El-Mizân Tefsiri

Allame Muhammed Hüseyin TABATABAİ(r.a)
                             Cilt:7

                     EN'ÂM SURESİ

                             ( Tamamı:1-165)

                                         İÇİNDEKİLER



En'âm Sûresi / 4-11 .................. 23

AYETLERİN MEALİ

4- Onlara Rablerinin ayetlerinden hiçbir ayet gelmezdi ki, ondan yüz
çevirmesinler.
5- Kendilerine geldiğinde hakkı da yalanladılar. Fakat alay ettikleri
şeyin haberleri, yakında kendilerine gelecektir.
6- Görmediler mi, onlardan önce nice nesilleri yok ettik. Hem onlara,
yeryüzünde size vermediğimiz imkânları vermiştik, göğü de üzerlerine
bol bol boşaltmıştık ve ırmakları ayaklarının altından akar kılmıştık.
Fakat günahlarından ötürü onları helâk ettik ve onların ardından
başka bir nesil yarattık.
7- Eğer sana kâğıt üzerine yazılı bir kitap indirmiş olsaydık da ona elleriyle
dokunsalardı, yine inkâr edenler, "Bu, apaçık bir büyüden başka
bir şey değildir." derlerdi.
8- "Ona bir melek indirilmeli değil miydi?" dediler. Eğer bir melek indirseydik,
artık iş bitirilmiş olur, sonra kendilerine mühlet verilmezdi.
9- Eğer onu bir melek yapsaydık, yine onu bir erkek yapardık ve onları
yine düştükleri kuşkuya düşürürdük.
10- Senden önce de peygamberlerle alay edildi. Fakat içlerinden alay
edenleri, alay ettikleri gerçek kuşatıverdi.
11- De ki: "Yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların sonu nasıl olmuş,
bir görün."

AYETLERİN AÇIKLAMASI

Ayetlerde, kâfirlerin Peygamber ile birlikte gönderilen hakkı yalanlamaları,
hakkı yalanlamacı tutumlarında ısrarlı olmaları ve yüce Allah'ın
ayetlerini alay konusu yapmaları hususuna işaret ediliyor. Sonra
kendilerine öğüt veriliyor; korkutuluyorlar ve uyarılıyorlar. Bu arada
apaçık gerçeği inkâr ederken kendilerince kanıt olarak ileri sürdükleri
anlamsız, mesnetsiz gerekçelerine susturucu cevaplar veriliyor.

4) Onlara Rablerinin ayetlerinden hiçbir ayet gelmezdi ki, ondan yüz
çevirmesinler.


24 ...................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7
Bu ayet gösteriyor ki, büyüklük kompleksi iyice ruhlarına sinmiş, nefislerinde
kök salmıştır. Bunun sonucunda, Allah'ın hakka delâlet eden
ayetlerinden yüz çevirirler, Allah'ın ayetlerinden hiçbirine dönüp
bakmazlar, ayetler arasında bir ayırım da yapmazlar. Çünkü onlar,
ayetlerin ortak hedefi olan hakkı peşinen inkâr etmişlerdir. "Kendilerine
geldiğinde hakkı da yalanladılar." ayeti, onların bu karakteristik
yönelimlerine işaret etmektedir.

5) ...Fakat alay ettikleri şeyin haberleri, yakında kendilerine gelecektir.

Korkutma ve uyarma amacına yönelik bir ifadedir bu. Onların alay
konusu yaptıkları şey, haktır. Hak ise, bir gün mutlaka üstün gelir, açığa
çıkar. Haber konumundan reel bir olgu konumuna geçer. Ulu Allah
bu hususa şöyle işaret etmiştir: "Allah batılı yok eder, hakkı sözleriyle
yerleşik kılar." (Şûra, 24) Bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur:
"Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kâfirler hoşlanmasa
da Allah, nurunu tamamlayacaktır. O, elçisini hidayet ve
hak din ile gönderdi ki müşrikler hoşlanmasa da, onu bütün dinlere
üstün getirsin." (Saff, 8-9) Verdiği bir örnekte de şöyle buyurmaktadır:

"Allah, hak ve batılı böyle benzetme ile anlatır. Köpük yok olup gider.
İnsanlara yararlı olan ise yeryüzünde kalır." (Ra'd, 17)

Bilindiği gibi, hak üstünlük sağlayıp belirginleştiği zaman, mümin,
kâfir, hakka itaat edenle, onu alay konusu yapan kimse aynı konumda
olmazlar. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Gönderilen
elçi kullarımıza şu sözümüz geçmiştir: Mutlaka zafere ulaştırılanlar,
kendileri olacaktır. Ve galip gelenler, mutlaka bizim ordumuz olacaktır.
Bir süreye kadar onlardan dön. Onları gözetle; yakında göreceklerdir.
Bizim azabımızı mı acele istiyorlar? Fakat azap yurtlarına
indiği zaman uyarılmış olanların sabahı ne kötü olur."
(Sâffât, 171-
177)

6) Görmediler mi, onlardan önce nice nesilleri yok ettik. Hem onlara,
yeryüzünde size vermediğimiz imkânları vermiştik, göğü de üzerlerine bol
bol boşaltmıştık... Fakat günahlarından ötürü onları helâk ettik...


Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde [ayetin orijinlinde geçen
"karn=nesil" ifadesi ile ilgili olarak] der ki: "Karn, aynı zamanda yaşayan
kavim demektir. Çoğulu 'kurûn'dur."

En'âm Sûresi / 4-11 .................. 25

Yine der ki: "Yüce Allah, 'Göğü de üzerlerine bol bol boşaltmıştık.',
'Göğü üzerinize bol bol boşaltır.' buyuruyor. [Orijinalde geçen] 'Midrâr'
kelimesinin aslı 'derr' ve 'dirre'dir ve süt anlamına gelir. Bu kelime,
devenin isimleri ve sıfatlarının istiare yollu başka anlamlarda kullanılmasından
hareketle yağmur anlamında kullanılmıştır. Araplar,
'Lillahi derruhu=Ne cömert adam!' ve 'Derre derruke=Hayırlı olsun, ne
güzel yaptın!' derler. Yine aynı sanatın bir yansıması olarak, 'Lissuki
derretun=Çarşı ilgi gördü, bol alışveriş yapıldı.' derler." (el-Müfredattan
alınan alıntı burada sona erdi.)

"Hem onlara, yeryüzünde size vermediğimiz imkânları vermiştik." Burada,
önceki üçüncü çoğul şahıs sıygasını esas alan ifade tarzından
ikinci çoğul şahıs sıygasına yönelik bir dönüş yapılıyor. İfade tarzı bazındaki
bu değişikliğin zahirî gerekçesi, zamirin döneceği yerle ilgili
kapalılığı gidermektir. Eğer "size vermediğimiz imkânları..." ifadesinde
ikinci çoğul şahsa geçiş yapılmış olmasaydı, ayetin akışından zamirin,

"Hem onlara... imkânları vermiştik." ifadesindeki zamirin dönük
olduğu yere dönük olduğu vehmi uyanırdı. Yoksa, surenin girişini
baz alırsak, ifade tarzının aslını, üçüncü şahıs sıygası oluşturmaktadır.
Daha önce de, "O, sizi çamurdan yarattı..." ifadesi itibariyle gerçekleştirilen
hitap değişikliğinin nedenleriyle ilgili olarak açıklamada
bulunmuştuk.

"Fakat günahlarından ötürü onları helâk ettik..." ifadesi gösteriyor ki,
insanların uğradıkları genel nitelikli musibet ve sıkıntılar üzerinde
onların işledikleri kötülüklerin ve günahların etkisi vardır. Aynı şekilde,
işlenen iyiliklerin ve ibadetlerin de, bol nimetlere kavuşma ve
bereketlerin yağması üzerinde etkili olduğunu ifade eden birçok ayet
vardır.

7) Eğer sana kâğıt üzerine yazılı bir kitap indirmiş olsaydık da ona elleriyle
dokunsalardı, yine... derlerdi.


Bu ifade, ruhlarında taşıdıkları büyüklük kompleksinin iflâh olmaz bir
düzeye ulaştığını göstermektedir. Öyle ki üzerlerine gökten kâğıda
yazılı bir kitap indirilse, bu kitaba elleriyle dokunsalar, görme ve işitme
duyularıyla onun bir kitap olduğunu algılasalar, bu algılama hususunda
duyu organları birbirlerini onaylasa, yine de faydası olmaz. O

26 ...................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

zaman diyeceklerdir ki: "Bu apaçık bir büyüdür." Dolayısıyla onların,
"Sen bizim üzerimize, okuyacağımız bir kitap indirmedikçe senin çıkmana
da inanmayız." (İsrâ, 93) şeklindeki boşboğazca sarf ettikleri
sözlerini de ciddiye almamak gerekir.

"Kâğıt üzerine yazılı bir kitap" ifadesinde "kitap" sözcüğünün belirsiz
bırakılması, bu kitabın ancak bölüm bölüm ve aşamalı olarak indirilebilecek
bir kitap olabileceğini anlatmak içindir. Kitabın kâğıt üzerinde
yazılı olmakla kayıtlandırılması ise, yaptıkları öneriye yakın ve
içlerindeki kuşkuları giderici özellikte olması içindir. Çünkü onların
zihninde Peygamber efendimize (s.a.a) inen ayetlerin, aslında onun
kendi düşüncesinin ürünü olduğu yönünde fikirler dolaşıyordu. Onlara
göre, bu ayetleri Emin Ruh (Cebrail) Peygamber'e indirmiyordu. Oysa
yüce Allah, ayetlerin Emin Ruh tarafından indirildiğini belirtmiştir:
"Onu Emin Ruh indirdi; senin kalbine; uyarıcılardan olman için; apaçık
Arapça bir dille." (Şuarâ, 195)

8) "Ona bir melek indirilmeli değil miydi?" dediler. Eğer bir melek indirseydik,
artık iş bitirilmiş olur, sonra kendilerine mühlet verilmezdi.


