SEKİZİNCİ OTURUM

 

(1 Şaban 1345 Cuma akşamı)

(Yatsı namazını kıldığım bir sırada muhterem beyler geldiler, namazdan hemen sonra yapılan çay servisinin akabinde oturum başladı.)

Seyyid: Geçen akşam sizin gibi birine hiç de yakışmayan bir takım şeyler söylediniz. Bu sözleriniz Müslümanların birlik beraberliğine ve onların ikiye bölünmesine sebep olmaktadır. Sizin de bildiğiniz gibi nifak ve ihtilaf Müslümanların yok olmalarına neden olduğu gibi, ittifak ve birlik de Müslümanların azamet ve üstünlüğüne neden olmaktadır.

Davetçi: (Şaşırarak) Hangi sözlerimin Müslümanların parçalanmasına neden olduğunu beyan ederseniz çok iyi olacak. Eğer sözünüz doğru ise ve benden bir gaflet hasıl olmuşsa, ben de öğrenmiş olurum. Aksi takdirde cevap vererek problemi halletmeye çalışayım.

Seyyid: Açıklama yaparken Müslümanları, “müslim” ve “mümin” diye ikiye ayırdınız. Halbuki bilindiği gibi Müslümanların hepsi birdir ve “La ilahe illâllah Muhammed’un resulullah” (Allah’tan başka İlah yoktur ve Muhammed O’nun elçisidir) diyen herkes kardeştir. Onları birbirinden ayırmak asla doğru değildir. Müslümanları parçalamak İslam’a zarar verir. Sizin gibilerin sözleri neticesinde Şiiler kendilerini “mümin”, bizleri ise “müslim” olarak nitelendirmektedirler. Nitekim Hindistan’da Şii Müslümanları “mümin”, Sünni Müslümanları ise “müslim” olarak adlandırmaktadırlar.

Halbuki bilindiği gibi iman ve İslâm birdir. Zira İslâm teslimiyet ve şer’i hükümleri kabulden ibarettir. İmanın manası ve tasdikin gerçeği de budur.

Bu yüzden ümmetin cumhuru (ekseriyeti), İslâm’ın iman ile aynı olduğu ve imanın İslâm’ın apaçık bir gerçeği olduğu fikrinde ittifak etmişlerdir. Bunlar birbirinden ayrılmaz. Dolayısıyla iman ve İslâm’ı birbirinden ayırmakla cumhurun aksine konuşmuş oldunuz.

İslâm ve İmanın Farkı

Davetçi: (Biraz sessiz durduktan sonra, tebessüm ederek) Nasıl cevap vereceğimi bilemiyorum. Evvela; sözünüzde işaret edip kast ettiğiniz cumhur, ümmetin geneli manasına değildir. Cumhurdan maksat Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat’in sadece bazısıdır.

İkinci husus; iman ve İslâm hakkındaki beyanınız yeterli değildir. Zira bu konuda sadece Ehl-i Sünnet ve Şia arasında görüş farklılığı yoktur. Eş’ariler, Mutezileler, Hanefiler ve Şafiiler de bu konuda farklı görüşlere sahiptirler. Ne yazık ki vaktin dar olması hasebiyle burada farklı fırkaların bütün görüşlerini rivayet etmek imkanımız bulunmamaktadır.

Üçüncü husus; sizler de alim ve Kur’ân ehlisiniz, Kur’ân ayetlerini biliyorsunuz, neden böylesine avamca sorular soruyorsunuz? Belki de beylerin maksadı bu oturumun vaktini almaktır! Yoksa burada istifade edebileceğimiz daha birçok önemli konu vardır. Sizin gibilerden böylesine çocukça itirazlar beklenilemez. Benim iman ve İslâm’ı ikiye ayırıp ikilik yarattığımı iddia etmeniz size yakışmaz!

Halbuki bilindiği gibi bu ayırımı bizzat Kur’ân yapmıştır. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyuruyor:

“Bedeviler “inandık” dediler. De ki: “Siz iman etmediniz, ama bilindiği gibi “teslim olduk” deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi.”[1]

Elbette bildiğiniz gibi bu ayet “Beni Esed” Araplarını kınamak için nazil olmuştur. Onlar bir kıtlık yılında Medine’ye gelerek iman ve İslâm izharında bulunmuş, şehadet (La ilahe illâllah) kelimesini söylemişlerdi. Halbuki bilindiği gibi onlar Medine’nin nimetlerinden istifade etmek için İslâm’a girmişlerdi. Bu ayet onları tekzip etmektedir.

Bu ayetin zahiri hükmü gereği Müslümanlar ikiye ayrılmaktadır; Müslümanlardan bir grup kalpten iman edip gerçeklere inanmıştır; bunlara “mümin” denir. Diğer grup ise bir takım korku, tamah ve benzeri hedefler için zahirde şehadet kelimesini söylemiş, Müslüman olduklarını ifade etmişlerdir. Ama bilindiği gibi onların kalbinde manevi iman ve İslâm gerçeğinden bir iz yoktur. Onlarla muaşerette bulunmanın izni de zahire göre verilmiştir. Ama bilindiği gibi Kur’ân hükmü gereği ahirette onlar için bir sevap yoktur. O halde sadece şehadet getirmek ve zahirde İslâm’ı kabul etmek manevi sonuçlar doğurmaz.

Seyyid: Bu beyanınız doğrudur, imansız İslâm’ın (teslimiyetin) hiçbir değeri yoktur. Nitekim İslâmsız imanın da hiçbir faydası yoktur. Allah-u Teala Kur’ân’da şöyle buyuruyor:

 “Size İslâm’a girdiğini söyleyene, sen mümin değilsin deme.”[2]

Bu ayet bizim zahire göre hüküm vermemiz gerektiğini gösteren en büyük delildir. Her kim “La ilahe İllallah, Muhammed’un resulullah” (Allah’tan başka İlah yoktur ve Muhammed O’nun resulüdür) derse, onu temiz, mukaddes ve kardeşimiz sayarız; onun iman etmiş olduğunu reddetmeyiz. Bu, İslâm ve imanın birliğini gösteren en iyi delildir.

Davetçi: Evvela; bu ayet belli bir şahıs hakkında nazil olmuştur; o da Üsame bin Zeyd veya Muhallem bin Cüsame-i Leysi’dir ki savaş meydanında “La ilahe illâllah” (Allah’tan başka İlah yoktur) diyen birini, korkudan söylediğinden dolayı öldürmüştü. Ama sizin de onayladığınız gibi ayet umumu ifade etmektedir. Bu yüzden apaçık bir aykırı amel ve zaruriyatı inkar ve dinden uzaklaşma gibi bir durum görmedikçe, bütün Müslümanları temiz bilir ve onlarla muaşerette bulunuruz. Zahiri hükümlerden öteye geçmez, batınları ile ilgilenmez ve kendimizi insanların batınını araştırmakla görevli kabul etmeyiz.

İmanın Mertebeleri

Gerçeklerin keşfi için bu konu üzerinde biraz izahta bulunmak istiyorum, o da şu ki; iman ve İslâm arasında farklılık olarak umum-u mutlak ve umum-u min vech (bir açıdan genel ve özel ilişki türü) vardır.[3]

İmanın birçok mertebesi vardır, Ehl-i Beyt (a.s)’dan rivayet edilen rivayetler, ihtilafları ortadan kaldırmakta ve apaçık gerçeği keşfetmektedir.

Amr-i Zübeyri’den naklen, İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor:

“İmanın birçok halet, derece, tabaka ve mertebeleri vardır; onlardan bazısı, noksanlığı açık olan eksiktir; bazısı, üstünlüğü fazla olan ağır basandır; bazısı, tamamlığı nihai derecede olan tam ve kamildir.”

Nakıs iman insanın kendisiyle küfür dairesinden çıkıp Müslümanlara katıldığı, böylece de can, mal, namus ve kanını koruma altına aldığı imanın ilk mertebesidir.

Ama bilindiği gibi hadisteki racih (üstünlüğü ağır basan) iman; imanın bazı sıfatlarına sahip olması vasıtasıyla o sıfatlara sahip olmayan kimsenin imanından üstün olan bir kimsenin imanıdır. Bu sıfatlardan bazısına “Kafi” ve “Nehc’ül- Belağa” gibi hadis kitaplarında menkul hadislerde işaret edilmiştir. Nitekim Cafer bin Muhammed Sadık (a.s) şöyle buyuruyor:

“Şüphesiz Allah-u Teala imanı yedi şey üzere karar kılmıştır: İyilik, doğruluk, yakin, rıza, vefa, ilim ve hilim. Daha sonra Allah-u Teala bu sıfatları insanlar arasında bölmüştür. öyleyse bu yedi kısım iman (özellik) olan kimde olursa, o kamil mümindir.”

O halde bu iman sıfatlarından bazısına sahip olanın imanı, bu sıfatların hiçbirine sahip olmayan kimsenin imanına tercih edilir.

Ama kamil iman, bütün övülmüş sıfat ve beğenilmiş ahlaka sahip olan kimsenin imanıdır. O halde İslâm, imanın ilk derecesi olan Allah-u Teala’nın birliği ve Muhammed (s.a.a)’in nübüvvetine ikrar etmekten ibarettir. Ama din ve imanın hakikati, böyle bir insanın kalbine henüz girmemiştir. Nitekim Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ümmetinden bazısına şöyle buyurmuştur:

“Ey diliyle Müslüman olduğunu söyleyip de kalbine iman ihlası girmemiş topluluk!”

Şüphesiz iman ve İslâm arasında fark vardır. Ama bilindiği gibi biz de insanların batınını bilmekle görevli değiliz. Ben dün gece de Müslümanların arasına ihtilaf ve ikilik tohumunun atılması gerektiğini ima eden bir söz söylemedim. müminin alametinin, amelleri olduğunu söyledim. Ama bilindiği gibi bizim Müslümanların amellerini teftiş etme gibi bir görevimiz yoktur. Lakin gafil olanları amel etmeye sevk etmek ve zahirden batına, suretten manaya yönlendirerek imanın apaçık gerçeğine ermelerini sağlamak için mutlaka imanın alametlerini anlatmak zorundayız. Böylece ahirette kurtuluşun sadece amel ile olduğunu bilsinler. Nitekim bir hadiste şöyle buyurulmaktadır:

“İman; dil ile ikrar, kalp ile itikat ve organlarla amel etmektir.”

O halde dil ile ikrar ve kalp ile itikat; amelin ön hazırlığıdır. Dolayısıyla “La ilahe illallah, Muhammed’un Resulullah” (Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed O’nun elçisidir) diyen, ama farzları terk eden ve nehiylerden uzak durmayan bir kimseyi mümin sayamayız. Lakin zahirde onu kendimizden uzaklaştırmaz, onunla İslâm çerçevesinde muaşerette bulunuruz.

Ama öte yandan da bu dünyanın bir hazırlık aşaması olduğunu, ahiret aleminde böyle bir insanın kurtuluşa eremeyeceğini de biliyoruz. Orada kurtuluş sadece halis ve salih amellerle mümkündür. Nitekim “Asr” suresinde şöyle buyurulmaktadır:

“Asr’a and olsun ki, iman edenler ve salih amelde bulunanlar dışında tüm insanlar hüsrandadır.”

O halde Kur’ân hükmü gereği imanın esası salih ameldir; ameli olmayanın dil ve kalple inancı olsa da iman etmiş olduğu söylenemez.

Ehl-i Sünnet Kur’ân-ı Kerim’in Aksine Şii

Müslümanları Reddetmektedir!

Burada bizzat kendi sözlerinizi senet alarak şöyle diyorum; eğer sizler zahire hükmediyor ve “La ilahe illallah, Muhammed’un Resulullah (s.a.a)” (Allah’tan başka İlah yoktur, Muhammed O’nun elçisidir) diyeni Müslüman, mümin ve kardeşiniz sayıyorsanız, o halde neden Allah-u Teala’nın birliğini ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in nübüvvetini ikrar eden, bir kıble ve bir kitaba inanan, farzları nafileleriyle yerine getiren, namaz kılan, oruç tutan, hacca giden, haramlardan kaçınan, humus ve zekat veren ve cismani dirilişe inanan Şii Müslümanları ve Ehl-i Beyt (a.s) taraftarlarını kafir, müşrik ve Rafızi sayarak, kendinizden uzaklaştırıyorsunuz? Harici, Nasibi ve Emevilerin tebligatlarının etkisinin halen üzerinizde olması gerçekten şaşırtıcıdır!

Aslında Müslümanları asıl ikiye bölen ve nifak çıkaranlar sizlersiniz. Çünkü sizler yüz milyondan fazla Müslüman, mümin ve muvahhidi reddediyor, onları kafir, müşrik ve Rafızî sayıyorsunuz.

Halbuki bilindiği gibi onların müşrik ve kafir olduğuna dair en küçük bir deliliniz de yoktur. Dedikleriniz hep iftira, konuları karıştırma ve safsatadır.

Kesin olarak bilin ki; bu tahrikler, Müslümanları bölüp parçalamak ve onlara hakim olmak isteyen dış güçlerinin oyunudur.

İmamet ve velayet dışında, ahkam ve kaide usullerinde hiçbir ihtilafımız yoktur. Eğer ahkamın teferruatındaki ihtilafları söyleyecek olursanız, bu tür ihtilaflar bizden çok, bizzat kendi dört mezhebiniz arasında daha şiddetlidir. Şu anda Hanefilerin; Malikiler, Şafiiler veya Hambelilerle var olan ihtilaflarını saymayı yararlı görmüyorum. İlahi adalet mahkemesinde Şii Müslümanların, şirk ve küfürlerine dair ikame edebileceğiniz iftira ve bağnazlık dışında bir delilinizin olduğunu sanmıyorum.

Ehl-i Sünnet kardeşlerin gözünde Şii Müslümanların affedilemeyecek tek günahı; Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in hadislerini, hüküm ve emirlerini, kendi heva heves ve kıyaslarıyla değiştirmemesi ve kendi fakihlerinizin, hatta büyük halifelerinizin bile reddettiği Ebu Hureyre, Enes ve Semure gibileri, kendisi ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a) arasında aracı kabul etmemesidir. Haricilerin, Nasibilerin ve Emevilerin tahrikine kapılarak onların Şiiler hakkında attıkları iftiraları maalesef ciddiye almış ve büyük saymışlardır.

Şiilerin Hz. Ali ve Ehl-i Beyt’i İzlemelerinin ve Dört Mezhep İmamını Taklit Etmemelerinin Nedenleri

Şiiler bizzat Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in emriyle Ehl-i Beyt (a.s)’ı izlemektedir. Şiiler Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in bizzat ümmetine açtığı kapıyı kapatmayı câiz görmüyor, gönüllerinin istediği bir kapıyı da açmıyorlar. Ehl-i Sünnet’in Şiilere yaptığı en büyük itirazları; neden dört mezhep imamlarını değil de Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Ehl-i Beyti’nden olan on iki İmamı taklit etmeleridir.

Halbuki bilindiği gibi sizler Müslümanların usulde Eş’ari veya Mutezili, füruda ise Maliki, Hanefi, Hanbeli veya Şafii olması gerektiği hakkında Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’den asla bir delil getiremezsiniz.

Ama bilindiği gibi tam aksine bizzat sizin ravilerinizin de Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’den rivayet etmiş olduğu birçok rivayet (ki bizde mütevatirdir), Ehl-i Beyti Kur’ân’la eşitlemekte ve ümmete Ehl-i Beyt’i takip etmeyi emretmektedir. Sekaleyn, Sefine (Gemi), Hıtta Kapısı ve önceki geceler yeri geldiğinde senetleriyle birlikte takdim ettiğim diğer birçok hadis bunu göstermektedir. Bunlar sizin alimlerin muteber kitaplarında yer alan ve Şiiler için en büyük sağlam senet olan rivayetlerdir.

O halde siz de kendi kitaplarınızdan bile olsa usulde Eb’ul- Hasan Eş’ari, Vasıl bin Ata ve benzerlerini; füruda ise, dört mezhep imamlarınızdan birini takip etmek gerektiğini emreden bir tek nebevi hadis söyleyebilir misiniz?

Beyler, biraz da olsa adet ve bağnazlıklarınızı kenara itiniz, Şii Müslümanların ne günahı var! Eğer sizin kitaplarınızda Ehl-i Beyt’i takip etmek gerektiğini söyleyen muteber rivayetlerden yüzde biri dahi mezhep imamlarınızdan biri hakkında rivayet edilmiş olsaydı biz de kabul ederdik.

Resulullah (s.a.a)’in Emri Üzere Ümmet Ehl-i Beyt’e Uymalıdır

Ama ne yapalım, bütün muteber kitaplarınız, bizim inançlarımızı teyit etmektedir. Eğer hepsini tek tek zikretmek icab ederse aylarca vaktimizi alır. Örnek olarak aklıma gelen bir rivayeti size rivayet edeyim; böylece Şii Müslümanların gittikleri yoldan başka bir çarelerinin olmadığını anlayasınız.

Şeyh Süleyman Belhi el-Hanefi “Yenabi’ul- Mevedde kitabının 4. bölümünde İbn-i Abbas’tan naklen Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Hz. Ali (a.s)’a şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

Ya Ali, ben ilim şehriyim, sen de onun kapısı. Şehrime gelmek isteyen kapıdan girmelidir; sana buğzettiği halde beni sevdiğini söyleyen yalan atıyor; çünkü sen bendensin ve ben de sendenim; etin benim etim, kanın benin kanım, ruhun benim ruhum, batının benim batınım, zahirin benim zahirimdir. Sana itaat eden saadete erer, isyan eden şekavete düşer, seni seven kazanır, sana düşmanlık eden zarar eder, seninle olan kurtulur, senden ayrılan helak olur. Senin ve soyundaki İmamların benden sonraki misali; Nuh’un gemisi misalidir; ona binen kurtulmuştur, kaçınan ise boğulmuştur. Sizin misaliniz yıldızlar misalidir; kıyamete kadar bir yıldız gizlenince diğer bir yıldız ortaya çıkar.”

Şia ve Ehl-i Sünnet’in ittifak etmiş olduğu “Sekaleyn” hadisinde de şöyle buyurulmaktadır: “Eğer Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Ehl-i Beyti’ne sarılırsanız, asla sapıklığa düşmezsiniz.” Bu hadisi sizin güvenilir ravileriniz farklı yollarla rivayet etmişlerdir. Nitekim önceki geceler bazı ravilerinize, senet zincirlerine ve muteber kitaplarınıza işaret etmeye çalıştım.

Şimdi vakit el verdiği kadarıyla gerçeği ispat etmek için tekit olsun diye arz ediyorum ki; Mutaassıp İbn-i Hacer Mekki “Savaik” kitabının 11. babının ilk bölümünün zımnında, 92. sayfada, “Onları tutuklayın, çünkü onlar sorguya çekilecekler.[4] ayetinin Tefsirinde bu konuda araştırma yapmıştır. Şeyh Süleyman Belhi el-Hanefi de “Yenabi’ul- Mevedde kitabının 59. babında (İstanbul baskısı) 296. sayfada Savaik’ten naklen bu hadisin çeşitli yollarla rivayet edildiğini itiraf etmektedir. Nitekim İbn-i Hacer şöyle diyor: “Sekaleyn hadisi birçok yoldan ve Resulullah (s.a.a)’in 20’den fazla ashabından rivayet edilmiştir.”

Bu yollardan bazısının Arafe, bazısının Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in ölüm döşeğinde yattığı ve odasının ashabıyla dolup taştığı zamana ve bazısının da Veda hutbesine kadar uzandığını söylemektedir. İbn-i Hacer daha sonra kendi inancını şöyle açıklamaktadır: “Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bu hadisi Kur’ân-ı Kerim ve Ehl-i Beyt’in değerini göstermek için farklı yerlerde söylemiş olabilir, bunlarda bir çelişki yoktur.”

Aynı sayfanın başında ise şöyle diyor: “Sahih bir rivayette ise şöyle yer almıştır:”Size iki emanet bırakıyorum, onlara uyduğunuz müddetçe asla sapmazsınız, bunlar Allah-u Teala’nın kitabı ve itretim olan Ehl-i Beyti’mdir.”

Taberani ise bu hadisi biraz fazlalıkla şöyle rivayet etmektedir:

“Sizden Kur’ân’ı ve Ehl-i Beyt’imi soracağım, o halde onlardan öne geçmeyin ve onlardan geri kalmayın; yoksa helak olursunuz; onlara bir şey öğretmeye kalkışmayın; zira onlar sizden daha bilgilidir.”

İbn-i Hacer kitabının 92. sayfasının sonunda bu hadisi Taberani ve benzerlerinden rivayet ettikten sonra onca taassubuna rağmen şöyle diyor: Kur’ân-ı Kerim ve Ehl-i Beyt’in Sekaleyn olarak adlandırılmasının sebebi bu ikisinin her açıdan ağır ve vakarlı oluşlarıdır. Çünkü sıkldan maksat; temiz, beğenilmiş, değerli ve çok faydalı olan şeydir; onlar her türlü pislikten arınmıştır. Her ikisi de din ilminin madeni, ilmi hikmet ve sırlar ve şer’i hüküm ve kanunlardır.”

Bu yüzden Peygamber-i Ekrem (s.a.a) onlara sarılmayı ve onlardan öğrenmeyi emretmiştir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.a) bir yerde şöyle buyuruyor: “Hamd olsun O Allah’a ki, hikmeti biz Ehl-i Beyt’te karar kılmıştır.”

Bazılarına göre de Kur’an’la Ehl-i Beyt’i “Sekaleyn” olarak adlandırılmasının sebebi, haklarına riayetin lüzumudur. Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Ehl-i Beyt’i bu kadar tavsiye etmesinin sebebi de onların Kur’ân ve Sünnet hususunda bilgili oluşlarıdır.

Kur’ân-ı Kerim ve Ehl-i Beyt (a.s), havuzun başında Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’e varıncaya kadar asla birbirinden ayrılmayacaklardır. Bu beyanın delili de daha önce geçen; “Onlara öğretmeye kalkışmayın; zira onlar sizden daha bilgindirler.” rivayetidir. Zira Allah-u Teala onları tertemiz yaratmış, üstün keramet ve faziletlerle topluma tanıtmıştır.

Ehl-i Beyt’e sarılma emrini içeren rivayette bir ince nükte vardır; o da şu ki; kıyamet gününe kadar dünyanın, Allah-u Teala tarafından İlahi hükümleri yaymakla görevlendirilen Ehl-i Beyt (a.s)’dan asla boş kalmayacağıdır.”

Ne ilginçtir ki kendisi de, Ehl-i Beyt (a.s)’dan ilmi yüce mertebelere ve ameli dini vazifelere sahip olanların Ehl-i Beyt (a.s)’dan olmayanlara öncelik arz ettiğini bizzat itiraf etmektedir.

Buna rağmen kendisi Resulullah (s.a.a)’in bu emrinin tam tersine öncelik hakkı olmayanları öne geçirmiş ve Ehl-i Beyt (a.s)’ı terk etmiştir. (Ey basiret sahipleri ibret alın! Fitnelerden ve bağnazlıktan Allah-u Teala’ya sığınırız!)

Şimdi siz beylerden insaf istiyorum, Kur’ân-ı Kerim ve Ehl-i Beyt’e uymayı ümmetin kurtuluş ve saadeti için yegane yol bilen bu açık emirler karşısında görevimiz nedir? Beyler, yol oldukça tehlikeli ve incedir, geçmişlerin adetini bırakın; ilim, ahlak ve insafa sarılın. Acaba biz de Kur’ân’ı değiştirip zaman ve mekanın gerektirdiği başka bir kitabı seçebilir miyiz?

Seyyid: Asla böyle bir şey olmaz; çünkü Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in emaneti, semavi muhkem bir senet ve büyük bir kılavuzdur.

Davetçi: Aferin! İşte gerçek budur; Kur’ân’ı nasıl değiştiremezsek Kur’ân-ı Kerim’in eşi ve dengi olan Ehl-i Beyt’i de terk edemeyiz. O halde Ehl-i Beyt (a.s)’dan olmayanı nasıl Ehl-i Beyt (a.s)’dan öne geçirdiler? Bendenizin bu sade sorusunu cevaplayın. Acaba Ebu Bekir, Ömer ve Osman, haklarında birçok ayet ve rivayet bulunan Ehl-i Beyt (a.s)’dan olabilir mi ki biz de Resulullah (s.a.a)’in hükmü gereği onlara itaat etmek zorunda olalım?!

Seyyid: Asla, hiç kimse Ali dışında diğer reşit halifelerin Ehl-i Beyt (a.s)’dan olduğunu söylememiştir; ama onlar Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in salih sahabelerindendiler.

Davetçi: Lütfen söyleyin; Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bir ferde veya topluluğa itaati emredince bazısının; “Başkalarına uymamız bizim salahımızadır” demesi doğru mudur? O diğer insanlar her ne kadar mümin ve salih bile olsalar, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in emrine mi uymamız icab eder, yoksa ümmetin salihlerine mi?

Körü Körüne Taklit Etmek İnsana Yakışmaz

Davetçi: Resulullah (s.a.a), Kur’ân-ı Kerim ve Ehl-i Beyt’e birlikte sarılmayı ve onların önüne hiç kimseyi geçirmemeyi emretmiştir. O halde neden başkalarını en bilgili ve en faziletli olan Ehl-i Beyt (a.s)’dan öne geçirmişlerdir? Eb’ul-Hasan Ali bin İsmail Eş’ari, Vasıl bin Ata, Malik bin Enes, Ebu Hanife, Muhammed bin İdris eş-Şafii ve Ahmed bin Hanbel mi Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Ehl-i Beyti’dir, yoksa Hz. Ali (a.s) ve onun soyundan gelen diğer on bir İmam mı? İnsafla açıkça cevap veriniz.

Seyyid: Şüphesiz hiç kimse onların Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Ehl-i Beyti’nden olduğunu söylememiştir. Ama bilindiği gibi onlar da ümmetin seçkinleri, fakihleri ve salihleriydi.

Davetçi: Ama bilindiği gibi ümmetin hepsinin ittifakıyla, on iki İmamımızın hepsi de Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Ehl-i Beyti’dirler. Sizin kendi alimlerinizin de itiraf etmiş olduğu gibi Peygamber-i Ekrem (s.a.a), Ehl-i Beyt’i Kur’ân-ı Kerim’in dengi kabul etmiş, itaatlerini kurtuluş sebebi bilmiş ve açıkça onların herkesten daha bilgili olduğunu buyurarak onlardan öne geçilmemesini emretmiştir.

Bu kadar önemle vurgulanan apaçık emirlere rağmen ne cevap vereceksiniz? Peygamber-i Ekrem (s.a.a); “Neden emrime uymadınız, hepinizden daha bilgili olan Ehl-i Beyt’ime başkalarını neden tercih ettiniz; halbuki bilindiği gibi ben onlardan öne geçilmemesini istemiştim?” diye sorarsa ne cevap vereceksiniz?

O halde Şiiler kendi mezheplerini, Resulullah (s.a.a)’in emri gereğince risalet ilminin kapısı olan Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’den ve O’nun tertemiz Ehl-i Beyti’nden almışlardır. Hz. Ali (a.s), Hz. Hasan (a.s) ve Hz. Hüseyin (a.s) birbiri ardınca bu mezhebe kaynaklık etmişlerdir.

Ama usullerde Eş’ari veya Mutezile, füruda ise Maliki, Hanbeli, Hanefi ve Şafii olanlar, onlara uyma konusunda Resulullah (s.a.a)’dan bir emir almışlar mıdır?

Onlar her şeyden önce Ehl-i Beyt (a.s)’dan değillerdir ve onlara uyulması noktasında hiçbir emir yoktur. İkinci olarak; Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’den sonra sahabe ve tabiin dönemi olan üç asra kadar da asla isimleri geçmemiş, sonraları siyaset veya bilemediğim başka sebeplerden dolayı ortaya çıkmışlardır.

Ama bilindiği gibi Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Ehl-i Beyti’nden olan İmamlar, özellikle İmam Ali, İmam Hasan ve İmam Hüseyin (aleyhum’us- selam) Peygamber-i Ekrem zamanında yaşamış, ashab-ı kisa’dan ve tathir ayetinin muhataplarından bile olmuşlardır.

Acaba Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in emri sebebiyle Ehl-i Beyt’e uyan Şii Müslümanları, müşrik, kafir ve kanları helal ilan etmek doğru mudur?

Onlar yapmamaları gereken işleri yaptılar. Onlar ehliyeti olmayanları öne geçirdiler ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Ehl-i Beyt’inden olmayanları tercih ettiler. Kur’ân-ı Kerim’in dengi olan Ehl-i Beyt (a.s) hususunda sizinle bir çekişmemiz de yok ve sizleri kafir ve müşrik olarak da ilan etmiyoruz, sizleri dini kardeşlerimiz sayıyoruz.

Ama siz zavallı halkı kandırıp Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in emriyle Ehl-i Beyt’e (a.s) uyan Şii Müslümanları kafir, müşrik, Rafızî ve bidat ehli olarak ilan etmekle İlahi adalet mahkemesinde ne cevap vereceksiniz?

İnsan İlim ve Akıla Uymalıdır

Neden Hanefi, Maliki, Hanbeli veya Şafii değil de Ehl-i Beyt İmamlarından olan Cafer bin Muhammed Sadık (a.s)’ın mezhebine uyuyorsunuz? diyerek bizleri suçluyoruz? Oysa biz Şiilerin kimseye karşı kin ve düşmanlıkları yoktur. Ama bilindiği gibi akıl ve bilgi, bize körü körüne yürümememizi emretmektedir. Semavi Hak kitap olan Kur’ân da bize şöyle kılavuzluk etmektedir:

“Sözü dinleyip de en iyisine uyan kulları müjdele”[5]

Biz de delil ve burhan olmadan kimseye uymayız, bizim kılavuzumuz Allah-u Teala ve Resulullah (s.a.a)’dir.

Allah-u Teala ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bize hangi yolu gösterirse o yoldan gideriz. Bu yüzden Kur’ân ayetlerinde ve sizin muteber kitaplarınızda yer alan birçok nebevi hadislerde (ki Şia’da mütevatirdir) sayısız delil ve burhan bizlere hak yolun Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Ehl-i Beyt’ine uymak olduğunu göstermektedir.

Eğer siz kendi hadislerinizden de olsa, usulde Eş’ari veya Mutezili, füruda ise dört mezhepten birine uymayı emreden bir tek hadis gösterecek olursanız, bendeniz hemen teslim olur ve sizden olduğumu ilan ederim. Ama bilindiği gibi kesinlikle böyle bir deliliniz yoktur. Sadece onların İslâmi fakihlerden olduğunu söyleyebilir ve hicri 666 yılında Melik Tahir Bibres’in bu dört mezhepten birini taklit etmeye zorladığını söyleyebilirsiniz. Şu anda bu olayı detaylıca anlatmaya vaktimiz yoktur.

Özel izin ve nass olmadan sadece bu dört imamın taklit edilmesi gerektiğini söylemenin bütün İslâm alimleri ve fakihlerine apaçık bir zulüm olduğunu ve onların ilmi haklarını zayi ettiğini söylemiyorum.

Halbuki bilindiği gibi tarihin de gösterdiği üzere İslâm’da özellikle de kendi mezhebinizde birçok alim ve fakih çıkmıştır. Elde olan ilmi ölçüler üzerince bu dört mezhep imamından daha bilgili ve daha fakih idiler. Dolayısıyla onların hakkı zayi edilmiştir.

Gerçekten bizzat kendi alimlerinizin muteber kitaplarında yer alan onca açık delil ve naslara rağmen Hz. Ali (a.s)’a uymaya yanaşmamanız çok ilginçtir. Halbuki bilindiği gibi Allah-u Teala ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a) birçok ayet ve rivayetlerde Müslümanlara Hz. Ali’yi tanıtmışlardır. Ama bilindiği gibi öte yandan hiçbir delil ve nassınız olmamasına rağmen sadece dört imamı taklit ediyor, onlara uyuyor ve içtihat kapısını da kapatıyorsunuz.

Seyyid: Siz “On iki İmam’a” uymayı mecburi kıldığınız deliller üzere, biz de dört imama uymayı mecbur kılmışız.

Davetçi: Aferin! Aferin! Ne kadar güzel beyan ettiniz. Ben burhan ve delile uyarım; eğer deliliniz varsa söyleyin. Nitekim Kur’ân da şöyle buyuruyor. “De ki: Doğru sözlü iseniz delilinizi getirin[6]

Evvela; “On İki İmamı” Şiiler veya onların sonraki asırlarda yaşayan alimleri, kendilerince on ikiyle sınırlandırmamışlardır. Aksine bizden ve sizden rivayet edilen rivayetler ile birçok naslar, bizzat Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in İmamları on iki kişiyle sınırlandırdığını beyan etmektedir.

Halifelerin On İki Kişi Olduğunu Peygamber (s.a.a)’in Kendisi Beyan Etmiştir

Nitekim bizzat kendi alimleriniz de bunu itiraf etmiştir. Bu cümleden Şeyh Süleyman Kunduzi Hanefi Yenabi’ul- Mevedde kitabının (İstanbul baskısı) 77. babının başında, 444. sayfada şöyle diyor: “Peygamber-i Ekrem’in; “Benden sonra halifeler 12 kişidir” hadisinin tahkiki…”

Bir rivayeti naklettikten sonra şöyle diyor:

“Yahya bin Hasan “el-Umde” kitabında, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’den sonra halifelerin 12 kişi olup hepsinin de Kureyş’ten olduğuna dair 20 yoldan rivayet etmiştir. Sahih-i Buhari’de üç yoldan, Sahih-i Müslim’de dokuz yoldan, Sünen-i Ebi Davud’da üç yoldan, Sünen-i Tirmizi’de bir yoldan ve Hamidi’nin Cem’un Beyn’es- Sahihayn’de ise üç yoldan rivayet edilmiştir.”

Sizin diğer alimleriniz de bu cümleden olarak Himvini Feraid’de, Harezmi ve İbn-i Meğazili Menakıb kitaplarında, imam Sa’lebi Tefsirinde, İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ül- Belağa şerhinde ve özellikle Mir Seyyid Ali Hemedani eş-Şafii Meveddet’ül- Kurba’nın 10. Mevedde’sinde; Abdullah bin Mes’ud, Cabir bin Semure, Selman-i Farsi, Abdullah bin Abbas, Abaye bin Rıb’i, Zeyd bin Harise, Ebu Hureyre ve Emir’ul- Mü’minin Hz. Ali (a.s)’dan muhtelif yollarla Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:

“Benden sonraki, halife ve İmamlar on iki kişidir; hepsi de Kureyş’dendir.”

Bazı rivayetlerde ise “Beni Haşim’den olduğu” yer almıştır. Bazı rivayetlerde bizzat isimleri zikredilmiş, bazılarında ise sadece sayıyla sayılmıştır.

Bunlar sizin muteber kitaplarınızda yer alan rivayetlerdir. Şimdi eğer Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’den dört halife ile ilgili bir rivayetiniz varsa söyleyin, biz de teslim olalım.

Ayrıca söylemek gerekir ki sizin dört imam hakkında da bir rivayetiniz yoktur. Şia İmamları ile sizin imamlarınız arasında çok büyük farklar vardır. Önceki gecelerde de işaret etmiş olduğum gibi bizim on iki İmamımız Resulullah (s.a.a)’in vasileri ve Allah-u Teala’nın tayin etmiş olduğu kimselerdir.

Asla sizin dört imamla mukayese edilemez. Sizin imamlarınızın fıkıh ve içtihat yönü vardır. Onlardan bazısı örneğin Ebu Hanife, bizzat kendi alimlerinizin itiraf etmiş olduğu üzere hadis, fıkıh ve içtihat ehli değildi. Ebu Hanife kıyas ehliydi, bu da onun bilgisizliğini göstermektedir. Ama bilindiği gibi bizim on iki İmamımız İlahi hüccetler, vasiler ve Resulullah (s.a.a)’in halifeleridir.

Biz O’nları taklit etmiyoruz; Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in emri gereği O’nların yolunu izliyoruz. Ama her dönem ve zamanda varolan Şii fakihler ve müçtehitler İlahi ahkamı, kitap, sünnet, akıl ve icma ölçüleriyle istinbat etmekte ve hüküm çıkarmaktadırlar. Biz de onların fetvalarıyla amel ediyor ve taklit ediyoruz.

Sizin fakihleriniz Ehl-i Beyt (a.s) İmamlarının öğrencileriydi; siz taklit ve adet üzere ilim ve amel üstatlarını bırakıp ilmi temelleri görmezlikten gelerek kıyas ve reyle amel eden öğrencilerine uydunuz.

Seyyid: İmamlarımızın sizin İmamlarınızdan ilim öğrendiği nereden bellidir?

İmam Sadık (a.s)’ın Makamına İşaret

Davetçi: Hem tarihi gerçekler, hem de kitaplarınızdaki kayıtlar bunu göstermektedir. Büyük ve değerli alimleriniz kendi kitaplarında bunu itiraf etmişlerdir. Bu konuda değerli alim Nuruddin bin Sabbağ-i Maliki’nin “Fusul’ul- Muhimme kitabının İmam Sadık (a.s) faslına müracaat ediniz. İmam Sadık’ın ilim ve fazileti hakkında şöyle diyor:

 “İmam Sadık (a.s) ilim ve fazilette seçkin ve üstün birisi idi; ilim öğrenmek peşinde olan kimseler dört taraftan kendisine akın ediyorlardı. İmam’ın şöhreti bütün bölgelere yayılmıştı, alimler Ehl-i Beyt’in hiçbirinden, ondan naklettikleri kadar hadis rivayet etmemişlerdir. Ümmetin büyük alimlerinden Yahya bin Said, İbn-i Cüreyh, Malik bin Enes, Sufyan-ı Sevri, Ebu Uyeyne, Ebu Eyyub Secistani, Ebu Hanife, Şu’be ve daha bir çoğu İmam Sadık’tan rivayet etmişlerdir.”

Kemaluddin bin Ebi Talha, Menakıb’ında şöyle diyor: “Birçok din imamları ve büyük alimler İmam Sadık’tan hadis rivayet edip onun ilim ve bilgisinden istifade etmişlerdir.” Daha sonra da “Fusul’ul- Muhimme yazarının saydığı isimleri sıralamıştır.

İmam’ın zahiri ve batıni kemal ve faziletleri, dost ve düşman herkesin kabul gördüğü bir şeydi. Bunu insaf ehli büyük alimleriniz de kitaplarında kaydetmişlerdir. Örneğin; Şehristani “Milel ve Nihel kitabında, Maliki de Fusul’ul- Muhimme’de... Özellikle Şeyh Abdurrahman Silmi Tabakat’ul- Meşayih’te şöyle diyor:

“İmam Cafer-i Sadık, bütün emsallerinden üstündü; İmam dinde garizi bir ilme sahipti, dünyaya karşı zahit, şehvetlerden uzak ve hikmetlerde kamil bir kültüre sahipti.”

Muhammed bin Talha eş-Şafii Metalib’us- Seul’un 6. babının başında, bu mananı bütününü rivayet ederek şöyle diyor:

“İmam Sadık Ehl-i Beyt’in büyüklerinden ve sayılanlarından idi. Bütün ilimlerin ve ibadetlerin ehliydi, sürekli zikrediyor, apaçık züht içinde yaşıyordu. Kur’ân okumaya büyük iştiyak duyuyor, Kur’ân denizinden inciler çıkarıyor, ilginç sonuçlar alıyordu. Vaktini her türlü itaate ayırmıştı, nefsini hesaba çekiyor, sürekli ahireti anıyordu. O’nun sözlerini dinlemek insanı dünyada zahid kılıyor, hidayetine uymak insana cenneti kazandırıyordu. Yanaklarındaki nur onun nübüvvet hanedanından olduğuna şehadet ediyordu. Amellerinin temizliği O’nun risalet soyundan olduğunu gösteriyordu. Birçok imamlar ve büyük şahsiyetler ilminden istifade etmiş ve kendisinden hadis rivayet etmişlerdir. Yahya bin Said’il- Ensari, İbn-i Cüreyh, Malik bin Enes, Sevri, İbn-i Uyeyne, Şu’be, Eyyub-i Secistani vb. O’ndan ilim aldıkları için övünüyor ve çağdaşlarına O’ndan aldıkları ilim ve hadisler sebebiyle üstünlük taslıyorlardı.”

Eğer alimlerinizin İmam Sadık (a.s) hakkındaki görüş ve inançlarını rivayet edecek olursak, söz oldukça uzar. Özetle diyecek olursak, bütün insaflı alimleriniz, İmam’ın ilim, züht, takva ve güzel ahlakta zamanının en üstünü olduğunu itiraf etmişlerdir.

Elbette o imamet güneşini ve sahip olduğu yüce makamlarını bu nakıs dille ifade edebilmek mümkün değildir.

Nevvab: Kıble sahip (alicenap)! Sözünüzü kestiğim için özür dilerim; unutkan olduğumdan dolayı izin verirseniz bir şey sormak istiyorum.

Davetçi: Önemli değil, istediğiniz zaman soru sorunuz, ben asla sıkılmam.

Nevvab: Geçen gecelerde de beyan ettiğiniz gibi Şia mezhebi on iki İmam mezhebidir, o halde neden Caferi Mezhebi diyorlar?

Caferi Mezhebinin Çıkışı

Davetçi: Peygamber-i Ekrem (s.a.a) de, kendisinden sonra vasi tayin eden diğer peygamberler gibi Hz. Ali (a.s)’ı kendi vasisi, halifesi ve ilim kapısı olarak tanıtmış ve ona itaati ümmetine emretmiştir.

Ama bilindiği gibi Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in vefatından sonra akıl sahipleri indinde malum olan sebeplerden ötürü siyaseten hilafet işi Ebu Bekir, Ömer ve Osman’ın eline geçti. İlk günler hariç bütün hilafet müddeti boyunca Ebu Bekir ve Ömer, Hz. Ali (a.s) ile istişare ediyor ve O’nun dedikleriyle amel ediyordu. Ayrıca bilindiği gibi apaçık gerçekleri keşfetmek için Medine’ye gelen din bilginleri de Hz. Ali (a.s) ile tartışıyorlardı. Hz. Ali (a.s) hayatta olduğu müddetçe mukaddes İslâm dinine büyük hizmetler yapmıştır.

Ama Hz. Ali (a.s)’ın şahadetinden sonra hilafet Emevilerin eline geçince, velayet ve imamet tamamiyle sınırlanmış oldu. Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Ehl-i Beyti’ne büyük zulümler ve düşmanlıklar yapıldı.

İmam Hasan ve Hüseyin (a.s) şehit oldu, İmam Zeyn’ul- Abidin ve İmam Muhammed Bakır (a.s) büyük baskılara ve eziyetlere maruz kaldı, tüm yollar yüzlerine kapandı, sadece bir avuç halis Şiiler onlardan ilim ve gerçekleri öğreniyordu. Sonunda onlar da, şehit edildi.

H. 2. asrın başlarında Emevilerin kötü yönetimi ve zulmünden bıkan halk kıyam etmeye başladı; özellikle de Abbas oğulları ile Ümeyye oğulları arasında kanlı savaşlar gerçekleşti. Emeviler kendilerini savunmakla meşguldü, dolayısıyla artık Resulullah (s.a.a)’in Ehl-i Beyt’ine eskisi gibi baskı yapılmıyordu.

İmam Sadık (a.s) bu fırsatı değerlendirerek evinin kapısını açtı, Emevilerin baskısı yüzünden inzivaya çekilmiş olan İmam, camide minbere çıktı, dini hüküm ve ilimleri tebliğ etmeye başladı, dört bin kadar öğrenci derslerine katılarak dini ilim ve hadisler öğrenip İmam’ın sonsuz ilim deryasından istifade ettiler.

İmam (a.s)’ın dersine katılan seçkin öğrenciler, elde ettikleri ilim sonucunda dört yüz usul (adap, erkân) yazdılar; bunlar “Dört Yüz Usul” diye meşhur oldu.

İmam Yafii Yemeni kendi Tarih kitabında İmam Sadık (a.s)’ın ilim ve fazilette eşi olmadığını, yüce ilminin sonsuzluğunu yazmıştır. Ayrıca İmam’ın öğrencilerinden biri olan Cabir bin Hayyan-i Sufi, İmam’dan elde etmiş olduğu ilimler neticesinde bin sayfalık bir kitap ve beş yüz risale telif etmiştir.

Ehl-i Sünnetin büyük imam ve meşhur fakihleri de İmam (a.s)’ın feyzinden istifade eden öğrencilerindendirler.

Ebu Hanife, Malik bin Enes, Yahya bin Said Ensari, İbn-i Cureyh, Muhammed bin İshak, Yahya bin Said-i Kattan, Sufyan bin Uyeyne, Süfyan-i Sevri vb. birçok insan, kabiliyetleri ölçüsünde O İmam’ın nurlu huzurundan istifade etmişlerdir.

Böylesine ilmi bir riyasetin gerçekleşmesi, Ehl-i Beyt (a.s)’dan hiç kimseye nasip olmamıştır. Hiçbir engelle karşılaşmaksızın dini hükümleri, Kur’ân ayetlerinin tefsirini, ilim ve hadis temellerini, sır ve hakikatleri alenen açıp söylemek, O’nlardan hiçbirine nasip olmamıştır.

Zira Emeviler İmam Sadık (a.s)’ın babalarını, Abbasiler ise İmam (a.s)’ın oğullarından olan İmamları, son derece saygısızlıkla baskı altına almışlardır.

