Şehid
Üstad Murtaza MUTAHHARİ
İÇİNDEKİLER
İlim ve düşünce maddi olmadığından dolayı, fikri ve ilmi eserler nerede hazırlanırsa hazırlansın bütün insanlığın malı sayılır.
İslam dini de bizlere ilimi nerede olursa olsun almaya ve ondan yararlanmayı emretmiştir.
Bu genel kaide gereğince tercüme hareketi, ilim ve fikir alanında, insanlar arasında ilişki oluşturduğu için mukaddes bir vesile sayılır.
Elbette bu söz insanın lakayd olup herkese ve her kaynağa itimat etmesi anlamında değildir. İmam Ca'fer Sadık aleyhisselam "Öyleyse insan kendi taamına baksın"[1] ayetinin tefsirinde şöyle buyurmuştur: "Yani ilmine baksın ve onu kimden aldığını araştırsın.
Bu hadisten de anlaşıldığı üzere insan, ebedi mutluluk yolunu ancak sadık ve emin olduğunda şüphe olmayan kimselerden öğrenmelidir. Bunun içindir ki Resulullah (s.a.a) kendisinden sonra ümmetini başıboş bırakmamış ve onları Kur'an ve Ehl-i Beyt'e sarılmaya davet etmiştir.
Kur'an'dan doğru şekilde istifade etmenin genel ilkelerini içeren bu eser, Ehl-i Beyt mektebinin tanınmış alimlerinden olan, Şehit Ayetullah Murtaza Mu-tahhari'nin ömrünün son yıllarında hazırladığı eserleri arasındadır. Bu eser ister Kur'an'a genel bakış açısı hususunda verdiği değerli bilgiler yönünden olsun, isterse de Kur'an tefsiri bölümündeki araştırmalarıyla olsun, dikkatle okumaya değer bir eserdir.
Bizleri, bu kitabı tercüme ederek yayınlamaya muvaffak kıldığı için, Allah'a şükrediyoruz.
Tûba
Şüphesiz Kur'an-ı Kerim'i araştırmak her din bilginine ve her mümine bir vazifedir. Ama, Kur'an'ı araştırmanın bir toplumbilimci ve psikoloğa zarureti, bu kitabın Müslüman toplumların, hatta bütün insanlığın takdirinin oluşumunda etkili olduğu içindir. Tarihe baktığımızda hiç bir kitabın, Kur'an kadar insanların hayatında ve toplumlar üzerinde etkili olmadığını açıkça görüyoruz.[2] Bu yüzden Kur'an, kendiliğinden sosyoloji alanına girerek bu ilmin incelediği mevzularda yer alır. Neticede, Kur'an'ı tanımaksızın genelde son on dört asrın tarihini araştırıp incelemek, ve özellikle Müslüman toplumları tanımak imkansızdır.
Her Müslüman’ın da Kur'an'ı tanıması gerekir. Çünkü, bir Müslüman’ın din, iman ve düşüncesinin asıl kaynağı ve onun hayatına hareket, değer, anlam ve ruh veren tek şey Kur'an'dır.
Kur'an, diğer bazı dinî kitaplar gibi, sadece birkaç basit öğüdün yanı sıra Allah, yaratılış ve evren hakkında bir takım müphem konuları söz konusu etmemiştir. Dolayısıyla, müminler kendi vazifelerini ve nasıl düşüneceklerini başka kaynaklardan öğrenmeye mecbur değillerdir. Kur'an, imanlı bir insan için gereken inanç, eğitim ve ahlak sistemlerini, ailevî ve içtimaî düzenlerin temel ilkelerini beyan etmiştir ve sadece; açıklama, ve tatbikini sünnet ve içtihada bırakmıştır. İşte bu yüzden diğer herhangi bir dini kaynaktan yararlanmak Kur'an'ı tanımaya bağlıdır. Kur'an bütün kaynakların ölçüsüdür. Dolayısıyla biz hadis ve sünneti Kur'an'la karşılaştırmalı ve Kur'an'a uygun olanı alıp, uygun olmayanı atmalıyız.
Caferî Mezhebine göre, Kur'an'dan sonraki en sağlam ve kutsal kaynak hadislerde, dört kitap (Kâfi, Men Layhze-ruhul Fakih, Tehzip ve İstibsar)dır. Hutbelerde, Nehc-ül Belağa; dualarda ise Sahifet-üs Seccâdiye'dir. Fakat bunlar Kur'an tali mertebede yer alıp senet yönünden Kur'an gibi kesinlik kazanmış değillerdir. Yani, örneğin Kâfi'deki bir hadis, ancak Kur'an'a uygun olup onun hükümleriyle çelişmediği takdirde muteber sayılabilir. Resulullah (s.a.a) ve İmamlar (a.s): "Bizim hadislerimizi Kur'an ile karşılaştırın; Kur'an'la çeliştikleri takdirde yalan ve uydurma olduklarını bilin; çünkü, biz Kur'an'la çelişen bir şey söylemeyiz" buyurmuşlardır.
Buraya kadarki açıklamalarımızda Kur'an'ı tanımanın gerekliliği belli oldu; şimdi, Kur'an'ın nasıl tanınabileceği, konusunu ele alacağız. Genel olarak her kitabı incelerken, onu üç yönden araştırmak zorundayız:
Bu aşamada, bir kitabın yazarına ait olup olmadığı ve bu hususun ne kadar kesinlik kazandığı öğrenilmeğe çalışılır. Örneğin, Hâfız'ın divanını incelerken ilk yapacağımız iş, bu divanın Hâfız'a ait olup olmadığını, sonradan bu divana başkalarına ait olan şiirlerin de eklenip eklenmediğini araştırmaktır. Aynı şeyler Hayyam ve diğerleri için de geçerlidir. İşte burada, en eski ve muteber nüshalar söz konusu olur.
O halde; bir kitabı incelemek için yapılacak ilk iş, o kitabın gerçekten yazarına ait olup olmadığını, eğer yazarına aitse hepsinin mi, yoksa bir bölümünün mü yazarına ait olduğunu, bir bölümünü başkaları yazmış ise kitabın kaçta kaçının yazarın kendisine ait olduğunu öğrenmektir; ayrıca bir kısmını kesinlikle reddederken bir kısmını kesinlikle kabul edip, diğer kısmında şüpheli olarak nitelememizin ölçülerinin neler olduğunu belirlemektir.
Ama, Kur'an hakkında böyle bir araştırmaya gerek yoktur. Çünkü Kur'an, aradan yüzyıllar geçmesine rağmen her türlü şüpheden uzak olarak bugüne kadar sapasağlam kalmış tek kitaptır.
"Filan sure şüphelidir", "filan ayet, filanca nüshada var, diğerlerinde yoktur..." gibi şeyler, Kur'an hakkında söz konusu bile değildir. Kur'an, bu inceleme aşamasını geride bırakmış bir kitaptır.
Şüphesiz bu ayetleri getiren Hz. Muhammed (s.a.a)'dir. O, bu kitabı bir mucize ve Allah'ın kelâmı olarak getirmiştir. Hiç kimse, Kur'an'ın başka bir nüshasının olduğunu iddia edemez. Nitekim şu âna kadar hiç kimse, hatta hiç bir müsteşrik bile kalkıp da "Kur'an'ı araştırmak için önce eski nüshalarını bularak onlarda neler olup olmadığını öğrenmeliyiz" diyememiştir.
Tevrat'ı, İncil'i, Avesta'yı, Firdevsi'nin Şahname'sini, Saadi'nin Gülistan'ını ve diğer bütün eski kitapları incelemek istediğimizde bu tür bir araştırmaya gereksinim olmasına rağmen Kur'an hakkında buna hiç gerek yoktur. Çünkü dediğimiz gibi Kur'an bu merhaleyi geride bırakmıştır. Bunun nedeni ise, Kur'an'ın Müslümanların kutsal bildiği ilahî bir kitap olmasının yanı sıra, Rasulullah'ın (s.a.a) peygamberlik iddiasını doğrulayan en büyük mucize olmasında aramak gerekir. Ayrıca Kur'an Tevrat gibi bir defada inmediği için "Kur'an'ın asıl nüshası hangisidir?" diye bir sorun da söz konusu değildir. Kur'an'ın ayetleri 23 yıl içerisinde (çeşitli münasebetlere göre) tedricen nazil olmuştur. Kur'an ayetleri indiği zaman, Müslümanlar, nihayet derecede susamış bir insanın suya kavuşması gibi büyük bir şevk ve ilgiyle ona yöneliyor ve onu öğrenip ezberliyorlardı. Özellikle o günkü Müslümanların arasında Kur'an'dan başka bir kitap yoktu; dolayısıyla Müslümanlar Kur'an-ı ezberlerken başka bir kitabı da ezberlemek ve korumak zorunda değillerdi. Müslümanların zihinlerinin boş, hafızalarının kuvvetli oluşu, ve okuma yazma bilmeyişleri, tüm bilgilerini görmek ve duymak yoluyla almalarına sebep olmuştu. Kur'an'ın ayetleri (onların duygularıyla çelişmediğinden) taşa işlenilen resimler gibi onların kalplerine işliyordu. Öte yandan Kur'an'ı, herhangi bir beşerin değil, Allah'ın kitabı bilip, kutsallığına inandıkları için bir kelime veya bir harfini bile yenilemeğe veya yerini değiştirmeğe kalkışmıyorlardı. Onlar daima Kur'an okumakla Allah'a yaklaşmaya çalışıyorlardı.
Diğer yandan da, Resulullah (s.a.a) tâ ilk günden beri, "Vahiy Katipleri" denilen bir gurubu nazil olan ayetleri yazmakla görevlendirmişti. Ama diğer kitaplar böyle bir özelliğe sahip değildir. Dolayısıyla, Kur'an'ın yazılması, tahriften korunmasının başlıca sebeplerinden biridir.
Kur'an'ın halk arasında kabul edilmesinin ve iyi bir şekilde karşılanmasının sebeplerinden birisi de onun fevkalede güçlü olan edebî ve sanatsal yönüdür. Kur'an'ın bu cezbedici yönü halkın dikkatini kendine çekmeye ve onu hızla öğrenmelerine neden oluyordu. Hâfız'ın divan'ı, Mevlânâ'nın şiirleri ve diğer edebiyat eserlerinin aksine (ki herkes istediği gibi onlarda değişiklik yapıp güyâ kamilleştirmeye çalışıyorlar) hiç kimse Kur'an'ın bir kelimesini bile değiştirmeye cesaret edemiyordu. Çünkü hemen Allah'a yalan koşmanın ne kadar büyük bir suç ve günah olduğunu vurgulayan bir çok ayet gözleri önüne sergileniyordu:
"Şayet o peygamber, bazı sözler uydurup bize isnat etmeye kalkışsaydı, elbette biz onu kuvvetle yakalar ve öcümüzü alırdık. sonra da mutlaka onun şah damarını koparırdık.[3]
Böylece Kur'an hiç bir tahrife fırsat vermedi. Çünkü tahrife maruz kalmadan bütün ayetleri tevatür haddine ulaşarak öyle bir aşamaya geldi ki, ayetlerini inkar etmek bir yana dursun hatta bir harfini bile azaltıp çoğaltmak imkansız oldu. Buna göre, Kur'an-ı Kerim'i incelemek istediğimizde "nüsha açısından" bir araştırmaya gerek yoktur.
Nitekim, dünyada Kur'an-ı Kerim hakkında araştırma yapan bilginlerden hiç biri böyle bir araştırmaya ihtiyaç duymamıştır.
Elbette asr-ı saadetten sonra İslâm'ın hakimiyetinin hızla
genişlemesiyle birlikte, insanlar büyük bir şevk ve ilgiyle Kur'an'a
yöneldiler. Öte yandan Müslümanların büyük bir kısmı, sahabilerin ve Kur'an
hafızlarının merkezi olan Medine'den uzak düşmüşlerdi. Bu yüzden (en azından
Medine'den uzak yerlerde) bilerek veya bilmeyerek Kur'an-ı Kerim'in
nüshalarında, Kur'an-ı Kerim'i tehdit eden bazı değişikliklerin azalıp
çoğalmaların olabileceği ihtimali büyük bir tehlike olarak ortaya çıkıyordu.
Fakat Müslümanların uyanıklığı ve zamanında davranmaları bu tehlikeyi ortadan
kaldırdı. Müslümanlar herhangi bir suistimal ve tahrifin önlenebilmesi için
sahabiler ve Kur'an hafızları tarafından tasdik edilen Kur'an nüshalarını
Medine'den uzak yerlerde dağıtarak Kur'an'a (özellikle yahudiler tarafından)
yönelen bu tehlikeyi her zaman için önlediler.
Bu aşamada gaye, kitabın muhtevasını incelemektir. Bu kitabın içerdiği konular, ihtiva ettiği meseleler, güttüğü hedefler, dünya ve insan hakkındaki görüşü nelerdir? Topluma bakışı nasıldır? Konuları hangi açıdan ele alıp, açıklamaya çalışıyor? Çeşitli meselelere yaklaşımı nasıldır? Olaylara felsefi ve ilmî açıdan mı, yoksa irfanî açıdan mı bakıyor; veya kendine has bir metodu mu var? Bu kitabın insanlar için herhangi bir mesaj ve teklifi var mı? Varsa, nedir?
Aslında bu soruların bir kısmı inceleme konusu olan kitabın dünya insan, hayat, ölüm vb. konular hakkındaki görüşüyle ilgilidir. Veya daha kapsamlı bir tabirle dünya görüşünü ve filozoflarımızın deyişiyle hikmet-i nazariyesini ilgilendirmektedir. Diğer bir kısmı ise, kitabın, insanoğlunun geleceği için öne sürdüğü planların neler olduğu, insan ve toplumu, hangi örneğe göre eğitmek istediğiyle ilgilidir. Biz buna, "Kitab'ın mesajı" tabirini kullanıyoruz.
Velhasıl, böyle bir inceleme kitabın muhtevasına ait bir şeydir. İster İbn-i Sina'nın Şifa'sı ister Saadi'nin Gülistan'ı, ister başka bir kitap olsun, her kitap üzerinde bu açıdan durulabilir. Çünkü aynı şey hepsinde söz konusu edilebilir. Bir kitap hem "mesaja" hem "görüşe" veya ikisinden birisine sahip olur ya da hiç birisine sahip olmaz.
Kur'an'ın muhtevasını incelerken bu konular üzerinde durmak gerekir. Kur'an, hangi konuları ihtiva etmiş ve onları nasıl sunmuştur? Çeşitli mevzular hakkındaki ispat yöntemi nedir? Acaba Kur'an imanın koruyucusu ve mesajı bir iman mesajı olduğu için aklı kendisinin rakibi olarak mı kabul ediyor yoksa, destekçisi olarak mı? Aklın taarruzunu mu önlemeğe çalışıyor, yoksa aklı kendi savunucusu olarak görüp onun gücünden yararlanmak mı istiyor? Kur'an'ın muhtevasını incelemede söz konusu edilen bu ve benzeri bir çok soru bizi Kur'an'ın mahiyetiyle daha çok tanıştırır.
Bir kitabın yazarına ait olup olmadığını anlayıp içeriğini iyice araştırdıktan sonra incelenmesi gereken şudur:
Kitabın içeriği yazarın kendi fikirleri midir, yoksa başkalarından mı alınmıştır? Örneğin Hâfız'ın divânını ele aldığımızda onun senet ve muhtevası üzerinde durmaktan öte, bir de bunca kelimelerin, cümlelerin, şiir şekline getirdiği söz ve fikirler Hafız'ın kendisine mi aittir, yoksa sadece kelimeler, cümleler, güzellikler onun, fakat fikir başkasının mıdır? Ya da şöyle diyelim: Hâfız'ın sanat boyutu kesinleştikten sonra düşünce boyutu ve onun bir fikire sahip olup olmadığı da araştırılmalıdır.
Hâfız veya herhangi bir yazar hakkında böyle bir araştırma, yazarın fikirlerinin temel ve kaynağını araştırmak için yapılmaktadır. Fakat bu, muhteva incelemesinden sonra gelir. Yani önce yazarın fikirlerinin muhtevasını titizlikle incelemeli ve sonra bu muhtevanın neye dayandığını öğrenmeye teşebbüs etmelidir. Aksi takdirde, yapılacak işin neticesi, bilimlerden haberi olmadığı halde bilim tarihi yazmaya kalkışan ya da ne İbn-i Sina'yı ne de Aristo'yu tanımadığı halde bunların ortak ve farklı yönleri hakkında kitap yazmak isteyen bazı yazarlarının eserleri gibi olur. Böyle kimseler, basit bir mukayese yaparak en ufak bir söz benzerliği gördükleri zaman hemen hüküm vermeye kalkışırlar. Halbuki mukayese yapabilmek için her şeyden önce fikirler derince incelenmelidir. Meselâ İbn-i Sina ve Aristo gibi mütefekkirler hakkında böyle bir araştırma ömür boyu sürecek bir çalışmayı gerektirir. Aksi takdirde, bütün söylenenler tahmin ve taklitten öteye geçmeyecektir.
Kur'an-ı Kerim'i muhteva yönünden inceledikten sonra özgünlüğünü anlayabilmek için sıra, tarihî yönden inceleyip mukayese etmeye gelir. Yani, Kur'an'ı bütün muhtevasıyla birlikte o zamanki kitaplarla (özellikle dini kitaplarla) karşılaştırmalıyız. Bu mukayesede Arabistan yarımadasıyla diğer bölgeler arasındaki ilişki ölçüsü, o zaman Mekke'de kaç kişinin okuma yazma bildiği vb. gibi bütün o zamanki şart ve imkanlar göz önünde bulundurulmalı ve sonra şöyle mukayese yapmalıdır: Acaba Kur'an'da olan her şey diğer kitaplarda da var mı? Varsa ne ölçüde var? Diğer kitaplara benzeyen yönü onlardan alıntı mıdır, yoksa Kur'an'ın kendisine mi aittir, hatta diğer kitapların yanlışlarını düzeltip, tahriflerini meydana çıkarmayı da mı ifâ ediyor?
Kur'an'ı incelediğimiz zaman onun, "üç özelliği" olduğunu görürüz:
a) Senet sağlamlığı. Şüphesiz bugün Kur'an diye tanınan kitap (1400 yıl önce) Hz. Muhammed (s.a.a)'in insanlığa sunduğu kitaptır ve bu konu gün ışığı gibi açıktır. Bunun ispatı için eski nüshaları araştırmaya gerek yoktur. Dolayısıyla bu konu üzerinde daha fazla durmayacağız.
b) Konu sağlamlığı: Kur'an'da yer alan konular muhteva açısından insanoğlunun kendi aklıyla ulaşamayacağı konulardır. Bu araştırma "muhteva araştırması" bölümünde ele alınacaktır.
c) İlahî Yön: Kur'an'daki öğreti, Resul-ü Ekrem'in beyninin dışındaki bir ufuktan o'na verilmiştir ve Peygamber sadece bu vahyi ve ilahi daveti halka iletmekle vazifelendirilmiştir. Bu ise Kur'an'ın özgünlüğü üzerine yapılacak araştırmadan alınan bir sonuçtur. Fakat Kur'an'daki konuların sağlamlığı üzerinde duran böyle bir araştırma ikinci araştırmaya bağlı olduğu için biz her şeyden önce "muhteva araştırma"sına başlayacağız.
Kur'an'ın muhtevası ve onda söz konusu edilen meseleler nelerdir ve hangi metotla açıklanmağa çalışılmıştır? İşte bunlar "muhteva araştırmasında" ele alınacak şeylerdir. Kısacası muhtevayı iyice inceleyip, Kur'an'ın öğretisiyle yeterli şekilde âşinâ olduktan sonra sıra Kur'an'ın en önemli yönünü araştırmaya geliyor ki o da Kur'an'ın "ilahî yönü" yani "mucize" oluşudur.
Kur'an'ı araştırmanın birçok şartları vardır. Burada o şartları kısaca açıklamağa çalışacağız. Kur'an'ı araştırmanın başlıca şartlarından biri, Arapça'yı bilmektir. Hafız ve Saadi'yi, Farsça'yı bilmeden tanımanın mümkün olmadığı gibi Kur'an'ı da (Arapça olduğu için) Arapça'yı bilmeden araştırmak ve bilmek imkansızdır. Diğer bir şart ise İslâm tarihinden haberdar olmaktır. Çünkü Kur'an, Tevrat ve İncil gibi Peygamber tarafından topluca bir defada halka sunulan bir kitap değil, Kur'an İslâm tarihinin Hz. Resulullah'ın bi'setinden vefatına kadar süren 23 yıllık çok olaylı bir dönemde tedricen nazil olmuştur. İşte bunun için Kur'an'ın nüzul sebebi vardır. "Nüzul sebebi" ayetin manasını kendisiyle sınırlamasa da nüzul sebebini bilmek ayetlerin manasının açıklığa kavuşmasında büyük ölçüde yardımcı olur.
Kur'an-ı Kerim'i araştırmada üçüncü şart ise, Rasulullah'ın sözlerini (hadisleri) öğrenip bilmektir. Çünkü, Kur'an'ın açıkça buyurduğuna göre, Hz. Rasulullah Kur'an'ı açıklayan ilk müfessirdir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"...Sana da Kur'an'ı indirdik ki halka indirileni açıklayasın. Belki düşünürler."[4]
Diğer bir ayette:
"Onların içinden bir peygamber
gönderen O'dur. (Bu Peygamber) onlara (Allah'ın) ayetlerini okur ve onları
(şirkten) arındırır, kitap (Kur'an) ve hikmeti öğretir..."[5]
Kur'an-ı Kerim'e göre Resulullah'ın kendisi bu kitabın açıklayıcısıdır ve bize düşen Kur'an'ın tefsirinde Peygamber'in sözlerinden yararlanmaktır (ki bunu hemen bütün İslâm mezhepleri kabul etmektedir.) Fakat, on iki masum imamın varlığına inanan Caferi mezhebine göre, on iki İmam'dan ulaşan sözler de Rasulullah'ın sözlerinin hükmünü taşımaktadır. Çünkü, Peygamber'e Allah (c.c) indinden inen ilimler, ondan sonra vasilerine intikal etmiştir. Bu vasiler Peygamber olmamakla birlikte ma'sumdurlar. Onun için Caferî fıkhına göre İmamlar'dan nakledilen sahih hadisler Kur'an'ı incelemek için çok önemli ve büyük bir kaynak sayılıyor.
Kur'an-ı Kerim'i araştırırken dikkat edilecek önemli bir nokta da şudur: Her şeyden önce Kur'an'ı, Kur'an ile tanımak gerekir. Yani Kur'an'daki ayetler uyumlu bir yapıyı oluşturuyorlar. Bunun için Kur'an'dan herhangi bir ayeti alıp, onu diğer ayetlerden ayrı olarak anlamaya çalışmak doğru bir yöntem değildir. Bir tek ayetten anladığımız doğru olabilir. Fakat bu ihtiyattan uzak bir harekettir. Çünkü, "Kur'an'ın bazısı bazısını tefsir eder." Bazı büyük müfessirlerin de dediği gibi masum imamlar bu tefsir yöntemini teyit etmişlerdir.
Kur'an-ı Kerim meseleleri beyan etmede kendine has bir metoda sahiptir. Çoğu kez, bir ayetten, tek olarak incelendiğinde bir anlam çıkıyorken onunla aynı manayı paylaşan diğer ayetlerle karşılaştırıldığında daha farklı bir anlam çıkıyor.
Kur'an'ın bu özel metoduna, "muhkem" ve "müteşabih" ayetleri örnek verebiliriz. Halk arasında "muhkemat" ve "müteşabihat" hakkında basit ve temelsiz bir düşünce var. Bazıları, muhkem ayetlerde konuların açık bir şekilde, müteşabihlerde ise karışık ve şifreli bir şekilde yer aldığını sanırlar. Bu görüşe göre Müslümanlar, sadece, muhkem (açık) ayetler üzerinde düşünebilirler. Müteşabih ayetler ise esasen kavranılamayacak şeyler olduğu için, onların üze-rinde hiç kimsenin düşünmeye hakkı yoktur. Burada, ister istemez şöyle bir soruyla karşılaşmaktayız; Müteşabih ayetlerin var olması neye yarar ve Allah Teâlâ, insanların kavrayamayacakları bu ayetleri niçin nazil etmiştir? Ancak, muhkem "açık" ifadeli ve müteşabih de "şifreli ve muammalı" ayet anlamına gelmediği için de böyle bir soru yersizdir.
