El-Mizân Tefsiri

Allame Muhammed Hüseyin TABATABAİ(r.a)
                             Cilt:7

                     EN'ÂM SURESİ

                             ( Tamamı:1-165)

                                         İÇİNDEKİLER


AYETLERİN MEÂLİ

33- Biliyoruz, onların dedikleri seni üzüyor. Gerçekte onlar seni
yalanlamıyorlar, fakat o zalimler Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar.
34- Senden önce de birçok elçi yalanlandı. Fakat onlar, yalanlanmalarına
ve uğradıkları eziyetlere sabrettiler, nihayet yardımımız onlara
yetişti. Allah'ın kelimelerini değiştirebilecek (güç) yoktur. Sana da elçilerin
haberlerinden bazısı gelmiştir.
35- Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geldiyse, o zaman yerde bir
tünel ya da gökte bir merdiven arayıp da onlara bir mucize getirebiliyorsan
(hadi bunu yap). Allah dileseydi, elbette onları hidayet üzerinde
toplardı. O hâlde, sakın cahillerden olma!
36- Ancak işitenler, çağrıya icabet ederler. Ölülere gelince; Allah onları
diriltecek, sonra O'na döndürülecekler.

226 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

AYETLERİN AÇIKLAMASI

Bu ayetlerde, müşriklerin Peygamber'in (s.a.a) davetini alaya almaları
karşısında onun teselli edilmesi amaçlanıyor. Kesin zaferin kendisine
bahşedileceği müjdesi verilerek gönlü hoş tutuluyor. Bu bağlamda
dinsel davetin insanın serbest iradesiyle bağlantılı olduğu belirtiliyor.
Dileyen iman eder, dileyen küfre sapar. Kesin olan ilâhî irade
ve dileme, bu işe müdahale edip insanları kabule zorlamaz. Allah
dileseydi, bütün insanları hidayet üzere birleştirirdi.

33) Biliyoruz, onların dedikleri seni üzüyor. Gerçekte onlar seni
yalanlamıyorlar, fakat o zalimler Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar.


İfadenin başındaki "kad" edatı, mazi fiilin başına gelince, kesinlik ifade
eder. Muzâri (geniş zaman) fiilin başında ise, azlığı bildirir. Bazen
muzâri fiilin başında da kesinlik bildirdiği oluyor. Bu ayette de
kesinlik anlamını ifade etmektedir. "Hazenehu keza" ve "ahzenehu"
ifadeleri aynı anlama gelir ["şu iş onu üzdü" anlamına]. Ayette, her iki
şekilde de ["yahzunuke" ve "yuhzinuke" şeklinde] okunmuştur.

"Gerçekte onlar seni yalanlamıyorlar" ifadesinin orijinalinde geçen "lâyukezzibûneke"
kelimesi, hem "tef'il" kalıbından şeddeli olarak, hem de
şeddesiz olarak okunmuştur. Ayetin akışından anlaşıldığı kadarıyla
"Gerçekte onlar..." ifadesinin orijinalindeki["fe-innehum"] "fa" harfi,
ayrıntılandırma içindir. Dolayısıyla şöyle bir anlam çıkıyor karşımıza:
Biz, onların sözlerinin seni üzdüğünü biliyoruz; ancak bunun seni üzmemesi
gerekir. Çünkü onların yalanlamalarının seni ilgilendiren bir
yanı yoktur. Sen, yalnızca insanları Allah'ın dinine davet ediyorsun. Senin
bu husustaki misyonun, elçilikten öte değildir. Dolayısıyla onlar, bu
davranışlarıyla bizim ayetlerimize zulmediyorlar, onları inkâr ediyorlar.
Bu ayetin içerdiği anlamı, ayetler grubunun sonundaki, "sonra O'na
döndürülecekler." ifadesiyle birlikte ele aldığımız zaman, şu ayetle
aynı anlamı vurgulamaya yönelik olduğunu görürüz: "Kim inkâr ederse,
onun inkârı seni üzmesin. Sonunda onların dönüşü bizedir. O zaman
yaptıklarını kendilerine haber veririz. Şüphesiz, Allah göğüslerin
içindekini bilir."
(Lokmân, 23)

Şu ayet de bu çerçevede değerlendirilebilir: "Onların sözü seni üzmesin.
Biz onların gizlediklerini de, a


En'âm Sûresi / 74-83 ................................................................................... 227

çığa vurduklarını da biliriz." (Yâsîn, 76) Bunlar gibi, Peygamberimizi
(s.a.a) teselli etmeye yönelik birçok ayet örnek gösterilebilir. Bu, söz
konusu kelimeyi "lâ-yukezzibûneke" şeklinde şeddeli okumamız durumunda
varacağımız bir sonuçtur.