Gerçekte Şia mektebinin apaçık gerçeği ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’den miras alınan Ehl-i Beyt (a.s) ilminin sırları İmam Sadık (a.s) vasıtasıyla ortaya konmuştur. Bu yüzden bu hak mezhep de O’nun adıyla “Caferi” diye şöhret bulmuştur. Yoksa İmamı Sadık’la diğer Ehl-i Beyt İmamları arasında hiçbir fark yoktur.

Ama bilindiği gibi ne yazık ki dost, düşman herkesin en bilgili ve kamil insan olduğunu kabul etmiş olduğu böylesine büyük bir İmamı, sizden öncekiler, herkesten daha alim, daha fakih ve daha kamil olarak tanımadılar. Mübarek ismini dört mezhep imamları arasında zikretmeyi bile reva görmediler. Halbuki bilindiği gibi İmam Sadık (a.s), alimlerinizin de tasdik etmiş olduğu gibi ilim, fazilet, züht, takva ve kemaldeki yüce mertebesine rağmen ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Ehl-i Beyti’nden olduğu halde terk edildi ve başkaları öne geçirildi.

Eğer taraftarların sayısı açısından da bakacak olursak, dört mezhep imamlarından her birinin taraftarları İmam Sadık (a.s)’ın taraftarları kadar değildir.

Bağnaz alimleriniz amelde Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in tertemiz Ehl-i Beyti’ne karşı onca tavsiyesine rağmen itina göstermemiştir. Buhari ve Müslim gibi büyük fakihleriniz Ehl-i Beyt fakihi İmam Sadık (a.s)’ın rivayetlerini kendi kitaplarında nakletmeye hazır olmamışlardır. Hatta Ehl-i Beyt (a.s) İmamlarından ve Zeyd bin Ali bin Hüseyin, Yahya bin Zeyd, Muhammed bin Abdullah, Hüseyin bin Ali, Yahya bin Abdullah bin Hasan ve kardeşi İdris, Muhammed bin Cafer-i Sadık, Muhammed bin İbrahim (İbn-i Tabataba), Muhammed bin Muhammed bin Zeyd, Abdullah bin Hasan, Ali bin Cafer vb. risalet hanedanının büyük alimlerinden de hadis ve rivayet nakletmemişlerdir.

Ama bilindiği gibi ne yazık ki hali belli Ebu Hureyre, İkrime-i Harici ve daha önceki gecelerde de söylediğim gibi bizzat alimlerinizin de tasdik etmiş olduğu bir avuç iftiracı, yalancı ve sahtekar insanları can-ı gönülden kabul etmiş, onlardan hadis rivayet etmişlerdir!

Hatta İbn’ül- Beyyi’ şöyle yazmıştır: “Buhari, Hz. Ali (a.s)’ın katili İbn-i Mülcem’i öven İmran bin Hattan gibi 1200’den fazla Harici ve Nasibilerden hadis rivayet etmiştir!

Ne kadar üzücü; Resulullah (s.a.a)’in Ehl-i Beyti’nden olmayan imam A’zam (Ebu Hanife), imam Malik, imam Şafii ve imam Hanbel’in takipçi ve mukallitlerini, usul ve füruda onca birbirleriyle ihtilafları olmalarına rağmen tertemiz Müslüman bilmekte ve onlar için kendi mezheplerine göre özgürce amel etmelerine hak tanınmaktadır; ama İmam Cafer Sadık (a.s)’ın takipçilerini kafir, müşrik ve Rafızî olarak tanıtıyorlar. Öyle ki Sünni beldelerinde hatta Allah-u Teala’nın güven yeri kıldığı Mekke’de bile inanç, amel ve ibadet özgürlükleri yoktur. Hafız Şirazi ne de güzel beyan ediyor:

Eğer Müslümanlık Hafız’da olan ise,

Eyvah bugünün bir de yarını varsa!

O halde beyler bilsin ki, biz Şiiler asla ayrılık yaratmıyoruz, aksine sizler; sizinle aynı kıbleyi, namazı, orucu, haccı ve diğer dini hükümleri paylaşan yüz milyondan fazla mümin ve muvahhid Müslümanı kendinizden dışlıyor, onları müşrik ve kafir sayıyorsunuz!

(Bu esnada yatsı ezanı okundu, beyler yatsı namazını kıldılar, namazdan sonra çaylar içildi ve oturuma devam edildi.)

Hafız: Gerçek, buyurduğunuz gibidir; ben insafsız ve hakkı kabul etmeyen biri değilim. Sizin de önemle vurguladığınız gibi birçok bağnazlıkların yapılmış olduğunu kabul ediyorum; bütün ihlasımla sizden oldukça istifade ettiğimi ve aydınlandığımı belirtmek isterim. Ama izin verirseniz, hem sizden şikayet etmek, hem de Ehl-i Sünnet’i savunmak için birkaç şey söylemek istiyorum. Siz Şii alimleri neden bilgisiz halkınızı, sonucu küfre varan bir takım söz ve davranışlardan alı koymuyorsunuz? Elbette ki onların bu söz ve davranışları başkalarının kendilerini tekfir etmesine de bir bahane teşkil etmektedir.

İnsan genelde yersiz bir söz veya davranış sebebiyle saldırıya uğramaktadır; boşuna Ehl-i Sünnet’i suçlamayın. Aksine başkalarına bahane veren, söylediği sözlerle kalpleri nefret ettiren ve tekfir edilmelerine neden olan siz Şiilersiniz.

Davetçi: Küfür ile sonuçlanan söz ve davranışlar nelerdir? İzah ederseniz ben de cevap vermeye çalışırım.

Neden Şiiler Sahabelere ve Hz. Peygamber (s.a.a)’in Eşlerine Dil Uzatıyorlar?

Hafız: Şiiler Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in özel sahabelerine ve bazı tertemiz eşlerine dil uzatmakta ve onları eleştirmekteler; bu ise apaçık bir küfürdür. Çünkü yıllarca Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in yanında tevhid kelimesini yükseltmek için kafirlere karşı savaştılar. Onların hizmetleri her türlü noksanlıktan uzaktır. Kesinlikle cenneti hak etmişlerdir; özellikle Fetih suresinin 18. ayetinde kastedilen sahabeler, “Şüphesiz Allah o ağacın altında (Hudeybiye) sana biat edenlerden Allah razı olmuştur.” ayeti hükmü gereğince, Allah-u Teala’nın rızayetine ermişlerdir. Şüphesiz Resulullah (s.a.a) de söz ve amelleriyle onları yüceltmiştir. Dolayısıyla onların üstünlüğünü inkar eden sapıklığa düşmüş olacaktır; gerçekte Necm suresinin, “O nefsinin hevasından konuşmaz, o şüphesiz kendisine inen vahiydir.” ayeti gereğince Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ve Kur’ân’ı reddetmiş olur. Kur’ân-ı Kerim ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’i reddeden insan ise kafir olur.

Davetçi: Ben alicenabınızın böyle açık oturumda bu gibi konuları açmanızı ve onların tartışılmasını istemiyorum. Zira mecburen vereceğim cevaplar cahil insanların eline bahane teşkil edebilir ve aksine hükmedebilirler. Dolayısıyla kendi aramızda gizlice konuşacak olursak, ben de sizlere gereken doğru cevabı verebilirim. Şimdi benim bu ricamı kabul edin ve bu konuyu açıkça tartışmaktan vazgeçelim. Bir gün sabah yanınıza gelir, bu meseleyi kendi aramızda halletmeye çalışırız.

Hafız: Bu konuda ben suçsuzum; çünkü kaç gecedir bazı beyler bu konuyu tartışmamızı istiyorlar. Ben de onların isteğine uyarak sizden bunu talep ettim; konuşmada metanetli olduğunuz için zarar vereceğini zannetmiyorum; beylere ikna edici bir cevap veriniz veya bizim haklı olduğumuzu tasdik ediniz.

Nevvab: Doğrudur, hepimiz bu konunun halledilmesini istiyoruz.

Davetçi: Madem böyle emrediyorsunuz, ben de itaat ediyorum. Ama bilindiği gibi sizin gibi birinden önceki geceler yaptığım onca açıklamaya rağmen yine de Şii Müslümanları tekzip etmenizi beklemiyordum. Önceki gecede size, Şia’nın Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Ehl-i Beyti’nin takipçisi olduğu hasebiyle asla tekzip edilemeyeceğini açıkça beyan etmiştim.

Sizin çeşitli cümlelerinizi birbirinden ayırarak hepsine ayrı ayrı cevap vermeye çalışacağım. Böylece hem burada hazır olanlar, hem de hazır olmayanlar insaf üzere hüküm versinler, kalplerine atılan şüphelerden kurtulsunlar ve Şii Müslümanların asla kafir sayılamayacağını ve küfür yollarının beylerin sandığı gibi olmadığını açıkça anlasınlar.

Sahabeyi Eleştirmek ve Onları Kınamak

Küfür Değildir

Evvela; Şii Müslümanların sahabe ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in eşlerini eleştirdikleri ve onları kınadıkları için kafir olduklarını söylediniz. Bunu hangi delil ve burhan üzere beyan ettiğinizi bilemiyorum. Yapılan eleştiri ve kınamalar delil ve burhan üzereyse, küfür şöyle dursun, tartışması bile yapılamaz, kınanamaz.

Eğer delil ve burhan üzere değilse ve iftiraysa, yine de küfür sayılamaz. Farzen sahabe de olsa yersiz olarak bir mümine dil uzatan veya onu tel’in eden kafir olmaz. Zina eden veya şarap içen birisi gibi sadece fasık sayılır. Bilindiği gibi her fısk ve isyan ise af edilebilir ve görmezlikten gelinebilir.

Nitekim Hicri/Kameri 456 yılında doğan İbn-i Hazm-i Zahiri el-Endülüsi “El-Fasl-u fi’l- Milel’i ve’n- Nihel kitabının 3. Cüz’ünde, 227. sayfada şöyle diyor: “Cehalet ve bilgisizliğinden sahabeye dil uzatan mazurdur. Bilerek dil uzatan ise, zina veya hırsızlık eden kimseler gibi sadece fasık sayılır. Ama bilindiği gibi sadece Resulullah (s.a.a)’in sahabesi olduğu için dil uzatırsa, Allah-u Teala’ya ve Resulullah (s.a.a)’a düşmanlık etmek ve dil uzatmak manasına geleceği için elbette küfür sayılır. Yoksa sadece sahabeye küfretmek, sövmek küfrü gerektirmez. Nitekim Ömer, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in büyük sahabe, Muhacir ve Bedir ashabından olan Hatib için; ‘İzin ver de bu münafığın boynunu vurayım’ demesine rağmen bu sövgüsü ve nifakla suçlaması onun küfrüne sebep olmamıştır.”

O halde doğru bile olsa Şii Müslümanları, sadece bazı sahabeye dil uzattı diye küfür ile itham etmek nasıl mümkündür?

Halbuki bilindiği gibi sizin büyük ve değerli alimleriniz muteber kitaplarında, sizin görüşünüzün tam tersini iddia etmiş ve gerçeği söylemişlerdir.

Kadı Abdurrahman İci eş-Şafii, Mevakıf’ta taassup esiri alimlerinizin Şii Müslümanları küfür ile itham ederken ortaya koyduğu delileri reddetmiş ve görüşlerini bağnazlık saymıştır.

İmam Muhammed Gazali açıkça şöyle diyor: “Sahabeye sövmek asla küfrü gerektirmez; hatta ilk iki halifeye sövmek bile insanı küfre düşürmez.”

Molla Sa’d Taftazani ise “Şerh-i Akaid-i Nesefi”de şöyle diyor: “Bazı taassup ehlinin sahabeye sövenleri küfür ile itham etmeleri, asla doğru değildir. Bazı bilginler sahabelere karşı varolan hüsn-ü zanları sebebiyle onların kötü fiillerini görmezlikten gelmiş ve tutarsız tevillere başvurarak Resulullah (s.a.a)’in ashabının sapıklık ve fısktan masum olduğunu söylemişlerdir. Halbuki bilindiği gibi bu asla doğru değildir. Tarih, aralarında yaptıkları savaşlarda onların bazısının fısk ve isyana düştüğünü göstermektedir. Hasadet ve makam düşkünlüğü sebebiyle çirkin işlere bulaşmış, sapmışlardır. Hatta büyük sahabeler bile bu çirkin amellerden kurtulamamıştır. O halde delil üzere onları eleştirenler kafir olamaz. Bazı alimlerimiz hüsn-ü zanda bulunarak onların bu kötü amellerini görmezlikten gelmiş, rivayet etmemişlerdir. Ama bilindiği gibi diğer bazı alimler de onların bazı kötü amellerini rivayet etmiş ve eleştirmişlerdir. Onları küfür ile suçlamak küfür değildir. Zira Resulullah (s.a.a)’ı gören her sahabe masum ve günahsız değildir.”

Ayrıca bilmek icab eder ki “Cami’ul- Usul” kitabının sahibi İbn-i Esir-i Cezri de Şii Müslümanları İslâmi fırkalardan biri saymıştır. O halde siz nasıl onları küfür ile itham edersiniz?

 Bazı amelleri sebebiyle sahabelere sövenlerin kafir sayılamayacağına dair bir delil de, bizzat halifeler döneminde sadece bazılarının sahabeye ağır küfürler etmiş olduğu halde halifelerin onları küfür ile suçlamaması ve öldürülmelerini emretmemesidir.

 Nitekim Hakim Nişaburi Müstedrek’in 4. cüzünün 335. Ve 354. sayfalarında, imam Ahmed bin Hanbel Müsned’in ilk cüzünün 9. sayfasında, Zehebi Telhis-i Müstedrek’te, Kadı Ayyaz “Şifa” kitabının 4. cüzünün ilk babında, imam Gazali ise İhya’ul- Ulum’un 2. cildinde şöyle rivayet etmektedir: Ebu Bekir’in hilafeti zamanında adamın biri Ebu Bekir’in yanına vararak ona ağır sövgülerde bulundu. Orada olanlar bu duruma çok rahatsız oldu. Ebu Berze-i Eslemi; “İzin verin onu öldüreyim; zira o kafir oldu!” deyince, Ebu Bekir şöyle dedi: “Hayır, öyle değildir; Peygamber (s.a.a)’den başka hiç kimse böyle hüküm veremez.”

Gerçekten Ehl-i Sünnet kardeşler kraldan çok kralcıdır; halife kendine söveni küfür ile suçlayıp öldürmeye kalkışmıyor. Ama bilindiği gibi siz beyler, Şii Müslümanları sahabeye sövme bahanesiyle kendi hayallerinizce küfür ile suçlayıp kanlarını helal sayıyorsunuz.

Eğer sahabeye sövmek küfür ise, neden sahabenin en üstünü Hz. Ali’ye söven ve lanet eden Muaviye ve taraftarlarını küfür ile suçlamıyorsunuz? O halde sizin maksadınız başkadır; siz, Ehl-i Beyt ve taraftarlarıyla savaşmak istiyorsunuz.

Eğer sahabeye, özellikle de reşit halifelere sövmek küfür ise siz beyler neden Ümm’ül- Müminin Aişe’yi küfür ile itham etmiyorsunuz? Zira o bütün alim ve tarihçilerinizin yazdığı gibi sürekli Osman’a sövüyor, onun için ağır laflar kullanıyordu. Osman için şöyle diyordu: “Uktulu na’selen fekad kefere.” (Bu na’seli[7] öldürün, o şüphesiz kafir olmuştur.)

Ama eğer bir Şii; “İyi oldu da Osman’ı öldürdüler; çünkü o kafirdi!derse, siz beyler hemen onu küfür ile itham eder, ölüm hükmünü verirsiniz. Aişe ise bizzat Osman’ın huzurunda onu küfür ile itham etmişti. Ama bilindiği gibi ne halife, ne de sahabe ona dokunmadı. Nitekim siz de onu kınamıyorsunuz.

Nevvab: Kıble sahip (alicenap)! Sözünüzde beyan ettiğiniz “Na’sel”in manası nedir?

Davetçi: Alimlerinizden Firuzabadi “Kamus’ul- Lugat”da “Na’sel”in manası hakkında şöyle diyor: “Na’sel, yaşlı ahmak adama derler.” Kamus’ul- Lügat’ı şerh eden allame Kazvini de bu manayı zikrettikten sonra şöyle diyor: “İbn-i Hacer “Tebsiret’ul- Müntebih” kitabında zikretmiştir ki; “Na’sel” Medine de yaşayan gür sakallı bir Yahudi’ydi ve halk Osman’ı ona benzetiyordu.”

Eğer sahabeye kötü söz söylemek küfrü gerektirseydi, neden Ebu Bekir sahabenin huzurunda minbere çıkarak sahabenin en üstünü olan Hz. Ali’ye ağır sövgülerde bulundu. Ama siz buna hiç üzülmüyor ve hatta Ebu Bekir’i övüyorsunuz; halbuki kınamanız icab eder.

Hafız: Neden iftira atıyorsunuz? Ebu Bekir (r.z) nerede Ali’ye (k.v) sövmüştür?

Davetçi: Af edersiniz! Biz iftira ehli değiliz; bir şey hakkında ilim sahibi olmadıkça rivayet etmeyiz. Lütfen İbn-i Ebi’l- Hadid’in “Nehc’ul- Belağa Şerhi” adlı kitabının c. 4, s. 80’e müracaat edin. Orada göreceksiniz ki Ebu Bekir mescidde minbere çıkarak Hz. Ali (a.s) hakkında şöyle demiştir: “Şüphesiz Ali, şahidi kuyruğu olan bir tilkidir. Ali maceracı ve fitnecidir; büyük fitneleri küçük göstererek halkı fitne ve fesada teşvik ediyor ve yakınlarıyla zina etmek isteyen Ümmü Tahhal (cahiliye döneminde yaşayan fahişe bir kadın) gibi zayıflardan ve kadınlardan yardım diliyor!!”

Evet beyler, halife Ebu Bekir’in Hz. Ali’ye söylediği bu ağır sözleri, Şii Müslümanların onların hakkındaki eleştiri ve kınamalarıyla bir kıyaslayın!

Eğer ashaptan birine sövmek küfür olmuş olsaydı, Ebu Bekir, kızı Ayşe, Muaviye ve taraftarları kafir sayılırdı; eğer küfür değilse, o halde Şii Müslümanları da tekfir edemezsiniz.

Büyük fakih ve alimlerinizin hüküm ve fetvaları gereğince de, sövenler kafir ve katli vacip sayılmıyorlar.

Nitekim imam Ahmed bin Hanbel Müsned’in 3. cildinde, İbn-i Sa’d-i Katib “Tabakat kitabının 5. cüzünün 279. sayfasında, Kadı Ayyaz “Şifa” kitabının 4. cüzünün ilk babında rivayet etmişlerdir ki; Ömer bin Abdülaziz’in bir valisi Ku’fe’den kendisine mektup yazarak Ömer bin Hattab’a söven birini öldürmek için izin istedi. Ömer bin Abdülaziz cevaben ona, Peygamber-i Ekrem’e sövenler dışında hiç kimsenin öldürülmesinin câiz olmadığını yazdı.

Bundan da öte Eb’ul- Hasan Eş’ari gibi büyük alimleriniz de şöyle diyor: “Kalben mü’min olduğu halde küfrünü izhar edenler (Yahudiler, Hıristiyanlar vb.), Resulullah (s.a.a) ile savaşmaya kalkanlar veya Allah-u Teala ve Resulüne özrü olmadan şiddetli bir şekilde sövenler kafir olmazlar, bunlara kafir hükmü uygulanamaz. Çünkü iman kalbi bir inançtır, kalplerden kimse haberdar olmadığı için de hiç kimse küfür izharlarının kalpten mi yoksa zahirden mi olduğunu bilemez.”

Bu gerçeği Eş’ari alimleri de kitaplarında yazmışlardır; özellikle de İbn-i Hazm-i Endülüsi “el-Fasl” kitabının 4. cüzünün 204 ila 206. sayfalarında bu inancı geniş bir şekilde nakletmiştir.

O halde muvahhid, temiz kalpli, Allah-u Teala’ya ve Peygamber-i Ekrem’e itaat eden, bütün şer’i hükümlere, farzlara ve müstahablara uyan Şii Müslümanları nasıl tekfir ediyorsunuz? Faraza onlardan bazısı, kendi zanlarınca delil ve burhan üzere sahabelerden bazısına sövse bile, büyük alimlerinizin inancı gereği onları tekfir edemezsiniz.

Müsned-i Ahmed bin Hanbel’in 2. cildinin 236. sayfasında, Halebi’nin Siret’ül- Halebiye’sinin 2. cildinin 197. sayfasında, Sahih-i Buhari’nin 2. cildinin 74. sayfasında, Sahih-i Müslim’in “Cihad” kitabında, Esbab’un- Nuzul-i Vahidi’nin 118. sayfasında vb. birçok alimlerimizin muteber kitaplarında yer aldığı üzere bizzat Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in huzurunda Ebu Bekir vs. birçok sahabe birbirine sövüyor ve hatta bir birini dövüyorlardı. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) onları böyle görünce tekfir etmiyor, (aksine) ıslah etmeye çalışıyordu. (Ashabın Resulullah (s.a.a)’in huzurunda niza ve çatışmalarına ait haberler, Şii alimlerinin kitaplarında değil, Sünni alimlerinin kitaplarında yer almıştır.)

İlk eleştirinizin cevabını bu kısa beyanla duydunuz ki sahabeden birine sövmek asla küfrü gerektirmez. Eğer delil ve burhanları olmadan sebb ve lanet ediyorlarsa, kafir değil fasık olurlar. Her fısk ise af edilebilir.

İkinci olarak; Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in sahabeye saygı gösterdiğini söylediniz. Doğrudur, ben de kabul ediyorum. Bütün ilim ehli, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in her hangi bir şahıstan ortaya çıkan iyi ve güzel amellere teveccüh etmiş olduğu hususunda görüş birliği içindedir. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) herkesin iyi amellerini övüyordu. Nitekim Nuşirevan’ın adaletini ve Hatem-i Tai’nin de cömertliğini övmüştür.

Şu da bilinmektedir ki Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bir ferdi veya cemaati övmüşse, bu onlardan ortaya çıkan o iyi ameller sebebiyleydi. Şüphesiz bir şahıs veya cemaati, onlardan hilaf bir amel görülmeksizin özel bir amelden dolayı övmek, onların hüsn-ü akıbet ve selametliklerine delalet etmez. Hilaf yapacakları kesin bile olsa, bir günah ortaya çıkmadıkça onları cezalandırmak câiz değildir.

Nitekim Hz. Ali (a.s), kendisini öldüreceğini bildiği ve bunu da defalarca dile getirdiği İbn-i Mülcem hakkında bir yerde açıkça şöyle buyurmuştur:

Ben onun hayatını istiyorum, o ise benim katlimi.

Bu dost kılıklı hilekar, Murad kabilesindendir.[8]

Buna rağmen Hz. Ali (a.s) onu cezalandırmaya kalkmadı. O halde özel bir fiili öven rivayetler, tüm fiilleri ve umumiyeti ifade etmez.

Rıdvan Biatine Dair Cevap

Üçüncü olarak; sahabenin Rıdvan ağacı altında Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’e biat etmiş olduğu için övülmeye layık olduğunu, mezkur ayet gereğince kınanamayacağını söylediniz. Araştırmacı alimler bu konuda bir takım cevaplar zikretmişlerdir; ki söz konusu ayet, sadece o özel biat olayı ile ilgilidir; ömürlerinin sonuna kadar söz konusu olan bir ebedi rızayet değildir.

Zira bildiğiniz gibi Hudeybiyye’de yapılan bu biatte ümmetten sadece 1500 kişi vardı. Nitekim bunlardan bazıları da nifak ayetlerine muhatap olmuş ve Allah-u Teala onlara ebedi cehennem ateşini vaad etmiştir.

Acaba Allah Resulünün razı olduğu kimselerden bir kısmının cehennemde, bir kısmının da cennette olması mümkün müdür?

O halde anlaşıldığı üzere Allah-u Teala’nın rızayeti sadece o biatle ilgili değildir; halis iman ve salih amelle bağlantılıdır. Yani tevhide ve nübüvvete kalben inanarak biat edenler, Allah-u Teala’nın rızayetine nail olmuş ve ebedi cenneti kazanmışlardır.

Ama bilindiği gibi imanları yokken biat edenler veya imanları olup da biat etmeyenler, Allah-u Teala’nın gazabına uğrayıp cehennemi hak etmişlerdir.

O halde bu biat tek başına Allah-u Teala’nın rızayeti için yeterli değildir. Cehenneme vaad edilenlerin o günde iman sahibi olmadıkları anlaşılmaktadır. Hiçbir Müslümanın inkar edemeyeceği bir gerçek de şu ki, sahabenin yaptığı güzel ameller övgüye layıktır. Nitekim iyi amel kimden baş gösterirse övgüye layıktır; elbette bu övgü, ondan kötü bir amel görülmediği sürecedir. Ama mü’min, hatta sahabe bile olsa, kötü amel işlediği takdirde eleştiri ve kınanmaya tabi tutulur.

Şiiler sahabenin iyi amellerini sürekli rivayet etmekte ve övmekteler. Onlardan eleştiri yapanlar bile, sahabenin iyi amellerini de kabul etmekteler. Örneğin: Onların Rıdvan biati, Resulullah (s.a.a)’le hicret, O Hazrete kucak açmak, (fetihlerin Hz. Ali vasıtasıyla gerçekleşmiş olmasına rağmen) savaşlara katılmak vb. birçok güzel amellerini övmüşlerinin yanı sıra, onların çirkin ve kötü amellerini de dile getirerek eleştirmişlerdir.

Hafız: Resulullah (s.a.a)’in ashabından kötü amellerin baş gösterdiğini söylemeniz çok ilginçtir. Halbuki bilindiği gibi Resulullah (s.a.a) onları tek tek bu ümmetin hidayetçisi ve önderi kılmıştır. Nitekim bir hadiste şöyle buyurulmaktadır:

 “Şüphesiz ashabım yıldızlar gibidir; hangisine uyarsanız hidayete erersiniz.”

Bu kesinlikle sadece sizin görüşünüzdür; biz tek görüşü kabul edemeyiz.

Davetçi: Kendinize öyle bir hadis delil getirdiniz ki, onu getirmekle beni büyük bir taşlığa attınız; inciyi onların arasından dışarı çıkarmak büyük bir iftihardır. Dolayısıyla mezkur hadis hakkında kısa da olsa söz etmek zorundayım. Sonra da size gereken cevabı vermeye çalışacağım. Elbette biz bu hadisin senedini tartışmayacağız. Zira bu bizi konumuzdan uzaklaştırır. Sadece hadisinin medlulü (delalet ettiği anlam) hakkında bahsedeceğim.

Bilindiği gibi Resulullah (s.a.a)’i ziyaret eden veya O’ndan hadis kaydedenlere sahabe ve ashap denmektedir. Bunda Muhacir, Ensar ve diğerleri arasında bir fark yoktur.

Yaptığınız en büyük yanlışlık, sahip olduğunuz hüsn-ü zanla bütün ashabın her türlü noksanlıktan ve ayıplardan münezzeh olduğunu saymanızdır. Halbuki bilindiği gibi Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in ashabından iyi ve kötü olanlar vardır. Resulullah (s.a.a) da onların iyi ve kötü hallerinden haberdardı. Bunun en büyük delili de “Munafikun”, “Tevbe” ve “Ahzab” surelerinde münafık ve fasıkları eleştiren ayetlerdir. Nitekim büyük ve değerli alimleriniz de kendi muteber kitaplarında onların ayıp ve kusurlarını nakletmişlerdir. Örneğin: Büyük alimlerinizden olan Hişam bin Muhammed Sayib-i Kelbi sahabenin ayıp ve kusurları hakkında özel bir kitap yazmıştır. Allah-u Teala’nın Kur’ân’da ve Resulullah (s.a.a)’in konuşmalarında kınadığı ve ateş vaad etmiş olduğu insanlar, zahirde Müslüman, ama batında fasık ve fasit insanlardı. Hepsi de Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in ashabı arasındaydı. O halde onların hepsine iyi gözle bakamayız. Dolayısıyla onlardan her birine tabi olmakla da kurtuluşa eremeyiz.

Acaba “Akabe” olayında Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’i öldürmek isteyen zahiri iyi insanlar, ashabın münafık olanları değil miydi?

Hafız: Akabe olayını bazı alimlerimiz, Şia’nın uydurması olarak biliyorlar. Dolayısıyla doğruluğu malum değildir.

Davetçi: Çok ayıp ettiniz, Harici ve Nasibilerin görüşlerini kendinize senet yaptınız. Zira bu olay, bizzat alimlerinizin de kabul etmiş olduğu çok meşhur ve açık bir olaydır. Örneğin: Büyük alimlerinizden olan Hafız Ebu Bekir Ahmed bin Hüseyin-i Beyhaki eş-Şafii’nin “Delail’un- Nubuvve” kitabına müracaat ediniz. Beyhaki “Batn-i Akabe” olayını, senet ve ravi zincirleriyle birlikte zikretmiştir. İmam Ahmed bin Hanbel “Müsned”in 5. cildinin sonunda Ebu Tufeyl’den ve İbn-i Ebi’l- Hadid ise Nehc’ül- Belağa Şerhi’nde bunu kaydetmişlerdir. Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in o gece ashabdan bir gruba lanet etmesi olayı meşhur bir olaydır.

Akabe Olayı ve Peygamber-i Ekrem’e Sûikast

Nevvab: Lütfen “Akabe” olayının ne olduğunu ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’i öldürmek isteyenlerin kimler olduğunu beyan ediniz.

Davetçi: Her iki mezhebin alimlerinin yazmış olduğuna göre “Tebuk” savaşından dönünce, münafıklardan 14 kişi Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’i öldürmeyi kararlaştırdılar. Dağın eteğinde sadece bir kişinin geçebileceği kadar dar bir geçit olan “Batn-i Akabe”den geçince aldıkları kararı uygulamak istediler. Cebrail olayı Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’e haber verdi. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Huzeyfe’yi dağın eteğine gönderdi. Huzeyfe orada saklanarak, münafıklar gelince onların konuşmalarını duyup hepsini tanıdı. Onlardan 7 kişi Beni Ümeyye’dendi. Huzeyfe geri dönerek onları Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’e tanıttı. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurdu: “Bu sırrı gizli tut, Allah-u Teala bizi koruyacaktır.”

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) gecenin başında ordunun önünden hareket ediyordu. Ammar Hazretin devesinin yularından çekiyor, Huzeyfe ise arkadan sürüyordu. Dar geçide geldiklerinde münafıklar kumla doldurdukları bakraçlarını (veya yağla dolu şişeleri), haykırarak Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in devesinin önüne fırlattılar. Münafıklar Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in devesini ürküterek onu uçuruma yuvarlatmak istiyorlardı. Ama bilindiği gibi Allah-u Teala Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’i korudu. Münafıklar da kaçarak orduya katılıp kendilerini gizlediler.

Bunlar ashaptan değiller miydi? Öyleyse onların bu ameli iyi ve onlara uymak hidayet yolu muydu? Şimdi sadece Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’i görenleri ve O’ndan hadis rivayet edenleri ashap saymak, onların her türlü kötülüklerini görmezlikten gelmek, cennet ehli olduklarına inanmak, sadece kendilerini değil kendilerine uyanları bile kurtuluş ehli bilmek, doğru bir iyimserlik olabilir mi?

Hz. Peygamber Yalancılara Uymayı Emretmemiştir

Acaba daha önceki gecelerde söylediğim gibi Ömer’in Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’den yalan hadis rivayet ediyor diye kırbaçladığı Ebu Hureyre ashaptan değil miydi? Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’den birçok hadis rivayet etmemiş midir? Semure bin Cündeb gibi yalan hadis rivayet edenler ashaptan değil miydi? Acaba Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ümmeti, hidayete ermeleri için yalancı ve hadis uyduranlara uymayı mı emretmektedir?

Eğer ashabın azameti hakkında rivayet ettiğiniz bu hadis doğruysa, o zaman iki farklı yoldan giden ashaptan hangisine uyarsak kurtuluşa ermiş oluruz? İnançlarda birbirine muhalif olan veya birbirleriyle savaşan ashaptan hangisine, kurtuluşa ermemiz için uymamız gerekir?

Hafız: Evvela; Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in ashabı asla birbirine muhalefet etmiyor ve savaşmıyorlardı. Eğer muhalefet etmişlerse de, araştırma yaparak daha temiz ve daha delilli olana uyunuz.

Davetçi: Eğer dediğiniz gibi araştırır da bunlardan birinin temiz ve hak ehli olduğunu görüp de kendisine uyacak olursak, o halde diğeri kirli ve batıl ehli sayılmış olmaz mı? O halde bu hadis kendiliğinden itibar derecesinden düşmüş olur. Dolayısıyla da sahabeden hangisine uyulursa, hidayet ve kurtuluşa erişilir iddiası da geçersiz olur.

Ashabın Sakife’de Muhalefeti

Faraza bu hadis doğru bile olsa, neden Şii Müslümanları kınıyorsunuz? Çünkü onlar da Ebu Bekir’e biat etmeyen ve ona muhalefet içinde olan Selman, Ebuzer, Mikdad, Ammar, Yasir, Ebu Eyyub-i Ensari, Huzeyfe-i Nehai, iki şehadet sahibi Huzeyme ve önceki geceler adını zikrettiğim benzeri sahabelere uymuştur.

Birbirinin karşısında yer alan bu sahabelerden hangisi hak, hangisi batıl ehliydi? Onlardan biri mutlaka batıl üzereydi. Halbuki rivayet ettiğiniz hadis, sahabelerden hangisine uyulursa kurtuluşa erişileceği beyan etmektedir!

Sa’d bin Ubade’nin Ömer ve Ebu Bekir’e Muhalefeti

Ömer ve Ebu Bekir’e biat etmeyen Sa’d bin Ubade ashaptan değil miydi? Şii ve Sünni alimlerinin ittifak etmiş olduğu üzere Sa’d gidip Şam’da kaldı, Ömer’in hilafetinin ortalarında ise öldürüldü. Öyleyse bu hadis gereğince, yani Sa’d bin Ubade’ye uyarak Ebu Bekir ve Ömer’e muhalefet edenler de kurtuluşa ermiş olurlar.

Talha ve Zübeyr’in Basra’da Hz. Ali’ye

Karşı Kıyamları

Acaba Talha ve Zübeyir Rıdvan ağacının altında Hz. Peygamber’e biat edenlerden değiller miydi? Talha ve Zübeyr, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in hak halifesi (size göre dördüncü halife) Hz. Ali’ye karşı kıyam etmediler mi; birçok Müslümanın kanının dökülmesine sebep olmadılar mı? Birbirinin karşısında yer alan bu iki grup sahabeye uyan herkes kurtuluşa erebilir mi? Eğer her ikisinin de ashaba uyduğu için neticede hak olduğunu söylerseniz, yanılmış olursunuz. Zira iki zıt şeyin arasını bulmak mümkün değildir. Birbiriyle savaşan iki grubun her ikisinin de hidayet ve cennet ehli olduğunu söylemek ise asla doğru değildir.

Şüphesiz Hz. Ali’ye uyanlar hidayete ermiş, diğer grup ise dalalete düşmüştür. Bu da, sizin Rıdvan ağacı altında biat edenlerin hidayet ve kurtuluşa erdiğini ifade eden inançlarınızın doğru olmadığını göstermektedir. Zira Rıdvan ağacı altında biat edenlerden olan Talha ve Zübeyr sonunda hak halife Hz. Ali’ye karşı savaş açtılar. Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in halifesine karşı kıyam eden ve O Hazretin; “Seninle savaşan benimle savaşmıştır.” buyurduğu kimseye karşı savaş açan, gerçekte Resulullah (s.a.a)’le savaşmış olmaz mı? Büyük bir günaha düşmüş sayılmaz mı? O halde sadece ashap kelimesi veya Rıdvan biatinde hazır olmak, nasıl insanın kurtuluşuna sebep olabilir?

Muaviye ve Amr Bin As Hz. Ali’ye Sövüyorlardı

Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in halifesiyle savaşan, minber, meclis ve hatta cuma hutbelerinde Hz. Ali’ye lanet eden Muaviye ve Amr bin As da ashaptan değil miydi? Halbuki bizzat büyük alimleriniz muteber kitaplarında Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:

“Ali’ye söven bana sövmüştür; bana söven ise Allah’a sövmüştür.”

Öyleyse delil olarak naklettiğiniz hadise göre, Resulullah (s.a.a)’in dilince lanetli oğlu lanetliye ve gerçekte Peygamber-i Ekrem’e sövmek olan Hz. Ali’ye sövenlere (ki kendi alimleriniz de bunu kaydetmişlerdir) uyanlar da hidayete erip cennet ehlidirler!!

Fazıl Taftazani “Şerh-i Mekasid”de detaylı olarak bu konu hakkında şöyle diyor: “Sahabe arasındaki şiddetli savaş ve çatışmalar onlardan bazısının hak yoldan saptığını, haset inat, şehvet ve makam sevgisi yüzünden her türlü zulme bulaştığını göstermektedir.” Rivayet ettiğiniz hadisin doğru olmadığını gösteren daha birçok delil vardır. Ama ne yazık ki bundan daha fazla konuşma imkanımız yoktur.

O halde bu hadis, bizzat kendi alimlerinizin de yazdığı gibi uydurma bir hadistir ve senet zincirinde zayıflık vardır.

“Ashabım Yıldızlar Gibidir” Hadisinin Senedi Zayıftır

Nitekim Kadı Ayyaz “Şerh’uş- Şifa”, c. 2, s. 91’de bu hadisi naklederek şöyle diyor:

“Darukutni Fezail”de ve İbn-i Abdulbirr de onun yoluyla bu hadisin senedinin delil olamayacağını söylemektedir. Abd bin Hamid kendi Müsned’inde Abdullah bin Ömer’den naklen Bezzar’ın bu hadisin sıhhatini inkar ettiğini söylüyor. Hakeza İbn-i Adî “Kamil”de kendi senediyle Nafi’den, o da Abdullah bin Ömer’den bu hadisin senedinin zayıf olduğunu rivayet etmektedir. Beyhaki de bu hadisin metninin meşhur olduğunu, ama bilindiği gibi senedinin zayıf olduğunu rivayet etmektedir.”

Zira bu hadisin senedinde yer alan Haris bin Ğuzayn’ın hali meçhul, Hamza bin Ebi Hamza-i Nasıri ise iftira ve yalancılıkla suçlanmıştır. Dolayısıyla bu hadisin zayıflığı sabittir.

Hakeza İbn-i Hazm da bu hadisin uydurma ve batıl olduğunu açıkça beyan etmiştir.

Binaenaleyh böylesine zayıf senede itimat etmek asla doğru değildir; doğru olsa bile geneli ifade etmez; sadece Kur’ân-ı Kerim ve Ehl-i Beyt’e uyan iyi sahabeler kastedilmiş olabilir.

Sahabe Masum Değildir

Bu bilgiler ışığında sadece bazı sahabeleri eleştirmek mümkündür; çünkü sahabe genelde sıradan ve masum olmayan insanlardı. Masum olmadıkları için de hata yapmaları mümkündür.

Hafız: Biz de sahabenin masum olmadığına inanıyoruz; ama kesinlikle hepsi adildi ve günah işlemezlerdi.

Davetçi: Yine dikkat etmediniz, onları adil ve günahlardan münezzeh kabul etmekle yanlışlığa düştünüz. Çünkü bizzat kendi alimlerinizin muteber kitaplarında nakledilen rivayetler, bunun tam tersini göstermektedir. Büyük sahabelerden bir çoğu eski adetleri üzere günah işlemişlerdir.

Hafız: Bizim bundan haberimiz yoktur; sizin varsa açıklayınız.

Davetçi: Cahiliye döneminde yaptıklarının yanı sıra İslâm’da da birçok günahlara bulaşmışlardır; ben örnek olarak sadece birini zikredeceğim.

Büyük alimlerinizin muteber kitaplarında rivayet edildiğine göre, H. 8. yılda Mekke fethinde büyük sahabelerden bazısı bir eğlence meclisinde gizlice şarap içmişlerdir.

Hafız: Kesinlikle bu rivayet düşmanların uydurmasıdır; çünkü büyük sahabeler fesat meclislerine bile gitmiyorlardı, nerede kaldı ki haram olduğu halde şarap içsinler.

Davetçi: Kesinlikle muhaliflerin uydurması değildir. Eğer uydurmuşlarsa bizzat kendi alimleriniz uydurmuştur.

Nevvab: Kıble sahip (alicenap)! Eğer böyle bir meclis olmuşsa, mutlaka ev sahibi ve davet edilenlerin adı da geçmiştir; lütfen bu konuyu bize açıklayınız.

Davetçi: Evet, bu konu kendi alimleriniz nezdinde de açıkça beyan edilmiştir.

Nevvab: Rica ediyoruz açıklayın da sorun çözülsün.

Sahabeden On Kişinin Gizlice Şarap İçmesi

Davetçi: İbn-i Hacer “Feth’ul- Bari” c. 10, s. 30’da şöyle yazıyor: “Ebu Talha Zeyd bin Sehl kendi evinde bir şarap meclisi düzenledi. On kişiyi de oraya davet etti, hep birlikte şarap içtiler; Ebu Bekir de, kafir müşrikler ve Bedir’de öldürülenler için ağıt olarak bazı şiirler okudu!”

Nevvab: Acaba oraya davet edilenlerin isimlerini zikretmişler mi? Zikretmişlerse, gerçeğin ortaya çıkması için onların isimlerini bize beyan ediniz.

Davetçi: Evet zikretmişlerdir; onlar şunlardır: Ebu Bekir bin Ebi Kuhafe, Ömer bin Hattap, Ebu Ubeyde-yi Cerrah, Ubey bin Kaab, Sehl bin Beyza, Ebu Eyyub Ensari, Ebu Talha (ev sahibi), Ebu Dücane Semmak bin Harşe, Ebu Bekir bin Şeğub ve o zamanlar 18 yaşında olan ve mecliste sakilik yapan Enes bin Malik.

Nitekim Beyhaki Sünen’inin c. 8, s. 29’unda bizzat Enes’ten şöyle rivayet ediyor: “Ben o gün hepsinden küçüktüm ve meclisin sakisi (şarap sunucusu) idim.”

(Bu esnada mecliste büyük bir gürültü koptu.)

Şeyh (Kızgın bir halde) Allah-u Teala’nın zatına and olsun ki bu rivayet düşmanların uydurmasıdır.

Davetçi: (Tebessüm ederek) Çok aşırı gittiniz, gereksiz yere yemin içtiniz. Ama bilindiği gibi suç sizin değil, bilginiz azdır. Eğer kendi kitaplarınıza müracaat etme zahmetine katlanmış olsaydınız, orada büyük alimlerinizin de bunu yazdığını görürdünüz; o halde lütfen tövbe ediniz.

Şimdi siz beylerin zihnini aydınlatmak ve dediklerimizin bizzat alimlerinizin görüşüne dayandığını göstermek için bu olayın sadece bazı senetlerine işaret etmeye çalışacağım.

Muhammed bin İsmail Buhari Sahih’inde “Maide” suresindeki şarap ayetinin tefsirinde, Müslim bin Haccac Sahih’inde Kitab’ul Eşribe’nin Tahrim’ul- Hamr babında, imam Ahmed bin Hanbel Müsned’in c. 3, s. 181 ve 227’sinde, İbn-i Kesir Tefsir’inin c. 2, s. 93 ve 94’ünde, Celaluddin Suyuti Durr’ul- Mensur’un c. 2, s. 321’inde, Taberi Tefsir’inin c. 7, s. 24’ünde, İbn-i Hacer Askalani İsabe’nin c. 4, s. 22’sinde ve Feth’ul Bari’nin c. 10, s. 3’ünde, Bedruddun Hanefi Umdet’ul Kari’nin c. 10, s. 84’ünde, Beyhaki Sünen’in s. 286 ve 290’ında vs. bu olayı ayrıntılı olarak nakletmişlerdir.

Şeyh: Belki de bu olay şarap haram kılınmadan önce olmuştur.

Davetçi: Tarih ve Tefsir kitaplarındaki bilgiler esasınca, şarap haram kılındıktan sonra bile bazı sahabeler şarap içmişlerdir.

Nitekim Muhammed bin Cerir-i Taberi Tefsiri Kebir c. 2, s. 203’te Ebu’l- Kamus Zeyd bin Ali’den şöyle rivayet etmektedir: “Allah-u Teala şarap ayetini üç defa nazil buyurdu, ilk önce şu ayet nazil oldu:

“Sana şarap ve kumar hakkında soru sorarlar, de ki: Her ikisinde de büyük bir günah ve insanlar için bir takım faydalar vardır; ancak her ikisinin de günahı faydasından daha büyüktür.”[9]

Ama bilindiği gibi Müslümanlar uyanmadılar ve şarap içmeye devam ettiler. Hatta iki sahabe şarap içerek namaza durup namazda manasız sözler söylediler. Bunun üzerine şu ayet nazil oldu:

“Ey iman edenler! Sarhoşken namaza yaklaşmayın ta ki ne söylemiş olduğunuzu bilesiniz.”

