AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Tefsir'ul-Ayyâşî'de Sa'lebe b. Meymun, mezhebimize mensup
bazı ravilerden İmam Muhammed Bâkır'ın (a.s), yüce Allah'ın İsa
Peygambere yönelik,
"Sen mi insanlara, 'Allah'tan başka beni veannemi de iki tanrı edinin.' dedin?"
şeklindeki sorusu hakkındaşöyle dediğini nakleder: "Yüce Allah bu soruyu daha sormamış,
onu ileride soracak. Allah bir olayın mutlaka olacağını bildiği zaman
o olayı olmuş gibi anlatır."
[c.1, s.351, h:228]
Ben derim ki: Yine aynı eserde, Süleyman b. Halid kanalıyla bu
rivayetin bir benzeri İmam Cafer Sadık'tan (a.s) nakledilmiştir.
Rivayette ileride gerçekleşeceği kesin olan bir olayda geçmiş
zaman kipinin kullanılabileceği bildiriliyor. Ki bu, Arap dilinde
352 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
kipinin kullanılabileceği bildiriliyor. Ki bu, Arap dilinde yaygın olan
bir kullanım şeklidir.
Yine aynı eserde Cabir Cu'fî'ye dayanılarak verilen bilgiye göre
İmam Muhammed Bâkır (a.s),
"Sen benim içimdekini bilirsin, fakatben senin özündekini bilemem. Çünkü gaypleri yalnız sen bilirsin."
ayeti hakkında şunları söyledi: "Allah'ın en büyük ismi
yetmiş üç harf-tir. Yüce Allah bu harflerden biriyle yaratıklarından
saklandı. Bundan dolayı hiç kimse Allah'ın özündekini bilmiyor. Bu
yetmiş üç harfin yetmiş ikisini Âdem Peygambere verdi. Bu harfler
peygamberden peygambere intikal ederek Hz. İsa'ya (a.s) geldi.
İşte Hz. İsa,
'Sen benim içimdekini bilirsin.' derken bunu kastediyor.Yani, en büyük isminin bu yetmiş iki harfini sen bana öğrettin.
Buna göre sen onları bilirsin, fakat ben senin özündekini bilemem.
Çünkü sen o harf ile gizli ve saklı kaldın, bu yüzden kmse senin
özündekini bilmez."
[c.1, s.351, h:229 ve 230]
Ben derim ki:
"En güzel isimler Allah'ındır. O hâlde O'na onlarladua edin."
(A'râf, 180) ayetinin tefsiri sırasında, Allah'ın güzel isimlerive en büyük ismi (ism-i azam) hakkında geniş bir inceleme
yapacağız. Orada yapacağımız açıklamalarda görüleceği üzere,
ism-i ekber (en büyük isim) veya ism-i azam (en yüce isim), alfabedeki
harflerden oluşmuş kelime türünden bir isim değildir. Bu
gibi durumlarda sözü edilen isimden lafzî isim ile ifade edilen bir
isim kastedilir, ki bu da sıfatlarından biri ile veya yönlerinden biri
ile de anılan zattır. Böyle olunca ileride anlaşılacağı üzere lafzî isim,
gerçekte ismin ismine dönük olup, onu açıklamayı amaçlamakta
ve o anlama gelmektedir.
Buna göre gerek İmam Muhammed Bâkır'ın (a.s) "Allah'ın en
büyük ismi yetmiş üç harften oluşmuştur." şeklindeki sözü ve gerekse
bu konuda gelen çok sayıdaki benzer rivayetler -ki bunlarda
ism-i azamın (en yüce ismin) şu kadar harften olduğu ve bu harflerin
falanca sureye veya filân ayete dağılmış olduğu bildirilmektedir-
tamamen sembolik açıklamalar ve gerçekleri anlatılabilecek
miktarda anlatabilmek için verilen örneklerdir. Çünkü her gerçeği
kinaye sanatına başvurmadan açık bir dille ve örneğe dayanmadan
somut bir çıplaklıkla anlatmak kolay değildir.
İmamın (a.s) bu sözlerinin anlamını belirli oranda açıklamak
Mâide Sûresi 116-120 ................................................ 353
için şöyle denebilir: Hiç şüphesiz, yüce Allah'ın güzel isimleri, varlıkların
kendilerinin ortaya çıkmasının ve sayısız olaylarının gerçekleşmesinin
vasıtalarıdır. Hiç şüphe etmeyiz ki, yüce Allah meselâ
yaratıcı, cömert ve yoktan var edici olduğu için yaratıkları yarattı;
yoksa intikam alıcı ve şiddetle yakalayıcı olduğu için değil.
Yine meselâ rızk verdiklerine râzık (rızk verici) ve bağışlayıcı olduğu
için rızk veriyor; yoksa geriye alıcı ve engelleyici olduğu için değil.
Yine O, diri ve diriltici, can verici olduğu için canlılara hayat veriyor;
yoksa can alıcı ve tekrar diriltici olduğu için değil. Bu gerçeğin
en sadık şahidi Kur'ân'ın ayetleridir. Biz ayetlerin metinlerinde
anlatılan bilgilerin, o ayetlerin sonunda yer alan ilâhî isimlerle gerekçelendiklerini
görürüz. Bazen bir ayet, anlamını açıklayan bir
Allah ismi ile, kimi zaman da ayetin anlamını birlikte açıklayan iki
Allah ismi ile sona eriyor.
Bundan şu ortaya çıkıyor: Aramızdan birine Allah'ın isimleri
hakkındaki bilgi verilse ve bu kişi Allah'ın isimleri ile varlıklar arasındaki
ilişkiyi ve bu isimlerin gerek tek tek, gerekse birlikte olarak
gerektirdikleri sonuçları bilse, kâinatın düzenini ve bu kâinatta
işlemiş ve işlemekte olan genel kanunları, bu kanunların kâinatın
tek tek çeşitli alanlarında nasıl yürüdüklerini bilme imkânını elde
eder.
Kur'ân-ı Kerim, zahirinden anlaşıldığı üzere kâinatın başlangıcı
ve ahiret hayatı hakkında çeşitli genel kuralları ve bu kanunların
sonucu olan mutluluğu ve bedbahtlığı anlattıktan sonra Peygamber
efendimize (s.a.a),
"Sana bu kitabı her şeyi açıklayan... olarakindirdik."
(Nahl, 89) diye hitap etmektedir.Gerçi bu kanunlar genel ve zorunludur; fakat bu zorunluluk o
kanunların kendilerinden ve özlerinin gereklerinden
kaynaklanmıyor, yüce Allah'ın onlara tanıdığı zorunluluktan ve gereklilikten
kaynaklanıyor. Kâinat üzerindeki bu kesin aklî hâkimiyet
ve genel kanunlar Allah'tan kaynaklandığına, O'nun emri ve iradesi
ile ortaya çıktığına göre, açıktır ki Allah'ın eseri, fiili olan bunlar O'-
nu hiçbir şeye mecbur edemez, O'nu zatında mağlup edemez. Yüce
Allah kahir ve galiptir. Böyle olunca her yönü ile O'na varan, özü ve
etkisi ile O'na muhtaç olan bir şey O'nu nasıl mağlup edebilir? Bu
nokta üzerinde iyice düşünmelisin.
Verdiği hükümleri Allah'ın bağışladığı imkânla veren aklın ve
354................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
ya hükümleri ve eserleri Allah sayesinde varolabilen gerçeklerin
Allah'a hâkim olmaları, O'na hüküm ve gereklilik dayatmaları imkânsızdır.
O hüküm ve gereklilik ki, kalıcılıklarını Allah'a borçludurlar
ve O'nun ezici ve üstün gücünün kontrolü altındadırlar. Diğer
bir ifadeyle, nesneler için söz konusu olan gereklilik ve hüküm,
Allah tarafından o nesnelere sunulmuş bir mülkün sonucudur.
Herhangi bir şeyin, Allah tarafından kendisine verilen bir mülke
tıpkı Allah gibi sahip olması anlamsızdır. O hâlde yüce Allah
mutlak anlamda maliktir ve kesinlikle hiçbir bakımdan başkasının
mülkü değildir.
Buna göre eğer Allah günahkârı mükâfatlandırsa veya sevap
işleyeni cezalandırsa ya da istediği herhangi bir işi yapsa, bunları
yapabilir; ne akıl ve ne de dış bir faktör O'na engel olamaz. Yalnız
O'nun kendisi bize mutluluğu ve mükâfatı vaat ettiği gibi, bizi
bedbahtlıkla ve ceza ile tehdit etmiştir. O bize sözünden caymayacağını
bildirmiştir. Yine O bize vahiy veya akıl yolu ile birçok hususu
bildirmiş ve arkasında sadece gerçeği söylediğini ilân etmiştir.
Bu şüphesiz güvenceler sonunda vicdanlarımız rahatlamış ve kalplerimiz
tatmin olmuştur. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi:
"DoğrusuAllah, vaadinden dönmez."
(Âl-i İmrân, 9) "Ben sadece doğruyu söylerim."(Sâd, 84)
Aklî hükümlerdeki zorunluluk da bu ayetlerin paralelindebir anlam verir.
Bu açıklamalar, Allah'ın bize öğrettiği kadarı ile, O'nun isimlerinin
gerektirdiği sonuçlardır. Fakat bunun ötesinde O mutlak malik
sıfatı ile dilediğini yapar ve istediği hükmü verir. Nitekim şöyle
buyurmuştur:
"O'na yaptıkları sorulmaz; ama onlara, yaptıklarısorulur."
(Enbiyâ, 23) Bu gerçek aynen O'nun isimlerinden biridir;özü meçhuldür, yaratıklarından hiçbirinin O'nu öğrenmesinin yolu
yoktur. Çünkü O'nun isimleri hakkındaki bütün bildiklerimiz, kavramların
bize anlattıkları, sonra da o kavramlar oranında onların
varlık âleminde belirlediğimiz eserleridir. Varlık âleminde belirlenmesi
mümkün olmayan eserlere gelince, bunlar kesinlikle anlamını
bilmediğimiz ismin eserleridir. Şöyle de denebilir: Bu isim
hiçbir kavramla avlanamayan, yakalanamayan bir isimdir. O isme
sadece Allah'ın mutlak egemenlik sıfatı belirli bir oranda işaret
eder.
Bu söylediklerimizden anlaşılıyor ki, Allah'ın isimleri içinde,
Mâide Sûresi 116-120 .......................................................................................... 355
yaratıklardan hiçbirinin bilgisinin eremediği ismi vardır. İşte Allah
bu bilinmeyen ismiyle yaratıklarından saklanmaktadır, yaratıklarına
gizli kalmaktadır. Bu gerçek üzerinde iyice düşün.
Burada birkaç bölüm hâlinde yüce Allah'ın peygamberleri
kendisiyle eğittiği edebin mahiyeti ile ilgili bir inceleme yapacağız:
1- Edep, kelime anlamı ile, meşru bir davranışta yansıması gereken
güzel görünümdür. Bu güzellik, ya dinden kaynaklanır veya
akıllı insanların toplumları nazarında varolur. Dua ederken veya
bir arkadaşla karşılaşıldığında gözetilecek edep kuralları gibi. Buna
davranışın zarifliği de denebilir. Edep mutlaka meşru olan, yasak
olmayan konularda söz konusu olabilir. Buna göre zulmün,
ihanetin, yalanın, çirkin ve iğrenç işlerin edebi olmaz. Ayrıca ancak
irade sonucu olan ve birden çok alternatifi olan hareketlerde gerçekleşebilir.