"Ona bir melek indirilmeli değil miydi?" demeleri, akıllarınca Peygamber
efendimizi (s.a.a) zor duruma düşürmek, âciz kılmak içindir.

Oysa Peygamberimiz (s.a.a) kendilerine okuduğu ayetlerin değerli bir
melek tarafından Allah katından kendisine indirildiğini haber vermişti.
Buna şu ayetleri örnek gösterebiliriz: "O, değerli bir elçinin sözüdür.
O elçi güçlüdür, arşın sahibi katında yücedir. Orada itaat edilen, güvenilendir."
(Tekvîr, 19-21) Bunun gibi daha birçok ayeti örnek göstermek
mümkündür.

Şu hâlde, onların bir meleğin indirilmesini istemeleri, yüce Allah'ın
onlardan aktardığı sözlerden algıladığımız kadarıyla şu iki hedeften
birine yöneliktir:

Birincisi: Kendilerine bir melek indirilsin ve bu melek Peygamberimizin
(s.a.a) kendilerini korkuttuğu azabı bir an önce getirsin. Nitekim
aşağıdaki ayetlerde Peygamber efendimizin onları semavî bir azapla
tehdit ettiği anlatılmaktadır: "Eğer yüz çevirirlerse, de ki: Ben sizi Ad
ve Semud'un başına düşen yıldırım gibi bir yıldırıma karşı uyardım."

En'âm Sûresi / 4-11 .................. 27

(Fussilet, 13) "De ki: O, büyük bir haberdir... Ben ancak apaçık bir uyarıcı
olduğum için bana vahyediliyor." (Sâd, 67-70)

Meleğin indirilmesi; gaybın, görünmezin, görünene, gözlemlenene
dönüşmesi anlamına geleceğinden ve bundan sonra da yapılacak bir
şey kalmayacağından, inanmayacak olurlarsa -ki içlerinde değişmez
bir karaktere dönüşen büyüklük kompleksi yüzünden kesinlikle inanmayacaklardır-
aralarında adalet ilkesi uyarınca hükmedilecektir.

Bu demektir ki, helâk edilmeleri kaçınılmaz olacaktır. Nitekim yüce
Allah buna şu ifadelerle işaret etmiştir: "Eğer bir melek indirseydik,
artık iş bitirilmiş olur, sonra kendilerine mühlet verilmezdi."
Kaldı ki, madde ile yatıp kalkan, doğa yurdunda yaşayan insanlar,
kendilerine melekler inse ve melekler aralarına karışsa, yine de onları
çıplak gözlerle görmeye güç yetiremeyeceklerdir. Çünkü insanların
yaşadıkları ortam meleklerin yaşadıkları ortamdan farklıdır. Eğer insanlar
meleklerin bulundukları ortama geçecek olurlarsa bu, içinde
bulundukları maddî ortamın ötesine taşınmalarıyla mümkün olabilir
ki, bunun adı ölümdür. Nitekim yüce Allah bu hususa şöyle işaret
etmiştir: "Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, 'Bize melekler indirilmeli
değil miydi? Yahut Rabbimizi görmeli değil miydik?' dediler.
Andolsun ki, onlar kendi içlerinde büyüklük tasladılar ve büyük bir
azgınlıkla haddi aştılar. Melekleri gördükleri gün, işte o gün suçlulara
müjde yoktur ve onlara, 'Size sevinmek yasaktır yasak!' derler."

(Furkan, 21-22) Burada işaret edilen ortam, ölüm veya ölüm sonrası
yaşamdır. Bunu şu ifadeden anlıyoruz: "O gün cennet halkının kalacakları
yer daha iyi, dinleyip safa sürecekleri yer daha güzeldir."

(Furkan, 24)

Yüce Allah, bu ayetin hemen arkasında, ifadenin zahirinden, ahiret
gününün kastedildiği anlaşılan bir ayette de şöyle buyuruyor: "Göğün
bulutları parçaladığı ve meleklerin bölük bölük indirildiği gün, işte o
gün, gerçek mülk, Rahman'ındır ve o gün, kâfirler için çetin bir gündür."
(Furkan, 25-26) Belki de şu ayette de bunu kastediyorlardı: "Yahut
Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin."
(İsrâ, 92)
Kısacası, "Eğer bir melek indirseydik, artık iş bitirilmiş olurdu..." ifadesi,
onların kendilerine azap edecek meleğin indirilmesi yönündeki
28 ...................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7
önerilerine bir cevap niteliğindedir. Yüce Allah'ın İslâm ümmetine yönelik
azap erteleme vaadini de bu ifadelerle bağlantılı olarak değerlendirmek
gerekir. Yûnus Suresi'nde yer alan bazı ayetlerde bu hususa
şöyle işaret edilmiştir: "Her ümmetin bir elçisi vardır; elçileri gelince
aralarında adaletle hükmolunur, onlara hiç haksızlık edilmez.