Yine sahabe şarap içmeye devam etti Ama sarhoşken namaz kılmıyorlardı. Lakin bir gün birisi (Bezzar, İbn-i Hacer ve İbn-i Merduye’nin rivayet ettiğine göre Ebu Bekir idi) şarap içip Bedir’de öldürülen (kafir)ler hakkında mersiye ve şiirler okudu. Bunu duyan Peygamber-i Ekrem (s.a.a) gazaplı bir halde onun yanına gelerek elindeki şeyle ona vurmak istedi. O sarhoş adam; “Allah-u Teala’nın ve Peygamberinin gazabından Allah’a sığınırım; Allah’a and olsun bir daha içmeyeceğim.” dedi. Bunun üzerine de şu ayet nazil oldu:

“Ey İman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar, fal ve şans okları şeytanın işlerinden olan pisliklerdir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz.”[10]

Özetle bilmeniz icap eder ki sahabe de diğer Müslümanlar gibi iyi ve kötü yönlere sahipti. Allah-u Teala’nın ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in emrine ciddi olarak uyanlar büyük saadetlere eriştiler. Her kim de nefsine tabi olup şeytana uymuşsa hüsrana ve fesada uğramıştır.

O halde sahabeyi eleştirenlerin de mantıklı delilleri vardır. Ashabın kötü sıfatları bizzat kendi kitaplarınıza yer aldığı gibi, Kur’ân’da birçok ayetlerde de şiddetli bir şekilde kınanmıştır. Şiiler de bu açıdan onları eleştirmektedir. Ama bilindiği gibi eğer mantıklı bir eleştiri karşısında mantıklı bir cevap varsa onu da kabul etmek gerekir.

Kınanmış sıfatlardan biri insanın gereksiz yere sevmesi veya buğz etmesidir. Yani insanın fert veya cemaate karşı duyduğu ilgi ve sevgiden dolayı onların tüm söz ve davranışlarını görmezlikten gelmesi ve hiçbir kötülüğün olmadığını söylemesidir.

Hafız: Çok iyi, ashabın ne gibi kötü sıfat ve işleri vardı? Eğer delil ve burhana dayalıysa buyurun biz de kabul edelim!

Sahabenin Ahdi Bozması

İlginçtir, özetle de olsa saydığım bunca kötü sıfatlarına rağmen, yine de; onların ne gibi kötü sıfatları vardı? diyorsunuz. Ama bilindiği gibi sözlerimin teyidi için Şii ve Sünni alimlerin kitaplarında yer alan sahabenin kötü amellerine kısa olarak değinmek istiyorum. Örneğin; ahit ve biatlerini bozmaları... Nitekim Allah-u Teala Kur’ân’da ahitlerini bozanları eleştirmekte ve onları te’lin etmektedir:

“Ahitleştiğiniz zaman Allah’ın ahdini yerine getirin ve Allah’ı üzerinize şahit tutarak pekiştirdikten sonra yeminlerinizi bozmayın.”[11]

Yine onların hakkında şöyle buyurmuştur:

“Allah-u Teala’ya verdikleri sözü, onu kesin olarak onayladıktan sonra bozanlar, Allah’ın riayet edilmesini emrettiği şeyleri terk edenler ve yer yüzünde fesat çıkaranlar; işte lanet onlar içindir ve kötü yurt onlarındır.”[12]

O halde Kur’ân ayetleri ve iki tarafın da kitaplarında yer alan rivayetlere göre, ahdi bozmak büyük bir günahtır. Özellikle de Allah-u Teala’ya ve Resulüne verilen sözü tutmamak, ashap ve O Hazretin yakınları için çirkinlerin en çirkini bir şeydir.

Hafız: Allah-u Teala’nın emri ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in de tebliğ etmiş olduğu hangi ahit ve biati ashap bozmuştur ki bu ayetin muhatabı sayılsın. Dikkat edecek olursanız, bunların Şia’nın avam halkının uydurması olduğunu tasdik edersiniz. Peygamber (s.a.a)’in ashabı bu gibi şeylerden münezzehtir.

Davetçi: Defalarca arz etmiş olduğum gibi Şiiler sadık İmamlara uymak zorundadırlar. Aksi takdirde Şii sayılmazlar. Dolayısıyla onlar hadis uydurmaz, iftira ve yalan isnat etmezler. Nitekim onların İmamları da kelimenin tam manasıyla sadık idiler. Kur’ân da onların doğruluğunu tasdik etmektedir. İmam Sa’lebi ve Celaluddin Suyuti kendi tefsirlerinde, Hafız Ebu Naim İsfahani “Ma Nezele Min’el- Kur’ân’i fi Ali’yyin” kitabında, Hatip Harezmi Menakıb’da, Şeyh Süleyman Belhi el-Hanefi Yenabi’ul- Mevedde’nin 39. babında Harezmi, Hafız Ebu Naim-i İsfehani ve Himvini’den, Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii “Kifayet’ut- Talib”in 62. babında vs. kendi kitaplarında rivayet etmişlerdir ki, aşağıda zikredilen ayetteki “sadikin”den (doğrulardan) maksat Muhammed ve Ali (aleyhum’es- selam)’dır:

“Ey İman edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla beraber olun.”[13]

Bazı rivayetlere göre ise doğrulardan maksat, Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ve Ehl-i Beyt (a.s) İmamlarıdır.

O büyük aileye uyan arif ve avamdan hiç kimse hadis uydurmaz, iftira ve yalan söylemez. Zira hak olduğuna dair herhangi bir delili olmayan kimseler ancak iftira ve yalan söylerler.

Şii Müslümanların söyledikleri şeyler, sizin büyük alim ve tarihçilerinizin yazdığı şeylerdir. Eğer eleştiriyorsanız, ilk önce bunları yazan alimlerinizi eleştirmelisiniz.

Eğer büyük ve değerli alimleriniz muteber kitaplarında sahabenin ahitleri bozduklarını yazmamış olsalardı, ben de böyle bir mecliste bunu beyan etmezdim.

Hafız: Hangi alimimiz, nerede sahabenin ahitlerini bozduklarını yazmıştır? Onların bozdukları ahit ne idi? Bu sadece iddiayla olmaz.

Davetçi: Bu bir iddia değildir. Burhan, mantık ve gerçektir. Sahabe birçok yerde sözünde durmamış ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in emrettiği biati bozmuşlardır. Bunların en önemlisi Gadir-i Hum’daki ahit ve biatleridir.

Gadir-i Hum Hadisi ve Onun Niteliği

Şia ve Sünni alimlerinin ekseriyeti itiraf etmektedirler ki Hicri 10. yılda, Veda Haccında, Zilhiccet’ul- Haram’ın 18. gününde, Mekke’den dönerken Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Gadir-i Hum denen yerde bütün ashabını bir araya topladı. Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in emriyle önden gidenler geri döndürüldü ve geride kalanların da oraya yetişmesi sağlandı. Şii ve Sünni birçok alim ve tarihçilerin rivayet ettiğine göre 70,000 kişi, imam Sa’lebi (tefsirinde) ve Sibt bin Cevzi’ye (Tezkiret’u Havass’il- Ümme fi Ma’rifet’il- Eimme’de) göre ise Gadir-i Hum’da 120,000 sahabe hazır bulunmuştur.

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) minbere çıkarak oldukça uzun bir hutbe okudu. Bu hutbenin çoğu yerinde Hz. Ali (a.s)’ı övdü, Hz. Ali (a.s) hakkında inen ayetleri okudu. Oradaki Müslümanların dikkatini Hz. Ali (a.s)’ın yüce makamına çekti ve şöyle buyurdu:

Ey insanlar! Ben size kendi nefsinizden daha evla değil miyim?”

Onlar; “Evet, evlasın” dediler.

Bunun üzerine şöyle buyurdu:

Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır.”

Sonra ellerini kaldırarak şöyle dua etti:

Allah’ım, onu seveni sev, ona düşman olana düşman ol, ona yardım edene yardım et, onu yalnız bırakanı yalnız bırak.”

Daha sonra bir çadır kurmalarını emretti, Ali’ye de o çadırda oturmasını söyledi. Orada hazır bulunan bütün ümmete şöyle buyurdular:

“Gidin Ali’ye biat edin; zira ben Allah-u Teala tarafından sizden Ali için biat almakla görevlendim.”

O gün Ali’ye ilk biat eden, Ömer, sonra Ebu Bekir, sonra Osman, sonra Talha, sonra Zübeyr idi. Orada tam üç gün boyunca Ali’ye biat ettiler.

Hafız: Acaba gerçekten sizin anlattığınız gibi böylesine önemli bir olayı büyük alimlerimizin rivayet etmemesi inanılacak bir şey midir?

Davetçi: Sizin böyle bir şeyi söylemenizi beklemiyordum. Halbuki bilindiği gibi Gadir-i Hum olayı güneş gibi aydın ve apaçık ortadadır. Kendini rezil etmek isteyen inatçı ve bağnazlar dışında hiç kimse inkar edemez. Zira güvenilir büyük ve değerli alimleriniz bu büyük olayı, muteber kitaplarında rivayet etmişlerdir. Onlardan sadece bazısını nakletmek istiyorum ki, büyük alimlerinizin ekseriyetinin bunu kabul ettiğini bilesiniz. Ehl-i Sünnet alimlerinden Gadir-i Hum hadisini rivayet eden muteber raviler şunlardır:

1)   İmam Fahruddin Razi, “Mefatih’ul- Gayb” tefsirinde.

2)   İmam Ahmed Sa’lebi, “Keşf’ul- Beyan” tefsirinde.

Celaluddin Suyuti, “Durr’ul- Mensur” tefsirinde.

3)   Ebu’l- Hasan Ali bin Ahmed-i Vahidi en-Nişaburi, “Esbab’un-Nuzul”da.

4)   Muhammed bin Cerir Taberi, “Tefsir-i Kebir”de.

5)   Hafız Ebu Naim İsfahani, “Ma Nezele Min’el- Kur’ân’i fi Ali’yyin” ve Hilyet’ul- Evliya’da.

6)   Muhammed bin İsmail Buhari, Tarih c. 1, s. 375’de.

7)   Müslim bin Haccac Nişaburi, “Sahih c. 2, s. 325’de.

8)   Ebu Davud Secistani, Sünen’de.

9)   Muhammed bin İsa Tirmizi, “Sünen”de.

10) Hafız bin Ukde, “Kitab’ul- Velayet”de.

11) İbn-i Kesir-i Şafii Dimaşki, Tarih’inde.

12) İmam Ahmed bin Hanbel, “Müsned c. 4 s. 281 ve 371’de.

13) Ebu Hamid Muhammed bin Muhammed Gazali, “Sırr’ul- Alemin”de.

14) İbn-i Abdulbirr, “İstiab”da.

15) Muhammed bin Talha eş-Şafii, “Metalib’us- Seul” s. 16’da.

16) İbn-i Meğazili eş-Şafii, “Menakıb”da.

17) Nuruddin bin Sabbağ el-Maliki, “Fusul’ul- Muhimme s. 24 de.

18)Hüseyin bin Mes’ud Beğevi, “Mesabih’us- Sünne”de.

19) Ebu’l- Müeyyid Muvaffak bin Ahmed Hatip Harezmi, Menakıb’da.

20) Mecduddin bin Esir Muhammed bin Muhammed eş-Şeybani, “Cami’ul- Usul”da.

21) Hafız Ebu Abdurrahman Ahmed bin Ali Nesai, “Hasais’ul-Alevi” ve Sünen’de.

22) Süleyman Belhi el-Hanefi, “Yenabi’ul- Mevedde”nin 4. babında.

23) Şahabuddin Ahmed bin Hacer el-Mekki, “Savaik’ul- Muhrika” ve “el-Menh’ul- Melekiyye”de. (İbn-i Hacer, özellikle Savaik’in 1. babının 25 sayfasında bütün bağnazlığına rağmen şöyle diyor: “Bu hadis (Gadir Hadisi) hiç şek ve şüphe taşımayan sahih bir hadistir; içinde Tirmizi, Nesai ve Ahmed bin Hanbel’in de bulunduğu bir cemaat tarafından rivayet edilmiştir. Gerçekten onu rivayet edenler oldukça çoktur.”)

24) İbn-i Mace el-Kazvini, Sünen’de.

25) Hafız Ebu Abdullah Muhammed bin Abdullah Hakim Nişaburi, “Müstedrek”te.

26) Hafız Süleyman bin Ahmed Taberani, Evset’de.

27) İbn-i Esir-i Cezri, “Usd’ul- Gabe”de.

28) İbn-i Cevzi, “Tezkiret’ul- Hevass’il- Ümme” s. 17’de.

29) Ebu Ömer Ahmed bin Abdurrabbih, “Ikd’ul- Ferid”de.

30) Allame Semhudi, “Cevahir’ul- Akdeyn”de.

31) İbn-i Teymiyye Ahmed bin Abdulhalim, “Minhac’us- Sunne”de.

32) İbn-i Hacer Askalani, “Feth’ul- Bari” ve “Tehzib’ut- Tehzib”de.

Ebu’l- Kasım Muhammed bin Ömer Carullah Zimahşeri “Rebi’ul- Ebrar”da.

33) Ebu Said Secistani, “Kitab’ud- Diraye fi Hadis’il- Velaye”de.

34) Ubeydullah bin Abdullah Haskani, “Duat’ul- Huda ila Eda-i Hakk’il- Muvalat”da.

35) Rezin bin Muaviye el-Abdurey, “el-Cem’u Beyn’es- Sihah’is-Sitte”de.

36)İmam Fahr-u Razi, “Erbain”de. (Bütün ümmetin bu hadis hakkında icma ettiğini söylemektedir)

37) Mukbili, “Ehadis’ul- Mütevatire”de.

38) Suyuti, “Tarih’ul- Hülafa”da.

39) Mir Seyyid Ali Hemedani, “Meveddet’ül- Kurba”da.

40) Ebu’l- Feth, “Hasais’ul- Alevi”de.

41) Hace Parsa-i Buhari, “Fasl’ul- Hitab”da.

42) Cemaluddin Şirazi, “Erbain’de.

43) Abdurrauf el-Menavi, “Feyz’ul- Kadir fi Şerh-i Cami’us-Sağir”de.

44) Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii “Kifayet’ut- Talib”in 1. babında.

45)İbrahim bin Muhammed Himvini, “Feraid’us- Simtayn”da.

46) Kadı Fazlullah bin Ruzbehan, “İbtal’ul- Batıl”da.

47) Şemsuddin Muhammed bin Ahmed Şerbini, “Sirac’ul- Munir”de.

48) Ebu’l- Feth Şehristani eş-Şafii, “Milel ve Nihel”de.

49) İbn-i Asakir Ebu’l- Kasım Dimaşki, “Tarih-i Kebir”de.

50) İbn-i Ebi’l- Hadid el-Mutezili, “Nehc’ul- Belağa Şerhi”nde.

51) Alauddin Simnani, “Urvet’ul- Vuska”da.

52) İbn-i Haldun, “Tarih kitabının mukaddimesinde.

53) Mevla Ali Muttaki Hindi, “Kenz’ul- Ummal”da.

54) Şemsuddin Ebu’l- Hayr Dimaşki, “Esne’l- Metalib”de.

55) Seyyid Şerif Hanefi el-Curcani, “Şerh-i Mevakıf”da.

56) Yahya bin Şeref’un- Nebevi, “Tehzib’ul- Esma ve’l- Lügat”da.

57) Hafız Ebu Bekr Hatib-i Bağdadi, “Tarih-i Bağdadi”de.

58) Nizamuddin Nişaburi, “Tefsir-u Garaib’ul- Kur’ân”da. (Hakeza Taberi, İbn-i Ukde ve İbn-i Haddad Gadir hadisini nakletmişlerdir.)

Velhasıl şu anda hafızam da olduğu miktarını sizlere arz etmeye çalıştım. Aslında büyük alimlerinizden 300’den fazla kişi farklı yollarla Gadir-i Hum hadisini müsned olarak 100’den fazla sahabiden rivayet etmişlerdir.

Eğer tüm ravilerin ismini zikredecek olursak başlı başına bir kitap olur. Bu hadisin tevatürünü ispat etmek için bu kadarını zikretmek yeterlidir sanırım.

Bazı büyük ve değerli alimleriniz bu konuda müstakil kitap bile yazmışlardır. Örneğin: 4. asrın meşhur müfessiri ve tarihçisi olan Muhammed bin Cerir-i Taberi Gadir Hadisi hakkında yazdığı “el-Velayet” kitabında bu hadisi yetmiş beş yoldan rivayet etmiştir.

Hafız Ebu’l- Abbas Ahmed bin Muhammed bin Said bin Abdurrahman Kufi (İbn-i Ukde) “el-Velayet” kitabında bu hadisi 125 yolla 125 sahabeden rivayet etmiştir.

H. 492’de ölen İbn-i Haddad Hafız Ebu’l- Kasım Haskani ise “Kitab’ul- Velaye”de geniş olarak Gadir olayını nazil olan ayetlerle birlikte rivayet etmiştir.

Velhasıl bir avuç bağnaz alimler dışında bütün araştırmacı alimleriniz, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Veda haccında (Zilhicce’nin 18’inde), açık bir şekilde Hz. Ali (a.s)’ı velayet makamına tayin ettiğini yazmışlardır.

Hatta Ömer bin Hattab bütün ashaptan daha çok sevinmiş ve Hz. Ali’nin elinden tutarak şöyle demiştir:

“Behhin behhin leke ya Ali, esbahte mevlaye ve mevla kulli muminin ve mumine.”

(Ne mutlu sana ya Ali, benim ve her mümin ve müminenin mevlası oldun.)

Kesin olarak bilinmelidir ki, bu hadis her iki fırka nezdinde de mütevatirdir. Özellikle H. 8. asırda yaşayan büyük alimlerinizden Mir Seyyid Hemedani eş-Şafii “Meveddet’ul- Kurba kitabının 5. Mevedde’sinde şöyle yazıyor: “Birçok sahabe farklı mekanlarda Ömer’den şöyle dediğini rivayet etmişlerdir:

 “Resulullah (s.a.a) Ali’yi toplumun önderi karar kıldı.”

Daha sonra Ali’nin dost ve düşmanları hakkında dua ettikten sonra şöyle buyurdu: “Allah’ım, sen onlara benim şahidimsin.” (Yani ben risaletimi tebliğ ettim.)

Ömer devamla şöyle diyor: O anda güzel yüzlü ve güzel kokulu bir genç yanımda oturmuştu, bana şöyle dedi:

“Peygamber-i Ekrem (s.a.a) öyle bir akit yaptı ki, o akdi münafıktan başka bir kimse bozamaz; öyleyse o akdi bozmaktan sakın.”

Bu olaydan sonra Resulullah (s.a.a)'in yanına giderek şöyle dedim: “Sen Ali (a.s) hakkında konuşurken yanımda oturan ve güzel kokulu bir genç de bana böyle şöyle dedi. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurdu:

“O, Adem oğullarından değildi; o Cebrail idi ve Ali hakkında söylediklerimi size tekit etmek istiyordu.”

Resulullah (s.a.a)’in Allah-u Teala’nın emriyle ashapla yaptığı akit, daha iki ay geçmeden bozuldu, heva ve heveslerine uyarak biatten el çekildi, hakk terk edildi, yapmamaları gereken şeyleri yaptılar, Hz. Ali’nin evinin kapısına ateş yığdılar, kendisine kılıç çektiler, hakaret ettiler, zorla, tehditle, kavga ve gürültüyle başkasına biat etmesi için camiye götürdüler! Şimdi insafla konuşunuz, acaba ashabın Hz. Ali’ye karşı böyle davranmaları doğru muydu?

Hafız: Biz, sizin gibi kadri yüce ve edepli bir seyyidin, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in ashabının heva ve hevesine uyduğunu söylemenizi beklemiyorduk. Halbuki bilindiği gibi Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ashabını doğru yola erişme vesilesi karar kılarak şöyle buyurmuştur:

“Ashabım yıldızlar gibidir; hangisine uyarsanız doğru yola hidayet olursunuz.”

Ashaba Uymak Hadisi Sahih Değildir

Davetçi: Evvela; rica ediyorum sözleri tekrarlamayınız; şimdi de bu hadisi şahit göstermeye kaçtınız. Cevap olarak size söyledim ki, ashab da diğer insanlar gibi hata yapabilir. Dolayısıyla delil üzere onlardan bazısının nefsine uyduğunu söylemenin şaşırılacak bir yönü yoktur.

İkinci olarak; zihninizin aydınlanması ve yine bu hadisi şahit göstermemeniz için tekrar cevap vermek zorundayım. Siz sözünüzü tekrar ettiğiniz için, ben de cevabımı tekrarlamak istiyorum. Bizzat kendi büyük araştırmacı alimlerinizin nezdinde ashaba uymak hadisi sahih değildir. Önce de söylediğim gibi Kadı Ayyaz Maliki, bu hadisin ravilerinden olan Haris bin Kuzay’nın halinin meçhul olduğunu, Hamza bin Ebi Hamza Nasibi’nin ise iftira ve yalancılıkla itham edildiğini ve dolayısıyla bu hadisin rivayet edilemeye değeri olmadığını açıkça beyan etmiştir.

Ayrıca bilmek icap eder ki Kadı Ayyaz Şerh-i Şifa’da ve Beyhaki de kendi kitabında bu hadisin uydurma olduğunu, senedinin zayıf ve merdut olduğunu açıkça beyan etmişlerdir.

Ashaptan Bazıları Nefislerine Uyarak

Haktan Sapmışlardır

Üçüncü olarak; ben asla edep ve nezaketten ayrılmadım. Sadece sizin kendi alimlerinizin söylemiş olduğunu söylüyorum.

Lütfen Fazıl Taftazani’nin “Şerh-i Mekasid”ine müracaat ediniz. Orada açıkça şöyle diyor: “Sahabe kendi arasında muhalefet gösteriyor ve savaşıyordu. Bundan da anlaşılmaktadır ki onlardan sadece bazısı hak yoldan sapmış, nefsine uymuş ve hatta zalim ve fasık olmuşlardır.”

O halde Resulullah (s.a.a)’i gören herkesi saygın kabul etmek mümkün değildir. Saygınlık onların amel ve davranışlarına bağlıdır. Eğer nifak ehli olmaz ve Resulullah (s.a.a)’in emrine itaat ederlerse, o zaman saygın olurlar, bizim için ayak tozları bile göz nurumuz olur.

Ya muhterem beyler, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in, “Ali ile savaşan benimle savaşmıştır” hadisi gibi Hz. Ali’ye karşı yapılan savaşlarla ilgili buyurmuş olduğu ve büyük alimlerinizin de sahih senetlerle nakletmiş oldukları pek çok hadislerin yalan olduklarını söyleyeceksiniz veya ashaptan Muaviye, Amr bin As, Ebu Hureyre, Semure bin Cündeb, Talha ve Zübeyr gibilerin fasit, zalim ve batıl ehli olduğunu kabul edeceksiniz. Zira ashaptan bir çoğu Hz. Ali ile savaşarak haktan sapmış ve mezkur hadis gereğince Resulullah (s.a.a) ile savaşmaya kalkışmışlardır.

O halde eğer biz, ashaptan bazılarının heva ve heveslerine kapılmış olduklarını söyleyecek olursak, yersiz bir söz söylemiş olmayız; aksine burhan ve delil üzere konuşmuşuz. Ayrıca bilmek icap eder ki ashaptan bazısını fasık, zalim, haktan yüz çeviren ve münafık olduğunu söylerken de yalnız değiliz; büyük alimlerinizin senetlerini de gözler önüne seriyoruz.

Gazali’nin Ashabın Ahdi Bozmaları Hakkındaki Sözü

Siz Hüccet’ül- İslâm Ebu Hamid Muhammed bin Muhammed Gazali et-Tusi’nin Sırr’ul- Alemin kitabını inceleyecek olursanız, asla bizi eleştirmezsiniz. Dolayısıyla hakkı ispat etmek için bu kitabın 4. makalesinden sadece bazı bölümleri arz etmek zorundayım. Gazali orada şöyle diyor:

“Müslümanların çeşitli fırkaları Gadir-i Hum olayını ve o gün Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in okuduğu hutbeyi şeksiz şüphesiz doğru bilmiştir. Dolayısıyla her türlü itiraz batıldır. Nitekim Peygamber-i Ekrem (s.a.a) hutbesini bitirir bitirmez Ömer hemen Ali’yi tebrik etmiştir. Şüphesiz bu tebrik yeni bir emre teslimiyet ve Ali’nin hilafetine rızayet için gerçekleşmiştir. Ne yazık ki büyük bir sevinçle tebrik ettikleri halde nefs-i emmare onlara galip geldi ve makam sevgisi onların insani özelliklerini ve duygularını yok etti. Şehvetlerine uyarak güç bayraklarını dalgalandırdılar ve ordulara hükmederek ülkeleri fethetmeye yöneldiler, böylece tarih sayfalarına adlarını kaydetmek istediler. Nefsani heva kadehlerinden şarap içtiler, Kur’ân’ı arkalarına attılar, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in sünnetini alaya aldılar, dinlerini dünyalarına sattılar ve Allah-u Teala ile çok çirkin muamelede bulundular.

Hakkı gizledikleri için ahirette hüsrana uğrayacaklardır. Eğer böyle olmasaydı Peygamber-i Ekrem (s.a.a), hasta yatağında kalem kağıt isterken, “Şüphesiz bu adam hezeyana kapılmış” sözünü işitir miydi? O halde Ebu Bekir’in hilafeti batıldır. Eğer hilafeti kurtarmak için icma silahına sarılırsanız, bu da asla doğru değildir. Zira Abbas, oğulları, Ali, Eşi ve çocukları hiçbirisi bu icmaya katılmadı, hatta Sakife’de olanlardan bazısı da bu icmaya muhalefet etmiş ve oradan ayrılmışlardır, ardından Ensar da açıkça muhalefet etmiştir.”

O halde gördüğünüz gibi Şiiler sizin büyük ve insaflı alimlerinizin söyledikleri dışında bir şey söylememekteler. Bize kötü gözle baktığınız için doğru sözlerimizi de eleştiriyorsunuz. Ama bunları yazan alimlerinize bir şey demiyorsunuz; hatta görmezlikten gelip geçiyorsunuz. Halbuki bilindiği gibi onlar ilim ve insaf üzere gerçekleri açıklamış ve tarihe kaydetmişlerdir.

Şeyh:Sırr’ul- Alemin” kitabı Gazali’nin kitabı değildir; o böyle bir kitabı yazmaktan münezzehtir. Büyük alimler bu kitabın Gazali’ye ait olduğunu kabul etmiyorlar.

“Sırr’ul- Alemin” Kitabı Gazalinin Kitabıdır

Davetçi: Kendi alimlerinizden bir grup kimseler, bu kitabın imam Gazali’ye ait olduğunu söylemişlerdir. Şu anda aklımda olduğu kadarıyla konuları anlatmakta oldukça dikkatli olan, ihtiyatla yazan ve oldukça da bağnaz olan Yusuf Sibt bin Cevzi, Tezkiret-u Havas’il-Ümmet kitabının 36. sayfasında bu konuda imam Gazali’nin Sırr’ul- Alemin kitabından şahit göstermekte ve az önce ifade etmiş olduğum sözleri rivayet etmektedir. Bundan da anlaşıldığı gibi önce bu kitabın Gazali’nin olduğunu kabul etmektedir. Ayrıca bizim, toplantının vaktini göz önünde bulundurarak naklettiğimizden ettiğimizden daha fazlasını naklederek onunla aynı görüşte olduğunu vurgulamaktadır. Aksi takdirde bunun bir eleştirisini yapardı.

Ama bilindiği gibi taassup esiri alimleriniz bu tür gerçekler ve büyük alimlerin beyanları karşısında mantıklı cevap vermekten aciz kalınca, ya bu kitabın Gazali’ye ait olmadığını söylemekte, ya da onun Şii olduğunu ifade etmektedirler. Güçleri yetecek olursa da onları tekfir etmekte ve yok etmeye çalışmaktadırlar. Dolayısıyla bu alimlerin tek suçu, insaflı olmaları ve gerçekleri ortaya koymalarıdır.

Sırrın ortaya çıkması maslahat değildir,

Yoksa rintler meclisinde haber yok ki yok!

İbn-i Ukde’nin Haline İşaret

Tarihin de gösterdiği gibi birçok alimleriniz, gerçekleri söyleyip yazdıkları için kendi hayatlarında perişan olup büyük belalara duçar olmuşlardır; kitaplarının okunması haram kılınıp sonunda da öldürülmüşlerdir.

Büyük alimlerimizden Hafız bin Ukde Ebu’l- Abbas Ahmed bin Muhammed bin Said Hemedani, (Ö. H. 333) buna bir örnektir. Rical alimlerinizden Zehebi, Yafii ve benzerleri İbn-i Ukde’nin güvenilir olduğunu beyan etmiş ve hal tercümesinde 300 bin hadisi senetleriyle ezberlediğini yazmışlardır.

Ama bilindiği gibi H. 3. yılda Kufe ve Bağdat’ta Ebu Bekir ve Ömer’in hatalarını söylediği için Rafızi ilan edilmiş, rivayetlerinin nakledilmesini yasaklamışlardır. Nitekim İbn-i Kesir, Zehebi ve Yafii onun hakkında şöyle yazmışlardır:

“Bu şeyh İbn-i Ukde Berasa[14] camisinde oturup halka Ebu Bekir ve Ömer’in ayıplarını söylüyordu; bu yüzden onun rivayetlerini terk ettik. Yoksa onun doğruluğu ve güvenilirliğinde hiçbir şek ve şüphe yoktur.”

Hatip Bağdadi de Tarih kitabında onu övdükten sonra şöyle diyor: “İbn-i Ukde Ebu Bekir ve Ömer’in kusur ve ayıplarını açıp söylediği için Rafızi olmuştur.”

O halde beyler, sadece Şii Müslümanların gerçekleri beyan ettiğini zan etmeyin, imam Gazali, İbn-i Ukde ve benzerleri de büyük sahabelerin kusur ve ayıplarını nakletmişlerdir.

Taberi’nin Ölümüne İşaret

Tarihte bu gibi insanlar oldukça çoktur. Gerçekleri söyledikleri veya yazdıkları için perişan olmuş, reddedilmiş ve öldürülmüşlerdir. Örneğin: H. 3. yılın büyük alimlerinden olan tarihçi ve müfessir Muhammed bin Cerir-i Taberi, H. 310 yılında 86 yaşındayken vefat ettiğinde cenazesini, gündüz kaldırılıp defnedilmesine mani olduklarından ve tehlikeden dolayı evinin içine gömdüler.

Nesai’nin Öldürülmesi

Bundan da ilginci imam Ebu Abdurrahman Ahmed bin Ali Nesai’nin öldürülmesidir. Nesai H. 3. yılın sonlarında yaşayan ve Kutub-i Sitte’nin de yazarlarından olan Ehl-i Sünnet’in büyük alimlerinden biridir. H. 303 yılında Dimaşk’e gitti, orada Emeviler’in propagandaları neticesinde her namazdan sonra ve Cuma hutbelerinde Hz. Ali’ye lanet edildiğini görünce çok rahatsız oldu. Hemen senetleriyle birlikte Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’den rivayet edilen Hz. Ali (a.s)’ın faziletleriyle ilgili hafızasında var olan hadisleri kaleme aldı.

Bu yüzden “Hasais’ul- Alevi” kitabını, Hz. Ali (a.s)’ın fazilet ve yüce makamını ispat etmek için yazdı. Minberde o kitapta kaydedilen hadisleri okuyarak Hz. Ali (a.s)’ın fazilet ve menkıbelerini yaymaya çalışıyordu.

Günlerin birinde minberde Ali (a.s)’ın faziletlerini anlatmakla meşgul iken cahil halkın saldırısına uğradı, önce onu minberden aşağı çektiler, şiddetli bir şekilde dövdüler, hayalarını ezdiler ve tenasül organından tutarak onu dışarı sürüklediler. Aldığı bu ağır darbeler neticesinde vefat etti; vasiyeti üzere cenazesini götürüp Mekke’de toprağa verdiler.

İşte bu inatçı, kara cahil ve ahmak bağnazlar kendi büyük alimlerini, hakkı söylediklerinden dolayı böylesine rezil rüsva ederek öldürmüşlerdir. Tek suçu da gerçekleri açıklamaktı. Halbuki bilindiği gibi gerçekler bir güneş gibidir, bir gün mutlaka ortaya çıkacaktır.

Konudan uzaklaştığım için özür dilerim. Maksat şudur ki, sadece Şii Müslümanlar değil, bizzat büyük alimleriniz de Hz. Ali (a.s)’ın velayet makamını yazıp nakletmişlerdir. Büyük alimlerinizin yazdığı üzere Peygamber-i Ekrem (s.a.a) yetmiş bin, veya yüz yirmi bin kişinin huzurunda Hz. Ali (a.s)’ın elinden tutarak halkın İmamı ve mevlası olduğunu ilan etmiştir.

Mevla Kelimesini Eleştiri

Hafız: Bu hadisin aslı hakkında hiçbir şek ve şüphe yoktur. Ama sizin anlattığınız gibi de değildir. Ayrıca bilmek icap eder ki, hadisin metnindeki bir takım ibaretler de sizin maksadınıza ters düşmektedir. Siz sözlerinizde, hadisteki “mevla” sözcüğünün “tasarrufta evleviyet” manasında olduğunu söylemeye çalıştınız. Halbuki bu hadisteki “mevla” sözcüğü, muhip, dost ve yardımcı manasına gelmektedir. Zira Peygamber-i Ekrem (s.a.a), Ali’nin (k.v) düşmanlarının çok olduğunu bildiğinden dolayı ümmetine; “Ben kimin muhip, dost ve yardımcısı isem, Ali de onun muhip, dost ve yardımcısıdır” diye söylemek zorunda kaldı. Halktan biat almasının nedeni de kendisinden sonra Ali’ye eziyet etmemelerini sağlamak içindi.

Davetçi: Zan ediyorum bazen zorla geçmişlerinize ve adetlerinize uyuyorsunuz; aksi takdirde biraz dikkat ve insafla bakacak olursanız karine ve delilleri de göz önünde bulundurursanız gerçekleri görebilirsiniz.

Hafız: Hangi karine ve delille sabit etmek istiyorsunuz? Lütfen beyan ediniz.

Mevla Kelimesinin “Tasarrufta Evleviyet” Manasında Olduğunun İspatı ve “Ey Resul! Rabbinden Sana

İndirileni Tebliğ Et” Ayetinin Nüzulü

Davetçi: Birinci karine ve delilim Kur’ân’dır. Allah-u Teala “Mâide suresinin 67. ayetinde şöyle buyuruyor:

“Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et; eğer (bu görevi) yapmayacak olursan, O’nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz Allah, kafir olan bir topluluğu hidayete eriştirmez.”

Hafız: Bu ayetin, o gün ve bu iş için nazil olduğu nereden bellidir?

Davetçi: Sizin büyük alimleriniz örneğin: Celaluddin Suyuti Durr’ul- Mansur c. 2, s. 298’de, Hafız bin Ebi Hatem Razi Tefsir-i Gadir’de, Hafız Ebu Cafer Taberi Kitab’ul- Velaye’de, Hafız Ebu Abdullah Mehamili Emali’de, Hafız Ebu Bekir Şirazi, Ma Nezele Min’el- Kur’ân-i Fi Emir’il- Mü’minin’de, Hafız Ebu Said Secistani Kitab’ul- Velaye’de, Hafız bin Merduye mezkur ayetin tefsirinde, Hafız Ebu’l- Kasım Haskani Şevahid’ut- Tenzil’de, Ebu’l- Feth Hesail’ul- Alevi’de, Muinuddin Meybudi Şerh-i Divan’da, Kadı Şevkani Feth’ul- Kadir c. 3, s. 57’de, Seyyid Cemaluddin Şirazi Erbain’de, Bedruddin Hanefi Umdet’ul Kari fi Şerh-i Sahih-i Buhari’de, Ahmed Sa’lebi Keşf’ul Beyan tefsirinde, imam Fahr-u Razi Tefsir-i Kebir c. 3, s. 636’da, Hafız Ebu Naim İsfahani Ma Nezele Min’el- Kur’ân-i fi Ali’yyin’de, İbrahim bin Muhammed Himvini Feraid’us- Simtayn’de, Nizamuddin Nişaburi tefsirinin c. 6, s. 170’inde, Seyyid Şehabuddin Alusi Bağdadi Ruh’ul- Meani c. 2, s. 348’de, Nuruddin bin Sabbağ Maliki Fusul’ul- Muhimme s. 27’de, Ali bin Ahmed Vahidi Esbab’un- Nuzul s. 150’de, Muhammed bin Talha eş-Şafii Metalib’us- Seul s. 16’da, Mir Seyyid Ali Hemedani eş-Şafii Meveddet’ul- Kurba’nın 5. Meveddet’inde, Şeyh Süleyman Belhi el-Hanefi Yenabi’ul- Mevedde’nin 39. babında...velhasıl alimlerinizden otuzdan fazla zat kendi muteber kitap ve tefsirlerinde bu ayetin Gadir günü Hz. Ali (a.s) hakkında nazil olduğunu yazmışlardır.

Hatta Kadı Fazl bin Ruzbehan bütün inat ve bağnazlığına rağmen şöyle yazmıştır: “Bizim muteber Sihah kitaplarında da sabit kılınmıştır ki bu ayet nazil olunca Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Ali’nin elinden tutarak şöyle buyurdular:

“Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır.”

İlginç bir husus da şu ki, bu inatçı ve bağnaz alim Keşf’ul-Ğumme’de Rezin bin Abdullah’tan şu ilginç rivayeti nakletmektedir: “Biz Resulullah (s.a.a)’in zamanında bu ayeti şöyle okuyorduk:

“Ey resul, Rabbinden sana indirileni tebliğ et; ki şüphesiz Ali müminlerin mevlasıdır. Böyle yapmazsan risaletini tebliğ etmemiş olursun.”

Hakeza Suyuti Durr’ul- Mensur’da İbn-i Merduye’den, İbn-i Asakir ve İbn-i Ebi Hatem Ebu Said Hudri ve Abdullah bin Mesud’dan ve Kadı Şevkani de Feth’ul- Kadir tefsirinde: “Biz de Resulullah’ın zamanında mezkur ayeti böyle okuyorduk.” diye rivayet etmişlerdir.

Velhasıl, ayette Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’e yapılan tehditten anlaşıldığı üzere tebliğ edilmesi gereken iş, risalet peşice gelen çok önemli bir iştir. Dolayısıyla bu iş Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’den sonra dinin ve hükümlerinin koruyuculuğu olan imamet, vesayet ve tasarrufa evla (herkesten yetkili) olmaktır.

“Bugün Size Dininizi Kemale Erdirdim” Ayetinin Gadir-i Hum’da Nazil Olması

İkinci delil ise şu ayettir:

 “Bu gün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve din olarak size İslâm’ı seçtim”[15]

Hafız: Kesin olan şudur ki, bu ayet Arefe’de nazil olmuştur; alimlerden hiçbirisi bu ayetin Gadir-i Hum’da nazil olduğunu söylememişlerdir.

Davetçi: Rica ediyorum inkar etmede acele etmeyiniz; ispat imkanını da göz önüne alarak ihtiyatlı düşününüz, böylece cevap anında ruhsal açıdan rahatsız olmayasınız.

Elbette doğrudur, bazı alimleriniz bu ayetin Arefe’de nazil olduğunu beyan etmiştir. Ama bilindiği gibi büyük alimlerinizin bir çoğu bu ayetin Gadir-i Hum’da nazil olduğunu açıkça beyan etmişlerdir. Hatta bazı alimleriniz bu ayetin iki defa nazil olduğu ihtimalini de vermişlerdir. Yani bir defa Arefe’de bir defa da Gadir-i Hum’da. Nitekim Sibt bin Cevzi Tezkiret’ul- Hevass'il- Ümme s. 18’de şöyle diyor: “Muhtemelen bu ayet bir defa Arefe’de, bir defa da Gadir-i Hum’da olmak üzere iki kere nazil olmuştur. Nitekim Besmele de bir kez Mekke’de, bir kez de Medine’de olmak üzere iki defa nazil olmuştur.”

Hakeza Celaluddin Suyuti, Durr’ul- Mansur c. 2, s. 256’da ve İtkan c. 1, s. 31’de, Sa’lebi Keşf’ul- Beyan’da, Hafız Ebu Naim İsfahani, Ma Nezele Min’el- Kur’ân-i fi Ali’yyin’de, Ebu’l- Feth Hasais’ul- Aleviyye’de, İbn-i Kesir Şami, Hafız bin Merduye yoluyla tefsirinin c. 2, s. 14’ünde, H. 3. asrın büyük tarihçi ve müfessiri Muhammed bin Cerir-i Taberi, Tefsir-u Kitab’ul- Velaye’de, Hafız Ebu’l Kasım Haskani Şevahid’ut- Tenzil’de, Sibt bin Cevzi, Tezkiret-u Hevass’il- Ümme s. 18’de, Ebu’l İshak Himvini Feraid’us- Simtayn bab 12’de, Ebu Sait Secistani Kitab’ul- Velaye’de, Hatip Bağdadi, Tarih-i Bağdat c. 8, s. 290’da, Şafii alimi İbn-i Meğazili, Menakıb’da, Ebu’l- Mueyyed Muvaffak bin Ahmed Harezmi, Menakıb fasıl 14’de ve Maktel’ul- Huseyn fasıl 4’de ve diğer alimleriniz muteber kitaplarında şöyle yazmışlardır:

“Gadir-i Hum’da Resulullah (s.a.a) Allah-u Teala’nın emriyle Hz. Ali’yi velayet makamına tayin edip memur olduğu mesajı halka iletince, koltuk altları görünecek şekilde Ali (a.s)’ın elinden tutarak kaldırıp ümmetine şöyle buyurdu: “Ali’yi, Emir’ul- müminin (ümmetin emiri) olarak selamlayın.” Ardından ümmetin tümü bunu yerine getirdi ve henüz yerinden ayrılmadan mezkur ayet nazil oldu.

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bu ayetin nazil olmasından dolayı çok sevindi ve ümmetine dönerek şöyle buyurdu:

“Dini kemale erdiren, nimetini tamamlayan, benim risaletime ve benden sonra Ali’nin velayetine razı olan Allah-u Teala ne de büyüktür!”

İmam Haskani ve imam Ahmed bin Hanbel bu olayı detaylı olarak rivayet etmişlerdir. Eğer siz beyler bir saat olsun adetinizden uzaklaşıp insaf gözüyle bakacak olursanız, nazil olan mezkur ayet ve nakledilen rivayetlerden mevladan maksadın imamet ve velayet makamı olduğunu kolayca anlayabilirsiniz.

Eğer “veli” ve “mevla” kelimeleri “her türlü tasarrufta evleviyet” manasını ifade etmemiş olsaydı, sonraki cümle anlamsız olurdu. Bu cümle (Ben kimin mevlası isem...) her ne zaman Peygamber-i Ekrem (s.a.a) tarafından ifade edilmişse “mevla” kelimesi mutlaka tasarrufta evleviyet” manasını ifade etmiştir. Resulullah (s.a.a); “Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır” buyurmakla kendisinin haiz olduğu velayet makamını kendisinden sonra ona tahsis kılmıştır.

Biraz insafla bakacak olursanız, gerçekleri görürsünüz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) neden daha önce durak yeri olmayan bu otsuz ve susuz yerde ümmetini topladı; önde gidenlerin geriye dönmesini, geride kalanların da ileri gelmesini emretti; yakıcı güneşin altında herkesin ayaklarının yanmaması için elbisesine sarıldığı ve develerin gölgesinde oturduğu bir ortamda minbere çıktı ve Harezmi ve İbn-i Merduye’nin Menakıb’da, Taberi’nin ise Kitab’ul- Velaye’de rivayet etmiş olduğu Hz. Ali (a.s)’ın fazilet ve makamını beyan eden o uzun hutbeyi irad etti; o sıcak ve kurak topraklarda tam üç gün halkın vaktini alarak herkesten Ali için biat aldı? Bütün bunlar sadece halkın Ali’yi sevmesini sağlamak veya onlara Ali’nin kendilerinin dost ve yardımcısı olduğunu bildirmek için miydi?

Halbuki bilindiği gibi Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Hz. Ali’ye olan büyük ilgi ve alakasını bilmeyen yoktu. Zira Peygamber-i Ekrem (s.a.a) defalarca bunu tavsiye etmiştir. Ayrıca bilmek icap eder ki böylesine sıcak bir ortamda nazil olan ayet ve yapılan onca vurgulamalara rağmen halkı sadece Hz. Ali’yi sevsinler diye orada üç gün gibi uzun bir süre bekletmenin ne anlamı olabilir?

Hatta eğer iyice dikkat edecek olursanız, bu olayın çok önemli bir yönü olmazsa, akıl sahipleri nezdinde bu amel abes bir iş sayılmış olur ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in abes bir işle meşgul olması ise imkansız bir şeydir.

O halde akıl sahiplerinin de kabul etmiş olduğu gibi bunca yer ve gök teşrifatı, sadece dostluk ve muhabbet izharı için değildi; aksine risalet makamının ardından gelen velayet makamının tayin ve tespiti içindi.

