MUSTAZAFLIK ÜZERINE
Muhammed Hüseyin TABATABAİ (r.a)

eKitap: www.islamkutuphanesi.com



MUSTAZAFLIK ÜZERİNE

Nisa Suresi:

97- Melekler, nefislerine zulmedenlerin canlarını alırken; "Ne

yapmakta idiniz!" derler. Bunlar, "Biz yeryüzünde çaresiz ve zayıf

bırakılmış (mustazaf)lar idik." diye cevap verirler. Melekler de,

"Allah'ın yeri geniş değil miydi? Onda hicret etseydiniz ya!"

derler. Işte onların varacağı yer cehennemdir; orası ne kötü bir

varış yeridir!

 

98- Ancak erkekler, kadınlar ve çocuklardan (gerçekten) âciz

olup zayıf bırakılanlar, hiçbir çareye gücü yetmeyenler ve hiçbir

yol bulamayanlar müstesnadır.

 

99- Işte bunları, umulur ki Allah affeder; Allah çok affedici ve

bağışlayıcıdır.

 

100- Allah yolunda hicret eden kimse, yeryüzünde gidecek birçok

yer ve genişlik (bolluk ve imkân) bulur. Kim Allah ve Resulü

uğrunda hicret ederek evinden çıkar da sonra kendisine ölüm

yetişirse, artık onun mükâfatı Allah'a düşer. Allah da çok

bağışlayıcı ve esirgeyicidir.



"Biz yeryüzünde çaresiz ve zayıf bırakılan (mustazaf)lar idik,

diye cevap verirler. Melekler de, 'Allah'ın yeri geniş değil miydi?

Onda hicret etseydiniz ya!' derler."

Meleklerin "Ne yapmakta idiniz?" sorusu, dinsel açıdan yaşadıkları

duruma ilişkindir. Bu soruya muhatap olan kimseler de dinsel açıdan

iyi bir duruma sahip olmayan kimselerdir. Bu yüzden sebebi [yani,

dini yaşamamalarına sebep olanı] müsebbebin [yani, kendi

durumlarını anlatmalarının] yerine koymak suretiyle cevap veriyorlar.

Şöyle ki; onlar, güç sahibi müşriklerin egemen olduğu bir yerde dini

yaşama imkânını bulamıyorlardı. Çünkü bu müşrikler, onları çaresiz

ve zayıf düşürüyor, güçlenmelerine engel oluyorlardı. Böylece dinin

öngördüğü şeriata ve yasalara sarılıp, uygulamaya geçirerek pratik

hayatta yaşamalarına imkân vermiyorlardı.

 

Şayet doğru söylüyorlarsa, zayıf düşürülmüş olmaları, kendilerinin

şirk yurdunda yerleşik bir hayat yaşıyor olmalarından kaynaklanıyordu.

Çaresiz ve zayıf bırakılmaları, yaşadıkları yurdun müşriklerin

egemenlikleri altında olmasından ileri geliyordu. Ancak [ortada

bir başka gerçek de var. O da şu ki,] o egemen müşrikler

dünyanın her tarafına ve onların yaşadıkları yerin dışında başka

yerlere de egemen değillerdi ya! Dolayısıyla bu adamlar her hâlükârda

mustazaf (zayıf düşürülmüş) değillerdi. Yani, zayıflıkları sadece

içinde bulundukları ortam için geçerliydi. Onu da, o yurdu

terk etmek ve çıkıp gitmek suretiyle değiştirmek ellerindeydi.

Bu yüzden melekler, onların mustazaflık iddialarını yalanlayarak

yeryüzünün Allah'ın arzı olduğu ve Allah'ın arzının da, içinde

yaşadıkları ve ayrılmadıkları yerden çok daha geniş olduğunu vurgulayarak

bahanelerini boşa çıkarıyorlar. Çünkü, göç etmek sure-

 

86 ............

 

tiyle zayıf düşürüldükleri yerden ve ortamdan kurtulmaları mümkündü.