Kelimeyi "yekzibûneke" şeklinde şeddesiz okuduğumuzda ise, şöy-le
bir anlam elde etmiş oluyoruz: Üzülme; çünkü onlar, yaptığın çağrı ile
ilgili olarak senin yalan söylediğini kanıtlayıp da sana üstünlük sağlayacak
değillerdir. Senin kanıtına karşı bir kanıt sunarak onu çürütemezler.
Onlar, yalnızca Allah'ın ayetlerine zulmediyorlar, onları inkâr
ediyorlar, ama dönüşleri O'nadır.

"Fakat o zalimler Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar." Ayetlerin akışı,
"Fakat onlar..." denmesini gerektiriyor; ancak zamir yerine açık nitelikleri
kullanılarak, bu inkârlarının zulümlerinden kaynaklandığı, kusur,
cehalet veya benzeri başka sebepten kaynaklanmadığı vurgulanmak
isteniyor. Buna göre, onların inkârcı tutumları, tamamen dik
başlılıklarının, azgınlıklarının ve taşkınlıklarının bir göstergesidir. Ancak
Allah ileride onları diriltecek, sonra O'na döndürülecekler.
Ayetin akışı içinde birinci şahıstan üçüncü şahsa geçiş yapılarak, "bizim
ayetlerimizi" değil de, "Allah'ın ayetlerini" denilmiş olması da bu
yüzdendir. Bununla verilmek istenen mesaj şudur: Onların bu tutumları,
ulûhiyet makamına kafa tutmak, başkaldırmak anlamına gelir.
Ulûhiyet ise, kimsenin kafa tutamayacağı, kimsenin karşısında duramayacağı
bir makamdır.

Ayetin anlamı ile ilgili olarak başka yorumlar da ileri sürülmüştür:

Birincisi: Çoğunluktan aktarılan görüştür. Şöyle ki: Onlar, kalben ve
inanarak seni yalanlamıyorlar, sadece inatları yüzünden dilleriyle seni
yalanlıyorlar.

İkincisi: Onlar seni yalanlamıyorlar, bilâkis beni yalanlıyorlar. Çünkü
seni yalanlamak, sonuçta bana döner. Bu sırf sana yönelik bir tavır
değildir. Bu yorum, yukarıda bizim sunduğumuz yoruma yakın olmakla
birlikte ondan farklıdır. Her iki yorum da kelimenin şeddeli okunmasına
göredir.

Üçüncüsü: Onlar seni yalancı bulmuyorlar. Çünkü Araplar, "Kaatelnahum
fema ecbennahum", yani "Onlarla savaştık, fakat on-

228 ......................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

ları korkak bulmadık" derler. Bu yorumda da, bizim de işaret ettiğimiz
gibi, şeddesiz okunuş esas alınmıştır.

34) Senden önce de birçok elçi yalanlandı. Fakat onlar... sabrettiler,
nihayet yardımımız onlara yetişti. Allah'ın kelimelerini değiştirebilecek
(güç) yoktur. Sana da elçilerin haberlerinden bazısı gelmiştir.