Sibt Bin Cevzi’nin “Mevla” Sözcüğünün Manası Hakkındaki Görüşü

Nitekim bazı büyük ve değerli alimleriniz de dikkat ve insaf üzere bu manayı tasdik etmişlerdir. Örneğin: Sibt bin Cevzi Tezkiret-u Havas’il- Ümme bab, 2, s. 20’de “mevla” kelimesi için on mana zikretmiş, sonunda da şöyle demiştir: “Bu on manadan dokuzu Resulullah (s.a.a)’in sözü ile uyum arz etmiyor. Hadisten maksat özel salt itaattir; o halde onuncu mana kastedilmiştir. Bu da tasarrufta evleviyet manasıdır; buna binaen hadisin manası şöyle oluyor: “Ben kimin nefsine kendisinden daha evla isem, Ali de onun nefsine ondan daha evladır.”

Bu manayı, Hafız Ebu’l- Ferec Yahya bin Said Sekafi el-İsfahani de Muruc’ul- Bahreyn kitabında açıkça ifade etmiştir. Orada kendi senediyle şeyhlerinden şöyle bir hadis rivayet etmektedir: Peygamber (s.a.a) Ali’nin elini tutarak şöyle buyurdu: “Ben kimin velisi ve nefsine kendisinden daha evla isem, Ali de onun velisidir.”

Burada Sibt bin Cevzi şöyle diyor: “Peygamber (s.a.a)’in; “Ben müminlere kendilerinden daha evla değil miyim?” sözü de buna delalet etmektedir. Bu da Hz. Ali’nin imamet ve itaatinin gerekliliğini gösteren apaçık bir nastır.”

Muhammed Bin Talha’nın “Mevla” Kelimesinin

Anlamı Hakkındaki Görüşü

Muhammed bin Talha eş-Şafii de Metalib’us- Süul’un 1. babının 5. faslının ortalarında şöyle diyor: “Mevla kelimesinin birçok manası vardır; tasarrufta evleviyet, yardımcı, varis, efendi, sıddık ve benzeri... Bu hadis de Mubahale ayetinin sırlarındandır. Allah-u Teala Hz. Ali’yi Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in nefsi olarak karar kılmış ve onların nefsini bir olarak saymıştır. Yani Peygamber (s.a.a) bu hadisle, müminlerin nefsi üzerinde varolan haklarını Hz. Ali için de sabit kılmıştır.

Resulullah (s.a.a) müminlerin işinde tasarrufta en evla (yetki sahibi) olandır, müminlerin yardımcısı ve efendisidir. Resulullah (s.a.a) için mevla kelimesinin ifade etmiş olduğu her mana, bu hadisle Hz. Ali için de sabit kılınmıştır. Bu yüce makamı Peygamber (s.a.a) Hz. Ali’ye tahsis etmiştir. Bu yüzden Gadir günü, O Hazretin dostları için bayram ve sevinç günü olmuştur.”

Hafız: Kendinizin de belirttiği gibi “mevla” kelimesinin birçok manası vardır. Öyleyse “tasarrufta evleviyet” manasını bunca manalar arasından delil olmaksızın seçmek batıldır.

Davetçi: Bildiğiniz gibi ilm-i usul alimleri farklı manaları olan kelimeler hakkında sadece bir anlamının hakiki olduğunu, diğer anlamlarının ise mecazi olduğunu söylemişlerdir. Dolayısıyla her yerde hakiki mana, mecaz manadan önceliklidir.

Bu esas üzere “mevla” ve “veli” kelimesinin asıl manası tasarrufta evleviyettir. Nitekim “veliy’un nikah”ın manası, nikah işini üstlenen kimsedir. Kadının velisi kocasıdır, çocuğun velisi ise babasıdır. Sultanın veliahdı da kendisinden sonra saltanat işinde tasarrufta bulunan kimsedir. Ayrıca bilmek icap eder ki, asıl problem sizin sözlerinizdedir ki, “veli” ve “mevla” kelimelerini, onca mana arasından dost ve yardımcı manalarına yorumluyorsunuz. Sebepsiz tahsis ise batıldır. Dolayısıyla bu problem bizden çok sizin için söz konusudur. Zira bizim tahsisimizin bir delili vardır. Bizzat kendi alimlerinizden Sibt bin Cevzi ve Muhammed bin Talha eş-Şafii gibilerin dediği gibi birçok ayet ve rivayetler de bu manayı teyit etmekteler.

En büyük delil, bu manayı tahsis eden iç ve dış karinelerdir. Nitekim onlardan bazısına değindik. Şii ve Sünni yoluyla nakledilen birçok rivayetlerde, Tebliğ ayeti şöyle nakledilmiştir:

“Ey Resul! Ali’nin velayeti ve imameti hakkında sana indirileni tebliğ et...

Nitekim sizin büyük alimlerinizden olan Celaluddin Suyuti Durr’ul- Mensur’da bu hadisleri bir araya toplamıştır.

Hz. Ali’nin Rahbe’de Gadir Hadisini Delil Göstermesi

Eğer bu hadis ve mevla lafzı imamet ve hilafete delalet etmeseydi, Hz. Ali (a.s) defalarca onu delil olarak göstermez, özellikle de şura toplantılarında şahit olarak ortaya koymazdı. Nitekim Hatip Harezmi Menakıb, s. 217de, İbrahim bin Muhammed Himvini Feraid’in 58. Babında, Hafız bin Ukde Kitab’ul- Velaye’de, İbn-i Hatem Dimaşki “Durr’un Nezim”de, İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ül- Belağa Şerhi c. 2, s. 61’de, detaylı olarak bunu rivayet etmiş, özellikle de Kufe’de ashaptan otuz kişinin buna tanıklık ettiğini kaydetmişlerdir.

Ahmed bin Hanbel Müsned’in c. 4, s. 370 ile c. 1, s. 119’da, İbn-i Esir Cezri Usd’ul- Gabe c. 5, s. 205 ve 276 ile c. 3, s. 307’de, İbn-i Kuteybe, Maarif s. 194’de Muhammed Yusuf Genci eş-Şafii, Kifayet’ut- Talib’de, İbn-i Ebi’l- Hadid, Nehc’ül- Belağa Şerhi, c. 1, s. 362’da, Hafız Ebu Naim İsfahani, Hilyet’ul- Evliya, c. 5, s. 26’da, İbn-i Hacer Askalani, İsabe c. 2, s. 408’de, Muhibuddin Taberi, Zehair’ul- Ukba, s. 67’de, imam Abdurrahman Nesai, “Hasais’ul- Alevi”, s. 26’da, Allame Semhudi, Cevahir’ul- Akdeyn’de, Şemsuddin Cezri, Esne’l- Metalib, s. 3’de, Süleyman Belhi el-Hanefi, Yenabi’ul- Mevedde’nin 4. babında, Hafız bin Ukde, Kitab’ul- Velaye’de vb. büyük alimler de kendi muteber kitaplarında Hz. Ali (a.s)’ın Kufe’de Müslümanlara bu hadisi delil gösterdiğini kaydetmişlerdir. Hz. Ali (a.s) halkın karşısına çıkarak şöyle buyurmuştur:

“Allah aşkına, kim Gadir-i Hum’da benim hakkımda bir şey duymuşsa kalksın ve tanıklıkta bulunsun.”

Orada bulunan on ikisi Bedir ashabından olan tam otuz sahabe ayağa kalkarak şöyle tanıklıkta bulundular: “Peygamber-i Ekrem (s.a.a) gözümüzün önünde Ali’nin elinden tutarak halka şöyle buyurdu: “Benim müminlere nefislerinden daha evla olduğumu biliyor musunuz?”

Oradakiler; “Evet” deyince de Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurdular: “Ben kimin mevlasıysam, bu Ali de onun mevlasıdır...”

O cemiyetten üç kişi tanıklık etmekten kaçındı, bunlardan biri de “yaşlandığım için unuttum” diyen Enes bin Malik’ti. Hz. Ali (a.s) da bunun üzerine onlara, özelilikle de Enes’e beddua ederek şöyle buyurdu:

“Eğer yalan söylüyorsan, Allah-u Teala seni abraş hastalığına duçar kılsın ki sarığınla da örtemeyesin.”

Enes daha yerinden kalkmadan abraş hastalığına yakalandı. Bazı rivayetlerde ise kör ve abraş olduğu kaydedilmiştir.

Şüphesiz Hz. Ali (a.s)’ın bu hadisi şahit göstermesi, O’nun İlahi hilafet ve velayetinin en büyük delilidir.

(Bu esnada müezzin ezan okumaya başladı, yatsı namazını kılıp istirahat ve çay ikramından sonra sohbete devam edildi.)

“Ben Sizin Nefsinizden Size Daha Evla Değil Miyim?” Hadisinin Karinesi

Davetçi: Hadisin kendisinde mevcut olan karine de, mevladan maksadın tasarrufta evleviyet olduğunu ortaya koymaktadır. Zira Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Gadir-i Hum’da okuduğu hutbeden önce ümmete şöyle buyurmuştur: “Ben size kendi nefsinizden daha evla değil miyim?” Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in bu sözü, “Peygamber, müminlere kendi nefislerinden daha evladır[16] diye buyuran ayete işarettir. Her iki fırkanın kitaplarında yer alan sahih bir rivayete göre Peygamber (s.a.a) ayrıca şöyle buyurmuştur:

“Ben dünya ve ahirette bütün müminlere kendi nefislerinden daha evla değil miyim?.”

Orada bulunanlar hep birden; “Evet sen bize kendi nefislerimizden daha evlasın!” dediler.

Bunun üzerine Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu:

“O halde ben kimin mevlasıysam, bu Ali de onun mevlasıdır.”

Dolayısıyla sözün akışı da mevladan maksadın Resulullah (s.a.a)’in ümmet üzerindeki evleviyeti olduğunu göstermektedir.

Hafız: Birçok rivayetlerde Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in; “Ben size kendi nefsinizden daha evla değil miyim?” diye buyurduğu yer almamıştır.

Davetçi: Gadir hadisi mevzusunda yer alan lafız, ibare ve ravilerin nakilleri farklıdır. Şia rivayetlerinde genellik vardır; Şii alimlerin ekseriyeti muteber kitaplarında söz konusu hadisi bu karineyle rivayet etmişlerdir. Sizin birçok muteber kitaplarınızda da mezkur hadis bu karineyle nakledilmiştir. Şu anda aklıma geldiği kadarıyla Sibt bin Cevzi, Tezkiret-u Havass’il- Ümme, s. 18’de, imam Ahmed bin Hanbel, Müsned’de, Nuruddin bin Sabbağ Maliki imam Ahmed, Zuhri ve Hafız Ebu-Bekir Beyhaki’den naklen Fusul’ul- Muhimme’de, Ebu’l- Futuh Es’ad bin Ebi’l- Fezail bin Halef el-İcli, el-Mu’cez-u fi Fezail’il- Hulefa’il- Erbaa’da, Hatip Harezmi Menakıb’ın 14. Faslında, Muhammed bin Yusuf Genci eş-Şafii, Kifayet’ut- Talib’in 1. babında, Şeyh Süleyman Belhi el-Hanefi, Müsned-i Ahmed, Mişkat’ul- Mesabih, Sünen-i İbn-i Mace, Hafız Ebu Naim İsfahani’nin Hilyet’ul- Evliya, İbn-i Meğazili Şafii’nin Menakıb ve İbn-i Ukde’nin Kitab’ul- Muvalat kitabından naklen Yenabi’ul- Mevedde’nin 4. babında ve diğer bir çok büyük ve değerli alimleriniz, az bir lafız ve beyan farklılığıyla Gadir hadisini rivayet etmiş ve hepsinde de “Ben size kendi nefsinizden daha evla değil miyim?” sözü yer almıştır.

Teberrük olarak imam Ahmed bin Hanbel’in Müsned c. 4, s. 281’de, Burra bin Azib’den müsneden rivayet etmiş olduğu şu rivayeti zikretmek istiyorum; Burra bin Azib şöyle diyor:

“Bir seferde Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’le birlikteydik, Gadir denen yere gelince Peygamber-i Ekrem (s.a.a) cemaat arasında, “Es-Selat’ul- Camia” diye seslendi. Önemli bir olay olunca Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ümmetine böyle sesleniyor ve ümmet toplanınca da kılınan namazın ardından onlara o önemli olay tebliğ ediliyordu. İki ağacın arasında bir yeri Peygamber-i Ekrem (s.a.a) için ayarladılar. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) namazı kıldırdıktan sonra cemaatın karşısında Hz. Ali (a.s)’ın elinden tutarak oradakilere şöyle buyurdu:

“Benim müminlere kendi nefislerinden daha evla olduğumu bilmiyor musunuz?” Oradakiler; “Evet, biliyoruz” dediler. Peygamber (s.a.a); “Benim her mümine nefsinden daha evla olduğumu bilmiyor musunuz?” diye buyurdu. Oradakiler; “Evet” deyince de şöyle buyurdu: “Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır. Allah’ım, O’nu seveni sev, düşmanına düşman ol”

Daha sonra Ömer onu karşılayarak şöyle dedi: “Ey İbn-i Ebi Talip, bu makam sana mübarek olsun; sen her mümin ve müminenin mevlası oldun.”

Mir Seyyid Ali Hemedani eş-Şafii Meveddet’ul- Kurba’nın 5. Mevedde’sinde, Süleyman Belhi, Yenabi’de ve Hafız Ebu Naim ise Hilye’de az bir farkla bu hadisi nakletmişlerdir.

Özellikle, İbn-i Sabbağ’ın da Fusul’ul- Muhimme’de kendisinden rivayet etmiş olduğu Hafız Ebu’l- Feth, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in sözünü şu şekilde rivayet etmiştir:

“Ey insanlar! Allah Tebarek ve Teala benim mevlamdır, ben ise size nefsinizden daha evlayım ve bilin ki ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır.”

İbn-i Mace Kazvini, Sünen’de, imam Ebu Abdurrahman Nesai, 81, 83, 93 ve 95. hadislerde bu karineyi nakletmişlerdir. 84. hadiste ise Zeyd bin Erkam’dan Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in sözünü şu ibarelerle rivayet etmiştir:

“Benim her mümin ve mümineye kendi nefislerinden daha evla olduğumu bilmiyor musunuz?”

Onlar da şöyle dediler: “Evet şehadet ederiz ki sen her mümine kendi nefsinden daha evlasın.” Bunun üzerine Peygamber (s.a.a); “Şüphesiz ben kimin mevlası isem, bu da onun mevlasıdır.” buyurarak Ali (a.s)’ın elinden tuttu.”

Ebu Bekir Ahmed bin Ali Hatip Bağdadi (Ö. H. 462), Tarih-i Bağdad c. 8. s. 289-290’da Ebu Hureyre’den uzun bir hadis rivayet etmektedir. O rivayette şu hadisi nakletmiştir: “Kim 18 Zilhicce’de (Gadir gününde) oruç tutarsa, 60 ay oruç tutmanın sevabını elde eder.” Daha sonra da Gadir hadisini mezkur karineyle birlikte rivayet etmiştir.

Zan edersem, “Size nefsinizden daha evla değil miyim?” cümlesinin de hadislerde rivayet edildiği hususunda örnek olarak bu miktar yeterli olsa gerek. Artık beyler bir de, bu karinesinin meşhur rivayetlerde olmadığını söylemesinler.

Hassan Bin Sabit’in Resulullah (s.a.a)’in Huzurunda Okuduğu Şiirler

Diğer bir karine de, Hassan bin Sabit el-Ensari’nin Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Ali (a.s)’ı velayet makamına tayin ettikten sonra O Hazretin huzurunda söylediği şiirdir. Sibt bin Cevzi ve diğerlerinin rivayet etmiş olduğu üzere Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bu şiirleri duyunca şöyle buyurdular:

Ey Hassan, bir övgü veya güzel bir kelime ile bize yardımda bulunduğun müddetçe Ruh’ul- Kuds ile teyit edilirsin.”

Hicri 4. asrın meşhur muhaddis ve müfessiri Hafız bin Merduye Ahmed bin Musa (Ö. H. 352) Menakıb’da, Muvaffak bin Ahmed Harezmi Menakıb’da ve Maktel’ul- Hüseyin’in 4. fasılda, Celaluddin Suyuti Risalet’ul- Ezhar Fîma Akadeh’uş- Şuara’da, Hafız Ebu Sa’d Harguşi Şeref’ul- Mustafa’da, Hafız Ebu’l- Feth Hasais’ul- Aleviye’de, Hafız Cemaluddin Zerendi Nezm-u Durer’is- Simtayn’de, Hafız Ebu Naim İsfahani Ma Nezele Min’el- Kur’ân-i fi Ali’yyin’de, İbrahim bin Muhammed Himvini Feraid’us- Simtayn’nın 12. babında, Hafız Ebu Said Secistani Kitab’ul- Velaye’de, Yusuf Sibt bin Cevzi Tezkiret’ul- Havass’il- Ümme s. 20’de, Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii Kifayet’ut- Talib’in 1. babında ve diğer birçok alim ve tarihçileriniz kendi kitaplarında Ebu Said Hudri’den şöyle rivayet etmektedir:

Gadir-i Hum günü, Hz. Ali (a.s) velayet makamına tayin edilince, Hassan bin Sabit şöyle dedi: Ya Resulellah! Bu konuda birkaç beyit şiir söylememe izin verir misiniz? Peygamber-i Ekrem (s.a.a); “Allah-u Teala’nın bereketiyle söyle” buyurdular. Hassan minbere çıkarak irticalen şu beyitleri söyledi:

Gadir günü Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ümmete seslendi,

Onlar da Peygamber (s.a.a)’in nidasını duydu,

Peygamber (s.a.a); “Mevlanız ve veliniz kimdir?” diye buyurdu.

Allah-u Teala bizim mevlamız ve sen bizim velimizsin,

Hiç kimse bu manayı inkar etmez dediler.

Peygamber-i Ekrem (s.a.a); “Kalk ya Ali buyurdu;

Şüphesiz benden sonra İmam ve hidayetçi olmana razı oldum.

O halde ben kimin mevlasıysam, Ali de onun mevlasıdır,

Öyleyse Ali’ye köleler gibi gerçek yardımcılar olunuz.”

Sonra dua ederek; “Allah’ım, Ali’ye dost olanla dost ol,

Düşman olanla da düşman ol” buyurdu.

Bu şiir de ashabın, o gün “mevla” lafzından imamet ve hilafeti anladığının en büyük delilidir. Eğer mevla kelimesi imam ve tasarrufta evleviyet manasına olmasaydı, Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Hassan’ın şiirlerini ve “Şüphesiz benden sonra İmam ve hidayetçi olmana razı oldum.” sözünü duyunca, ona yanlış anladığını söyler, maksadını anlamadığını ifade ederdi. Ona, mevladan maksadın imam, önder ve nübüvvet makamından sonra gelen tasarrufta evleviyet makamı olmadığını hatırlatır, dost ve yardımcı manasını kast ettiğini söylerdi.

Halbuki bilindiği gibi Peygamber-i Ekrem (s.a.a) onu tekzip etmediği gibi, “Ey Hassan, bir övgü veya güzel bir kelime ile bize yardımda bulunduğun müddetçe Ruh’ul- Kuds ile teyit edilirsin.” sözüyle de onu teyit ve tasdik etti. Zaten hutbesinde de imamet ve hilafet makamını tüm açıklığıyla ifade etti. Dolayısıyla Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Gadir gününde okuduğu bu hutbeyi lütfen iyice okuyunuz. Ebu Cafer Muhammed bin Cerir-i Taberi Kitab’ul-Velaye’de bu hutbenin tamamını nakletmiştir. Bu cümleden Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

Dinleyin ve itaat edin; Allah-u Teala sizin mevlanız, Ali ise sizin imamınızdır; o halde imamet kıyamete kadar Ali’nin soyundan benim evlatlarım arasındadır. Ey insanlar, bu Ali benim kardeşim, vasim, ilmimin koruyucusu, bana iman eden herkesin halifesi ve Rabbimin kitabının müfessiridir.”

Lütfen insaflı olunuz; Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bu şiirleri duyunca bir şey demedi ve ayrıca bilmek icap eder ki, kendi sözleri de mevladan maksadın, yardımcı ve dost olmadığının en açık delilidir. Dolayısıyla Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in mevladan maksadı, Hassan’ın şiirlerine de yansıdığı gibi İmam, hidayetçi ve Müslümanların işlerinde tasarrufta bulunmakta evla olmaktır. Bu yüzden Hassan’a; “Bu gerçek, Ruh’ul-Kuds’un teyidiyle dilinde cari oldu.” diye buyurdu.

Sahabenin Ahdi Bozması

Velhasıl “mevla”, hakiki manasıyla velayet-i mutlaka da olsa veya sizin inancınıza göre dost ve yardımcı da olsa, gerçek şu ki, ashab o gün Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in emri üzere Ali’ye biat etmiştir. Bunda Şii ve Sünni alimleri ittifak etmişlerdir. O halde ashap neden ahd ve biatlerini bozdular? Allah aşkına insaflı olunuz, sizin dediğiniz doğru bile olsa, acaba dostluk ve yardımcı olmanın manası; evini ateşe vermek, eşini ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in evlatları olan çocuklarını eziyet etmek, onları zorla camiye götürmek, kılıçla tehdit etmek, Allah-u Teala ve Peygamber’in sevgili kulu Fatıma’yı öylesine derinden incitmek ve çocuğunu düşürmek manasına mı gelmektedir?!

Bütün o büyük merasimden ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in onca tavsiyelerinden sonra Hazretin vefatının hemen akabinde yapılan bu hareketler, Allah’a ve Peygamber’e verdikleri sözü çiğnemek manasını ifade etmez mi?

Acaba sözünde durmayanlar veya sizin inancınıza göre dostluk ahitlerini riayet etmeyenler, R’ad suresinin 25. ayetini okumamışlar mıydı?[17]

Eğer cahilce sevgi ve nefreti bir kenara bırakacak olursak, hak ve gerçeğin tümüyle ortada olduğunu görürüz.

Eğer işlerin perdesi kenara çekilirse,

Hepimizin ne işte olduğu ortaya çıkar.

Sahabenin Uhud, Huneyn ve Hudeybiye’de Ahitlerini Çiğnemesi

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Uhud ve Huneyn savaşlarında bütün ashaptan kaçmayacaklarına dair söz almasına rağmen kaçmadılar mı? Acaba Taberi, İbn-i Ebi’l- Hadid, İbn-i A’sem-i Kufi ve diğer tarihçilerinizin de yazdığı gibi ashabın bu kaçışı ve Hz. Peygamber’i düşman karşısında yalnız bırakmaları sözünde durmamak değil midir?

Allah-u Teala’ya and olsun siz gereksiz yere bize itiraz ediyorsunuz, Şiiler büyük alimlerinizin dediklerini diyorlar, kitaplarında alim ve tarihçilerinizin söylediklerini yazıyorlar, eğer Şii alimleri sahabeyi eleştiriyorsa bu bizzat kendi alimlerinizin yazdıklarıdır.

İnsaflıca Hüküm Vermek Gerekir

O halde neden gereksiz yere bize saldırıyorsunuz? Siz yazınca sakıncası olmuyor ve eleştirilmiyorsunuz da. Ama biz söyleyince veya yazınca kafir oluyoruz, katlimiz helal oluyor ve ashabın yaptığı bazı çirkin amelleri söylemekle suçlu duruma düşüyoruz!

Eğer sahabeyi eleştirmek kötü ve Rafızîlikse bütün sahabe Rafızî olmuş demektir; çünkü sahabenin çoğu, hatta Ebu Bekir ve Ömer bile birbirini kınamış, amellerini kötülemişlerdir.

Eğer vaktimiz olmuş olsaydı, onların sözlerini tümüyle beyan ederdim. Ashabın da diğer insanlar gibi hata yapabilirler; onlardan takva sahibi olanlar övülmüşlerdir, heva ve heveslerine uyanlar ise kınanmışlardır. Meseleyi daha iyi anlayabilmeniz için lütfen İbn-i Ebi’l- Hadid’in Nehc’ul- Belağa Şerhi’nin c. 4 s. 454’ten 462’ye kadar olan sayfalarına müracaat ediniz; orada Zeydi’nin, sahabe hakkında Ebu’l- Meali Cuveyni’nin itirazlarına verdiği uzun cevabı görünüz ve sahabenin ihtilafa düşerek birbirlerine lanet ettiklerini ve birbirlerini küfür ve fısk ile suçladıklarını biliniz.

Elbette buğz ve sevgi meselesinde Şiiler ile alimleriniz arasında büyük fark vardır. Zira sizler sahabeden sadece bazısına karşı aşırı bir sevgi besliyorsunuz. “Bir şeyi sevmek insanı kör ve sağır kılar” kaidesi esasınca, onlar hakkında hiçbir kötülük görmüyorsunuz. Onlara muhabbet gözüyle baktığınız için kötülüklerini de iyi görüyorsunuz. İşte bundan dolayı onları tüm hatalar ve ayıplardan münezzeh kılmaya çalışıyorsunuz. Onların apaçık ayıpları karşısında verdiğiniz cevaplar gerçekten gülünçtür.

Allah şahittir ki, biz Peygamber (s.a.a)’in ashabına buğz ve düşmanlık gözüyle bakmıyoruz. Biz olaylara delil ve mantık açısından bakıyoruz. İyileri iyi, kötüleri de kötü görerek hakla hükmediyoruz.

Beyler, biz ve siz kıyamete inanıyoruz, dört günlük dünya hayatının hiçbir değeri yoktur, o günü düşünmemiz gerekir.

Allah’a and olsun ki biz Şiiler mazlumuz, sebepsiz yere meseleyi avam halka yanlış aktarmayınız, muvahhid Şiileri kafir ve Rafızî olarak suçlamayınız. Acaba Peygamber-i Ekrem ve Ehl-i Beyti’nin takipçilerini boş yere Rafızî olarak adlandırmak ve onlara saldırmak doğru mudur? Eğer Şiileri, gerçekleri anlattıkları ve eleştiride bulundukları için kötü zannedip kafir ilan ediyorsanız, ilk önce kendi büyük alimlerinizi kötü bilmelisiniz. Zira bu tür eleştiriler, onların kalemleriyle yazılmış ve muteber kitaplarında kaydedilmiştir.

Sahabe’nin Hudeybiye’de Kaçması

Örneğin: Hudeybiye olayı hakkında İbn-i Ebi’l-Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi’nde ve diğer tarihçileriniz kendi eserlerinde şöyle yazıyorlar: “Hudeybiye barış antlaşmasından sonra başta Ömer bin Hattab olmak üzere birçok sahabe Hz. Peygamber’e karşı kaba konuşarak şöyle dediler: “Biz barış istemiyorduk, savaşmak taraftarıydık, neden barış yaptın?” Peygamber-i Ekrem (s.a.a) de onlara; “Savaşmak istiyorsanız özgürsünüz, savaşın.” diye buyurdu. Onlar da bunun üzerine saldırıya geçtiler. Ama bilindiği gibi tetikte bekleyen Kureyş hemen savunmaya geçti. Kureyş’ten öyle ağır bir darbe yediler ki kısa bir süre sonra bozguna uğrayıp kaçmaya başladılar. Hatta Peygamber (s.a.a)’in yanında bile duramayıp çölün dört bir yanına dağıldılar.

Hz. Peygamber (s.a.a) onların durumunu böyle görünce, Hz. Ali’ye Kureyş’in önünü almasını emretti. Kureyş Hz. Ali’yi kendi karşılarında görünce geri dönmek zorunda kaldılar. Bunun üzerine kaçanlar tek tek geri dönerek yaptıklarından utanç içinde özür dilemeye başladılar.

Resulullah (s.a.a) onlara şöyle buyurdu:

“Ben sizi tanımıyor muyum? Büyük Bedir’de düşman karşısında titreyen, bunun üzerine Allah-u Teala da meleklerini yardımınıza gönderen sizler değil miydiniz? Uhud günü beni yalnız bırakarak firar edip dağlara çıkan sizler değil miydiniz? Ne kadar çağırdıysam da gelmediniz!”

Velhasıl Peygamber-i Ekrem (s.a.a) onları şiddetli bir şekilde kınadı ve hatalarını tek tek sıraladı. Onlar da hatalarını itiraf ederek habire özür diliyorlardı.

İbn-i Ebi’l- Hadid burada şöyle diyor: “Ömer Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in vaatlerini tekzip edince, Peygamber (s.a.a) Ömer’i kınadı. Dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a.a)’in Ömer’i bu şekilde kınamasından, Uhud’da kaçanlardan birinin de Ömer olduğu anlaşılmaktadır.”

Şimdi gördüğünüz gibi İbn-i Ebi’l- Hadid gibi büyük alimlerinizin dediklerini biz de diyecek olursak, neden halifeye ihanet ediyorsunuz? diye hemen bizleri kınar, tekfir edersiniz. Ama bilindiği gibi İbn-i Ebi’l- Hadid ve benzerlerine bir şey demiyorsunuz. Halbuki biz söylerken de hakaret etmek niyetinde değiliz, sadece tarihi olayları dile getiriyoruz. Bize kötü gözle baktığınız için de söylediklerimizin bir etkisi olmuyor. Bakınız Arap şairi böylesi durumu ne de güzel beyan ediyor:

Seven gözler hiçbir ayıbı görmez,

Ama gazap gözleri tüm kötülükleri görür.

Kıyamette alimlerinizle İlahi mahkemede hesaplaşacağımız çok şeyler vardır. Dünya geçicidir; kendinizi, İlahi mahkemede yankılanacak olan mazlumane feryatlarımıza cevap vermeye hazırlayın!

Hafız: Size, kıyamet günü şikayet edeceğiniz ne zülüm yapıldı ki?

Davetçi: Birçok zulümler yapıldı, hürmetler çiğnendi, bütün bunlardan vazgeçsek bile Hz. Fatıma’nın evlatlarından biri olan ben asla hakkımdan vazgeçmeyeceğim. İlahi adalet mahkemesi kurulunca birçok zulüm ve haksızlıkların hesabını soracağım. O mahkemenin varolduğuna ve adilce hükmedileceğine de kesin inanıyorum.

Hafız: Lütfen sinirleri tahrik etmeyin; elinizden alınan her hakkı ve size yapılan her haksızlık ve zulümleri beyan edin.

Davetçi: Bize yapılan zulümler bugüne ait değildir; bize yapılan zulümler Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in vefatından sonra başlamıştır. Peygamber (s.a.a)’in, çocuklarının rızkını temin etsin diye kendilerine bağışladığı tüm hakları gasp edildi. Hz. Fatıma’nın mazlumane feryadına kulak asılmadı, Hz. Fatıma (a.s) kalbi hüzün ve dertle dolu bir şekilde bu dünyadan göçtü.

Hafız: Siz çok kurnazsınız, heyecanlı sözlerle duygu sömürüsü yapıyorsunuz. Hz. Fatıma’nın sabit olan hangi hakkı gasp edildi? Eğer siz kardeşlerin huzurunda iddianızı ispat edemezseniz, İlahi adalet mahkemesinde asla ispat edemezsiniz. Farz edin bugün İlahi adalet mahkemesi kurulmuş, buyurun hakkınızı ispat ediniz.

Davetçi: Orası adalet mahkemesi yeridir, bağnazlık ve taassup yeri değildir. Temiz ve lekesiz bakışlarla hükmedilmektedir. Eğer adalet üzere hükmedecek olursanız ve insaflıca dinlerseniz bizim hakkaniyetimizi tasdik edersiniz.

Allah biliyor ki Ben Cedel Ehli Değilim

Hafız: Allah’ın ve büyük ceddiniz Resulullah’ın hakkına and olsun ki benim şahsen hiçbir inat, bağnazlık ve taassubum yoktur.

Huzurunuza geldiğim bu birkaç gecede benim cedel ehli olmadığımı bilmeniz icap eder. Ne zaman delil ve burhan üzere konuştuysanız sukut ettim. Bu sukutum haklı sözünüzü kabul etmiş olduğum manasınadır. Aksi takdirde oyunculuk yapmak isteseydim, cedelleşir ve tüm delillerinizi safsatacılıkla reddederdim. Nitekim geçmişlerimiz sürekli bunu yapmışlardır.

Ama bilindiği gibi tabiat olarak ben cedel ve oyun ehli değilim, özellikle söylemem icap eder ki daha önce başka niyetlerle gelmiştim. Ama sizi görünce temiz kalbinize, edebinize, güzel ahlakınıza, sadeliğinize ve cazibenize hayran kaldım, şahsi arzularımla uyuşmasa bile mantıklı ve delilli sözlerinizin karşısında inkarcı olmayacağıma dair Allah-u Teala’ya söz verdim.

Kesin olarak bilin ki ben o ilk geceki insan değilim, hiç kimseden korkum da yoktur; delil, burhan ve dertleşmeleriniz bende büyük etkiler yarattı. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ve Ehl-i Beyt (a.s)’ın sevgisi üzere ölmeyi ve Resulullah (s.a.a)’in karşısına yüzü ak olarak çıkmayı istiyorum.

Davetçi: Sizin gibi alim ve insaflı birinden bundan başkası beklenemezdi. Bu sözleriniz bende bambaşka bir duygu yarattı, kalben size karşı özel bir ilgi duymaya başladım, sizden kabul etmenizi umduğum bir ricada bulunmak istiyorum.

Hafız: Rica ediyorum buyurun.

Davetçi: Rica ediyorum siz bu gece hakim olun, diğer beyler de şahit olsunlar, tam bir tarafsızlıkla insaflıca hükmedin. Bu söylediğim şeylerin hak olup olmadığını ve iddialarımı ispat edip etmediğini siz söyleyin. Elbette bahsedeceğim mevzu sebebiyle, önceki gecelerden daha uzun konuşabilirim, sizden tahammül etmenizi diliyorum. Ben de içimi dökerek biraz rahatlamış ve hafiflemiş olurum.

Bazı cahiller, 1300 yıl önce olan olayları bugün konuşmanın ne faydasının olduğunu soruyorlar. Halbuki ilmi sözler her dönem ve zamanda tartışmaya açıktır ve adil tartışmalarda gerçekler ortaya çıkmaktadır. Ayrıca bilmek icap eder ki miras konusu, kanunen her zamanda mirasçılardan biri vasıtasıyla mahkemeye intikal ettirilebilir, ben de o varisçilerden biriyim ve sizden insaflıca cevap vermenizi temenni ediyorum.

Hafız: Büyük bir ilgi ve alakayla sizi dinlemeye hazırız.

Davetçi: Eğer bir baba hayattayken evladına bir mülkü hediye ederse, babası öldükten sonra o mülkün zorla onun elinden alınması zulüm mü, zulüm değil mi?

Hafız: Şüphesiz başkalarının malında haksız olarak tasarrufta bulunmak zulüm ve gasptır.

Davetçi: Eğer bir baba Allah-u Teala’nın emriyle evladına bir mülk hediye ederse, baba vefat ettikten sonra o mülk zorla onun elinden alınacak olursa hükmü nedir?

Hafız: Açıktır ki, sizin anlattığınız şekilde olursa, bu en büyük zulümdür. Ama zalim ve mazlumdan, gasıp ve gasba uğrayandan maksadınızın kimdir? Lütfen daha açık bir şekilde buyurunuz.

Davetçi: Şüphesiz bizim büyük annemiz Hz. Fatıma (a.s) hakkında yapılan zulmün hiç kimseye yapılmadığı apaçık ortadadır.

Fedek’in Gasp Edilmesi

Hayber kalesinin fethinden sonra Fedek’in (Medine dağları eteklerinden Seyf’ul- Bahr’a kadar uzanan bölgede dağınık yedi köyü vardı. Tarıma elverişli ve hurmalıklarla dolu bir bölgeydi. Bir ucu Medine yakınlarındaki Uhud dağlarına, bir ucu Ariş’e, bir ucu Seyf’ul- Bahr’e ve bir ucu da Devmet’ul- Cendel’e uzanan çok geniş topraklara sahipti.) malikleri ve büyükleri Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in yanına gelerek barış antlaşması imzaladılar. Bu anlaşma esasınca Fedek’in yarısını kendilerine, diğer yarısını da Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’e bağışladılar. Nitekim Yakut Himvi, Futuh’ul- Buldan, c. 6, s. 343’de, Ahmed bin Yahya Belazuri Bağdadi, kendi Tarih kitabında, İbn-i Ebi’l- Hadid Mutezili, Ebu Bekir Ahmed bin Abdulaziz Cevheri’den naklen Nehc’ul- Belağa Şerhi, c. 4, s. 78’de, Muhammed bin Cerir Taberi, Tarih-i Kebir’de ve diğer muhaddis ve tarihçiler kendi eserlerinde bunu açıkça kaydetmişlerdir.

“Ve Ati Ze’l- Kurba Hakkahu” Ayetinin Nüzulü

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Medine’ye dönünce Cebrail şu ayeti nazil etti: “Yakınlara, yoksula ve yolda kakmışa hakkını ver. Gereksiz yere de saçıp savurma.”[18]

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) zev'il- kurba’nın (yakınlarının) kimler olduğunu ve haklarının ne olduğunu düşündüğü bir halde Cebrail yeniden nazil olarak; “Allah Teala buyuruyor ki: “Fedek’i Fatıma’ya ver.” diye arz etti. Hz. Peygamber (s.a.a) de Hz. Fatıma (a.s)’ı çağırarak; “Allah-u Teala, Fedek’i sana vermemi emretti.” diye buyurdular. Bu yüzden o mecliste Fedek’i Fatıma’ya hediye etti.

Hafız: Acaba Şia’nın tefsir kitaplarında mı bu ayetin nüzulü hakkında bu sebep zikredilmiştir, yoksa bizim muteber kitaplarımızda bunun şahitlerini mi görmüşsünüz?

Davetçi: Müfessirlerin imamı Ahmed Sa’lebi, Keşf’ul- Beyan tefsirinde, Celaluddin Suyuti kendi tefsirinin 4. cildinde (Hafız bin Merduye Ahmed bin Musa, Ebi Said Hudri ve Hakim Ebu’l- Kasım Haskani’den naklen), İbn-i Kesir İmaduddin İsmail bin Ömer-i Dimaşki eş-Şafii Tarih kitabında ve Şeyh Süleyman Belhi el-Hanefi Tefsir-i Salebi, Cem’ul- Fevaid ve Uyun’ul- Ahbar’dan naklen Yenabi’ul- Mevedde’nin 39. babında şöyle nakletmişlerdir: “Ve ati ze’l kurba...” (Yakınlara... hakkını ver) ayeti nazil olunca, Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Fatıma’yı çağırdı ve ona büyük Fedek’i hediye etti.”

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) yaşadığı müddetçe Fedek Fatıma’nın elindeydi, kendisi kiraya veriyor ve kirasını üç taksitle alıyordu. Aldığı bu kiradan kendisine ve evlatlarına bir gece yetecek kadarını ayırıyor, bir bölümünü Haşim oğulları’nın fakirlerine dağıtıyor, geriye kalanları da diğer fakir ve yoksullar arasında bölüştürüyordu.

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) vefat ettikten sonra halifenin memurları gidip Fedek’e el koydular. Lütfen Allah aşkına söyleyin, bu işin adını ne koymak gerekir?

Hafız: Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Allah-u Teala’nın emriyle Fedek’i Fatıma’ya hediye ettiğini ilk kez sizden duyuyorum.

Davetçi: Sizin görmemeniz mümkündür. Ama biz çok gördük, söylediğim gibi birçok büyük alimleriniz muteber kitaplarında bunu kaydetmişlerdir. Nitekim Hafız bin Merduye, Vahidi ve Hakim kendi Tefsir ve Tarih kitaplarında, Celaluddin Suyuti Durr’ul- Mensur, c. 4, s. 177’de, Mevla Ali Muttaki Kenz’ul- Ummal’da ve Ahmed bin Hanbel’in Müsned’ine yazdığı haşiyede ve İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 4’de Ebi Said Hudri’den gayri çeşitli yollardan şöyle rivayet etmişlerdir:

“Bu ayet (Ve ati ze’l kurba hakkahu) nazil olunca, Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Fedek’i Fatıma’ya hediye etti.”

“Biz Peygamberler Miras Bırakmayız” Hadisinin

Delil Gösterilmesi ve Bunun Yanıtı

Hafız: Bilinen şu ki halifeler Fedek’e, Ebu Bekir’in Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’den rivayet etmiş olduğu; “Biz peygamberler miras bırakmayız, bizden geriye kalan şeyler (ümmete) sadakadır.” hadisi sebebiyle el koymuşlardır.

Davetçi: Evvela; Fedek miras değildi, hediyeydi. İkinci olarak; hadis diye rivayet ettiğiniz bu söz, çeşitli açılardan red edilmiştir.

Hafız: Kesin olan bu hadisin merdutluğuna dair delil nedir?

Davetçi: Bu hadisin merdutluğuna dair birçok delili vardır; ki ilim ve insaf ehli herkes bunu tastık etmektedir. Bu hadisi uyduran şahıs düşünmeden bu kelimeleri sarf etmiştir. Eğer düşünecek olmuş olsaydı, akıl ve ilim sahipleri nezdinde gülünç duruma düşmez ve “Biz peygamberler miras bırakmayız” demezdi. Zira bir gün bu iftira ve yalanın bizzat cümleden anlaşılacağını akıl etmemiştir.

Eğer; “Ben miras bırakmıyorum” demiş olsaydı, bundan bir kaçış noktası bulabilirdi. Ama bilindiği gibi “Biz peygamberler miras bırakmayız” dediğinden dolayı bu hadisi, gerçeklerin ortaya çıkması için kendilerinin buyurdukları gibi Kur’ân’a sunmak zorundayız.

Bu hadisi Kur’ân ayetleriyle karşılaştırdığımız zaman onun doğru olmadığı ortaya çıkıyor; çünkü Kur’ân’da birçok ayet Peygamberlerin mirasıyla ilgili nazil olmuştur. Büyük Peygamberlerin hepsinin de mirası olmuş ve varisleri ölümlerinden sonra onların mallarına mirasçı olmuşlardır. Dolayısıyla bu hadisin uydurma olduğu apaçık ortadadır.

Büyük muhaddis Ebu Bekir Ahmed bin Abdulaziz Cevheri (İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi’nin c. 4, s. 78’inde Ehl-i Sünnet’in takvalı, güvenilir ve büyük hadis alimlerinden olduğunu kaydetmiştir) Sakife kitabında, İbn-i Esir Nihaye’de, Mesudi, Ahbar’uz Zaman ve Evset’te, İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ül- Belağa Şierhi c. 4, s. 78’de (İmam Bakır’dan, Zeynep Kubra’dan, Abdullah bin Hasan bin Hasan’dan ve Hz. Fatıma (a.s)’dan olmak üzere birçok yol ve senetlerle rivayet etmiştir) s. 93’de (müsned olarak Aişe’den), s. 94’de (ise Muhammed bin İmran Merzbani ve Zeyd bin Ali bin Hüseyin’den, o da babasından, o da dedesinden, o da Hz. Fatıma (a.s)’dan rivayet etmiştir.) ve diğer birçok alimleriniz de kendi muteber kitaplarında Hz. Fatıma (a.s)’ın camide ensar ve muhacirlere karşı okuduğu hutbesini detaylı bir şekilde rivayet etmişlerdir. Hz. Fatıma (a.s) onları bu hutbede Allah-u Teala’ya yemin ettirerek cevap vermeye zorlamıştır. Mantıklı bir cevapları olmadığı için de sukut etmiş, ardından ortalığı velveleye vermişlerdir.

Hz. Fatıma söz konusu hadisin iftira ve yalan oluğu hususunda şöyle delil getirmektedir: “Eğer bu hadis doğruysa ve Peygamberlerin mirası da yoktuysa, o halde Kur’ân’da yer alan bunca miras ayeti ne içindir?

Hz. Fatıma’nın; “Biz Peygamberler Miras

Bırakmayız” Hadisini Reddeden Delilleri

Allah-u Teala bir ayette şöyle buyuruyor:

“Süleyman Davud’a varis oldu.”[19]

Zekeriyya olayında da şöyle buyurmaktadır:

“Nezdinden bana bir veli ver, ki o bana varis olsun, Yakup hanedanına da varis olsun.”[20]

Yine Zekeriyya’nın duasıyla ilgili olarak da şöyle buyurmaktadır:

“Zekeriyya’yı da (an)! Hani o rabbine şöyle niyaz etmişti: Rabbim! Beni yalnız bırakma sen varislerin en hayırlısısın. Biz onun duasını kabul ettik, ona Yahya’yı verdik.”[21]

Daha sonra Hz. Fatıma şöyle buyurdular:

“Ey İbn-i Ebu Kuhafe (Ebu Bekir)! Acaba Allah-u Teala’nın ayetinde mi var ki sen babandan miras alıyorsun da ben babamdan miras alamıyorum? Allah-u Teala’ya büyük bir iftirada bulunuyorsunuz. Acaba bildiğiniz halde kasten mi Allah-u Teala’nın kitabıyla amel etmiyorsunuz ve Kur’ân’ı arkanıza atıyorsunuz?

Acaba ben Peygamber (s.a.a)’in kızı değil miyim ki beni hakkımdan mahrum ediyorsunuz? O halde genelde bütün insanlar ve özelde Peygamberler hakkında nazil olan bunca miras ayetleri nedir?