Muammâ ve şifre, açık bir anlam vermeyen ve açıklanmaya ihtiyacı olan müphem kelimelere denir. Örneğin, Firdevsi, büyük zahmetlere katlanarak "Şahname"yi yazıp bitirdikten sonra Sultan Mahmut bu zahmetler karşısında ona iyi bir hediye vermediği için kendi şiirlerinde Sultanı kınayarak onu cimrilikle suçluyor. Bu kınamaların bazısı açık ve sarih, bazısı ise muammâ şeklindedir.
Örneğin, Şiirlerinin birinde diyor ki:
Eğer mâder-i Şah bânu budi
Merâ sim ü zer tâ be zânu bedi
(Büyük hanım olsaydı eğer bu şahın annesi - Dize ulaşırdı Şahın gümüş, altın vermesi)
Başka bir yerde ise şöyle diyor:
Kef-i Şah Mahmud kişver-güşây
Noh ender noh âmed se ender çehâr
(Devletini genişleten Şah Mahmud'un eli - Dokuz içinde dokuz, dört içinde üç gibi.)
Burada Firdevsi, amacını açıklarken bir muammâdan istifade etmiştir. Maksadı şudur: 9×9=81 ve 3×4=12 toplam 93 eder. Firdevsi, Sultan Mahmud'un elini Arapça’da 93 rakamı olan ...... şekline benzetiyor. Yani: Sultan elini öyle sıkı kapamış ki sadece baş parmağı açıktır. Açık olan baş parmak işaret parmağıyla birlikte "...."(dokuz) şekline benzer. Diğer üç parmakla birlikte ise "......" (93)'e benzer. Bu muammâyla Firdevsi, Sultan Mahmud'un cimri ve elinin sıkı olduğunu (Hiç kimseye bir şey vermediğini) açıklamak istemiştir.
Kur'an'da da bunun gibi şifreli ve üstü kapalı ayetler var mıdır? Varsa bu, Kur'an'ın nassıyla açıkça çelişmektedir. Çünkü Kur'an, kendisini, aydınlatıcı, herkes için kavranılacak ve bütün ayetleri nur ve hidayet olan bir kitap olarak tanıtıyor. Kur'an'daki ayetler muamma ve şifreye dayanmadığına göre müteşabih ve muhkemin başka bir manası mı vardır? Varsa nedir?
Evet; bu sorunun cevabı kısaca şöyledir: Kur'an'da söz konusu edilen bazı konular, özellikle gayb ve tabiat ötesiyle ilgili konular insanların dilinde dolaşan kelimelere sığdırılacak şeyler değildir. Şeyh Şebüsteri'nin dediği gibi:
Manalar harflere sığar mı hiç
Denizler kaplara sığar mı hiç
Fakat, Kur'an beşeri dille nazil olduğu için, ister istemez o zarif ve manevi konular da, insanların maddiyatta kullandığı kelimelerle açıklanmağa çalışılmıştır. Fakat, yanlış anlaşılmaması için bazı ayetlerde olaylar öyle bir şekilde anlatılmıştır ki, ancak diğer ayetlerin yardımıyla açıklanması mümkündür. Örneğin; Kur'an'da "Allah'ı kalp gözüyle müşahede etmek" diye bir hakikatten söz edilirken bu mana şu ibareler kalıbında beyan edilmiştir:
"O gün nice
yüzler parıldar. O yüzler Rab'lerine bakarlar."[6]
Kur'an burada daha münasip bir deyim olmadığı için "bakmak" kelimesini kullanmıştır. Fakat yanlışlığa düşmemek için, diğer bir yerde buyuruyor ki:
"Hiç
bir göz onu göremez, fakat O, görenleri müşahede eder."[7]
İster-istemez Kur'an'ı araştıran bir şahıs, deyimlerin birbirine benzemesine rağmen bu iki mevzunun (gözle görmekle kalple görmenin) birbirinden farklı şeyler olduğunu hemen onlar.[8] Kur'an, o büyük ve üstün manalar, maddi anlamlarla karışmasın diye "müteşabihatı, muhkemata irca edin" diyor:
"Kur'an'ı sana
indirdi, onun bazı ayetleri muhkemdirler. İşte ana ayetler onlardır..."[9]
Yani, bu ayetler o kadar açıktır ki, onları, kendi manalarından çıkarmak mümkün değildir. Bunlar "Ümm-ül Kitap" yani "ana ayetler"dir. Bir çocuğun, çeşitli meselelerde annesine başvurduğu gibi veya "Ümm-ül Kurâ" Ana şehir (başkent), küçük şehirler için müracaat yeri olduğu gibi, muhkem ayetler de müteşabih ayetler için birer "merci" sayılmaktadırlar. Müteşabih ayetleri anlamak için muhkem ayetlerin üzerinde düşünülmesi gerekir; müteşabih ayetlerin manasını muhkem ayetlerden yararlanarak kavramaya çalışmalıyız. Çünkü, ana ayetlerden yararlanmadan, müteşabihattan elde edilen manalar doğruluk ve salamlığını kaybeder.
Kur'an'ın muhtevasını anlamak istediğimiz zaman önümüze çıkacak ilk soru şudur: Acaba Kur'an anlaşılabilir mi? Kur'an'ın muhtevası üzerinde düşünebilir miyiz? Yoksa Kur'an, düşünmek için değil de, sadece okumak, sevap kazanmak ve teberrük edinmek için midir? Bazıları çıkıp da, "bu da ne biçim bir soru? Kur'an'ın anlaşılabileceğinde şüphe mi var?" diyebilir. Fakat, bilinmelidir ki, İslâm dünyasında bazı nedenlerden dolayı bu mevzu hakkında, sapık ve yanlış fikir ve tezler ortaya çıkmış ve bu fikirler Müslümanların gerilemesinde çok önemli bir rol oynamıştır. Maalesef bu tehlikeli fikirlerin kökleri, Müslümanların arasında hâlâ varlığını sürdürmektedir. Dolayısıyla, kısaca bu mevzua değinmeyi gerekli görüyorum.
Üç-dört asır önce alimler arasında Kur'an'ı "hüccet" ve "Şer'î delil" olarak kabul etmeyen bazı kişiler ortaya çıktı. Bunlar, İslâm uleması tarafından şer'i meseleleri araştırmada kıstas olarak ilân edilen dört fıkıh kaynağı, "Kur'an", "sünnet", "icma'" ve "akıl"dan üçünü reddediyorlardı. İcma'ya şer'i bir dayanağı olmadığı için, akla ise çok hata ettiğinden dolayı güvenemeyiz diyorlardı. Kur'an'a gelince saygılı bir ifadeyle, "Kur'an, bizim bu zayıf ve itibarsız fikir ve anlayışımızın çok üstünde bir kitap olduğu için üzerinde düşünüp ne demek istediğini anlamak gücümüzü aşan bir iştir. Ancak Peygamber ve masum imamlar Kur'an'ın derinliklerine inebilirler. Bize düşen sadece Kur'an'ı okumaktır" diyorlardı. Bu görüşe sahip olanlara "Ahbari" (hadisçi) denilmektedir. "Ahbariler" şer'i hükümleri çıkarmada sadece hadisleri kaynak olarak kabul ediyorlar. İlginç olanı şu ki, ahbariler yazdıkları bazı tefsirlerde, hakkında hadis olan ayetleri zikredip, hakkında hadis bulamadıkları ayetleri hiç yokmuş gibi zikretmemişlerdir. Onlar bu hareketleriyle Kur'an'a bir nevi zulmetmiş oldular, ilahî kitaplarını (hem de Kur'an gibi bir kitabı) böylesine kenara atıp unutan bir toplum, Kur'an çizgisinde hareket edebilir mi hiç?
Ahbariler dışında, bazı gruplar da "Kur'an'ın herkesin eline düşmemesi gerektiğine inanmaktaydılar." Bunlara "Aşâriler"i örnek olarak verebiliriz. Aşâriler Kur'an hakkında şu görüşe sahiptirler: "Kur'an'ı anlamak, ayetler üzerinde düşünüp inceleme yapmak değil, sadece Kur'an'ın meâlini bilmek anlamına gelir. Kur'an'a böyle bir yaklaşım, ister istemez kısa zamanda insanı çok büyük yanılgılara sürükler. Nitekim, bu görüş sahipleri, bir taraftan ayetlerin sadece mealini bilmek mecburiyetinde kaldıklarından, diğer taraftan aklı devreye sokmadıklarından Kur'an'dan ancak yüzeysel bir anlayışa sahiptiler. Dolayısıyla çok geçmeden "Allah cisimdir. gözle görülebilir; Onunla beşeri dille konuşulabilir gibi bir çok yanlış inançlara vardılar.
Kur'an'ı bir kenara atmak isteyenler karşısında, diğer bir grup çıkarak, onu, kendi şahsi amaçları yolunda kullandı. Bunlar, menfaatlerinin icap ettiği her yerde ayetleri tevil ediyor, Kur'an'la asla bağdaşmayan birçok meseleleri Kur'an'a isnat ediyorlardı. Kendilerine yönelen itirazlar karşısında ise "Ayetlerin batınını yalnız biz bildiğimiz için, ifade ettiğimiz bu manaları da ayetlerin batınını araştırarak çıkarıyoruz" diyorlardı. İslâm tarihinde bu fikri benimseyenler iki gruba ayrılmıştır:
a)- Kendilerine "Batıniye" de denen ''İsmailiye''
b)- ''Mütesavvife'' (tasavvufçular).
İsmailiye’ye mensup olanların bir kısmı İran'da, çoğunluğu ise Hindistan'da yaşamaktadır. İsmailiye mensupları, bir ara Mısır'da Fatimiler hükümetini kurdular. Bu fırkaya mensup olanlar sözde altı imama inanan şiilerdir, fakat on iki İmam'a inanan bütün Şia alimleri kesin bir tavır ile bu "altı imama inanan İsmailiye'nin" Şia'ya, Şii olmayan fırkalardan daha uzak olduğunda ittifak etmişlerdir. Yani, Şia imamlarının hiç birini (Şia'nın kabul ettiği gibi) kabul etmeyen Ehl-i Sünnet kardeşlerimiz bile bu altı imamlı Şii'lerden, İsna Aşeriyye Şia'sına daha yakındır. İsmaililer, batıni oldukları yüzünden İslâm tarihinde bir çok ihanetler etmiş, İslâmî meselelerin saptırılmasında büyük rol oynamışlardır.[10]
Tasavvufçular ise, ayetleri tahrif edip onları şahsî inançları doğrultusunda tevil etmekte başta geliyorlar. Burada bu fırka mensuplarının, ayetleri nasıl tahrif ettiklerine bir örnek verip kararı okuyucunun kendisine bırakıyoruz:
Kur'an'da Hz. İbrahim ve oğlu İsmail'in öyküsü anlatılırken şöyle deniyor:
"Ne zaman ki,
yanında koşmak çağına erdi, (ona şöyle) dedi:
Yavrum! Ben rüyamda seni kestiğimi görüyorum. (seni kesmem gerektiği
bana emrolundu) artık bak, ne düşünürsün?'
(çocuk ona) şöyle dedi: Babacığım! Sana, ne emrediliyorsa yap; İnşaallah
beni sabredenlerden bulacaksın."[11]
Bu ilahi emirde asıl maksat da onların Hak Teâlâ karşısında teslim olup, O'nun kaza ve kaderine ne kadar razı olup olmadıklarının ortaya çıkması idi. Baba ve oğul her ikisi de tam bir samimiyet ve tertemiz bir niyetle Allah Teala'nın emrini yerine getirmeye hazırlanınca, bu hükmün uygulanması Allah'ın emri ile durduruldu.
Bu olayı tasavvufçular şöyle tevil ediyorlar: "Burada İbrahim'den maksat (Hz. İbrahim (a.s) değil de) insanın aklı, İsmail'den maksat yani insanın nefsi, kesmekten maksadı ise aklın nefsi yenmesidir."
Açıktır ki, böyle bir anlayış açıkça Kur'an ile alay edip, sapık bir düşünceyi Kur'an'a yüklemek demektir. İşte bu gibi şahsî ve grupsal amaçlar doğrultusunda yapılan teviller hakkında Resulullah (s.a.a) şöyle buyuruyor:
"Kur'an'ı kendi
reyine göre açıklayan kimsenin yeri (ahirette) ateştir...
Ayetlerle bu şekilde oynamak Kur'an'a karşı en büyük ihanet sayılır.[12]
Kur'an-ı Kerim, Ahbariler, Batıniyye ve diğerlerinin sapıklıkları ve kötü telakkilerine karşı, orta bir yol göstererek: Garazsız ve insaflı bir şekilde Kur'an üzerinde düşünüp, incelemeye çağırıyor. Kur'an sadece mü'minleri değil kendisine karşı olanları bile, ilahî ayetler üzerinde tefekkür etmeğe davet ediyor. Nitekim muhaliflerine hitaben şöyle buyuruyor:
"Ne diye
Kur'an'ı iyice düşünüp taşınmazlar, yoksa gönüllerinde kilitler mi var?"[13]
Diğer bir ayette de:
"(Ey Muhammed!)
Sana indirdiğimiz bu Kur'an, mübarektir. ayetlerini düşünsünler, akıl sahipleri
ibret alsınlar."[14]
Kur'an-ı Kerim üzerinde tefekkür etmeği önemle vurgulayan bunun gibi onlarca ayet, Kur'an'ı tefsir etmenin caiz olduğuna birer delildir. Fakat bu tefsir heva, heves ve şahsî istek ve görüşlere göre değil, insaflı, garazsız ve doğruluk üzerine olmalıdır. Kur'an'ı doğru bir yöntemle araştırsak da onun derinliklerini anlayamayız diye bir şey de söz konusu değildir. Kur'an bu yönden tabiata benzer:
Tabiatta keşfedilmemiş nice sırlar vardır ki bu günkü bilgilerimizle onları keşfetmemiz imkansızdır. Ama gelecekte bu sırlar çözülecektir. Ayrıca tabiatı doğru tanımak için insan düşüncelerini tabiatla uzlaştırmalı ve tabiatı kendi istediği gibi yorumlamamalıdır. Kur'an’da tabiat gibi belli bir zamanla sınırlanamaz. Belli bir zaman için inmiş olsaydı geçmişte Kur'an'ın bütün sırları keşfedilmiş olur ve bu ilahi kitap çekiciliğini, yeniliğini ve etkinliğini kaybederdi. Oysa, Kur'an her zaman için üzerinde düşünülecek, tefekkür edilecek ve yeni şeyler keşfedilecek özelliğe sahip olan bir kitaptır. Bu konuya Peygamber ve İmamlar da hadislerde değinmişlerdir.
Rasulullah (s.a.a)’ten nakledilen bir hadiste şöyle geçer:
"Kur'an, ay ve güneşe benzer. Onlar
gibi her an hareket halindedir." -Yani sabit ve tek düze bir kitap
değil, bir noktada da durmuş değildir.-" Diğer bir hadiste:
"Kur'an'ın zahiri güzel, batını ise
derindir" diye nakledilmiştir.
Bu konu Uyun-i Ahbar-ir Rıza'da nakledilen bir hadiste de şöyle geçer:
İmam Cafer-i Sadık'a (a.s) "Kur'an'ın üzerinden ne kadar zaman geçerse ve
Kur'an ne kadar okunursa yeniliğinin de bir o kadar artmasının sebebi
nedir?" diye sorulduğunda şöyle buyurdu:
"Çünkü Kur'an belli bir zaman ve belli insanlar için değil, bütün
zamanlar ve bütün insanlar için nazil olmuştur."
Kur'an'ı indiren, onu öyle nazil etmiştir ki, farklı zamanlarda göze çarpan onca fikirlere, bilgi ve düşünce alanının genişliğine rağmen, Kur'an bütün bu düşünce ve ilerlemeleri geride bırakır. Her zaman için okuyucunun çözemeyeceği bir sürü meçhul noktalara sahip olmasına rağmen, her dönemin zarfiyetini dolduracak miktarda, herkes için anlaşılacak ve istinat edilecek bilgi ve kavramlar sunar.
Bu bölümde Kur'an'ın muhtevası üzerinde durmak istiyoruz. Ancak Kur'an'da ele alınan konuların hepsini ayrı-ayrı incelemeye kalkışacak olursak yüzlerce konuyu ele almak gerekecektir. İşte bu yüzden biz burada sadece genel konuları söz konusu ederek bazılarını daha detaylı bir şekilde incelemeğe çalışacağız. Kur'an birçok mevzudan bahsetmiş; fakat bu arada, bazısının üzerinde çok, bazısının üzerinde ise az durmuştur. Bunlardan bazısı şöyledir:
Kur'an'da söz konusu edilen konulardan biri, Allah (c.c) mevzusudur. Bu konuyu incelerken şu soruların cevabını aramalıyız; Kur'an, Allah'ı nasıl tanıtıyor; felsefi bir bakışla mı, irfani bir bakışla mı? Tevrat, İncil ve diğer ilahi kitaplar gibi mi? Veya Hint ekollerinde olduğu gibi mi? Veya bunlar gibi değil kendisine has bir yöntemi mi var?
Kur'an'ın bahsettiği konulardan biri de "dünya"dır. Kur'an'ın dünya hakkındaki görüşü nedir? Yaratılışı ve dünyanın varlığını yararlı ve hikmete dayalı bir şey mi biliyor yoksa ona abes bir şey olarak mı bakıyor? Dünyadaki düzeni, bir takım kanun ve kurallara mı bağlıyor? Yoksa vuku bulan olayların, herhangi bir kanun ve nizam çerçevesinde olmadığını mı savunuyor?
Kur'an'ın muhtevasını teşkil eden genel konulardan birisi de "İnsan" meselesidir. Kur'an'ın insan hakkındaki görüşü tahlil edilmelidir. Kur'an, insan hakkında iyimser bir şekilde mi söz ediyor, yoksa ona menfi ve kötümser bir gözle mi bakıyor? İnsanı üstün ve şerefli bir varlık olarak mı addediyor, yoksa onun hakir ve değersizliğine mi inanıyor?
Diğer bir mesele ise "insan toplumu"dur. Kur'an'a göre toplumun özel kişiliği var mıdır? Yoksa asıl olan sadece bireyler midir? Diğer bir ifadeyle, Kur'an kendi öğretisinde bireyi mi esas almış, yoksa bireyin yanı sıra toplumu da göz önünde tutmuş mudur? Kur'an'a göre, toplumlar için hayat, ölüm, ilerleme, gerileme var mıdır? Yoksa bunlar sadece ferdin özellikleri midir? Burada bir de tarih meselesi söz konusudur. Yani, Kur'an tarihi nasıl yorumluyor? Tarihi harekete geçiren etkenler Kur'an'a göre nelerdir ve fertler tarih üzerinde ne kadar etkili olabilir?
Kur'an-ı Kerim'de söz konusu edilen daha bir çok mesele var ki biz bunların sadece bir kaçının isimlerine değinmekle yetineceğiz. Kur'an'ın kendi hakkındaki görüşü ve yine Peygamber hakkındaki görüşü nedir? Acaba, Kur'an Peygamberi nasıl tanıtıyor ve ona hitap şekli nasıldır? Müminler Kur'an'da nasıl tanıtılmıştır, müminlerin sıfatları nelerdir?... vb. nice konular.
Bu genel konuların her birinin çeşitli bölümleri, dalları vardır. Örneğin, insan hakkında konuşurken ister istemez onun "ahlâki" boyutu hakkında da konuşmak zorundayız. Meselâ toplumdan söz ederken, fertler arasındaki ilişkilerden, marufu emretme, münkerden nehyetme ve sosyal sınıflardan da bahsetmemiz gerekir.
Kur'an'ın muhtevasını incelerken, önce Kur'an'ın kendisi hakkındaki görüşünü ve kendisini nasıl tanıttığını öğrenmemiz daha faydalı olur. Kur'an, her şeyden önce kendisini Allah (c.c)'nin kelamı diye tanıtarak açıkça Kur'an'ın, Peygamber'in uydurduğu bir kitap olmadığını, çünkü Peygamber'in kendi arzularına göre konuşmadığını, Kur'an'ın ancak vahye dayalı bir kitap olduğunu belirtiyor. Kur'an, kendisi hakkında yaptığı diğer bir açıklamada ise, kendi hedef ve risaletinin insanları karanlıklardan çıkarıp aydınlığa hidayet etmek olduğunu bildiriyor:
"...İnsanları
Rablerinin izniyle karanlıktan aydınlığa çıkarman, her şeye galip ve hem de
lâyık olan Allah'ın yoluna götürmen için indirdiğimiz bir kitaptır"[15]
Şüphesiz bu karanlıklardan biri de cahilliktir. Kur'an, insanları bu karanlıktan çıkarıp ilim aydınlığına götürür. Fakat karanlık sadece cahillik midir? Eğer böyle olsaydı, Kur'an'ın vazifesini filozoflar ve ilim sahipleri de yapabilirdi. Cahillikten daha tehlikeli, olan fert ve toplumun ahlakına yönelik menfaatperestlik, hevesperestlik, bencillik, gurur, ihtiras, zulüm vb. nice karanlıklar ve rezaletler var ki, ilim bunların hiç birisiyle mücadele edemez. Arapça’da "Zulüm" kelimesi haksızlık anlamında olup "zulmet" (karanlık) kelimesinden türemiştir ve aynı zamanda bu kelime bir nevi toplumsal ve manevî karanlık anlamına da gelmektedir. İşte Kur'an ve diğer ilahi kitapların misyonu bu tür zulmetler (karanlıklar) ile mücadele etmektir. Yüce Allah Kur'an'da Hz. Musa'ya (a.s) hitaben şöyle buyuruyor:
"...Milletini
karanlıklardan aydınlığa çıkar..."[16]
Bu karanlık Firavun ve firavuncuların zulüm karanlığıdır. Aydınlık ise zulümden kurtuluş ve adalet aydınlığıdır. Burada müfessirlerin dikkatini çeken nokta şudur: Kur'an her yerde "zulmet" (karanlık) kelimesini "zulümat" (karanlıklar) olarak çoğul, "nur" (aydınlık) kelimesini ise tekil kullanmıştır.
Bununla sapık yolların çok ve değişik, hak yolun ise tek bir yol olduğunu anlatmak istiyor.[17] Böylece Kur'an, kendi hedefinin, zulüm ve esaret zincirlerini kırmak veya tek kelimede karanlıkları yok edip insanları kurtuluşa, adalete, iyilik ve aydınlığa hidayet etmek olduğunu bildiriyor.
Diğer bir konu da Kur'an'ın dilini öğrenip onu okumaktır. Bazıları, Kur'an'ı okumaktan amacın, onun manalarını anlamak değil, sadece sevap kazanmak olduğunu sanırlar. Bu düşünceye sahip olanlar daima Kur'an'ı hatmedip yine baştan okurlar; fakat eğer kendilerine okuduklarının manasının ne olduğu sorulsa cevap vermekten acze düşerler. Kur'an'ı okumak iyidir; fakat önemli olan sevap kazanmak değil, ayetlerin manasını anlamaktır. Kur'an'ın ne demek istediğini anlamak için bir çok şartlar vardır.
Çoğu kitaplar okunduğunda, okuyucuya önceden bilmediği bir takım bilgi ve fikirler kazandırır. Çünkü o sırada sadece insanın aklı ve fikri faaliyete geçer. Fakat Kur'an sadece okumak için değil, hem öğrenmek, hem eğitilmek için okunmalıdır. Diğer bir ifadeyle, okumak eğitilmeye vesile edilmelidir. Kur'an, birinci hususa ilişkin şöyle buyuruyor:
"(Ey Muhammed)
Sana indirdiğimiz bu kitap, mübarektir. Ayetlerini düşünsünler, akıl sahipleri
ibret alsınlar."[18]
Kur'an'ın vazifelerinden biri öğretmektir. Bu açıdan Kur'an'ın muhatabı insanın aklı olduğu için onunla delil ve mantık diliyle, konuşuyor. Fakat Kur'an'ın muhatabı sadece insanın aklı değildir. Kur'an bir de insanın kalbine hitap ediyor ki bu ikinci dilinin adı "his" ve "duygu"dur. Kur'an'ı öğrenip onunla ünsiyet kurmak isteyen, bu iki dilin ikisini de bilmeli ve her birini diğeriyle birlikte kullanmalıdır. Çünkü bu ikisini bir birinden ayırmak hata, zarar ve ziyana sebep olur.