Diyorlar ki: 'Doğru söylüyorsanız, bu bizi tehdit ettiğiniz azap ne zaman?'
diyorlar. De ki: 'Ben kendime dahi, Allah'ın dilediğinden başka,
ne bir zarar, ne de bir yarar verme gücüne sahip değilim. Her ümmetin
bir süresi vardır...' 'Sahiden o gerçek midir?' diye senden soruyorlar?
De ki: Evet, Rabbim hakkı için, o gerçektir. Siz onu önleyemezsiniz."
(Yûnus, 47-53) Aynı anlamı içeren başka birçok ayet vardır.
İnşaallah başka bir sureyi tefsir ederken bu hususta yeterli açıklamalarda
bulunacağız.

Yüce Allah bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur: "Oysa sen içlerinde
bulunduğu sürece Allah, onlara azap edecek değildir ve onlar istiğfar
ediyorlarken de Allah, onlara azap edecek değildir."
(Enfâl, 33)
Buna göre, ayetten şu anlam çıkıyor: Onlar, üzerlerine melek indirilmesini
istiyorlar, ama biz onların bu isteklerine cevap vermeyeceğiz.
Çünkü eğer melek indirilecek olursa, işleri bitmiş olur ve artık bekletilmezler.
Oysa yüce Allah, onların bir süre bekletilmelerine hükmetmiştir.
Daldıkları hayatlarına bir süre daha dalsınlar, ta ki kendileri için
öngörülen gün gelip çatıncaya kadar. O gün istedikleri eksiksiz
yerine getirilecek ve Allah aralarında adalet ilkesine göre hükmedecektir.

Ayetin anlamının başka bir şekilde algılanması da mümkündür. Buna
göre onlar, üzerlerine bir meleğin indirilmesini, kendilerine azap
indirmesi için değil, Peygamberin sunduğu mesajın doğruluğuna işaret
olması için istemiş olabilirler. Bu ihtimale göre onlara verilen cevapla
söylenmek istenen de şudur: Üzerlerine melek de indirilse, yine
de içlerinde kökleşen alçak tıynetten ve büyüklük kompleksinden
dolayı inanmayacaklardır. O zaman da aralarında adalet ilkesi doğrultusunda
hüküm verilerek işleri bitirilecek ve kendilerine mühlet
verilmeyecektir. Onlarsa böyle bir şeyi istemezler.

En'âm Sûresi / 4-11 .................. 29

İkincisi: Kendilerine bir melek indirilsin ve bu melek risalet yükünü
omuzlasın, Peygamber yerine o insanları Allah'a kulluk sunmaya davet
etsin veya bu melek Peygamberin yanında, tıpkı onun gibi bir elçi
olarak görev yapsın, Peygamberin davetinin ve peygamberliğinin tanığı
olsun, onu doğrulasın. Nitekim yüce Allah, bir ayette onların şu
sözlerini aktarmaktadır: "Dediler ki: Bu ne biçim elçi ki yemek yiyor,
çarşılarda geziyor?! Ona, kendisiyle beraber uyarıcı olacak bir melek
indirilseydi ya!" (Furkan, 7) Onlar bu sözleriyle, Allah tarafından elçi olarak
gönderilen bir kimsenin normal insanlar gibi davranamayacağını,
yemek yiyip çarşılarda dolaşarak rızk kazanmaya çalışamayacağını
demek istiyorlar. Onlara göre, Allah tarafından görevlendirilen
bir elçi, özel semavî bir yaşam sürdürmelidir, melekutî bir hayata sahip
olmalıdır. Maddî hayatın çabasıyla, meşakkatiyle ilgisi bulunmamalıdır.
Dolayısıyla davet ettiği mesajın gök menşeli oluşu, onun hayat
tarzıyla da belirginlik kazanmalıdır. Ya da onun yanında gökten
inen bir melek bulunmalı ve bu melek onunla birlikte uyarıcılık görevini
yapmalıdır. O zaman kimse, bu elçinin davetinin gerçekliği ve
peygamberliğinin hakkaniyeti hususunda kuşkuya düşmez.
İşte hemen sonrasında yer alan, "Eğer onu bir melek yapsaydık..."
ayetiyle onların bu önerilerine cevap veriliyor.

9) Eğer onu bir melek yapsaydık, yine onu bir erkek yapardık ve onları
yine düştükleri kuşkuya düşürürdük.


İfadenin orijinalinde geçen "lebs" sözcüğü, çirkinliğinden veya gerektirici
başka bir nedenden dolayı bir örtüyle bir şeyi örtmek demektir.
Bu sözcük "lubs" şeklinde telaffuz edildiğinde ise, hakkın üzerini
örtme anlamını ifade eder. Bana öyle geliyor ki, bu kullanımda istiare
esas alınmıştır ve aslında her iki telaffuzun anlamı birdir.

Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde der ki: "Lebis'es-sevbe= Giysiyi
giydi, demek, 'Onunla örtündü' demektir. 'Elbesehu gayrehu= Giysiyi
başkasına giydirdi.' ... 'el-Lubs' kelimesinin asıl anlamı, bir şeyi
örtmektir. Bu anlamda daha çok soyut kavramlar ile ilgili olarak kullanılır.
Meselâ, 'Lebiset aleyhi emruhu=İşi karışık oldu' derler. Yüce
Allah da şöyle buyuruyor: 'Onları yine düştükleri kuşkuya düşürürdük.'
[En'âm, 9] 'Hakkı batıl ile karıştırmayın.' [Bakara, 42] 'Neden hakkı

30 ...................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

batılla karıştırıyorsunuz?' [Âl-i İmrân, 71] 'İnananlar ve imanlarını bir
haksızlıkla bulamayanlar...' [En'âm, 82] Araplar, 'Fi'l-emri lebsetün=Bu
işte bir karışıklık var' derler." (el-Müfredat'tan alınan alıntı burada
sona erdi.)

Ayette geçen "yelbisûne" fiilinin mefulü zikredilmemiştir. Bundan
mefulün kapsayıcı bir anlam içerdiğini çıkarmak mümkündür. Buna
göre, ifadenin açılımı şöyle olur: Kâfirler, işi kendileri açısından içinden
çıkılmaz ve kuşkulu hâle getiriyorlar. Bu, onların hem kendi kendileri
için, hem de bazılarının diğer bazıları için meseleyi karışık hâle
getirmelerini kapsıyor.

Onların kendileri dışındaki insanlar için işi karışık ve içinden çıkılmaz
hâle getirmelerine gelince; kötü niyetli âlimlerin kendilerini izleyen
cahil insanların kafasını karıştırmak için hakkı batılla karıştırmalarını
veya tağutların kendilerine tâbi olan yurttaşlarını aldatabilmek için
hak ile batılı birbirine karıştırmalarını buna örnek gösterebiliriz. Meselâ,
yüce Allah'ın Firavun'dan aktardığı şu sözleri bunun bir örneğidir:
"Ey kavmim, Mısır mülkü ve şu altımdan akıp giden ırmaklar benim
değil mi? Görmüyor musunuz? Yahut ben, şu aşağılık, neredeyse
söz anlatamayacak durumda olan adamdan daha iyi değil miyim?
Üzerine altın bilezikler atılmalı, yahut yanında melekler de gelmeli
değil miydi? (Firavun böylece) kavmini küçümsedi, onlar da ona boyun
eğdiler."
(Zuhruf, 51-54) Şu sözleri de bunun bir başka örneğidir:
"Ben size, yalnız gördüğümü gösteriyorum ve ben sizi ancak doğru yola
götürüyorum." (Mü'min, 29)

Onların kendi kendileri için işi anlaşılmaz, içinden çıkılmaz ve karmaşık
hâle getirmelerinin anlamına gelince; bunu da şöyle açıklayabiliriz:
Onlar, kendi zihinlerinde hakkı batıl, batılı da hak olarak düşünmüş
ve böylece batılı izlemeyi sürekli bir davranış hâline getirmişlerdir.
Çünkü insan, yüce Allah'ın insanların yaratılışlarına esas kıldığı
fıtrat yasası gereğince hak ile batılı birbirinden ayırabilmesine, bu fıtrat
yasası uyarınca hem sakınma duygusu, hem de günah işleme
içgüdüsü kendisine telkin edilmiş olmasına rağmen, kimi
durumlarda heva ve heves yönünü güçlendirebilir, şehvet ve gazap
ruhunu pekiştirebilir. Bunun sonucunda nefsinde hakka karşı
büyüklenme melekesi gelişir, gerçek karşısında büyüklük

En'âm Sûresi / 4-11 .................. 31

kesi gelişir, gerçek karşısında büyüklük kompleksine kapılma refleksini
edinir. Hak karşısında nefsi tepkisel bir tutum içine girer, kabuğuna
çekilir, kendi yaptıklarıyla gurur duyacak hâle gelir. Artık hakka
dönüp bak-maz, hak esaslı çağrıyı dinlemez olur. Bu aşamada kendi
amelleri kendisine süslü görünür, bile bile hakkı batılla karıştırır. Nitekim
ulu Allah insanın içine düştüğü bu psikolojik tepkimeyi şu ifadelerle
dile getirir: "Keyfini tanrı edinen ve Allah'ın bilgiye rağmen
saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde
çektiği kimseyi gördün mü?" (Câsiye, 23) "De ki: Size işleri bakımından
en çok ziyana uğrayacak olanları söyleyeyim mi? Dünya hayatında
bütün çabaları boşa gitmiş olan ve kendileri de iyi iş yaptıklarını sanan
kimseleri?" (Kehf, 103-104)

Böylece insanın bildiği hâlde, bir konuda sapıklığa düşmesinin nasıl
gerçekleştiği netlik kazanıyor. Dolayısıyla bu gibi durumlarda, insanın
kendisi açısından hakkı batıl ile karıştırmasını kendisini kaçınılmaz
bir zarara maruz bırakması şeklinde algılayıp da bunun mümkün olmadığını
söyleyemeyiz.