Çünkü ancak o takdirde bu hareketin bazı türleri edepli
ve diğer bazıları edebe aykırı olabilir. Meselâ İslâm'da yemek
yeme edebi gibi. Bu edebin en önemli kurallarına göre, yemeğe
besmele ile başlayıp Allah'a hamdederek son vermeli ve
tam doymadan önce sofradan kalkmalıdır. Başka bir örnek, namazda
oturma edebidir. Bunun için vücudu dengede tutacak şekilde
sol yan üzerine oturup, sağ ayağın üstünü sol ayağın iç kısmı
üzerine koymalı, elleri diz kapaklarının üzerine koymalı ve gözleri
kucağına doğru bakmalıdır.
O hâlde edep, iradeye bağlı davranışlardaki güzel görünüm
demek-tir. Güzellik de asıl anlamı ile hayatın amacına uygun olma
anlamını taşır. Bu anlamı ile güzellik, değişik toplumların bakışlarına
göre fark-lılık göstermez. Fakat pratikte örnekleri açısından
çok büyük farklılıklar gösterir. Kavimlerin, milletlerin, dinlerin,
mezheplerin, hatta aile gibi küçük toplumsal birimlerin değişmesiyle,
edeple ilgili davranışların güzel veya çirkin olarak belirlenmesinde
farklılık görülür.
Bir kavimde öyle edep kuralları geçerli olur ki, bunlar diğer
kavimler tarafından bilinmez. Bir kavim tarafından hoş karşılanan
öyle edep kuralları olabilir ki, bunlar diğer kavimler tarafından çirkin
görülerek kınanır. Meselâ insanların birbirleri ile karşılaştıkla
356............................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
rındaki selâmlaşma geleneği gibi. Bu gelenek İslâm'da selâm
vermek şeklindedir. Allah'tan gelen, mübarek ve temiz bir iyilik
temennisi olarak uygulanır. Bazı kavimlerde şapka çıkararak, bazılarında
eli baş hizasına kadar kaldırarak, başka bazılarında başı
eğerek, rükû ederek (belden eğilerek) veya başı sallayarak yerine
getirilir. Nitekim kadınlarla karşılaşıldığında batılıların yaptıkları
öyle uygulamalar var ki, İslâm bunları çirkin görerek kınamaktadır.
Toplumdan topluma değişen böy-le uygulamaların örnekleri
çoktur.
Yalnız bütün bu farklılıklar, örneklerin belirlenmesi aşamasında
görülür. Yoksa gerek davranışlara yansıması gereken güzel görünüm
anlamındaki edebin temelinde ve gerekse edebe uygun
davranışların takdir edilmesi hususunda bütün aklı başında insanlar
görüş birliği hâlindedir. Öyle ki, bu konuda farklı görüşte olan
iki kişiye bile rastlanmaz.
2- Yukarıda söylediğimiz gibi güzellik, edebin dayanaklarındandır
ve değişik toplumların kendilerine has maksatlarına göre
farklılık gösterir. Bundan, toplumların edep kurallarının birbirinden
farklı oluşunun zorunlu olduğu sonucu çıkar. Buna göre edep
her toplumun aynası gibidir; o toplumun genel ahlâk özelliklerini
yansıtır. Bu ahlâk özelliklerini ise, o toplumların hayattaki amaçları
düzenler ve onları toplumlarındaki faktörlerle, bir bölümü tabiî
ve bir bölümü tesadüfî olan değişik faktörler içlerine, vicdanlarına
yerleştirir.
Buna da dikkat etmek gerekir ki, edep kuralları ile ahlâk kuralları
aynı şey değildir. Çünkü ahlâk kuralları, nefislerde yerleşen
köklü ruhî melekeler iken; edep kuralları, yansımalarını insanın
değişik nefsî sıfatlardan kaynaklanan davranışlarında gösteren
güzel görünümlerdir. Bu ikisi arasında da büyük fark vardır.
Buna göre edep kuralları, ahlâk kurallarından kaynaklanır ve
ahlâk kuralları da toplumun özel gayesiyle uyum içinde olan gereklerindendir.
Bu durumda insanın davranışlarında gözeteceği
edep kurallarını belirleyen faktör, hayatında peşinden koştuğu
amaçtır. Bu amaç insanın nefsi için bir çizgi çizer ve insan hayatı
boyunca ve amacına yaklaşma sürecinde herhangi bir davranışta
bulunurken o çizginin dışına çıkmaz.
Mâide Sûresi 116-120 ........................................................... 357
3- Edep, özelliği bakımından hayatta güdülen amaca bağlı olduğu-
na göre yüce Allah'ın peygamberlerine aşıladığı ilâhî edep,
dinî davranışlardaki güzel görünümdür. Bu güzel görünüm dinin
amacını yansıtır. Bu amaç, maddelerinin çokluğu ve azlığı, kemâl
ve gelişme dereceleri açısından hak dinlerdeki farklılıklara bağlı
olarak kulluk ilkesidir.
İslâm, insan hayatının bütün yönleri için düzenlemeler getiren
bir sistemdir. Öyle ki, küçük-büyük, basit-önemli olsun hayatın
hiçbir alanı onun kapsamı dışında değildir. Bundan dolayı İslâm,
hayata bütünü ile edebi yaymış ve her davranış için o davranışın
amacını yansıtan bir güzel görünüm belirlemiştir.
İslâm'ın tek genel gayesi, yegane genel amacı ise, inanç ve
davranış aşamalarının her ikisinde de yüce Allah'ın birliği ilkesini
hâkim kılmaktır. Yani insan inanacak ki, onun bir ilâhı vardır; bu
ilâh her şeyin başıdır, her şey varlığını ondan almıştır; her şeyin
sonudur, her şey ona döner; o güzel isimlere ve yüce örneklere
sahiptir. Bu inanca sahip olduktan sonra hayatın akışına katılacak
ve özü itibariyle Allah'a kulluğu ve her şeyin O'nun kulu olduğunu
yansıtan davranışlarla hayatını devam ettirecektir. Böylece tevhit
ilkesi iç âlemine ve dış görünüşüne işleyecek, katıksız kulluk anlayışı
sözlerinde, davranışlarında ve varlığının diğer cephelerinde
örtülmez ve perdelenmez bir belirginlikle ortaya çıkacaktır.
Buna göre ilâhî edep -veya peygamberlik edebi- tevhit ilkesinin
davranışlara yansımış biçimidir.
4- Tasım (kıyas) yolu ile bilinen ve kesin tecrübe ile doğrulanan
bir gerçektir ki, amelî yani uygulamaya dönük ilimler -bunlar
uygulanmak amacı ile öğretilen ilimlerdir- eğer uygulamalı olarak
öğretilmezlerse, tam anlamı ile başarılı olup beklenen olumlu sonuçlarını
veremezler. Çünkü genel bilimsel kurallar somut ve pratik
örneklerle uyuşmadıkça insan vicdanı onları onaylamakta,
doğruluklarına inanmakta zorlanır. Çünkü hayat boyunca vicdanlarımız,
somut örneklerle meşguldürler ve ikinci tabiatımızın yönelişi
sonucu olarak duyu organlarının algılama imkânları dışında
kalan genel aklî ve bilimsel kuralları gözetmekte isteksizdirler.
Meselâ, uygulamadan uzak bir bakış açısı ile kahramanlığın
aslında güzel olduğuna inanan birini düşünelim ve bu kimsenin
358 ............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
günün birinde kalpleri hoplatacak korkunç bir sahne ile karşılaştığını
farz edelim. Bu adam, o durumda yiğitliğin güzelliğine hükmeden
aklı ile canına yönelik tehlikeden korunmadaki, ölümden
kurtularak tatlı dünya hayatının yok olmasını önlemedeki lezzetin
cazibesine kapılacak veh-minin arasında bir çatışma yaşayacaktır.
Vicdanı bu iki kutup arasında gidip gelecek ve çatışan tarafların
hangisini destekleyeceği konusunda şaşıracaktır. Ama vehmin
gücü daha ağır basacaktır, çünkü somut gerçek onun yanındadır.
Buna göre öğretim faaliyeti sırasında öğretmenin, uygulama
içinde pişmelerini ve pratiğe alışmalarını sağlamak amacıyla ilmî
gerçekleri uygulama eşliğinde öğrencilere vermesi gerekir. Böylece
öğrencinin benliğinin köşelerinde saklı duran aykırı inançlar ortadan
kalkarak öğrendiği bilgilerin onayı vicdanında kökleşir.
Çünkü bir şeyin olmuş olması, onun mümkün olduğunun en güzel
delilidir.
Bundan dolayı gördüğümüz şudur: İnsan, dış dünyada meydana
gelişine şahit olmadığı şeye boyun eğmekte zorlanmaktadır. Olay
bir defa meydana gelince; vukuu imkânsız olan bir şeyin imkânsızlıktan
çıkarak mümkün alanına geçmesi şeklinde şaşırmaya başlar.
Öyle ki onun meydana gelişi, nazarında pek önemli görülür,
onda endişeye ve sarsıntıya yol açar. Fakat daha sonra ikinci ve
üçüncü defa meydana gelince önemini yitirir, sarsıcı etkisi kırılır ve
ilgi çekmeyen normal o-laylar arasına katılır. Çünkü iyilik de, kötülük
de alışkanlık meselesidir.
Dinî öğretimde, özellikle İslâm dininin öğretimi sırasında bu
metodun gözetilmesi en bariz gerçeklerdendir. Dinin şeriat koyucusu,
müminlerinin öğretim faaliyeti içerisinde hiçbir zaman aklî
genellemeleri ve genel kuralları ele almakla yetinmemiştir. İşe
önce uygulama ile başlamış ve uygulamanın yanına sözü ve sözlü
açıklamayı eklemiştir. Bunun sonucu olarak dinî bilgileri ve hükümleri
öğrenmeyi tamamlayan bir mümin, salih amel ve takva
azığı ile donanmayı da ta-mama erdirmiş durumda olacaktır elbette.
Bunların yanı sıra eğitici öğretmenin, ilmi ile amel etmesi,
kendi bildiklerine uyması gereklidir. Amel ile birleşmeyen ilmin
etkisi yoktur. Çünkü söz nasıl bir delil ise, fiil de bir delildir. Dolayı
Mâide Sûresi 116-120 ........................................................ 359
sıyla söze ters düşen fiil, insanın nefsindeki zıt bir durumun varlığına
delâlet eder. Bu çelişki, sözü yalanlar; sözün bir yutturmaca
olduğuna, söyleyenin onu insanları aldatıp avlamak için bir aldatma
aracı olarak kullandığına delil olur.
Bundan dolayı, yaptıkları vaazları ve verdikleri nasihatleri davranışlarıyla
birleştirmeyen, sabır ve sebatla söylediklerine amel
etme çabasından uzak duran vaizlerin ve nasihatçilerin vaazları ve
nasihatleri karşısında insanların kalplerinin yumuşamadığı ve vicdanlarının
boyun eğmediği görülür.
İnsanlar zaman zaman böyle vaizler hakkında, "Eğer söyledikleri
doğru olsa onları kendisi uygulardı" derler. Fakat insanlar böyle
bir sonuca varmakla muhtemelen hatalı bir değerlendirme yapıyorlar.
Çünkü varılması gereken sonuç, "Söylenen söz, söyleyicisi
nazarında doğru kabul edilmiyor. Eğer doğru kabul edilse, onun
tarafından uygulanırdı" şeklinde olmalıdır. Yoksa insanların dedikleri
gibi, söylediği söz mutlak anlamda doğru değil, şeklinde bir
sonuca varmak doğru değildir.