Bu ayette yüce Allah, Peygamberimize, kendisinden önceki peygamberlerin
izledikleri yolu gösteriyor. Bu yol, Allah için sabretmeyi öngörmektedir.
Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "İşte
onlar, Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir. Sen de onların yoluna uy."
(En'âm, 90)

"Nihayet yardımımız onlara yetişti." O peygamberlerin sabretmelerinin
güzel sonucu açıklanıyor. Bu arada ilâhî yardım ve zafer vaadine
de işaret ediliyor. "Allah'ın kelimelerini değiştirebilecek (güç) yoktur."
ifadesi, önceki ayette işaret edilen vaadin kesinliğini vurgulama
amacına yöneliktir. Bunun yanı sıra, aşağıdaki ayetlerde değinilen
ilâhî vaade de işaret edilmektedir: "Allah, 'Elbette ben ve elçilerim
galip geleceğiz.' diye yazmıştır." (Mücâdele, 21) "Gönderilen elçi kullarımıza
şu sözümüz geçmişti: Mutlaka zafere ulaştırılanlar, kendileri
olacaktır." (Sâffât, 171-172)

Olumsuzlama esaslı bir cümlenin içinde "değiştirebilecek" sözcüğünün
yer alması, akla gelebilecek her türlü değiştireni olumsuzlamaktadır.
Bu, ister yüce Allah tarafından bir kelimeyle ilgili iradesini
değiştirmek şeklinde, yani sabit kıldıktan sonra onu silmek ya da
kesin olarak onayladıktan sonra onu çiğnemek şeklinde olsun, isterse
Allah'tan başkasının O'na üstünlük sağlaması, O'nu dilediğinin
aksine zorlaması, dolayısıyla sağlamlaştırdığını bir şekilde değiştirmesi
şeklinde olsun, tümüyle olumsuzlanmaktadır.

Bundan da anlıyoruz ki, yüce Allah'ın değişimi kabul etmediklerinden
söz ettiği bu kelimeler, "silme ve silmeden bırakma levhi"nin dışında
kalan kelimelerdir. Buna göre, Kur'ân terminolojisinde Allah'ın kelimesi,
sözü ve vaadi, değiştirilmesi söz konusu olmayan kesin yargılar
anlamında kullanılmıştır. Yüce Allah bu hususla ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
"Dedi ki: Bu bir gerçektir ve ben gerçeği söylüyorum."

En'âm Sûresi / 74-83 ...................................................................... 229

(Sâd, 84) "Allah gerçeği söyler." (Ahzâb, 4) "İyi bil ki Allah'ın vaadi gerçektir."
(Yûnus, 55) "Allah, vaadinden caymaz." (Zümer, 20)
Daha önce, "Onlardan, Allah'ın kendileriyle konuştuğu vardır..." (Bakara,
253) ayetini incelerken, Allah'ın sözleri ve Kur'ân'da bu anlamda
kullanılan diğer deyimleri açıklama bağlamında ayrıntılı bilgilere yer
verdik.

Ayetin sonunda yer alan, "Sana da elçilerin haberinden bazısı gelmiştir."
ifadesi, "Senden önce de birçok elçi yalanlandı..." ifadesini
pekiştirme ve ona ilişkin bir tanık sunma amacına yöneliktir. Buradan
hareketle, bu surenin, Şuarâ ve Meryem gibi peygamberlerin
kıssalarını içeren bazı Mekkî surelerden sonra indiği sonucuna varılabilir.
Ki bu surenin Alak ve Müddessir Suresi gibi surelerden sonra
indiği de kesindir. Bu durumda En'âm Suresi, hicretten önce Mekke
döneminde inen üçüncü kuşak surelerdendir.

35) Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geldiyse... onlara bir mucize
getirebiliyorsan (hadi bunu yap)...


Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde der ki: "en-Nefak; tünel ve yer
altında geçen yol demektir. Yüce Allah, 'Yerde bir tünel...' buyurmuştur.
'Nafikau'l-yerbu=Tarla faresinin yuvaları' deyimi de buradan gelir.
'Nafeka'l-yerbu'u ve nefeka' yani, 'Tarla faresi yuvasına girdi. 'Nifak' da
buradan gelir ve 'Dine bir kapıdan girip diğer kapıdan çıkmak' anlamını
ifade eder. Yüce Allah, bu duruma şu şekilde işaret etmiştir: 'Münafıklar,
onlar fasıklardır.' Yani, onlar şeriattan/dinden çıkanlardır. Yüce Allah
bir yerde, münafıkların kâfirlerden daha kötü olduklarını belirtmiştir:
'Münafıklar, ateşin en aşağı derekesindedirler.' Neyfaku's-se-ravil;
herkesçe malumdur. (Pantolon veya şalvarın ağı demektir.)"