Kalp dediğimiz, insanın içinde bulunan çok derin ve yüce bir histir, bazen ona varlık hissi de denilmektedir. Yani, insanın "mutlak varlığa" bağlanmasından meydana gelen bir histir.
Kalp diliyle konuşmasını bilen, insanın tüm varlığını harekete geçirebilir. O zaman sadece insanın akıl ve fikrini değil, bütün varlığını etkileyiverir. His ve kalp diline örnek olarak müziği gösterebiliriz. Bütün müziklerin farklı olmalarına rağmen insanın duygularına hitap etme açısından ortak bir yönü vardır. Müzik insanın ruhunu coşturarak onu hislerle dolu bambaşka bir aleme götürür. Müziğin insanda oluşturduğu bu coşku ve hisler müzikten müziğe değişmektedir. Örneğin, bazı müzikler, insanın cesaret ve kahramanlık duygularını tahrik eder. Hatta savaş alanlarında bile bazı marşlar çalınmaktadır. Bazen bu marş ve müzikler o kadar etkili olur ki, düşman korkusundan mevzisine sığınan asker, kendisini ölümün kucağına atarcasına korku bilmeden, düşmana saldırır. Bazı müzikler ise, insanın şehevî duygularını tahrik eder. Bu gibi müzikler, insanı uyuşmuş, kontrolünü kaybetmiş ve her türlü alçaklığı yapacak bir duruma düşürür. Müziğin bu alanda ne kadar etkili olduğu tecrübelerle ispat edilmiştir. Diyebiliriz ki, hiç bir şey iffet ve ahlak perdelerini yırtmakta müzik kadar etkili olmamıştır. Diğer içgüdü ve hislere gelince, da kendi dilleriyle hitap edilirse onları da kontrol etmek mümkündür.
İnsanoğlunun, dinî hissi ve ilahî fıtratı onun en yüce hislerindendir. İşte Kur'an da daima insanın bu değerli ve üstün hislerine hitap etmektedir.[19]
Kur'an, bizzat kendisini hoş ve güzel bir ahenkle okunmasını tavsiye ediyor. İnsanın ilahi fıtratına bu semavî sesle seslenerek onu kontrolü altına alıyor.[20] Kur'an iki yönlü bir kitaptır. Kur'an, bazen kendini delil, mantık ve düşünce kitabı, bazen de duygu ve aşk kitabı diye tanıtıyor. Başka bir deyişle: Kur'an hem akıl ve düşüncenin, hem de ruhun gıdasıdır. Kur'an'ın güzel bir nağmeyle okunması insanın derin ve yüce hislerini coşturur, ve bu hususta hiç bir nağme ona ulaşamaz. İşte bu yüzden müminlerden geceleyin ve namaz halinde teveccüh ile Kur'an okumaları istenilmiştir. Kur'an Peygamber'e (s.a.a) hitaben şöyle buyuruyor:
"Ey elbiselere
bürünüp yatan (Peygamber), (namaz kılmak ve ibadet etmek için) ancak bir azı
müstesna olmak üzere gece kalk. Gecenin yarısını, yahut bunu biraz eksilterek
kalk. Veya o yarının üzerine ilave et; Kur'an'ı da ağır, açık ve anlamını
düşünerek oku."[21]
Yine aynı surenin sonraki ayetlerinde:
"Muhakkak ki gündüzleri (ibadetten) alıkoyacak işler vardır. Rabbinin adını an ve her şeyden kesilerek ona ihlas ile ibadet et." diye buyurmaktadır.
Asr-ı saadet'te Müslümanların içerisinde, insana ferahlık, manevi güç, ihlas ve iç huzur veren tek şey, Kur'an sesi idi. Bu ilahi ses, Arabistan yarımadasının vahşi halkından, zamanın en büyük güçlerine karşı koyup, onları dize getirecek kadar dayanıklı ve güçlü müminler yetiştirdi. Müslümanlar, Kur'an'ı sadece bir ders ve talim kitabı değil, ruhun gıdası, insana güç ve kuvvet verip imanını artıran bir kitap olarak görüyorlardı. Onlar geceleri Kur'an okuyor,[22] ibadet ediyorlardı. Gündüz ise kükremiş aslanlar gibi düşmana saldırıyorlardı. Kur'an da müminlerden bunu bekliyordu zaten. İşte Kur'an Hz. Peygamber'e (s.a.a) şöyle buyuruyor:
"O halde
kafirlere boyun eğme ve onlara karşı Kur'an (silahıyla) ile büyük bir cihat et.
(Ve Allah'ın vereceği zafere mutmain ol)."[23]
Rasulullah'ın (s.a.a) hayatı, bu sözün doğruluğuna en büyük delildir. Tek başına, elindeki Kur'an ile kıyam etti. Kur'an ona herşey oldu; hem asker, hem silah ve hem güç verdi. Sonunda karşısındaki düşmanları diz çöktürdü; düşman askerlerini Peygamber'e doğru çekip, karşısında teslim olmaya mecbur etti ve böylece Allah'ın verdiği kesin vaat gerçekleşti.[24]
Kur'an, kalplere kalp diliyle hitap edince onları coşturur, temizler, ayna gibi saf ve parlak eder. Bu dil, müzik veya askeri marşa benzemez ( müzikler sadece insanın cinsel, kahramanlık veya benzeri hislerini geçici olarak takviye ederler.)
Kur'an'ın kalp dili cahiliyle Araplarından öyle mücahitler yetiştirdi ki haklarında: "Onlar basiretlerini (aydın fikirlerini, ilahi ve manevi şuurlarını) kılıçları üzerinde taşıyorlardı." denilmiştir. Onlar kılıçlarını iman ve düşünceleri yolunda kullanıyorlardı. Ferdî meseleler ve şahsî menfaatler onlar için söz konusu değildi. Onlar, masum olmamalarına rağmen gecelerini ibadetle, gündüzlerini oruçla geçirenlerin çok açık örneklerindendi. Her an varlığın derinlikleriyle irtibat içerisindeydiler; geceleri ibadet, gündüzleri cihat ve mücadeleyle geçiriyorlardı.[25]
Kur'an, kalp ve ruh kitabıdır; canları coşturur, göz yaşlarını akıtarak kalpleri yerinden oynatır. Kur'an'ın bu özelliği çoğu ayetlerde vurgulanmaktadır; bu etkinin hatta ehl-i kitap hakkında da geçerli olduğu söylenmiştir:
"Kendilerine
(daha) önceden kitap verdiklerimiz (ehl-i kitap), ona (Kur'an'a) da iman
ediyorlar. Onlara Kur'an okunduğu zaman: "Biz ona iman ettik, şüphesiz bu
rabbimiz tarafından (indirilen) gerçek (sözdür) diyorlardı."[26]
Diğer bir ayet de ehl-i kitap içerisinde Hıristiyanların Müslümanlara Yahudilerden daha yakın olduğunu vurguluyor.[27] Sonra da Kur'an-ı Kerim'i duymakla iman eden bir grup Hıristiyan’ı şu şekilde anlatıyor:
"(Hıristiyanlardan
iman edenlerin) Peygamber'e indirilen (ayet)leri dinledikleri zaman, hakkı
anladıklarından dolayı, gözlerinin yaş-la dolup taştığını görürsün. Onlar şöyle
derler: "Ey Rabbimiz! İman ettik. Artık bizi (Peygamberine) şahit
olanlarla beraber yaz"."[28]
Diğer bir ayette mü'minlerden söz ederken onları şöyle tanıtıyor:
"Allah,
(ayetleri) birbirine benzeyen ve mükerreren gelen kitabı (Kur'an'ı) sözlerin en
güzeli olarak indirmiştir. Rablerinden korkanların bu kitaptan derileri titrer
(tüyleri ürperir). Sonra hem derileri hem de yürekleri Allah'ın zikriyle
(rahmet ayetleri ile) yumuşar."[29]
Bu gibi bir çok ayetten[30] Kur'an'ın sırf ilmî ve fikrî bir kitap olmadığı, delil ve mantıktan yararlanmanın yanı sıra hislerle ve ruhdaki inceliklerle de ilgilenip onları etkilediği anlaşılmaktadır.
Kur'an'ın muhtevasını incelerken bir de Kur'an'ın muhataplarını belirlemek gerekir. Kur'an'da, "Allah'-tan korkanları hidayet edendir", "Müminleri doğru yola hidayet eder ve müjdeler", "Dirileri korkutmak içindir" gibi tabirler çok geçmiştir. O zaman şu soru ortaya çıkıyor: Muttakiler ve müminler için hidayet yersiz değil midir? Çünkü artık onlar hidayete ermişlerdir. Öte yandan Kur'an'ın, diğer bir çok ayette kendisini şöyle tanıttığını görüyoruz:
"Bu Kur'an bütün alemlere ancak bir zikirdir. (Onları gafletten uyandırır.) Onun verdiği haberi bir zaman sonra öğreneceksiniz."[31],[32]
Veya diğer bir ayette Allah Teala, Hz. Rasulullah'a (s.a.a) hitaben buyuruyor:
"Biz seni alemlere ancak bir rahmet olarak gönderdik."[33]
Nasıl oluyor ki Kur'an bir taraftan müminler, muttakiler, diriler vb... için hidayet olduğunu söylerken, diğer taraftan da bütün insanlara ve alemlere gönderildiğini açıklıyor. Bu sorunun cevabını, "Kur'an'da tarih" konusunda ayrıntılı bir şekilde inceleyeceğiz. Burada ancak şunu diyebiliriz ki: Kur'an'da bütün insanlara hitap edildiğinde, "Kur'an herhangi bir gruba veya özel bir kavme ait değil, Kur'an'a yönelen herkes kurtulacaktır" demek istiyor. Fakat, "Kur'an müminlerin, muttakilerin... hidayeti içindir" denildiğinde ise sonunda kimlerin Kur'an'a yöneleceğini ve kimlerin Kur'an'dan kaçacaklarını açıklamak istemiştir. Kur'an, özel bir grup ve tabakayı muhatap almamıştır. Diğer ekollerin aksine, işçi, çiftçi vs... gibi yalnız özel bir tabakayı himaye edip, sadece onların menfaatlerini savunmuyor. Kur'an toplumda adaleti uygulamak için geldiğini vurguluyor.
Kur'an, peygamberler hakkında şöyle buyuruyor:
"...Ve onlarla
(peygamberle) birlikte kitap ve mizan (terazi) gönderdik ki adâleti ayakta
tutsunlar..."[34]
Kur'an adaleti tüm insanlık için istiyor; sadece özel bir sınıf veya kabile için değil. Kur'an, insanları kendine çekmek için faşizm vb. ekoller gibi, onların kavmî bağnazlıklarından istifade etmek istemiyor; veya Marksizm gibi insanları menfaatperestliklerinden yararlanarak onları kendi çıkarları uğruna harekete geçirmiyor.[35] Kur'an insanın akla dayalı fıtrî bir vicdana sahip olduğunu savunuyor. İşte bu hak ve adaletseverlik fıtratına dayanarak onu harekete geçirmeğe çalışıyor. Bu yüzden Kur'an yalnızca işçi, çiftçi, yoksul veya mustaz'aflara hitap etmiyor. Kur'an hem zâlimi ve hem de mazlumu hak yola davet ediyor. Hz. Musa (a.s) Allah'ın emirlerini bir taraftan İsrailoğulları'na, diğer taraftan da Firavun'a tebliğ ederek Allah'a iman etmelerini istiyordu. Hz. Muhammed (s.a.a) kendi risalet ve davetini Kureyş büyüklerine iletmenin yanı sıra, Ebuzer, Ammar vb. de unutmuyordu.
Kur'an, insanları kendi nefislerine karşı ayaklandırıp onları yanlış yoldan doğru yola getirmek istediği için, mustaz'af, mahrum ve mazlum kimselere oranla, maddî bir refah ve rahatlık içerisinde yaşayan insanların tevbe edip doğru yola dönmelerinin çok zor olduğunun farkındadır. Çünkü mahrum ve mustaz'aflar, doğal olarak adalet yolunda hareket ederler; fakat maddiyata dalanlar ise adalet doğrultusunda hareket edebilmek için, her şeyden önce kişisel ve grupsal menfaatlerini ayakları altına almaları gerekir.
Kur'an, kendisine ancak ruhları arındırılmış temiz insanların inanacağını ileri sürmektedir. Bellidir ki, insanlar maddi menfaat ve dünyevî cazibeler için değil, fıtratlarına işlenen adalet ve hakseverlik duygusu gereğince Kur'an'a inanırlar.
Birinci bölümde de kısaca değindiğimiz gibi Kur'an, kendi mesajını insanlara mantık ve his olmak üzere iki dille aktarmağa çalışmıştır. Bu iki dilin her birinin kendine has bir muhatabı vardır. Yani, Kur'an, delil diliyle insanın aklına, his diliyle de onun kalbine hitap eder. İşte bu bölümde Kur'an'ın "akıl" hakkındaki görüşünü inceleyeceğiz.
Acaba Kur'an'a göre akıl hüccet ve delil sayılabilir mi? "Fıkıh ve Usul-i fıkıh" alimlerinin ifadesiyle akla bir hüccet (istinat edilecek delil) olarak bakabilir miyiz? Yani; aklın doğru olarak kavradığı bir şeye değer verip onun gereğine uymak gerekir mi? Aklın hükmüne uyulduğu takdirde bazı yerlerde aklın hata etmesi olasılığı göz önünde bulundurulursa Allah-u Teâla bu hatadan dolayı insanı mazur görür mü? Yoksa cezaya mı tabi tutar? Öte yandan aklın hükmüne tabi olmayan birisi (aklın hükmüne uymadığı için) cezalandırılabilir mi?
İslâm açısından aklın hüccet ve delil olduğu, yerinde ispatlanmış ve dört fıkhî kaynaktan biri olarak kabul edilmiştir. Şu ana kadar (küçük bir grup dışında) hiç bir İslâm alimi aklın hüccet ve delil olduğunda şüphe etmemiştir
Burada Kur'an hakkında konuştuğumuz için, aklın delil ve hüccet olduğuna dair Kur'an'dan delil göstermemiz gerekir. Kur'an muhtelif şekillerde aklın delil ve hüccet olduğunu kabul etmiştir.
Kur'an,
yaklaşık olarak altmış-yetmiş ayette "biz
filan mevzuu söz konusu ettik ki üzerinde düşünesiniz" şeklinde
insanları akıllarından yararlanmaya çağırıyor. Örneğin Kur'an'ın insanı hayrete
düşüren bir ayetindeki tabiri şöyledir:
"...Gerçekten
Allah katında yerde yürüyen hayvanların en kötüsü (duyup söylemeyen) sağır,
dilsiz ve gerçeği akıl edemeyenlerdir."[36]
Kur'an'a göre gerçekleri duyamayan kimse sağrıdır ve hakikatler yerine bir takım saçma sapan sözler konuşan kimse ise dilsizdir. Kur'an insanlığa layık olmayan böyle kimseleri hayvanlar safında görmüş ve onlardan yeryüzünde yürüyen hayvanlar diye söz etmiştir.
Tevhidi bir konu hakkında bahsettiği bir ayette de "Tevhid-i efâli" (amel ve harekette tevhit) ve "Tevhid-i fâili" (yatmada tevhid) hakkında şöyle buyuruyor:
"Allah'ın izni
olmadan hiç kimse iman edemez."[37]
Her zihnin idrâk edip kaldıramayacağı bu oldukça zor meseleyi dile getirdikten hemen sonra şöyle devam ediyor:
"Akıllarını iyi kullanmayanlara pislik (azap) verir."[38]
Örnek olarak getirdiğimiz bu iki ayette Kur'an açıkça insanları akıl etmeye davet ediyor. Diğer bir çok ayette de dolaylı olarak aklın hüccet olduğunu kabul etmiştir. Başka bir deyişle, aklın hüccet olduğunu dayalı olan şeyler söylemiştir. Mesela bir ayette karşı taraftan aklî delil getirmesini istemiştir:
"(Ey Muhammed!)
onlara de ki, eğer doğru söylüyorsanız delilinizi getirin (ortaya koyun
bakalım.)"[39]
Veya "yaratıcının" tek olduğunu ispatlamak için
kıyasa baş vurmuştur; bu da aklın hüccet olduğunun bir delilidir.
"Eğer gökte ve
yerde Allah'dan başka ilahlar olsaydı ikisi de muhakkak fesada uğrar, (yok
olurdu)..."[40]
Kur'an burada bir şartlı önerme kurup, belirli bir tasım yöntemiyle konuyu ispat etmiştir.
Kur'an akıl üzerinde bu kadar durup aklın önemini vurgulayarak böylece, bazı dinlerin "İman akıldan uzaktır, iman akılla bağdaşmaz. Ve mümin olabilmek için Allah'ın nuruna mazhar olsun diye aklı bir kenara bırakıp sadece kalpten yararlanmak gerekir." şeklindeki sözleri çürütüyor.
Kur'an'ın varlık ve olaylara neden ve sonuç bağlantısında beyan etmesi, onun akla verdiği asliyet ve değeri göstermektedir. Neden-sonuç ilkesi, akla dayanan tefekkürlerin temel ve kaynağı olduğu için, Kur'an da bu ilkeyi kabul edip meselelere o açıdan bakmıştır. Ancak neden-sonuç kuralını yaratan Allah'tır. Kur'an da Allah tarafından konuştuğu için, ister istemez neden ve sonuç ötesi bir düzenden de söz etmektedir. Fakat bununla birlikte Kur'an dünyadaki neden-sonuç kuralına değinip bütün olay ve olguların bu kurala bağlı olduğunu da hatırlatmıştır.
Örneğin bir ayette buyuruyor ki:
"...Bir millet
kendi nefislerindekini değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez..."[41]
Ayet-i kerime şunu demek istiyor: Bütün kaderler Allah'ın iradesiyle gerçekleşir. Fakat Allah, insanların kaderini onların ihtiyar, iradeleriyle ortaya koydukları davranış ve tavırlarını hiçe sayarak cebren onlara tahmil etmez ve abes bir iş de yapmaz. Kaderlerin de kendine göre bir düzeni vardır. Allah-u Teâlâ kendi içtimai, ahlâki vb. düzenlerine ve ferdi vazifelerine ait durumları değiştirmeyen hiç bir toplumun kaderini sebepsiz yere değiştirmez.
Öte yandan Kur'an, Müslümanları, geçmiş ümmetlerin durumunu ve başlarından geçenleri araştırıp incelemeye ve onlardan ibret almaya teşvik ediyor. Eğer çeşitli milletlerin başlarından geçenler ve hayattaki bunca alçalıp yücelmeler tesadüfi olsaydı ve kaderler, insanları cebri bir şekilde yönlendirseydi, artık araştırıp ibret almak diye bir şey mümkün olur muydu?!
Kur'an, bu konu üzerinde durarak, bütün milletlerin kaderine hâkim olan tek bir düzen vardır demek istiyor. Binâenaleyh, bir toplumun şartları diğer bir toplum şartları ile aynı olursa, ister istemez her iki toplum aynı kaderi beklemelidir.
Diğer bir ayette şöyle buyruluyor:
Nice şehirler var ki
halkı zalim olduğundan helak ettik onları ve o şehirlerin tavanları,
duvarlarına çökmüş, yerle bir olmuş, ıpıssız kalmış ve nice kuyular kuruttuk,
nice yüce köşkler yıktık; tedbire sahip olacak akıl, duyup anlayacak kulak elde
etmek için hiç mi yer yüzünde gezip dolaşmazlar.[42]
Bu konulardaki düzenleri kabul etmek, dolayı olarak neden ve sonuç kuralını kabullenmek anlamına gelir. Neden-sonuç kuralını kabul etmek ise, aklın hüccet olduğunu kabullenmek demektir.
Kur'an-ı Kerim, hükümlerin felsefe ve nedenini beyan etmekle aklın hükmüne değer verip, onu hüccet bildiğini bir kez daha kanıtlamaktadır. Kur'an bir hüküm verince hemen peşinden onun felsefesini de beyan edip, o hükmü hangi maslahata dayanarak verdiğini ortaya koymaktadır. Mesela, namaz kılmayı emrederken buyuruyor ki:
"...Namazı
kılın. Çünkü namaz (insanı) kötü işten ve uygunsuzluktan alıkoyar..."[43]
Bu ayet, namazın insan üzerindeki psikolojik etkisi sebebiyle onu yücelttiğini ve bu yücelme neticesinde insanın kötülüklerden nefret edip yüz çevirdiğini bildiriyor. Oruç tutmayı emrederken hemen oruç tutmanın felsefesine de değiniyor;.
"Ey iman
edenler! Fenalıkardan sakınasınız diye, sizden evveldekilere olduğu gibi size
de oruç farz kılındı."[44]
Zekat, Cihad ve benzeri hükümler hakkındada aynı metodu uygulayıp bunların bireysel ve sosyal boyutlarını açıklıyor. Böylece, ilahi hükümlere madde ötesi oldukları halde, dünyevi bir boyut veriyor ve bunların akıl üstü bir takım şifreler olduğunu sanmamaları ve gerçekleri bilmeleri için insanlardan onlar hakkında düşünmelerini istiyor.
Kur'an'ın aklı hüccet ve delil bildiğini ispatlayan daha sağlam bir delil ise, onun, akla engel olan şeylerle mücadele etmesidir. Bu konuyu iyice kavrayabilmemiz için önce bazı konulara değinmek zorundayız.
İnsanoğlu, çoğu zaman düşüncelerinde yanılır. Bu herkes için geçerlidir. İnsanın his ve duyu organları da hata yapabilir. Örneğin, görme duyusu için bir sürü hata sayılmıştır. Akla gelince; çoğu zaman insan, deliller getirerek bir sonuca vardığı halde, bir anda delillerin tamamen yanlış olduğunu görür. Şimdi şöyle bir soruyla karşılaşıyoruz: Acaba çok hata yaptığı için, aklımızı bir kenara bırakıp ondan istifade etmememiz mi gerekir, yoksa diğer yollarla aklın hatalarını bulup, bu hataları gidermekle mi mükellefiz? Bu sorunun cevabında safsatacılar akla hiç bir zaman güvenilmeyeceğini, esasen akıl yoluyla delil getirmenin yanlış ve abes olduğunu ileri sürüyorlardı. Filozoflar bu hususta safsatacılara gereken cevabı vererek, yalnız insanın aklının değil, hislerinin de hata edebileceğini; fakat bunun hislerinden yararlanılamayacağı anlamına gelmediğine, dikkat çekmişlerdir.
Düşünürler, bir taraftan aklın hatalarını, diğer taraftan da aklı bırakmanın imkansızlığını görünce hataları nasıl önleyebileceklerini düşündüler. Bu konuyu araştıranların elde ettiği sonuç şu oldu: Nasıl ki bir bina bir taraftan kireç, çimento, demir vb. gibi maddelerden oluşan sağlam harca diğer taraftan onların yerli yerine kullanılmasını sağlayacak doğru bir plana ihtiyaç duyar. Bunun gibi her delil ve kıyas da bir "madde" (yapı) ve bir "şekil"den (plân) oluşmaktadır. Her yönden iyi ve kâmil bir binayı yapabilmek için bir yandan uygun ve sağlam harç diğer taraftan doğru ve eksiksiz bir plânın gerektiği gibi, bir istidlâlin de yanlış sonuç vermemesi için hem harcı, hem de şekli doğru olmalıdır. İstidlâl şeklinin doğru yapılması için Aristoteles'in Mantığı (Biçimsel Mantık) ortaya çıktı. Bu Mantık istidlâl biçiminin doğru olup olmadığını ortaya koyup, aklın hata etmemesine yardım eder.[45] Fakat asıl mesele şudur: İstidlâlin doğruluğunu sağlamak için Biçimsel Mantık kafi değildir. O sadece bir yönü temin edebilir. O halde istidlâlin doğruluğunu madde açısından tespit edecek bir mantık da gerekli ki fikri maddelerin keyfiyetini ölçebilsin.