Dolayısıyla mustazaflık bağından kurtulacak güçleri olduğu

için onlar gerçek mustazaflar değillerdi. Demek ki bu durumu,

kendi kötü tercihleri sonucu seçmişlerdi.

 

"Allah'ın yeri geniş degil miydi? Onda hicret etseydiniz ya!"

cümlesindeki soru, "Ne yapmakta idiniz?" ifadesinde olduğu gibi,

ayıplama ve kınama amaçlıdır. Daha önce yer verdiğimiz Nahl suresinin

ilgili ayetlerinin akışından da anlaşıldığı gibi bu soruların ilkinin

["Ne yapmakta idiniz?"], durumun tespitine [ve dinsel açıdan

nasıl bir duruma sahip olduklarına] yönelik olması mümkündür.

Çünkü, Nahl suresinden anlaşıldığı kadarıyla bu tür soru, hem zalimlere,

hem de muttakilere yönelik bir sorudur ve kınama amaçlı

değildir. Ikincisi ise ["Allah'ın yeri geniş degil miydi?..."], her hâlükârda

kınama amacına yöneliktir.

 

Melekler, yeri Allah'a izafe ederek zikrediyorlar. Burada yüce

Allah'ın önce arzı geniş kıldığına, sonra insanları imana ve amele

davet ettiğine işaret ediliyor. Iki ayetten sonraki "Allah yolunda

hicret eden kimse, yeryüzünde gidecek birçok yer ve genişlik bulur."

ayeti de bu gerçeğe işaret etmektedir.

 

Yerin "geniş" olarak nitelendirilmesi, hicret etmeyi; "Onda hicret

etseydiniz ya! "ifadesi şeklinde kullanmayı gerektirmiştir. Yani,

yerin bir bölgesinden bir diğer bölgesine göç etseydiniz ya! Şayet

genişlik tasavvur edilmeden bir ifade kullanılsaydı, "Ondan hicret

etseydiniz" denilmesi uygun düşerdi.

 

Ardından yüce Allah, meleklerle onların bu söyleşini gözler önüne

serdikten sonra şu hükmü veriyor: "İşte onların varacagı yer

cehennemdir; orası ne kötü bir varış yeridir!"

 

"Erkekler, kadınlar ve çocuklardan (gerçekten) aciz olup zayıf bırakılanlar...müstesnadır." Bu cümledeki istisna münkatı yani kopuk

istisnadır. Bunlarla ilgili olarak ayette söz konusu edilen anlamda

"zayıf bırakılmışlar" (mustazaflar) tabirinin kullanılması, yukarıda

[önceki ayette] sözü edilen "zalimlerin", aslında musta-zaf olmadıklarına

işaret etmeye yöneliktir. Çünkü onlar zayıflık kaydını ü-

 

................. 87

 

zerlerinden kaldırabilecek güçtedirler. Asıl zayıflar, bu ayette sözü

edilenlerdir. Erkekler, kadınlar ve çocuklar şeklinde ayrıntılı bir açıklamaya

gerek duyulması, ilâhî hükmü açıklama ve yanlış algılamalara

meydan vermeme amacına yöneliktir.

 

"hiçbir çareye gücü yetmeyenler ve hiçbir yol bulamayanlar"

ifadesine gelince, burada kullanılan "hîle" kelimesi, "haylûle" (engel,

mani, önlem) kökünden şekil ve biçim ifade eden mastar kipi

gibidir. Sonra alet anlamında kullanılmıştır. Dolayısıyla iki şey arasında

bir engel ve önlem bulmaya ulaştırıcı araç anlamını ifade

eder. Ya da bir şeyi elde etme veya bir başka hâle geçme anlamını

ifade eden bir hâl veya bunun dışında bir hâldir. Bu ifade, genelde

gizlice yapılan ve yerilen işlerle ilgili olarak kullanılır. Her hâlükârda

kelimenin kök anlamında, Ragıb'ın el-Müfredat adlı kitabında

belirttiği gibi, değişim anlamı vardır.