Buna göre verimli bir eğitimin şartlarından biri, eğitimi veren
öğretmenin öğrenciye anlattıklarını kendinde gerçekleştirmiş olması,
önerdiği nitelikleri şahsında taşımasıdır. Meselâ korkak bir
eğitim görevlisinin kahraman bir yiğit yetiştirmesi veya bağnaz,
dogmatik ve inatçı bir eğitim kurumundan hür fikirli ve hür vicdanlı
bir âlimin yetişmesi kesinlikle imkânsızdır.
Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Acaba hakka götüren mi
uyulmaya daha lâyıktır, yoksa (tutulup) yola götürülmedikçe,
kendisi doğru yolu bulamayan mı? O hâlde size ne oluyor? Nasıl
hükmediyorsunuz?"
(Yûnus, 35) "İnsanlara iyiliği emredip kendiniziunutuyor musunuz?"
(Bakara, 44) Yine yüce Allah, Şuayb Peygamberinkavmine söylediklerini şöyle naklediyor:
"Yasakladığım hareketlerikendim yaparak size ters düşmek istemiyorum. Tek isteğim,
gücümün yettiği oranda (bozuklukları) düzeltmektir."
(Hûd,88)
Bu anlamdaki ayetlerin sayısı çoktur.Bütün bunlardan dolayı eğitici öğreticinin öğrettiği ve eğitimini
yaptığı hususlara inanmış olması gerekir.
Üstelik şunu da unutmamak gerekir: Söylediklerine hiç
inanmayan bir kimsenin, hatta açık ve katıksız bir imanın sahibi
gibi görünüp iyi ameller yapmakla gerçek kişiliğini gizleyen bir
360 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
görünüp iyi ameller yapmakla gerçek kişiliğini gizleyen bir münafığın
elinde ancak kendisi gibi iğrenç karakterli biri yetişebilir.
Çünkü her ne kadar vicdanın benimsemediği ve kalbin onaylamadığı
sözler söyleyerek dil ile kalp arasında farklılık meydana getirmek
mümkün ise de, öbür yandan söz bir davranıştır ve davranış
da insanın nefsinden kaynaklanan, dışarıya sızan bir gerçektir.
Buna göre davranışın, sahibinin karakterine ters olması nasıl
mümkün olabilir?
Çünkü söylenen söz, sözel fonksiyonu dışında söyleyenin iman
ve küfür gibi vicdanî niteliklerinin de taşıyıcısıdır, bu nitelikleri öğrencinin
yalın ve sade vicdanına iletip yerleştirir. Buna göre sözün
sözel fonksiyonu olan yararlı yönünü, onun yıkıcı olan diğer yönlerinden
ancak durumu iyi teşhis eden basiret sahibi kimseler ayırt
edebilir. Nitekim yüce Allah, münafıkların vasıflarını Peygamberimize
(s.a.a) anlatırken, "Sen onları sözlerinin üslûbundan tanırsın."
(Muhammed, 30)
buyuruyor.
Buna göre yararlı sonuçlar vermesi beklenen eğitimde eğitici
öğretmenin öğrencilerine verdiği bilgilere inanması ve ilmine uygun
davranışlarla donanmış olması şarttır. Ancak böyle bir eğitimin
yararlı olması beklenebilir. Söylediklerine inanmayan veya
ilmine uygun davranışlar ortaya koymayan bir eğiticinin vereceği
eğitime gelince, bundan hayır beklenemez.
Biz doğuluların ve Müslümanların, özellikle eğitim ve öğretimle
ilgili tutumunda, bu gerçeğin birçok örneği ve sayısız somut misali
vardır. Bunları hem resmî, hem de gayriresmî öğretim kurumlarımızda
bol bol görürüz. O nedenle hiçbir tedbir işe yaramıyor ve
hiçbir çaba başarılı olamıyor.
Kur'ân'ın, peygamberlerin ve elçilerin davranışlarında tecelli
eden ilâhî edeplerle ilgili öyküler içermesi de, bu gerçeğe dayanır.
Bu davranışların bir kısmı peygamberlerin Allah'a yönelttikleri ibadetlerle,
dualarla ve sorularla ilgilidir. Diğer bir bölümü de peygamberlerin
insanlarla aralarındaki ilişkilerle ve onlara hitap tarzları
ile ilgilidir. Bilindiği gibi eğitim faaliyeti sırasında örnekler göstermek,
uygulamayı delil olarak göstermeyi amaç edinen, pratik
eğitim tarzının bir türüdür.
5- Yüce Allah, İbrahim Peygamber ile kavmi arasındaki tevhit
Mâide Sûresi 116-120 .................................................... 361
mücadelesini naklettikten sonra şöyle buyuruyor: "Bu bizim kesin
kanıtımızdır, onu kavmine karşı İbrahim'e verdik. Biz dilediklerimizin
derecesini kat kat yükseltiriz. Hiç şüphesiz senin Rabbin
hikmet sahibi ve (her şeyi) bilendir. Biz ona İshak'ı ve Yakub'u
armağan ettik; hepsini doğru yola ilettik. Daha önce de Nuh'u ve
onun soyundan gelen Davud'u, Süleyman'ı, Eyyub'u, Yusuf'u, Musa'yı
ve Harun'u doğru yola iletmiştik. Biz iyileri işte böyle mükâfatlandırırız.
Zekeriya'yı, Yahya'yı, İsa'yı ve İlyas'ı da (doğru yola
ilettik). Hepsi de iyilerdendi. İsmail'i, el-Yese'i, Yunus'u ve Lut'u
da doğru yola ilettik, hepsini âlemlere üstün kıldık. Babalarından,
çocuklarından ve kardeşlerinden bazılarını da... Onları seçtik
ve doğru yola ilettik. İşte bu, Allah'ın hidayetidir, kullarından
dilediğini bununla doğru yola iletir. Eğer onlar (Allah'a) ortak
koşsalardı, yapmış oldukları bütün iyi işler boşa giderdi. Bunlar,
kendilerine kitap, hüküm ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir.
Eğer şu adamlar bunları inkâr ederlerse, (bilsinler ki) onlara,
kendilerini inkâr etmeyen başka bir topluluğun desteğini sağlarız.
İşte onlar Allah'ın doğru yola ilettiği kimselerdir. Sen de onların
yolunu izle." (En'âm, 83-90)
Okuduğumuz ayetlerde yüce Allah, toplu bir şekilde peygamberlerini
(hepisine selâm olsun) sayıyor, arkasından onlara ilâhî
hidayeti bağışladığını belirtiyor. Bu hidayet ise sadece tevhide iletilmeleridir.
Bunun delili, "Eğer onlar (Allah'a) ortak koşsalardı,
yapmış oldukları bütün iyi işler boşa giderdi." ifadesidir. Çünkü
onlara armağan ettiği hidayetle çelişen tek şeyin şirk olduğunu
vurguluyor. Dolayısıyla onları ilettiği tek gerçek tevhit gerçeğidir.
Ancak şu da var ki, tevhit bilincinin hükmü yüce şahsiyetlerin
amellerine sirayet etmiş, davranışlarına sızmış ve her alanda etkisini
göstermiştir. Bunun delili ayetteki, "Eğer onlar (Allah'a) ortak
koşsalardı, yapmış oldukları bütün iyi işler boşa giderdi." ifadesidir.
Çünkü eğer şirk, davranışlara sirayet etmemiş, amellere sızmamış
olsa, onların içine içlerine işlemeseydi o davranışların boşa
çıkmasını, yok olmasını gerektirmez. Şirkin zıddı olan tevhit de
böyledir.
Tevhit şuurunun davranışların içine işlemesinin anlamı, davranış
biçimlerinin tevhidi somutlaştırması, aynanın görüntüyü
yansıtması gibi onu yansıtmasıdır. Öyle ki, tevhidin somut bir fo
362...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
toğrafı olduğu farz edilirse, bu fotoğraf o davranışlar olurdu. Aynı
ekilde o davranışların sırf bir inanç olarak soyutlaştıkları varsayılırsa,
o davranışlar söz konus inanç olurdu.
Bu anlamın ruhî sıfatlarda birçok örneği vardır. Meselâ kibirli,
kendini beğenmiş birinin nefsindeki bu duygunun davranışlarında
somutlaştığı görüldüğü gibi, karamsar bir zavallının da ruhundaki
zilletin ve miskinliğin bütün davranışların yansıdığı görülür.
Sonra yüce Allah, Peygamberimize (s.a.a) kendinden önceki
peygamberlerin hidayetlerine uymasını emrediyor; onların kendilerine
uymasını emretmiyor. Çünkü uymak, inançta değil, davranışlarda
olur. Çünkü inançta uymak, özü itibari ile iradî bir iş değildir.
Yani yüce Allah Peygamberimizden, kendisinden önceki
peygamberlerin, uygulamalı ilâhî eğitimlerinin sonucunda ortaya
koydukları, tevhide dayanan iyi davranışlarını tercih etmesini ve
bu yöndeki yollarını izlemesini istiyor.
Bu uygulamalı eğitimle, yüce Allah'ın şu ayette işaret ettiği
edebi kastediyoruz: "Onları emrimiz uyarınca insanları doğru yola
ileten önderler yaptık. Onlara hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı,
zekât vermeyi vahyettik. Onlar bize kulluk eden kimselerdi."
(Enbiyâ, 73)
Ayetin orijinalinde geçen "fi'l'el-hayrat=hayırlı işler yapmak","ikam'es-salât
=namaz kılmak" ve "îtae'z-zekât=zekât vermek"ibarelerinde mas-tarla yapılan isim tamlaması (izafet) şuna
delâlet eder:
Peygamberlerin ortaya koydukları fiillerden maksat, yaptıkları
hayırlı işler, kıldıkları namazlar ve verdikleri zekâtlardır; yoksa uygulamaya
geçirilmemiş sırf farazî fiil kastedilmiyor. Buna göre fiillerin
ortaya konma aşamasındaki bu fiillerle ilgili vahiy, doğruya
yöneltme ve eğitme vahyidir; yoksa [yasama anlamındaki] peygamberlik
ve kanun koyma vahyi değildir. Eğer bu vahiyden maksat,
peygamberlik vahyi olsaydı, "Onlara 'Hayırlı işler yapın, namaz
kılın ve oruç tutun' diye vahyettik." denirdi. Şu ayetlerde
buyrulduğu gibi:
"Sonra sana... 'İbrahim'in dinine uy...' diyevahyettik."
(Nahl, 123) "Biz Musa ile kardeşine, 'Kavminiz için Mısır'daevler hazırlayın, (ey İsrailoğulları) evlerinizi karşı karşıya
kurun, namaz kılın!' diye vahyettik."
(Yûnus, 87) Bu anlamda başkaayetler de vardır.
Mâide Sûresi 116-120 ........................................................ 363
Doğruya yöneltme vahyi şu demektir: Yüce Allah kullarından
birine kutsî bir ruh ayıracak ve bu mukaddes ruh iyi işler yapıp kötülüklerden
kaçınma konusunda o seçkin kulu doğruya yöneltecek.
Tıpkı insanî ruhun, bizi hayır ve şer konusu ile ilgili düşüncede
doğruya yöneltmesi ve hayvanî ruhun iradî olarak canımızın istediği
veya istemediği şeyler hususunda tercih etmemizi sağlaması
gibi. Bu konuyu ileride geniş bir şekilde inceleyeceğiz.