Bacon ve Descartes gibi bilim adamları, Aristota-les'in istidlâl (kıyas) biçimi için hazırladığı mantık gibi, onlar da istidlâlin harcı için bir mantık hazırlamak istemişlerdir. Bu yönde, bir yere kadar, bir takım ölçüleri elde etmeği başarmışlardır. Bu ölçüler genellik açısından Aristo'nun mantığına yetişmediği halde, fikrin hata etmemesi için, insana epeyce yardımcı olabilirdi. Fakat kardeşlerim! Kur'an-ı Kerim'in fikirde hata etmemek için öne sürdüğü ilkelerin, Descartes gibilerin araştırmalarından ne kadar üstün olduğunu bir bilseniz, şaşırırsınız belki. Gelin bu konuya kısaca gözatalım.
Kur'an, hatalar için bir çok kaynaklar zikretmiştir. Bunlardan birisi insan oğlunun, yakin yerine zanna itibar etmesidir.[46] İnsan her zaman için çeşitli meselelerde yakine tâbi olup zannı, yakin yerine kabul etmemeye dikkat ederse, hiç bir zaman yanlışlığa da düşmez.[47] Kur'an bu konu üzerinde titizlikle duruyor, hatta bir yerde insan oğlunun en büyük fikri uçurumunu yakine ve gerçeğe varmadan zann ve ihtimal peşine koyulması olduğunu öne sürüyor. Diğer bir yerde de Rasulullah'a hitaben buyuruyor ki:
"Eğer yer
yüzünde bulunan çoğu insanlara uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar (çünkü)
onlar zann ve ihtimalden başka bir şeye uymazlar (işte bu yüzden hata edip)
yalan konuşurlar ancak."[48]
Bir başka ayette de diyor ki:
"Hakkında bilgi
sahibi olmayıp (hakikatına varmadığın) bir şeyin ardına düşme."[49]
Tarih'te bu meseleyi insanoğluna hatırlatan ve bu tür hatalara düşmemesi için uyaran ilk kaynak Kur'an-ı Kerim'dir.
Fikirde hataya sebep olan ikinci mesele ise "taklittir". Bu, özellikle toplumsal meselelerde söz konusu olan bir şeydir. Çoğu insanlar, toplumun inandığı her şeye inanır, birlikte yaşadığı kimseler veya geçmiş nesiller neyi kabullenmişse, onlar da aynısına hiç bir delil ve mantık aramadan uyarlar.[50]
Kur'an, bütün insanlara, "Bir deliliniz olmadan geçmişlerinizin kabul ettiklerini tamamen kabul veya tamamen reddetmeniz yerine her şeyi akıl kıstasıyla ölçün de, doğruluk ve yanlışlığını öyle anlayın" diyor. Geçmişte sözkonusu edilen nice meseleler vardır ki, yanlış oldukları halde halk onları kabul etmiştir veya doğru oldukları halde halk cahillikleri yüzünden onları reddetmiştir! O halde (körü körüne taklit yoluyle değil) bu meseleleri aklımızdan yararlanarak kabul veya reddetmeliyiz.
Kur'an çoğu yerde geçmişlere (soya-sopa) tabi olmayı akla ters düşen bir husus olarak zikretmiştir. Örneğin diyor ki:
"Onlara,
Allah'ın indirdiğine uyun dendiğinde, "biz atalarımızın tuttuğu yoldan
yürürüz" derler. Ya ataları(nız) bir şey anlamamış (şuursuz) ve doğru yolu
bulamamışlarsa ne olacak? (onların şuursuzluğunu devam mı
ettireceksiniz?)."[51]
Kur'an, bu ayetlerle şunu üstelemek istiyor: Bir düşüncenin eskiliği onun ne doğruluğunu gösterir ve ne de yanlışlığını. Eksilmek maddi şeylerde olabilir ancak. Fakat evrenin gerçekleri, üzerinden zaman geçmekle eskiyip yıpranır mı hiç?
Örneğin,
"Bir millet
kendi nefislerindekini değiştirmedikçe, Allah onların durumunu değiştirmez."[52]
Ayet-i kerimesinde açıklanan hakikat ebediyete kadar devam edip, doğruluk ve sağlamlığını olduğu gibi korur. Kur'an diyor ki, her meseleye akıl ve fikir yoluyla bakmalı, başkaları hoşlanmıyor diye doğru bir düşünce hiç bir zaman bırakılmamak lazım. Herhangi bir görüş, sadece filan ünlü adama aitmiş diye kabul edilmemeli, bizzat insanın kendisinin meseleleri araştırıp her şeyin gerçeğine varması lazım.[53]
İnsanı hataya sürükleyen önemli amillerden birisi de, Kur'an'a göre hevâ-hevese ve nefsani isteklere uyup garaz üzerinden meselelere bakmaktır. Mevlâ-nâ'nın dediği gibi:
Hevesler geldi mi gönül kararır
Perdeler çekilip gözler kapanır.
İnsan hevâ ve heveslerinden arınmadığı müddetçe hiç bir zaman doğru düşünemez. Yani akıl, nefsani isteklerin işe karışmadığı bir yerde doğru hüküm verebilir ancak. Şia'nın büyük fakihlerinden biri olan Allâme Hilli hakkında meşhur bir öykü anlatılmaktadır; söylediklerimize güzel bir delildir:
Allâme Hilli "Bir hayvan kuyuya düşüp ölürse, kuyudaki suyu ne yapmak lazımdır?" diye fıkhi bir meseleyle karşılaşmıştı. O bu meselenin hükmünü araştırırken, tesadüfi olarak kendi evindeki kuyuya bir hayvan düşerek öldü. Artık o yalnız başkaları için değil, kendisi için de fetva çıkarmalıydı. Yani kendi zararı da söz konusu idi.
Allâme Hilli iki şekilde hüküm verebilirdi. Ya kuyunun doldurulacağına yahut temizlenmesi için içerisindeki suyun belli bir miktarda boşaltılacağına. O bu mesele hakkında tarafsız bir fetva verebilmek için önce kuyuyu doldurttu, böylece nefsani vesveselerden arınarak salim bir kafayla bu konuyu araştırıp fetvâ vermeye çalıştı.
Kur'an heva ve hevese uymanın fikri kaymaları doğuracağına bir çok yerde değinmiştir. Biz bu konuyla ilgili bir ayete değinmekle yetiniyoruz.
"O putlar,
sadece atalarınızın uydurdukları isimlerden başka, hiç bir şey değildir. Allah
onlara hiç bir belge indirmedi. Onlar yalnız batıl zanlara ve nefislerinin
arzularına tabi oluyorlar..."[54]
İrfan ve edebiyat dilinde geçen "kalp"ten maksat vücudun sol kesimindeki, kanı damarlara pompalayan bir parça etin olmadığını hemen hepimiz biliyoruz. Örneğin Kur'an'ın şu tabirinde:
" kalbi
olan(lar) için onda anlayış ve ibret (dersi) vardır."[55]
Veya Hafız'ın oldukça latif şu irfani beytinde:
Dilem remide şud ve
gâfilem men derviş
Ki in şikârı ser
geşterâ çe âmed piş
(Kalbim ürtktü ve ben gafil-derviş kaldım. Bu başıboş avın (kalbin) başına ne geldiğini bilmiyorum).
Açıktır ki, bu tabirlerde geçen kalp, vücudun kalp denilen organıyla tamamen farklı ve esasen onunla hiç bir rabıtası olmayan yüce ve mumtaz bir hakikattır. Yahut şu ayet-i kerime'yi göz önüne alın ki kalp hastalıklarından söz ediyor, buyuruyor:
"Kalplerinde
hastalık vardır. Allah da hastalıklarını artırır..."[56]
Bu kalp hastalıkları elbette tıp doktorunun tedavi edebileceği bir hastalık değildir.
O halde bu kalp denilen şey nedir acaba? Evet, bu sorunun cevabını insan vücudunun hakikatinde aramalıyız, insan tek bir vücuda sahip olduğu halde yüzlerce binlerce yöne sahiptir. İnsanın "Özü" bir çok düşünceler, dilekler, korkular, ümitler, sevgiler ve ... den oluşan bir bütündür. Bunların hepsi bir noktada birleşen çeşitli nehirlere benzerler. Bu birleşim noktasının kendisi ise, engin bir deniz gibidir. Şu ana kadar bu konuya vakıf, hiç bir kimse bu denizin derinliklerine eriştiğini iddia etmemiştir. Filozoflar, arifler ve psikologlardan her biri, bu engin denize dalıp, onun gizliliklerini keşfetmeye çalışmışlardır; bir ölçüde de arifler, belki de diğerlerinden daha çok başarılı olabilmişlerdir. Kur'an'ın kalp dediği şey de işte bu engin denizden ibarettir. Bizim temiz ruh dediğimiz her şey bu denize bağlanan ırmaklar ve bağlardan ibarettir Hatta akıl bile bu denize bağlanan bir nehirdir.
Kur'an, vahiyden söz ettiği zaman aklıyla değil, Resulullah'ın kalbiyle ilgilenmiştir sadece. İşte bundan anlıyoruz ki, Rasulullah, Kur'an'ı akıl gücüyle ve akli delillerle elde etmemiştir. Bu gerçekleri idrak edebilecek bir duruma gelen, Rasulullah'ın kalbidir. Bu bizim için tasavvur edilebilecek bir şey bile değildir. Necm ve Tekvir Surelerinde bu irtibatın (Vahyin) keyfiyeti kısmen açıklanmıştır.[57]
Kur'an, vahy ve kalp meselesi söz konusu edildiğinde, daima akıl ve düşünceyi aşan bir beyanla konuşmuştur. Fakat bu asla akıl ve düşüncenin zıttına konuşmak değildir. Çünkü aklın hadd-ı zatında, bu gibi konuları kavramasının imkanı yoktur.
Kur'an'a göre kalp bir idrak vesilesi de sayılıyor. Aslında Kur'an'daki sözlerin büyük bir kısmına muhatap olan, insanın kalbidir. Zira, bu sözleri kalp kulağı duyabilir ancak, başka hiç bir kulağın duymasına imkan bile yoktur. O yüzden Kur'an bu idrak aracını iyice arındırmak konusunda kalp sefası, kalp aydınlığı vb. meseleler altında defalarca değinmiştir:
"Kim nefsi ve
kalbini tezkiye edip temizlemişse, kurtulmuştur, muradına ermiştir."[58]
"İş öyle
değildir, hayır, kazandıkları şeyler, üst üste kalplerine yığılmıştır da
kalpleri pas tutmuştur."[59]
Kalp aydınlığı hakkında diyor ki:
"Ey iman
edenler, Allah'tan çekinirseniz (kalbinizi aydınlatır, hayırla şerri birbirinden)
ayırt etme kabiliyetini verir size..."[60]
Yahut diğer bir ayette şöyle diyor:
"Bizim yolumuzda
çalışıp, cihad edenleri yollarımıza sevk ederiz..."[61]
Öte yandan, kötü işlerin, ruhu bozup, insanı iyiliklerden ve doğru yoldan saptırmasından da defalarca söz edilmiştir. Müminlerin diliyle diyor:
"Ey Rabbimiz!
Bizi doğru yola hidayet ettikten sonra kalplerimizi saptırma..."[62]
Kötü insanlar hakkında ise şöyle okuyoruz:
"Öyle değildir,
hayır, kazandıkları, üstüste kalplerine yığılmıştır da kalpleri pas tutmuştur."[63]
"...Onlar,
eğrilince Allah da kalplerini gerçekten batıla meylettirdi..."[64]
Veya diğer bir kaç ayette kalplerin mühürlenmesi, kilitlenmesi ve katılaşmasından bahsediyor:
"Allah;
kalplerini, kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinde de perde var..."[65]
"...Ve
(yaptıklarından dolayı) kalplerini perdeledik ki artık anlıyamazlar
onu..."[66]
"...İşte
kafirlerin kalplerini böyle mühürler."[67]
"...Onların (ehl-i kitabın, hak ile araları) uzayıp açıldıkça kalpleri katılaştı ve onların çoğu fasık oldu."[68]
Böylece anlıyoruz ki Kur'an insan için, yüce bir ruhi ve manevi ortam yaratmak istiyor, bu ortamın sağlam ve temiz tutulmasını üsteliyor. Öte yandan fertlerin, temiz ve iffetli kalmaları için sarfettikleri gayretlerin, başarısızlıkla sonuçlanmaması için, Kur'an insanlara, her şeyden önce kendi toplumsal çevrelerini arındırıp, temiz bir ortam meydana getirmelerini tavsiye ediyor. Kur'an, açıkça belirtiyor ki, nefsinizde hakiki bir imanı elde etmek ve yüce eğilimler meydana getirmeyi istiyorsanız, bunlar ancak toplumunun hevâ ve heves, şehvet perestlik vb. her türlü rezaletten uzaklaşmasıyla olabilir.
İnsanlık tarihi gösteriyor ki müstekbir güçler toplumu sultaları altına almak ve sömürmek istedikleri zaman önce toplumu ruhen fesada uğratırlardı ve bu iş için fıskı fücuru ve cinsel sapıklıkları halk içerisinde yaymağa çalışıyorlardı.
Bu şeytani metodun ibret verici bir örneği bizzat Rönesansa zemin hazırlayan ve zamanında Avrupa'nın en ileri uygarlıklarından biri sayılan Müslüman İspanya idi. Hıristiyanlar, İspanya'yı Müslümanların elinden olmak istiyorlardı. Hedeflerine ulaşabilmek için ellerinden geleni yaptılar. Onlar her şeyden önce bütün güçlerini harcayarak Müslüman gençlerin ahlâklarını bozmağa çalıştılar. Fuhuş, zina ve laubalilik vesilelerini Müslümanları kendine çekebilecek miktarda her yere yaydılar. Onlar sadece normal halkı değil, ordu ve devlet başkanlarını bile bu yolla aldatıp, onları ifsat ettiler. Böylece Müslümanlardaki azim, irade, kuvvet, şecaat, iman ve ruh temizliğini zayıflatarak onları ayyaş, hakir ve zayıf insanlara çevirdiler. Böyle insanların ne kadar çabuk ve kolayca mağlûp olacakları da apaçık ortadadır. Nitekim Hıristiyanlar, Müslümanların İspanya'daki 300-400 yıllık hakimiyetleri karşısında, onlardan öylesine feci bir intikam aldılar ki tarih, yaptıkları cinayetleri anlatmaktan utanıyor. Sözde Hz. İsa'nın talimatı gereğince suratlarının sağ tarafına yedikleri tokatın karşısında sol taraflarını da çevirmekle görevli olan bu Hıristiyanlar İspanya'da Müslüman ölülerden kan ırmağı akıtarak, tarihte gelmiş geçmiş bütün canilerin yüzünü ağarttılar. İşte böylece Müslümanlar, kendi zayıf iradeleri ve bozuklukları yüzünden büyük yenilgilere uğrayarak, Kur'an'a uymamalarının cezasını müşahede ettiler.
Zamanımızda da emperyalist ve sömürgeci güçler, girdikleri her yerde aynı şeyi yapmaktalar. Yani onlar, her şeyden önce kalpleri bozmağa çalışıyorlar ve kalpler bozuldu mu artık akıl da hiç bir işe yaramaz; üstelik kendisi bir zincir olup takılır insanın eline ayağına. bu yüzden görüyoruz ki onlar, ne okulların açılmasından korkuyorlar ne de üniversitelerin faaliyetlerinden endişe ediyorlar. Hatta kendileri bile okul tesis etmeğe kalkışıyorlar. Fakat diğer taraftan bütün imkanlarını kullanarak öğrencinin ruh ve kalbini ifsat etmeğe çalışıyorlar. Evet, onlar ne yapacaklarını çok iyi anlamışlar; zira, ruhu hasta olan birisi hiç bir şey yapamaz, her türlü rezalet ve sömürüye boyun eğer.
Bu konuda Kur'an da uyarıda bulunmuş, devamlı olarak toplum ruhunun temiz ve yüce tutulmasını istemiştir. Örneğin bir ayet-i kerime'de buyuruluyor ki:
"İyilik etmek ve
kötülüklerden sakınmak hususunda bir birinizle yardımlaşın, günah işlemek ve
zulüm etmek (gibi kötü işler için) yardımlaşmayın ve Allah'tan sakının. Şüphe
yok ki Allah'ın cezası çok çetindir."[69]
Yani evvela iyi ve hayır işler peşinde olup, kötülükler ve günahlardan sakının, birde iyi işlerde ortaklaşa faaliyet edin, tek başınıza değil.
Burada kalp hakkında Resul-ü Ekrem (s.a.a) ve imamlardan (a.s) da bir kaç hadis nakledip bu konuya son vermek istiyorum.
Tarih kitaplarında naklediliyor ki adamın biri Rasulullah (s.a.a)'in huzuruna gelerek:
- Ya Rasulullah! soracak sorularım vardır size.
- Sorunu sormadan cevabını almak istemez misin?
- Buyurun ya Rasulullah!
- Sen, iyilik ve kötülüğün ne olduğunu sormak istemiyor muydun?
- Evet ya Rasulullah, aynısını soracaktım size.
Resulullah üç parmağını birleştirip, adamın göğsüne hafifçe vurarak:
- Bunu sen kendi kalbine sorsana. İnsan oğlundaki bu kalp, yaratılışı gereğince iyiliklerle aşinadır; onlarla huzur bulur, mütmain işlerle bozulup çeşitli rahatsızlıklara maruz kalır. Bizim vicdan azabı dediğimiz şey de ruhun kötülük ve rezaletlerle uyuşmadığından meydana gelmektedir.
Mevlânâ bu hadisin,
"Bu konuda gerçek fetvayı kalbinden al ..." kısmını şiir kalıbına dökmüştür:
Pes Peygamber goft
istefeti'l kulub
Gerçi müftiyişan berun
guyed hutub
(Peygamber; fetvayı kalbine danış dedi. Müfti, bu zor iştir, çık dışarı dese de).
Başka bir şiirinde:
Guş kon istefit kalbek
ez Rasul
Gerçi müfti berun
guyed fuzul
(Peygamberin, "kalbine danış" dediğini dinle. Gerçi müfti "çık dışarı yalancı" diyor).
Resul-ü Ekrem (s.a.a) demek istiyor ki, bir insan gerçekten hakikat peşinde olup, bu yolda halis bir niyetle hareket ederse, kalbi hiç bir zaman onu yanıltmaz; muhakkak onu doğru yola sevkeder. Esasen hak yolunda yürüyüp, hakikati arayan birisinin vardığı nokta hakikatten başka bir şey olamaz. Ancak bu zarif noktadır; ve bunu gereğince kavramamak çoğu vakit yanlışlık doğurmaktadır. İnsanın sapmasına neden ise, onun ilk baştan şartlanarak müşahhas hedefler peşinde olup hakikati aramamasından ileri gelmektedir.
Başka bir yerde Resulullah (s.a.a)'e iman hakkında sorulduğunda:
"Bir insan kötü bir iş yaptığında üzülüp, pişman olur ve iyi bir iş yaptığında sevinirse, bu onun imanına delalet eder." diye buyurdu.
İmam Cafer-es Sadık (a.s) kendisinden nakledilen bir rivayette şöyle buyurmaktadır:
"Mümin birisi dünyaya bağlanmak derdinden kurtuldu mu, işte o zaman Allah sevgisinin tadını anlar ve artık yeryüzü kendisine dar geliyormuş gibi bütün varlığıyla bu maddi dünyanın ötesine çıkıp gitmek ister." Bu evliyaullah'ın ve ilahi kişilerin kendi hayatlarıyla ispatladıkları bir gerçektir, tarihte bunların bir çok örneğine rastlamak mümkündür. Örneğin naklediliyor ki Rasulullah (s.a.a) günün birinde, sabah namazından sonra, Ashab-ı Suffe'yi ziyarete gitmişti. Onlar Mescid-ün Nebi'nin yanında kalan fakir ve dünya malından yoksun Müslümanlardırlar. Bunların arasında Haris İbn-i Zeyd isminde, için için erimiş, gözleri çukurlaşmış birisine çarpmıştı Rasulullah'ın gözleri.
- Ne haldesin?
- Yakine eriştiğim halde sabahladım!
- Büyük bir iddia da bulunuyorsun, yakininin alameti ne?
- Geceleri yatamıyorum, gündüzleri oruç halindeyim daima ve geceyi sabaha kadar hep ibadetle geçiniyorum.
- Bunlar kafi değildir, devam et?
- Ya Rasulullah! öyle bir durumdayım ki, cennet ve cehennem ehlinin seslerini duyuyorum sanki. İzin verirseniz ashabınızın birer birer içlerini söyleyeyim size!
- Sus sus! yeter artık, fakat arzun nedir onu söyle?
- Allah yolunda cihad etmek ...
Kur'an bize öğretiyor ki, kalbi temizleyip onu cilalamak insanı öyle bir makama eriştirir ki, Hz. Ali (a.s)'ın buyurduğu gibi, eğer perdeler onun gözü önünden kaldırılırsa da yakininde olduğundan fazla hiç bir şey artmaz. Evet, Kur'an öyle insanlar yetiştirmek istiyor ki hem ilim ve akıl silahından yararlansın hem de kalp silahından ve bunların her ikisini de en iyi bir şekilde hak yolunda kullanabilsin.
"Kur'an'ı Tanımaya Doğru" mecmuası, Üstat Şehit Murtaza Mutahhari'nin Tahran'daki haftalık toplantılarında yapmış olduğu konuşmalar serisidir.
Üstat Mutahhari, Tahran'da bulunduğu yirmi beş yıl boyunca halkın çeşitli tabakalarıyla haftalık veya aylık olarak çok faydalı ve değerli toplantılar düzenliyordu. Bu haftalık toplantılardan biri "Kur'an tefsiri" üzerineydi ve bu toplantıya genelde halk kitlesi katılıyordu.
Şüphesiz, eğer Şehit Mutahhari ilmî bir toplantıda Kur'an'ı tefsir etseydi İslamî ilimler hakkındaki derinliği, kendine mahsus dikkat ve titizliği ve de Kur'an'a olan onca aşk ve isteğinden dolayı bu tefsir bambaşka bir boyut kazanmış olurdu. Ancak toplantıya katılanlar gözönünde bulundurulursa üstadın amacının sadece dinleyicilerini Kur'an'la tanıştırmak olduğunu anlayacağız.
Bu haftalık toplantıların ne zaman ve Kur'an'ın neresinden başladığı hakkında kesin bir bilgiye sahip değiliz. Ancak bazı konulara dayanarak bu tefsirin Meryem suresinden başladığını ve Kur'an'ın sonuna kadar devam ettiğini ve ikinci defa ise Kur'an'ın başından başlayıp Bakara suresinin 23. ayetine kadar sürdüğünü anlayabildik. Elinizde bulunan bu kitap, mevcut kasetlerden aktarılmış ve Kur'an'ın yirmi dokuz ve otuzuncu cüzlerinin (bazı sureler de eksiktir), Fatiha ve Bakara suresinin bir bölümünün tefsirinden ibarettir. Fatiha ve Bakara suresinin bir bölümünün tefsiri zaman açısından -belki de bir kaç yıl- yirmidokuzuncu ve otuzuncu cüzlerin tefsirinden yapıldığı ve bu surelerde daha yeni görüşler ortaya koyulduğu için bunları öne geçirdik. Diğer cüzler ise bu serinin sonraki bölümlerinde yer alacaktır.
Sapık ve şartlanmış mektepler maddi temellere dayanarak kendi görüş ve istekleri doğrultusunda Kur'an'ı tevil ve tefsir etmeye başladıkları bir dönemde Üstat Mutahhari bu tefsiri başlatmıştır. Üstat Mutahhari'nin, bu sapık akımı tespit edip bunun üzerinde duran, bunun çok tehlikeli olduğunu duyuran, yazılarında ve konuşmalarında fırsat buldukça bu yanlış düşünceler üzerinde duyarlılık gösteren ilk şahıs olduğu söylenebilir. Bu tefsir derslerinde de onların tahrif ve yanlış değerlendirmelerini yer yer alıp gereken cevabı vermiş, ciddiyetle Kur'an'ın hakikatlerini savunmuş ve sonunda da bu yol uğrunda canını feda etmiştir.