Yine der ki: "es-Süllem; yüksek yerlere selâmetle çıkmak amacıyla
kullanılan araca denir. Sonra yüksek bir şeye ulaşmak için aracı olarak
kullanılan tüm sebepler için kullanılır olmuştur. Yüce Allah şöyle
buyurmuştur: 'Yoksa onların üzerine çıkıp (göğün haberlerini) dinleyecekleri
bir merdivenleri mi var.' (Tûr, 38) Bir diğer ayette de şöyle
buyurmuştur: 'Ya da gökte bir merdiven...' (En'âm, 35) Şair der ki: Bir
merdiven aracılığıyla göklerdeki sebeplere ulaşırsa..." (el-
Müfredat'tan alınan alıntı burada son buldu.)

230 .......................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Ayette, şart cümlesinin cevabı, bilindiğinden hazfedilmiştir. Dolayısıyla
cümlenin açılımı, bazılarının da söylediği gibi şöyledir: "Eğer şunu
şunu yapabiliyorsan yap."

"Onlara bir mucize getirebiliyorsan" ifadesinin orijinalinde geçen "ayet"
ten maksat, onları inanmaya zorlayacak bir mucizedir. Çünkü,
"Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geldiyse..." ifadesinde hitap Hz.
Peygamber'e (s.a.a) yöneliktir. Ve bu hitap, Peygamber'in çağrısının
hak içerikli oluşuna delâlet eden ilâhî mucizelerin en üstünü konumundaki
Kur'ân aracılığıyla yöneltiliyor. Kur'ân'ın mucizeliğini anlamaları
da mümkündür. Çünkü onlar etkili söz söyleyebilen akıllı insanlardı.

Şu hâlde, ifadenin vermek istediği mesaj şudur:

Onların senden yüz çevirmeleri, sana ağır gelmesin, gücüne gitmesin.
Çünkü bu dünya insanın kişisel tercihiyle tavırlarını belirlediği bir imtihan
yurdudur. Hakka davet ve onu kabul de insanın serbest seçimi
ekseninde dönen bir olgudur. Sen onları inanmak durumunda bırakacak,
kabul etmeye zorlayacak bir mucize getirecek güçte değilsin.
Çünkü yüce Allah, onların ancak kendi serbest iradeleriyle inanmalarını
ister. İnsanları inanmaya ve itaat etmeye zorlayacak bir mucize
yaratmaz bu yüzden. Eğer Allah dileseydi, bütün insanlar iman ederdi,
şu kâfirler de sana inanan müminler kervanına katılırlardı. O hâlde
yüz çevirdiler diye üzülme, canını sıkma. Yoksa, ilâhî bilgilerden
habersiz olan cahillerden olursun.

Bazılarının ayetin muhtemel anlamları arasında yer verdikleri, "Onlara,
mucize olarak sana verdiğimiz Kur'ân'dan daha üstün bir mucize
getirebiliyorsan" şeklindeki bir açıklama, ayetin akışı ile bağdaşmamaktadır.
Özellikle, "Allah dileseydi, elbette onları hidayet üzerinde
toplardı." ifadesiyle örtüşmediği ortadadır. Çünkü bu ifadenin zorlama
olgusuna işaret ettiği ortadadır.

Buradan da anlıyoruz ki ayetteki dilemeden maksat, yüce Allah'ın
dilemesi durumunda onları imana iletebileceği, böylece onları kabule
zorlaması ve serbest iradelerini geçersiz kılmasıdır. Ayetin akışından
algıladığımız budur.