 

Bu durumda şöyle bir anlam çıkıyor karşımıza: "Onlar, müşriklerin

kendilerine yönelttikleri zayıf bıraktırıcı baskıyı engellemeye

güç yetiremiyorlar; onların bu tür baskılarını defetmek için hiçbir

engel bulamıyorlar. Bundan kurtulmalarını sağlayacak bir yol elde

etme imkânına da sahip değiller."

 

Ayetin akışından anlaşıldığı üzere, "yol" kavramı geneldir; gözle

görülen ve görülmeyen her türlü yolu [yani, tüm çare yollarını]

kapsamına almaktadır. Şöyle ki; bu kavram burada, anlam olarak

Mekkeli Müslümanların Medine'ye hicret etmek için kullandıkları

normal yol gibi maddî yolu içerdiği şekilde, manevî yolu da kapsar.

Dolayısıyla buradaki yoldan maksat, onları müşriklerin elinden, işkence

ve fitnelerine duçar ederek zayıf düşürme girişimlerinden

kurtaracak her türlü çözüm yoludur.

*****

Ayetten anlaşıldığına göre, dinsel konular bağlanımda cahillik,

insanın kendisinden kaynaklanmayan bir kusurdan veya yetersizlikten

ileri geliyorsa, bu insan Allah katında mazurdur.

 

88 ...............

 

Bu konuyu şöyle açıklayabiliriz: Yüce Allah, dini bilmemeyi ve

dinsel şiarları egemen kılmaktan alıkonmanın her türlüsünü, ilâhî

affın kapsamına girmeyen zulüm olarak nitelendiriyor. Sonra

mustazafları (zayıf bırakılmışları) bu genellemenin dışında tutuyor,

zayıf bırakıldıkları için de mazeretlerini kabul ettiğini belirtiyor. Ardından

onları, başkalarını da kuşatacak bir nitelikle yani, karşılaştıkları

engeli kendilerinden defedecek imkânı bulamamak ve hiçbir

çareye güç yetirememek vasfıyla tanımlıyor.

 

Bu anlam, etrafı kuşatılmış bir yerde tutulan ve bu nedenle dini

bilen, dinin ayrıntılarından haberdar olan bir âlim bulunmadığı

için dinsel bilgileri öğrenemeyen ya da bu bilgilere sahip olduğu

hâlde dayanılmaz ağır işkencelerden dolayı onları pratize etmenin

bir yolunu bulamayan, bunun yanında düşünce zayıflığı, hastalık,

bedensel noksanlık veya malî yetersizlik gibi bir olumsuzluk yüzünden

bulunduğu yerden çıkamayan, Islâm yurduna hicret edip

Müslümanlara katılamayan bir kimse için geçerli olduğu gibi, zihni

dinsel bilgiler bağlamında sabit gerçekleri kavrayamayan, düşünsel

olarak hakka ulaşamayan, hakka karşı inatçı, burun kıvırıcı bir

tavrı kesinlikle söz konusu olmadığı ve hattâ hâkkın net bir şekilde

önüne konulması durumunda ona kesinlikle tâbi olacağı hâlde

değişik etkenler yüzünden hakkı algılayamayan bir kimse için de

geçerlidir.

 

Böyle bir insan da mustazaftır; zayıf düşürülmüş, aciz ve çaresizdir;

[içinde bulunduğu olumsuz koşullardan çıkacak ve] herhangi

bir yol bulacak durumda değildir. Bunun böylesi bir konuma

düşmesindeki etken, hak ve din düşmanları tarafından kılıç ve

kırbaç zoruyla kuşatılıp çıkış yolu bulamaması değil kuşkusuz. Bilâkis

onu başka faktörler zayıf düşürmüş, sonuç itibariyle de gafleti

ona musallat kılmıştır. Dolayısıyla böyle bir gafletin etkisine giren

insan artık hiçbir çareye güç yetirmez ve böyle bir cehaletin

pençesindeki insan da hiçbir yol bulmaz mustazaftır.