Sözün kısası "Sen de onların yolunu izle." direktifi, detaya girilmeksizin
Peygamberimize (s.a.a) yönelik, peygamberlerin bütün
davranışlarına yayılmış, şirkten arınmış bir tevhit edebi olan ilâhî
eğitimdir. İşte yüce Allah, Peygamberimize bu edebi aşılamaktadır.
Yüce Allah, Meryem suresinde bazı peygamberlerin (hepsine
selâm olsun) adlarını saydıktan sonra şöyle buyuruyor: "İşte bunlar,
Allah'ın nimete erdirdiği Âdem'in soyundan, Nuh ile birlikte
gemide taşıdıklarımızın soyundan, İbrahim ve İsrail (Yakup) soyundan
doğru yola ilettiğimiz ve seçtiğimiz peygamberlerdir. Bunlar,
Rahman'ın ayetleri kendilerine okunduğunda, ağlayarak
secdeye kapanırlardı. Onlardan sonra yerlerine öyle bir nesil geldi
ki, namazı zayi ettiler ve şehvetlerine uydular. Onlar kötülük
bulacaklardır (sapıklıklarının cezasına çarpılacaklardır). Ancak
tövbe edip inanan ve iyi işler yapanlar bu hükmün kapsamı dışındadırlar.
Onlar cennete girecekler ve hiç haksızlığa uğratılmayacaklardır."
(Meryem, 58-60)
Okuduğumuz ayetlerde yüce Allah, peygamberlerinin günlük
hayatlarındaki genel edeplerini anlatıyor ve şu noktaları
vurguluyor: Onlar davranışlarında Allah'a boyun eğiyorlar ve kalpleri
yüce Allah'a huşu ile doludur. Allah'ın ayetleri okunduğunda
secdeye kapanmaları, Allah'a boyun eğmelerinin göstergesidir.
Kalbin incelmesinden ve nefsin zelilliği kabul etmesinden kaynaklanan
ağlama ise, huşu hâllerinin belirtisidir. Bunların ikisi birlikte
de kulluk sıfatının nefislerine egemen olduğunun kinayeli ifadesidir.
Öyle ki, kendilerine Allah'ın her ayeti okunduğunda, kulluk sıfatı
iç dünyalarının her yanına yayıldığı gibi, bu etkisi dış görüntülerinde
de belirir. Onlar, hem Allah ile baş başa kaldıklarında, hem
de insanlar arasındayken kulluklarının sembolü olan ilâhî edebi
takınıyorlar. Hem Rableri ile ve hem de insanlarla bir arada iken
364 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
ilâhî edep uyarınca yaşıyorlar.
Bu edep ile genel edebin kastedilmiş olduğunun delillerinden
biri, okuduğumuz ayetlerin ikincisinde yer alan, "Onlardan sonra
yerlerine öyle bir nesil geldi ki, namazı zayi ettiler ve şehvetlerine
uydular." ifadesidir. Çünkü Allah'a yönelmek demek olan namaz,
bu sapıtmış nesillerin Rableri ile durumlarını ve ihtirasların tutsağı
olmak, şehvetlerine uymak da onların kendileri dışındaki insanlarla
ilgili durumlarını ifade ediyor.
Bu iki kesim birbirinin karşısına konulduğuna göre, ayetten
şöyle bir sonuç elde edilmektedir: Peygamberlerin genel edebi,
kulluk bilinci ve sıfatı ile Rablerine yönelmeleri ve yine kulluk bilinci
ile insanlar arasında yaşamalarıdır. Başka bir ifadeyle onların
hayat yapısı şu esasa dayanıyor: Kendilerine egemen olan ve her
şeylerini tasarlayan bir Rableri vardır. O'ndan geldiler ve O'na döneceklerdir.
Onların bütün tutumlarının ve davranışlarının temeli
işte budur.
İkinci ayette yer alan tövbe edenlerin istisna edilişine ilişkin
hüküm, ilâhî eğitimin (edebin) bir başka maddesidir. Bu madde ilk
önce peygamberlerin ilki olan Hz. Âdem'e uygulandı. Yüce Allah
şöyle buyuruyor: "Âdem, Rabbinin emrine karşı geldi ve yoldan
çıktı. Sonra Rabbi onu seçti, tövbesini kabul etti ve doğru yola iletti."
(Tâhâ, 121-122)
Bu konuyla [Hz. Âdem'in Rabbinin emrinekarşı gelmesiyle] ilgili bazı açıklamaları inşallah ileride ele alacağız.
[Peygamberlerin genel edep ve eğitimiyle ilgili olarak başka
bir ayette] yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Allah'ın, kendisine farz ettiğibir şeyi yerine getirmekte, Peygambere herhangi bir güçlük
yoktur. Sizden öncekiler içinde de Allah'ın yasası böyle idi. Allah-
'ın emri, hiç şüphesiz yerine gelmiştir. (O peygamberler) Allah'ın
emirlerini tebliğ ederler (mesajlarını duyururlar), Allah'tan korkarlar
ve O'ndan başka kimseden korkmazlardı. Hesap görücü
olarak Allah yeterlidir."
(Ahzâb, 38-39)
Bu, yüce Allah'ın peygamberlerini (hepsine selâm olsun) eğittiği,
edeplendirdiği genel bir edep, aynı zamanda peygamberler için
geçerli ilâhî bir yasadır. Bu edebin ve yasanın özü şudur: Peygamberler
paylarına ayrılan hayatta sıkıntıya düşmemeliler ve
Mâide Sûresi 116-120 ............................................................... 365
hiçbir konuda zorlanmamalılar. Çünkü onlar fıtrat üzeredirler, fıtrata
uygun hareket ederler ve fıtrat da sahibini sadece kendisi ile
bağdaşan hedefleri elde etmeye yöneltir, Allah'ın çıkılmasını kolay
kılmadığı düzeylere çıkmak için kendini zorlamaz.
Nitekim yüce Allah bir ayette, Peygamberinin (s.a.a) şöyle dediğini
naklediyor: "Ben zorlama yapanlardan değilim." (Sâd, 86) Yine
aynı anlamda şöyle buyruluyor: "Allah hiç kimseye güç yetireceğinden
başkasını yüklemez." (Bakara, 286) "Allah hiç kimseye
verdiğinden başkasını yüklemez." (Talâk, 7) Zorlama, fıtratın dışına
çıkmak olduğuna göre, nefsin arzularına uyma kapsamına girer
ki, peygamberler böyle bir tehlikeden korunmuş kimselerdir.
Allah, yine genel edeple edeplendirme babında şöyle buyuruyor:
"Ey peygamberler, temiz yiyeceklerden yiyin ve iyi işler yapın.
Hiç şüphesiz ben yaptıklarınızı bilirim. Ve işte sizin bu ümmetiniz
tek bir ümmettir, ben de sizin Rabbinizim. Öyleyse benden
korkun."
(Mü'mi-nûn, 51-52) Bu ayetlerde yüce Allah peygamberlerinieğiterek onların temiz şeyler yemelerini, hayattaki maddelerin
temiz olanları üzerinde tasarrufta bulunmalarını, bu temiz
maddeleri aşıp sağlıklı fıtratın nefret duyacağı pis maddelere el
sürmemelerini telkin ediyor. Bunun yanı sıra işlerin iyi ve yararlı
olanlarını yapmalarını emrediyor.
İyi iş demek; fıtratın belirlenen süreye kadar yaşamasını koruma
altına alıcı sebeplerle uyuşması açısından yapılması insanın
yararına olan, fıtratın eğilimine uygun olan iş demektir. İşte Allah
peygamberlere böyle işler yapmalarını emrediyor. Veya Allah'a
takdim edilmeye elverişli işler yapmaya emrediyor. Bu manaların
her ikisi de birbirine yakındır. Bu ayetlerde telkin edilen edep ve
verilen eğitim, her insan ferdi ile ilgili bireysel eğitimdir.
Yüce Allah daha sonra sözü toplumsal bir edep kuralına getirerek,
peygamberlere şöyle bir hatırlatmada bulunuyor: "Elçiler ve
kendilerine elçi gönderilen insanlar tek bir ümmettir [peygamberler
ve ümmetleri bu ümmetin birer parçasıdır]. Bu ümmet bütününün
tek bir Rabbi vardır. O hâlde hep birlikte sadece ondan
korksunlar, takvalı olsunlar ve böylece bu takvaları sayesinde ayrılıkların
ve bölünmelerin kökünü kessinler."
Bu iki husus birleşince, yani ferdî edep ile içtimaî edep bir a
366................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
raya gelince, tek bir insan toplumu oluşur. Bu toplum ayrılıklardan
korunmuş olup, tek bir Rabbe kulluk eder. Fertleri ilâhî edep uyarınca
hareketlerini düzenler, bunun sonucu olarak pis işlerden ve
kötü davranışlardan sakınırlar ve mutluluk koltuğuna kurulurlar.
Bu ilâhî eğitimin unsurları başka bir ayette şöyle bir araya getiriliyor:
"O, dinden Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e,
Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi sizin için de din olarak
yasalaştırdı. Şöyle ki: Dini ayakta tutun ve onda ayrılığa
düşmeyin."
(Şûrâ, 13)
Başka bir yerde yüce Allah bu iki edep maddesini, yani Allah'-
la ilgili edep ile insanlığa yönelik edebi birbirinden ayırarak şöyle
buyuruyor: "Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberlere,
'Benden başka ilâh yoktur, sadece bana kulluk edin' diye
vahyettik." (Enbiyâ, 25) Böylece peygamberlere kendisinin birliği
edebini telkin ediyor ve bu edebi kendisine kulluk edilmesine dayandırıyor.
Bu, peygamberlerin Rablerine yönelik edepleridir.
Başka bir yerde de peygamberlerin insanlarla ilgili edebini anlatarak
şöyle buyuruyor: "Dediler: Bu elçiye ne oluyor ki yemek
yiyor ve çarşıda geziyor? Ona kendisiyle beraber uyarıcı olarak
bir melek indirilmeli değil mi? Yahut üstüne bir hazine atılmalı,
yahut kendisinin, ürününden yiyeceği bir bahçesi olmalı değil
mi?... Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de yemek
yerler, çarşıda gezerlerdi." (Furkan, 7-20)
Bu ayette anlatılıyor ki, bütün peygamberlerin ortak davranışı -
ki o, Allah'ın onlara telkin ettiği bir edeptir- insanlarla bir arada
yaşamak, insanlardan kopmayı, insanlar arasında ayrıcalığı ve ayırımcılığı
reddetmektir. Bunların hepsi fıtratın da reddettiği tutumlardır.
İşte bu da peygamberlerin insanlarla ilgili edebidir.