Kaldı ki, bizler kendi davranışlarımız üzerinde düşündüğümüzde, hareketlerimizi
analitik bir gözle irdelediğimizde, birçok kötü alışkanlıklarımız
olduğunu görür, bunların kötü olduğunu rahatlıkla kabul ederiz.
Fakat, bu alışkanlıkları terk etme yönünde bir adım atmayız; çünkü
bu gelenekler bizim düşünsel ve pratik yaşamımızda kök salmışlardır.
Bu, bilerek sapmaktan, hakkı batılla karıştırmaktan, mevhum
lezzetlerle zevk almaktan, nefsanî zevklere dalarak hak üzerinde sebat
göstermek ve hakka göre hareket etmekten geri kalmaktan
başka bir şey değildir. Yüce Allah, rızasına uygun davranabilmemizde
bizim yardımcımız olsun.

Her halükârda, "Eğer onu bir melek yapsaydık, yine onu bir erkek yapardık."
ifadesi, onların uyarıcı olarak bir melek indirilmesi durumunda
kendilerinin ona inanacaklarına ilişkin önerilerine verilmiş bir
cevaptır.

Cevabın özü şudur: Dünya yurdu, serbest irade esasına dayalı seçimlerin
yapıldığı bir imtihan yurdudur. İnsanın bu dünyada gerçek mutluluğunu
elde etmesi, ancak serbest iradesiyle yapığı tercihleri izle-

32 ...................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

mesi ve mutluluk yolunda kendisine yarar sağlayacak veya zarara
uğratacak şeyleri kazanması ile mümkündür. İnsan bu iki yoldan
hangisini kendisi için seçerse, Allah da onu o yolda yürütür.

Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Biz ona yolu gösterdik; o ya
şükreden olur, ya da nankörlük eden." (İnsân, 3) Burada, insana yolun
gösterilmesinden söz ediliyor. Gösterilen yolu izlemek veya ondan
kaçınmak, insanın kendi tercihine kalmıştır. Belli bir yolu izlemesi için
insana herhangi bir baskı uygulanmaz. Bilâkis, kendisi bir yol tutar,
kendi eker, sonra da ektiğini biçer. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur. Ve çalışması da yakında
görülecektir. Sonra ona tastamam karşılığı verilecektir."
(Necm, 39-41)
Buna göre, insan sadece kendi çalışmasının ürününe sahiptir. Eğer
çalışması hayırsa, yüce Allah ona bu hayrı gösterecektir. Şayet çalışması
şerre yönelikse, yüce Allah onu hakkında geçerli kılacaktır.
Nitekim bir ayette şöyle buyurulmuştur: "Kim ahiret ekinini isterse,
onun ekinini arttırırız; kim dünya ekinini isterse, ona da dünyadan bir
şey veririz; fakat onun ahirette bir nasibi olmaz."
(Şûrâ, 20)
Dolayısıyla ilâhî davetin amacına ulaşması, ancak insanın serbest
seçimine bırakılması ve bu hususta insana hiçbir zorlama ve baskı
yapılmamasıyla mümkündür. Bu bakımdan ilâhî davetin taşıyıcısı resulün
bir insan olması kaçınılmazdır. Resul, insanlardan biri olarak
onların diliyle konuşmalı, onlar da itaat etmek suretiyle mutluluğu ya
da karşı çıkmak suretiyle mutsuzluğu kendi tercihleriyle seçmelidirler.
Bu nedenle de, yüce Allah, bunu yapacak güçte olduğu hâlde, insanları
bu daveti kabul etmek zorunda bırakacak semavî bir mucizeyle
onları buna zorlamaz. Nitekim bir ayette şöyle buyurmuştur:
"Her hâlde sen, inanmıyorlar diye neredeyse kendini helâk edeceksin!
Dilesek onların üzerine gökten bir mucize indiririz de boyunları
ona eğilir."
(Şuarâ, 3-4)

Dolayısıyla yüce Allah, insanlara bir meleği elçi olarak gönderseydi,
hikmeti gereği onu da kendileri gibi bir adam yapardı. Bu durumda
yine insanların bir kısmı serbest kazanımları sonucu kârlı çıkacak,
bir kısmı da hüsrana uğrayacaktır. Bu insanlar, hem kendileri için,
hem de izleyicileri için hakkı batılla karıştırıp, içinden çıkılmaz bir

En'âm Sûresi / 4-11 .................. 33

hâle getirecekler. Tıpkı insan kökenli bir elçi gönderildiğinde hakkı
batılla karıştırıp kuşkuya düştükleri gibi. Böylece yine yüce Allah, onların
bu serbest seçimlerini geçerli kılıp düştükleri aynı kuşkuya düşürecektir.
Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Onlar eğilince, Allah da
kalplerini eğriltti." (Saff, 5)

Şu hâlde, bir meleğin elçi olarak gönderilmesi, insan kökenli bir elçinin
gönderilmesinden daha fazla yarar sağlayacak değildir. O hâlde,
artı bir yararı olmayacaksa, melek kökenli bir elçi göndermek gereksiz
bir davranış olur. Şu hâlde, kâfirlerin, "Ona bir melek indirilmeli
değil miydi?" şeklindeki sözleri, özel ve yeni bir faydası olmayan boş
bir işe yönelik bir istektir. Bu isteklerinin yerine getirilmesi durumunda
yine de umdukları yarar sağlanmayacaktır. "Eğer onu bir melek
yapsaydık, yine onu bir erkek yapardık ve onları yine düştükleri kuşkuya
düşürürdük." ifadesiyle anlatılmak istenen budur.