Gerçekte nedenin genelliğini vurgulamaya yönelik olan bu ayetin

mutlak açıklamasından hareketle bu sonuca varıyoruz. Bu

 

........... 89

 

anlamı, bunun dışında başka ayetlerden de algılayabiliriz: "Allah

her şahsı, ancak gücünün yettigi ölçüde mükellef kılar. Herkesin

kazandıgı iyilik lehine, ettigi kötülük de aleyhinedir." (Bakara, 286)

Bu ayet gereği, hak-kında gafil olunan şey insanın gücü dâhilinde

değildir. Yine, bir engel yüzünden insanın yapamadığı bir şey de

onun gücü dâhilinde sayılmaz.

 

Bakara suresinin konuyla ilgili bu ayeti, insanın gücünün üstündeki

teklifi kaldırdığı gibi, mazeret yerlerini [mazur görülme durumlarını]

belirlemek ve gerçek mazereti bahaneden ayırt etmek

için genel bir ilkeyi koyuyor. Şöyle ki fiil, insanın kendi kazanmasına

ve seçimine dayandırılmalı, alıkonduğu şeyden alıkonuluşunda

kendi etkisi ve katkısı olmamalı.

 

Buna göre, dinden bütünüyle habersiz olan veya hak nitelikli

dinsel bilgilerin bir kısmını bilmeyen cahil insanın bu cehaleti [ve

dinî vazifeyi terk edişi], kendisinin kusurundan veya kötü seçiminden

kaynaklanıyorsa, bu terk etmişlik ona isnat edilir ve kendisi

günahkâr sayılır.

 

Şayet dinde cahil olması ve görevini yerine getirmemesi kendi

kusuruna veya buna yol açacak kimi ön davranışlarına

dayanmıyorsa, aksine cahilliği veya gafleti ya da amel etmemeyi

ona dayatan dış faktörlerden kaynaklanıyorsa, bu tarz bir dini terk

etmişlik kişinin tercihine isnat edilmez. Böyle bir insan günahkâr,

taammüden muhalefet eden, hakka karşı burun kıvıran müstekbir

ve körü körüne inkârcı kabul edilmez. Dolayısıyla böyle bir insan

eğer iyilik [olarak bildiği bir şeyi] kazanmışsa lehinedir, kötülük [olarak

bildiği bir şeyi] de kazanmışsa aleyhinedir. Şayet [yaptığı işin

iyi ya da kötü oluşundan habersiz kaldığı için, iyilik veya kötülük

unvanıyla] bir şey kazanmamışsa, lehine veya aleyhine de bir şey

yok demektir.

 

Bundan da anlaşılıyor ki mustazaf insan, herhangi bir iş kazanmak

durumunda olmadığı için eli boş insandır, lehinde ve aleyhinde

olacak bir şeye sahip değildir; onunla ilgili hüküm Allah'a

kalmıştır. Nitekim bu, mustazaflarla ilgili ayetten sonra yer alan,

 

90 .........

 

"İşte bunları, umulur ki Allah affeder; Allah çok affedici ve bagışlayıcıdır."

ayeti ile başka suredeki ayetten anlaşılmaktadır: "Başka

ları da vardır ki Allah'ın emrine bırakılmışlardır. O, onlara ya

azap eder ya da onları affeder. Allah bilendir ve hikmet sahibidir."

(Tevbe, 106) Ve Allah'ın rahmeti gazabından öndedir.

 

"İşte bunları, umulur ki Allah affeder." Bunlar, bilmeyişleri bir

mazerete dayandığı için kötülüğü kazanmamışlardır. Ancak daha

önce de vurguladığımız gibi insan, mutluluk ve mutsuzluk arasında

hareket etmektedir. Mutluluğu kendi üzerine çekmemiş olması

onun için yeterli bir mutsuzluktur. Dolayısıyla bu durumdaki bir insan,

iyi olsun, bozguncu olsun ya da hiçbiri olmasın, özü itibariyle

mutsuzluğun izlerini silip etkilerini gideren ilâhî aftan müstağni

değildir. Yüce Allah'ın ["Işte onları, umulur ki Allah affeder." sözüyle]

onların affedilmeleri umudundan söz etmesi, bu gerçeğe

yönelik bir işarettir.