Kur’ân ayetleri kıyamete kadar tüm gerçekleriyle baki değil midir? Kur’ân şöyle buyurmuyor mu?:

“Akrabalar Allah’ın Kitabına göre, birbirlerine (mirasta) önceliklidir.”[22]

Hakeza; “Çocuklarınız konusunda Allah, erkeğe iki kadının hissesi kadar tavsiye eder.”[23]

Hakeza; “Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır bırakacaksa, anaya, babaya, yakınlara uygun bir biçimde vasiyette bulunması Allah’tan korkanlar üzerine farz kılındı.”[24]

Acaba beni hangi hususiyet babamın mirasından mahrum etti? Allah-u Teala sizi bir ayetle tahsis mi etti ki babamı o ayetten ihraç ettiniz? Acaba siz babamdan ve amcam oğlu Ali bin Ebi Talib’den Kur’ân-ı Kerim’in genel ve özel hükümlerini daha iyi mi biliyorsunuz?”

Bu deliller ve hak sözler karşısında tümüyle sessiz kaldılar, verecek cevapları olmadığı için mugalâta yaparak bibi Fatıma’ya hakaret ettiler. Hz. Fatıma (a.s) çaresiz kalınca feryat ederek şöyle buyurdular:

“Bugün kalbimi kırdınız, hakkımı gasbettiniz. Ama kıyamette İlahi adalet mahkemesinde sizlerden hakkımı isteyeceğim ve kadir olan Allah-u Teala hakkımı sizden alacaktır. En güzel hüküm Allah-u Teala’nındır. Muhammed kefil ve efendimdir. Sizinle kıyamette buluşacağız, o gün batıl ehli hüsrana uğrayacak ve pişmanlıkları hiçbir fayda etmeyecektir. Her şeyin bir vakti vardır ve vakti gelince o şey gerçekleşir. Ebedi ve aşağılayıcı azabın kime ineceğini çok yakında göreceksiniz.”

Hafız: Kim Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in emaneti ve bedeninin bir parçası olan Hz. Fatıma’ya karşı küstahlık yapıp hakaret edebilir? Sizin bu sözünüze inanamıyorum, mugalâta yapmaları mümkündür; ama hakaret etmeleri asla mümkün değildir. Lütfen bunu bir daha tekrarlamayın!

Davetçi: Şüphesiz halifeniz Ebu Bekir dışında hiç kimse buna cesaret edemezdi. Hz. Fatıma’nın delilleri karşısında cevap veremeyince hemen aynı saatte minbere çıkarak sadece Fatıma’ya değil eşi, amcası oğlu, Allah-u Teala ve Resulünün sevgilisi olan Hz. Ali’ye de hakaret etti!

Hafız: Zan edersem bu iftiralar, avam ve bağnaz Şiiler tarafından uydurulmuştur.

Davetçi: Yanlış düşünüyorsunuz. Bütün bunlar Şiiler tarafından değil, bizzat kendi alimleriniz tarafından da yazılmıştır. Şii Müslümanların böylesine iftira ve yalanlar uydurması imkansızdır. Her ne kadar bağnaz da olsalar böylesine iftira ve yalan uydurmazlar, dolayısıyla bütün bunlar gerçektir ve bizzat büyük ve değerli alimleriniz rivayet etmişlerdir.

Büyük âlimlerinizin muteber kitaplarına bakacak olursanız, bizzat insaf sahibi alimlerinizin de bu gerçekleri kabul ettiğini göreceksiniz.

Nitekim İbn-i Ebi’l- Hadid Mutezili Nehc’ul- Belağa Şerhi (Mısır baskısı) c. 4, s. 80’de, Ebu Bekir Ahmed bin Abdulaziz Cevheri’den naklen Ebu Bekir’in Ali ve Fatıma (a.s)’ın konuşmasından sonra minbere çıktığını ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in bu iki emanetine yaptığı hakaretleri kaydetmiştir.

Hz. Ali’nin Ebu Bekir’e Delil Getirmesi

Nitekim başkalarının da yazmış olduğuna göre, Hz. Fatıma (a.s) hutbesini bitirdikten sonra Hz. Ali (a.s) muhacir, ensar ve Müslümanların huzurunda, camide Ebu Bekir’e dönerek şöyle buyurdular: “Neden Fatıma’yı babasından kalan mirastan mahrum ettin, oysa bilindiği gibi Fatıma daha Peygamber-i Ekrem (s.a.a) hayattayken Fedek’in sahibiydi?”

Ebu Bekir cevaben şöyle dedi: “Fedek Müslümanların malıdır, eğer Fatıma kendi mülkü olduğuna dair şahit getirirse kendisine veririm; aksi takdirde onu mahrum bırakırım.”

Hz. Ali (a.s) buyurdu ki: “Bizim hakkımızda, Müslümanlar arasında hükmettiğinden başka bir şekilde mi hükmediyorsun? Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmamış mı?: “İddia eden şahit göstermelidir; aleyhine iddia edilen ise yemin etmelidir.”

Sen Resulullah (s.a.a)’in sözünü reddediyor ve şer’i hükümlerin aksine Peygamber (s.a.a) zamanından beri malında tasarrufta bulunan Fatıma’dan şahit istiyorsun. Kisa ashabından biri olup hakkında tathir ayeti inen Fatıma’nın amel ve sözü hak değil midir?

Söyle bakayım, iki şahit Fatıma’nın (haşa) çirkin iş yapmış olduğuna şahitlik ederse ona ne yaparsın?”

Ebu Bekir; “Ona diğerleri gibi had uygularım” dedi.

Hz. Ali (a.s) ise şöyle buyurdu: “O zaman Allah katında kafirlerden olursun. Zira Allah-u Teala’nın Fatıma’nın temizliği ile ilgili tanıklığını reddetmiş olursun. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyurmuştur:

“Ancak Allah, siz Ehl-i Beyt’ten her türlü pisliği gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister.”

Hz. Ali (a.s); “Bu Tathir ayeti bizim hakkımızda nazil olmamış mıdır?” diye sordu.

Ebu Bekir; “Evet, sizin hakkınızda nazil olmuştur.” dedi.

Hz. Ali (a.s); “Allah-u Teala’nın, tertemiz olduğuna şehadette bulunduğu Fatıma, değersiz bir dünya malı için yersiz iddia mı ediyor? Tertemiz kılınan insanın tanıklığını reddedip dabanına işeyen bir Arab'ın şehadetini mi kabul ediyorsun?” diye buyurdu.

Hz. Ali (a.s), bu cümleleri buyurduktan sonra üzgün bir halde evine döndü. Hazretin bu delilli konuşmaları halkı galeyana getirdi, herkes Allah-u Teala’ya yemin ederek Ali ve Fatıma’nın haklı olduğunu söylüyor ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in kızına karşı yapılan bu davranışın haksız olduğunu dile getiriyorlardı.

Ebu Bekir’in Minberde Konuşarak Hz. Ali ve Hz. Fatıma’ya Hakaret Etmesi

İşte burada İbn-i Ebi’l- Hadid’in rivayet ettiğine göre Hz. Ali ve Hz. Fatıma’nın delil üzere konuşması halkı galeyana getirince, Ebu Bekir hemen ardından minbere çıkarak şöyle dedi:

“Ey insanlar, kopardığınız bu velvele nedir? Herkesin sözüne inanıyorsunuz, şehadetini reddettiğimiz için bu sözleri beyan ediyorlar. Şüphesiz O (maazallah Ali, bazı nakillere göre Fatıma), şahidi kuyruğu olan bir tilkidir. O maceracı ve fitnecidir; büyük fitneleri küçük göstererek halkı fitne ve fesada teşvik ediyor ve yakınları kendisiyle zina etmek isteyen Ümmü Tahhal (cahiliye döneminde yaşayan fahişe bir kadın) gibi zayıflardan ve kadınlardan yardım diliyor!”

Siz beyler sövgü ve hakarete inanamıyorsunuz, bu sözler küstahlık, sözlü ihanet ve hakaret değil midir? Hz. Ali veya Fatıma’yı tilki, tilkinin kuyruğu ve zinakar Ümmü Tahhal diye nitelendirmek, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in emrettiği ihtiram, sevgi, dostluk ve saygı göstermek midir?! Siz beyler daha ne zamana kadar iyimserlik ve bağnazlık duygularından kurtulamayacaksınız. Ama bilindiği gibi zavallı Şiilere sıra gelince kötümser oluyor ve kendi kitaplarınızda yazılı olan geçekleri dile getirdiklerinden dolayı onları kafir ve Rafızî olarak ilan ediyorsunuz!

İnsaflıca Hüküm Vermek Gerekir

Neden hakikati görmek için hakkı görebilecek insaf ve basiret gözlerinizi açmıyorsunuz? Acaba Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in sahabesi olan yaşlı birisinin böylesine çirkin sözleri sarf etmesi uygun mudur? Başıboş gezen serseri birinin sövmesiyle gece gündüz camide ibadet eden birinin sövmesi çok farklı şeylerdir. Muaviye, Mervan ve Halid gibilerin sövmeleri insanı o kadar üzmez. Ama bilindiği gibi Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in mağara arkadaşı olan birinin ağzından bu sözlerin çıkması insanı derinden yaralar.

Beyler, biz de o zamanda yaşamadık, Ali, Ebu Bekir, Ömer, Osman, Talha, Zübeyr, Muaviye, Mervan, Halid, Ebu Hureyre vb. gibilerin isimlerini sadece duyduk, hiçbirine özel ilgi ve düşmanlığımız yoktur. Sadece hangisinin Allah-u Teala ve Resulünün dostu olduğuna dikkat ediyor ve onların amel ve sözlerine dikkat ederek hak üzere hüküm veriyoruz. Siz beyler gibi çabuk inanan insanlar değiliz. Yersiz yere kimseye teslim olmayız. İyimserlik üzere bir takım şeyleri görmezlikten gelemeyiz. Gördüğümüz kötü amelleri iyiye yoramaz ve onları savunamayız.

İnsan beyaz bir gözlük takacak olursa her rengi olduğu gibi görür; siyah, sarı ve kırmızı renkleri beyaz görmez. Siz beyler de beyaz nurlu ve insaflı bir gözlük takacak olur, sevgi ve kininizi bir kenara bırakırsanız, güzeli güzel, kötüyü de kötü görürsünüz. O zaman da Ebu Bekir gibi bir insandan bu tür sözlerin çıkmasını hoş görmezsiniz. Kendini Müslümanların halifesi bilen ve bir zaman Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in yanında bulunan bir insanın makam ve mevki aşkına böylesine çirkin lafları ağzına almasını, hem de Allah-u Teala ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in sevdiği iki insana söylemesini asla tasdik etmezsiniz.

İbn-i Ebi’l- Hadid’in Ebu Bekir’in

Sözlerine Şaşırması

Bu tür davranışlara sadece biz değil insaf sahibi alimleriniz de şaşırmaktadırlar. Nitekim İbn-i Ebi’l- Hadid, Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 4, s. 80’de şöyle diyor: “Halifenin bu sözlerine çok şaşırdım, üstadım Ebu Yahya Nakib Cafer bin Yahya bin Ebi Zeyd el-Basari’ye; Halifenin bu kinayeli sözleri kime yöneliktir? diye sordum. Üstadım şöyle dedi: “Bu bir kinaye değil, apaçık bir kelamdır.” Ben; “Bu kadar açık olmuş olsaydı sormazdım.” deyince gülerek; “Ali bin Ebi Talib’e yönelik söylenmiştir.” dedi. Ben; “Bu sözlerin hepsi Ali’ye mi söylenmiştir?” deyince de; “Evet oğlum, o sultandı.” dedi.

İnsaflı beyler, ibret alınız ve insaf üzere hükmediniz. Eğer birisi sizin anne ve babanıza; tilki, tilkinin kuyruğu ve zinakar gibi sözler diyerek ihanet ederse, siz ondan rahatsız olmaz mısınız? Neden eleştirdiğimizi söylemeniz insafa sığar mı? Ama yine de imanımız sebebiyle sadece vaki olanları ve bizzat büyük alimlerinizin tasdik etmiş olduğu gerçekleri beyan ediyoruz.

Eğer birisi bu kadar cemiyet içinde size; “Hafız bey tilkidir, Şeyh de onun kuyruğudur, o falan fahişe kadın gibi konuşuyor!” derse rahatsız olup kızmaz mısınız?

Beyler, lütfen gözlerinizi kapamayın, insaf gözüyle Hz. Peygamber (s.a.a)’in mescidine bakın! Peygamber (s.a.a)’in mağara arkadaşı yaşlı bir adam halife adıyla Hazretin minberine çıkarak Ensar ve Muhacirler karşısında şöyle diyor: “(Haşa) Ali bin Ebi Talip tilkidir, Fatıma da tilkinin kuyruğudur (veya bazı ravilerin rivayetine göre tam tersi!) ve falan zinakar kadın gibi halkın arasında dolaşıyor!”

Emir’ul- Muminin Ali ve bizim mazlum büyük annemiz Fatıma (a.s)’ın halini artık siz düşünün! Allah-u Teala’ya and olsun ki, bunları naklederken bile tüm bedenim titriyor. Gördüğünüz gibi titreyerek ve yaşlı gözlerle konuşuyorum. Bu konuda daha fazla konuşacak halim kalmadı. Kalbimizde dert doludur, bırakın bunu başka bir zamana...

Acaba Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in sahabesi ve halifesi olan birinin, hak sözler karşısında böylesine sövüp sayması ve Peygamber (s.a.a)’in emanetleri ve gerçek müminler olan kimselere hakarette bulunması doğru muydu? Şüphesiz sövüp saymak acizlerin işidir. Doğru bir sözü olmayan kimseler, karşısındakilere söverek kendilerini savunmaya çalışırlar! Hem de Hz. Ali gibi birine!...Tüm alimleriniz muteber kitaplarında Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Ali (a.s) hakkında şöyle buyurduğunu yazmışlardır:

“Ali hak iledir; hak da Ali ile dolaşıp durur.”

Böylesi bir insana önce sövüyor, sonra da O’nu tüm fitnelerin kaynağı olarak gösteriyor!...

Ali’ye Eziyet Peygamber’e Eziyettir

Tüm alimlerinizin kitaplarında da yer alan Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Ali ve Fatıma (a.s) hakkında ümmetine yaptığı tavsiyelerin neticesi bu muydu? Halbuki bilindiği gibi Peygamber (s.a.a) onların her ikisi hakkında buyurmuştur şöyle buyurmuştur: “Onları inciten beni incitmiştir; beni inciten ise Allah’ı incitmiştir.”

Yine buyurmuştur ki: “Ali’ye eziyet eden, bana eziyet etmiştir.”

Ali’ye Sövmek Peygamber’e Sövmektir

Bunlardan da yücesi tüm muteber kitaplarınızda yer aldığı üzere Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

“Ali’ye söven bana sövmüştür; bana söven ise Allah’a sövmüştür.”

Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii Kifayet’ut- Talib kitabının 10. babının başlarında, İbn-i Abbas’tan müsned olarak uzunca bir hadis rivayet etmektedir; ki Ali’ye söven bir grup Şam ehline karşı şöyle buyurmuştur: “Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Ali’ye şöyle buyurduğunu duydum:

“Sana söven bana sövmüştür; bana söven ise Allah-u Teala’ya sövmüştür. Allah-u Teala’ya söven ise yüz üstü cehenneme atılacaktır.”

Bu hadisten sonra müsned olarak rivayet etmiş olduğu diğer hadislerin tümü de Ali’ye sövenlerin küfrüne delalet etmektedir. Nitekim onuncu babını şöyle adlandırmıştır: “el-Bab’ul- Aşr-i fi Küfr-i Men Sabbe Aliyyen” (Ali’ye Sövenlerin Küfrü Hakkındaki Bab)

Hakeza Hakim, Müstedrek c. 3, s. 121’de bu mezkur hadisi, son cümle hariç olduğu gibi nakletmiştir.

Bu hadisler gereğince, Ali’ye sövenler Allah-u Teala ve Peygamber-i Ekrem’e sövmüşlerdir O’nlara sövenler ise (Muaviye, Emeviler, Hariciler ve Nasibiler gibi) mel’un ve ateş ehlidirler.

Bu kadar yeter sanırım, kıyamet geç de olsa gelecektir. Mazlum büyük annemiz Hz. Fatıma (a.s) sessiz kalıp hesaplaşmayı kıyamet günü İlahi mahkemeye havale etmiş olduğu için biz de susuyoruz. Şimdi şahit olarak gösterdiğiniz hadisin (Biz peygamberler miras bırakmayız...) reddine dair getirdiğim delillere dönelim.

Hz. Ali, İlim ve Hikmet Kapısıdır

“Biz peygamberler miras bırakmayız” hadisinin merdut olduğu hakkındaki ikinci delilimiz ise Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in buyurduğu ve Sünni-Şii tüm Müslümanların ittifak etmiş olduğu şu hadistir: “Ben ilim şehriyim, Ali ise kapısıdır.” Hakeza: “Ben hikmet eviyim Ali ise kapısıdır.”

Akıl ve ilmin de gerektirdiği gibi Resulullah (s.a.a)’in ilim kapısı olan, O’ndan menkul hadisleri, özellikle de toplumun düzenini sağlayan miras gibi önemli hükümleri herkesten daha iyi ve kamil bilmek zorundadır. Aksi takdirde Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in ilim kapısının olmasının hiçbir manası kalmaz ve “İlim öğrenmek isteyen kapıdan gelmelidir.” buyurmasına gerek olmazdı.

Sizin muteber kitaplarınızda yer alan hadislere göre, Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Hz. Ali’yi ümmetin en iyi hüküm vereni tanıtarak şöyle buyurmuştur: “Ali sizin en iyi hüküm vereninizdir.”

Hz. Peygamber (s.a.a)’in, hüküm vermede herkesten üstün olduğunu buyurduğu birisinin miras ve hukuktan habersiz olması düşünülebilir mi? Peygamber (s.a.a)’in bu konudaki hükümleri, O’na söylememiş olması mümkün müdür? Halbuki bilindiği gibi hüküm veren bir insanın, mirasın da içinde bulunduğu tüm hukuk ve fıkıh hükümlerini bilmesi gerekir.

Özellikle Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in şahsi işi sayılan miras hükmünü, Hz. Ali gibi O Hazretin ilim kapısı olan birisinin duymamış olması, Evs bin Hatsan veya Ebu Bekir bin Kuhafe gibilerin duymuş olması mümkün müdür?

Acaba sizin aklınız şunu kabul ediyor mu ki sıradan bir insan bile tam güvendiği birisini kendine vasi kılıp da ailesine bırakacağı miraslar hakkında ona hiçbir beyanda bulunmasın ve öte yandan yabancı birine şöyle veya böyle yapmasını emretsin?!

Halbuki bilindiği gibi Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in bi’set nedeni, toplumu diri tutmak ve insanların dünya ahiret saadetini temin etmektir; Allah-u Teala da Hz. Ali’yi Peygamber (s.a.a)’in vasisi karar kılmıştır; Hz. Ali bundan da öte Peygamber (s.a.a)’in ilim ve hikmet kapısıdır. Tüm bunlara rağmen Hz. Peygamber (s.a.a)’in, toplum düzenini bozan böyle bir konuda Hz. Ali’ye bir şey söylememiş olması mümkün müdür?!

Şeyh: Bu iki konunun hiçbirisi bizce sabit değildir. Çünkü “Ben ilmin şehriyim” hadisini büyük alimlerimiz kabul etmemektedirler. Vesayet konusu da Ehl-i Sünnet alimlerinin ekseriyeti tarafından red edilmiştir ve kesin değildir. Zira Buhari ve Müslim kendi Sahih’lerinde, diğerlerinin de büyük alimlerden müsned olarak rivayet ettiğine göre Ümm’ül- müminin Aişe şöyle demiştir:

“Peygamber (s.a.a) hasta yatağında yatarken başı göğsüme dayalıydı ve bu şekilde dünyadan göçtü.”

Yani O Hazretin hiçbir şey vasiyet etmediğine şahit olmuştur. Peygamber (s.a.a) bir vasiyet etmiş olmuş olsaydı, Ümm’ül- müminin onu mutlaka duyar ve O’ndan rivayet ederdi. Dolayısıyla vasiyet konusu asla doğru değildir.

Davetçi: Mezkur hadis hakkında yanlıyorsun; zira her iki fırkanın da ittifak ettiği bir hadistir. Hatta tevatür derecesine yaklaşmıştır. Sa’lebi, Firuzabadi, Hakim Nişaburi, Muhammed Cezvi, Muhammed bin Cerir Taberi, Suyuti, Sehavi, Muttaki Hindi, Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii, Muhammed bin Talha eş-Şafii, Kadı Fazl bin Ruzbehan, Menavi, İbn-i Hacer-i Mekki, Hatip Harezmi, Süleyman Kunduzi Hanefi, İbn-i Meğazili eş-Şafii, Deylemi, İbn-i Talha eş-Şafii, Mir Seyyid Ali Hemedani, Hafız Ebu Naim İsfahani, Şeyh’ul- İslâm Himvini, İbn-i Ebi’l- Hadid Mutezili, Taberani, Sibt bin Cevzi, imam Abdurrahman Nesai ve başkaları bunu rivayet etmişlerdir.

Vesayet konusu ve Peygamber (s.a.a)’den nakledilen rivayetler de tevatür derecesindedir. Dolayısıyla sadece inatçı, bağnaz ve taassup esiri insanlar reddedebilir.

Nevvab: Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in halifesi O’nun aile işleriyle de ilgilenen bir vasisi konumundadır. Nitekim halifeler hep bununla ilgilenmiş ve Peygamber (s.a.a)’in eşlerinin giderlerini karşılamışlardır. O halde Hz. Ali’yi vasiliğe özel olarak tayin ettiği nereden bellidir?

Davetçi: Doğru beyan ediyorsunuz, şüphesiz Peygamber (s.a.a)’in halifesi ve vasisi birdir. Daha önceki geceler hilafetin delil ve naslarını sizlere beyan ettim. Hz. Ali’nin vasiliği oldukça açık ve kesindir. Başkaları hile ve desiselerle uğraşırken, Hz. Ali (a.s) Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in gusül, kefen ve defin işleriyle uğraşıyordu. Daha sonra da Resulullah (s.a.a)’in yanında bulunan emanetleri kendisi sahiplerine vermeye başladı. Bunlar bütün alimlerin ittifak etmiş olduğu şeylerdir.

Vesayet Hakkındaki Rivayetlerin Nakli

Sayın Şeyh’in bir daha; “Bizim alimlerimizin nezdinde bu hadis red edilmiştir” dememesi için bu mananın ispatı hakkında kısa olarak birkaç hadis nakletmek zorundayım:

1- İmam Sa’lebi Menakıb ve Tefsirinde, İbn-i Meğazili eş-Şafii, Menakıb’da, Mir Seyyid Ali Hemedani Meveddet’ül- Kurba’nın altıncı Meveddet’inde, ikinci halife Ömer bin Hattab’dan şöyle rivayet etmekteler: “Resulullah (s.a.a) ashabı arasında kardeşlik akdi yaptığında şöyle buyurdular:

“Bu Ali dünya ve ahirette kardeşimdir, ehlim nezdinde halifemdir, ümmetim arasında vasimdir, ilmimin varisidir, borçlarımın ödeyicisidir, onun malı benim malım, benim malım da onun malıdır, onun yararı benim yararım, onun zararı da benim zararımdır, onu seven beni sevmiştir, ona buğz eden bana buğz etmiştir.”

2- Şeyh Süleyman Belhi el-Hanefi, Yenabi’ul- Mevedde kitabının 15. babını bu konuya ayırmış ve Sa’lebi, Himvini, Hafız Ebu Naim, Ahmed bin Hanbel, İbn-i Meğazili, Harezmi ve Deylemi’den Ali (a.s)’ın vesayetini ispat eden 20’den fazla rivayet nakletmiştir. Bu rivayetlerden sadece bazısını siz beyler için nakletmek istiyorum. Şeyh Süleyman Belhi, Ahmed bin Hanbel’in Müsned’inden (Sibt bin Cevzi de Tezkiret’ul- Havas’il- Ümmet s. 26’da ve İbn-i Meğazili eş-Şafii de Menakıb’da bu rivayeti nakletmişlerdir) rivayet etmiş olduğu üzere Enes bin Malik şöyle diyor:

“Selman’a, vasisinin kim olduğunu Peygamber (s.a.a)’e sormasını söyledim. Selman da; “Ya Resulellah vasin kimdir?” diye sordu.

Resulullah da; “Ey Salman, Musa’nın vasisi kimdi?” diye sordu.

Salman; “Yuşa bin Nun idi” dedi.

Peygamber (s.a.a) de; “Benim vasim, varisim, borçlarımı ödeyen ve vaadime vefa gösteren Ali bin Ebi Talip’tir.” diye buyurdu.

3- Muvaffak bin Ahmed’den, o da Bureyde’den Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: “Her nebinin bir vasi ve varisi vardır. Şüphesiz Ali de benim vasim ve varisimdir.”

(Muhammed bin Genci eş-Şafii de Kifayet’ut-Talib s. 131, bab 62’de müsned olarak bu rivayeti nakletmekte ve şöyle demektedir: “Bu hadis, Şam Muhaddisi’nin de Tarih’inde rivayet etmiş olduğu güzel bir hadistir.”

4- Şeyh’ul- İslâm Himvini’den, o da Ebuzer’den Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

“Ben Peygamberlerin sonuncusuyum; ey Ali, sen de kıyamete kadar vasilerin sonuncususun.”

5- Hatib-i Harezmi’den, o da Ümmü Seleme’den Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

“Allah-u Teala her peygambere bir vasi seçmiştir; Ali de benden sonra Ehl-i Beytim, itretim ve ümmetim arasında benim vasimdir.”

6- İbn-i Meğazili Şafii’den, o da Asbeğ bin Nebate’den (Buhari ve Müslim’in de kendisinden rivayet etmiştir) Hz. Ali (a.s)’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

Ey insanlar, ben yaratıkların İmamıyım ve mahlukatın en iyisinin vasisiyim. Doğru yola hidayet edici tertemiz itretin babasıyım. Ben Resulullah (s.a.a)’in kardeşi, vasisi, velisi, dostu ve habibiyim. Ben müminlerin emiriyim. Eli, ayağı ve alnı akların (secde uzuvları nurlu olanların) önderiyim ve vasilerin efendisiyim. Benimle savaşmak Allah-u Teala ile savaşmak ve benimle barışmak Allah-u Teala ile barışmaktır. Bana itaat Allah-u Teala’ya itaattir. Benim velayetim Allah’ın velayetidir. Bana uyanlar Allah’ın dostlarıdır, benim yaranlarım Allah-u Teala’nın yaranlarıdır.”

7- Hakeza İbn-i Meğazili Şafii Menakıb’da Abdullah bin Mesud’dan naklen Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmektedir:

Davet (risalet), ben ve Ali ile sona erdi; ikimiz de asla puta tapmadık; Allah-u Teala beni peygamber, Ali’yi de vasi karar kıldı.”

8- Mir Seyyid Ali Hemedani eş-Şafii Meveddet’ul- Kurba’nın 4. Meveddet’inde Utbe bin Amir-i Cehni’den şöyle rivayet etmektedir:

“Resulullah’a, Allah-u Teala’nın birliği, Muhammed’in peygamberliği ve Ali’nin vasiliği üzerine biat ettik. Dolayısıyla bu üçünden her birini terk edecek olursak kafir oluruz.”

9- Meveddet’ul- Kurba’da yer alan bir hadiste de Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyuruyor: “Şüphesiz Allah-u Teala her peygambere bir vasi karar kılmıştır. Şiys’i Adem’e, Yuşa’yı Musa’ya, Şem’un’u İsa’ya ve Ali’yi de bana vasi kılmıştır. Ali vasilerin en üstünüdür. Ben davet edici, Ali ise (hak ve hakikati) aydınlatıcıdır.”

10- Yenabi kitabının sahibi, Harezmi’nin Menakıb’ından Ebu Eyyub Ensari’nin şöyle dediğini rivayet etmektedir: “Resulullah (s.a.a) hastalanınca Fatıma (a.s) Hazretin yanına geldi ve sürekli ağlıyordu. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) onun ağladığını görünce şöyle buyurdular:

“Ey Fatıma, Allah-u Teala’nın sana olan kerameti; herkesten önce İslâm’ı seçen, ilmi herkesten daha çok olan ve hilmi herkesten büyük olan birini sana eş olarak seçmesidir. Allah Teala yeryüzü ehline baktı, onların arasından beni seçti ve beni peygamber olarak gönderdi. Yine yeryüzü ehline baktı, onların arasından eşin Ali’yi seçti ve O’nu seninle evlendirmemi ve kendime vasi kılmamı bana vahy etti.”

İbn-i Meğazili Şafii Menakıb’da bu rivayetin devamında şu cümleleri de nakletmektedir:

“Ey Fatıma, biz Ehl-i Beyt’e, daha önce kimseye verilmeyen ve bizden sonra da kimsenin derk edemeyeceği yedi özellik verilmiştir: En büyük nebi bizdendir, o da senin babandır; vasimiz en üstün vasidir, o da senin eşindir; şehidimiz en hayırlı şehittir, o da amcan Hamza’dır; cennette istediği yere uçan iki kanatlı da bizdendir, o da amcan oğlu Cafer’dir; cennet ehlinin iki efendisi de bizdendir, onlar da senin oğullarındır. Nefsim elinde olan Allah-u Teala’ya and olsun ki İsa bin Meryem, arkasında namaz kılacağı bu ümmetin Mehdi’si de senin evlatlarındandır.”

İbrahim bin Muhammed Himvini de Feraid’de bu hadisi naklettikten sonra şu cümleleri de zikretmiştir:

“Yeryüzü zulümle dolduktan sonra Mehdi yeryüzünü adaletle dolduracaktır. Ey Fatıma, üzülme, ağlama; şüphesiz ki Allah-u Teala sana benden daha merhametli ve şefkatlidir. Bu da kalbimde olan yerin ve makamın sebebiyledir. Allah-u Teala seni, soy açısından en büyük, halka en merhametli, eşit bölmede en adaletli ve hükümleri en iyi bilen biriyle evlendirmiştir.”

Zan edersem Nevvab beyin itminanı sağlamak ve Şeyh’in yanlışlığını düzeltmek için Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’den rivayet ettiğim bunca hadis yeterlidir. Yoksa Hz. Ali (a.s)’ın vesayetini ifade eden pek çok nebevi hadis mevcuttur.

Resulullah (s.a.a) Vefat Ederken Başı Hz. Ali’nin Göğsü Üzerindeydi

Şeyh’in dediği gibi Peygamber-i Ekrem (s.a.a) vefat edince başı Ümm’ül- müminin Aişe’nin göğsünde değildi. Zira Ehl-i Beyt (a.s)’dan rivayet edilen sahih rivayetler, Şia ulemasının icması ve büyük alimlerinizin muteber kitaplarında yer alan rivayetler de bunu reddetmekteler. Bütün bunlar Peygamber-i Ekrem (s.a.a) vefat edince başının Emir’ul- Müminin Ali’nin göğsü üzerinde olduğunu ve o saatlerde Hz. Ali’nin göğsüne ilim kapılarının açıldığı rivayet edilmektedir.

Şeyh: Hangi alimimizin kitabında böyle bir şey yer almıştır?

Davetçi: Lütfen Kenz’ul- Ummal’ın c. 4, s. 55’ine, yine c. 6, s. 400’üne, Tabakat-i Muhammed bin Saad’ın c. 2, s. 51’ine, Müstedrek-i Hakim Nişaburi’nin, c. 3, s. 139’una, Telhis-i Zehebi’ye, Süneni İbn-i Ebi Şebye’ye, Kebir-i Taberani’ye, Müsned-i imam Ahmed bin Hanbel’in, 3. Cildine, Hafız Ebu Naim’in Hilyet’ul- Evliya kitabına ve diğer birçok muteber kitaplarınıza müracaat ediniz; hepsinde farklı tabirlerle Ümm’ül- Müminin Ümmü Seleme, Cabir bin Abdullah Ensari ve diğerlerinden şöyle rivayet edilmiştir: “Peygamber-i Ekrem (s.a.a) vefat etmeden önce Hz. Ali’yi yanına çağırdı ve ruhu bedeninden çıkana dek mübarek başı O’nun göğsü üzerinde idi.”

Bütün bu rivayetlerden daha önemlisi, bizzat Hz. Ali (a.s)’ın Nehc’ul- Belağa’de buyurmuş olduğu sözdür. İbn-i Ebi’l- Hadid, Nehc’ul- Belağa Şerhi’nin c. 3, s. 561’inde O Hazretin şöyle buyurduğunu kaydetmiştir:

Resulullah (s.a.a) vefat edince başı göğsümdeydi; elimin üzerinde olduğu hadle ruhu bedeninde çıktı ve (teyemmüm için) ellerimi yüzüme sürdüm.”

Aynı cild s. 590’da ise Hz. Ali (a.s)’ın Hz. Fatıma’yı defnedince Resulullah’a hitaben şöyle buyurduğu nakledilmiştir:

“Şüphesiz seni mezara ben koydum, benim göğsümde can verdin.”

Sağlam olan bütün bu deliller, Aişe’nin rivayetini reddetmektedir. Çünkü Aişe’nin eskiden beri Emir’ul- Muminin Ali’ye karşı katı kini vardı. İnşallah-u Teala önümüzdeki gecelerde bir fırsat bulursam, Aişe’nin Hz. Ali’ye düşmanlığını da beyan etmeye çalışacağım.

Vesayet Hususunda Araştırma

Bütün bu hadisler ışığında Nevvab beyin “Halife varken vasiye ne gerek var?” itirazına da cevap verilmiş oldu. Zira eğer insan, biraz olsun insafla bu menkul hadislere bir bakacak olursa ve özellikle de, “Büyük peygamberlerin vasilerini tayin eden Allah-u Teala, Ali’yi benim vasim karar kıldı” hadisine dikkat edecek olursa, bu vesayetin sıradan bir aile vesayeti olmadığını çok kolay bir şekilde anlar. Çünkü buradaki vesayetten maksat, ümmetin ferdi ve toplumsal tüm işlerini yöneten hilafettir. Yani nübüvvet makamından sonra gelen vesayet makamıdır.

Hz. Ali (a.s)’ın vesayet makamı bütün büyük alimlerinizin de kabul etmiş olduğu bir şeydir. Bunu sadece, Hz. Ali (a.s)’ın bütün faziletlerini reddeden bir avuç bağnaz insanlar red etmiştir.

Nitekim İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ül- Belağa Şerhi (Mısır baskısı) c. 1 s. 26 ‘da şöyle diyor:

“Bizim nezdimizde şüphesiz ki Ali Resulullah (s.a.a)’in vasisidir. Sadece inat ehli kimseler bunu red etmekteler.”

Vasiyete Değinen Bazı Sahabelerin Şiirleri

İbn-i Ebi’l- Hadid daha sonra Resulullah (s.a.a)’in ashabından birçok şiirler nakletmektedir ki hepsi de Hz. Ali (a.s)’ın vesayetini beyan etmektedir. Bu şiirlerden ikisi ümmetin alimi Abdullah bin Abbas’ın şu şiirleridir:

Resulullah’ın vasisi, O’nun ailesinin büyüklerindendir

Savaşacak birisi var mıdır? denildiğinde O’nun kahramanıdır.

Yine Huzeyme bin Sabit’ten (Zü’ş- şehadeteyn), onun kendi şiirlerinde şöyle dediği nakledilmiştir:

Resulullah’ın vasisi O’nun ailesinin büyüklerindendir.

Sen de O’nun, o makama sahip olduğuna şahidisin.

Sahabi olan Ebu’l- Heysem bin Teyyan da bir şiirinde şöyle diyor:

Vasi, bizim İmam ve velimizdir.

Gizlilik zâyi oldu, sırlar ise açığa çıktı.

Maksadın ispatı için bu kadarıyla yetiniyoruz. İstediğiniz takdirde bu babdaki diğer şiirlere de müracaat edebilirsiniz. Eğer usanmayacağınızı bilseydim, Hz. Ali (a.s)’ın vesayetini ifade eden daha birçok şiir de naklederdim.

Bunlardan da anlaşıldığı üzere bu vesayet makamı nübüvvet makamından sonra gelen İlahi bir hilafet makamıdır.

Şeyh: Eğer bu rivayetler doğruysa neden kitaplarda Resulullah (s.a.a)’in Ali (k.v) ile ilgili vasiyetnamesini göremiyoruz? Halbuki bilindiği gibi Ebu Bekir ve Ömer’in bile vasiyetleri kitaplarda yer almıştır.

Davetçi: Hz. Ali (a.s)’ın vasilik konusu ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in velayet makamıyla ilgili emirleri, büyük Şia alimlerinin muteber kitaplarında Ehl-i Beyt (a.s) kanalıyla tevatür derecesinde yer almıştır. Ama bilindiği gibi ilk gecede karar alındığı üzere sadece kendi kitaplarımızdan delil getirmemek için bizzat kendi muteber kitaplarınızda yer alan ve şu anda zihnimde kalan bazı rivayetleri zikretmek istiyorum.

Vasiyet Düsturuna İşaret

Eğer Resulullah (s.a.a) (s.a.a)’in vasiyeti ve Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s) hakkındaki düsturlarıyla ilgili bütün hadisleri görmek isterseniz, lütfen şu kitaplara müracaat ediniz:

Tabakat-i İbn-i Sa’d c. 2, s. 61 ve 63, Kenz’ul-Ummal c. 4 s. 54, yine c. 6, s. 155, 393 ve 403, Müsned-i imam Ahmed bin Hanbel c. 4 s. 164, Müstedrek-i Hakim c. 3, s. 59 ve 111, Sünen ve Delail-i Beyhaki, İstiab-i İbn-i Abdulbirr, Kebir-i Taberani, Tarih-i İbn-i Merduye… ve diğer birçok alimleriniz de farklı zamanlarda ve farklı tabirlerle Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in bu konudaki beyanlarını nakletmişlerdir.

Mükerreren zikredilen ibaretlerin özeti de Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in şu sözüdür:

“Ya Ali! Sen benim kardeşim, vezirim, borçlarımı ödeyen, vaatlerime vefa gösteren ve zimmetimi beri kılan kimsesin; sen beni yıkayacak, borçlarımı ödeyecek ve beni mezara koyacaksın.”

Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’den bu tür açık rivayetler oldukça çoktur. Hepsi de Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in vasiyetine amel etme nişanelerinin eserleridir. Nitekim Hz. Ali (a.s) vasiyet gereğince Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’i gusletmiş, kefenlemiş ve mezara koymuştur; Abdurrezzak’ın Cami’de rivayet ettiğine göre Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in beş yüz bin dirhem borcunu da eda etmiştir.

Şeyh: Kur’ân-ı Kerim’de şöyle bir düstur vardır:

Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır bırakacaksa, anaya, babaya, yakınlara uygun bir biçimde vasiyet etmek Allah’tan korkanlar üzerine bir hak olarak farz kılınmıştır.”[25]

Bu ayet gereğince Peygamber-i Ekrem (s.a.a) vefat zamanında vasiyet etmeli ve vasisini tayin etmeliydi. O halde neden Resulullah (s.a.a) vasiyet etmedi. Halbuki bilindiği gibi Ömer ve Ebu Bekir bile vasiyet etmişlerdir.

Davetçi: Evvela; “Birinize ölüm geldiği zaman” cümlesinden kasıt, ölümü görmek (can vermek) anı değildir. Zira o anda insan şuurunu kaybetmekte ve bu vazifesiyle tam amel edememektedir. Dolayısıyla ayetten maksat, yaşlılık, beden takatsizliği ve hastalıktan dolayı ölümün alametleridir.

İkinci olarak; bu sözleriniz beni büyük bir üzüntüye boğdu ve asla unutamayacağım büyük bir musibeti aklıma getirdi.

O büyük musibet şudur ki bizim büyük ceddimiz Resulullah (s.a.a) vasiyet ayetlerinin takibinde vasiyeti pekiştirmek için şöyle buyurmuştur:

“Kim vasiyet etmeden ölürse, cahiliye ölümüyle ölmüş olur.”

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ümmetinden hiç kimsenin vasiyetsiz ölmesini, öldükten sonra da geriye kalanların ihtilafa düşmesini istemiyordu.

Ama bilindiği gibi Peygamber (s.a.a) 23 yıl boyunca Allah-u Teala’nın kendine vasi tayin etmiş olduğu kimseyi ümmete hatırlatmış ve bunu açıkça beyan etmiştir. Ölüm anında da, ümmetin savaş, ihtilaf ve dalalete düşmesini önleyebilmek için, bu müddet içerisinde söylemiş olduğu sözleri bu vesileyle kemale erdirmek istedi. Ama ne yazık ki siyaset oyuncuları buna ve İlahi görevini yapmasına mani oldular. Dolayısıyla siz de burada; Peygamber (s.a.a) neden ölüm anında vasiyet etmedi? diye itiraz ediyorsunuz.

Peygamber (s.a.a)’in Emrine İtaat Etmek Farzdır

Şeyh: Zan edersem bu beyanlarınız asla doğru değildir. Zira hiç kimsenin Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’e engel olabileceğini sanmıyorum. Nitekim Kur’ân da şöyle buyuruyor:

Peygamber’in size verdiğini alın ve nehiy ettiğinden de sakının.”[26]

Hakeza birçok ayette de Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’e itaat edilmesini emrederek şöyle buyurmuştur: “Allah’a ve resule itaat edin.”

Şüphesiz Resulullah (s.a.a)’in emrine itaat etmemek küfürdür. Dolayısıyla hiçbir sahabe Peygamber (s.a.a)’in vasiyetine engel olmamıştır. Bu tür rivayetler, ümmetin Peygamber (s.a.a)’in emrine itinasızlık göstermesini sağlamak için din düşmanlarının uydurduğu iftira ve yalanlardır.

Peygamber’in Vasiyet Etmekten Alı Koyulması

Davetçi: Lütfen kasıtlı olarak gaflet etmeyin. Bu uydurma bir rivayet değildir. Aksine Müslümanların genelinin sıhhatinde ittifak etmiş olduğu hadislerdir. Hatta muhaliflerin delil olarak gösterebileceği bir rivayeti nakletmek hususunda oldukça dikkatli davranan Buhari ve Müslim bile kendi Sahihlerinde, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in ölüm anında şöyle buyurmuş olduğunu rivayet etmişlerdir:

Bana kağıt kalem getirin de asla sapıklığa düşmeyeceğiniz şeyleri yazayım.”

Orada bulunanlardan bazıları bir şahısın (küframiz) sözlerine aldanarak bağırıp çağırmakla vasiyetin yazılmasına mani oldular. Resulullah (s.a.a)’in huzurunda öylesine gürültü ve ses çıkardılar ki, Peygamber (s.a.a)’in kalbi kırıldı ve rahatsız bir şekilde onları yanından dışarı çıkarttı.

Şeyh: Ben inanamıyorum; kim böyle bir cesarette bulunabilir? Kim Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in sözüne karşı durabilir? Halbuki bilindiği gibi sıradan bir Müslüman bile vasiyet edecek olursa hiç kimse ona engel olamaz. Nerede kaldı ki Peygamber-i Ekrem (s.a.a) gibi itaati farz ve muhalefeti küfrü gerektiren birisine mani olsunlar! Zira büyüklerin vasiyeti doğru yola erişme vesilesidir ve hiç kimse ona engel olamaz. Nitekim Ebu Bekir ve Ömer (r.z) de vasiyet ettiler ve hiç kimse onlara engel olmadı. Dolayısıyla böyle bir rivayete asla inanamam.

Davetçi: İnanmamakta haklısınız; sadece siz değil her Müslüman şaşırmaktadır. Hatta bunun da ötesinde bu olayı duyan herkes şaşırmaktadır. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ömrünün son anlarında ümmetini dalaletten kurtarmak ve onlara doğru yolu göstermek için bir vasiyette bulunmak istiyor, ama ona engel oluyorlar. Lakin bu olay gerçekleşmiş ve Müslümanları büyük bir gam ve hüzne boğmuştur.

İbn-i Abbas’ın Peygamber’in Vasiyetine Engel Olunmasına Ağlaması

Buna sadece ben ve sizler üzülmüyoruz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in ashabı da bu musibete ağlamıştır. Nitekim Buhari, Müslim ve diğer büyük ve değerli alimleriniz de Abdullah bin Abbas’ın ağladığını ve sürekli şöyle dediğini kaydetmişlerdir: “Perşembe günü, ah ne perşembe günü!” Abdullah bin Abbas bunu söylerken hüngür hüngür ağlıyordu; öyle ki gözyaşları yeri ıslatıyordu.

Ona; “Perşembe günü ne olmuş ki böylesine ağlıyorsun?” dediklerinde şöyle diyordu: “Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ağır hastalanınca ümmetini, yazacağı vasiyetle sapıklıktan korumak için kalem kağıt istedi. Ama orada bulunanlardan bazıları O’na engel oldular. Bundan da öte; “Hezeyan ediyor!” dediler. İşte o gün asla unutulmayacak olan Perşembe günüydü. Peygamber (s.a.a)’e engel olmalarının yanı sıra küstahça çirkin laflar da kullandılar!”

Şeyh: Kim Resulullah (s.a.a)’in vasiyetine engel oldu?

Davetçi: İkinci Halife Ömer bin Hattab engel oldu.

Şeyh: Böylesine açıkça konuşarak fikrimi rahat ettiğiniz için çok memnun oldum; zira bu tür beyanlardan çok rahatsızlık duyuyordum. Bu tür rivayetlerin Şii halkın uydurması olduğunu sanıyorum. Ama sizin ihtiramınızı koruyarak bunu size karşı beyan etmek istememiştim. Şimdi içimde olanı beyan ediyorum ve size tavsiye ediyorum ki bu tür uydurma haberlere inanmayın.

