişkin bilgiler.

Ancak fıkıh biliminin kapsamına girdiği için ahkâm ayetleriyle

ilgili olarak ayrıntılı açıklamalarda bulunmaktan kaçındık.

Bizim başvurduğumuz bu araştırma ve inceleme yöntemi sonucu,

ayetin zahirinden anlaşılan anlama ters düşen bir anlam çıkarma

anlamında olan te'vil anlayışı ortadan kalkmıştır. Kur'ân-ı

Kerim'in, bazı ayetlerinde ispat ettiği te'vile gelince, bunun anlamla

bağlantılı olmadığını açıklamalarımız içinde göreceksin.

Açıklamalardan sonra, hadisler kapsamındaki incelemelerimizle

ilgili bölümlere yer verdik. Bu bölümlerde, imkânlarımız ölçüsünde

Şiî ve Sünnî kanallardan Peygamber efendimizden (s.a.a)

ve Ehlibeyt İmamlarından (a.s) nakledilen açıklamaları sunduk.

Sahabe ve tabiîn kuşağına mensup müfessirlerden gelen rivayetler

ise, çeşitli karıştırmalara maruz kaldıkları ve kendi aralarında

çelişki arzettikleri için, bunlar bir Müslüman için kanıt oluşturamazlar.

Ehlibeyt İmamlarından gelen hadisleri dikkatle inceleyen bir

araştırmacı, bu kitapta izlenen bu yeni metodun tefsir alanında

Kur'ân muallimleri (a.s) tarafından uygulanan en eski yöntem olduğunu

görecektir.

 

Bunun ardından, imkânlarımız ölçüsünde ele aldığımız meseleyi

farklı alanlarla ilgili felsefî, bilimsel, tarihsel, toplumsal ve ahlâkî

açıdan da inceledik. Her incelememizde, araştırmanın amacını

aşmayacak şekilde sözlerimizi konuyla ilgili genel önermelerle,

değerlendirmelerle sınırlı tuttuk.

 

Allah'tan doğruluk ve hidayet diliyoruz. Çünkü en hayırlı yardımcı

ve en iyi yol gösterici O'dur.

Allah'ın rahmetine muhtaç:

Muhammed Hüseyin TABATABAÎ