Ne var ki yüce Allah, buna benzer ayetlerde, bunu dilemeyişini zorlama
olgusuyla ilintilendirmemiştir. Sözgelimi yüce Allah şöyle

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................ 231

buyurmuştur: "Dileseydik, herkese hidayetini verirdik. Fakat benden,
gerçek olarak, 'Mutlaka cehennemi, bütün cinler ve insanlarla dolduracağım.'
sözü çıkmıştır."
(Secde, 13) Bu ayette yüce Allah, şu ayetin
içerdiğine benzer bir gerçeğe işaret etmektedir: "Dedi ki: Bu bir gerçektir
ve ben gerçeği söylüyorum: Mutlaka cehennemi, seninle ve onlardan
sana uyanların tümüyle dolduracağım."
(Sâd, 84-85) Burada
yüce Allah, insanların tümünün hidayete ermeleriyle ilintili olarak iradesinin
gerçekleşmemesini, İblis'in, ihlâslı kulları dışındaki bütün
insanları yoldan çıkarmaya yemin etmesi üzerine hükme bağladığı
bir yargıya dayandırmaktadır.

Başka bir yerde de bu yargı, insanların azgınlıklarıyla irtibatlandırılıyor.
Yüce Allah, Hz. Adem ve İblis kıssasında şu ifadelere yer
vermektedir: "İblis, 'Rabbim, dedi, beni azdırdığın için andolsun ki,
ben de yeryüzünde onlara günahları süsleyeceğim ve kendilerine
ihlâs verilen kulların hariç, onların hepsini azdıracağım.' Allah: İşte
bana varan doğru yol budur, dedi. Senin, sana uyan azgınlar dışında
benim kullarıma karşı bir gücün yoktur. Onların hepsinin de buluşma
yeri cehennemdir."
(Hicr, 39-43) Başka bir yerde, bu durumu İblis de
onlara karşı dile getirmiştir. Yüce Allah, İblis'in kıyamet günü kendisine
uyan azgınlara şöyle söyleyeceğini anlatmaktadır: "İş bitirildikten
sonra Şeytan onlara şöyle dedi: Allah size gerçek vaat etti, ben de
size vaat edip de sözümde durmadım... Ben, önceden beni Allah'a ortak
koşmanızı tanımıyorum." (İbrâhîm, 22)

Bu ayetler, başta şirk olmak üzere bütün günahların insanların azgınlıklarına,
azgınlıklarının da nefislerinin eğilimlerine dayandığını
vurgulamaktadır. Bu durumla, Allah dilemedikçe insanın bir şey dilemeyeceğinden
söz eden ayetlerin işaret ettiği gerçek arasında da
bir çelişki yoktur. Örneğin yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Bu bir öğüttür.
Dileyen, Rabbine varan bir yol tutar. Allah dilemedikçe de, siz
dileyemezsiniz." (İnsân, 29-30) Diğer bir ayette de şöyle buyurmuştur:
"O, ancak âlemlere bir öğüttür; aranızdan doğru hareket etmek isteyen
için. Fakat âlemlerin Rabbi Allah dilemedikçe de, siz dileyemezsiniz."
(Tekvîr, 27-29)

Buna göre, insanın dilemesi, kesinlikle yüce Allah'ın dilemesine bağ-

232 ........................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

lıdır. Yüce Allah, insanın dilemesini o zaman diler ki insan, iç dünyasının
güzelliğiyle buna hazır olduğunu göstersin, kendini Allah'ın
rahmetine maruz bıraksın. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmaktadır:
"Yöneleni kendisine iletir." (Ra'd, 27) Kendisine eğilim gösterip döneni
yani. Yoldan çıkmış, kalbi eğrilmiş, toprağın değerlerine bağlı, dünyevî
zevklere çakılıp kalmış, azmaya eğilimli olanlara gelince; yüce Allah
onları hidayete erdirmeyi dilemez ve onları rahmetinin kapsamına
almaz. Bu hususta şöyle buyurmuştur: "Allah onunla birçoğunu
saptırır ve yine onunla birçoğunu hidayete erdirir. Ancak onunla sadece
fasıkları saptırır." (Bakara, 26) "Onlar eğrilince, Allah da kalplerini
eğriltti." (Saff, 5) "Dileseydik, elbette onu o ayetlerle yükseltirdik;
fakat o, yere saplandı ve hevesinin peşine düştü." (A'râf, 176)
Kısaca; dinsel davet, yalnızca insanın serbest iradesini esas alan bir
yol izler ve ilâhî mucizeler, insanların serbest seçimlerinin korunmasına
riayet edilerek nazil olurlar. Yüce Allah, yalnızca rahmetine yöneleni,
kendi serbest iradesiyle hidayetine nail olmayı isteyeni doğru
yola iletir.