Şimdiye kadar yapılan açıklamalardan birkaç husus açıklık kazanıyor:

Birincisi:
Elçinin melek olmasıyla erkek (insan) olması arasındaki
bağlantı, ilâhî hikmetin, ilâhî davet açısından insanın serbest iradeye
sahip olmasını gerektirdiği içindir. Çünkü eğer elçi melek olarak
gönderilse ve melek de semavî görünümüyle ortaya çıksa, gayb
âlemi görünür âleme dönüşmüş olacak ki, bu, serbest iradeyle, tercih
hakkıyla bağdaşmayan bir zorlamadır.

İkincisi: Ayet, sadece elçi olacak meleğin erkek yapılacağından söz
ediyor. Bu arada o melek, mahiyet değiştirerek insan mahiyetine mi
dönüşecek -ki bazı araştırmacılar bunun imkânsızlığından söz ediyorlar-
yoksa, Ruh'un normal bir insan kılığında Meryem'e görünmesi
veya saygın meleklerin İbrahim Peygamber'e ve Lut Peygamber'e iki
insan konuk kılığında görünmeleri gibi, insan kılığına mı girecek,
bundan söz etmiyor.

Meleklerden söz eden ayetlerin büyük bir kısmı, iki şıktan ikincisini
destekleyici mahiyettedir. Bununla beraber, "Eğer dileseydik, sizden,
şu dünyada yerinize geçen melekler yapardık." (Zuhruf, 60) ayeti birinci
şıkkı destekleyici bir içerikten yoksun sayılmaz. Aslında bu konu
uzundur. Dolayısıyla başka bir yerde detaylı bilgiler elde edilebilir.

34 ...................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Üçüncüsü: "ve onları yine içine düştükleri kuşkuya düşürürdük." ifadesi,
"Onlar eğilince, Allah da kalplerini eğriltti." (Saff, 5) ayetini çağrıştırmaktadır.
Burada, onların kendileri için sapmayı istemelerinden
sonra yüce Allah'ın onları saptırmasından söz ediliyor. Yoksa, onlardan
bir talep olmaksızın saptırma şeklinde bir durum, ulu Allah'ın
şanına yakışmaz.

Dördüncüsü: Ayette geçen "yelbisûne" fiilinin mahzuf olan mefulü,
kâfirlerin hem kendileri için, hem de başkaları için işi karıştırmalarını;
hem kendilerini, hem de başkalarını kuşkuya düşürmelerini kapsamaktadır.

Beşincisi: Ayet, içeriği itibariyle onları susturmaya yönelik bir delil
mahiyetindedir. Şöyle ki, eğer onlara elçi olarak bir melek indirilseydi,
bu kendilerine bir yarar sağlamayacaktı, şaşkınlıklarının kalkması
yönünde bir işe yaramayacaktı. Çünkü böyle bir durumda yüce Allah,
o meleği bir insan kılığında gönderecekti, tıpkı insan kökenli elçi gibi.
Onlar yine, bu melek kökenli elçi karşısında hakkı batıla karıştıracak,
kuşkuya düşeceklerdi. Hâlbuki onlar, böyle bir öneri ortaya atmakla,
bir erkek görünümünde olan bu insan kökenli elçiden kurtulmayı,
böylece kuşkularının yakine dönüşmesini istemekteydiler. İndirilecek
olan melek de aynı niteliklere sahip bir erkek görünümünde olacaksa,
-ki öyle olması kaçınılmazdır- artık bunun onlara ne faydası olacak
ki?!

Altıncısı: Erkekleri ve kadınları birden kapsayan "onu bir insan yapardık"
şeklindeki bir ifade yerine, sadece erkekleri kapsayan "onu
bir erkek yapardık..." şeklinde bir ifadenin kullanılması -bazılarının da
söylediği gibi- resullerin ancak erkeklerden olabileceklerine yönelik
bir işaret içermektedir. Ayrıca bu ifade, bazılarının söylediği gibi, meleğin
mahiyetinin insan mahiyetine dönüşmesinin söz konusu olmadığına,
sadece insan suretine sokulmasından söz edildiğine yönelik
de bir işaret barındırmaktadır.