Üstadın ömrünün son yıllarında kasetten kağıt üzerine aktarılan bu tefsirinden herkesin yararlanabilmesi için defalarca kitap haline getirilerek basılmasının istenmesi üzerine Şehit Mutahhari nihayet böyle bir fırsatı bekleyen arkadaşlarından birini bu işle görevlendirdi ve bu derslerin fazlalıklarının atılıp, gerekli yerlerinin izah edildikten sonra basılmasını istedi.
Bunun üzerine Fatiha ve Bakara suresinin tefsir edilen kısmı istenilen şekilde düzenlenip Şehit Mutahhari'ye sunuldu ve o da gereken izahatı buna ekledi. Ancak Ayetullah Mutahharinin şehadete ermesi üzerine diğer kısımlar ve 29. ve 30. cüzün tefsiri öylece kaldı. Bu emaneti koruyarak ve -genelde konuşmada mevcut olan- bazı fazlalıklar ve tekrar sözler atılarak onlar da düzenlendi baskıya hazır bir hale geldi.
Her biri kendi konusunda eşsiz olan Şehid Mutahhari'nin bu değerli eserinin de diğer eserleri gibi faydalı olmasını ümid ediyoruz.
Şehid Mutahhari'nin Eserlerini Yayınlama Kurulu 15/1/1359 (Hicri Şemsi)
Rahman ve Rahim Allah'ın adıyla
"Hamd, alemlerin rabbi Allah'a: Rahman'dır, Rahim'dir, din gününün sahibidir. Ancak sana ibadet ederiz ve ancak Senden yardım dileriz. Bize doğru yolu göster, nimet verdiklerinin yoluna, gazaba uğrayanların ve sapıkların-kine değil
Kur'an, yazıldığı günden beri, Beraat (Tevbe) suresi hariç her surenin başlangıcına "Bismillahir-rahmanir-ahim" yazılmıştır, yani her sure "Bismillah"la başlamıştır. Ama çok eski zamanlardan beri bu ayetin (Bismillahirrahmanirrahim) surelerin cüzü olup olmadığı hakkında Şia ile Sünni mezhepleri arasında ihtilaf olmuştur. Ehl-i Sünnet, onun hiç bir surenin cüzü olmadığına inanmakta ve her surenin "Bismillah"la başlamasını her işin "Bismillah"la başlaması türünden olup "Bismillah"ın surelerin cüzü olmadığı görüşündeler. Ancak bazen amelde surelere bismillah'sız başlıyorlar. Namazda Fatiha suresinden sonra okumak istedikleri herhangi bir sureyi bismillahsız okuyorlar.
Şia, Ehl-i Beyt İmamlarına (a.s) uyarak şiddetle bu meseleye karşı koymuşlar. Ehl-i Beyt İmamları bu hususta şöyle buyurmuşlar: "Kur'an'ın ayetlerinin en büyüğünü Kur'an'dan atanları Allah öldürsün." Eğer Bismillah'ı surelerin başından atarsak, artık bu ayet Neml suresi hariç Kur'an'da mevcut olmayacaktır. Neml suresindeki Bismillah'ı da Kur'an, Saba kraliçesinin dilinden nakletmiştir. Saba kraliçesi, Hz. Süleyman'ın (a.s) mektubunu okurken şöyle dedi: Bu mektup Süleyman'dandır ve "Bismillahirrahmanirrahim"le başlıyor.
Şia kesinlikle onu Kur'an'ın cüzü olarak biliyor, Kur'an'dan ayrı bir şey olmadığını savunuyor. Aynı şekilde onun, her işe Bismillah'la başlamak türünden olmadığına da inanmaktalar.[70]
Dikat ettiğiniz gibi bu ayet car ve mecrur'dan ibaret olup tam bir cümle değildir. Car ve mecrurun kendisine ait olduğu kelime de atılmıştır. Atılan bu kelimenin ne olduğu hakkında müfessirler muhtelif görüşler belirtmişler. Bu görüşlerden bazıları şunlardan ibarettir:
- Yardım diliyorum
- Başlıyorum
- İşaretliyorum, alamet bırakıyorum. Bu üçüncü ihtimal daha doğrudur.
İsim takmalarda amaç ve gayeler farklıdır. Bazen biri bir kuruluşa herhangi bir şahsın adını takar; bundan amacı bu isim sayesinde maddi hedefine ulaşmaktır. Veya malum olduğu gibi dünyaya gelen bir çocuğa eskiden sevdikleri birinin adını takarlar ve bununla da bu çocuğun adıyla o şahsı yeniden yaşatmayı ve bu çocuk var oldukça o şahsın da hatırasının yaşamasını amaçlarlar.
İnsanlara bütün işlerine Allah'ın adıyla başlamaları emredilmiştir; ama bunun sebebi nedir? Bundan gaye, insanın bütün işlerinin Allah'ın adıyla kutsallık, ibadet boyutu ve bereket kazanmasıdır.
Fıtrî açıdan Allah'ı tanıyan, Allah'ı mukaddes bir varlık bilen ve O'nu bütün hayırların kaynağı olarak tanıyan bir insan, işlerine Allah'ın adıyla başlamakla onun kutsallığı ve kerameti sayesinde bu işin de mukaddes olmasını amaçlıyor.
Birinin adıyla işe başlamak onu mukaddes bilmekten, bütün eksikliklerden münezzeh olduğuna inanmaktan ve bütün kemalların kaynağı olduğunu bilmekten kaynaklanıyor ve insan kendi işini ona isnat ederek bereketli olmasını amaçlıyor. Dolayısıyla işlere Allah'tan başkasının, hatta peygamberin bile adıyla başlamak doğru değildir. A'lâ suresinin evvelindeki emredilen "Allah'ın adını tesbih etmek" de bu anlamdadır.
Allah için tesbih etmek veya Allah'ı tesbih etmek gibi tabirler defalarca Kur'an'da işlenen tabirlerdir. ama "Allah'ın adını tesbih et" tabiri sadece A'lâ suresinin evvelinde kullanılmıştır. Allah, A'lâ suresinde şöyle buyuruyor: "Yüce Allah'ın adını tesbih et."
Bizce bu husustaki en güzel görüş, Allame Tabatabai'nin "el-Mizan" tefsirinde belirtmiş olduğu görüştür. Allame şöyle diyor: Allah'ı tesbih etmek, Allah'tan başkasını takdis etmemek ve Allah'ın adını anmak gerektiğinde başka birini anmamak demektir. Yani, Allah'ın adıyla birlikte başkasını anmak veya Allah'ı anmak yerine başkasını anmak, her ikisi de şirktir.
Son zamanlarda şirke karşı savaş açtıklarını savunan bir grup arasında, kendisi de şirk olan bir amel yaygınlaşmıştır. İşlerine Allah'ın adıyla başlayacakları yerde "Halkın adıyla" diyerek başlıyorlar. Kur'an Allah'ın adının daima tesbih edilmesini ve insanın işlerine O'nun adıyla başlamasını emretmiştir, başka birinin adıyla başlamasını değil. O halde Peygamberin adını da Allah'ın adının yanına ekleyerek işe başlamak şirk olursa, Allah'ın adı yerine halkın adıyla işe başlamak şirk olmaz mı? Allah'ın adıyla işe başlamak, onun adı sayesinde işlerin bereketli ve kutsal olmasını sağlar.
Allah, Allah'ın adlarından biridir. İnsanlara veya eşyalara isim takmak bazen alamet ve bazen de sıfat kabilindendir. Birinci kısım adlandırmada isimlerin kendilerine ait manaları varsa da onlar nazara alınmaz ve sadece onu belirlemek ve ayırt etmek için ona ad takılır ve bu yüzden aynen bir alamet gibidir. Çoğunlukla bu gibi yerlerde ismin manası, ismin sahibinin vasıf ve sıfatlarını andırmamakla kalmayıp hatta bazen onun aksine de olabilir. Mesala: Önceleri siyah kölelere "Kafur" adını takarlardı.
İkinci kısım adlandırmada ise, isim, sahibinin sıfatlarından birini hikayet eder.
Allah-u Teala'nın isimlerinin sadece alamet boyutu yoktur. Allah'ın isimlerinin her biri O'nun mukaddes zatındaki hakikatlerden birini gösterir.
Kur'an-ı Kerim'de yaklaşık Allah'ın yüz ismi zikredilmiştir, ama aslında bunlar yüz sıfattır ve bunların örnekleri bu surede (Fatiha) göze çarpmaktadır; örneğin: Allah, Rahman, Rahim ve kıyamet gününün sahibi. Ancak bu isimlerin hiçbiri "Allah" ismi kadar geniş kapsamlı değildir. Çünkü diğer isimlerin her biri onun kemallarından birini yansıtmaktadır. "Allah" ismi ise, bütün kemal sıfatlarına sahip olan zatın ismidir.
Allah kelimesi aslında "el-ilah idi ama çok kullanıldığı için "Allah" halini almıştır.
Allah kelimesinin kökü hakkında birkaç görüş mevcuttur. Bazıları onun "elehe" kelimesinden bazıları da onun "velehe" kelimesinden türediğini söylemişler. "İlah" kelimesi "fial" vezninde olup mef'ul manasında kullanılır. Aynen "kitab" kelimesinin "mektub" manasında kullanıldığı gibi.
"Allah" kelimesi "elehe" kelimesinden türemiş olsa "ebede" (ibadet etti) anlamına gelir. O halde "Allah" yani ibadete layık olan her yönden kamil bir zat demektir. Çünkü başka birinin mahluku olan veya eksikliği olan biri ibadete layık olamaz. O halde "el-İlah" yani, tapılması ve ibadet edilmesi gereken bir zat. Dolayısıyla bu kelime, "Bütün kemal sıfatlarına sahip, her çeşit eksiklikten beri ve münezzeh olan bir zat" anlamını ifade eder.
Ve eğer Allah kelimesi "velehe" kelimesinden türemiş olsa "hayrete düşmek" "hayran kalmak" anlamına gelir. "ilah" yani "kendisine hayran olunmuş şey. Aynı kelime maşuk manasına da gelir. Bu manaya göre, Allah'a, Allah denilmesinin nedeni, akılların onun mukaddes zatı karşısında hayrete düştüğü veya ona yöneldiği aşık olduğu ve ona sığındığı içindir.
Sibeveyh, arap edebiyatının sarf ve nahv alimlerinin imamlarından biridir. Hicretin ikinci asrının sonlarında ve üçüncü asrının başlarında yaşamıştır. Kendi ilim dalında bir dâhi sayılan ve "el-Kitab" diye tanınan kitabı kendi dalında Aristo'nun mantık dalındaki kitabı gibi ve Batlemyus'un astronomi dalındaki "Mecesti "si konumunda olan ve Arap edebiyatı hakkındaki sözleri bu dalda senet ve hüccet sayılan Sibeveyh, "Allah" kelimesinin "velehe" kelimesinden türeyip azamet karşısında hayrete düşmek veya aşık olmak anlamında olduğu görüşündedir.
Mevlana onun görüşünü kendi şiirinde nakletmiştir. Mevlana bu şiirinde insanın bir derdi olduğunu bu derdin onu zavallı bir duruma düşürdüğünü böyle bir durumda ister istemez bir noktaya doğru yönelip ona sığındığını söylüyor işte o yöneldiği şey Allah'tır diyor.
Başka bir şiirinde de şöyle diyor:
İhtiyaç duyduklarında sadece insanlar değil deniz dalgaları arasındaki balıklar, gökyüzünün enginliklerinde uçan kuşlar ve hatta denizin cansız dalgaları bile ona yönelir ve onun huzurunda inim inim inlerler.
"İlah" ve "veleh" kelimelerinin bir dilin iki lehçesi olması da büyük bir ihtimaldir. Yani, önce "velehe" idi, daha sonra "elehe" şeklinde kullanıldı. Ve böyle bir kullanım neticesinde tapmak, kulluk etmek manasını da kazanmış oldu. Buna göre, Allah kelimesi:
"Bütün varlıkların ister istemez aşık oldukları, hayran kaldıkları ve sadece onu ibadete lâyık gördükleri bir zât anlamına gelir."
"Allah" kelimesinin tamamen karşılığı olup onun anlamını tamamen içeren bir kelime Farsça’da yoktur denilebilir. Allah kelimesinin yerine Farsça’daki "Huda" kelimesi kullanılacak olursa yeterli olmayacaktır; çünkü "Huda" "Hud ay"ın kısaltılmış şeklidir ve bu da filozofların tabir ettikleri "Vacib-el Vücud" ıstılahının ve ya Kuran'da geçen "Gani" kelimesinin manasına daha yakındır. Aynı şekilde "Allah" kelimesinin yerine farsçadaki "Hudavend" kelimesi kullanılacak olursa yine bu manayı ifade etmez; çünkü "Hudavend" sahip anlamındadır. Sahiplik manası "Allah kelimesinde de mevcuttur, o halde "Hudavend" kelimesi "Allah" kelimesinin içerdiği manaların tümünden sadece sahiplik manasını beyan eder.
Farsçada bu iki kelimenin yerini alacak aynı manayı içeren bir kelime yoktur. Genelde farsçaya "bahşeden ve mihriban" (bağışlayan ve şefkatli) diye yapılan çeviri yeterli değildir. Çünkü "bağışlayan" kelimesi "Cevad" kelimesinin ve "şefkatli" ise "Raûf" kelimesinin karşılığıdır ve bunların her ikisi de Allah'ın Kur'an'da geçen diğer iki sıfatıdır.
"Cevad" (bağışlayan), bir şeye sahip olup da onu karşılıksız olarak başkalarına bağışlayan şahısa denir. Ama "Rahman" ve "Rahim" kelimeleri "rahmet" kelimesinden türemiştir. "Rahmet" kelimesinde de ikinci bir mana gizlidir. O ise şundan ibarettir:
Bir varlık, bir takım yerlerde muhtaç ve müstahak olduğunu hissettiğinde, sözleriyle veya yaratılış diliyle el açar, kendine merhamet edilmesini ve bir şey verilmesini diler. Bu gibi yerler rahmet yeridir. Ancak insan, müstahak birinin haline bakıp acıdığında, duygulandığında ona rahmeder, merhamet gösterir. Ama bu acıma duygusu Allah hakkında geçerli değildir, çünkü; Allah, bu gibi duygulardan münezzehtir.
O halde, Rahman ve Rahim dediğimizde zihnimizde iki mana canlanır: Biri, mahlukatın bütün varlığını dolduran, her birini kendine özgü bir dille Allah'ın huzuruna el açıp yalvarmaya sevkeden ihtiyaçları; diğeri ise Allah'ın sonsuz rahmetini onlara göndererek ihtiyaçlarını gidermesidir.
İşte bu yüzden son zamanlarda bazı mütercimler bu manaları içeren bir kelime bulamadıkları için "Bismil-lahirrahmanirrahim" ayet-i kerimesini: "Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla" diye tercüme etmişlerdir.
Rahman ile Rahim arasındaki fark nedir? Öncelikle şunu hatırlatmalıyım ki, Arapça’da "Fe'lan" vezninde olan kelimeler çokluğu bildirir. Mesela: "Etşan" kelimesi çok susuzluk anlamındadır. "Feil" vezninde olan kelimeler ise bir nevi kalıcılık ve devamlılığı bildirir. "Fe'lan" vezninde olan Rahman kelimesi çokluk ve yaygınlığı, Allah'ın rahmetinin her yere yayıldığını ve herşeyi içerdiğini bildirir.
Aslında herşeyin var oluşu Allah'ın o şeye rahmetiyle özdeştir. Çünkü varlık, rahmetten ayrı düşünülmez. özüdür. Bu mana A'raf suresinin 156. ayetinde "Rahmetim herşeyi kuşatmıştır" ve Kumeyl duasında "Herşeyi kuşatan rahmetine dayanarak senden diliyorum..." şeklinde konu edilmiştir.
Hakk'ın bu tür rahmetinde istisna yoktur. Bu rahmet sadece insanlara mahsus değildir, diğer varlıklar için de geçerlidir. Sadece mümin insanlara mahsus değildir. Hakkın rahmanlığı bütün dünyayı kapsamıştır ve hatta bütün evrende olan her şey Hakk'ın rahmetinden yararlanır.
"Bismillahirrahmanirrahim" cümlesinden şu dersi alabiliriz:
Allah, dünyaya hayır ve şer diye iki şey göndermez. Allah'ın gönderdiği her şey hayır ve rahmettir. Bu rahmet de cansızlar, bitkiler, hayvanlar ve insanların tümü hakkında geçerlidir; gerçekte mahlukatın varlığı Hakkın rahmeti ile başlamıştır.
"Feîl" vezninde olan Rahim kelimesi ise Hakk'ın sürekli ve devamlı rahmetini bildirir. Rahman kelimesi, Allah'ın rahmetinin her yeri kapsadığına ve bütün varlıkları içerdiğine delalet eder. Bu dünyadaki bazı varlıklar, var olduktan sonra yok olacaklar. Bu tür varlıklar Allah'ın rahmaniyetinin mazharı sayılırlar.) Rahim kelimesi bir nevi ebedî ve sonsuz rahmeti bildirdiği için, bu rahmet sadece iman ve salih amel yoluna adım mü'min kullar hakkında geçerlilik bulacaktır.
O halde, Allah'ın bir genel ve bir de özel rahmeti vardır. Allah, bu genel rahmetiyle bütün varlıkları yaratmıştır ve bunlardan biri de insandır.
Bir takım görevlerle yükümlü ve sorumlu bulunan insan, kendisine verilen görev ve vazifeleri yerine getirirse Allah'ın özel rahmetinin kapsamına girer. Kısacası, "Rahman" kelimesi, her mümin ve kafiri ve hatta insan, cansız, bitki ve hayvan demeden her şeyi kapsayan bir rahmettir. "Rahim" kelimesi ise Allah'ın özel rahmeti olup sadece kendisine itaat eden ve emirlerine uyan insanlara mahsus olan bir rahmettir.[71]
Yine, Farsça’da "Hamd" kelimesini de tam manasıyla açıklayan bir kelime yoktur. Hamd'ın manasına yakın olan iki kelime var, hamd kelimesi genelde bu iki kelimeyle açıklanıyor, ama bunların hiçbiri tek başına "Hamd" kelimesinin manasını iletememektedir. Bunların biri, karşılığı övmek ve sena etmek olan "medh" kelimesidir. İkincisi ise karşılığı teşekkür etmek olan "Şükr" kelimesidir
Medh kelimesi "Hamd" kelimesine çok yakındır ve hatta bazıları bunların, büyük bir ihtimalle aynı kelimenin iki talaffuzu olduğunu ileri sürmektedirler. Bunun benzerleri Arapça’da birçok yerde göze çarpmaktadır; mesela "hols" ve "lohs" veya "eys" ve "ye's" bu kelimelerin harfleri aynıdır, ama harflerin yerleri değişiktir.
Medh, övme anlamındadır. Övme duygusu, insana mahsus duygulardandır. Yani, insan öyle bir idrak ve duygu seviyesine sahiptir ki kemal ve celal ile, güzellik ve üstünlükle karşılaştığında ister istemez onda övme duygusu uyanır ve bu güzelliği metheder. Bu duygu insana mahsustur, hayvanda olmaz. Hayvan, ne bu kemal, celal ve azameti idrak edebilir ve ne de bunları methedebilir.
Bazen de bu duygu insanda çirkin bir şekilde zuhur eder ve buna dalkavukluk denir; bu da çirkin sıfatlardandır. Aslı ve hakikati olmayan bir şeyi methetmek, dalkavukluktur. Allah'ın insana gerçek kemal, cemal, azamet ve güzellikleri övmesi için vermiş olduğu bu gücü insanın bir takım çıkarlar uğruna övgüye değmez asılsız ve değersiz varlıklar hakkında kullanması gerçekten de çok çirkin bir şeydir. Bu güç insanın o yüce duyguyu (kemali övmek ve methetmek duygusunu) tatmin etmesi içindir; bir nevi alçalmaya vesile olan tamah ve ihtiras duygusu doğrultusunda bu duyguyu kullanmak doğru değildir. Gerçek övgüler ihtirasa dayanmaz, insan bir güzellik sanatıyla karşılaştığında tabii ve fıtrî olarak onu över. Mesela, bir insan, yıllar önce Baysungur'un yazmış olduğu bir Kur'an sayfasını görünce onun güzelliği karşısında hayrete düşer ve ister istemez onu metheder. Şimdi biri, "Bu övgü karşısında hiç bir şey vermezler; o halde neden övüyorsun?" derse cevabımız ne olacak? "Bir şey vermeleri mi gerekir?" deriz. Ben insanım ve insan da insan olduğu için bir azamet, celal, cemal ve kemalı gördüğünde ister istemez ona karşı eğilir ve bu duygusunu överek dile getirir. İşte bu, medh kelimesinin anlamıdır, fakat hamd sadece bu değildir.
İnsanda tertemiz bir başka duygu daha vardır. Bu da insanın özelliklerindendir; bu duyguya "teşekkür etme" denir. İnsana birinden bir hayır dokunduğunda insan, insanlığının gereği ona karşılık memnuniyetini dile getirir. Otomobilinizle bir yerden geçtiğinizi düşünün; aynı yerden önce geçmeye hakkı olan başka bir otomobille karşılaşıyorsunuz böyle bir durumda eğer o durur sizin önce geçmenize müsaade ederse, insanın tertemiz fıtratından kaynaklanan insanlık vazifesi icabı "teşekkür ederim" diyerek veya başını veyahut da elini sallayarak memnuniyetinizi bildirirsiniz. Bu sıfatın bu seviyesi hayvanda olmaz; bu insana ait sıfatlardandır. Allah-u Teala'nın Kur'an'ı Kerim'de yönelttiği "İyiliğin karşısı iyilikten başka olur mu?" sorusunun muhatabı insanın sağlıklı fıtratıdır ve bunu yanıtlayacak olan da insanın tertemiz vicdanıdır.
"Kendini tanıyan herkes, Allah'ını da tanır" hadisi çok doğru ve derin içeriklidir. İnsanın kendisini tamamen tanıması Allah'ı tanımakla noktalanan bir yoldur. İnsanın kendisini tanımasının yollarından biri de teşekkür etme duygusudur. Buna emreden ise insanın vicdanıdır. Ve bu da toplumun eğitim ve öğretim kurallarıyla değişen bir şey olmayıp yöresel geleneklerden de kaynaklanmaz; özel bir bölge ve iklime de mahsus değildir. Bazı gelenekler zaman ve mekanın değişmesiyle değişir ve hatta bazen tamamen zıt bir şekil de alabilir. Mesela, insanın başından şapka çıkarması veya şapkayı başına takması her ikisi de saygı alametidir. Ama her biri bir yörenin geleneğidir. Bu gibi şeyler toplumdan topluma değişebilir. Ama iyiliğin karşısında kötülük edilmesi ve bunun da bir yöresel gelenek olarak yorumlanması hiç bir toplumda görülmemiş bir şeydir.
Hamd, ne sadece methetmektir ve ne de sadece teşekkür etmek. O halde "hamd" nedir? Bu kişinin bir araya getirilmesine hamd denilebilir. Yani, hem azamet, kemal, üstünlük ve güzellik açısından methetmeye lâyık olan ve hemde yaptığı ihsan ve iyiliklerden dolayı teşekkür edilmeye lâyık olan birisine karşı hamd kelimesi kullanılır.
Hamd'ın manasında başka bir mananın da gizli olması mümkündür. O ise "ibadet etme" manasıdır. Buna göre Hamd kavramı üç unsurdan oluşmuş olur: Övme, teşekkür etme, ibadet etme. Başka bir deyişle, teşekkür ve ibadet edercesine övmek. Bu ayetin, "Hamd Allah'a mahsustur ve ondan başkasına hamdedilemez" demesi, hamdın ibadet boyutu olduğu için olabilir.