Böylece, biraz çetrefilli olan bir diğer şüphe de çözüme kavuşmuş oluyor.
Şüphe şudur: Yüce Allah'ın insanları inanmaya zorlayacak, onları
dinsel daveti kabul etmek zorunda bırakacak bir mucize indirmesinin
dinsel davetin dayandığı serbest irade olgusuyla çeliştiği doğru.
Bunu kabul ediyoruz. Ama peki, yüce Allah'ın, iman edenlerin iman
etmesini dilediği gibi, bütün insanların iman etmesini de dilemesi
neden caiz olmasın ki?! Yani yüce Allah'ın, müminlerin iman etmeyi
dilemelerini dilediği gibi, bütün insanların da iman etmeyi dilemelerini
dilemesinin, bunun için de bir mucize indirip onları hidayete yöneltmesinin,
onları iman kimliğine büründürmesinin ne sakıncası olabilir
ki?! Çünkü böylece serbest iradeleri ortadan kalkmamış, davranış
özgürlükleri ellerinden alınmamış olur.

Şöyle ki: Böyle bir şey, özü itibariyle mümkün olmakla beraber, sebepler
dünyasına egemen olan genel yasayla, kapasite ve ona uygun
yönelimin bahşedilmesi sistemiyle çelişmektedir. Örneğin bu evrensel
yasalar sistemine göre, hidayet, ancak Allah'tan korkup sakınan
ve nefsini arındıran kimselere bahşedilir. Nefsini arındıran kurtul

En'âm Sûresi / 74-83 ..................................................................... 233

muştur. Sapıklıksa, ancak Rabbini anmaktan yüz çeviren ve kendini
günahlara gömen kimselere isabet eder. Kendini günahlara gömen
kimse ise ziyana uğramıştır. Sapıklığın isabet etmesi, insanın hidayeti
bulmasının engellenmesi demektir. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur:
"Kim şu hemencecik geçen dünyayı istiyorsa, orada ona, dilediğimiz
kimseye istediğimiz kadar hemen çabucak veririz; ama cehennemi
de onun için yaratmışız; kınanmış ve kovulmuş olarak oraya girer.
Kim de ahireti ister ve inanarak ona yaraşır biçimde çalışırsa, böylelerinin
çalışmalarının karşılığı verilir. Hepsine, onlara da, bunlara
da Rabbinin bağışından veririz. Rabbinin bağışı men edilmez."
(İsrâ,
18-20) Yani, hiç kimse Allah'ın bağışının kullarına ulaşmasına engel
olamaz. Yüce Allah, her nefse, hak ettiği bağışını ulaştırır. Hayır dileyene
hayır, şer dileyene de şer ulaştırır. Şer ulaştırması, hayrın ulaşmasına
engel olmasıyla olur. Eğer yüce Allah, iyi ve kötü olan bütün
kullarının kendi özgür istekleriyle hayrı dilemelerini, iman ve takvaya
düşkün olmalarını dileseydi, bu, evrensel düzenin geçersizliğini ve
sebepler düzeninin bozulmasını gerektirirdi.

Tefsirini sunduğumuz bu ayetten hemen sonra yere alan "Ancak işitenler,
çağrıya icabet ederler..." ayeti de, bu anlamı destekler mahiyettedir.
Ki biz, biraz sonra bunun da anlamını açıklayacağız.

36) Ancak işitenler, çağrıya icabet ederler. Ölülere gelince; Allah onları
diriltecek, sonra O'na döndürülecekler.