Davetçi: Ben de size tavsiye ediyorum ki düşünmeden hemen red veya kabul etmeyin; zira gerçekler ortaya çıkınca rahatsızlık duyarsınız. Ama bu konuda da acele davrandınız. Hiç düşünmeden eski adetiniz üzere bize kötümser baktığınızdan dolayı temiz Şii Müslümanları hadis uydurmakla suçladınız. Halbuki defalarca da dediğim gibi biz Şiiler hadis uydurma gereğini duymuyoruz. Zira bizzat kendi kitaplarınızda, bizim lehimize olan ve inançlarımızı ispat eden sayısızca deliller vardır.

Peygamber’in Vasiyetine Engel Olunduğunu Bildiren Rivayetin Kaynakları

Bu konuda da muteber alimlerinizin kitaplarına baş vuracak olursanız, büyük alimlerinizin de bunu rivayet ettiğini görürsünüz. Örneğin: Buhari Sahih’in c. 2, s. 118’inde, Müslim Vasiyyet kitabının sonunda, Hamidi Cem’un Beyn’es- Sahihayn’de; imam Ahmed bin Hanbel Müsned’in c. 1, s. 222’sinde, İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi’nin c. 2, s. 563’ünde, Kirmani Şerh-u Sahih-i Buhari’de, Nevevi Şerh-u Sahihi Müslim’de, İbn-i Acer Savaik’te, Kadı Ebu Ali, Kadı Ruzbehan, Kadı Ayyaz, imam Gazali, Kutbuddin Şafii, Muhammed bin Abdulkerim Şehristani, İbn-i Esiri, Hafız Ebu Naim İsfahani, Sibt bin Cevzi ve bilahare birçok büyük ve değerli alimleriniz söz konusu elemli olayı tasdik ederek şöyle demişlerdir: Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Veda Haccından döndükten sonra hastalandı ve bir grup sahabe Resulullah’ın ziyarete gidice Hazret;

“Bana kağıt kalem getirin, size benden sonra asla sapmayacağınız şeyler yazayım.”

İmam Gazali Sırr’ul- Alemin kitabının 4. makalesinde (Sibt bin Cevzi de Tezkire s. 36’da kendisinden rivayet etmiştir) ve diğer alimleriniz de kendi kitaplarında Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:

“Bana kağıt kalem getirin size benden sonra işlerin zorluğunu kaldırıcı ve size gerekli olan şeyleri yazayım.”

Bazı rivayetlerde ise şöyle yer almıştır:

“Size benden sonra ihtilafa düşmeyeceğiniz bir şeyler yazayım.” Ömer ise şöyle dedi: “Bırakın bu adamı; şüphesiz O hezeyana kapılmıştır! Allah’ın kitabı bize yeter!”

Orada bulunan ashab ikiye bölündü; bazıları Ömer’i, bazıları da Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’i savundu. Derken orada birbirlerine girerek seslerini yükselttiler. Büyük bir ahlak abidesi olan Peygamber-i Ekrem (s.a.a) rahatsız olarak şöyle buyurdular:

Kalkın yanımdan, benim yanımda kavga etmek doğru değildir.”

Bu, bizzat Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in huzurunda vuku bulan Müslümanların ilk fitnesiydi ve bu fitne Hz. Peygamber (s.a.a)’in 23 yıllık onca zahmetlerinin ardından vaki oldu. Bu fitne ve bölünmeye ise Ömer sebep oldu; nifak ve ihtilaf tohumlarını ekti, Müslümanları ikiye böldü. Bu güne kadar da böyle devam etmiş ve şu anda da işte burada Müslüman kardeşleri birbirinin karşısına dikmiştir.

Şeyh: Sizin gibi edepli ve ahlaklı birinden ikinci halife için böylesine sözler söylemenizi hiç beklemiyordum.

Davetçi: Allah aşkına, (yersiz) sevgi ve nefretinizi bir kenara bırakın, kötü bakan gözlerinizi kapatın ve insaf üzere konuşun. Acaba inkarınız karşısında bizzat kendi kitaplarınızdan tarihi gerçekleri nakletmekle ben mi küstahlık yaptım, yoksa Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’e böylesine cesaret edip ağır konuşan Ömer mi? Ömer vasiyetin yazılmasına engel oldu, fitne ve fesat çıkardı, Peygamber (s.a.a) gibi hasta birinin başı ucunda sesini yükseltti ve adeta söverek şöyle dedi: “Bırakın bu adamı, O hezeyana kapılmış!”

Bu konuda Şair ne de güzel söylemiş:

Benim gözümdeki dikeni görüyorsun.

Ama kendi gözündeki hurma dalını görmüyorsun.

Halbuki Allah-u Teala şöyle buyuruyor:

“Muhammed sizden birinizin babası değildir, fakat o Allah’ın Resulü ve Peygamberlerin sonuncusudur.”[27]

Yani Peygamber’i ismiyle çağırmayın; O’na “Resulullah” deyin. Ama bilindiği gibi Ömer edep ve İlahi emre riayet etmeksizin ismiyle çağırmaktan öte O Hazrete işaret ederek “bu adam” diye hitap etmiştir. İnsaf üzere söyleyin, ben mi küstahlık ettim, yoksa Ömer mi?

Şeyh:Le Yehcur” kelimesinin hezeyan etmek manasına geldiği nereden belli ki cesaret ve küstahlık sayılsın.

Taassup İnsanı Kör Ediyor

Davetçi: Bütün edebiyatçılar, müfessirler ve özellikle de büyük alimleriniz, örneğin; İbn-i Esir Cami’ul- Usul’da, İbn-i Hacer Şerh-u Sahih-i Buhari’de, Sahih yazarları ve diğerleri de bu kelimenin hezeyan etmek manasına geldiğini kabul etmişlerdir. Evet beyler insan apaçık gerçekleri açıkça görebilmek ve yersiz savunmaya kalkışmamak için bağnazlık ve inattan uzak durmalıdır.

Acaba Kur’ân-ı Kerim’in; “O’na Resulullah (s.a.a) ve Hatem’ul- Enbiya deyin” emrine rağmen, “bu adam hezeyan ediyor” diyerek Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in makamını küçük düşüren bu insan Kur’ân-ı Kerim ve edebe aykırı davranmamış mıdır? Halbuki bilindiği gibi Peygamber (s.a.a) son nefesine kadar nübüvvet ve ismet makamından ayrılmamıştır. Özellikle de tebliğ ve doğru yola erişme yolunda hezeyana kapılmamıştır. Bunun aksini iddia eden ise onu tanımamış ve iman etmemiştir.

Şeyh: Acaba Ömer gibi birine tanımazlık ve imansızlık isnadında bulunmak doğru mudur?

Davetçi: Evvela; neden Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’e; “Bu adam hezeyan ediyor” denildiğini duyduğunuzda rahatsız olmadınız? Halbuki her Müslüman bunu duyduğunda rahatsız olmalıdır. Ama bilindiği gibi nihai makamı sadece Resulullah (s.a.a)’in ashabı olmaktan ibaret olan ve sonraları sıradan insanlar tarafından başa geçirilen birine karşı bir laf söylendiğinde hemen rahatsız oluyorsunuz. Oysa bu söz benim düşüncem de değildir, akıllı ve bilgili her insan (nerede kaldı ki güzel kalpli ve temiz fıtratlı Müslümanlar) bu olayı duyunca; “İman etmiş olan bir insan, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’e böyle söylemez” diye düşünmektedir.

Ehl-i Sünnet Alimleri de “Hezeyan” Kelimesini

Söyleyenin Risalet Makamına İnanmadığını

İtiraf Etmekteler

Nitekim Kadı Ayyaz Şafii Kitab’uş- Şifa’da, Kirmani Şerh-i Sahih-i Buhari’de, Nevevi Şerh-i Sahih-i Müslim’de ve birçok insaflı alimleriniz kendi kitaplarında şöyle demişlerdir: “Bu sözü her kim söylemişse, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’e iman etmemiş ve O’nun yüce risalet makamını tanımamıştır. Zira mezhep imamlarına göre Peygamberler insanları doğru yola eriştirme ve irşat etme makamında gayb alemiyle irtibat halindedirler. Dolayısıyla sağlığında da hastalık halinde de emirlerine itaat edilmesi icap eder. Dolayısıyla O Hazrete böylesine küstahlıkla muhalefet etmek, O’nun büyük makamını tanımamaktır.”

İslam’da Peygamber (s.a.a)’in Huzurunda Çıkarılan İlk Fitne

Ömer’in fitne ve nifak yarattığını söyleyen sadece ben değilim. Bizzat insaf sahibi alimleriniz de bunu tasdik etmişlerdir. Nitekim büyük alim Hüseyin Meybudi Divan şerhinde şöyle diyor: “İslâm’da vuku bulan ilk fitne, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in huzurunda vuku buldu. Peygamber (s.a.a) hasta yatağında vasiyet etmek isteyince, Ömer ona engel oldu ve böylece Müslümanların arasında fitne ve ihtilaf çıkmasına sebep oldu.”

Şehristani de Milel ve Nihel kitabının dördüncü mukaddimesinde şöyle diyor: “İslâm’da vuku bulan ilk hilâf, Ömer’in, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in kağıt kalem isteyerek vasiyet yazmasına mani olmasıdır.” İbn-i Ebi’l- Hadid de Nehc’ul Belağa Şerhi’nin c. 2 s. 563’ünde bu manaya işaret etmiştir

Şeyh: Eğer Ömer bu sözü söylemişse de saygısızlığından söylememiştir. Bunlar insanın bedensel bir özelliğidir ki insan hastalanınca hezeyana kapılır ve bu durumda Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ile diğer insanlar arasında hiçbir fark yoktur.

Davetçi: Sizin de bildiğiniz gibi Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in özel sıfatlarından biri ismet (masumiyet)tir; ki ölünceye kadar Peygamber (s.a.a)’den ayrılmaz. Özellikle de insanları irşat ve doğru yola hidayet etme makamında; “Sizin sapıklığa düşmemeniz için size bir şeyler yazmak istiyorum” deyince...

Dolayısıyla doğru yola hidayet etme ve irşat makamında olduğu için de ismet makamındaydı ve Allah-u Teala ile irtibat halindeydi. Nitekim Kur’ân şöyle buyuruyor:

“Peygamber heva heves üzere konuşmaz, o (söz) vahy edilen bir vahiydir.”

Hakeza: “Resulün size verdiklerini alın.”

Hakeza: “Allah’a ve Resulüne itaat edin.”

Bu ve benzeri ayetler sizlere gerçekleri göstermektedir. Dolayısıyla bilmeniz icap eder ki ümmetin hidayeti için istenilen kağıt ve kaleme engel olmak Allah-u Teala’ya muhalefettir.

Şüphesiz hezeyan kelimesi açıkça bir sövüştür; “bu adam” tabiri de apaçık bir ihanettir. Lütfen insaflı olunuz. Eğer birisi bir topluluk arasında size işaret ederek; “bu adam hezeyan ediyor” derse, ne düşünürsünüz?! Üstelik bizler masum da değiliz, hezeyana da kapılabiliriz. Size söylenen bu lafı edep ve saygı mı kabul edersiniz, yoksa ihanet ve hakaret mi?

Eğer edepsizlik ve saygısızlık sayarsanız, Peygamber’e nispet daha büyük edepsizlik ve saygısızlıktır. Dolayısıyla Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’e bu lafı söyleyenden uzak durmak, her Müslümanın görevidir.

Halbuki Allah-u Teala Kur’ân’da apaçık Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’i, Resulullah ve Hatem’un- Nebiyyin olarak anmaktadır.

Lütfen sevgi, nefret ve bağnazlığı bir kenara bırakın. Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’i Resulullah ve Hatem’un- Nebiyyin diye çağırmayan, O’na saygı göstermeyen ve hatta; “bu adam hezeyana kapılmış” diyen birisi hakkında akıl ve insafınız neyi hükmetmektedir?

Şeyh: Faraza ki hata yapmıştır, Peygamber (s.a.a)’in halifesi olduğu hasebiyle dini korumak için içtihatta bulunmuştur. Dolayısıyla af edilebilir bir şeydir.

Davetçi: Evvela; Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in halifesi olduğu için içtihatta bulunduğunu söylemekle haksızlık ediyorsunuz. Zira Ömer bu lafı söyleyince halife değildi. Hatta hilafet rüyasını bile görmemişti. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) vefat edince hızlı bir şekilde bildiğiniz bir yolla Ebu Bekir halife seçildi. Sonraları da tehdit, öldürme, evini ateşe verme ve benzeri yollarla herkes teslim olmaya zorlandı. Bundan iki yıl üç ay gibi bir süre sonra Ebu Bekir ölüm anında Ömer’i halife tayin etti.

İkinci olarak; halifenin içtihatta bulunduğunu söylemekle ilginç bir beyanda bulundunuz. Nass karşısında içtihatta bulunmanın manası yoktur; bu affedilmeyecek bir hatadır.

Üçüncü olarak; dini korumak için engellediğini söylemeniz de çok ilginçtir. İlim ve insafınız bağnazlığınızın esiri olmuştur!

Beyler, dini korumak Resulullah (s.a.a)’in görevi mi, yoksa Ömer bin Hattab’ın mı? Acaba Resulullah (s.a.a) gibi biri, ümmet için yazmak istediği bir vasiyetin yazılmasının dine aykırı olup olmadığını bilmiyor da Ömer bin Hattab mı biliyor ki dini korumak için o vasiyetin yazılmasına engel oluyor?! Aklınız bunu kabul ediyor mu? Ey basiret sahipleri ibret alın!

Siz de biliyorsunuz ki, dinin zaruriyatı hususunda hata etmek affedilmeyecek büyük bir hatadır.

Şeyh: Her halde Ömer (r.z), Resulullah (s.a.a)’in bir şey yazmasından ihtilaf çıkacağını anlamıştı. Bu yüzden Peygamber (s.a.a)’in yararını umarak kağıt ve kalem getirilmesine mani oldu.

Özrü Kabahatinden Daha Kötü

Davetçi: Özrü kabahatinden daha büyük bir şey söylediniz. Değerli büyük üstadım Hacı Şeyh Muhammed Ali Kazvini şöyle diyordu: “Bir hatayı düzeltmek isterlerken yüz hata yapıyorlar.” Aynen siz de halifenin apaçık bir hatasını savunmak için birçok hatalara düşüyorsunuz.

Söylediklerinizden anlaşıldığı üzere sanki Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ismet ve gayb alemiyle irtibat makamına sahip olduğu halde- ümmetin doğru yola erişme ve irşadı hususunda haşa sanki ümmetin salahını ve zararını düşünemiyordu da dolayısıyla Ömer Peygamber (s.a.a)’in hayrını düşünüyordu! Eğer alicenabınız şu ayet hakkında:

“Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse apaçık bir sapıklığa düşersiniz.”[28] iyice düşünecek olursanız, kesinlikle sözünüzü geri alacak ve Ömer’in yaptığı şeyi anlayacaksınız. Zira Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in emrine uymamak, vasiyetine engel olmak ve hezeyana kapıldığını söylemek, Peygamber (s.a.a)’i oldukça rahatsız etmiş ve dolayısıyla onları yanından dışarı çıkartmıştır.

Şeyh: Halifenin Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in iyiliğini düşündüğü, “Allah-u Teala’nın kitabı bize yeter” sözünden anlaşılmaktadır.

Davetçi: Aksine bizzat bu söz, Kur’ân’ı iyi bilmemenin veya kasten Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’i incitmenin ve arzularına muhalif olan işleri engellemek istemenin göstergesidir. Zira eğer Kur’ân hakkında yeterli bir bilgiye sahip olmuş olsaydı, Kur’ân-ı Kerim’in tek başına işlerin idaresi için yeterli olmadığını anlardı. Çünkü Kur’ân, ahkamın külliyatını beyan edip detayını bir açıklayıcıya havale eden mücmel ve mucez olan sağlam bir kitaptır.

Kur’ân’daki o mücmel ve kulli hükümlerin de nasih, mensuh, muhkem, müteşabih, genel, özel, mutlak, mukayyet, mücmel ve müevvel olanları vardır. Sıradan bir insanın, İlahi bir feyiz ve rabbani bir açıklayıcının açıklaması olmaksızın az lafızlı ve çok manalı bir kitap olan Kur’ân’dan istifade etmesi nasıl mümkün olabilir?

Bundan da öte, eğer Kur’ân tek başına yeterli olmuş olsaydı o halde neden Kur’ân; “Resulün verdiğini alın ve nehy ettiğinden sakının.” diye buyuruyor?

Hakeza şöyle buyuruyor: “Onu Resule veya kendilerinden olan emir sahiplerine götürselerdi, onların arasından işin içyüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi.”[29]

Dolayısıyla Kur’ân tek başına yeterli değildir. Kur’ân-ı Kerim’in gerçek müfessirleri olan Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Ehl-i Beyti’nin açıklayıcı beyanları da gereklidir.

Nitekim Şii ve Sünni’nin üzerinde ittifak etmiş olduğu üzere Peygamber-i Ekrem (s.a.a) önemine binaen defalarca, hatta ölüm döşeğinde bile şöyle buyurmuştur:

“Sizlere iki değerli emanet bırakıyorum: “Kur’ân-ı Kerim ve İtretim olan Ehl-i Beytimi. Bunlar havuzun başında yanıma gelinceye kadar birbirlerinden asla ayrılmazlar. Onlara sarılacak olursanız kurtulur ve ebedi olarak sapıklığa düşmezsiniz.”

Sizin gibi zeki insanların neden düşünmediğine şaşıyorum. Halbuki bilindiği gibi Kur’ân hükmü gereği de; “Peygamber heva heves üzere konuşmaz, söylediği her şey kendisine vahy edilmektedir.” Dolayısıyla bizzat Kur’ân kendisini ümmetin kurtuluş ve doğru yola erişmesi için yeterli görmüyor ve beyan makamında Ehl-i Beyt’le iç içe olduğunu ifade ediyor. Nitekim Peygamber-i Ekrem (s.a.a) de, Kur’ân-ı Kerim ve Ehl-i Beyt’e uyulduğu takdirde ümmetin sapıklığa düşmeyeceğini açıkça beyan etmiştir. Ama Ömer, Kur’ân-ı Kerim’in tek başına yeterli olacağını söylüyor.

Lütfen insaflı olunuz ve hak üzere hüküm veriniz. Bir taraftan Allah-u Teala’nın elçisi Kur’ân-ı Kerim ve Ehl-i Beyt’e sarılmak gerektiğini, bunların birbirinden ayrılmayacağını ve uyanlara doğru yola erişme vesilesi olacağını beyan ediyor; diğer taraftan da Ömer Kur’ân-ı Kerim’in tek başına yeterli olduğunu, Ehl-i Beyt’i, hatta Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in yazılı hadislerini kabul etmediğini bile açıkça beyan ediyor.

Bunlardan hangisine uymak farzdır? Şüphesiz akıl sahibi hiçbir insan, Allah-u Teala ile irtibat halinde olan Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’i bir kenara bırakıp Ömer’i kabul etmek gerektiğini söyleyemez.

Sizler neden Ömer’in sözünü tutup Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in sözünü bir kenara attınız? Eğer gerçekten Kur’ân tek başına yeterli oldaydı Kur’ân şöyle buyurur muydu?: “Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun.”[30]

Görüldüğü gibi Kur’ân “Zikir ehli”ne sorulmasını emrediyor. Bu ayetteki “Zikir ehli” Peygamber-i Ekrem ve O’nun tertemiz Ehl-i Beyti’dir.

Nitekim önceki gecelerde arz ettim ki, sizin Suyuti gibi birçok büyük alimleriniz, bu ayetteki “Zikir ehli”nden maksadın Kur’ân-ı Kerim’in dengi olan Ehl-i Beyt (a.s) olduğunu beyan etmişlerdir.

Lütfen sözlerimize kötü gözle bakmayın ve sadece bizim bu sözleri eleştirdiğimizi zan etmeyin. İnsaf sahibi büyük alimleriniz de Ömer’in bu sözlerini eleştirmekteler.

Kutbuddin Şirazi’nin Ömer’in Sözlerine İtirazı

Nitekim büyük alimlerinizden olan Kutbuddin Şafii Şirazi, Keşf’ul- Ğuyub’da şöyle diyor:

“Açıktır ki kılavuzsuz yolu bulmak mümkün değildir. Ömer’in; ‘Allah’ın kitabı aramızdadır, kılavuza ihtiyacımız yoktur’ şeklindeki sözüne şaşırıyorum. Ömer’in bu sözü; tıp kitapları yanımızdadır, doktora ihtiyacımız yoktur söyleyen kimsenin sözü gibidir. Şüphesiz ki bu söz yanlıştır ve kabul edilemez. Zira herkes tıp kitaplarından anlayamaz ve mutlaka o ilmi bilen bir tabibe başvurması icap eder.

Kur’ân-ı Kerim de böyledir; kendi fikriyle Kur’ân’dan istifade edemeyenler de, Kur’ân ilmine sahip olanlara müracaat etmelidirler. Nitekim Kur’ân açıkça şöyle buyuruyor:

“Onu Resule veya kendilerinden olan emir sahiplerine götürselerdi, onların arasından işin içyüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi.”[31]

Gerçek kitap ilim ehlinin göğsüdür. Nitekim Kur’ân da şöyle buyuruyor:

“Hayır o (Kur’ân), kendilerine ilim verilenlerin sinelerinde (yer eden) apaçık ayetlerdir.”[32]

Bu yüzden Hz. Ali (a.s) da şöyle buyurmuştur:

“Ben Allah-u Teala’nın konuşan kitabıyım, bu Kur’ân ise Allah-u Teala’nın susan kitabıdır.” (Kutbuddin’in sözünün sonu.)

Dolayısıyla insaf, ilim, akıl ve bilgi sahibi herkes, Ömer’in lafını reddetmekte ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in vasiyetine engel olmakla çok büyük bir zulüm işlediğini tasdik etmektedir.

Ebu Bekir’in Ölüm Anındaki Vasiyetine

Engel Olunmaması

Sizin defalarca; “Ebu Bekir ve Ömer’in vasiyeti engellenmemiştir.” dediğiniz söze gelince; Bu doğrudur, işte bundan dolayı bu çok ilginç ve hayret vericidir. Bütün tarihçi ve hadisçilerin yazdığına göre, Ebu Bekir ölmek üzereyken Osman bin Affan’a şöyle dedi: “Dediklerimi yaz ve bu benim halka olan vasiyetimdir...” Osman da Ebu Bekir’in dediği her şeyi yazdı.

Ömer ve başkaları da orada hazır bulunuyordu, hiç kimse onun vasiyet yazdırmasına mani olmadı; özellikle de Ömer, ne hikmetse; “Bize Allah’ın kitabı yeter, Ebu Bekir’in vasiyetine ihtiyacımız yoktur.” demedi.

Ama bilindiği gibi “Allah’ın kitabı bize yeter” bahanesiyle Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in vasiyetine engel oldular ve kendilerine olduğunu söylediler. Öyleyse İbret alın ey basiret sahipleri!

Biz de Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’e yapılan bu ihanet, küstahlık, sövmek ve ümmetin dalalete düşmemesine sebep olacak vasiyetin yazılmasına mani olmak gibi nedenlerden dolayı asla o tezgahtaki kimselere itaat edemeyiz. Akıl, ilim ve insaf ehli herkes, bütün bunların delil ve mantığa dayanmadığını, heva ve heves üzere olduğunu bilmektedir.

Büyük Musibet, Ölüm Anında Peygamber’e Hakaret ve Hidayeti Göstermesine Engel Olmak

Ümmetin alimi olan İbn-i Abbas, ağlamakta haklıydı. Hatta bütün Müslümanların kan ağlamaları gerekir. Çünkü Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in vasiyet edip ümmetin vazifesini belirlemesine engel oldular; risaletinin mükafatı olarak ömrünün son anında O Hazrete ihanet ve sövgü yağdırdılar. Vasiyet etmesine engel olmasalardı, hilafet işi daha çok açıklığa kavuşurdu, Resulullah (s.a.a)’in hilafetle ilgili önceki sözleri pekişmiş olurdu. Ama bilindiği gibi kurnaz siyasetçiler bunu anlayarak Peygamber (s.a.a)’in vasiyet yazmasına engel oldular.

Şeyh: Hz. Peygamber (s.a.a)’in hilafet hakkında bir şeyler yazdırmak istediğini nereden çıkarıyorsunuz?

Davetçi: Evvela; bilindiği gibi o zaman artık ümmetin hidayetine vesile olacak açıklanmamış ahkam ve dini kurallar baki kalmamıştı. Zira dinin tamamlandığını beyan eden ayet nazil olmuştu. Sadece 23 yıl boyunca söylediği hilafet mevzusunu yeniden açıklığa kavuşturmak istiyordu.

Nitekim imam Gazali Sırr’ul- Alemin’in kitabının 4. Makalesinde şöyle diyor: “Bana kağıt kalem getirin sorunlarınızı gidereyim ve benden sonra ona (hilafete) kimin layık olduğunu hatırlatayım.” ve özellikle de; “benden sonra asla sapmayasınız” cümlesinden ümmetin hidayetiyle ilgili şeylerin yazılacağı anlaşılmaktadır. Öte yandan ümmetin hidayeti konusunda, hilafet ve kılavuz dışında bir şeyin baki kalmadığını da biliyoruz.”

Ayrıca bilmek icap eder ki biz de Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in illa da hilafet hakkında bir şeyler yazmak istediğini de ısrar etmiyoruz. Ama şüphesiz ümmetin hidayeti ve onları dalaletten kurtaracak bir takım şeyleri yazmak istediği kesindir. O halde neden engel oldular? Engellediler diyelim; o halde neden sövüp ihanet ettiler?

Göz açık, kulak açık, bu körlük!

Allah’ın göz kapatmasına şaşırıyorum!

Ey basiret sahipleri ibret alın!

Elimde olmaksızın söz çok uzadığı için özür dilerim. İçimdeki dertlerden bir kısmını sizin hatırlatmanızla bu nakıs dilimle sizlere aktarmaya çalıştım.

Bütün bunlardan anlaşıldığı üzere Hz. Ali (a.s) Hz. Peygamber (s.a.a)’in vasisi idi ve bu konuda bir takım açıklamalarda da bulunmuştur. Ama ölüm döşeğinde vasiyeti tamamlamak için onu yazmakla ümmetin vazifesini tayin etmek istiyordu. Ama siyasi oyuncular, Hazretin ne yazacağını iyice anladıklarından dolayı ihanet ve kavgayla buna engel oldular.

Özellikle hücceti tamamlamak ve şüpheleri ortadan kaldırmak için bazı hadislerde de şöyle buyurmuştur:

“Allah-u Teala Adem, Nuh, Musa ve İsa için bir vasi kıldığı gibi benim için de Ali’yi vasi kılmıştır.”

Yine buyurmuştur ki: “Ali benden sonra, Ehl-i Beytim ve ümmetim arasında benim vasimdir.”

Bütün bunlar, vasilikten maksadın hilafet olduğunu apaçık ortaya koymaktadır. O halde Hz. Ali (a.s) Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in halifesidir.

Şeyh: Bu rivayetler sahih olsalar bile mütevatir değillerdir. O halde bunları nasıl senet kabul ediyorsunuz?

Davetçi: Bize göre Kur’ân-ı Kerim’in dengi olan Ehl-i Beyt (a.s)’dan rivayet edilen rivayetler kesindir. Önceki gecelerde beyan etmiş olduğum gibi kendi alimleriniz de haber-i vahidi hüccet bilmektedirler. Dolayısıyla bundan da öte eğer bu rivayetlerde lafzı tevatür olmasa da kesinlikle manevi tevatür vardır. Vakit darlığı ve şu anda hepsini hafızamda tutamadığım için rivayet ettiğim bu birkaç rivayetten de anlaşıldığı üzere Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Hz. Ali (a.s)’ı hilafet manasında vasilik makamına tayin etmiştir.

Ayrıca bilmek icap eder ki siz tevatüre çok önem veriyorsunuz. Bize cevap vermek istediğiniz her yerde hemen tevatüre sarılıyorsunuz. O halde “Miras bırakmayız” hadisinin tevatürünü nasıl ispat edebiliyorsunuz?

Halbuki bilindiği gibi sizin dediğinize göre de bu hadisi sadece Ebu Bekir veya Evs bin Hadsan rivayet etmiştir ve birkaç hali malum menfaati olanlar da tasdik etmişlerdir.

Ama milyonlarca muvahhid ve temiz Müslümanlar bunu her zaman reddetmişlerdir. Özellikle de Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in ilim kapısı olan Hz. Ali ve Kur’ân-ı Kerim’in dengi sayılan bütün Ehl-i Beyt (a.s) İmamlarının inkarı bu hadisin iptali için en büyük delildir. Bunların hepsi de mantıklı delillerle bu hadisin uydurma olduğunu ispat etmişlerdir. Nitekim biz de bunlardan sadece bazısına işaret ettik.

Bu delillerin en büyüğü ise Hz. Ali ve Hz. Fatıma (a.s)’ın bizzat Ebu Bekir’in huzurunda bu hadisi inkar etmeleridir. Elbette ki ilim kapısı olan Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in vasisi Hz. Ali (a.s) bu hadisi red etmişse artık hüccet tamamlanmış ve o hadisin uydurma olduğu anlaşılmıştır.

Eğer nebilerin ve özellikle de Hatem’ul- Enbiyanın miras bırakma durumu yoksa o halde nasıl kendilerine varis tayin etmişlerdir? Nitekim önceden de söylediğim gibi bizzat Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Her nebinin bir vasisi ve varisi vardır; Ali de benim vasim ve varisimdir.”

Mali mirası olmadığı bir vasi ve varisin hiçbir manası yoktur. Eğer mali mirasın olduğunu ispat eden bunca ilmi ve akli delillere rağmen ilmi mirasın kastedildiğini beyan ediyorsanız, bu iddiamızı daha iyi ispat etmektedir. Zira Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in ilmi varisi, bu ilme sahip olmayanlardan hilafet makamına daha evla ve layıktır.

İkinci olarak; Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Hz. Ali (a.s)’ı vasi ve varisçi kılmasına, kendi alimlerinizin de rivayet etmiş olduğu rivayetlere göre Allah-u Teala’nın da Hz. Ali (a.s)’ı bu makama tayin etmesine rağmen, böyle bir hadisi nasıl olur da ihtilaf çıkmasın diye kendi vasisine söylemeyip de vasi ve varisi olmayan başkalarına açıkça söylemiş olabilir?

Çok ilginçtir, dini hükümlerde Hz. Ali bir şeye hükmedince, Ömer ve Ebu Bekir habersiz oldukları halde O’nun sözünü tasdik etmekte ve dedikleriyle amel etmekteydiler.

Nitekim alimleriniz ve tarihçileriniz Hz. Ali (a.s)’ın Ebu Bekir, Ömer ve Osman zamanında verdiği hükümleri nakletmişlerdir. Ama bilindiği gibi ne hikmetse bu hususta Hz. Ali (a.s)’ın sözünü kabul etmediler, hatta hakaret ettiler ve her akıl sahibi insanın nakletmekten utandığı kinayeli laflar söylediler.

Hafız: Halifelerin dini hükümleri bilmediklerini ve onlara Ali’nin (k.v) sürekli hükümleri hatırlattığını söylemeniz çok tuhaftır.

Davetçi: Şaşılacak bir şey yok, bütün hüküm ve kaideleri kavramak gerçekten çok zordur. Peygamber veya Peygamber’in ilim kapısı dışında normal bir insanın tüm hüküm ve bilimleri kamil bir şekilde bilmesine imkan yoktur.

Ayrıca bilmek icap eder ki, bunu sadece ben söylemiyorum, kendi alimleriniz de muteber kitaplarında nakletmişlerdir. Bizim ihanet ettiğimizi sanmasınlar diye konunun aydınlığa kavuşması için o olaylardan sadece bir örnek zikretmek istiyorum.

Altı Aylık Çocuk Doğuran Kadın Hakkında

Hz. Ali’nin Verdiği Hüküm

İmam Ahmed bin Hanbel Müsned’de İmam’ul- Harem Ahmed bin Abdullah Şafii Zehair’ul- Ukba’da, İbn-i Ebi’l- Hadid Şerh-i Nehc’ul- Belağa’da, Şeyh Süleyman Hanefi Yenabi’ul- Mevedde 56. babda, Ahmed bin Abdullah, Ahmed bin Hanbel, Kal’i ve İbn-i Siman’dan şöyle rivayet ediyorlar:

“Ömer altı ayda doğum yapan bir kadını recm etmek istiyordu, bunun üzerine Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Allah-u Teala Kuran’da buyuruyor ki: Hamilelik ve sütten kesilme süresi otuz aydır” Sütten kesilme iki yıldır, hamilelik müddeti ise altı aydır.” [33]

Bunun üzerine Ömer o kadını recm etmekten vazgeçerek şöyle dedi: “Ali olmasaydı Ömer helak olurdu.”

Aynı babda Ahmed bin Hanbel’in Menakıb’ından şöyle rivayet ediyor: “Ömer bin Hattab bir zorlukla karşılaşınca hemen hükmünü Ali’den öğrenirdi.”

Bu tür olaylar Ebu Bekir, Ömer ve Osman zamanında oldukça çok görülmüştür. Bir sorunla karşılaştıklarında Hz. Ali (a.s)’ın verdiği hükmü kabul ediyor ve ona göre amel ediyorlardı.

O halde beyler biraz düşününüz, ne oldu da Hz. Ali (a.s)’ın miras hakkındaki hükmünü kabul etmediler; hatta küstahlık ve hakarette bulundular. Kavga gürültü çıkararak mazlum Zehra (a.s)’ın hakkını elinden aldılar. Bu hadisin uydurma olduğunun üçüncü delili de bizzat Ebu Bekir’in kendi amelidir. Eğer bu hadis doğru olmuş olsaydı, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’den kalan her şeye el konulması ve varislerinin hiçbir şeyde tasarruf etmemesi icap ederdi. Ama bilindiği gibi halife Fatıma (a.s)’ın hücresini kendisine verdi, Aişe ve Hafsa’nın hücrelerini de miras babından kendilerine verdi. Bu bir çelişki değil midir? Bazısına inanıp bazısını inkar etmek değil midir?

Eğer bu hadis sahihse ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in söylediğine kesin inanmışlardıysa, o halde neden Ebu Bekir Fedek’e el koyduktan sonra bir mektup yazarak Fedek’i Fatıma’ya verdi? Ama Ömer engel olarak ilgili mektubu alıp yırttı.

Hafız: Bunu yeni duyuyorum. Ebu Bekir’in Fedek’i Fatıma’ya geri verdiği nerede yazılıdır?

Ebu Bekir’in Fedek’i Fatıma’ya Geri Vermesi ve

Ömer’in Buna Engel Olması

Davetçi: Zan edersem benim senetsiz konuşmayacağımı artık biliyorsunuz. Ne yazık ki siz çok az okuyorsunuz, İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi’nde, Ali bin Burhanuddin Şafii Tarh-u Siret’il- Halebiyye, c. 3, s. 391’de şöyle yazıyor:

“Ebu Bekir Fatıma’nın konuşmasından etkilendi ve ağladı. (Elbette bu olay, birkaç gün sonra Ebu Bekir’in evinde vuku bulmuştur.) Sonra Fedek’in Fatıma’ya geri verilmesini yazdı. Ama bilindiği gibi Ömer mektubu alarak yırttı.”

İlginç şudur ki, o gün mektubu yırtan ve Fedek’in geri verilmesine itiraz eden Ömer, kendi hilafeti zamanında Fedek’i geri verdi ve Ömer’den sonraki Emevi ve Abbasi halifeleri de Fedek’i Fatıma’nın varislerine vermişlerdir.

Hafız: Çok ilginç şeyler beyan ediyorsunuz. Sizin dediğiniz gibi Fedek’in geri verilmesine karşı koyan ve ilgili mektubu yırtan Ömer nasıl olur da bizzat kendisi Fedek’i yeniden Fatıma’nın varislerine geri çevirir?

Davetçi: Şaşırmakta haklısınız, okumamış ve görmemiş olabilirsiniz; bizzat kendi alimlerinizin senetlerinden Fedek’i verip geri alan halifeleri sizlere söyleyeyim de şaşırmayın ve bizim haklı olduğumuzu bilin.

Halifelerin Fedek’i Fatıma (a.s)’ın Evlatlarına Geri Vermesi

Allame Semhudi Tarih’ul- Medine’de, Yakut bin Abdullah Rumi Mu’cem’ul- Buldan’da şöyle rivayet etmektedir: “Ebu Bekir hilafeti zamanında Fedek’e el koydu. Ama Ömer hilafeti zamanında onu Ali ve Abbas’a geri verdi.”

Eğer Ebu Bekir Resulullah (s.a.a)’in emri gereği Fedek’e el koyduysa, o zaman Ömer hangi hakla onu Ali (a.s)’a geri çevirdi?

Şeyh: Şayet Müslümanlara harcamak üzere bir Müslüman olarak Hz. Ali’nin yetkisinde bırakmıştır.

Davetçi: Bu dediğiniz, sahibinin de kabul etmediği bir görüştür. Zira halifenin böyle bir niyeti yoktu. Eğer böyle olmuş olsaydı, tarihte yer alırdı. Bizzat büyük tarihçileriniz Ömer’in Fedek’i Ali ve Abbas’a bıraktığını kaydetmişlerdir.

Hz. Ali (a.s) da Fedek’i miras olarak aldı, bir Müslüman olarak değil; zira bir Müslüman bütün Müslümanların hakkına el koyup tasarrufta bulunamaz.

Şeyh: Belki de maksat Ömer bin Abdulaziz’dir.

Ömer Bin Abdulaziz’in Fedek’i Geri Vermesi

Davetçi: (Gülümseyerek) Ali (a.s) ve Abbas Ömer bin Abdulaziz zamanında yaşamamışlardır. Ömer bin Abdulaziz’in meselesi ayrıdır. Nitekim allâme Semhudi Tarih’ul- Medine’de ve İbn-i Ebi’l- Hadid “Nehc’ul- Belağa Şerhi” c. 4, s. 81’de Ebu Bekir Cevheri’den şöyle rivayet etmektedirler: “Ömer bin Abdulaziz hilafete erişince Medine’-deki varisine bir mektup yazarak Fedek’i Fatıma’nın evlatlarına vermesini emretti. Bunun üzerine de vali, Hasan bin Hasan-i Mücteba’-yı veya Hz. Ali bin Hüseyin’i yanına çağırarak Fedek’i ona verdi.

İbn-i Ebi’l- Hadid aynı sayfanın ilk satırında şöyle yazmıştır: “Bu, Fatıma’nın evlatlarına geri verilen ilk haktı. Bir müddet sonra Yezid bin Abdulmelik yeniden Fedek’i alarak Emeviler’e devretti. İlk Abbasi halifesi olan Abdullah Seffah Fedek’i yeniden İmam Hasan’ın evlatlarına verdi, onlar da miras hakkı olarak (Fedek’ten gelen geliri) Fatıma evlatları arasında taksim ediyorlardı.

Abdullah, Mehdi ve Memun’un Fedek’i Fatıma

Evlatlarına Geri Vermesi

Hasan Oğulları Mensur’un aleyhine kıyam edince, Mensur Fedek’i onlardan geri aldı. Oğlu Mehdi halife olunca, tekrar Fedek Fatıma evlatlarına geri çevrildi. Musa bin Hadi halife olunca Fedek’e el koydu. Me’mun halife olunca onu yeniden Fatıma ve Ali (a.s)’ın evlatlarına geri verdi. Yakut Himvi Mucem’ul- Buldan’ın (ilk baskısı) “F-D” harfinde Me’mun’un Medine valisi Kasem bin Cafer’e yazdığı mektupta şunları yazdığını kaydetmiştir:

“Resulullah (s.a.a) Fedek’i kızı Fatıma’ya bağışladı. Bu O’nun evlatları arasında da meşhur ve bilinen bir şeydir.”

Meşhur şair Di’bil-i Huzai orada kalkıp bir şiir okudu. O şiirin ilk beyti şudur:

 Bugün zamanın yüzü güldü.

Zira Me’mun Fedek’i Haşimilere geri verdi.

Fedek’in Bağış Olduğunun İspatı

Kesin delillerle ispat edildiği üzere Fedek baştan beri Hz. Fatıma’nın malıydı. Ama bilindiği gibi onu haksız yere gasbettiler. Bu yüzden sadece bazı halifeler insafları veya siyasetleri gereği onu Fatıma’nın evlatlarına geri vermişlerdir.

Hafız: Eğer Fedek Fatıma’nın Resulullah tarafından bağışlanmış olan malıydıysa, o zaman neden miras iddiasında bulununca ondan söz etmedi?

Davetçi: Hz. Fatıma (a.s) ilk önce Fedek’in Resulullah tarafından kendisine bağışlandığının iddiasında bulundu. Ama İslâm hükümlerinin aksine tasarrufta bulunandan şahit istediler. Şahitleri getirince de yine Şer’i hükümlerin aksine reddedildi. Bu yüzden miras yoluyla hakkını elde etmeye çalıştı.

Hafız: Zan edersem yanlış buyuruyorsunuz; çünkü Hz. Fatıma hiçbir yerde Fedek’in kendisine bağışlanmış olduğundan söz etmemiştir.

Davetçi: Yanlış söylemiyorum, hatta yakinim vardır. Sadece Şia kitaplarında değil, bizzat büyük alimlerinizin kitaplarında da açıkça yer almıştır. Nitekim Ali bin Burhanuddin Halebi (Ö: 1044) Siret’ul- Halebiyye s. 39’da şöyle diyor:

“ Hz. Fatıma ilk önce mülkiyet ve tasarruf sahibi olması unvanıyla, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Fedek’i kendisine bağışladığı esasında Ebu Bekir ile tartıştı. Şeriatın beğendiği tanıkları olmayınca da miras iddiasıyla hakkını aradı!!”

Görüldüğü gibi miras iddiası bağış iddiasından sonradır.

İmam Fahruddin Razi Tefsir-i Kebir’de “Fatıma’nın iddiası” zımnında, Yakut Himvini Mucem’ul- Buldan’da, İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 4 s. 80’de Ebu Bekir Cevheri’den naklen ve mutaassıp İbn-i Hacer de Savaik’ul- Muhrika s. 21’de “Rafızîlerin Şüphelerinden 7. Şüphe”den söz ederken şöyle naklediyorlar:

“Fatıma ilk önce Fedek’in bir bağış olduğu iddiasında bulundu. Şahitleri reddedilince üzülerek şöyle buyurdu: “Artık sizinle konuşmayacağım.” Fatıma (a.s) artık o günden sonra onlarla konuşmadı;[34] vefat edince de onlardan hiçbirinin, cenazesine namaz kılmamasını vasiyet etti. Amcası Abbas cenaze namazını kıldırdı ve geceleyin defnettiler.”

(Ama bilindiği gibi Ehl-i Beyt (a.s) kaynaklarına göre cenaze namazını Hz. Ali (a.s) kıldırmıştır.)

Muhaliflerin; “Ebu Bekir Şehadet Ayeti Gereği Amel Etti” Sözünün Cevabı

Hafız: Hz. Fatıma (r.z)’nın incinmesi ve üzülmesinde şek ve şüphe yoktur. Ama Ebu Bekir (r.z)’i de fazla suçlu göremeyiz. Zira Ebubekir şer’i hükümlere uymak zorundaydı. Hz. Fatıma, iddiasının ispatı için iki erkek veya bir erkek ile iki kadın veya dört kadın şahit getirmek zorundaydı. Yeterli şahit getirmediği için artık O’nun yararına kesin hüküm veremediler.

Davetçi: Burada söz uzayabilir. Dolayısıyla beyleri de usandırmamak için isterseniz tartışmayı yarın akşama bırakalım.

Nevvab: Kıble sahip (alicenap)! Bizim de özellikle öğrenmek istediğimiz önemli konulardan biri de buydu; eğer yorulmadıysanız konuşmayı devam ettirelim. Zira sözü yarıda bırakmak dikkatleri dağıtır. Sabaha kadar uzayacak olsa da bizim açımızdan bir sorun yoktur. Tam bir şevk ve istekle sözlerinizi dinlemeye hazırız. Bu meseleyi hal etmedikçe buradan gitmeyeceğiz. Konuyu detaylıca anlatınız. Ama eğer siz gerçekten yorgun iseniz biz artık ısrar etmeyiz.

Davetçi: Ben ilmi ve dini konularda asla yorulup usanmam. Ben meclistekilerin halini gözetmek istiyorum. Çünkü diğerlerin de halini göz önünde bulundurmamız gerekir.

(Orada bulunanların hepsi yorulmadıklarını ve özellikle Fedek konusunda bilgilenmek istediklerini beyan ettiler.)

Davetçi: Hafız Bey; “halifenin şer’i hükümlere uyması gerektiğini ve yeterli şahit gösterilmediğinden dolayı de Hz. Fatıma’nın yararına hüküm verilmediğini” söyledi. Ben burada birkaç mesele söz konusu etmek istiyorum, siz beyler de hüküm verin.

Mütesarrıftan Şahit istemek Şeriata Aykırıdır

Evvela; eğer Ebu Bekir dediğiniz gibi şer’i hükümleri uygulamak zorundaydıysa, o zaman söyleyin bakalım, şeriatın neresinde mütesarrıftan (tasarrufta bulunandan) şahit istenmiştir? İttifakla sabittir ki orası Hz. Fatıma’nın tasarrufundaydı. Ebu Bekir’in Hz. Fatıma’dan şahit istemesi dinin hangi kanunlarıyla uyum içindedir? Şer’i hükümlere göre müddei (iddia eden) şahit göstermelidir; tasarrufta bulunan değil. Acaba halifenin bu ameli şer’i hükümlere aykırı mıdır değil midir? Siz insaflıca hükmedin.