Bütün hamdların Allah'a mahsus olduğu hususunda müfessirler ittifak etmişlerdir. Eğer hamdın mefhumunda huşu ve ibadet boyutu olmasaydı ve sadece hamdın manası şükretmek olsaydı, Allah'ın insan için vasıta kıldığı insanlara şükretmenin ne gibi bir sakıncası olabilirdi. Allah bazı mahluklar vesilesi ile insana hayır iletir, onlara da teşekkür etmek gerek. Hatta bu hususta şöyle bir hadis de var: "Mahluka teşekkür etmeyen yaratan'a şükretmez." Baba, anne ve öğretmen gibi daima insana hayır ve ihsanda bulunan mahluklara da teşekkür etmek gerekir. Hiç kimse, ben Allah'a şükrederim ve kullarla işim yok deyip onları unutmamalıdır. Ancak şuna da dikkat etmek gerekir ki bu şükretmek, bir yerde hem kula ve hem de Allah'a şükretmek anlamına gelmez. İnsan bir kula teşekkür ettiğinde, o kulun müstakil bir varlık olmadığına ve onun yapmış olduğu iyilikten dolayı öncelikle Allah'a şükretmek gerektiğine dikkat etmelidir.
"Hamd, Allah'a mahsustur" ayetinden, hamdın manasında övmek ve ibadet etmek de saklı olduğu anlaşılmaktadır.
Kısacası; hamd, insanın tertemiz batinî duygularındandır bu duygu güzellik ve celalı methetmesi ve azamet karşısında huşu göstermesi için her insanın ruhunun derinliklerinden coşar bir duygudur. İşte bu yüzden de "Hamd" (Fatiha) suresi ilahi marifeti gerektirir. Yani, insan Allah'ı tamamen tanımadıkça "Hamd" suresini hakkıyla ve doğru-dürüst bir şekilde okuyamaz.
Şimdi çok yüce bir ruha, çok iyi alışkanlıklara ve faziletlere sahip olan bir insanla karşılaştığınızı düşünün. Böyle birine ihtiyaç duyuyorsunuz ve ihtiyacınızı gidermede hiç bir çıkar gütmeden, ihtiyacınızı gidereceğini ve hakkınızda ihsanda bulunacağını anlamış bulunuyorsunuz. Şimdi ruhunun yüceliği karşısında huşu etmiş olduğunuz böyle bir şahsın adı bir toplantıda anıldığında, gülü gören bülbül gibi aşıkçasına onu methetmeye, içtenlikle onu övmeye başlarsınız. İşte bu övgü duygusu ruhunuzun derinliklerinden coşar, hatta onu övmekle rahatlarsınız ve övmekten zevk alırsınız.
İnsan da namaz kılarken böyle bir hal alır. Defalarca dediğimiz gibi, biz şuna inanıyoruz ki ibadet etmek Allah'ı tanımanın bir gereğidir ve insan tamamen Allah'ı tanımadıkça ibadeti yücelmez, zirveye ulaşmaz.
Burada şuna da değinmek zorundayız ki, "el-hamdu lillah" cümlesinin peşinden şu dört sıfat sıralanmıştır: "Rabb-ul âlemin, er-Rahman, er-Rahim, Malik-i yevmid din". Bu sıfatların her biri Allah'ı tanımaya doğru açılan kapılardır. Bunların hepsini kendi yerinde açıklayacağız. Ancak o sıfatlar bu cümleden sonra söylenmiştir ve bu cümle ise hamdın Allah'a -ibadet ve övgüye layık olan zâta- mahsus olduğunu ve bunun da çok yüce bir makam olduğunu bildirmektedir. Yani, bu zatın sonrada açıklanan diğer sıfatlarını ve hakkımızdaki ihsanlarını göz ardı etsek bile, kendimizin ve bu koskoca dünyanın yaratılışını göz önünde bulundurmasak dahi bu zat hamd edilmeye lâyıktır ve bu yüzden de onu övmeliyiz.
Tabii ki, kimse bu dereceye vardığını iddia edemez. Bunu ancak Ali ibn-i Ebi Talib (a.s) gibi bir kimse söyleyebilir:
Allah'ım! Senin cennetine girmek veya cehenneminin azabından korktuğum için sana ibadet etmiyorum. Cennet ve cehennemi yaratmasaydın bile, ibadet edilmeye lâyık olduğun için ben sana ibadet ederdim.
Beni yarattığın için değil, bana ihsanda bulunduğun için değil, ahirette ibadet eden kullarına cennette yer vereceğin için değil, ibadete lâyık olduğun için sana tapıyor ve kulluk ediyorum.[72]
Sa'di bu hususta şöyle diyor:
Dostunun özüne değil ihsanına göz dikmişsen
Dosta boyun eğmemişsin kendinden kopmamışsın sen
Bu evliyanın yolu değil evliyalar böyle yapmaz
Allah'tan, Allah'tan gayri katiyen hiçbir şey ummaz.[73]
"Rabb" kelimesi hakkında da şunu hatırlatmak zorundayız: "Rabb" kelimesinin tam karşılığı farsçada mevcut değildir. Bazen bu kelimeyi terbiye eden, eğiten diye mana ederler. Ancak şuna dikkat etmek gerekir ki, "Rabb" kelimesi "Rabebe" maddesinden türemiştir, "Rabeye" maddesinden değil. "Terbiye eden" mürabbi kelimesinin karşılığıdır ve mürabbi kelimesi de "Rabeye" maddesinden türemiştir. Bazen de onu "yetki sahibi" diye tercüme ederler. Resulullah (s.a.a)'in büyük babası Abdulmuttalib de bu kelimeyi bu manada kullanmıştır:
"Ben develerin sahibiyim ve evin (Kâbe) de bir sahibi var elbet."
Kısacası bu kelimelerin hiçbiri tekbaşına "Rabb" kelimesinin manasını vermemektedir. Bu iki sıfatın herbiri ayrı ayrı Allah'ın sıfatlarındandır; ancak, "Rabb" kavramında hem yetki sahipliği manası vardır, hem de eğiten manası. Allah hem tüm âlemin yetki sahibidir ve hem de bütün âleme kemal verendir.
Her şeyi bilen Allah Teala daha başka alemler de yaratmıştır ki, o âlemlerin varlıkları bir takım özel nedenlerden dolayı, sahip olabilecekleri her kemal ve olgunluğa, ta var oldukları andan sahiptirler.
Başka bir deyişle, o varlıkların bütün istidat ve yetenekleri fiiliyete geçmiştir. Yani, yaratıldıkları andan itibaren mümkün mertebe kemal seviyesinde yaratılmışlardır. Başka bir deyişle, başlangıç ve sonları aynıdır. Onlar, yaratılış yönleriyle Allah'ın yetki, terbiyet ve eğitimi altındadırlar. Allah da onların yaratıcısı ve varedicisi olduğundan ötürü onların Rabbidir.
Ama, bizim yaşadığımız bu alem, yani dünya alemi veya madde alemi ise tedric alemidir. Yani, bu dünyaya hüküm süren kural ve düzen, varlıkların eksikten kemale doğru ilerlemelerinden ibarettir.
Bu alamdeki yaratıkların başlangıç ve sonları aynı değil. Tam aksine farklı ve değişiktir. Onlar, bir açıdan Allah'ın mahluku ve başka bir açıdan da onun yetki ve eğitimi altındadırlar.
Tabiat âleminin kendisi bir mecmua olarak diğer âlemlerden farklı bir alemdir. Çünkü muhtelif kısım ve bölümlere sahiptir ve bu bölümlerin herbiri de özel bir düzen ve nizam ile hayatlarını sürdürüyorlar. Hakikatte her bölümün de kendine ait bir dünyası var. Cansızlar alemi, bitkiler âlemi, hayvanlar âlemi, insanlar âlemi ve gökler âleminin hepsi eksiklikten kemala doğru hareket etmektedirler. Bunların hiçbiri yaratıldıkları zaman kamil olarak yaratılmamışlardır. Bu alemlerin tümündeki varlıkları kemalin son merhalesine iletecek olan da Allah'tır. O Rabb-ul alemindir.
Kur'an'ı Kerim'den bu dünyanın eğitim dünyası olduğu anlaşılıyor. İyiler ve kötüler diye çeşitli gruplara ayrılan insanların hepsi eğitim ve terbiye halindedirler. Daha ilginç olanı, bu dünyanın çiftçilik için elverişli bir tarlaya benzemesidir ki, bu tarlada her çeşit tohum ekilip yetişiyor, gelişiyor. Bu dünyada iyilerin tekamül ettiği gibi, kötüler ise (kötü tohum eken kimseler) de bu dünya düzenindeki kendi aşamalarını katederler. İsrâ suresinde şöyle buyrulmuştur: "Kim, şu hemencecik, pek tez geçen dünyayı dilerse biz de dilediğimize, dilediğimiz şeyi hemencecik veririz orda, sonra biz, cehennemi de onun için halkettik, oraya kınanmış, kovulmuş bir halde girer. Ve kim, inanarak ahireti diler ve bu hususta adamakıllı çalışıp çabalarsa bu çeşit kimseler, çalışmalarının mükafatını mutlaka görürler. Onlara da, bunlara da, hepsine, rabbinin lutuf ve ihsanından yardımda bulunuruz, bağışlar dururuz ve rabbinin ihsanı, kimseden menedilemez."[74]
Kısaca ayetlerin içeriği şöyledir: Her kim dünyayı isterse ve dünya için tohum ekerse biz de kendi istediğimiz kadar dilediğimize yardım eder ve tohumunun ürün vermesini sağlarız. Yani, bu hususta herkesin istediği peşin ürünü illa da vereceğiz diye kesin ve değişmez bir kural yoktur.
Dünya isteyenlerin tohumunun ürün vermesi yüzde yüz kesin değildir. Bu ise dünyanın bu tohumlar için elverişsiz ve verimsiz olmasından kaynaklanmıyor. Bunun nedeni dünyanın afet, engel ve belalarla dolu olmasıdır.
Ayetin devamında ise şöyle buyruluyor: Bütün amaç ve gayesi dünya olan ve insana lâyık olan yoldan sapan bu kişilerin sonu kesinlikle cehennem olacaktır.
Ama hedefi dünya olmayıp ahiret tohumu eken ve bu yolda da çalışıp çaba harcayan birinin ameli asla zayi olmayacak ve ürün verecektir. "Onlara da, bunlara da, hepsine, rabbinin lutuf ve ihsanından yardımda bulunuruz, bağışlar dururuz ve rabbinin ihsanı, kimseden menedilemez." [75]
Kısacası bu dünya öyle bir yapıya sahiptir ki herkesin ektiği tohumu yeşertir ve geliştirir. Ancak bazı tohumlar yüzde yüz yeşerip ürün verir, işte onlar sırat-ı müstakim doğrultusunda ekilen tohumlardır. Bazı tohumların yeşerme imkanı olsa bile, hepsinin ürün vermesi beklenemez. İşte bu yüzden planlı bir şekilde kötü işleri yapıp bir sonuca varanlar "yaptığımız iş kötü olsaydı sonuç elde edemezdik." diyerek işlerinin kötülüğünü gizleyemez, tevil edemezler. Hayır! Herhangi bir teorinin pratikte gerçekleşmesi ve bir netice vermesi, onun hak olduğunu göstermez. Çünkü bu dünyanın düzeni budur. Ekilen her tohum yeşerir ve bazen de beklenen sonucu verir.
Bu iki kelime hakkında önceden de yeterince bahsetmiştik; şimdi ise şunu eklemek istiyoruz ki, Allah'ı bu iki sıfatla vasıflandırmak çok kamil bir marifet ister. Çünkü Rahman, yani çok merhametli. Sadece "çok" kelimesinden anladığımız çokluk miktarı değil, bütün varlık Allah'tandır ve Ondan gelen herşey de rahmettir. Rahim, yani daima insanlara ihsanda bulunan.
Bu iki sıfatın birincisi dünya düzeni hakkındadır, ikincisi ise insanların özel dünyasına aittir. Allah'ı birinci sıfatla (Rahman) vasıflandırmak için, insanın öyle derin bir irfan merhalesine sahip olması gerekir ki dünyanın her zerresinin rahmetle dolu olduğunu görebilsin, dünyadaki olayları hayır ve şer diye ikiye ayırmaktan kaçınsın ve bütün evren Allah'tan kaynaklandığı için onun her şeyinin rahmet olduğunu bilsin. Bu konu adl-i ilahi'de ele alınmış olan bir mevzudur.
Bir kul daima, Allah'tan kaynaklanan her şeyin rahmet olduğunu anmalıdır. Masum Ehl-i Beyt imamlarından rivayet edilen dualarda da bu noktaya dikkat etmek tavsiye edilmiştir. (Namaza başlarken beş defa tekbir getirmek sünnettir) Beşinci tekbirden sonra okunması sünnet olan bir duada Namaz kılan bir kul, kendilerine Allah'ın seslendiği evliyadan biri olduğunu düşünüp şöyle der: "Geldim, geldim. Senin rızana geldim, her şeyimle koşarak geldim. Hayır sadece senin elindedir ve senden şer gelmez."
Allah'ı "Rahman" sıfatıyla tanımak, ilahi hikmetin kamil örneği olan dünyayı tanımak anlamındadır. Allah'ı bu sıfatla andığında ise; evrenin hayır, rahmet ve nur ile dolu olan bir düzen olduğu görüşünde olmalıdır. Şer, bela ve fenalıklar ise hakiki olmayan nisbî şeylerdir. Belli ki her kes böyle bir dünya görüşüne sahip olduğunu iddia edemez. Yine, kendini zorlayarak da böyle bir görüş elde edemez. Kur'an'ın, Allah'ı bu sıfatla anmamızı isteyerek, Allah'ı ve dünyayı bu şekilde. Ve böyle bir görüşe sahip olmamız, akıl ve burhan yoluyla önemli bazı konuları idrak etmemize bağlıdır. Bütün bunları, dolaylı olarak felsefî konular hakkında düşünmeye davet etmek sayılır ve bu gibi marifetlerin mümkün olabileceğini teyid etmektedir.
"Rahim" sıfatı hakkında da şunu demeliyiz ki, Allah'ı bu sıfatla tanımak, insanın, dünyadaki varlıklar arasındaki kendi yer ve makamını kamil bir şekilde tanımasına bağlıdır.
İnsanın varlıklar arasındaki özelliği, onun, bu dünyanın olgun ve kamil evladı olmasıdır. İnsan, baba ve annesinin nezareti altında olan buluğ çağına ermemiş bir evlat değildir. Çünkü, akıl ve düşünce açısından kendi yolunu seçebilecek bir olgunluk ve kemale sahiptir. Diğer varlıklar ise dünyadaki etkenlerin zorunlu yönlendirmesine tabidirler. Aklî olgunluğundan dolayı özgürlük ve ihtiyara sahip olan ve iki yoldan birini seçemekte serbest olan tek varlık insandır.
"İster
şükretsin, ister nankör olsun, gerçekten de biz ona doğru yolu gösterdik."[76]
Hem doğru, hem yanlış her iki yol insanın önüne konmuş, eğer insan doğru yolu seçip sırat-ı müstakim yolunda haraket ederse Allah'ın özel inayet ve rahmetini kazanmış olur. Öyle bir mertebeye ulaşır ki, dünyanın sadece Allah'ın yolunda yürümek için yaratıldığını ve Allah'ın da kendisine yardım ettiğini ve onu hidayete kavuşturduğunu (uğrumuzda Cihad edenleri kendi yolumuza hidayet ederiz. Allah iyilik edenlerle birliktedir),[77] kalbinin nur ile dolduğunu ve güçlendiğini farkeder. Yolu için gerekli sebep ve vesileleri Allah'ın hazırladığını ve kendine onun rızık verdiğini* idrak etmiş olur. Ve nitekim öyle bir makama ulaşır ki, kendi Allah'ıyla muamelede bulunur. Çünkü ne kadar ihlasla amel etse Allah'ın lütfunun daha da çoğaldığını görür. İşte böyle bir durumda olan bir kul, rıza ve teslim makamına varmış olur.
İlmihal kitaplarında da okumuş olduğunuz gibi bu ayet namazda iki şekil okunabilir: Malik-i yevm-iddin ve ya Melik-i yevm-id din. Ayetin bu iki şekilde okunması, iki değişik mana ifade eder mi?
Günlük konuşmalarda "Melik" ve "Malik" kelimelerinin herbiri farklı manalar ifade eder, birincisi siyasî ve ikincisi ise iktisadî bir deyimdir. Melik kelimesi kullanıldığında, daha üst yetkiye sahip olan birinin varlığı, onun tebdir ve siyaset hakkına sahip olduğu anlaşılır. Malik dendiğinde ise, bir kimsenin, bir şeye sahip olduğu ve onu kullanabileceği anlaşılır.
Ama, her iki yerde de bu kavramlar (Objektif) bir gerçeği ifade etmezler ve insanlar arasında bir nevi sözleşme sonucu oluşan göreli manalarda, kullanılırlar. Yani, filan şahıs bu evin sahibidir dendiğinde, o evin şimdilik bu şahsa ait olduğuna dair bir sözleşmenin olduğu anlaşılır. Filan adam filan bölgenin melikidir dendiğinde de bir toplumsal sözleşme sonucu o şahsın bu mevkiye getirildiği anlaşılır. Ve bu yüzden de eğer bu sözleşmeler değişirse artık o kavramlar da yok olur. Yani, o evin malikinin veya o bölgenin melikinin bir anda değişip başka şahıslarla aktarılması düşünülebilir.
Bu gibi yerlerde kullanılan "Melik" ve "Malik" kelimeleri tamamen farklı manalar ifade etmektedirler. Yani "Melik", "Malik"in işlerini ve "Malik" de "Melik"in işlerini yapamaz. "Malik", mülkiyetle bağlantılıdır; "Melik" ise saltanatla.
Ancak bazı yerlerde bu kavramlar hakiki bir ilişkiyi ortaya koyarlar. Mesela; biri, "ben bedenimin güçlerinin malikiyim" dediğinde bunun manası "ben vücüdumdan yararlanabilirim ve buna hakkım var" demektir. Yani vücudumda öyle bir güç var ki dilediğimde ondan yararlanıp, örneğin konuşabilirim ve dilediğimde ise bu gücü kullanmam. İşte bu tür yerlerde gördüğünüz gibi "Melik" ile "Malik" kullanıldığı yer açısından aynı manayı ifade ederler. Yani, biz hem vücudumuzun sahibiyiz ve hem de ona egemeniz diyebiliriz. Çünkü bu gibi ilişkileri ifade etmek için kullanılan malik (sahip) veya melik (egemen ve Sultan) olma kavramları objektif bir ilişkiyi ifade ederler. Bütün âlemi yaratan ve iradesi bütün aleme hakim olan Allah'ın hakkında da "Melik" ve "Malik" aynı manayı ifade eder. İşte böyle bir yerde "Malik" ile "Memluk" arasındaki ilişki hakiki bir ilişkidir. Mülkiyetin kıyamette kime ait olduğu hususunda Kur'an şöyle buyuruyor:
"O gün, saltanat ve tedbir kimindir, tek ve herşeye üstün olan Allah'ın."[78]
Bunun yanısıra başka bir ayet şöyle buyuruyor: "De ki, ey mülkün maliki (herşeyin sahibi) Allah'ım". Bu ayette kullanılan "lam" harfi, mülkiyet ve saltanatı ifade eder. Ayet şunu anlatmak istiyor ki "Malik kimdir?" sorusuna "Malik Allah'tır" cevabı verilir. Bundan anlaşılıyor ki, saltanat ve mülkiyet o kadar da birbirlerinden farklı şeyler değil ve bunların alanı da değişmez.
Allah sadece kıyametin mi malik ve melikidir? Dünyanın da maliki ve saltanat sahibi değil mi?
Allah, hem dünyanın ve hem de ahiretin gerçek malik ve melikidir. Ancak şu farkla ki insan, dünyada hakikatı göremediği için bir takım mecazî malik ve melikler görür. Kendisini veya başka birini eşyaların malik ve meliki bilir, işte bu yüzden de "ben bu evin sahibiyim" der. Ama âlemin hakikatlarının üzerindeki perdeler kalktığında ve insan, âleme gerçekçi bir gözle baktığında, önce malik ve melik bildiği şahısların gerçek malik ve melik olmadığını ve âlemdeki hakiki malik ve melikin Allah olduğunu anlayacaktır.
"Şüphesiz gözündeki perdeleri kaldırdık, bu gün gözün apaçık görmektedir."
Aşağıdaki rivayet de bu husustadır:
Cabir, İmam Bakır'dan (a.s) şöyle rivayet etmiştir: İmam Bâkır (a.s) şöyle buyurdu: Hem dünya hem de ahiret tümüyle Allah'a mahsustur. Ey Cabir, kıyamet gününde hakimler helak olacak, Allah'tan başka hiçbir hakim kalmayacak.
"Allah'ım, ancak ve ancak sana kulluk eder ve sadece senden yardım dileriz."
İnsan bazen, tevhidi, İslamî meselelerden sadece biri ve tevhidin yanısıra da binlerce İslamî meselenin var olduğunu düşünür; ama, biraz daha derinden baktığında, İslam'ın bütünüyle tevhid olduğunu anlar. Yani, gerek temel inançlar hakkındaki, gerek ahlak ve terbiye hususundaki hükümler ve gerekse günlük muamelelere bağlı hükümlerin tümü tevhiddir.
Mantık ilminde "tahlil" ve "terkib" diye iki ıstılah var. Mantıkda düşünme hakkında kullanılan bu iki ıstılah tabii ilimlerden alınmış kelimelerdir. Bunlardan kastedilen de şudur: Madde aleminde tecziye ve terkib (bölüp birleştirme) mevcut olduğu gibi fikir ve düşüncede de tecziye ve terkib mevcuttur. Yani, âlemdeki mevcut mürekkeblerin ilk unsurlara bölünüp ve bu unsurlar birleştiği takdirde de yeniden mürekkebin oluşması gibi düşünceler de böyledir. Filozoflar, insanın fikir ve düşüncelerinin tümünün, çelişiksizlik kuralına dayalı olduğunu, yani, tahlil ve tecziye edildiği takdirde kesinlikle bu kurala döneceğini söylüyorlar.
İslam'da da böyle bir kural mevcuttur, o da tevhid kuralıdır. Yani, İslamî temellerin tümünü tahlil ettiğimizde, onların tevhide dayalı olduğunu görürüz.
Usul-u dinden ikisi olan nübüvvet ve meadı veya imamet inancını tahlil ettiğimizde tevhidi görürüz. Aynı şekilde İslam'ın ahlakî düsturlarını veya içtimaî hükümlerini incelediğimizde onların da tevhidi ifade etttiğini görürüz.
Bu hususta bu kadarla yetiniyor ve ayrıntılı incelemeyi başka bir yere bırakıyoruz. el-Mizan tefsirinin bir çok yerinde bu konu ele alınmış ve açıklığa kavuşturulmuştur.
İslam'da tevhid inancı nazarî ve amelî diye iki boyuta sahiptir. Nazarî tevhid, fikir ve düşünce âlemine aittir. Yani, Allah'ın tek olduğuna inanmak ve O'nu böyle tanımak. Amelî tevhid ise, insanın kendi amelini tek eksene dayalı olarak yerine getirmesidir. Başka bir deyişle; nazarî tevhid, yani Allah'ın tek olduğuna inanmak ve ameli tevhid ise insanın amelde tek eksene dayalı hareket etmesidir.
Şu noktayı hatırlatmak istiyorum ki, Fatiha suresinin ilk ayetinden bu ayete kadar sadece nazarî tevhid ele alınmıştır. Amelî tevhid ise bu ayetten itibaren başlıyor. İşte burada insan, bu küçük surenin eşsiz azametini anlar ve Kur'an'ı Kerim'in mucizeliğinin apaydın bir örneğini bu küçük surede bulabilir. Gerçekten de insan hayretini gizleyemiyor; nasıl olur da okuma yazmadan, ilim ve kültürden haberdar olmayan bir bölgede yaşayan, ders okumamış biri, mefhum ve derinlik açısından en büyük ilahi filozofları düşünce âlemine daldıran ve de tatlılık ve akıcılık açısından insanın asla doyamayacağı böyle güzel sözler söyleyebilir. İşte bu Kur'an'ın mücize olduğunun delilidir.
Yani, Fatiha suresinin ilk ayetinden üçüncü ayetine kadar kullanılan kelime ve cümleler, Allah'ı tanımak hakkındaki önemli nazari konuları içermektedir.
Mesela: O, Allah'tır, Rahman'dır, Rahim'dir, Rabb-ul âlemin'dir ve O, kıyamet gününün sahibidir. Ayrıca O, mutlak hamdedilen bir zattır; yani bütün hamd ve şükürler O'na mahsustur.