6- Peygamberlerin ahlâk ve adabıyla ilgili bir diğer husus da,
onların Allah'a yönelme, O'na dua etme konusunda takındıkları
edeptir. Yüce Allah bu hususta Âdem Peygamber ile eşinin sözlerini
naklederek şöyle ifade ediyor: "Ey Rabbimiz, biz kendimize
zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, kesinlikle ziyana
uğrayanlardan oluruz." (A'râf, 23)
Âdem Peygamber ile eşi bu sözleri, Allah tarafından yanına
yaklaşmaları yasaklanan yasak ağacın meyvesinden yedikten
Mâide Sûresi 116-120 ....................................................... 367
sonra söylediler. Bu yasak ise, yükümlülük getirici bir yasak değil,
irşadî (yönlendirme amaçlı) bir yasaktı. Onların bunu çiğnemeleri
de bir yükümlülüğe uymamak değildi; gözetilmesi menfaatlerine
olan, cennetteki güvenli hayatlarının mutluluğunu garanti eden,
her türlü bedbahtlıktan ve sıkıntıdan uzak kalmalarını sağlayacak
olan bir nasihate karşı gelmekti. Nitekim yüce Allah onları şeytana
uymamaları konusunda uyarırken şöyle buyurmuştu: "Sakın
(şeytan) sizi cennetten çıkarmasın, sonra yorulursun. Şimdi burada
acıkmayacaksın, çıplak kalmayacaksın. Susuzluk çekmeyecek,
sıcaktan kavrulmayacaksın." (Tâhâ, 117-119)
Âdem Peygamber ile eşi sıkıntıya uğrayınca, başları belâya girince,
cennet hayatındaki mutluluklarını kaçırınca, karamsarlığa
kapılmadılar ve Rableri ile aralarındaki bağdan ümitlerini kesmediler.
Tersine hemen her şeyleri elinde olan ve kendileri için arzuladıkları
bütün hayırlar iradesine bağlı olan Rablerine sığındılar,
her türlü kötülüğü giderip her çeşit iyiliğe kapı açacak olan
rububiyet sıfatına bel bağladılar. Zira rububiyet sıfatı, kul ile Allah
arasında bağlantı kuran yüce bir sıfattır.
Âdem Peygamberle eşi, daha sonra belirtilerinin ortaya çıkmasıyla
kendilerini tehdit eden kötülüğün ne olduğunu anladılar.
Bu kötülük, hayatlarını saran hüsran ve ziyandı. -İlâhî irşada uymayı,
yasak meyvenin lezzeti karşılığında satmış gibi idiler. Böylece
mutluluklarının bitmeye yüz tuttuğunu açıkça fark ettiler.- Bu
kötülüğü başlarından savmaya yönelik ihtiyaçlarını şöyle dile getirdiler:
"Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, kesinlikle ziyana
uğrayanlardan oluruz."
Yani hayattaki hüsran, bizi tehdit ediyor vevarlığımızı etkisi altına alacak şekilde gölgesini üzerimize salmıştır.
Bu tehdidin bizden uzaklaşabilmesinin yegane çaresi, senin işlediğimiz
günahı affetmen ve arkasından bizi merhametinin şemsiyesi
altına almandır. Mutluluk da budur zaten. Çünkü insan, hatta
her yaratılmış varlık, fıtratında saklı bilinci ile fark eder ki, varlık
alanında ve mevcudiyet sürecinde yer alan her şey, uğradığı kaybı
ve kusuru gidermek, kendisini tamamlamak ister ve bu kaybı sadece
yüce Allah giderir; çünkü varlıkların kayıplarını gidermek bir
rububiyet geleneğidir.
Bundan dolayı sadece durumu anlatmak ve kulun başına çö
368....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
reklenen ihtiyaç zavallılığını ortaya koymak yeterlidir, sözlü istekte
bulunmak gereksizdir. Hatta muhtaçlığı açıkça dile getirmek, en
etkili isteme ve dilekte bulunmanın en fasih biçimidir.
Böyle olduğu için Âdem Peygamber ile eşi, isteklerini somut
biçimde dile getirerek, "Bizi affet, bize merhamet et" demediler.
Bir diğer sebep de -ki asıl önemlisi odur- Hz. Âdem ve eşi, ilâhî irşada
karşı geldikleri için kendilerini şahsiyet ve yücelikten yoksun
zavallı duruma düşürdüklerini fark ettiler. Ardından kendilerini
böylesi bir durumda görmeleri, onları mutlak teslimiyete götürdü
ve böylece Allah'ın, haklarında vereceği hükme peşinen boyun
eğdiler. Sonuç itibariyle de her türlü istekten ve dilekten, arzularını
dile getirmekten kaçındılar; sadece Allah'ın Rableri olduğunu anarak,
zalimliklerini itiraf etmelerinin yanı sıra O'ndan olan beklentilerine
işaret ettiler.
O hâlde Âdem Peygamber ile eşinin, "Ey Rabbimiz, biz kendimize
zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz, bize acımazsan, ziyana
uğrayanlardan oluruz." şeklindeki sözlerinin anlamı şudur: Biz
nefsimize zulmetme kötülüğünü işledik. Bu sebeple hayattaki
mutluluğumuzu bütünü ile tehdit eden bir hüsranla yüz yüze geldik.
Bu bizi kuşatan bir zillet ve zavallılık durumudur. Bu zulmün
sonuçlarını yok etmeye ve rahmetinin şemsiyesi altına alınmaya
ihtiyacımız vardır. Nefsimize ettiğimiz kötülük bizi şahsiyet, değer
ve yücelikten yoksun bıraktı; içine düştüğümüz durumun utandırıcılığı
yüzünden senden bir şey istemeye yüzümüz yok. Ey aziz hükümdar,
bil ki biz senin hükmüne teslimiz. Yetki ve hüküm sana
aittir. Yalnız sen bizim Rabbimizsin ve biz de senin kullarınız. Buna
dayanarak, kulların Rablerinden bekledikleri rahmeti biz de senden
bekliyoruz.
Peygamberlerin edep örneklerinden biri de Nuh Peygamberin
(a.s) oğlu hakkında Kur'ân'da bize nakledilen şu duasıdır: "Gemi,
onları dağ-lar gibi dalga(lar) arasından geçiriyordu. (O sırada)
Nuh, bir kenarda duran oğluna, 'Yavrum, bizimle birlikte bin, kâfirlerle
birlikte olma.' diye seslendi. (Oğlu,) 'Beni sudan koruyacak
bir dağa sığınacağım.' dedi... Nuh, Rabbine seslendi. Dedi ki:
'Rabbim, oğlum benim ailemdendir. Senin vaadin elbette haktır
ve sen hükmedenlerin en hayırlısısın.' Dedi ki: 'Ey Nuh, o senin
ailenden değildir. Çünkü o, salih olmayan bir ameldir. Öyleyse
Mâide Sûresi 116-120 ............................................................ 369
bilmediğin bir şeyi sakın benden isteme. Sana cahillerden olmamanı
öğütlerim.' Nuh dedi ki: Rabbim, bilmediğim bir şeyi
senden istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana
acımazsan, ziyana uğrayanlardan olurum."
(Hûd, 42-47)Hiç şüphesiz, Nuh Peygamberin (a.s) sözlerinden ilk bakışta
onun oğlunun kurtuluşu için dua ettiği anlaşılır. Fakat olayla ilgili
ayetler incelenince, meselenin içyüzünün başka türlü olduğu görülür.
Şöyle ki, meselenin bir yanı şöyledir: Yüce Allah, "Her canlı türünden
birer çifti ve (boğulacağına ilişkin) aleyhlerinde hüküm
verilenler hariç, aileni ve inananları gemiye yükle." (Hûd, 40) buyruğu
ile Nuh Peygambere ailesini ve müminleri yanına alarak gemiye
binmesini emretti. Böylece haklarında kesin hüküm verilenler
dışındaki aile fertlerinin kurtulacağını kendisine vaat etti.
"Allah inkâr edenlere, Nuh'un ve Lut'un eşlerini örnek verdi."
(Tahrîm, 10)
ayetinde belirtildiği üzere Hz. Nuh'un eşi kâfirdi. Fakatoğlunun, hak çağrısını reddettiği ortaya çıkmamıştı. Yüce Allah'ın
kelâmında, onun bir kenarda dururken babası ile arasındaki karşılıklı
konuşmasıyla ilgili verilen bilgiden ortaya çıkan şey, onun babasının
emrine karşı gelmesi idi. Bu da açıkça kâfir olma anlamında
değildir. Bu yüzden Nuh Peygamber onun kurtulacaklar arasında
olacağını sanmış olabilirdi. Çünkü onun oğlu olduğu belli
idi ve kâfirlerden biri değildi. O hâlde kurtuluş vaadinin içinde olmalı
idi.
Öte yandan yüce Allah, insanlar hakkında Nuh Peygambere şu
kesin hükmü vahyetti:
"Nuh'a vahyedildi ki: Kavminden, daha önceinananlar dışında kimse inanan olmayacak, onların yaptıklarından
dolayı üzülme. Gözlerimiz önünde ve vahyimiz gereğince
gemiyi yap ve zulmedenler konusunda bana hitapta bulunma
(kurtuluşları için bana yalvarma); onlar mutlaka boğulacaklardır."
(Hûd, 36-37)
Acaba bu ayette sözü edilen "zulmedenlerden"maksat, hakka çağrıyı inkâr edenler midir, yoksa bu ifade her türlü
zulmü kapsamakta mıdır, yoksa ifade Allah tarafından açıklanmaya
muhtaç bir belirsizlik mi taşımaktadır?
Anlaşılan bu hususlar, Nuh Peygamberi (a.s) oğlu konusunda
şüpheye düşürdü. Yoksa bütün peygamberlerin efendileri beş
ululazm (çı-ğır açıcı) peygamberlerden biri olan Nuh Peygamberin
(a.s), Rabbinin yüce konumundan gafil olması veya yüce Allah'ın,
370 ........................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
"zulmedenler konusunda bana hitapta bulunma (kurtuluşları için
bana yalvarma); onlar mutlaka boğulacaklardır."
şeklindeki vahyiniunutmuş olması düşünülemez. Çünkü,
"Rabbim! Yeryüzündetek bir kâfir bile bırakma."
(Nûh, 26) diye Rabbine dua eden kendisidir.Eğer kâfir olması hâlinde bile oğlunun kurtulmasına razı olsaydı,
aynı rızayı eşi için de gösterirdi.
Bundan dolayı kesin bir istekte bulunmaya cür'et etmeyerek,
isteğini bilgi edinmek isteyen bir dilekçe üslûbu ile sundu. Çünkü
oğlu konusunu bütün yönleri ile bilmiyordu. Bu yüzden Allah'ın,
"Rabb" sıfatını anarak söze girdi. Çünkü "Rabb" ismi, dilek sahibi
muhtaç ku-lun (merbubun) duasının anahtarıdır. Arkasından,
"oğlumbenim ailemdendir. Senin vaadin elbette haktır."
dedi. Busözleri ile şöyle söylemek ister gibi idi: "Oğlumun benim aile fertlerimden
olması da, kurtuluşunu gerektirir. [Gerçi şunu da bilmekteyim
ki:] Sen hükmedenlerin en hayırlısısın. Senin yaptığında hata
olmaz, senin hükmünde hiçbir pürüz bulunmaz, oğlumun akıbetinin
neye varacağını bilmiyorum."
İşte ilâhî edebin gereği budur. Kul, bilgisinin sınırında duracak
ve faydalı olup olmayacağını bilmediği şeyi istemeye kalkışmayacak.
İşte bu nedenle Hz. Nuh (a.s),
"Nuh, Rabbine seslendi." ifadesindende anlaşıldığı gibi, sözlerini heyecanlı bir dille söyleyerek
Allah'ın vaadini gündeme getirmenin dışında başka bir söz
söylemiyor ve bir şey istemiyor.
Sonuçta ilâhî masumiyet bu noktada Hz. Nuh'un imdadına yetişti
ve başka bir şey söylemesine engel oldu. Yüce Allah,
[
"...aleyhlerinde hüküm verilenler hariç, aileni ve inananları gemiyeyükle."
ayetiyle] kurtuluş vaadini bildiren ifadesindeki "âilen"kelimesinin anlamını ona açıkladı ve aileden maksadın salih kimseler
olduğu kendisine bildirildi. Oysa oğlu salih bir kimse değildi.