 

Onların affedilebilecekleri umudundan söz edilip ardından, affın

onları kapsayacağına yönelik bir işaret içeren "Allah çok affedici

ve bagışlayıcıdır." ifadesine yer verilmiş olması, onların, "varacakları

yer cehennemdir; orası ne kötü bir varış yeridir!" ifadesiyle,

yerlerinin kötü bir varış yeri olarak cehennem olacağı vaat

edilen zalimler grubundan istisna edilir şekilde zikredilmiş olmalarından

dolayıdır.

 

"Allah yolunda hicret eden kimse, yeryüzünde gidecek birçok yer ve

genişlik bulur." Ayetin orijinalinde geçen "murâğemen" kelimesinin

kökü olan "er-reğâm" ile ilgili olarak Ragıp el-Isfahanî der ki: "er-

Reğâm", yumuşak toprak demektir. Araplar, "Rağime enfu fulanin

rağmen=burnu toprağa sürtüldü" derler. "Erğamehu gayruhu=

başkası onun burnunu yere (toprağa) sürdü" şeklinde de kullanılır.

Bununla kızgınlığı, öfkeyi ifade ederler. Şairin şu beyti buna

örnektir:

 

"O burunlar yere sürtüldüğü zaman onları hoşnut etmem.

Onlardan özür dilemem; aksine kızgınlıklarını arttırırım."

 

..................... 91

 

Şiirde, söz konusu kelimeye karşılık olarak "hoşnut etme" ifadesinin

kullanılması, bu kelimenin kızdırma anlamını içerdiğine

dikkatimizi çekmektedir. Buna dayanarak, "Erğamellahu enfehu

ve erğame-hu=Allah onun burnunu sürttü, ona kızdı",

"Râğamehu=iki kişi birbirini kızdırıp öfkelendirmeye çalıştılar, her

biri karşı tarafın burnunu sürmek için gayret gösterdi" denilmiştir.

Sonra "murâğeme" kelimesi, istiare yoluyla çekişip münakaşa,

kavga etmek anlamında kullanılmaya başladı. Yüce Allah bir ayette

şöyle buyurmuştur: "Yeryüzünde gidecek birçok yer... bulur."

"Murağemen kesîren" yani, öfkelenmesini gerektiren kötü bir şey

gördüğünde ondan kaçacak bir yer bulur. Bu tıpkı; "Falandan kızdığım

için falana gittim, ona yöneldim" demeye benzer. [Müfredat'tan

alınan alıntı burada sona erdi.]

 

Şu hâlde ifadenin anlamı şu şekilde belirginleşmektedir: Kim

Allah yolunda, yani bilgi ve amel düzeyinde dini yaşamak suretiyle

O'nun rızasını elde etmek amacıyla hicret ederse, yeryüzünde bu

amacını gerçekleştirmesine elverişli birçok yer bulur. Her ne zaman

Allah'ın dinini pratikte uygulamasına yönelik bir engelle karşılaşırsa,

dinini yaşamasına engel olan gücün burnunu sürtmek,

onu öfkelendirmek ya da onunla çekişip mücadele vermek amacıyla

oradan hicret ederek başka bir yerde dinini özgürce yaşama

imkânını, ayrıca yeryüzünde genişlik, bolluk ve birçok imkân bulur.

Yüce Allah bu ayetlerin öncesinde, "Allah'ın yeri geniş degil

miy-di?" buyurmuştur. Bu ifadenin ayrıntısı konumunda olan bu

ayetin, [hiçbir kayda yani, Allah yolunda ifadesine yer vermeksizin],

"Hicret eden kimse yeryüzünde genişlik bulur." cümlesi şeklinde

olması gerekirdi. Ancak Allah yolunda gitmek ve ilâhî yolu

sulûk etmek isteyenler için, yeryüzü genişliğinin bir gerekçesi olarak

"birçok gidecek yer" ifadesine de ek olarak yer verilmesi nedeniyle,

"hicret etme" de "Allah yolunda olmak" şeklinde kayda

bağlanmıştır ki, ifadenin ana mesajıyla örtüşsün. Bu ana mesaj ise,

şirk düzeninin egemen olduğu bir ortamda yaşamaya devam

eden müminlere yönelik bir öğütten ibarettir. Yani, ayet onları tah-

 

92 ...........