Gerçekten de ilahiyatın tümü bu bir kaç kelimeye sığdırılmış, ilahi konuların en önemlileri bu birkaç kelimeyle açıklanmıştır.
İslam alimleri ve filozofları, bundan şu gerçeğe varmışlardır: Kur'an'ı Kerim bu konuları ele almasıyla, bu hakikatler hakkında derinden düşünmeye davet etmiştir. Kur'an, bu konulara değinmekle, bunları sadece dil ile söylememizi değil, gerçekten bunlar hakkında düşünmemizi ve bu hakikatleri idrak etmemizi istemiştir.
Namazda Allah'ı bu sıfatlarla anan kimse, hakikatte Allah'ı bu isim ve sıfatlarla tanıdığını iddia etmiş bulunmaktadır.
O'nun "Allah" olduğunu tanımak, âlemdeki varlıkların fıtrî olarak O'na yönelip O'nu kamil ve ibadete lâyık bir zat bilmeleri anlamınadır. Başka bir deyişle, hiç bir eksikliği, yokluğu ve ihtiyacı olmayan mutlak kamil olan bir varlığı tanımak ve bunu itiraf etmek demektir. Mutlak kamil olduğu için de herşey ondan kaynaklanmış, ona yönelmiş ve ona dönecektir.
Gerçekten de insanın (önce de değindiğimiz gibi) Allah'ın Rahman olduğunu bilmesi için çok zarif ve dakik bir düşünceye sahip olması gerekir. Allah'ın "rahman"iyetini bilmek, varlıkların her zerresinin Allah'ın rahmaniyeti ile dolup taştığını idrak etmek demektir. O'ndan kaynaklanan her şeyin hayır ve rahmet olduğunu anlamaktır. Her varlık varlık olduğundan ve Allah'ın zatına isnat edildiğinden her şeyiyle hayır ve rahmettir. Kötülük ve bela ise eşyaların hakiki boyutlarından değil, izafî ve nisbî (itibarî) boyutlarındandır.[79]
Bir kulun Allah'ı rahim olarak tanıması, sadece Allah'ın tecelligâhı olan varlık aleminin ve her şeyin O'ndan kaynaklandığının değil, her şeyin Allah'a dönecek olmasının da büsbütün hayır ve rahmet olduğunu iddia etmek anlamına gelir. Yani, bütün varlıkların rahmetten kaynaklandığını ve yeniden rahmete döneceğini iddia etmek demektir.
Bu da rahmetin, gazap ve beladan önce olduğu anlamınadır. Başka bir deyişle, azap ve gazap da gerçek bir şekilde tanınırsa, onlarında gazap kalıbında rahmet olduğu anlaşılır.
Ayrı bir ibaretle: Allah-u Teala "Cemal" ve "Celal" diye iki çeşit sıfata sahiptir. "Cemal" sıfatlarına; ilim, kudret, hayat, cömertlik ve rahmet sıfatlarını, "Celal" sıfatlarına ise kuddus, cabbar ve muntakim (intikam alıcı) gibi sıfatları örnek olarak gösterebiliriz.
Allah-u Teala kendi zatında ikiliğe sahip değil. Yani, zatının yarısı rahmet, hayır, cömertlik ve rububiyet, diğer yarısı ise kudsiyet, cabbariyet ve intikam alıcılık şeklinde değildir. Yine Allah-u Teala hayır, cömertlik ve rahmete sahip olması açısından cabbar ve muntakimdir denemez; yani, Allah böyle değildir. Allah'ın isimleri ve sıfatları arasında bir nevi öncelik ve sonralık hüküm sürmektedir.
Hikmet ve marifet ehli bu hususta çok iyi ve derin tahkikler yapmışlardır. Bunlar, insanî düşüncenin en değerli ürünleridir. Yılmak-yorulmak bilmeyen çok güçlü bir zihine, azim ve iradeye sahip olan kimseler bu hakikatlerin derinliklerine vakıf olabilmişler ancak.
Evet; Allah'ın isimleri ve sıfatları arasında bir nevi öncelik ve sonralık hüküm sürmektedir. Yani Allah'ın bazı isim ve sıfatları diğer bazılarından meydana gelmiştir. Cemal sıfatlarının tümü celal sıfatlarından önce gelir. Celal sıfatları, cemal sıfatlarından türemiştir. Cabbariyet ve intikamı her şeyden önce gelen tanrı, yahudilerin uydurduğu "Yahova" tanrısıdır; alemin gerçek yaratıcısı olan ve Kur'an'ın tanıttığı Allah değil.
Kur'an'daki "Bismillah"ın neden Cabbar ve Muntakim sıfatıyla değil de Rahman ve Rahim sıfatıyla birlikte kullanıldığını böylece daha iyi anlayabiliriz. Çünkü Kur'an açısından evren Rahman ve Rahim olan Allah'ın mazharıdır. Hatta cabbarlık ve intikam alıcılık sıfatı bile bir açıdan Allah'ın rahmanlık ve rahimliğini ortaya koyar.
Tabii ki, Rahimlikten kaynaklanan rahmet yani, varlıkların Hakk'a doğru döndüklerinde meşmul oldukları rahmet, ilk derecede iman ehline nasib olacaktır. Yani, ancak bunlara iletilen herşey zahir ve batında rahmettir; hem de mutlak rahmettir, nisbî rahmet değil.
Rahman ile rahim arasındaki fark şudur: Rahman dünya ile ilgilidir; rahim ise ahiret ile ilgilidir. Başka bir ifadeyle rahman, hem kafir ve hem mümin bütün insanlar için geçerlidir, rahim ise sadece müminler hakkındadır. Rahman ile rahim arasında söylenen bu farktan maksad da önce açıkladığımız manayla aynıdır.
Dünyanın; rahmeti, Rahman'dan alması, ahiretin ise rahmeti, Rahim'den alması veya birinin, rahmeti, kafir ile mümin arasında ortak olan bir rahmetten alması; diğerinin ise rahmeti, müminlere ait olan özel rahmetten alması, karara bağlı bir farklılık değildir.
Bu gibi farazi bölmeler, varlık âlemi hakkında geçerli değildir. Varlık âlemi rahmet açısından şöyle bölünebilir: Âlemin "gelişi" ve "dönüşü". Âlemin "O'ndan kaynaklanması" ve "O'na dönmesi". Allah Rahman'dır, yani dünya "O'ndan kaynaklanmıştır." Neticede bu dünya O'nun rahmetinin mazharı ve tecelligâhıdır. Allah Rahim'dir, yani âlemin "dönüşü" ve "O'na doğrudur." Ve bu dönüş onun rahmetinin diğer bir mazharıdır. Hatta Allah'ın cabbarlığının ve intikamının mazharı olan cehenem ve ilahi azap da Allah'ın rahimliğinden kaynaklanır. Burada bundan fazla açıklama yapamayacağız.
"O, din gününün ve kıyamet gününün sahibidir". Burada başka bir tanıma ve marifet de sözkonusudur.
Bu ayeti okurken insan, dünyanın sonunun nasıl olacağını bildiğini ifade eder. Yani hesap gününün olacağını ve böyle bir günde hiçbir sebep ve vesilenin bir gerçeklik taşımadığının ve asıl "Melik" ve "Malik"in Allah olduğunun ortaya çıkacağını bilmesi demektir.
Bunların tümü ve önceki tefsirlerimiz nazarî tevhid hakkındadır. Yani, insanın taşıması gereken bilinç ve inançlar aşamasındaki tevhid hususundadır ve bu bilinci kazanmak da çok gerekli ve zaruri bir şeydir. Hiç kimse, "bu merhale zihnî bir merhaledir ve bir zarureti yoktur" diyemez. Kesinlikle bu söylenemez. İslam'da bilinç ve marifetin kendisinin de asaleti vardır. Bu merhale olmadıkça insan amelde ilerleyemez.
Bu merhale yeterli midir acaba? Yani, insan sadece Allah'ı tanımakla ve tevhidi bilince sahip olmakla muvahhid sayılır mı?
Hayır; bu tanıma ve bilinç sadece amelî tevhidin mukaddimesidir. Yani amelî tevhid merhalesine ulaşmak için tanımak ve anlamak gerekir.
"Ancak ve ancak sana ibadet ederiz" dediğimizde amelî tevhide başlamış oluyoruz. Böylece hayatımızda tek bir eksen tanıdığımızı olduğumuzu duyurmak istiyoruz.
Bir şeyin, sınırını aşmayacak, direnmeyecek ve baş kaldırmayacak kadar ram, yumuşak ve itaatkâr olmasına Arapçada "taabbüd" denir.
Çok önceleri yollar, bu günkü gibi yol yapmada kullanılan aletlerle değil, herhangi bir yerden çok gidip gelmekle ve yürümekle yol şeklini alıyordu. İşte bu yüzden de yani hol olarak kullanılan bir yerde bulunan çakıl ve dikenler ilk günler gidip gelmeye engel oluyordu. Ama gidiş gelişin yoğunlaşmasıyla o yerde bununan çakıllar, insanların gidip gelmesi karşısında dayanamıyor ve eziliyorlardı. Böylece de ezildikleri ve yumuşadıkları için insanların ve hayvanların ayağını incitmiyordu. Oysaki fazla gidip gelmekle yol şeklini almayan diğer yerlerin çakılları ayaklar altında ezilmemişti. İşte bu yüzden araplar, çakılları ezilmiş yola "taabbüt etmiş yol" derlerdi.[80]
Hiçbir şekilde günah işlemeyen, ram ve teslim olan ve itaat eden bir insana "abd" ve "muabbid" denir. Böyle olmak, ram ve itaatkâr olmak, bir zerre bile masiyet etmemek demektir. İnsan ancak ve ancak Allah'ına karşı böyle olmalıdır. Allah'ın abdi (kulu) olmak, Allah'ın zatı ve emirleri karşısında böyle bir teslimiyete sahip olmak demektir. Abd (kul) olmak ve ibadette tevhid, Allah'tan başka hiçbir varlığın karşısında ve Allah'ın emirlerinden başka emirler karşısında bu duruma düşmemek hatta Allah'a karşı çıkan emir sahiplerine baş kaldırmak anlamına gelir.
İnsan, birbirinin zıddı olan bu iki duruma daima sahip olmalıdır: Allah'ın karşısında tamamen teslim olmalı, Allah'tan başkasına karşı ise tamamen isyan etmeli. "Allah'ım ancak ve ancak sana kulluk ederiz" cümlesinin manası da işte budur.
Şuna da dikkat etmek gerekir ki; Allah'ın baba, anne ve bütün şartlara sahip imam ve öndere vb. itaat etmeği emrettiği kimselere itaat, hakikatta Allah'a itaat etmektir. Çünkü Allah emrettiği için onlara itaat ediyoruz ve kökü bu temele dayanan her itaat gerçekte, Allah'a ibadet etmek demektir. Allah'ın emirleri karşısında başkalarına yapılan bir itaat ise şirktir.
Kur'an-ı Mecid'de "Şirk"e muhtelif örnekler verilmiştir. Bunların bazılarına değinerek amelî tevhidin manasını Kur'an'da yeraldığı şekilde, aydınlatmaya çalışacağız:
1- "Gördün mü dileğini mâbut yapanı?"[81]
Bu ayet, şehvetperest olan insanı müşrik olarak tanımlıyor. Mesnevi şöyle diyor:
Nefsinizin putu putların anasıdır
Çünkü o put yılan, buysa ejderhadır
Demirdir, taştır nefs, kötülükler putudur
Kötülüklerse su ile huzur bulur
Taş ve demir su üstünde durur mu?
Varken bu ikisi, insan güvencede olur mu?
"Allah'ım sadece sana kulluk ederiz" demekle, Allah'tan başkasının mabudluğunu reddederek, sadece Allah'ın emirlerine teslim olduğumuzu ve kendi meyil, istek, heves ve şehvetlerimizi ayaklarımız altına aldığımızı iddia etmiş oluyoruz.
2- Kur'an-ı Kerim'de, yahudiler ve hıristiyanlar kınanarak şöyle deniliyor:
"Allah'ı bırakıp bilginleriyle rahiplerini ve Meryemoğlu Mesih'i rab edinmişlerdir."[82]
Yahudiler ve hıristiyanların kendi alim ve rahiblerine, putperestlerin putlara ibadet ettikleri gibi ibadet etmediklerini hepimiz biliyoruz. Yani, mesela, onlara secde etmiyorlardı; sadece Allah tarafından izin gelmeden onlara teslim olmuş ve onlara itaat ediyorlardı; hakikatta onların meyillerine ve nefsanî isteklerine itaat ediyorlardı. Onların meyil ve nefsanî isteklerine uyarak dedikleri herşeyi kabul ediyorlardı. Böylece Allah, itaat etmenin Allah'a özgü haklardan olduğunu ve sadece Allah'ın emrettiği kimselere itaat edilebileceğini bildirerek, Allah emretmediği halde neden alim ve rahiplere itaat ediyorsunuz diye buyuruyor.
"Allah'ım sadece sana ibadet ederiz" demekle şunu ifade etmek istiyoruz ki, Allah'ım, din adamı, papaz veya herhangi bir adla hiç bir gruba ibadet etmeyeceğiz, körükörüne itaat etmeyeceğiz. Senin "itaat edin" dediğin kimselere itaat edeceğiz, emretmediğin kimselere değil.
Eğer Resulullah'a (s.a.a) itaat ediyorsak, bu, senin emrettiğin ve onun emirlerini farz kıldığın içindir.
Eğer Masum İmamlar'a ulul emr (emir sahipleri) diye itaat ediyorsak, bu, senin emrin içindir. Eğer bütün şartlara sahip olan alim, takvalı, adil ve bilinçli müctehidlerin emirlerine itaat ediyorsak, bu da emirlerine uymamızı senin farz kıldığın Peygamber ve İmamlar'ın bizlere verdiği emirlerden dolayıdır.
3- "De ki: Ey
kitab ehli, gelin aramızda eşit olan tek söze: Ancak Allah'a kulluk edelim, ona
hiçbir şeyi eş ve ortak etmeyelim, Allah'ı bırakıp birbirimizi tanrı edinmeyelim."[83]
Resulullah (s.a.a) bu ayeti hicretin beşinci veya altıncı yılında bir genelge olarak dünya devletlerinin yöneticilerine gönderdi.
Bu da Kur'an'daki amelî tevhidin bir başka örneğidir. Kur'an diyor ki, hiç bir insan başka bir insanı rab edinmesin ve hiç bir insan da başkasını kendine kul etmeye kalkışmasın. O halde, "Sadece sana kulluk ederiz"in anlamı şudur: Allah'ım sadece seni rab edinip emirlerine itaat ederiz. Hiçbir toplumsal veya ferdi mabudumuz yoktur. Hiçbir insana ve hiçbir insanın emrine, senin ve senin emirlerine rağmen itaat etmeyiz.
4- "Ey Musa Firavun'a de ki acaba, İsrail oğulları'nı kendine kul edindiğinimi bir nimet olarak başıma kalkıyorsun."[84]
Musa b. İmran Firavun'la karşılaşıp onu Allah'ın yoluna davet ettiğinde, Firavun sinirli bir şekilde şöyle dedi: Evimizde kalan, ellerimizde büyüyen ve o kıbtiyi öldürmekle çirkin bir iş yapan, büyük bir suç işleyen sen değil miydin? Musa şöyle cevap verdi: İsrailoğulları'nı kendine kul etmenimi başıma kalkıyor ve İsrailoğulları'nı kendine kul etmenin karşısında susmamı mı bekliyorsun?
Gördüğünüz gibi Hz. Musa (a.s), Firavun'un tavırını, yani tahakkum ve zulümü "kul etmek" diye tanımlıyor. Oysa İsrailoğulları kesinlikle Firavun'a secde etmiyorlardı. Firavun onları aşağılamış, itaat etmeye mecbur etmişti. Onları çalışmaya zorluyarak onlardan yararlanıyordu. Onların özgürlüklerini ellerinden almıştı. Onlar amelen Firavun'a karşı ram ve itaatkâr olmuşlardı. Bu açıklamaya göre "Ancak ve ancak sana ibadet ederiz" ayeti şu anlama gelir: Allah'ım başkalarına kul olmayacağız, aşağılanmayacağız, kimseye zorla da olsa itaat etmeyeceğiz, başkalarının bize tahakkum etmesine fırsat vermeyeceğiz, kimsenin ihtiyar hakkımızı almasına ve özgürlüğümüzü kısıtlamasına veya görmezlikten gelmesine izin vermeyecek ve teslim olmayacağız.
Kur'an'da zikredilen bu örnekler, amelî tevhidin manasını aydınlatmaktadır. İslam alimleri amelî tevhidi, ibadette tevhid diye tanımlamaktadırlar. Bundan ise pratikte gerçekleşen tevhid kastedilmektedir. Böylece insanın varlığının hakikatı da tek ve tek mihverli olur.
Bir Müslümanın sadece fikir ve düşünce aleminde muvahhid olması, Allah'ın zatî, sıfatî ve ef'alî tevhidini bilmesi ve bunlara inanması yeterli değildir. Böyle birine "Allah'ı tanımak hakkında sohbet et" diye önerildiğinde, altı ay boyunca bu hususta konuşma yapabilir belkide; fakat böyle biri tevhidin ancak yarısına sahiptir. Diğer yarısı da hayatını tek bir mihver üzerine kurmakla gerçekleşir. Bir insan ancak, Allah'ı ve sıfatlarını tanıyıp itaat ve teslim hususunda da Allah'a yöneldiğine ona kul olduğu zaman muvahhid olabilir.
Önceden de değindiğimiz gibi, ancak yukarda açıklanan bu kavramlara dikkat ettiğimizde, Fatiha suresinin ne kadar azametli olduğunu anlayabiliriz. Ömrü boyunca asla ders okumamış birinin, getirmiş olduğu kitabın ilk suresinde bütün mektebini küçük bir bölüme sığdırması, nazari tevhidi kısa bir cümlede hem de böyle bir yücelik ve azametle beyan etmesi ve amelî tevhidi ise "Ancak ve ancak sana kulluk ederiz" gibi kısa bir cümleyle açıklaması gerçekten de her akıl sahibini hayrete düşürmektedir.
Arap edebiyatı açısından "ancak sana ibadet ederiz" cümlesindeki "sana" zamiri, "ibadet ederiz" fiilinin tümlecidir. Arap edebiyatı kurallarına göre "sana" zamirinin "ibadet ederiz" fiilinden sonra söylenmesi gerekirdi. Zamirin fiilden sonra zikredildiğini farz etmiş olursak cümlenin manası şöyle olur "Allah'ım; sana kulluk ederiz".
Ancak, Arap edebiyatçıları şöyle diyorlar: Sonra söylenmesi gereken bir şeyin öne geçirilmesi "sınırlamayı" ifade eder. Bu kural sadece Arapça’ya mahsus değil, Farsça’da da böyledir. Zamir fiilden öne geçirildiği için ayetin manası şöyle olur: Allah'ım; ancak sana kulluk ederiz, senden başka kimseye itaat etmeyiz. Ve "itaat edin" demediğin kimselere boyun eğmeyiz, itaat etmeyiz. O halde, "Allah'ım; ancak ve ancak sana kulluk ederiz" cümlesi iki cümle yerine kullanılmıştır: "İsbat cümlesi:" Allah'ın karşısında teslimiz, "Nefy cümlesi:" Allah'tan başkasının karşısında asla teslim olmayız.
Tevhid şiarından anlaşılan iman ve küfür böylece bu cümleye sığdırılmış bulunmaktadır. "Lailahe-illallah" diyen bir Müslüman aynı anda iki şeyi ifade eder: Allah'a iman, Allah'tan başka bir ilahı inkar.
Ayet-el Kürsi'de şöyle okuyoruz:
"Dinde zor yok.
Gerçekten de doğru yolla azgınlık apaçık meydana çıkmıştır. Kim tağutu inkar
edip Allah'a inanırsa şüphe yok, öyle sağlam bir kulpa yapışmıştır ki hiç
kopmaz o. Ve Allah her şeyi duyar, bilir."
[85]
İslam açısından iman, küfür olmaksızın gerçekleşemez. İmanın kamil olması için bir insan daima Allah'a teslim olmanın yanında her çeşit tuğyanı ve tağuta boyun eğmeyi de inkar etmelidir.
Amelî tevhid ve insanın amelde muvahhid olması merhalesinde çok önemli bir nokta vardır o da "ibadet ederiz" fiilin de tekil yerine çoğul zamirinin kullanılmasıdır. Yani, "Allah'ım, sadece sana kulluk ederim" yerine "Allah'ım, sadece sana kulluk ederiz" cümlesi kullanılmıştır. Bunun hikmetini şöyle açılayabiliriz: İnsanın, Allah'tan gaflet ederek değil de Allah'ı tanıyarak ve O'na teveccüh ederek insan olabileceği ve sadece düşünceyle değil, amel ederek, faaliyet göstererek insan olabileceği gibi, aynı şekilde içtimaî amel ederek, tevhidî bir toplumla beraber hareket ederek olgunlaşır ve insan olur; tevhid kafilesinden ayrı hareket etmekle hiçbir yere varamaz. İnsan; fikrî, ilahî, amelî ve içtimaî bir varlıktır. Düşünmeyen, Allah'ı ve dini tanımayan bir insan, hakiki bir insan değildir. Allah'tan kopan, O'ndan gafil olan bir insan, gerçek bir insan olamaz. İlahî düşünceye sahip olup da amel etmeyen bir insan da hakiki bir insan değil, eksik bir insandır. Yine, ilahi düşünceye sahip olup amel eden, ama tevhidi toplumdan kopan insan da eksik bir insandır. O halde; hakikatte, "Ancak ve ancak sana kulluk ederiz" cümlesinin manası şudur: "Allah'ım, biz tevhidî bir toplumda beraberce, toplu olarak sana doğru hareket ediyor ve hep beraber senin emirlerine itaat ediyoruz."
"Sadece senden yardım dileriz"; Senden başkasına el açmaz, yardım istemeyiz.
Bu cümle yardım dileme hususunda tevhidi ifade eder. Yardım dilemede tevhid, sadece Allah'tan yardım dilemek, sadece Allah'a el açmak ve sadece O'na itimat etmek demektir. Burada bir soru söz konusudur. Ve bu soru iki şekilde yöneltilebilir. Birinci şeklinde yardım dileme hususu nazara alınıp "Neden hiç kimseden yardım istememek gerekir?" sorulabilir.
Eğitim, öğretim ve ahlak bilginleri diyorlar ki, insan kendine itimat etmelidir. İnsanın başkasına itimat etmesi, başkasından yardım istemesi, onun başkasına dayalı ve güçsüz bir varlık olduğunu gösterir. İnsanın kendisine itimat etmesi ise insanın güç ve kudretini uyandırır ve canlandırır.
Bu kural gereğince insan kendisine itimat etmelidir; ne Allah'a ve ne de başka birine itimat etmemelidir. Bu nedenle bazı pozitivist bilginler, Allah'a itimat etmek ve insanın kendisine güvenmesini nefyetmek olan "tevekkül" konusunu anlamakta zorluk çekip tevekkülü reddetmeğe kalkışmışlardır. Bu sorunun cevabını vermeden önce ikinci soruyu da nakledelim ve bunun ahlak dışı bir şey olduğunu söylüyorlar.
İkinci şeklinde ise soru şöyle yöneltilebilir: Neden Allah'tan başkasından yardım dilememek gerekir? "Allah'tan başkasına ibadet etmemek gerekir" sözü mantıklı bir sözdür; ancak "Allah'tan başkasından yardım istememek gerekir" sözünün mantıkî yönü nedir? Allah, bu alemi sebep ve sonuç alemi olarak yaratmıştır. Biz insanları da, başka insanlara veya başka eşyalara muhtaç kılmıştır. Biz de yaşantımızdaki ihtiyaçlarımızı gidermek için diğer insanlardan veya eşyalardan yardım istemek zorundayız.
Bu soruların cevabında şöyle diyebiliriz: Bu ayetin anlatmak istediği şey bu değil. Yani, başkasından yardım istemek veya başkasına itimat etmek kötü bir şey değildir. Çünkü, Allah insanları birbirlerine muhtaç olarak yaratmıştır. Yani, insan toplumu öyle bir yapıya sahiptir ki, bu toplumun her bir ferdi başkasına muhtaçtır. İslamî tavsiyelerde daima yardımlaşma ve dayanışmaya dair verilen emirler de bu hakikati aydınlatmaktadır.