Zaten yüce Allah daha önce,
"zulmedenler konusunda bana hitaptabulunma (kurtuluşları için bana yalvarma); onlar mutlaka
boğulacaklardır."
buyurmuştu.
Nuh Peygamber (a.s) ise, "aile" kelimesini bilinen anlamında
almıştı ve sadece kâfir olan eşinin kurtuluş vaadinin kapsamı dışında
olduğunu sanmıştı. Arkasından bilmediği konuda bir istekte
Mâide Sûresi 116-120 ................................................. 371
bulunması -ki o da oğlunun kurtulmasıdır- yasaklandı. Çünkü sözlerinden
anlaşıldığı üzere bu yolda bir istekte bulunacaktı.
Bu ilâhî tembih ve terbiye üzerine böyle bir istekte bulunmadı
ve başka bir söze geçti. Bu başka sözler görünüşte tövbe niteliğinde,
aslında ise Allah'ın lütfettiği bu edebe karşılık olan bir şükür
niteliğinde idi. Dedi ki: "Rabbim, bilmediğim bir şeyi senden istemekten
sana sığınırım." Böylece sözünün akışının kendisini sürükleyeceği
noktadan Allah'a sığındı. Bu nokta gerçek durumunu
bilmediği oğlunun kurtuluşunu istemekti.
Bu noktadan sonra artık istekte bulunmadığının bir delili,
"Bilmediğimi bir şeyi istememden sana sığınırım" değil de, "bilmediğim
bir şeyi senden istemekten sana sığınırım." demesidir.
Çünkü birinci cümlenin orijinalinde ["eûzu bike min suâlî mâ...]
mastar ("suâl") kendi failine ("î") izafe edilmiş ve bundan failin fiili
işlediği anlamı çıkar.
Bir delili ise şu ifadedir: "...sakın isteme." Çünkü eğer Nuh
Peygamber dilekte bulunmuş olsaydı, sözün akışı ona açık bir
redle karşılık verilmesini veya "Bir daha böyle yapma" şeklinde bir
cevap almasını gerektirirdi. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de yer alan
buna benzer durumlarda bu tür cevaplarla karşılaşırız. Şu ayetlerde
olduğu gibi:
"Rabbim, kendini göster de seni gözlerimle göreyim, dedi. Allah
ona, 'Sen beni göremezsin.' dedi."
(A'râf, 143) "Çünkü siz onudillerinizle alıveriyorsunuz ve hakkında hiç bilginiz olmayan bir
şeyi, (düşünüp taşınmadan hemen) ağızlarınızla söylüyorsunuz.
Allah size öğüt veriyor ki, eğer inananlar iseniz, böyle bir şeye bir
daha asla düşmeyesiniz."
(Nur, 15-17)Nuh Peygamberin (a.s) bir başka duasını yüce Allah şöyle
naklediyor: "Ey Rabbim! Beni, ana-babamı, evime mümin olarak
girenleri, inanan erkek ve kadınları bağışla; zalimlerin de sadece
helâkini artır." (Nûh, 28) Bu dua Nuh suresinin sonunda yer alıyor.
Bu duadan önceki çok sayıda ayette, Nuh Peygamberin (a.s)
Rabbine yönelttiği şikâyetler nakledilmiştir. Bu şikâyetlerde geceli-
gündüzlü çağrı çalışmaları ile geçen bin yıla yakın ömrü boyunca
giriştiği mücadeleleri, kavminden gördüğü şiddet içerikli tepkileri,
Allah yolunda katlandığı sıkıntıları, bu konuda elinden geleni yap
372 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
tığını, kavmini yola getirmek için son raddesine kadar bütün gücünü
seferber ettiğini, buna rağmen çağrılarının onların haktan
kaçmalarından, böbürlenip hakka boyun eğmemelerinden ve nasihatlerinin
onların burun kıvırmalarından başka bir işe yaramadığını
anlatıyor.
Kavmine yönelik bu vaaz ve nasihatlerden, hak ve hakikatle
kulak zarlarını titreştirmesinden, karşılaştığı inattan ve ısrarlı günahkârlıktan
dolayı Rabbine yönelttiği şikâyetlerden, kendisine
yönelik hilelerle ve tuzaklarla ilgili yakınmalardan sonra Nuh Peygamber
heyecana ve üzüntüye kapılarak, ilâhî hamiyet duygusunun
etkisi ile kavmine şu bedduayı yapıyor: "Ey Rabbim, yeryüzünde
kâfirlerden tek kişi bile bırakma. Çünkü eğer sen onları bırakırsan,
senin kullarını yoldan çıkarırlar ve sadece gerçekten
sapan kâfir nesiller doğururlar." (Nûh, 26-27)
Nuh Peygamberin bu ayetlerde, eğer Allah kâfirleri yeryüzünde
bırakırsa, kulları yoldan çıkaracaklarını, şaşırtıpsaptıracaklarını
belirtiyor. Bu yoldan çıkarma endişesini ise yukarıda
nakledilen sözleri arasındaki, "Onlar birçok insanı yoldan çıkardılar."
ifadesinde dile getirmişti. [Dolayısıyla o ayetteki "yoldan
çıkarmak" bu ayette geçen "yoldan çıkarma"ya işarettir. Yani bunlar
birçok insanı yoldan çıkardıkları için, eğer tekrar yeryüzünde
bırakılırlarsa, Allah'ın kullarını yoldan çıkaracaklardır.] Çünkü onun
kavmi gerçekten birçok mümini yoldan çıkarmıştı ve Nuh
Peygamber geride kalan müminleri de yoldan çıkaracaklarından
korktu [o nedenle de nesillerinin kesilmesi için Allah'a dua etti].
Hz. Nuh (a.s) "sadece gerçekten sapan kâfir nesiller doğururlar."
ifadesi ile, onların soylarından ve yakınlarından mümin nesillerin
türemesinin beklenemeyeceğinden haber veriyor. Gayp haberlerinden
olan bu haber, peygamberce bir sezgiye ve ilâhî vahye
dayanıyor.
Hz. Nuh (a.s) ilk kez kitap ve şeriat getiren yüce bir peygamberdir,
dünyayı putperestlik karanlığından kurtarma girişiminin
öncüsüdür. Böyleyken çok az kişi -hadislerde yer aldığına göre
yaklaşık olarak seksen kişi- çağrısına olumlu karşılık vermiştir. İşte
ilâhî hamiyetin etkisi ile böyle yüce bir peygamberin, kâfirlere
beddua ettikten sonra bu gibi durumda takınılacak olan edep ge
Mâide Sûresi 116-120 ...................................................... 373
reği, çağrısına uyan müminleri de unutmaması ve onlar için kıyamet
gününe kadar hayır dilediğinde bulunması gerekirdi.
Bu nedenle sözlerine şöyle devam etti: "Ey Rabbim! Beni...
bağışla." Önce kendisinin affedilmesi dileği ile söze girdi. Çünkü
gösterdiği yolu izleyenlere yönelik bir af talebinden söz ediyor ve o
da bu izleyenlerin başı ve öncüsüdür. "ana-babamı" Bu ifade, anababasının
mümin olduklarına delildir. "Evime mümin olarak girenleri"
Bunlar onun dönemi içindeki kendisine inanan müminlerdir.
"inanan erkek ve kadınları..."
Bunlar tevhit ilkesine bağlı [kendidönemindeki ve gelecek] bütün müminlerdir. Çünkü onların hepsi
kıyamet gününe kadar onun ümmeti ve minnettarlarıdırlar. Zira o,
dünyada kutsal bir kitaba ve belirli bir şeriata dayalı ilk dinî çağrıyı
gerçekleştiren ve insanlar arasında tevhit bayrağını ilk dalgalandıran
peygamberdir. Bundan dolayı yüce Allah onu,
"Âlemler içindeNuh'a selâm olsun."
(Sâffât, 79) diye buyurarak en saygı dolu bir dilleselâmlıyor.
Evet; her kul Allah'a iman ettikçe, her insan iyi bir iş yaptıkça,
her Allah'ın adı anıldıkça, insanlar arasında her hayır ve mutluluk
belirtisi görüldükçe, bu keremli peygambere selâm ulaşır. Çünkü
bütün bunlar onun çağrısının bereketi, onun devriminin sonuçlarıdır.
Allah'ın rahmeti onun ve diğer bütün peygamberlerin üzerine
olsun.
İbrahim Peygamberin (a.s) kavmi ile arasındaki tartışmalar
konusunda Kur'ân'da nakledilen şu sözleri de bu kabildendir:
"(İbrahim)dedi ki: 'Gerek sizin, gerekse eski atalarınızın, neye taptığınızı
görüyor musunuz? Onlar benim düşmanımdır; ancak âlemlerin
Rabbi (benim dostumdur). Beni yaratan ve doğru yola ileten
O'dur. Beni yediren ve içiren odur. Hastalandığım zaman bana şifa
veren O'dur. Beni öldürecek, sonra yeniden diriltecek O'dur. Ve
hesap günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum da O'dur.
Rabbim! Bana egemenlik (şeriat) ver ve beni iyiler arasına kat.
Bana, sonra gelecekler arasında bir doğruluk dili (sözcüsü) nasip
eyle. Beni bol nimetli cennetinin vârislerinden kıl. Babamı da bağışla.
Çünkü o sapıklardandı. (İnsanların) dirilecekleri gün, beni
mahcup etme."
(Şuarâ, 75-87)
Hz. İbrahim (a.s) bu sözleri ile kendisi ve amcası için dua ediyor.
Babası için dua etmesi, ona bu yolda söz verdiği içindir. Bu
374 .................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
dua, onun peygamberliğinin başlarında yapılmıştı. İbrahim Peygamber
henüz babasının iman edeceğinden ümit kesmemişti.
Ama onun bir Allah düşmanı olduğunu kesinlikle anlayınca, ondan
uzaklaştı ve onunla ilişkisini kesti.
İbrahim Peygamber burada, kulluk edebinin gerektiği şekilde
Rab-bine güzel övgüler yönelterek söze giriyor. Bu övgüler,
Kur'ân'ın ondan naklettiği ilk ayrıntılı övgülerdir. Kur'ân'ın daha
önce ondan naklettiği şu övgüler böyle kapsamlı değildi: "Ey kavmim!
Ben sizin (Allah'a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım.
Ben... yüzümü gökleri ve yeri yaratan Allah'a çevirdim ve ben
müşriklerden (ortak koşanlardan) değilim." (En'âm, 78-79) Babasına
söylediği şu sözler de bu kısa övgünün bir başka örneğidir:
"Rabbimden senin için af dileyeceğim. Hiç şüphesiz O bana karşı
çok lütufkârdır."
(Meryem, 47)
İbrahim Peygamber (a.s) bu kapsamlı övgüsünde yaratılışının
baş-langıcı ile Rabbine döneceği gün arasındaki belli başlı ilâhî
bağışları dile getirdi. Kendini bütünü ile yoksul ve muhtaç konumda
gösterdi, Rabbinin ise sadece zenginliğini ve katıksız cömertliğini
vurguladı. Kendini hiçbir şeye gücü yetmeyen zavallı bir kul
olarak tanımladı; İlâhî gücün kendisini hâlden hâle geçirdiğini ifade
etti. Bu bağlamda Allah'ın kendisini yoktan var ettiğini, yedirip
içirdiğini, hastalanınca iyileştirdiğini, arkasından canını aldığını,
sonra tekrar dirilttiğini, sonra da kıyamet günü hesap vermeye
hazır hâle getirdiğini dile getirdi. Bu süreçte kendisine düşen tek
görevinse, sadece katıksız itaat ve günahların affedileceği beklentisi
olduğunu vurguladı.