İkinci olarak; şehadet (tanıklık) ayetinin genelliğini kimse inkar etmiyor. Ama bilindiği gibi “ma min ammin illa ve kad husse” (bütün geneller özelleşebilir) kaidesi gereğince bu ayet de istisna ve tahsis edilebilir.

Hafız: Hangi delile göre şehadet ayetinin tahsis edilebileceğini buyuruyorsunuz?

Zu’ş- Şehadeteyn Olan Huzeyme

Davetçi: Bu mananın en büyük delili, sizin muteber Sihah kitaplarında da rivayet edildiği üzere Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Huzeyme bin Sabit’in şehadetini iki kişinin şehadeti yerine kabul etmiştir ve onu “Zu’ş- Şehadeteyn” (iki şehadet sahibi) diye adlandırmıştır. O halde şehadet ayeti de tahsis edilebilir. Huzeyme gibi mü’min bir sahabe bu ayeti tahsis edebildiğine göre, Tathir ayeti hükmü gereği masum olan Ali ve Fatıma (a.s) da daha evla bir şekilde istisna edilebilirler. Bu masum insanlar asla iftira ve yalan atmazlar. Dolayısıyla O’nları red etmek Allah-u Teala’yı reddetmek gibidir.

Fatıma’nın Şahitlerinin Red Edilmesi

Hz. Fatıma (a.s) Fedek’in kendi malı olduğunu söyledi. Babasının hayatta iken bunu kendisine bağışladığını ve o günden beri tasarrufta bulunduğunu beyan etti. Ama bilindiği gibi şer’i hükümlerin tam tersine ondan şahit istediler. Hz. Fatıma (a.s) da, Hz. Ali (a.s), Ümmü Eymen ve çocukları Hasan ve Hüseyin’i şahit olarak gösterdi. Ebu Bekir ise bunların şehadetini kabul etmedi. Acaba onların bu ameli, hakikate ve şer’i kaidelere aykırı değil miydi?

Fatıma (a.s)’ın tasarruf dışında hiçbir delili olmasaydı bile bu, şeriata göre hakkaniyeti için yeterliydi. Ayrıca bilmek icap eder ki Kur’ân da Hz. Fatıma’nın temizliğine tanıklık etmiş ve O’nun her türlü pislikten uzak olduğunu bildirmiştir. Yalan ve haksız iddiada bulunmak da o cümledendir. (Yani Hz. Fatıma (a.s) bunlardan da beridir.)

Özellikle de Hz. Ali (a.s) gibi kamil bir şahit, Hz. Fatma’nın hakkaniyetine tanıklık etti. Hz. Ali’nin tanıklığını reddetmek kesinlikle Allah-u Teala’yı reddetmektir. Zira Aliyyu A’la olan Allah-u Teala, Kur’ân ayetlerinde Hz. Ali’yi sadık ve sıddık olarak tanıtmıştır. Allah-u Teala’nın tastık ettiği birinin tanıklığını hangi cüretle red ettiler? Oysa Kur’ân Ali ile birlikte olmayı, yani O’na uymayı emrediyor. Sadakatinin çok olduğundan sıdı abidesi olmuş ve sadık olarak zikredilmiştir. Nitekim Allah-u Teala Kur’an’da şöyle buyuruyor:

1- “Ey iman edenler! Allah’tan sakının ve sadıklarla (doğrularla) birlikte olun.”[35]

Hafız: Bu ayetin sizin amacınız ve Ali’ye (k.v) uymanın gerekli olması ile ne ilgisi vardır?

Ayette Geçen Sadıklardan Maksat Hz. Peygamber’le Hz. Ali’dir

Davetçi: Büyük ve değerli alimleriniz tefsir ve diğer kitaplarında bu ayetin Hz. Muhammed (s.a.a) ve Hz. Ali (a.s) hakkında nazil olduğunu yazmışlardır. Buradaki “sadıklar” (doğrular)dan maksadın Hz. Muhammed (s.a.a) ile Hz. Ali (a.s), bazı rivayetlerde Ali, bazı rivayetlerde ise Eh-i Beyt olduğu yer almıştır.

İmam Sa’lebi Keşf’ul- Beyan tefsirinde, Celaluddin Suyuti Durr’ul- Mensur’da İbn-i Abbas’tan, Hafız Ebu Sa’d Abdulmelik bin Muhammed Harguşi Şeref’ul- Mustafa’da Esmai’den, Hafız Ebu Naim İsfahani ise Hilyet’ul- Evliya’da Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet ediyorlar:

“Bu ayetteki sadıklar (doğrular)dan kasıt, Muhammed ve Ali’dir.”

Şeyh Süleyman Hanefi de Yenabi’ul- Mevedde’nin (İstanbul baskısı) 39. babının 119. sayfasında Muvaffak bin Ahmed-i Harezmi, Hafız Ebu Naim İsfahani ve Himvini’den naklen İbn-i Abbas’ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: “Bu ayetteki “sadıklardan”dan maksat Hz. Muhammed ve Ehl-i Beyti’dir.”

Büyük alimlerinizden olan İbrahim bin Muhammed Himvini Feraid’us- Simtayn’de, Muhammed bin Yusuf Genci eş-Şafii Kifayet’ut- Talib’in 62. babında, Muhaddis-i Şam ise kendi Tarih’inde müsneden şöyle rivayet ediyor: “Sadıklarla birlikte olun. Yani Ali bin Ebi Talib’le birlikte olun.”

2- “Doğruyu getiren ve onu tasdik edene gelince; işte muttaki (takva sahibi) olanlardır.”[36]

Celaluddin Suyuti, Durr’ul- Mensur’da, Hafız bin Merduye Menakıb’da, Hafız Ebu Naim Hilyet’ul- Evliya’da, Muhammed bin Yusuf Genci Kifayet’ut- Talib’in 62. Babında, İbn-i Asakir kendi Tarih’inde bir grup tefsir ehlinden, onlar da İbn-i Abbas ve Mücahid’den şöyle nakletmişlerdir: “Ayetteki “Doğruyu getiren”den maksat Hz. Muhammed, “onu tastık eden” ise Ali bin Ebi Talip’tir.”

3- “Allah’a ve O’nun resulüne iman edenler; işte onlar Rableri katında sıddıklar ve şehitlik mertebesine erenlerdir. Onların mükafatları ve nurları vardır.”[37]

İmam Ahmed bin Hanbel Müsned’de, Hafız Ebu Naim İsfahani “Ma Nezele Min’el- Kur’ân’i fi Ali’yyin”de İbn-i Abbas’tan, bu ayetin Hz. Ali (a.s) hakkında nazil olduğunu ve O Hazretin de sıddıklardan olduğunu nakletmişlerdir.

4- “Kim Allah’a ve Resulüne itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salih kişilerle beraberdir. Ne güzel arkadaştır onlar!”[38]

Ayetteki “sıddıklar”dan maksat, Hz. Ali’dir. Sünni/Şii kanalıyla nakledilen sayısız rivayetler, Hz. Ali (a.s)’ın ümmetin sıddıkı (doğrusu), hatta sıddıkların en üstünü olduğunu vurguluyorlar.

Hz. Ali (a.s) Sıddıkların En Üstünüdür

Nitekim Fahr-u Razi Tefsir-i Kebir’de, Sa’lebi Keşf’ul- Beyan’da, Celaluddin Suyuti Durr’ul- Mansur’da, Ahmed bin Hanbel Müsned’de, İbn-i Şirveyh Firdevs’te, İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi, c. 2, s. 451’de, İbn-i Meğazili Şafii Menakıb’da, İbn-i Hacer-i Mekki Savaik’da Hz. Ali (a.s)’ın faziletleri hakkında rivayet etmiş olduğu 40 Hadis’in 30. Hadisinde Buhari’den o da İbn-i Abbas’tan (son cümle hariç) naklen Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir:

“Sıddıklar (doğrular) üç kişidir; Yasin ailesinin mümini Habib-i Neccar, Firavun ailesinin mümini Hazkil ve onların en üstünü olan Ali bin Ebi Talip.”

 Şeyh Süleyman Belhi el-Hanefi Yenabi’ul- Mevedde’nin 42. babının başında imam Ahmed’in Müsned’inden naklen, Ebu Naim, İbn-i Meğazili ve Harezmi Menakıb’da Ebi Leyla ve Ebu Eyyub Ensari’den naklen, İbn-i Hacer-i Mekki Savaik’te 40 hadisten 31. hadiste Ebu Naim’den naklen, İbn-i Asakir Ebi Leyla’dan naklen, Muhammed bin Yusuf Genci Kifayet’ut- Talib’in 24. babında müsned olarak Ebi Leyla’dan rivayet etmekte ve rivayetin sonunda şöyle demektedir: “Muhaddis-i Şam kendi tarihinde, Hafız Ebu Naim Hilyet’ul- Evliya’da Hz. Ali (a.s)’ın haletlerinin tercümesinde, bunların hepsi de Hz. Muhammed (s.a.a)’den şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir:

“Sıddıkla (doğrular) üç kişidir; Yasin ailesinin mümini Habib Neccar (ki şöyle dedi: “Ey kavmim elçilere uyun”, Firavun ailesinin mümini Hazkil (ki şöyle dedi: “Acaba Allah Rabbim’dir diyen birini mi öldüreceksiniz.” ve onların en üstünü olan Ali bin Ebi Talip.”

Gerçekten ilginçtir, adet ve bağnazlıklar nasıl da ilim ve insafınızı mağlup etmiş! Bizzat kendinizin rivayet etmiş olduğu birçok rivayetler de Kur’ân ayetleri gibi Hz. Ali (a.s)’ın sıddıkların en üstünü olduğunu ispat etmektedir. Bununla birlikte başkalarına sıddık diyorsunuz; oysa bir ayet dahi onların sıddık olduğuna dair nakledilmemiştir.

Allah aşkına muhterem beyler biraz insaf ediniz ve adetleri bir kenara bırakınız. Acaba Kur’ân-ı Kerim’in, sıddıklardan (doğrulardan) olduğunu söylediği ve kendisine uymayı emrettiği birinin şehadetinin reddedilmesi ve hatta kendisine hakaret edilmesi doğru bir şey miydi?

Acaba Resulullah (s.a.a)’in, “bu ümmetin sıddıkı” diye tanıttığı ve Kur’ân-ı Kerim’in de sadakatini doğruladığı birinin yalan yere tanıklıkta bulunmasını akıl kabul ediyor mu?

Ali, Hak ve Kur’an İledir

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) “Hak Ali iledir ve Hak da Ali iledir.” diye buyurmamış mıdır? Nitekim Hatib Bağdadi Tarih-i Bağdadi, c. 4, s. 321’de, Hafız bin Merduye Menakıb’da, Deylemi Firdevs’te, Hafız Heysemi Mecme’uz- Zevaid, c. 7, s. 236’da, İbn-i Kuteybe el-İmamet’u Ve’s- Siyase, c. 1, s. 68’de, Hakim Ebu Abdullah Nişaburi Müstedrek c. 3, s. 124’de, imam Ahmed Hanbel Müsned’de, Taberani Evset’te, Hatib Harezmi Menakıb’da, Fahr-u Razi Tefsir c. 1, s. 111’de, İbn-i Hacer-i Mekki Cami’us- Sağir c. 2, s. 74, 75 ve 140’ta, yine Savaik’in 9. babının 2. Faslında Hz. Ali (a.s)’ın faziletleri hakkındaki hadislerin 21. hadisinde (Evset’ten, o da Ümmü Seleme’den naklen), Şeyh Süleyman Belhi Hanefi, Yenabi’ul- Mevedde’nin 20 babında Cem’ul-Fevaid, Evsed ve Sağir-i Taberani, Feraid-i Himvini, Menakıb-ı Harezmi ve Rebi’ul- Ebrar-i Zemahşeri’den naklen (Ümmü Seleme ve İbn-i Abbas’tan naklen), hakeza Yenabi’ul- Mevedde Celaluddin Suyuti’nin Cami’us- Sağir’inden naklen b. 65, s. 185’de, hakeza s. 116’da Tarih’ul-Hulefa’dan naklen, hakeza s. 358’de Feyz’ul-Kadir’in 4. cildinden İbn-i Abbas’tan naklen, s. 237’de Menakıb’us- Sab’in’in 44. hadisinden Sahib-i Firdevs’ten naklen, s. 283’de 59. babın zımnında Savaik’in ikinci faslından Ümmü Seleme’den naklen ve Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii de Kifayet’ut-Talib’de bazısını Ümmü Seleme’den, bazısını Ayşe’den, bazısını da Muhammed bin Ebu Bekir’den naklen Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu yazmışlardır:

“Ali Kur’ân iledir, Kur’ân da Ali iledir; bu ikisi havuzun başında yanıma gelinceye kadar birbirinden ayrılmazlar.”

Bazıları ise şu ibaretle rivayet etmişlerdir:

“Hak sürekli Ali iledir, Ali de hak iledir; bunlar asla birbirlerinden ayrılmazlar.”

İbn-i Hacer, Savaik’in 9. babının 2. faslında s. 77’de Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in ölüm döşeğinde şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

“Ben sizin aranızda, Allah-u Teala’nın kitabını ve itretim olan Ehl-i Beyt’imi bırakıyorum.”

Daha sonra Hz. Ali (a.s)’ın elinden tutup kaldırarak şöyle buyurdular:

“Bu Ali Kur’ân iledir ve Kur’ân da Ali iledir; bunlar Havuz’da yanıma gelinceye kadar birbirinden ayrılmazlar. Ve ben onların her ikisinden kendilerine bıraktığım hilafet makamını soracağım.”

Yine genellikle Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu naklediyorlar:

Ali Hak iledir, Hak da Ali iledir; Ali nereye dönerse hak da onunla döner.”

Sibt bin Cevzi Tezkiret-u Havass’il- Ümme s. 20’de Gadir hadisinin zımnında Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu naklediyor:

“Allah’ım, Ali nereye ve nasıl dönerse hakkı O’nunla döndür.”

İbn-i Cevzi, bu hadis hakkında görüşünü belirterek şöyle diyor: “Bu hadis, Ali ile ashaptan biri arasında ihtilaf olduğunda hakkın Ali ile olduğuna delalet etmektedir.”

Ali’ye İtaat, Allah’a ve Peygamber’e İtaattir

Bu zikrettiğim kitapların yanı sıra diğer muteber kitaplarınızda da nakledildiğine göre Peygamber-i Ekrem (s.a.a) birçok mekan ve mahallelerde farklı ibarelerle şöyle buyurmuştur:

“Ali’ye itaat eden bana itaat etmiştir, bana itaat eden ise Allah’a itaat etmiştir; Ali’yi inkar eden beni inkar etmiştir, beni inkar eden de Allah’ı inkar etmiştir.”

Ebu’l- Feth Muhammed bin Abdulkerim Şehristani Milel ve Nihel kitabında Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu naklediyor:

“Ali bütün durumlarda hak üzeredir; nereye dönerse dönsün hak O’nunla döner.”

Bunca muteber kitaplarınızda yer alan açık rivayetlere rağmen, Ali’yi red veya inkar etmek ve O’ndan yüz çevirmek, Allah-u Teala ve Resulünü red ve inkar etmek, hak ve hakikatten yüz çevirmek değil midir?

Ebu’l- Mueyyid Muvaffak bin Ahmed Harezmi Menakıb’da, Muhammed bin Talha eş-Şafii Metalib’us- Süul’de ve İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi’nde Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in açıkça şöyle buyurduğunu rivayet etmekteler:

“Ali’ye ikram eden bana ikram etmiştir, bana ikram eden de Allah-u Teala’ya ikram etmiştir; Ali’ye ihanet eden bana ihanet etmiştir, bana ihanet eden de Allah-u Teala’ya ihanet etmiştir.”

İnsaflı beyler, vuku bulan olayları, kendi kitaplarınızda yer alan bunca rivayet ve hadislerle tatbik ederek adalet üzere hükmedin ve zavallı Şiilere o kadar da kötümser olmayın.

Sizin; “Halife şeriatın zahirine göre hükmetmekle görevliydi, şehadet ayeti genel olduğu için de şeriatın kabul etmiş olduğu şahitler olmaksızın sadece bir iddia üzere Müslümanların malını Fatıma’ya veremezdi.” sözünüze gelince; önce de söylediğim gibi bu mal Müslümanların malı değildi, Fatıma (a.s)’ın tasarrufunda olan bir mülk ve bağıştı.

İkinci olarak; eğer halife gerçekten şeriat hükümlerini icra eden idiyse, bir saç tüyü kadar Şeriat hükümlerine aykırı davranmaması icap ederdi. O halde neden ayrıcalık yaparak bazı kimselere, şahitleri olmaksızın sırf bir iddia üzere Müslümanların malından onlara veriyordu? Bu hüküm ve halifenin ihtiyatı, sadece Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in emaneti olan mazlum Fatıma (a.s) hakkında mı uygulandı? Halbuki bilindiği gibi Hz. Fatıma (a.s)’ın sözünün doğruluğu ve Hz. Ali (a.s)’ın tanıklığının kabulü herkesçe açık ve belliydi.

İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi’nin c. 4, s. 105’inde şöyle diyor: Bağdat’ın batı medresesinin üstadı Ali bin Fariki’ye; “Fatıma doğru sözlü biri miydi?” diye sordum. Cevaben; “Evet” dedi. Ben; “Eğer doğru sözlü biri idiyse, o halde halife neden Fedek’i Fatıma’ya vermedi?” diye sorduğumda, tebessüm ederek şaka ehli olmadığı halde güzel bir söz söyledi; o sözün özeti şudur:

“Eğer o gün sırf iddia üzere Fedek’i Fatıma’ya vermiş olsaydı, Fatıma ertesi gün de gelir kocası için hilafeti isterdi. Böyle olunca da halife mecburi olarak hakkı haklıya vermesi gerekirdi; çünkü önceden onun sadakatini onaylamıştı.”

Binaenaleyh bu konu büyük alimleriniz nezdinde apaçıkmış; insaf üzere gerçeği tasdik etmişlerdir. İlk günden beri hak mazlum Fatıma (a.s) ile idi. Ancak siyaset, makamlarını korumak için bilerek Fatıma’nın kendi hakkından mahrum edilmesini icap ediyordu.

Hafız: Halife kime şahit olmaksızın Müslümanların malını verdi?

Cabir Olayı ve Ona Mal Bağışlanması, Akıl Sahiplerinin İbret Almasına Sebep Olmaktadır

Davetçi: Örneğin Cabir; “Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bana Bahreyn malından (bir miktar mal) vereceğini vaad etmişti” diye iddia edince, itiraz edilmeden ve şahit istenmeden Müslümanların malından 1500 dinar kendisine verildi.

Hafız: Evvela; bu haberi ben görmemişim, sizin kitaplarınızda olabilir. Ayrıca bilmek icap eder ki şahit istemediği nereden bellidir?

Davetçi: Görmemeniz çok ilginç; çünkü alimleriniz adil bir sahabenin rivayet etmiş olduğu haber-i vahidin kabul edileceğine dair getirdikleri delil Cabir bin Abdullah bin Ensari’nin bu haberidir.

Nitekim Şeyh’ul- İslâm Askalani Feth’ul- Bari fi Şerh-i Sahih’il-Buhari, “Men Yukeffilu An Meyyitin Deynen” babında şöyle diyor:

“Bu haber, sahabeden adil olanların verdiği haberin kabul edilebileceğine delalet etmektedir; bu kendi menfaatine de olsa fark etmez. Çünkü Ebu Bekir Cabir’den, iddiasının sıhhati hakkında şahit istemedi.”

Bu haberi Buhari kendi Sahih’inde daha detaylı olarak nakletmiştir. Hums kitabının “Ma Kataa’n- nebiyyu min’el Bahreyn” babında şöyle yazmıştır: “Bahreyn malını Medine’ye getirdiklerinde Ebu Bekir’in münadisi şöyle seslendi: “Her kime Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bir şey vaat etmişse veya Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’den bir alacağı varsa gelip alsın.”

Cabir gelerek; “Resulullah (s.a.a) Bahreyn malından bana (bir miktar mal) vermeyi vaat etmişti.” dedi.

Bahreyn fethedilip Müslümanların tasarrufuna geçince, şahit istenmeksizin sırf iddia üzere Cabir’e 1500 dinar verildi.

Hakeza Celaluddin Suyuti, Tarih’ul- Hulefa kitabının “Hilafet-i Ebu Bekir” faslında, Ebu Bekir’in hilafeti zamanında ortaya çıkan olayları rivayet ederken Cabir’in olayını da rivayet etmektedir.

Beyler şimdi Allah için söyleyin, acaba bu amel bir ayrıcalık ve fark gözetmek değil miydi? Eğer Ebu Bekir şehadet ayetinin hilafına şahit istemeksizin Müslümanların malından sırf iddia üzere Cabir’e bir miktar para vermişse ve bunda bir sakınca da görmemişse, Fedek’i de, Müslümanların malı olmuş olsaydı bile (halbuki bilindiği gibi Fatıma Fedek’te tasarruf ediyordu), Resulullah (s.a.a)’in emaneti ve doğru sözlü kızı olan Hz. Fatıma’nın kalbini kırmaması ve iddiasını kabul ederek kendisine geri çevirmesi gerekirdi.

Ayrıca bilmek icap eder ki Buhari ve diğer alimler, kendi menfaatine bile olsa adil bir sahabenin haberini kabul etmektedirler. Ama bilindiği gibi sıra Hz. Ali (a.s)’a gelince, kendi lehine olduğu bahanesiyle Hazretin sözünü reddetmektedirler. Acaba Hz. Ali ashaptan, hatta ashabın en mükemmel bir ferdi değil miydi? Eğer meseleye insaflıca bakacak olursanız, işin içinde bir hile olduğunu, hak ve hakikatin icra edilmesi niyetinde olunmadığını tasdik edersiniz.

Hafız: Ebu Bekir’in Cabir’den şahit istememesinin sebebi, Cabir’in Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in yakın ashabından ve O’nun terbiye etmiş olduğu bir kişi olmasından dolayıdır. Ayrıca bilmek icap eder ki Cabir; “Kim bilerek bana iftira ve yalan isnat ederse cehennemde yerini hazırlamalıdır.” hadisini de mutlaka duymuştur. Bu şiddetli tehdit karşısında, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in yakını ve O’nun terbiye etmiş olduğu mümin bir sahabe kesinlikle boş yere iftira ve yalan söylemez, bu değersiz dünya için ahiretini bozmaz ve Resulullah’a isnat ederek yalan söz nakletmez.

Davetçi: Acaba Cabir mi Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’e daha yakındı, yoksa Hazretin terbiye etmiş olduğu Hz. Ali ve Hz. Fatıma mı?

Hafız: Şüphesiz Ali ve Fatıma (r.z) ömürlerinin başından beri Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in terbiyesi altında büyümüşlerdir ve O Hazrete herkesten daha yakın idiler.

Davetçi: O halde Hz. Ali ve Hz. Fatıma (a.s)’ın, böyle şiddetli bir tehdit karşısında Hz. Peygamber’e iftira ve yalan isnat etmeyeceklerini kabul ediniz. Dolayısıyla onlar Fatıma-i Sıddika (a.s)’ın iddiasını kabul etmeliydiler; zira onlar da sizin itiraf ettiğiniz gibi Ali ve Fatıma’nın Cabir’den, hatta bütün ashaptan daha üstün olduğunu biliyorlardı. Nitekim Hz. Ali ve Hz. Fatıma (a.s) ne de olsa Tathir ayetinin muhatabı olmuş masum kimselerdi.

Tathir ayeti açıkça Muhammed, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’in masumiyetine delalet etmektedir.

Ayrıca bilmek icap eder ki kendi alimleriniz de onların sadakat ve doğruluğunu tasdik etmişlerdir. Nitekim Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Hz. Ali (a.s)’ı “ümmetin sıddıkı ve doğru olanı” diye tanıtmış, Allah-u Teala da Kur’ân’da O’nu “sadık” diye nitelendirmiştir.

Hz. Fatıma (a.s) hakkında ise hadis pek çoktur. Örneğin: Hafız Ebu Naim İsfahani Hilyet’ul- Evliya c. 2, s. 42’de Aişe’den şöyle rivayet etmektedir:

“Babası dışında Fatıma’dan daha doğru sözlü birini görmedim.”

Tathir Ayetinin Nüzulü Hakkında Eleştiri

Hafız: Bize göre Tathir ayetinin bu beş kişi hakkında indiği iddiası kesin değildir. Siz bizim kitaplarımızı da anlaşıldığı kadarıyla yakından biliyorsunuz, bu konuda hata ettiğinizi kabul edin; zira Kadı Beyzavi ve Zemahşeri’ye göre Tathir ayeti Resulullah (s.a.a)’in hanımları hakkında nazil olmuştur; bu ayetin beş kişi hakkında indiğini söyleyen bir rivayet varsa da zayıftır; çünkü bu ayet bu mananın tam aksine delalet etmektedir. Ayetin başı ve sonu Peygamber (s.a.a)’in hanımları hakkındadır; bu yüzden ayetin ortasını çıkarıp başkalarına ekleyemeyiz.

Tathir Ayeti’nin Hz. Peygamber’in Eşleri Hakkında Nazil Olmadığının İspatı ve Eleştirinin Cevabı

Davetçi: Sizin bu iddianız birçok açıdan doğru değildir. Evvela; ayetin başı ve sonunun Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in hanımları hakkında olduğunu ve bu yüzden Ali ve Fatıma’nın ayetin muhatabı olmadığı hakkındaki sözünüze gelince; cevabı şudur ki, insanlar günlük konuşmalarında bazen konuşurken aniden sözlerini başka bir yöne atfederek başkalarına hitaben konuşuyorlar ve daha sonra da yeniden ilk sözlerine dönüyorlar.

Böyle bir şey Arap edebiyatı ve şiirlerinde oldukça çoktur, hatta Kur’an’da bile birçok örneği vardır. Özellikle Ahzap süresine dikkat ediniz, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in hanımlarına hitap ederken aniden müminlere hitap edilmekte, sonra yeniden kendilerine dönülmektedir. Bunun şahitlerini detaylı olarak size arz edebilirim. Ama bilindiği gibi bu toplantı buna müsait değildir.

Ayrıca bilmek icap eder ki eğer bu ayet Resulullah (s.a.a)’in hanımları hakkında olmuş olsaydı onlara özgü müennes zamir (dişi çoğul edatı) kullanılması ve böylece “liyuzhibe ankünne ve yutahhirrekunne” denilmesi icap ederdi. Ama bilindiği gibi görüyoruz ki ayette müzekker edatı (kum) kullanılmıştır, bu da ayetin hanımlar hakkında değil, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Ehl-i Beyt’i hakkında nazil olduğunu açıkça göstermektedir.

Nevvab: Size göre de Hz. Fatıma o topluluktan biridir; o halde neden Hz. Fatıma göz önünde bulundurulmamış ve O’nun hakkında tenis (dişi) zamiri kullanılmamıştır?

Davetçi: (Alimlere işaret ederek) Alimlerin de bildiği gibi Hz. Fatıma’nın olmasına rağmen müzekker zamirinin kullanılması edebiyattaki tağlip (ekseriyet) sanatı itibariyledir. Bir topluluk içinde erkeklerin çoğunlukta olduğu yerde müzekker zamir kullanılmaktadır, hatta bizzat bu ayetteki müzekker kip, bu görüşün zayıf olmadığını, aksine güçlü olduğunu göstermektedir.

Eğer bu ayet Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in hanımları hakkında nazil olmuş olsaydı, kadınlar topluluğu için müzekker edatının kullanılması hata olurdu.

Bunlardan ilave, bilmek icap eder ki sizin muteber kitaplarınızda da yer alan sahih hadisler, bu ayetin hanımlar hakkında değil Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Ehl-i Beyti hakkında nazil olduğuna hükmetmektedir.

Nitekim İbn-i Hacer-i Mekki bütün bağnazlığına rağmen bu ayet hakkında Savaik’ul- Muhrika adlı kitabında şöyle diyor: “Çoğu müfessirler bu ayetin Ali, Fatıma Hasan ve Hüseyin hakkında nazil olduğunu beyan ediyor; zira ayette “müzekker” (erkek) zamiri kullanılmıştır.”

Peygamber (s.a.a)’in Eşleri Ehl-i Beyt’ten Değildir

Bundan da öte birçok delil Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in hanımlarının Ehl-i Beyt’ten olmadığına delalet etmektedir.

Nitekim Sahih-i Müslim ve Cami’ul- Usul’da şöyle rivayet edilmiştir: “Hasin bin Semure Zeyd bin Erkam’a; “Peygamber (s.a.a)’in hanımları da Ehl-i Beyt’ten midirler?” diye sorduğunda Zeyd şöyle dedi: “Allah-u Teala’ya and olsun ki hayır; çünkü kadın bir müddet eşiyle olur, boşanınca babasının evine döner ve babasının ailesine katılır, böylece kocasından bütünüyle kopar. Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Ehli Beyti kendisine sadaka verilmesinin haram olduğu kimselerdir. Onlar hangi eve gitseler, nereye gitseler O Hazretin Ehl-i Beyti’nden çıkmazlar.”

Ayrıca bilmek icap eder ki Şia kaynaklarında Ehl-i Beyt (a.s) İmamlarından rivayet edilen bütün rivayetlerin yanı sıra bizzat kendi kaynaklarınızda yer alan sayısız hadisler de bu mananın aksine hükmetmektedir.

Tathir Ayetinin Ehl-i Beyt Hakkında Nazil Olduğunu Beyan Eden Ehl-i Sünnet Kaynaklı Rivayetler

Nitekim imam Salebi Keşf’ul- Beyan tefsirinde, imam Fahr-u Razi, Tefsir-i Kebir c. 6, s. 783’de, Celaluddin Suyuti, Durr’ul- Mansur c. 5, s. 199’da ve Hasais’ul -Kubra c. 2, s. 264’de, Nişaburi kendi tefsirinin 3. Cildinde, imam Abdurrazzak Res’ani, Rumuz’ul- Kunuz tefsirinde, İbn-i Hacer Askalani, İsabe c. 4, s. 207’de, İbn-i Asakir, Tarih c. 4, s. 204 ve 206’da, imam Hanbel Müsned c. 1, s. 331’de, Taberi, Riyaz’un- Nazire c. 2, s. 188’de, Müslim, Sahih c. 7, s. 130’da; yine c. 2, s. 331’de, Nebhani, Şeref’ul- Muebbed (Beyrut baskısı) s. 10’da, Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii altı müsned haberle Kifayet’ut- Talib’in 100. babında, Şeyh Süleyman Belhi el-Hanefi, Yenabi’ul- Mevedde’nin 33. babında Sahih-i Müslim’den, Şevahid-u Hakim’den o da Aişe’den, on rivayet Tirmizi’den, yine Hakim Alauddevle Simnani, Beyhaki, Taberani, Muhammed bin Cerir, Ahmed bin Hanbel, İbn-i Ebi Şeybe, İbn-i Munzir, İbn-i Saad, Hafız Zerendi ve Hafız bin Merduye’den onlar da Ümmü Seleme’den, Ömer bin Ebi Seleme (Hz. Peygamber’in üvey oğlu), Enes bin Malik, Saad bin Ebi Vakkas, Vasıle bin Eska’ ve Ebu Said Hudri’den Tathir ayetinin beş kişi olan Âl-i Aba hakkında nazil olduğunu nakletmekteler.

Hatta İbn-i Hacer-i Mekki sahip olduğu bütün bağnazlığa rağmen Savaik, s. 85 ve 86’da yedi yoldan bu olayın sıhhatini rivayet etmekte ve bu ayetin Muhammed, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin hakkında nazil olduğunu itiraf etmektedir.

Seyyid bin Ebu Bekir bin Şahabuddin Alevi Reşfet’us- Sadi Min Bahr-i Fezail-i Beni’n- Nebiyy’il- Hadi s. 14 ila 19’da (Mısır 1303 baskısı) 1. bab’ın zımnında Tirmizi, İbn-i Cerir, İbn-i Munzir, Hakim, İbn-i Merduye, Beyhaki, İbn-i Ebi Hatem, Taberani, Ahmed bin Hanbel, İbn-i Kesir, Müslim bin Haccac, İbn-i Ebi Şeybe ve Semhudi’den ve diğer büyük alimlerinizden yaptığı derin araştırmalarla bu ayetin Âl-i Aba olan beş kişi hakkında nazil olduğunu rivayet etmektedir.

Ayrıca deliller de, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in, kendisine sadaka verilmesi haram olan Ehl-i Beyti’nin kıyamete kadar bu ayetin muhatabı olduğunu ispat etmektedir. Cem’un Beyn’es- Sihah’is- Sitte’de Muvatta, Sahih-i Buhari, Sahih-i Müslim, Sünen-i Ebi Davud, Sünen-i Secistani, Sünen-i Tirmizi, Cami’ul- Usul’dan naklen bir çok fakih, tarihçi, muhaddis ve alimlerinizin bu ayetin Âl-i Aba olan beş kişi hakkında nazil olduğunu itirafa etmeleri nakledilmiştir. Dolayısıyla sizin yanınızda bu ayetin Âl-i Aba hakkında nazil olduğu tevatür haddine ulaşmıştır. Birkaç inatçı ve bağnaz ve hakkı inkar eden ulemanın bu haberi zayıf kabul etmesinin bütün bu muteber ve mütevatir rivayetler karşısında hiçbir değer ve itibari yoktur.

Küçük yarasa güneşin düşmanı değildir.

O karanlıklar içinde ancak kendine düşmandır.

Fatıma (a.s)’ın Hariresi İle İlgili Ümmü Seleme’nin Hadisi ve Tathir Ayetinin İnişi

Bazı kimseler, Harire (Muhallebi) Hadisi’ni naklederek Tathir ayetinin inişiyle ilgili olayı detaylı olarak, bazıları ise özetle nakletmişlerdir. Örneğin imam Salebi Tefsirinde, imam Ahmed bin Hanbel Müsned’inde ve İbn-i Esir Cami’ul- Usul’da (Sahih-i Tirmizi ve Müslim’den naklen) az bir farkla rivayet ettiğine göre Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in hanımı Ümm-ü Seleme şöyle demiştir:

“Resulullah (s.a.a) benim evimdeydi, Fatıma Resulullah için bir tas harire (muhallebi) getirdi, Resulullah (s.a.a) de sofada oturmuştu, mübarek ayaklarının altında Hayber malı bir aba seriliydi, ben de odamda namaz kılıyordum, Peygamber (s.a.a) Fatıma’ya şöyle buyurdu: “Git kocanı ve çocuklarını da al getir.” Ardından Ali Hasan ve Hüseyin gelerek muhallebi yemekle meşgul oldular, çok geçmeksizin Cebrail nazil olarak onlara şu ayeti okudu:

“Ey Ehl-i Beyt! Allah ancak sizden ricsi (her çeşit çirkinlik ve pisliği) gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor.”[39]

Peygamber (s.a.a) daha sonra abanın artan kısmını onların üzerine örterek mübarek elini göklere kaldırdı ve şöyle dedi:

“Allah’ım, bunlar benim itretim ve Ehl-i Beytimdir; o halde onlardan her türlü pisliği gider ve onları temiz kıl.”

Ümmü Seleme sonra şöyle diyor: Ben de başımı abanın altına koyarak; “Ya Resulullah, ben de sizinleyim.” dedim. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Sen de hayır üzeresin.” (Yani Ehl-i Beytimin makamında değilsin, ama akıbetin hayır üzeredir!)

O halde bu ayet sadece bu beş kişinin, her türlü küfür, nifak, şüphe, iftira, yalan, riya ve günahlardan uzak ve beri olduğuna delalet etmektedir. Nitekim Fahr-u Razi tefsirinde şöyle diyor: “Bu ayet, O’nların tüm günahlardan uzak olduğuna ve İlahi keramet ridasına büründüklerine delalet etmektedir.”

Bazı alimlerin, kendi muteber kitaplarında Ali ve Fatıma’nın bu ayetin kapsamında olduğunu ve her türlü günah, kötülük, iftira ve yalandan münezzeh olduğunu nakletmelerine rağmen insafsızlık ederek Hz. Ali (a.s)’ın imamet iddiasını, Hz. Fatıma hakkındaki şehadetini ve Hz. Fatıma’nın Fedek hakkındaki iddiasını ret etmeleri gerçekten çok şaşılacak bir durumdur! Burada insaflı kimselerin nasıl hükmedeceklerini bilemiyorum!

Konumuza dönelim, lütfen insaf üzere hüküm verin; Ali ve Fatıma gibi Allah-u Teala’nın, her türlü pislik ve kötülükten münezzeh kıldığı, yani büyük ve küçük günahlardan masum olmalarını irade buyurmuş olduğu kimselerin red edilmesi, ama öte yandan Cabir gibi sıradan bir Müslüman’ın iddiasının kabul edilmesi doğru mudur?! O değerli ailenin haklarının çiğnenmesi insaf mıdır?!

Hafız: Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in halifesi ve mümin bir sahabenin Resulullah (s.a.a)’e bütün yakınlığına rağmen kasten kalkıp Fedek’i gasbetmesi inanılacak bir durum değildir. Şüphesiz insan yaptığı her şeyi bir maksat üzere yapar. Bütün beytülmali elinde bulunduran birinin Fedek’i gasbetmeye ne ihtiyacı olabilir ki?

Davetçi: Şüphesiz ki ihtiyaç meselesi değildi. Onlar Ehl-i Beyt-i zamanın Müslümanlarının gözünde küçük düşürmek, inzivaya itmek istiyorlardı. Çünkü Ehl-i Beyt hilafet makamına daha evla ve layık olduklarından dolayı, hilafeti hayal etmemeleri için fakr-u zaruret içinde olarak kendileriyle meşgul olmalıydılar. Zira dünya peşinde olan insanlar dünyalarının idare edileceği yere giderler.

Onlar, azamet, ilim, fazilet, takva ve edep sahibi bu ailenin zengin oldukları takdirde halkın onlara daha çok yöneleceğini tahmin ediyorlardı. İşte bu yüzden Fedek’i siyaset gereği gasbettiler ve O’nlara güçlenebilecekleri tüm yolları kapadılar.

Ehl-i Beyt’tin Humus Hakkından Mahrum Kılınması

Bu gasp edilen yollardan biri de Ehl-i Beyt’in sabit hakkı olan humus idi. Allah-u Teala Hz. Peygamber ve Ehl-i Beytine sadakayı haram kıldığından dolayı, ümmetin ekseriyetinin icmasıyla O’nlara humus yolunu açmış ve Enfal suresinin 41. ayetinde açıkça şöyle buyurmuştur:

“Bilin ki, ganimet olarak ele geçirdiğiniz şeylerin humusu (beşte biri), Allah’ın, Resulün, O’nun akrabalarının, yetimlerin, yoksulların ve yolcunundur. Eğer Allah’a, hak ile batılın birbirinden ayrıldığı gün, iki ordunun karşı karşıya geldiği günde (Bedir savaşında) kulumuza inanıyorsanız (ganimeti böyle bölüşün). Allah her şeye kadirdir.”

Böylece Ehl-i Beyt (a.s) kıyamete kadar refah ve huzur içinde yaşayacak, halka muhtaç olmayacaktı. Ama bilindiği gibi Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in vefatından sonra bu açıdan da Ehl-i Beyt’i baskı altında tuttular. Ebu Bekir, taraftarlarıyla birlikte açık ve sabit olan humus haklarını da O’nlardan aldılar. Humus paralarıyla savaş malzemeleri alınması gerektiğini ifade ettiler. Böylece Ehl-i Beyt (a.s) her taraftan mahrum edildi. Çünkü sadaka kendilerine haramdı, var olan açık humus hakları da ellerinden alındı.

Nitekim imam Şafii Kitab’ul- Umm’da bu konuyla ilgili şöyle diyor: “Ehl-i Beyt’e sadaka yerine humus karar kılınmıştır. Onlara az veya çok sadaka verilemez. Onların sadaka alması, tanıyanların da O’nlara sadaka vermesi haramdır. Onlara humsun yasaklanmış olması bile O’nlar için sadakayı helal kılmaz.”

Ömer bin Hattab’ın zamanında; “humus çok arttı, hepsini Peygamber’in akrabalarına vermek olmaz, savaş teçhizatı almak icap eder.” bahanesiyle bu hakları da elinden alındı ve şimdiye kadar da bu İlahi haklarından mahrum kılınmışlardır.

Hafız: İmam Şafii humsun beşe bölünmesini, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in hakkının Müslümanların ihtiyaç ve maslahatları yolunda harcanmasını, bir bölümünün yakınlık sahiplerine ve diğer üç kısmının da yetim, fakir ve yolda kalmışlara harcanmasını açıkça beyan etmiştir.

Davetçi: Resulullah (s.a.a) zamanında, müfessirlerin ekseriyetinin ittifakına göre, bu ayet Resulullah (s.a.a)’in evlat ve akrabalarına yardım için nazil olmuştur ve de humus onlara harcanıyordu Ama bilindiği gibi Şia Ehl-i Beyt’e uyarak, bu konuda var olan apaçık ayet sebebiyle humsu altı kısma ayırmaktadır. Allah-u Teala’nın, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in ve yakınlık sahiplerinin payı masum İmama verilmektedir. İmamın gaybetinde de adil fakih ve müçtehit olan bir naibine veriliyor, o da salah gördüğü yerde Müslümanların maslahatı için harcıyor. Diğer üç pay ise Benihaşim’den olan yetimlere, muhtaçlara ve yolda kalmışlara verilmektedir.

Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in vefatından sonra Haşim oğulları’ndan bu hakkı da gasbettiler. Nitekim Suyuti Durr’ul- Mensur, s. 3’de, imam Salebi Keşf’ul- Beyan tefsirinde, Zemahşer’i Keşşaf’ta, Kuşçu Şerh-i Tecrid’de, Nesai el-Fey kitabında ve daha birçok alim kendi eserlerinde bu hakkın Peygamber (s.a.a)’in vefatından sonra akıllı siyasetçiler tarafından kendi maksatlarını ilerletmek için alındığını yazmaktadırlar!!!

Hafız: Siz, müçtehidin görüş hakkı olduğuna inanmıyor musunuz? Şüphesiz Ebu Bekir de Müslümanlara yardım etmek için böylesine içtihatta bulunmuştur.

Davetçi: Evet müçtehidin görüşü câizdir; ama nass karşısında değil. Siz Ebu Bekir ve Ömer’in görüşlerini, Kur’an ve sünnet karşısında geçerli mi biliyorsunuz? İnsafen bu câiz midir?

Allah-u Teala ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bir hüküm verince, halife ümmetin salahı bahanesiyle naslar karşısında içtihat edebilir mi? Lütfen biraz insaflı olun. Bu işte art bir niyet olduğunu sezinlemiyor musunuz? Şüphesiz akıllı ve tarafsız bir insan olaya dikkatle bakacak olursa, kötü niyeti sezinler ve olayın hiçte öyle sade olmadığını anlar. Gerçekte onların maksadı Peygamber (s.a.a)’in ailesini perişan kılmaktı.

Allah-u Teala Ali’yi Peygameber’in Şahidi Kılmıştır

Ayrıca bilmek icap eder ki Allah-u Teala Hz. Ali’yi Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in şahidi kılmıştır. Nitekim Kur-an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:

Rabbinden açık bir belge üzerinde bulunan, O’nu (Peygamber’i) kendisinden bir şahit (Ali) izleyen...”[40]

Hafız: Bana göre ayetteki belge sahibinden maksat, Peygamber-i Ekrem (s.a.a), şahit ise Kur’ân’dır. Sizin, “şahid”in Ali (k.v) olduğuna dair deliliniz nedir?

Davetçi: Ben ayetlerde tasarrufta bulunmak ve Kur’ân’ı kendi görüşüme göre mana etmek cesaretine sahip değilim. Kur’ân-ı Kerim’in dengi olan Ehl-i Beyt (a.s), bu ayetteki şahitten maksadın Hz. Ali (a.s) olduğunu açıkça beyan etmiştir.

Üstelik alim ve müfessirleriniz de otuzun üstünde rivayet nakletmişlerdir. Örneğin: İmam Salebi Tefsiri’nde üç hadis rivayet etmiş, Celaluddin Suyuti ise Durr’ul- Mansur’da İbn-i Merduye, İbn-i Ebi Hatem ve Ebu Naim’den rivayet etmiştir. İbrahim bin Muhammed Himvini ise Feraid’us- Simtayn’de üç senetle nakilde bulunmuştur. Süleyman Belhi el-Hanefi ise 26. babda; Sa’lebi, Himvini, Harezmi, Ebu Naim ve Vakidi’den rivayet etmektedir. İbn-i Meğazili de İbn-i Abbas, Cabir bin Abdullah ve başkalarından rivayet etmektedir. Hafız Ebu Naim İsfahani de üç yolla rivayet etmektedir.

Ayrıca bilmek icap eder ki Taberi, İbn-i Meğazili, İbn-i Ebi’l- Hadid, Muhammed bin Yusuf-u Genci (Kifayet’ut-Talib, 62. bab) ve benzeri alimleriniz de bu inançtadır. Az bir kelime farklılıklarıyla ayetteki şahitten maksadın Hz. Ali olduğunu beyan etmişlerdir.