Tefsir bilginlerinin büyük bir çoğunluğu, ayeti yorumlarken bundan
maksadın şu olduğunu söylemişlerdir: "Onlar, maddî dünya ile içli
dışlı olmalarından dolayı, meleği orijinal görünümüyle görmeye güç
yetiremeyeceklerinden, onlara elçi olarak bir melek gönderilecek ol

En'âm Sûresi / 4-11 .................. 35

sa, onun normal bir insan görünümünde karşılarına çıkması gerekecektir.
Dolayısıyla, insan kökenli bir elçi gönderilmesinden dolayı, içine
düştükleri kuşku ve zihin karışıklığı, insan görünümündeki melek
kökenli bir elçinin gönderilmiş olması durumunda da ortaya çıkacaktır.
Bundan hiçbir yararları olmayacaktır."

Ancak, "Melekleri gördükleri gün, işte o gün suçlulara müjde yoktur."
(Furkan, 22) ayetini esas alarak, sıradan insanların melekleri orijinal
görünümleriyle göremeyeceklerini kabul etsek de, söz konusu tefsir
bilginlerinin bu tarz değerlendirmeleri, cevabın yönelik olduğu hedefle
bağdaşmamaktadır.

Çünkü eğer melekleri orijinal şekilleriyle görmek insan için imkânsız
bir durum olsaydı, insan fertlerinin durumları bu hususta değişmezdi;
bazıları için caiz, bazıları içinse muhal bir şey olmazdı. Oysa
hem Şiî, hem de Sünnî kaynaklarda yer alan rivayetlerde, Peygamber
efendimizin (s.a.a) Cebrail'i iki kere orijinal görünümüyle gördüğü
belirtilir. Bu durumda, yüce Allah, peygamberlerini melekleri
görmeleri için desteklediği gibi, sıradan insanları da bu hususta güçlendirebilir,
onların da melekleri görüp onlara inanmalarını sağlayabilir.
İlâhî hikmet açısından, insanları inanmaya zorlama sakıncası
dışında, bunun herhangi bir sakıncası yoktur. Oysa daha önce de belirttiğimiz
gibi ayette, böyle bir sakıncaya meydan vermemek için o
meleğin bir erkek yapılacağından söz ediliyor.
Ayrıca, melekleri âdemoğullarının görünümünde görmek, zorunlu olarak
onların melek olduklarından kuşku duymayı gerektirmez. Yüce
Allah, Hz. İbrahim ve Hz. Lut'un melekleri âdemoğulları kılığında gördüklerini,
meleklerin kendilerini onlara tanıttıklarını ve onların da
melekler hakkında kuşkuya düşmediklerini haber vermektedir. Yine
Hz. Meryem'in Ruh'u gördüğü, Ruh'un kendisini tanıtması üzerine
onun hakkında herhangi bir kuşkuya düşmediği, tereddüt geçirmediği
haber veriliyor. Normal insanlar da neden melekleri bu şekilde görüp,
onları tanımasınlar ve onların melek olduklarına ilişkin olarak
kesin bir inanca ulaşmasınlar? Ne var ki, bunun tek sakıncası, bütün
insanların nefislerinin İbrahim, Lut ve Meryem'in nefsi gibi olması, içgüdülerinin
ve fıtratlarının silinip tertemiz ve kutsal nefislere dönüş-

36 ...................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

mesidir. Böyle bir şey ise, insanları inanmaya zorlama sakıncasını
gündeme getirir. Zorlama ise, imtihanın konusunu ortadan kaldırır,
imtihana mahal bırakmaz. Oysa, yukarıda da vurguladığımız gibi, ayetin
temel amacı, bu tür bir sakıncayı ortadan kaldırmaktır.

10-11) Senden önce de peygamberlerle alay edildi...

Ayetin orijinalinde geçen "hâka" fiilinin kökü olan "el-hayk", ârız olmak
ve isabet etmek anlamını ifade eder. Ragıp İsfahanî el-Müfredat
adlı eserinde şunları söyler: "Bir görüşe göre, 'hâka' fiilinin aslı
'hakka' dır. Sonra bu sözcük 'hâka'ya dönüşmüştür. 'Zelle'nin 'zâle'ye
dönüşmesi gibi. Nitekim, 'Fe ezellehum'eş-şeytanu' ifadesi, 'Feezâlehuma...'
şeklinde de okunmuştur. 'Zemmehu' ve 'zâmehu' sözcükleri
arasında da benzeri bir ilişki vardır." (el-Müfredat'tan alınan
alıntı sona erdi.)

Onların peygamberlerle alay etmeleri, kendilerini uyardıkları ve başlarına
gelmesinden korkuttukları azabı alaya almaları şeklinde gerçekleşiyordu.
Ama çok geçmeden alaya aldıkları azap, kendilerini
çepeçevre sarıverdi. [Bu son iki ayetten] ilk ayette, Peygamberimizin
(s.a.a) gönlünün hoş tutulmasının yanı sıra müşriklerin de uyarılmaları
amaçlanıyor. İkinci ayette ise, olup bitenlerden ibret alınması, olumlu
derslerin çıkarılması yönünde bir emir yöneltiliyor.

En'âm Sûresi / 12-18 ................ 37