Gözettiği edep ilkelerinden biri, "Hastalandığım zaman bana
şifa veren O'dur." sözünde görüleceği üzere hastalanmayı kendine
izafe etmesidir. Çünkü böyle bir övgü bağlamında hastalığı Allah'a
izafe etmek yakışıksız olurdu. Gerçi hastalık da varlık âleminde
gerçekleşen olaylardandır ve bu niteliği ile Allah ile bağlantısız
değildir; ama burada anlatılmak istenen şey hastalığın meydana
gelişi değildir. Eğer maksat bu olsaydı, onu Allah'a izafe etmekten
söz edilebilirdi. Buradaki maksat, hastalığı iyileştirmenin Allah'ın
bir rahmeti ve inayeti olduğunu vurgulamaktır. Bu yüzden İbrahim
Peygamber Allah'tan sadece iyi şeylerin sadır olduğunu vurgulamak
amacıyla, hastalığı kendine ve şifayı Rabbine isnat etti.
Mâide Sûresi 116-120 ........................................................ 375
Sonra duaya başladı ve bunda da çarpıcı bir edep üslûbu kullandı.
Sözüne Allah'ın "Rabb" ismiyle başladı. Ardından isteklerini
kalıcı ve gerçek nimetlerle sınırlayarak geçici dünya süslerini gündeme
getirmeye kalkışmadı. Tercihini büyük ve en onurlu nimetler
olan egemenlikten, yani şeriattan ve iyi kullar arasına katılmaktan
yana kullandı. Ayrıca daha sonraki kuşaklar arasında bir doğruluk
dilinin, sözcüsünün varolmasını istedi. Bu da kendinden sonra
zaman zaman, dönem dönem çağrısını sürdürecek ve şeriatını
uygulayacak önderlerin ortaya çıkmasını istemek demekti. Bu istek,
aslında şeriatının kıyamet gününe kadar yaşamasını istemek
anlamına gelir. Son olarak da cennet vârisliğini (cennetlik olmayı),
babasının affedilmesini ve kıyamet günü mahcup olmamayı istedi.
Ayetin akışından anlaşıldığına göre yüce Allah, babasının affedilmesi
dışında onun bütün bu dileklerini kabul etti. Çünkü yüce
Allah'ın, seçkin bir kulu tarafından yapıldığı hâlde boşa gitmiş,
kabul edilmemiş olan bir duayı söz konusu etmesi düşünülemez.
Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Babanız İbrahim'in dinine..."
(Hac, 78)
"Onu, daha sonra gelenler arasında kalıcı bir söz yaptı."(Zuhruf, 28)
"Biz onu dünyada seçtik ve o ahirette salihlerdendir."(Bakara, 130)
Ayrıca yüce Allah, "İbrahim'e selâm olsun." (Sâffât,109)
şeklindeki buyruğu ile onu kapsamlı bir selâmla onurlandırmıştır.Tarihin ondan sonraki akışı, Kur'ân'ın onun hakkındaki bütün
övgülerini doğruladı. Çünkü o seçkin peygamberdi. Tek başına
tevhit dinini yerleştirmeye, fıtrat inancını hayata geçirmeye girişti.
Putperestliğin temellerini yıkmak için kıyam etti ve putları kırdı.
Bütün bunları tevhit ilkesinin izlerinin silindiği, peygamberlik misyonunun
kayıplara karıştığı, dünyanın Nuh'un ve diğer seçkin peygamberlerin
adlarını unuttuğu bir dönemde gerçekleştirdi. Fıtrat
dinini ihya etti. Günümüze kadar varlığını, hâkimiyetini sürdüren
tevhit çağrısını ve tevhit dinini insanlar arasında yaydı.
Onun dönemi üzerinden dört bin kadar yıl geçtiği hâlde adıyla
diridir ve kendisinden sonra gelenler arasında kalıcılığını sürdürmektedir.
Çünkü dünyanın bildiği tevhit dininin kolları şunlardır:
Yahudilerin dini, ki peygamberleri Musa'dır. Hıristiyanlık dini, ki
peygamberleri İsa'dır. Bu peygamberlerin her ikisi İsrail adı ile de
376 .............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
anılan İbrahim oğlu İshak oğlu Yakup soyundandır. Bir de Hz. Muhammed'in
(s.a.a) getirdiği İslâm dinidir, ki Peygamberimiz de İbrahim
oğlu İsmail'in soyundandır.
İbrahim Peygamberin Kur'ân'da bize nakledilen dualarından
biri, "Rabbim! Bana salihlerden olacak bir evlât ver." (Sâffât, 100)
şeklindedir. İbrahim Peygamber bu duasında Allah'tan salih bir evlât
istiyor. Bu duasında hem Rabbine sarılıyor, hem de bir açıdan
dünyevî bir amaca yönelik olan isteğini salihlik sıfatı ile donatarak
Allah'ın rızasına uygun bir mahiyete büründürüyor.
Onun Kur'ân'da nakledilen bir başka duası da, bugünkü Mekke'nin
bulunduğu yere ayak bastığında yaptığı duadır. Oğlu İsmail
ile annesini oraya yerleştirdiğinde yaptığı bu dua Kur'ân'da şöyle
naklediliyor: "Hani İbrahim, 'Ey Rabbim! Burayı güvenli bir şehir
yap, halkından Allah'a ve ahiret gününe inananları çeşitli ürünlerle
rızklandır' dedi. Allah da, 'İnkâr edeni ise az bir süre geçindirir,
sonra cehennem azabına (girmeye) zorlarım; ne kötü varılacak
yerdir orası.' dedi." (Bakara, 126)
İbrahim Peygamber Rabbinden o sırada kıraç ve ziraata elverişsiz
bir arazi olan bu yeri kendisi için harem, yani güvenli ve
dokunulmaz bir yer yapmasını istiyor. Bu sayede dini bütünleştirmeyi
amaçlıyor. Buranın insanlarla Rableri arasında somut bir
bağlantı merkezi olması düşüncesindedir. İnsanlar Rablerine kulluk
etmek için buraya gelecekler, ibadetlerinde oraya yönelecekler,
saygısını gözetip aralarında oranın güvenliğine ve
dokunulmazlığına riayet edecekler. Böylece burası Allah'ın yeryüzündeki
kalıcı bir ayeti olacak; Allah'ı anan herkes orayı da anacak,
Allah'a yönelen herkes oraya da yüzünü çevirecek; neticede
bunun sayesinde müminler arasında somut bir yön ortaklığı ve söz
birliği meydana gelecektir.
İbrahim Peygamberin (a.s) duasında sözünü ettiği güvenlikten
kastı, bu yerin dokunulmaz bir mekân kabul edilmesi anlamına
gelen teşriî güvenliktir; yoksa çatışmaların, savaşların ve huzuru
ihlâl eden bozguncu olayların meydana gelmemesi anlamındaki
[tekvinî ve] dış güvenlik değildir. Bunun delili, "Biz onları, kendi
katımızdan bir rızk olarak her türlü ürünün toplanıp getirildiği güvenli,
dokunulmaz bir yere yerleştirmedik mi?" (Kasas, 57) ayetidir.
Mâide Sûresi 116-120 ................................................. 377
Bu ayette Kâbe'nin güvenliği orada oturanlara sunulmuş bir
nimet olarak tanıtılıyor. Orası Allah'ın kendisi için dokunulmaz ve
saygın kıldığı bir yerdir. Güvenli olarak nitelenmesi, insanların buraya
saygı duymaları sebebi iledir; yoksa orayı kargaşadan ve savaştan
koruyan tekvinî=varoluşsal bir faktörden dolayı değildir. Nitekim
bu ayet inmeden önce Mekke şehri, Kureyşliler ile
Cürhümlular arasında kanlı savaşlara sahne olmuş, ayrıca sayısız
öldürmelere, zulümlere ve kargaşalara şahit olmuştur.
Bu söylediğimizin bir başka delili de şu ayettir: "Çevrelerindeki
insanlar kapılıp götürülürken, bizim (Mekke'yi), dokunulmaz ve
güvenli bir yer yaptığımızı görmediler mi?" (Ankebût, 67) Yani onlar
Harem-i Şerif'ten kapılıp götürülmüyor, kaçırılmıyorlar. Bunun sebebi,
insanların o mekâna saygı duymalarıdır ve bu saygıyı oraya
yükleyen biziz.
Kısacası, Hz. İbrahim (a.s) yeryüzünde soyundan gelenlerin
yerleşecekleri Allah'a ait bir dokunulmaz ve güvenli yer olmasını
istiyordu. Bu da ancak dünyanın her tarafından insanların ziyarete
gelecekleri bir beldenin kurulması ile mümkündü. Burası kıyamet
gününe kadar oturma, sığınma ve ziyaret amacı ile gelinecek bir
dinî toplantı yeri olacaktı. Bu yüzden Allah'ın burayı güvenli bir yer
yapmasını istedi. Burası ziraata elverişsiz ve bitkisiz bir çıplak yer
olduğu için orada oturanlara çeşitli ürünler bağışlamasını istedi.
Böylece burada oturanlar geçimlerini sağlayabilecek ve orayı terk
etmek zorunda kalmayacaklardı.
Sonra İbrahim Peygamber Mekke'ye ayrıcalık kazandıracak
olan bu isteğinin müminler ile kâfirleri birlikte içerdiğini fark edince,
"halkından Allah'a ve ahiret gününe inananları"
(Bakara, 126)ifadesi ile isteğini, dua konusu edilenlerin mümin olmaları ile kayıtlandırdı.
Peki, bu belde de hem kâfirler, hem de müminler bir
arada oturdukları ve ihtilâfa düştükleri veya sadece kâfirler burada
oturdukları takdirde ne olacak? O zaman buranın halkı bu bitkisiz
ve ziraata elverişli olmayan çıplak yerde nasıl yiyecek maddesi
bulacak? İşte İbrahim Peygamber bu meseleye hiç
değinmiyor.
Bu, onun dua makamında gözettiği bir edep kuralıdır. Dua edenin,
isteğini nasıl karşılayacağını Rabbine öğretmeye kalkışması
ve isteğinin kabul edilmesine ulaştırıcı yolun hangisi olduğunu
378 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
göstermeye çalışması yersiz bir gevezeliktir. Zira Allah, ilim, hikmet
ve kudret sahibidir. O'nun işi, bir şeyin olmasını istedi mi ona
"ol" demektir; o iş hemen oluverir.