 

rik edip coşkulandırmaya, hicrete teşvik etmeye ve [moral destek

sağlayarak] yüreklerini hoş tutmaya yönelik bir mesaj konumundadır.

"Kim Allah ve Resulü uğrunda hicret ederek evinden çıkar..." Allah

ve Resulü için göç etmek, Allah'ın kitabını ve Peygamberin sünnetini

öğrenip amel etme imkânı bulunan Islâm yurduna hicret etmekten

kinayedir.

 

Ölümün yetişmesi, istiare yoluyla ölümün normal biçimde vuku

bulması ve beklenmedik şekilde gerçekleşmesinden kinayedir.

[Yoksa "idrak" kelimesinin asıl lügat anlamı burada kastedilmemiştir.]

Çünkü ayetin orijinalindeki "yudrik" kelimesinin mastarı

olan "idrak" kelimesi, gerideki kişinin öncekinin ardından koşup

ona yetişmesi demektir. [Oysa insanın ölümü, insandan geri kalmamıştır

ki, ardından gelip ona varmış olsun.]

 

Yine mükâfatın Allah'a düşmesi de, ecir ve sevabın O'nun için

gerekli olması ve bunu uhdesine alması demektir. Demek ki orada

güzel bir ecir, sınırsız bir sevap vardır ve Allah onu eksiksiz şekilde

kesinlikle hicret eden kuluna bahşedecektir. Allah bu vaadini,

kendisine hiçbir şeyin ağır ve zor gelmediği, hiçbir şeyin aciz bırakamadığı

ve ettiği iradeyi hiçbir şeyin engelleyemediği ulûhiyet

makamıyla gerçekleştirir. Ve O sözünden dönmez. Ayetin, "Allah

da çok bagışlayıcı ve esirgeyicidir." cümlesiyle son bulması, ödül

ve sevabın eksiksiz verilmesinin bu güzel vaadin ayrılmaz bir parçası

olduğunu vurgulamak ve pekiştirmek içindir.

 

Yüce Allah bu ayetlerde müminleri, diğer bir ifadeyle iman iddiasında

bulunanları, iman yurdunda ve şirk yurdunda yaşıyor olmak

bakımından çeşitli kısımlara ayırıyor ve bu grupların her birinin

konumuna uygun olarak alacağı karşılığı (mükâfatı) açıklıyor.

Bunu da bir öğüt, bir uyarı ve iman yurduna hicret etmeye yönelik

bir teşvik unsuru olması, iman yurdunda toplanılması, Islâm toplumunun

güçlendirilmesi, iyilik ve takva üzere birlik ve dayanışma

içinde olunması, hak mesajın yüceltilmesi, tevhit bayrağının ve din

sancağının dalgalandırılması amacıyla yapıyor.

 

................. 93

 

Bunlar içinde bir grup Islâm yurdunda yaşıyor. Mallarıyla ve

canlarıyla Allah yolunda cihat edenler, mazeretsiz oturanlar ve bir

mazereti bulunduğu için oturanlar bu grupta yer alırlar. Allah hepsine

de (sevabın) en güzelini vaat etmiştir; fakat Allah cihat edenleri,

derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır.

 

Diğer bir grup ise, şirk yurdunda yaşıyor. Bunlar zalimdirler. Allah

yolunda hicret etmezler. Bu yüzden varacakları yer cehennemdir;

orası ne kötü bir varış yeridir!