Hatip Harezmi, Menakıp’ta şöyle diyor: İbn-i Abbas’a; “Ayetteki şahit kimdir” diye sorduklarında; “Şahit Peygamber-i Ekrem için şahitlik eden ve O’nun kendisinden olan Ali’dir” dedi.

Bu yüzden kendi alimlerinizin de tasdik etmiş olduğu üzere, ümmetin, Allah-u Teala’nın Peygamber (s.a.a)’in şahidi kıldığı Hz. Ali’nin şahitliğini kabul etmesi farzdı.

Resulullah (s.a.a) Huzeyme bin Sabit’in şehadetini iki kişinin şehadeti gibi kabul etmiş, “Zu’ş- şehadeteyn” (iki şehadet sahibi) diye adlandırmıştır. Allah-u Teala da bu ayette, Hz. Ali’yi Müslümanlar arsında Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in şahidi kılarak O’nun için bir özellik tanımıştır. Tathir ayetine göre de Hz. Ali (a.s) masum ve hatadan münezzeh biridir; kendi menfaatleri için asla iftira ve yalan yere şehadette bulunmaz.

Bilemiyorum, nasıl cesaret ettiler, hangi şer’i delile göre şehadetini kabul etmediler? Hatta kendisine hakaret bile ettiler. Şahitliğini red ederken de “bu işte menfaat sahibidir” dediler, bu delil üzere de tanıklığını kabul etmediler.

Ayrıca bilmek icap eder ki mecliste ve gıyabında birçok kinayelerle ihanet ettiler, bunların sadece bazısına daha önce işaret etmiş olduğum için konunun detayına girmiyorum. Dünyayı üç talakla boşayan, insanların en takvalısı olan, dost düşman herkesin kabul etmiş olduğu Ali gibi bir şahsiyetin dünyayı istemesi ve bunun da ötesinde kendi kitaplarınızda bile yazılan, ağzıma almaktan haya etmiş olduğum kelimelere muhatap olmasına razı olur musunuz?

Velhasıl, ‘Ali bu işte menfaat sahibidir’ iddiasıyla halka Ali (a.s)’ın eşi için haşa yalan yere tanıklık edebileceğini ilka ettiler. Halbuki bilindiği gibi Allah-u Teala O’nun tanıklığını kabul etmiş, bunlar ise oyunlar oynayarak O’nun tanıklığını red etmişlerdir.

Nazil olan onca Kur’an ayetlerinin, velayet makamını pekiştirmesinin ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Hz. Ali (a.s) hakkındaki onca tavsiyelerinin neticesi bu mu olmalıydı?

O Hazrete o kadar eziyet ettiler ki “Şıkşıkıyye” hutbesinde dertleşerek şöyle demektedir: “Gözümde diken, boğazımda kemik olarcasına sabrettim.” Hz. Ali (a.s)’ın bu iki cümlesi, O’nun sonsuz derdini, acısını ve sabrını anlatmaktadır.

Bir başka yerde de şöyle buyurmuştur:

“Allah’a and olsun ki, Ali bin Ebi Talip çocuğun annesinin memesine duyduğu iştiyaktan daha şiddetlisini ölüme duymaktadır.”

Hz. Ali (a.s)’ın içi dertle doluydu, hayattan bıkmıştı, en büyük şaki Abdurrahman bin Mülcem zehirli kılıcıyla başını ibadet mihrabında yarınca, “Kabe’nin Rabb’ine and dolsun ki kurtuldum.” diye buyurmuştur.

Kendi büyük tarihçilerinizin de yazdığı üzere ilk günlerde olmaması gereken şeyleri yaptılar, söylenmemesi gereken şeyleri söylediler. Ama bugün siz bilginlerin artık Allah-u Teala ve Resulünun sevgilisi olan Hz. Ali’yi incitmesi ve meseleyi avam halka yanlış aktarması doğru değildir. Sizin de bildiğiniz gibi Hz. Ali’yi incitmek, Resulullah (s.a.a)’i incitmek demektir.

Hz. Ali’yi İncitenleri Kınayan Rivayetler

Büyük alimlerinizden imam Ahmed bin Hanbel kendi Müs-ned’inde birkaç yolla ve imam Salebi kendi Tefsiri’nde, Himvini ise Feraid’de Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir:

“Ali’yi inciten beni incitmiştir. Ey insanlar Ali’yi inciten kıyamette Yahudi veya Hıristiyan olarak haşir olacaktır.”

İbn-i Hacer-i Mekki 9. babın 2. faslının zımnında, 16. Hadiste, Saad bin Ebi Vakkas’tan ve Muhammed bin Yusuf da Kifayet’ut-Talib’in 68. babında müsned olarak Resulullah (s.a.a)’ten şöyle rivayet etmektedir: “Ali’ye eziyet eden, bana eziyet etmiştir.”

İzin verirseniz aklıma gelen bir hadisi nakledeyim; ne de olsa Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in hadisini duymak da ibadettir. Bu hadisi Buhari Sahih’de, imam Ahmed Müsned’de, Ali Hemedani eş-Şafii Meveddet’ül- Kurba’da, Hafız Naim İsfahani Ma Nezele Min’el- Kur’ân’i Fi Ali’yyin’de, Hatip Harezmi Menakıp’ta, İbn-i Meğazili eş-Şafii Menakıp’ta, Hakim Ebu’l- Kasım Haskani Hakim Ebu Abdullah Hafız’dan, o da Ahmed bin Muhammed bin Ebu Davud’dan, o da Ali bin Ahmed-i İcli’den, o da İbad bin Yakub’dan, o da Ertat bin Habib’den, o da Ebu Halid Vasiti’den, o da Zeyd bin Ali bin Hüseyin’den, o da babası Hüseyin bin Ali’den, o da babası Ali bin Ebi Talip’ten nakletmişlerdir. Bu ravilerin hepsi de kendi kıllarından tutarak demişlerdir ki; “Peygamber-i Ekrem (s.a.a) de böylece mübarek kılından tutarak şöyle buyurdular:

“Ya Ali, her kim senin bir tek kılını dahi incitirse, beni incitmiştir, beni inciten Allah’ı incitmiştir; kim de Allah’ı incitirse Allah’ın laneti onun üzerine olsun.”

Seyyid bin Bekr bin Şahabuddin Alevi Reşfet’us- Sadi Min Bahr-i Fezail-i Beni’n- nebiyy’il- Hadi, s. 60’da 4. babın zımnında Taberani’nin Kebir’inden, İbn-i Habbab’ın Sahih’inden ve Hakim’den hadisi sahih kabul ederek Hz. Ali (a.s)’dan Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

“Kim Ehl-i Beytim hakkında bana eziyet ederse, Allah’ın laneti onun üzerine olsun.”

Bu samimi sözlerimin etkili olmasını ümit ediyorum; siz muhterem beyler, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in daha çok üzülmesine ve mukaddes ruhunun incinmesine razı olmayın. İlahi adalet mahkemesinde cevap vermek zordur. (Bu toplantı müddetince ağlar gözle konuşuyordum, orada olanların, hatta bazen Hafız’ın bile gözlerinden yaşlar akıyordu.)

Siz beyler biraz düşünün, dakik olun, kendinizi olayın içerisinde görerek bakın ki, daha iki ay önce Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in huzurunda kendisine biat etmiş, Allah-u Teala ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in emriyle ona teslim olmuş bu ümmet arasında Hz. Ali (a.s)’ın tanıklığının red edilmesi, Hz. Fatıma’nın mülküne el koyulması ve O’nlara hakaret edilmesi, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in bu iki emanetini ne kadar özdü ve İslam düşmanlarını ne kadar hoşnut etti! Mazlum Fatıma (a.s) o kadar rahatsız olup gazaplandı ki, genç yaşta dert ve hüzün içinde dünyadan ayrıldı.

Hafız: Şüphesiz ki ilk başlarda Hz. Fatıma rahatsız olup öfkelenmiştir. Ama daha sonra halifenin hak üzere hüküm verdiğini görünce, onlardan razı olup büyük bir rızayet içinde dünyadan ayrılmıştır.

Hz. Fatıma (a.s) Son Nefesine Kadar Ebu Bekir ve Ömer’den Razı Olmadı

Davetçi: Eğer durum dediğiniz gibi olmuş olsaydı, o zaman neden büyük ve değerli alimleriniz bunun tam aksini yazmışlardır. Örneğin: Buhari ve Müslim gibi iki güvenilir aliminiz kendi Sahih’lerinde şöyle yazmışlardır:

“Hz. Fatıma Ebu Bekir’i gazaplı haliyle terk etti; öfkeli kaldı ve ömrünün sonuna kadar onunla konuşmadı. Vefat edince Hz. Ali (a.s) Fatıma’nın cenaze namazını kıldırdı ve geceleyin defnetti. Ebu Bekir’i haberdar etmediler ve onun cenaze namazına katılmasına izin vermediler.” [41]

Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii Kifayet’ut- Talib’in 99. babında bu rivayeti nakletmiştir. Hakeza İbn-i Kuteybe de El İmamet’u ve’s- Siyase kitabının 14. sayfasında şöyle nakletmiştir: “Fatıma (a.s) ölüm döşeğinde Ebu Bekir ve Ömer’e şöyle dedi:

“Allah’ı ve meleklerini şahit tutuyorum ki, sizin ikiniz beni öfkelendirdiniz, beni hoşnut etmediniz, eğer Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’i görecek olursam, ikinizi de şikayet edeceğim.”

Yine aynı kitapta şöyle yazmıştır: “Hz. Fatıma ölünceye kadar da Ebu Bekir’den hoşnut olmadı ve ondan uzak durdu.”

Bu ve sizin diğer muteber kitaplarınızda yazılan sayısız rivayetler ışığında lütfen tarafsızca ve insaflıca hüküm verin. Bu rivayetlerin telfik yolunu bana da söyleyin.

Fatıma’yı İncitmek, Allah’ı ve

Peygamber’i İncitmektir

Örneğin: İmam Ahmed Müsned’de, Süleyman Kunduzi Yenabi’ul- Mevedde’de, Ali Hemedani Meveddet’ul- Kurba’da, İbn-i Hacer Savaik’da (Tirmizi, Hakim ve benzerlerinden naklen) çok az bir tabir ve lafız farklılıklarıyla Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in defalarca şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler:

“Fatıma benim bir parçamdır, gözümün nurudur, kalbimin meyvesidir ve ruhumdur; onu inciten beni incitmiştir, beni inciten Allah’ı incitmiştir; Onu gazaplandıran beni gazaplandırmıştır, ona eziyet den bana eziyet etmiştir.”

İbn-i Hacer İsabe’de Fatıma (a.s)’ın biyografisini anlatırken Buhari ve Müslim’den naklen Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

“Fatıma benim bir parçamdır, ona eziyet eden bana eziyet etmiştir, onu rahatsız eden beni rahatsız etmiştir.”

Muhammed bin Talha eş-Şafii Metalib’us- Süul, s. 6’da, Hafız Ebu Naim İsfahani Hilyet’ul- Evliya, c. 2, s. 40’da ve imam Nesai Hesais’ul- Alevi’de Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler:

“Fatıma benim kızım ve bir parçamdır; onu rahatsız eden beni rahatsız etmiştir, ona eziyet eden bana eziyet etmiştir.”

Ebu’l- Kasım Hüseyin bin Muhammed (Rağib-i İsfahani) Muhazarat’ul- Udeba, c. 2, s. 214’de Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’den şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

“Fatıma benim bir parçamdır; öyleyse onu gazaplandıran beni gazaplandırmıştır.”

Hafız Ebu Musa bin el Müsenna Basri (Ö. H. 252) Mucem’inde, İbn-i Hacer Askalani İsabe c. 4, s. 375’de, Ebu Ya’la Musuli Sünen’inde, Taberani Mu’cem’inde, Hakim Nişaburi Müstedrek c. 3, s. 154’de, Hafız Ebu Naim İsfahani, Fezail’us- Sahabe’de, Hafız bin Asakir Tarih’uş- Şam’da, Sibt bin Cevzi Tezkire s. 175’de, Taberi Zahair s. 39’da, İbn-i Hacer-i Mekki Savaik, s. 105’de ve Ebu’l- İrfan es-Sebban İs’af’ur- Rağibin, s. 171’de, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Hz. Fatıma’ya şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler:

“Ya Fatıma, Allah-u Teala senin gazabın için gazap eder, senin hoşnutluğun için hoşnut olur.”

Muhammed bin İsmail-i Buhari, Sahih’inMenakıb-i Karabet-i Resulullah” babında, s. 71’de (Mesur bin Muhzime’den naklen) ve hakeza, s. 75’de Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

“Fatıma benim bir parçamdır; onu gazaplandıran beni gazaplandırmıştır.”

Buhari ve Müslim’in Sahih’inde Ebu Davut ve Tirmizi’nin Sünen’inde, Ahmed bin Hanbel’in Müsned’inde, İbn-i Hacer’in Savaik’inde, Şeyh Süleyman Belhi’nin Yenabi’sinde ve daha birçok muteber kitaplarınızda Hz. Fatıma’nın faziletleri hususunda birçok benzeri rivayetler nakledilmiştir. Bunları, Hz. Fatıma’nın onlardan hoşnut olmadan vefat ettiğini bildiren hadislerle nasıl değerlendirebiliyorsunuz?

Şeyh: Bu rivayetler doğrudur. Ama Hz. Ali’nin hakkında nakl olunmuştur. Zira Hz. Ali Ebu Cehl’in kızını almak isteyince Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ona kızdı ve şöyle buyurdu: “Her kim Fatıma’yı incitirse beni incitmiştir; beni inciten de Allah’ın gazabına uğramıştır.” Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in bu sözlerden maksadı, Hz. Ali idi!!!

Davetçi: İnsan ve diğer hayvanlar arasında birçok fark vardır. İnsanı hayvandan ayıran iki önemli güç akıl ve fikirdir. Yani hayvandan üstün olanlar, hayatlarını akıl ve fikir önderliğinde şekillendirenlerdir. İnsan duyduğu her şeyi hemen kabul etmemelidir, akıl ve fikriyle değerlendirmelidir, aklı kabul ediyorsa kabullenmeli, aksi takdirde reddetmelidir. İşte bu yüzden Kur’ân şöyle buyuruyor:

“Sözü işiten ve en iyisine tabi olan kullarımı müjdele. İşte onlar Allah’ın kendilerini hidayete eriştirdikleridir ve onlar temiz akıl sahipleridir.”[42]

Geçmişlerinizin nakletmiş olduğu rivayetleri akıl tezgahında cerh-u tadil etmeden, üzerinde durup düşünmeden, bu akşam yaptığınız gibi hemen kabul diyor ve tekrarlıyorsunuz. Bu yüzden kısa olarak bir cevap vermek zorundayım.

Önceden de söylediğim gibi alimlerinizin de onayladığı üzere Hz. Ali (a.s) Tathir ayetinin muhatabıdır ve zati bir temizliği vardır. Yani her türlü rics, pislik, lehv ve kötü ahlaktan münezzehtir. Hakeza Mübahele ayetinde de önceki akşamlar bahsettiğim gibi Allah-u Teala Hz. Ali’yi Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in nefsi olarak kabul etmiştir. Diğer taraftan Hz. Ali (a.s) Resulullah (s.a.a)’in ilim kapısıdır; Kur’ân’dan ve onun ahkam ve düsturlarından haberdardı. Allah-u Teala’nın şöyle buyurduğunu da çok iyi biliyordu:

“Allah’ın Resulüne eziyet etmeniz, sizin için câiz değildir.”[43]

Hz. Ali (a.s) gibi birisinin Resulullah (s.a.a)’e eziyet edecek, O’nu hoşnutsuz kılacak bir amel veya söze bulaşmasını akıl nasıl kabul edebilir? Büyük ahlak abidesi olan Resulullah gibi bir insanın Allah-u Teala’nın sevgilisine, hem de Kur’ân-ı Kerim’in istisnasız helal kıldığı bir işte gazaplanması mümkün müdür? Allah-u Teala bu hususta bir fark gözetmemiştir. Nikah meselesi şu ayetin hükmüne göre geneldir:

“...Size helal olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikahlayın...”[44]

Bu ayetin hükmü, bütün enbiya, evsiya ve tüm ümmet arasında geneldir. Eğer farzen Hz. Ali (a.s) böyle bir şey isteseydi şer’i açıdan câiz olduğu için Resulullah (s.a.a) helal olan bir şey hususunda O’na gazaplanmaz ve bu kelimeleri O’na söylemezdi.[45]

O halde akıl ve fikir sahibi herkes biraz araştıracak olursa, bu hadisin de Emeviler’in uydurması olduğunu kolayca anlayabilir; nitekim büyük ve değerli alimleriniz de bunu itiraf etmişlerdir.

Ebu Cafer İskafi’nin Muaviye’nin Zamanındaki

Rivayetlerin Uyduruk Olmasına Dair Beyanı

İbn-i Ebi’l- Hadid Mutezili Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 1, s. 358’de bu konuda üstadı Ebu Cafer İskafi el-Bağdadi’den naklen şöyle diyor:

“Muaviye bin Ebi Süfyan ashap ve tabibinden bir grubu Hz. Ali (a.s) hakkında çirkin rivayetler uydurmakla görevlendirmişti. Halkın Hz. Ali’den uzaklaşması için halk içinde O’na lanet etmelerini emretmişti.

Ebu Hureyre, Amr bin As, Muğire bin Şu’be ve Tabiin’den Urve bin Zubeyr gibileri bu işle görevlenmişlerdi. Ebu Hureyre bu konuda, Hz. Ali (a.s)’ın Resulullah (s.a.a) hayattayken Ebu Cehil’in kızıyla evlenmek istediği hakkındaki rivayeti uydurdu. Sözde Resulullah (s.a.a) O’na kızarak minbere çıkmış ve şöyle buyurmuştur:

“Allah-u Teala’nın dostuyla düşmanının arasını bulmak mümkün değildir. Fatıma benim bir parçamdır; ona eziyet eden bana eziyet etmiştir; Ebu Cehil’in kızını almak isteyen benim kızımdan uzaklaşmalıdır.” [46]

Sonra Ebu Cafer İskafi şöyle diyor: “Bu hadis, Kerabisi rivayeti olarak meşhurdur. Yani uydurulan her rivayete kerabisi diyorlar.”[47]

İbn-i Ebi’l- Hadid devamında şöyle diyor: “Bu hadis Buhari ve Müslim’in Sahih’lerinde Musavver bin Mahzeme’den rivayet edilmiştir.”

Büyük Şia alimi Seyyid Murtaza da, Tenzih’ul- Enbiya ve’l-Eimme kitabında şöyle diyor: “Bu rivayet Hüseyin Kerabisi’den rivayet edilmiştir; bu şahıs Ehl-i Beyt (a.s) düşmanlarından biridir, bu yüzden onun rivayetleri kabul edilemez.

Ayrıca bilmek icap eder ki sizin muteber kitaplarınızda yer alan rivayetlere göre de Hz. Ali (a.s)’a buğzeden kimse münafıktır; Kur’ân hükmü gereği de ateş ehlidir. O halde onun rivayeti red edilmiştir.

Üstelik, Fatıma’ya eziyet edenlerin kınanması hakkındaki rivayetler, sadece Kerabisi veya Ebu Hureyre’nin rivayet etmiş olduğu Ebu Cehil’in kızıyla ilgili rivayetlerle sınırlı değildir. Bu konuda birçok hadis mevcuttur.

Bu cümleden Hace Parsa-i Buhari Fasl’ul- Hitap’da, imam Ahmed bin Hanbel Müsned’inde ve Seyyid Ali Hemedani eş-Şafii Meveddet’ul- Kurba’nın 13. Mevedde’sinde, Selman Muhammedi’den rivayet etmiş olduğu bir rivayette Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmaktadır:

“Fatıma’nın sevgisi yüz yerde insana yarayacaktır; onların en kolayı ölüm, kabir, mizan, sırat ve hesaptır. Öyleyse kızım Fatıma kimden razı olursa, ben de razı olurum; ben kimden razı olursam, Allah da ondan razı olur; Fatıma’nın razı olmadığı kimseden ben de razı değilim, benim razı olmadığım kimseden Allah-u Teala da razı değildir. O halde Fatıma’ya, eşi Ali’ye ve onların soy ve Şialarına zulmedenlere yazıklar olsun.”

Örnek ve şahit olarak zikredilen bu kadar rivayet yeterlidir. Şimdi siz muteber beyler, her iki fırkanın güvenilir kitaplarında yer alan bunca sahih rivayetleri, Buhari, Müslim ve diğer birçok büyük alimlerinizin de, Fatıma’nın Ebu Bekir’e gazap etmiş olduğu halde dünyadan ayrıldığına dair nakletmiş oldukları hadisleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hafız: Bu rivayetler doğrudur, bizim muteber kitaplarımızda daha çok ve detaylı bir şekilde rivayet edilmiştir. Hz. Ali’nin Ebu Cehil’in kızıyla evlenmek istemesiyle ilgili Kerabisi’nin rivayet etmiş olduğu sözde bu hadise ben de inanamamıştım. Ama bu akşam, bu sorunu hallettiğinizden dolayı çok memnun oldum.

Hz. Fatıma’nın Gazabını Eleştiri ve Onun Yanıtı

Ayrıca bilmek icap eder ki bu rivayetlerdeki gazap, geleneksel bir gazap değil dini bir gazaptır. Dolayısıyla bizim bütün Sahih kitaplarımızda yer aldığı üzere Fatıma (r.z)’ın Ebu Bekir ve Ömer’e öfkesi, dini gazap değildir; yani Hz. Fatıma, dini emirlerin aksine gerçekleşen bir iş sebebiyle bu ikisine gazap etmemiştir. Elbette her kim Fatıma’yı dini açıdan gazaplandırırsa, Allah’ın ve Peygamber (s.a.a)’in gazabına uğrayacaktır. Ama Fatıma’nın bu gazabı, hedefine ulaşamadığından her duygusal insanın gösterdiği bir gazap haletidir.

Fatıma (a.s) Fedek’i istediğinden, halife de Fedek’i O’na geri vermediğinden dolayı, doğal olarak Fatıma da üzüldü ve gazaplandı. Ama bilindiği gibi sonraları bu normal gazap kalbinden çıktı ve halifenin hükmüne razı oldu. Onun razı olduğunu gösteren en büyük delil de daha sonda sessiz kalmasıdır! Hatta Ali (k.v) hilafete geçince elindeki bütün güç ve imkana rağmen Fedek’i geri almadı, bu da O’nun halifelerin hükmünden razı olduğunun kesin bir delilidir!

Davetçi: Buyurduğunuz bu konuların her birinin ayrı bir cevabı vardır. Sizin yüzünüzde bir yorgunluk görmesem de ricamı kabul ederseniz bu soruların detaylı cevabını, vakit çok geçtiğinden dolayı yarın akşama bırakayım.

(Mecliste bulunanlar hep bir ağızdan şöyle dediler: Kabul etmiyoruz, çok hassas bir yere yetiştik, bu büyük meselenin neticesi belli olmadıkça bir yere gitmeyeceğiz.)

Davetçi: Sizin isteğiniz üzere, kısa da olsa vakit müsaade ettiği miktarda konunun detayına girmeden özetle cevap vermek istiyorum.

Fatıma’nın Kalbi ve Tüm Azası İmanla Dolu İdi

Evvela; Hz. Fatıma’nın gazabının dini değil, doğal olduğunu söylemekle yanıldınız; düşünmeden ve araştırmadan hüküm verdiniz. Zira Kur’ân-ı Kerim ve hadislerde de yer aldığı üzere, kemal sahibi bir mümin asla böyle bir gazaba kalkışmaz. Nerede kaldı ki Tathir, Mübahele ayeti ve İnsan suresinde övülen Fatıma gibi birsi böyle bir gazapta bulunsun.

Sizin muteber kitaplarınızda da yer aldığı üzere Hz. Fatıma (a.s)’ın imanı kemal derecesine ermişti. Nitekim Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

“Allah Teala, kızım Fatıma’nın kalp ve bütün azalarını imanla doldurmuştur.”

Fatıma’nın Gazabı Dini İdi

İmanının nişanesi Hakkın emirlerine teslim olan hiçbir mümin ve mümine, bir hakim hak üzere hüküm verdiği takdirde, yani Allah-u Teala’nın hükümlerini uyguladığı zaman ona gazap edemez, özellikle de kin ve ukde dolu bir gazapta bulunamaz, ölünceye kadar bu gazabı taşıyamaz, onların kendi cenazesine namaz kılmasına engel olacak kadar kızamaz. Evvela; Fatıma (a.s) Allah-u Teala’nın temizliğine hükmettiği bir insandır. Asla iftira ve yalan atmaz ve bundan dolayı da hakim onun aleyhine hükmetmez.

İkinci olarak; Hz. Fatıma (a.s)’ın gazabı bir hal değişikliği olmuş olsaydı, ortadan kalkması icap ederdi; özellikle kendisinden özür dilendikten sonra kalbinden çıkması gerekirdi. Çünkü Peygamber-i Ekrem (s.a.a): “Mümin, kinci ve ukde ehli değildir.” diye buyurmuştur. Müminin sıfat ve nişanelerinden biri, adet ve nefsani istekler üzere kalbinde kin ve öfke bulundurmamasıdır. Bir rivayette de şöyle buyurmuştur: “Mümin bir kimse hata ederse, üç günden fazla onun düşmanlığını kalbinde tutamaz.” Dolayısıyla Hz. Fatıma (a.s) gibi Tathir ayetiyle övülen, bütün varlığı imanla dolan, her türlü kötülük, pislik ve ahlaki rezaletlerden uzak olan, özellikle de Allah-u Teala’nın temiz olduğuna dair şehadette bulunduğu bir kimse asla kin ve ukde ehli olamaz.

Diğer taraftan iki fırkanın da ittifak etmiş olduğu üzere Hz. Fatıma (a.s) Ebu Bekir’e gazap etmiş olduğu hal üzere dünyadan gitti. Binaenaleyh Hz. Fatıma (a.s)’ın gazabı dini bir gazaptı; çünkü Allah-u Teala ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in hükümlerinin aleyhine bir hüküm verilmişti; onun bu hükme olan gazabı dini bir gazaptı ve bu gazap Allah-u Teala ve Hz. Peygamber (s.a.a)’in gazabını gerektiren bir gazaptır.

Fatıma’nın Sessiz Kalması Razı Olduğundan Dolayı Değildi

Üçüncü olarak; Fatıma (a.s)’ın sessiz kalmasının O’nun rizayetine delalet ettiğini söylemekle hata ettiniz. Zira her sessizlik rizayetin göstergesi değildir. Bazen zalimin güçlü olduğundan dolayı mazlum, düşmanlar karşısında yüz suyunu korumak için sükut etmek zorunda kalıyor.

Mazlum Fatıma (a.s) da onlardan kesinlikle razı olmamış, üstelik bu dünyadan o gazap üzere bile ayrılmıştır. Büyük alimleriniz, özellikle de Buhari ve Müslim gibi iki güvenilir aliminiz şöyle yazmışlardır: “Fatıma Ebu Bekir’e gazap etti; ondan uzak durdu ve ölünceye kadar da onunla konuşmadı.”

Hz. Ali Hilafeti Döneminde İstediği Her Şeyi

Yapabilme Gücüne Sahip Değildi

Dördüncü olarak; Hz. Ali (a.s)’ın iktidara geçtiğinde Fedek’i alıp Fatıma’nın çocuklarına geri vermemesinin bu hükme rizayetinin delili olduğunu söylenmeniz de büyük bir yanlışlıktır. Zira Hz. Ali (a.s) kendi hilafeti döneminde istediğini her şeyi yapabilme, istediği hükmü verebilme ve bir bidati ortadan kaldırabilme gücüne sahip değildi. Bu konuda yapacağı en küçük bir teşebbüs karşısında feryatlar yükselecek, isyanlar başlayacaktı.

Eğer Hz. Ali (a.s) Fedek’i Fatıma’nın evlatlarına geri çevirseydi, özellikle Muaviye ve taraftarları bundan kötü istifade ederlerdi. Ayrıca bilmek icap eder ki Fedek’i red ederlerken de bunda Hz. Ali (a.s)’ın menfaati olduğunu söylemişlerdi. Dolayısıyla böyle bir durumda kendi görüşlerini delillendirir ve O’nun Ebu Bekir ve Ömer’in yoluna aykırı davrandığını yayarlardı.

Ayrıca böyle bir hüküm verebilmesi için uygulamalarında özgür ve güçlü olması gerekliydi. Halbuki bilindiği gibi Hz. Ali (a.s) için öncekilerin amel ve davranışlarının aksine davranabilecek bir güç ve kudret bırakmamışlardı.

Nitekim, minber olayı ve teravih namazında bu durum açıkça ortaya çıktı. Çünkü önceki halifeler Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in namaz kıldığı minberinin yerini değiştirdiler. Hz. Ali (a.s) hilafet makamına gelince minberi Resulullah (s.a.a)’in zamanındaki ilk yerine geri döndürmek istedi. Halk feryat ederek ilk iki halifenin sünnetine aykırı davranıldığını söylediler.

İnsanları cemaat ve teravih namazından sakındırınca, yine halk; “Ali Ömer’in hükmüne aykırı hüküm veriyor” diye feryat ettirler.

Nevvab: Kıble sahip (alicenap)! Hz. Ali (a.s) neden teravih namazının cemaatle kılınmasına engel olmaya çalıştı?

Hz. Ali’nin Teravih Namazının Cemaatla Kılınmasını Yasaklaması

Davetçi: Teravih lügat açısından “tervihe”nin çoğuludur ve kök itibariyle oturmaya denir; daha sonraları Ramazan geceleri dört rekat namazdan sonra dinlenmek için oturmanın adı olmuştur. Daha sonra da Ramazan geceleri kılınan dört rekatlı müstehap namaza denildi. (veya bütün gecelerde kılınan yirmi rekatlı müstehap namazın adı oldu.)

Şüphesiz mukaddes İslâm dininde sadece farz namazlar cemaatle kılınır, müstehap namazlar cemaatle kılınmaz, bizzat Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

“Ramazan geceleri kılınan nafile namazların cemaatle kılınması bidattir. Duha namazı bidat ve günahtır. Ramazan geceleri nafilelerini cemaatle kılmayınız; Duha namazı da kılmayınız. Zira sünnet üzere kılınan namaz, az da olsa bidat olan çok amelden daha iyidir. Her bidat dalalettir, her dalalet cehenneme giden yoldur.”

Ömer H. 14. yılda kendi hilafeti döneminde camiye girince ışıkların yandığını ve insanların toplanmış olduğunu gördü. Ne haberdir? dediğinde; “İnsanlar nafile namazını cemaatle kılmak için toplanmışlardır” dediler. Bunun üzerine Ömer şöyle dedi: “Bu bidattir; ama güzel bir bidattir!”

Buhari Sahih’inde Abdurrahman bin Abdulkari’den şöyle rivayet etmektedir: “Halife insanların dağınık namaz kıldığını görünce onlara müstahap namazların cemaatle kılınmasının daha iyi olduğunu söyledi. Ubey bin Kaab’a onlara cemaat namazı kıldırmasını emretti. Daha sonra camiye geldiği zaman halkın emrine uyup cemaat namazı kıldığını görünce şöyle dedi: Bu bidat ne de güzel bir bidattir!”

Bu durum Hz. Ali (a.s) zamanına kadar devam etti. Hz. Ali (a.s) bu ameli, Peygamber-i Ekrem (s.a.a) zamanında uygulanmadığından dolayı yasakladı ve nafilelerin cemaatle kılınmamasının gerektiğini hatırlattı.

Kufe’ye gelince de halkı bundan sakındırdı. Hz. Ali (a.s) yasakladığı halde adet edindikleri için vazgeçmediler. Hz. Ali (a.s) gidince yine kendi aralarından birini seçerek cemaatle nafile namazını kıldılar. Hz. Ali (a.s) bunu duyunca İmam Hasan’a, eline bir kırbaç alarak halkı bundan alı koymasını emretti. Halk bu durumu görünce; “Ey vah! Ali gelip bizi namazdan men ediyor!” diye ses koparıp feryat ettiler.

Halbuki bilindiği gibi kendileri de Peygamber-i Ekrem (s.a.a) zamanında böyle namaz kılınmadığını ve bunun Ömer zamanında adet olduğunu biliyorlardı. Buna rağmen Hz. Ali (a.s)’a itaat etmediler. Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in sünnetine de mutabık olan bu işe boyun eğmediler.

O halde Hz. Ali (a.s) Fedek’i nasıl Fatıma’nın evlatlarına geri çevirebilirdi? Bunu yapacak olsaydı, hemen feryatlar yükselir, Hz. Ali (a.s)’ın dünyaya meylettiğini ve evlatlarının menfaatleri için beytülmale el koyduğunu söyleyip dururlardı. İşte bundan dolayı yine eskisi gibi sabretti ve onu Hz. Mehdi’ye bıraktı.

O halde Hz. Ali (a.s)’ın sükutu, o hükme razı olduğunun delili değildi. Eğer kendisinden önceki halifelerin Fedek hususundaki amellerini doğru bulmuş olsaydı artık onlarla tartışmaz, rahatsızlığını ifade etmez ve Allah-u Teala’yı hakem karar kılmazdı.

Nitekim Hz. Ali (a.s) Basra valisi Osman bin Huneyf-i Ensari ile dertleştiği mektubunda şöyle diyor:

“Göğün gölge etmiş olduğu şeylerle (dünya malıyla) dolu olan Fedek bizim elimizdeydi. Bir grup (önceki üç halife) tamahlaşıp (onu elimizden aldılar); bir grup da (Hz. Fatıma ve evlatları) cömertlik yaparak ondan vazgeçtiler. Allah-u Teala (hakla batıl arasında) ne de iyi hüküm edendir.” [48]

Hz. Fatıma’nın, ömrünün sonunda Ömer’den razı olduğunu ve onları affetti demeniz de yanlıştır. Zira böyle bir şey asla vaki olmamıştır. Nitekim daha önce arz ettiğim rivayetlerle, mazlum. Fatıma (a.s)’ın ömrünün sonuna kadar onlardan hoşnut olmadığını, hatta onlara kızgın olarak dünyadan ayrıldığını ispat ettim.

Ebu Bekir ve Ömer’in Hz. Fatıma’yı Ziyaret Etmesi

Şimdi de sözümü bitirmek ve iddiamı bir defa daha ispat etmek için şu rivayeti de rivayet etmek istiyorum. İbn-i Kuteybe el-İmamet’u ve’s- Siyase kitabında, İbn-i Ebi’l- Hadid ve diğer alimler de kendi muteber kitaplarında şöyle yazmışlardır:

“Ömer Ebu Bekir’e şöyle dedi: “Gel Fatıma’ya gidelim; zira onu gazaplandırdık.” (Bazı rivayetlerde ise Ebu Bekir’in Ömer’e böyle söylediği yer almıştır ki bu daha doğru gözükmektedir) Birlikte Fatıma’nın kapısına vardılar. Ama mazlum Fatıma (a.s) onlarla görüşmek istemedi. Hz. Ali (a.s)’ı aracı kılınca Fatıma (a.s) Hz. Ali’nin sözüne karşı sessiz kaldı. Bunun üzerine onlara sadece giriş izni verdi. Girip selam verdiler, Hz. Fatıma ise yüzünü duvara döndü. Ebu Bekir şöyle dedi:

“Ey Resulullah’ın kızı, Allah’a and olsun ki Peygamber (s.a.a)’in akrabalığını kendi akrabalığımdan daha çok seviyorum. Seni kızım Aişe’den daha çok seviyorum. Keşke Resulullah (s.a.a)’den sonra ben de ölseydim. Ben senin değer, şeref ve faziletini herkesten daha iyi biliyorum. Eğer seni mirasından men ettiysem, bu bizzat Peygamber (s.a.a)’den duyduğum; “Biz miras bırakmayız; bıraktığımız miras değil, sadakadır.” hadisi üzere idi.”

Hz. Fatıma (a.s) Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s)’a şöyle arz etti:

“Ben onlara Resul-ü Ekrem (s.a.a)’in bir hadisini hatırlatıyorum, Allah’ın rızası için doğru söylesinler. Acaba Resulullah (s.a.a)’in şu hadisini duymadılar mı?: “Fatıma’nın rızası benim rızamdır; Fatıma’nın gazabı benim gazabımdır; Fatıma’yı seven beni sevmiştir; Fatıma’yı razı eden beni razı etmiştir; Fatıma’yı öfkelendiren beni öfkelendirmiştir.”

Onlar; “Evet, Hz. Peygamber (s.a.a)’den bunu duyduk.” dediler.

Bu sırada Fatıma (a.s) şöyle buyurdu: “Allah’ı ve meleklerini şahit tutuyorum ki sizler beni gazaplandırdınız, beni razı etmediniz. Resulullah (s.a.a) ile görüşürsem sizin ikinizi O’na şikayet edeceğim.”

Ebu Bekir, Hz. Fatıma’nın bu beyanı karşısında ağlar bir halde şöyle dedi: “Senin ve Peygamber’in gazabından Allah’a sığınırım.”

Fatıma (a.s) da ağlar bir halde şöyle buyurdu:

“Allah’a and olsun ki her namazda sana beddua ediyorum.”

Ebu Bekir bu sözleri duyunca ağlayarak dışarı çıktı. Halk etrafında toplandı ve ona teselli vermeye çalıştı. Ebu Bekir şöyle dedi:

“Eyvahlar olsun size! Siz eşlerinize ve evinize sevinç içinde dönüyorsunuz; beni bırakın, benim sizin biatinize ihtiyacım yoktur, benden vazgeçin. Allah’a and olsun ki Fatıma’dan duyduklarım ve gördüklerimden sonra, hiçbir Müslümanın boynunda biatimin olmasını istemiyorum.”

Büyük alimlerinizin bu yazdıklarından da anlaşıldığı gibi Hz. Fatıma (a.s) ömrünün sonuna kadar Ebu Bekir ve Ömer’den rahatsız oldu, hüzün dolu bir kalple dünyadan ayrıldı ve kesinlikle onlardan razı ve hoşnut olmadı!

Fatıma’nın Gece Yarısı Defnedilmesi

Hz. Fatıma’nın üzgün, kırgın ve halifelere karşı hoşnutsuzluğunun en büyük delili, Hz. Ali (a.s)’a şöyle vasiyet etmesidir:

“Bana zulmedenlerden ve hakkımı alanlardan hiç kimse cenaze namazıma katılmasın. Onlar benim ve Resulullah (s.a.a)’in düşmanlarıdır. Onlardan ve taraftarlarından hiçbirisinin cenaze namazımı kılmasına izin verme. Gece olup gözler uyuyunca beni defnet!”

Nitekim Buhari Sahih’inde şöyle diyor: “Ali, Fatıma’nın vasiyetini yerine getirdi ve O’nu geceleyin defnetti. Ne kadar aradılarsa da yerini bulamadılar.”

Fatıma’nın Dertleri Kıyamete Kadar İçler Acısıdır

İttifakla şu sabittir ki Hz. Fatıma (a.s), vasiyeti üzere geceleyin defnedildi.

Muhterem beyler, Allah aşkına insaflı edin! Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bu ümmetin saadet ve azameti için büyük zahmetler çekti, hayatını bu ümmetin rahatlığı ve mutluluğu için harcadı, ölünce geriye biricik kızını emanet bıraktı, gece-gündüz, açık-gizli muteber kitaplarınızda da yer aldığı üzere şöyle buyurdu:

“Fatıma benim bir parçamdır, emanetimdir. Beni koruduğunuz gibi O’nu da koruyunuz, rahatsız olacağına yol açacak bir iş yapmayınız. O sizden razı olduğu takdirde ben sizlerden razı olurum.”

Mir Seyyid Ali Hemedani eş-Şafii Meveddet’ul- Kurba’da Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

“Ben Fatıma’ya eziyet edenleri kıyamette ağır sorguya çekeceğim. Fatıma’nın rızayeti benim rızayetimdir; Fatıma’nın gazabı benim gazabımdır; benim gazap etmiş olduğum kimseye eyvahlar olsun.”

Bu ümmet, Resulullah (s.a.a)’in onca tavsiyelerine itina göstermedi, Fatıma’ya eziyet etti, O’nun sabit hakkını gasbetti! Genç yaşta öyle üzülüp kederlendi ki ağlar gözle şöyle buyurdu:

Üzerime bir takım musibetler döküldü;

O musibetler gündüzün üzerine dökülseydi kararır gece olurdu.

Resulullah’ın aziz kızı o kadar üzgün ve dertliydi ki sürekli Allah-u Teala’ya; “Allah’ım, ölümümü çabuklaştır.” diye dua ediyordu; geceleyin defnedilmesini ve muhaliflerinden hiç kimsenin cenaze namazına katılmasına izin verilmemesini vasiyet ediyordu.

Muhterem beyler lütfen insaflıca hükmedin; acaba bu olaylar O’nun hoşnutluğunu mu, yoksa hoşnutsuzluğunu mu gösteriyor? Artık bu hadisler ışığında gerçekleri apaçık bir şekilde görünüz.

Birazcık gam ve hüznümü sana anlattım ama;

Kalbinin kırılacağından korktum; yoksa diyecek söz çoktur.

(Bu toplantıda hepimiz özellikle de Hafız bey hüngür hüngür ağlıyor, istiğfar ediyordu. O geceden itibaren artık konuşmadı. Mantıklı delillerimiz o insaflı alimi derinden etkilemişti. Son gecede manen Şii olarak bizden ayrıldı. Oturum bir çeyrek saat öylece sessiz, hüzün dolu bir halde kaldı. Çay ikram ettiler, ama hiç kimse içmedi. Sabah namazına yakın toplantı sona erdi.)




[1] - Hucurat/14.

[2] - Nisa/94.

[3] - Yani her Müslüman mümin değildir; ama bilindiği gibi her mümin müslümandır. (Çev.)

[4] - Saffat/24. Şii ve Sünni yollardan rivayet edilen birçok muteber rivayetlerde İbn-i Hacer'in de ayetin tefsirinde yer verdiği birçok hadiste ümmetin kıyamet gününde Hz. Ali (a.s)’ın velayetinden hesaba çekileceği yer almıştır.

[5] - Zümer/19.

[6] - Bakara/105.

[7] - “Na’sel” sözlükte; yaşlı ahmak ve erkek sırtlan anlamına gelir. (Çev.)

[8] - Nitekim İbn-i Hacer-i Mekki de “Savaik” kitabının 9. babının sonunda, s. 72’de bunu rivayet etmiştir.

[9] - Bakara/219.

[10] - Maide/90.

[11] - Nahl/91.

[12] - Rad/25.

[13] - Tevbe/119.

[14] - Berasa camisi, şimdi de Bağdat’la Kazemey arasında meşhurdur.

[15] - Maide/3.

[16] - Ahzab/6.

[17] - Ra’d suresinin 25. ayetinde Allah Teala şöyle buyuruyor: “Allah’a verdikleri sözü, onu kesin olarak onayladıktan sonra bozanlar, Allah’ın bağlanmasını emrettiği bağları (akrabalık bağlarını) kesip koparanlar ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar; işte onlar, lanet onlar içindir ve yurdun kötü olanı da onlar içindir.”

[18] - İsra/26.

[19] - Neml/16.

[20] - Meryem/5-6.

[21] - Enbiya/89-90.

[22] - Enfal/75.

[23] - Nisa/11.

[24] - Bakara/180.

[25] - Bakara/180.

[26] - Haşr/7.

[27] - Ahzap/40.

[28] - Ahzab/36.

[29] - Nisa/83

[30] - Nahl/43.

[31] - Nisa/83.

[32] - Ankebut/49.

[33] - Yani kadın 6 ayda çocuk doğurabilir; çünkü hamileliğin en kısa müddeti 6 aydır.

[34] - Hatta Ehl-i Sünnet’in büyük alimlerinden olan İbn-i Teymiyye, İbn-i Kayyim ve diğerleri, Hz. Fatıma (a.s)’ın, Resulullah (s.a.a)’in Fedek’i kendisine bağışlamış olduğunu iddia ettiğini ikrar etmişlerdir.

[35] - Tevbe/120

[36] - Zümer/33

[37] - Hadid/19.

[38] - Nisa/69.

[39] - Ahzab/33.

[40] - Hud/17.

[41] - Nitekim Buhari, Sahihin 5. cildinde Hayber gazvesi babı s. 9’da ve hakeza c. 8, “Kavl’un- Nebiy la Nurisu Ma Tereknahu sadaka” babı, s. 87’de: “Hz. Fatıma dünyadan göçünceye kadar Ebu Bekir’le konuşmadı” demiştir.

[42] - Zümer/17-18.

[43] - Ahzap/53.

[44] - Nisa/3.

[45] - Şia rivayetlerinden, Hz. Ali (a.s)’ın Hz. Fatıma (a.s) hayattayken başka bir kadınla evlenmesinin câiz olmadığı anlaşılmaktadır. Bu konunun münazara meclisinde açılmasının uygun olmadığından dolayı üzerinde durulmadı.

[46] - Bu hadis uydurma bir hadistir.

[47] - Kerabisi sözlükte; dokunan ve örülen manasına gelmiştir. Hadis uydurduğundan dolayı bu isim ona verilmiş olabilir. (Çev.)

[48] - Nehc’ul- Belağa, mektup 45.

index