Yüce Allah onun isteğini normal sebeplere dayalı olan yürürlükteki
yasası uyarınca yerine getirmeyi dilediği için ve bu uygulamada
mümin-kâfir ayırımı yapmamayı murat ettiği için İbrahim
Peygamberin (a.s) duasına şu kaydı eklemiştir: "İnkâr edeni ise az
bir süre geçindirir, sonra cehennem azabına (girmeye) zorlarım;
ne kötü varılacak yerdir orası." (Bakara, 126)
Harem-i Şerif'in teşriî bir ayrıcalık kazanmasına ve Kâbe'nin
yani insanlar için Mekke'de kurulan ilk ev ve bütün âlemler için
bereket ve hidayet kaynağı olan bu kutsal mekânın yapılmasına
yol açan İbrahim Peygamberin (s.a.a) bu duası, kendinden sonra
kıyamet gününe kadar gelecek Müslümanlara bağışladığı yüce ve
kutsal himmetinin bir ürünüdür. Yüce Allah, İbrahim Peygamberin
(a.s) ömrünün sonlarında yaptığı bir duayı bize şöyle naklediyor:
"Hani İbrahim dedi ki: Ey Rabbim! Bu şehri (Mekke'yi) güvenli
kıl, beni ve evlâtlarımı putlara tapmaktan uzak tut. Ey Rabbim! O
putlar birçok insanı yoldan çıkardı. Şimdi kim bana uyarsa, o
bendendir. Kim de bana karşı gelirse, hiç şüphesiz sen bağışlayan
ve esirgeyensin. Ey Rabbimiz! Ben neslimden bir kısmını senin
Beyt-i Haremi'nin (dokunulmaz ve güvenli evinin), Kâbe'nin
yanı başında, ziraat yapılmayan bir vadiye yerleştirdim. Ey
Rabbimiz! (Bunu) namaz kılsınlar diye (böyle yaptım). Artık sen
de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici kıl ve
onlara meyvelerden rızk ver; umulur ki, sana şükrederler. Ey
Rabbimiz! Şüphesiz sen bizim gizlediğimiz ve açığa vurduğumuz
her şeyi bilirsin. Çünkü ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah'a
gizli kalmaz. İhtiyar hâlimde bana İsmail'i ve İshak'ı bağışlayan
Allah'a hamdolsun! Hiç şüphesiz benim Rabbim duaları işit(ip
kabul ed)endir. Ey Rabbim! Beni ve soyumdan gelenlerin bir kısmını
namaz kılanlardan eyle. Ey Rabbimiz! Duamı kabul et! Ey
Rabbimiz! Hesap olunacağı gün beni, ana-babamı ve bütün müminleri
bağışla."
(İbrâhîm, 35-41)
Bu, İbrahim Peygamberin (a.s) ömrünün sonlarında yaptığı
duadır. O sırada Mekke şehri kurulmuştu. Bunun böyle olduğunu,
Mâide Sûresi 116-120 ................................................. 379
okuduğumuz ayetlerdeki "İhtiyar hâlimde bana İsmail'i ve İshak'ı
bağışlayan Allah'a hamdolsun!" ifadesi ile, "bu şehri (Mekke'yi)
güvenli kıl." ifadesinden anlıyoruz. Çünkü daha önceki duasındaki
gibi, "burayı güvenli bir şehir yap." (Bakara, 126) demiyor.
Bu duada gözettiği edep kurallarının biri, duası sırasında
Rabbine bağlılığı sık sık ifade etmesi ve Allah'ın rububiyet sıfatına
sarılmasıdır. Ne zaman sırf kendisi ile ilgili bir şey söylese, "Ey
Rabbim!" ve ne zaman başkalarını da ilgilendiren bir şey söyleyecek
olsa söze, "Ey Rabbimiz!" diye başlıyor.
Bu duada gözettiği bir başka edep kuralı da şudur: Ne zaman,
hem meşru ve hem de gayrı meşru bir amaçla istenebilecek bir dileğini
açıklasa, onun için güttüğü doğru amacı da ortaya koyuyor.
Böylece Allah'ın rahmetini harekete geçirmek istediği açıkça anlaşılıyor.
Meselâ, "beni ve evlâtlarımı putlara tapmaktan uzak
tut." deyince, arkasından "Ey Rabbim! Onlar birçok insanı yoldan
çıkardılar." diyor. "Ey Rabbimiz! Ben neslimden bir kısmını... yerleştirdim."
dedikten sonra, "Ey Rabbimiz! (Bunu) namaz kılsınlar
diye (böyle yaptım)." diyor. "Artık sen de insanlardan bir kısmının
gönüllerini onlara meyledici kıl." şeklindeki duasının arkasından,
"umulur ki, sana şükrederler."
cümlesini getiriyor.Bu dua da gözettiği bir başka edep kuralı da şudur: Dile getirdiği
her isteğin arkasından Allah'ın güzel isimlerinden o isteğin içeriğine
uygun olanını anıyor. Bağışlayan, esirgeyen ve duaları işiten
gibi. Her dileğinden önce "Rabb" adını tekrarlıyor. Çünkü
rububiyet, kul ile Allah arasında bağlantı kuran yegâne faktör ve
her duanın kapısını açan anahtardır.
Yine bu duasında gözettiği bir edep kuralı,
"Kim de bana karşıgelirse, hiç şüphesiz sen bağışlayan ve esirgeyensin."
ifadesindegörülüyor. Çünkü asi olanlar için beddua etmediği gibi, onlardan
söz eder etmez yüce Allah'ın öyle iki adını anıyor ki, bu iki isim her
tür insanın mutluluk nimetinin kapsamına girmesine vasıtadır. Bu
iki isim affedicilik ve merhametlilik isimleridir. Böylece ümmetinin
kurtuluşuna ve Rabbinin cömertliğinin yaygın olmasına yönelik
isteğini, sevgisini ortaya koyuyor.
Peygamberlerin Allah'a yönelik dua edebiyle ilgili bir diğer dua
da Hz. İbrahim'in, oğlu İsmail Peygamberle birlikte yaptığı duadır.
380 .............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
Kur'ân-ı Kerim bunu bize şöyle naklediyor: "Hani İbrahim ile İsmail
Kâbe'nin duvarlarını yükseltirlerken şöyle dua etmişlerdi: Ey
Rabbi-miz! Bizden (bunu) kabul buyur, şüphesiz sen işitensin, bilensin.
Ey Rabbimiz! Bizi sana teslim olanlardan yap, neslimizden
de sana teslim olan bir ümmet çıkar. Bize ibadet yerlerimizi göster,
tövbelerimizi kabul et; çünkü tövbeleri kabul eden ve çok
merhametli olan sensin. Ey Rabbimiz! İçlerinden onlara senin
ayetlerini okuyacak, kitabı ve hikmeti öğretecek, kendilerini temizleyecek
bir elçi gönder. Hiç şüphesiz sen her zaman üstün gelen
ve hikmet sahibisin." (Bakara, 127-129)
İbrahim Peygamber bu duayı oğlu ile birlikte Kâbe'yi inşa ederlerken
yapmışlardı. Bu duada da, daha önceki dualarda dikkatimizi
çeken edep kurallarının gözetildiğini görüyoruz.
Peygamberlerin davranışlarında Allah'a yönelik sergilenen bir
diğer edep kuralı da, İsmail Peygamberin (a.s), kurban edilme olayındaki
tavrıdır. Yüce Allah bu hususta şöyle buyuruyor: "Biz ona
yumuşak huylu bir erkek müjdeledik. Çocuk onun yanında çalışma
çağına erişince ona, 'Yavrucuğum! Rüyamda seni boğazladığımı
görüyorum; bir düşün, ne dersin?' O da, 'Babacığım! Sana
emredileni yap. İnşal-lah beni sabredenlerden bulursun.' dedi."
(Sâffât, 101-102)
İsmail Peygamberin sözlerinin başı her ne kadar babasına
karşı takındığı edeple ilintili olsa da, sözlerinin devamında
Rabbine karşı takındığı edebi ortaya koyuyor. Üstelik Halilullah
(Allah'ın dostu) İbrahim Peygamber (a.s) gibi bir babaya karşı takınılan
edep, aslında Allah'a karşı takınılmış bir edeptir.
Kısacası; babası, İsmail'e gördüğü rüyayı anlattı. Bu rüya bir
ilâhî emri içeriyordu. Bunun böyle olduğunu İsmail'in, "Sana emredileni
yap." şeklindeki sözünden anlıyoruz. Hz. İbrahim (a.s) oğluna
rüyasını anlattığında, ona bu konuda ne düşündüğünü söylemesini
emretti. -Bu tutum, İbrahim Peygamberin (a.s) oğluna
karşı takındığı bir edepti.- İsmail babasına, "Sana emredileni
yap..." dedi. Bunun bu konudaki şahsî görüşü olduğunu belirtmedi.
Kendini arka plâna atmak ve babasına karşı alçak gönüllülük
olsun diye böyle konuştu. Sanki babası karşısında şahsî bir görüşü
yok gibi davrandı. Bundan dolayı söze babacığım diye girdi ve "Eğer
istersen öyle yap." demedi. Böylece kesin isteğinin babasının
Mâide Sûresi 116-120 ......................................................... 381
gönlünü hoş etmek olduğunu ortaya koymuş oldu. Ayrıca o işin,
İbrahim Peygambere (a.s) verilmiş bir emir olduğunu kendisi ifade
etmiştir. Hz. İsmail (a.s) gibi birinin Allah'ın emrinin yerine getirilmesi
konusunda tereddüt göstereceği, kararsız davranacağı
düşünülemez.
Hz. İsmail bu sözlerinin arkasından, "İnşallah beni sabredenlerden
bulursun." diyor, ki bu söz babasına yönelik bir başka gönlü
hoş etme girişimidir. Bütün bunlar Hz. İsmail'in babasına karşı
takındığı edebin ilkeleridir.
Bu sözünde Rabbine karşı başka bir edep takınıyor. Çünkü
["beni sabredenlerden bulursun" sözüyle sabredeceğine dair] babasına
verdiği sözde kesin konuşmuyor, sonucu Allah'ın dileğine
bağlıyor. Çünkü bir işi Allah'ın dileğine bağlamaksızın kestirip atmakta,
sebebiyet konusunda bağımsızlık iddiası şaibesi vardır, ki
peygamberler böyle bir şeyden münezzehtir. Yüce Allah işlerini Allah'ın
iradesine bağlamayarak kestirip atan "Bahçe Sahipleri"ni
Kur'ân'da şöyle ayıplıyor: "Biz bunlara da belâ verdik, şu Bahçe
Sahiplerine belâ verdiğimiz gibi. Hani onlar sabah olunca, bahçeyi
devşireceklerine yemin etmişlerdi. İstisna da etmiyorlar (Allah
dilerse devşiririz demiyorlar)dı." (Kalem, 18) Yine yüce Allah
Kur'ân'da Peygamberimizi (s.a.a) istisnalı konuşması hususunda
şaşırtıcı bir kinayeli ifade ile şöyle edeplendiriyor: "Hiçbir iş hakkında,
'Bunu yarın yapacağım' deme. Ancak 'Allah dilerse (yapacağım)'
de." (Kehf, 24)
Bu edeplerden biri de Yakub Peygamberin (a.s) edebidir. Oğulları,
Bünyamin ve Yahuda adlı kardeşlerini Mısır'da bırakıp döndüklerinde,
takındığı bu edebi, Kur'ân bize şöyle naklediyor: "Ve
onlardan yüzünü çevirdi de, 'Vah Yusuf'um, vah!' dedi ve üzüntüden
gözleri ağardı. (Buna rağmen) acısını içine gömüyor (belli
etmiyordu). Dediler ki: 'Vallahi sen, hep Yusuf'u anıp durmaktasın;
sonunda ya hasta olacaksın ya da öleceksin!' Dedi ki: 'Ben
üzüntümü ve tasamı sadece Allah'a şikâyet ediyorum ve ben Allah'tan
(bir bilgi olarak) sizin bilmediklerinizi biliyorum." (Yûsuf, 84-
86)
Yakup Peygamber oğullarına diyor ki: "Benim devamlı şekilde
Yusuf'un adını anmam, kötü durumumu Allah'a şikâyet etmektir.
Ben Rabbimin rahmetinden ümit kesmiş değilim. Yusuf'u bana