 

Fakat bunların arasında da zalim olmayan zayıf düşürülmüş

bir grup vardır. Bir çözüm bulma imkânından yoksundurlar, bir çıkış

yolu da bulamıyorlar. Bunlar aciz olup hiçbir çareye güç yetiremeyen

ve hiçbir yol bulamayan mustazaflardır. Işte bunları, yüce

Allah'ın affetmesi umulur. Yine bunlar arasında yer alan bir diğer

grup da, Allah ve Resulü uğrunda hicret etmek üzere evlerinden

çıkan, ama sonra kendisine ölüm gelip yetişen kimselerdir. Ki bunların

ecri, mükâfatı Allah'a düşer.

 

İniş sebebi, Resulullah efendimiz (s.a.a) zamanında Medine'ye

hicretiyle Mekke'nin fethi arasındaki döneme tekabül eden Arap

yarımadasındaki Müslümanların durumu ile ilintili olsa da, ayetlerin

içeriği bütün zamanlardaki tüm Müslümanlar için geçerlidir. O

dönemde yeryüzü iki kısma ayrılmıştı. Bir kısmı Islâm yurduydu,

Medine ve çevresinin temsil ettiği bu bölgede Müslümanlar dinlerini

özgürce yaşıyorlardı. Bazı müşrik gruplar ve diğer dinlere mensup

topluluklar da burada yaşıyorlardı. Ancak antlaşma ve benzeri

akitlerden dolayı Müslümanları rahatsız etmezlerdi ve bu nedenle

aralarında bir çatışma, bir sürtüşme olmazdı.

 

Diğer bir kısmı ise şirk yurduydu. Mekke ve çevresinin temsil

ettiği bu yurtta, egemenlik müşriklerin elindeydi ve buraları putperest

inanç sistemleri doğrultusunda idare ediyorlardı. Müşrikler bu

topraklarda yaşayan Müslümanlara dinlerini yaşamalarından dolayı

yoğun baskı uyguluyorlardı, onları ağır işkencelerden geçiriyor,

dinlerinden dönmelerini sağlayacak yoğun bir dayatma tatbik ediyorlardı.

 

94 .............

 

Ama ayetlerin ana fikri daima tüm Müslümanlar için geçerlidir.

Buna göre bir Müslüman dinini öğrenebileceği, dininin şiarlarını

egemen kılabileceği, dinin hükümlerini pratikte uygulayabileceği

bir yerde yaşamakla yükümlüdür. Bir yerde dinini

öğrenemiyorsa, dininin hükümlerini pratikte uygulamasına izin

verilmiyorsa -orası ismen Islâm yurdu olsun veya şirk yurdu fark

etmez- oradan hicret etmekle yükümlüdür. Çünkü günümüzde isimler

değişime uğramış, isimlerin müsemması, nesnel karşılığı

ortadan kaybolmuştur. Insanların dini sadece kimliklerinde yazılır

olmuştur. Günümüzde Islâm kuru bir isimdir artık. Islâm isimlendirmesinde

Islâmî öğretilere inanmak ve Islâmî hükümleri uygulamak

ilkesi esas alınmıyor.

 

Kur'ân ise, hükmünü Islâm'ın hakikatini baz alarak veriyor; Islâm

ismini değil. Insanları, Islâm ruhunu taşıyan amellere teşvik

ediyor, şeklî ve ruhsuz tavırlara değil. Nitekim yüce Allah Kur'ân'ın

değişik ayetlerinde şöyle buyurmuştur:

"(Iş) ne sizin kuruntularınızla, ne de Ehlikitab'ın kuruntularıyla

olmaz. Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır ve kendisi

için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulur. Erkek

olsun, kadın olsun, her kim de mümin olarak (birtakım) iyi işler

yaparsa, işte onlar cennete girerler ve onlara çekirdek kırıntısı

kadar bile zulmedilmez." (Nisâ, 123-124) "Şüphesiz inananlar, Yahudiler,

Hıristi-yanlar ve Sabiîlerden Allah'a ve ahiret gününe inanıp

iyi işler yapanlara, Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar

için korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de. " (Bakara, 62)

 


----------------------------
Asrın en büyük tefsiri olan el-Mizan Tefsirinin 5. cildinden faydalanılarak hazırlanmıştır
www.islamkutuphanesi.com
Dualarınızda bizleri unutmayın lütfen:)