Bu ayet, bir bakıma, "Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geldiyse..."
ayetinin açıklaması niteliğindedir. Çünkü önceki ayetin içerdiği mesaj
özetle şöyleydi: "Sen onları, bu yüz çevirmelerinden alıkoyamazsın,
onları imana sevk edecek bir mucize de gösteremezsin." Bu ayette
ise, onların ölü hükmünde olduklarına işaret ediliyor. Ne bilinçleri var,
ne de işitebilecek durumdalar. Dolayısıyla, dinsel davetin anlamını işitip
algılayamazlar, Hz. Peygamber'in (s.a.a) çağrısına icabet edemezler.
İnsan diye görünen şu iskeletler, aslında iki kısma ayrılmaktadırlar:
Bir kısmı, dirilerden, dolayısıyla işitenlerden oluşmaktadır. Bir çağrıya
da, ancak işitenler icabet edebilirler. Diğer bir kısmı da, ölüler-

234 ........................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

den, dolayısıyla işitmeyenlerden oluşmaktadır. Bunlar, diriler görünümünde
olsalar da, gerçekte ölüdürler ve işitmemektedirler. İşitmeleri
için Allah'ın onları diriltmesi gerekmektedir. Ve Allah yakında onları
diriltecek. İşte o zaman, dünyadayken işitemediklerini işitecekler.
Nitekim yüce Allah, bu hususu şöyle aktarmaktadır: "Rablerinin huzurunda
utançtan başlarını öne eğmiş, 'Rabbimiz, gördük, işittik; bizi
geri döndür, iyi iş yapalım; artık kesin olarak inandık.' demekte olan
suçluları bir görsen!"
(Secde, 12)

Dolayısıyla ifade, kinayeli bir anlatımı içermekte ve işitenlerden
maksat, müminler; ölülerden maksat da, ilâhî çağrıya icabet etmekten
yüz çeviren müşrikler ve benzeri gruplardır. Yüce Allah, Kur'ân'ın
birçok yerinde müminleri diriler ve işitenler olarak nitelendirmiştir.
Buna karşılık kâfirleri de ölüler ve sağırlar olarak nitelendirmiştir:
"Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği
bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan
hiç çıkamayan kimse gibi olur mu?"
(En'âm, 122)

Diğer bir ayette de şöyle buyurulmuştur: "Sen, ölülere duyuramazsın.
Arkalarını dönmüş kaçmakta olan sağırlara da çağrıyı işittiremezsin.
Yine sen, körleri içine düştükleri sapıklıklarından çıkarıp yola getiremezsin.
Sen, ancak ayetlerimize inananlara duyurabilirsin. İşte onlar
Müslüman olurlar."
(Neml, 81) Bunun gibi daha birçok ayeti örnek
göstermek mümkündür.

Daha önce kitabımızın bir yerinde, tefsir bilginlerinin çoğunluğunun,
kinaye ve teşbih esaslı anlamlar yükledikleri bu niteliklerin gerçek
anlamdan payı olan bir başka anlamı olduğunu da ifade etmiştik.
Oraya bakılabilir.

Ayrıca, bu ayet gösteriyor ki, yüce Allah, dünyada müminlerin anlamasını
ve işitmelerini sağladığı gibi, ahirette de hakkın kâfirler ve
müşrikler tarafından anlaşılmasını ve çağrının işitilmesini sağlayacaktır.
Buna göre, insan, ister mümin olsun, isten kâfir olsun, er veya
geç hakkı anlayacaktır.

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

En'âm Sûresi / 74-83 .............................................................................. 235

Tefsir'ul-Kummî'de şöyle deniyor: Ebu'l-Carud İmam Bâkır'dan (a.s)
şöyle rivayet eder: "Resulullah (s.a.a) Haris b. Amir b. Nevfel b.
Abdumenaf'ın Müslüman olmasını çok istiyordu. Onu İslâm'a davet
etti ve Müslüman olması için çok uğraştı. Ama bedbahtlığı ağır bastı
ve Müslüman olmadı. Bu durum Peygambere ağır geldi. Bunun üzerine
yüce Allah, 'Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geldiyse, o zaman
yerde bir tünel...' ayetini indirdi. Burada, yere doğru bir tünel
açması kastediliyor." [c.1, s.197]

Ben derim ki: Bu rivayet zayıf ve mürsel olmasının yanı sıra, surenin
bir kerede nazil olduğuna ilişkin çok sayıdaki rivayetlerle de örtüşmemektedir.
Bununla beraber, rivayeti, olayın ayetin inişinden önce
gerçekleşmesi ve ayetin inişiyle birlikte, önceden gerçekleşen bu olaya
işaret edilmesi, yani uyarlama yöntemine başvurulması şeklinde
yorumlamak da mümkündür.