Kur'an'ı Kerim şöyle buyuruyor:
"İyilik ve takva üzerine birleşin, yardımlaşın"[86]
Ayette geçen yardımlaşma anlamında olan "Teavenu" kelimesi "Avn" kökünden türemiştir. Eğer Allah'tan başkasından yardım istemek hiç bir surette câiz olmasaydı, Allah yardımlaşmaya emretmezdi. Hatta bu ayet, insanların birbirlerine muhtaç olduklarını ve bu yüzden de birbirleriyle yardımlaşmada bulunmaları gerektiğini bildirmektedir.
Biri, Hz. Ali'nin (a.s) yanında "Allah'ım beni kendi kullarına muhtaç etme" diye dua etti.
Hz. Emir-ul Müminin (a.s): "Bir daha böyle söyleme" buyurdu. Adam, "peki ne diyeyim" diyince Hz. Ali (a.s), "De ki, Allah'ım beni kötü kullarına muhtaç etme" buyurdu. Çünkü, önceki söz mümkün olmayan bir şeydir. Çünkü insan muhtaç olarak yaratılmıştır ve hayatını sürdürebilmesi için de başkalarından yardım alması gerekir. O halde, "Ancak Senden yardım dileriz" ayeti, insanın başkasından yardım dilememesi gerektiğini söylemek istemiyor. O halde, ayetin beyan etmek istediği şey nedir?
Ayet şunu demek istiyor: İnsanın asıl ve hakiki dayanağı Allah olmalı ve dünyada yardım dilediği herşeye vesile gözüyle bakmalıdır. İnsan, vücudundaki bilek gücünün, beyin gücünün ve diğer tüm güçlerin, Allah'ın yarattığı ve insanın ihtiyarında bıraktığını vesileler olduğunu bilmelidir. İşte bu yüzden de insan dünyada nice vesilelere itimat etmiş ve daha sonra beklediği yardımı onlarda bulamamıştır. Hatta bazen insan kendi güçlerine itimat eder, güvenir ama umduğunu onlarda da bulamaz. İnsanın, umduğunu bulabilmesi ve türlü endişeden kurtulabilmesi için itimat edeceği ve yaşamını ona göre ayarlayacağı tek dayanak Allah'tır.
Tarihte şöyle geçer: Resulullah (s.a.a) savaşların birinde ordudan ayrılarak ordugahın yakınlarındaki bir tepeye çıkıp uyudu. Tesadüfen çok şecaatli bir düşman askeri dolaşırken Resulullah'ı (s.a.a) görüp tanıdı, onu yalnız görüp öldürme fırsatını bulduğunu düşünerek çok sevindi.
Peygamber uykudayken onun başının ucuna dikilip bağırdı: "Muhammed, sen misin?" Peygamber ona bakarak "Evet, benim" buyurdu. Adam, "Şimdi seni kim benim elimden kurtarabilir?" dedi. Peygamber hiç tereddüt etmeden hemen "Allah kurtarır" dedi.
Bunu beklemeyen düşman askeri "Şimdi sana gösteririm" diyerek çok etkili bir darbe vurabilmek için bir adım arkaya atmak isterken aniden ayağı bir taşa takılıp sert bir şekilde yere düştü. Resulullah (s.a.a) hızla yerinden kalkıp onun başının üstünde durdu ve "Şimdi seni kim elimden kurtaracak" dedi. O da kurnazlık ederek, "Senin keremin" dedi. Böylece Resulullah (s.a.a) onu affetti.
Ayet, insan dünyada hiç bir vesileden yardım almasın, yardım istemesin demek istemiyor; ayetin anlatmak istediği şudur: İnsan başkasından yardım istese dahi sebepleri vareden Allah'ı unutmamalı, vesile ve sebeplerin O'nun elinde olduğuna inanmalıdır. Ayet bunu anlatmak istiyor:
"Sırat-ı mustakim'in" tamamen aydınlanması için birkaç konuya değinmek zorundayız:
1- Bütün varlıklar, varlık aleminin kesin kuralı gereğince gayri ihtiyarî ve tekvinî olarak Allah'a doğru hareket halindedirler.
"Bilin ki bütün işler Allah'a doğru hareket halindedirler."
"Şüphesiz ki Rabbinle son bulur herşey."
İnsan da bu varlıklardan ve mahlukattan biri olarak bu hükmün dahilindedir.
"Ey insan, gerçekten sen, hiç durmaksızın rabbine doğru bir çaba harcayıp durmaktasın sonunda O'na vararaksın"[87]
2- Yollar arasında sadece bir yol doğru yoldur ve sadece bir yol saadet yoludur. Yani, insanın seçmesi gereken yol bu yoldur.
3- İnsanın seçtiği şey bir yol olduğu için belirlediği bir hedefe doğru giden bir hareketi seçmiş olur. Yani, kendi kemaline doğru hareket etmek ister. O halde, insan tekamüle varabilen bir varlıktır. "Bizi doğru yola hidayet et" ayetinin manası da şudur: Allah'ım, bizi doğru tekamül yoluna hidayet et.
4- Tekamül yolu; icad edilecek bir yol değil, keşfedilecek bir yoldur. Bu da egzistansiyalizm görüşüyle çelişmektedir. Egzistansiyalizm şu görüşü savunmaktadır: Hiç bir yol ve hiçbir hedef mevcut değildir; insan kendisi için hedef ve değer yaratır. Yol yaratır. Hedefi yaratan, yolu yaratan ve kemali yaratan insandır. Yani, kendi kemalinin kemalliğini ve kendi değerlerinin değerliliğini yaratan insanın kendisidir. Buna karşı Kur'an şu görüşe sahiptir: Hedef, yol, hedefin kemalliği ve değerlerin değerliliği varlık ve yaratılış aleminde mevcuttur. İnsan onları keşfetmeli, hedefi aramalı ve o yolu yürümelidir.
5- Doğru yol, başından beri yönü belirlenmiş olan bir yoldur. Fakat, eğri bir yol, kıvrım ve kesik kesik bir yol olup (sonunda insanı hedefe götüreceğini düşünsek bile) belirli bir yöne sahip değildir, çok yönlüdür ve çoğu kez veya daima yön değiştirmek gerekir. O halde, insanın takip ettiği kemale doğru giden yol, zıtlar arasından geçen, bir zıttan geçip diğer bir zıtla karşılaşan bir yol değil. Diyalektikler ise bunun aksini savunmaktalar.
6- Tekamül yolunun, icad edilecek bir yol olduğunu değil, keşfedilecek bir yol olduğunu söylemiştik. Bu yayaların gidip gelmesi sonucu oluşan ve insanın bu yolu yürümesi gereken mekani yollar gibi bir yol anlamına gelmez. Bunun manası şudur: İnsanın vücudunda gerçek kemala doğru uzanan bir yol vardır ve bu yol insanı Allah'a yaklaştırır. Yani, bir hurma çekirdeğinin bir hurma ağacı olmaya istidadı olduğu gibi insanda da gerçek kemala ulaşmak için fıtri bir istidat vardır.
7- İnsanda böyle bir fıtri istidadın olmasına rağmen tekamüle ulaşması için bir de kılavuz ve hidayetçiye ihtiyacı vardır. Çünkü insanın, kendi kemallerine ulaşmaları için tabii istidatları olan diğer varlıklarla temel bir farkı vardır. Diğer varlıkların tümünün yolları tabiatta belirlenmiştir ve her biri belirli bir yoldan dışarı çıkamazlar; ama bu insan için geçerli değildir. Bugünkü felsefi tabirle: "Her varlık tabiata sahiptir, ancak insan tabiattan yoksundur." Egzistansiyalistler bu hususta insanın mahiyetsiz ve tabiatsız bir varlık olduğunu savunmaktalar. Biz bu konuyu kendi yerinde bütün ayrıntılarıyla ele almış ve meselenin onların dediği şekilde olmadığını isbat etmişiz.
İnsan, zıt tabiatlara sahip olup kendi yolunu ulvi ve süflî (yüce ve alçak) tabiatlar arasından seçmesi gereken bir varlıktır. Diğer canlılar ise seçenek hakkına sahip değillerdir. At, koyun, kedi, köpek vb. hayvanların her biri bir takım içgüdülere sahip olarak yaratılmışlardır ve onların yolunu bu içgüdüler belirler. İşte bu yüzden de tarih boyunca onların her birinin kendilerine mahsus özelliklere sahip olduğunu ve hepsinin belirli bir şekilde hareket ettiğini; balarılarının veya karıncaların hepsinin yuva yapmada ve yiyecek bulmada birbirleriyle aynı olduklarını ve işlerinde hiç bir değişikliğin olmadığını görüyoruz.
Ancak, insan için böyle bir şey söz konusu değildir. İnsanın karşısında birbirinden farklı yüzlerce yol mevcuttur ve insan istediği herhangi bir yolu seçebilir. Allah-u Teala "Leyl" suresinde şöyle buyurmaktadır: "Siz insanoğullarının işleri ve çalışmaları farklı ve muhteliftir." Tabii ki bu da insanın zaafını değil, kemalini gösterir.
Şimdi bakalım acaba bu söz, insanın belli bir yönelişi olmayan bir varlık olmasını mı gerektirir?
Materyalistler özellikle de egzistansiyalistler böyle düşünmektedirler, ancak Kur'an bu görüşü reddedip şöyle diyor: İnsanda Allah'a doğru uzanan bir yol vardır, o da insanın kemali için belirlenen yoldur. İnsanın karşısında mesela bin yol varsa, bunlardan sadece biri doğru yoldur. Bu yol, insanı Allah'a götüren ve Allah ile sonuçlanan bir yoldur. İnsan, bu yollardan istediğini seçebilir. Seçtiği yol sırat-ı mustakim ise, bu doğrudur; aksi halde diğer yolların tümü yanlıştır.
Bir gün Resulullah (s.a.a) bir yerde oturmuş ve bir grup da etrafına toplanmıştı. Peygamber biri düz ve doğru, diğerleri ise eğri olan birçok çizgi yere çizdi. Daha sonra düz yolu göstererek, bu yol benim yolumdur, diğer yolların hiçbiri benim yolum değildir buyurdu. Bu meşhur hadis de bizim anlattığımız şeyi aydınlığa kavuşturmaktadır.
Kur'an'ı Kerim'de "karanlık" kelimesinin çoğul ve "nur" kelimesinin ise tekil olarak kullanılmasının da sebebi budur.
"Allah, iman edenlerin velisidir, onları karanlıklardan nura götürür."[88] Yanlış yollar çoktur, doğru ve hak yol ise sadece bir tanedir.
Bundan dolayı enbiyanın hidayet ve kılavuzluklarına muhtacız. Çünkü, insanı nihai kemale götüren doğru yol, peygamberlerin kılavuzluğu olmadan teşhis edilemez. Bu yolu bulmak için ilahi elçilerin hidayet ve kılavuzlukları şarttır.
Bu hususta el-Mizan tefsirinde çok önemli bir nokta zikredilmiştir: "Sebil" kelimesi Kur'an'da yol manasına kullanılmıştır, ama bu kelimeyle "sırat" kelimesi anlam bakımından farklıdır. Çünkü, "Sebil" kelimesi bazen çoğul olarak kullanılır, ama "Sırat" kelimesi daima tekil olarak kullanılmıştır. "Sebil", ana yol ile birleşen fer'i yollara denir. "Sırat" ise ana yol anlamınadır.
Bir yere gitmek için birden fazla ana yol olmayabilir, ama etraftan uzanarak ana yol ile birleşen birden fazla tali yol olabilir.
Biz insanlar aynen kemal yolunda hareket eden bir kervana benzemekteyiz; nihai kemala kavuşmak için ana yoldan geçmeliyiz. herbirimiz bir ferî yolda hareket edip kendimizi ana yola iletebiliriz. Eğer herkes, bulunduğu makam ve mevkisinde insanî, ahlakî ve şerî vazifesine amel ederse, başlangıçta yollar birbirleriyle farklı görünse bile hakikatte insanı asıl yola götürecek yolu seçmiş olur. Yani, biri doktor, biri işçi, başka biri tüccar vb. olabilir, ancak bunların her biri birer yoldur ve insan bu yolları katederek sırat-ı mustakime yaklaşabilir.
İnsanlar, ubudiyet makamında ve yol seçimi hususunda üç kısımdır:
1- Bazı insanlar ubudiyet yolunda hareket eder, Allah'ın özel rahmetine kavuşurlar, sürekli olarak nimetlenir ve gayb aleminden bir elin uzanıp ellerinden tuttuklarını hissederler. (Bunu "Rahim" kelimesinin tefsirinde ele almıştık.) Bu insanlar Allah'a yakın kullardır. Bunlar ilk derecede enbiya, evliya ve daha sonra da tekamüle varmış olan insanlardır. İnsan, daima onları örnek edinip onları izlemelidir. İnsan işte bu yolu Allah'tan taleb eder.
2- Bazı insanlar da var ki birinci kısmın tam tersine Allah'a değil de başkasına ibadet eder ve Allah'a karşı da günah işlerler. Bunların amellerinin netice ve tesiri birbiri ardınca vücutlarında aşikâr olur ve aynen gayıptan uzanan bir el gibi daima bunları doğru yoldan uzaklaştırır. Bunlar, birinci grup gibi Allah'a doğru yükselip peş-peşe Allah'ın nimetlerine kavuşacaklarına Allah'ın gazabına uğrar ve tamamen kemal yolundan uzaklaşır, rezalet ve kötülüğün korkunç uçurumuna yuvarlanırlar. Böyle insanlar, insanlık yolunu yürümeleri gerekirken hayvanî yollarda yürürler. Bunlar, insanlıklarını kaybeden, ilerleyeceklerine gittikçe gerileyen insanlardır. Kur'an'ı Kerim bunların hakkında "Gazaba uğrayanlar" tabirini kullanmıştır.
3- Bazı insanlar da vardır ki ne birinci grup gibi ubudiyet yolunu seçerler, ne de ikinci grup gibi günah yolunu. Bunlar belirli bir yolu seçmiş değillerdir, hayret içinde bocalayan ve ne yapacaklarını bilmeyen insanlardır. Her an bir yolu seçip o doğrultuda hareket ederler ama bir yere varamazlar. Kur'an'ı Kerim bunlara ise "Sapıklar" diye hitap etmiştir.
"Allah'ım; bizi doğru yola hidayet et, evliyanın, doğru kişilerin ve dergahında hürmeti bulunan kimselerin yoluna. Sürekli olarak senin nimetlerinden nasiplerini alan kimselerin yoluna; insanlıklarını ve kendilerini unutup senin gazabına uğrayanların, ne yapacaklarını bilmeyen ve her an bir şekke giren insanların da yoluna değil."
"Rahman
ve Rahim Allah’ın adıyla"
"Elif
lâm mim. O, bir kitaptır ki onda şüphe yok. Takva sahiplerine yol göstericidir.
Onlar, gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine rızk olarak verdiğimizden
infak ederler (yoksullara harcarlar). Onlar, sana indirilene de inanırlar,
senden önce indirilenlere de; ahirete de iyice inanmışlardır. Onlardır
Rablerinden doğru yolu bulanlar; kurtuluşa erenler de ancak bunlardır. Kafir
olanlara gelince, ister korkut onları, ister korkutma, birdir; inanmazlar.
Allah kalplerini, kulaklarını mühürlemiştir,
gözlerinde de perde var, pek büyük azap onlara vardır."[89]
Kur’an’ın
en uzun suresi olup iki buçuk cüz'ünü teşkil eden bu surede, Hz. Musa (a.s)
döneminde gerçekleşen bakara (inek)
kıssası geçtiği için bu sureye "Bakara" adı verilmiştir.
Bu
sure Medine'de nazil olan surelerden biridir. Bu sure de Kur’an’ın diğer on üç
suresi gibi mukattaa harfleriyle
başlamıştır. Mukattaa harfler
alfabenin diğer harfleriyle birleşmeyip kendi isimleriyle okunan harekesiz
harflere denir.
Bu
gibi surelerin bazıları tek harfle başlar, Kalem ve Kâf sureleri gibi. Bazıları
iki harfle başlar; Yasin, Tâhâ ve Tâ Sin gibi. Bazıları üç harfle başlar, Tâ
Sin Mim ve Elif Lam Mim gibi. Bazıları dört harfle başlar, Elif Lam Mim Ra gibi
ve bazıları da beş harfle başlar, Ha Mim Ayn Sin Kaf veya Kaf Ha Ya Ayn Sad
gibi.
Bu,
Kur’an’ın özelliklerindendir. Yani, Kur’an’dan başka ne semavi ve ne de gayri
semavi hiç bir kitabın fasılları mukattaa harfleriyle başlamamıştır.
Bu
harflerin anlamı nedir?
Bu
soru asr-ı saadette de konu edilmiş ve cevap olarak da bir çok görüşler ortaya
konmuştur; ama kesin bir cevap henüz bulunamamıştır.
Bu
görüşlerden bazılarına değinmek istiyoruz:
Bazıları,
bu harflerin, konuşan ile dinleyen, yani Allah ile Peygamber arasında bir takım
şifreler olup halkın düşünce düzeyinin üstünde bir şey olduğuna
inanmaktadırlar. Halkın, bunları anlayabilecek bir kapasiteye sahip olmamasından
dolayı açıkça değil, şifre şeklinde beyan edilmiştir. Böyle şifreli konuşma,
halkın arasında da mevcuttur. İnsan, sadece kendi muhatabına anlatmak istediği
bir şeyi başkaları anlamasın diye şifreli olarak anlatır.
Bazıları
da, bu harflerin Kur’an’ın veya kullanıldıkları surelerin isimleri olduğunu
savunmaktadırlar. Yani, "Bakara"
suresinin adı, bu surenin başında kullanılan "Elif Lam Mim"dir ve Tâ
ha suresinin ismi de, bu surenin başında kullanılan "Ta Ha"dır.
Başka
bir görüş de, bu harflerin yemin ve ant olduğunu savunur. Kur'an, yaratılışın
örneklerinden olan güneş, ay, yıldızlar, gündüz, gece ve insanın nefsine yemin
ettiği gibi alfabe harflerine de yemin etmiştir. O halde, "Elif Lam Mim"in manası şudur:
"Andolsun Elif Lam Mim’e".
İnsan
bir şeye yemin ettiğinde, hakikatte, kendi ve muhatabının nazarında değerli ve
saygılı olduğunu ve küçük düşürülmesini istemediğini bildiği bir kimse veya
şeyin ismini, sözünün doğruluğunu vurgulamak için dile getirir. İşte bu yüzden
de edebiyat bilginleri derler ki, yemin etmek, hak sözün doğruluğunu tekit ve
teyit etmek demektir. Ama, bazen de insan bu amaçla değil, yemin ettiği şeyin
değerli olduğunu muhataba anlatmak için yemin eder. Mesela biri, başka birine
saygı duyduğunu halka anlatmak için o şahısa yemin eder. Bu gibi yerlerde asıl
kastedilen şey kendisine yemin edilen şeyin değerini anlatmaktır.
Kur’an’daki
yeminler ikinci türdendir. Kur'an aya, güneşe, zeytine, incire, gündüz ve
geceye yemin ediyorsa bunların ne kadar önemli olduklarını insanlara anlatmak
içindir.
Kültür
ve uygarlığın gelişmesinde çok önemli bir konuma sahip olan faktörlerden biri
de alfabe harfleridir. Seslerden meydana gelen bu harfler, insanın sosyal yaşamında
çok önemli bir role sahiptir. Hayvanlar da sese sahiptir; ama, bu sesleri
harflere dönüştüremezler. Eğer insan da hayvanlar gibi bu sesleri harfe
dönüştüremeseydi, dilsiz insanlar gibi konuşamaz, maksadını başkalarına anlatamazdı
ve neticede ilim, uygarlık ve sanat ortaya çıkmazdı. Hatta çok büyük bir nimet
olan yazı (Kur'an yazıya da yemin etmiştir) konuşma aşamasından sonra ortaya
çıkmıştır. Örneğin, A, B, C, D, harflerini ayrı ayrı telaffuz edebildiğimiz
için ayrı ayrı da yazabiliyoruz. Eğer bu harfler olmasaydı, kendi maksadımızı
iletmek için onların resimlerini çizmemiz gerekecekti. Mesela, evi ifade etmek
için, bir ev resmi ve otomobili anlatmak için bir otomobil resmi çizmemiz gerekecekti.
Ama,
her şeyin resmi ve şekli yoktur; onları anlatmak istediğimizde ne yapacaktık?
Mukattaa harfleri hususundaki başka bir görüş de bu
harflerin Kur’an’ın mucize oluşuna işaret olduğudur. Şöyle ki: Arap alfabesi
yirmi sekiz harften oluşmaktadır. Bazı dillerde harfler daha fazladır ve hatta
duyduğumuz kadarıyla bazı diller de üç yüz harfe sahiptir. Her halükarda,
alfabeler söz binasının ilk malzemeleri konumundadır ve herkes de buna
sahiptir; ama, herkes çok güzel ve
içerikli konuşabilir mi? Tabii ki hayır. Bu aynen dokuyucu ve örgücülerin
elinde bulunan ipe benzer, acaba herkes bunlarla, sanat açısından mükemmel bir
örgü ortaya koyabilirler mi? Elbette, hayır.
Konuşma sanatı, bu harfleri birbirleriyle
birleştirmekten meydana gelir. Kitap, makale, kaside ve gazellerin tümü bu
harflerin birbirleriyle özel bir şekilde birleşiminden ortaya çıkar. Ama, elde
edilen eser, değer açısından birbirinden çok farklı olabilir.
Bakara
Suresinde, Kur’an’ın tahaddi ettiğini
göreceğiz. Yani Kur'an, halkı mukabele ve mübarezeye davet edip diyor ki, söz
ve konuşma sanatında çok usta olanları bir araya toplayın ve onlardan Kur’an’ın
benzerini getirmelerini isteyin; getirebilirler mi?
Kur'an,
bu Sure’nin başında alfabe harflerinden bir kaç harfi, örnek olarak zikrederek,
ayetlerinin ilk maddelerini bu harfler olduğunu açıklamak istiyor. Yani ey
insanlar, Kur'an başka bir şeyden oluşmamıştır; dolayısıyla, eğer biz de bu
maddelere sahip olsaydık biz de Kur'an gibisini getirebilirdik diyemezsiniz.
Hayır, Kur'an bu harflerden oluşmuştur, ancak çok güzel bir şekilde
birleştirilip düzenlenerek oluşmuştur. Eğer bu kitabın mucize olduğuna
inanmıyorsunuz siz de gelin bu harflerle Kur’an’ın bir benzerini ortaya koyun.
Kur’an’da kullanılan gerekli malzemeler ve hammaddeler sizin yanınız da var.
Ders okumamış ve okula gitmemiş birinin Kur'an’ı getirmesi ve halkı da onun
benzerini getirmeye davet etmesi Kur’an’ın büyük bir mucize olduğunu gösterir.
Bir
kaç yıl önce Kur'an’daki "mukattaa
harfleri" hakkında bir başka görüş de gündeme getirildi ve bu, bir haber
olarak gazetelerde de yer aldı. Mısırlı bir bilgisayar uzmanı,
mukattaa harfler ile başlayan surelerde,
mukattaa harflerinin cinsinden olan
harflerin daha çok kullanıldığını iddia etti. Mesela "Bakara"
suresinin başında kullanılan "Elif
Lam Mim" harfleri diğer harflere nazaran bu surede daha çoktur. Ve bu
oran insan beyninin çözemeyeceği kadar dakiktir. Çünkü, bazen kesirler öyle
çoğalmıştır ki bilgisayar olmadan hesaplanamaz hale gelmiştir.
Bu
hususta değinmem gereken başka bir ihtimal de söz konusudur. Çok eskilerden
beri şu soru söz konusu edilmiştir: Varlık aleminde ilk var olan şey nedir?
Genel olarak bu soruya iki türlü cevap verilmiştir. Bazıları, önce kelime ve
sözün var olduğunu daha sonra da maddenin var olduğunu ileri sürüyorlar.
Bunların, söz ve kelimeden maksatları düşüncedir. Çünkü kelime ve söz
düşüncenin göstergesidir. Diğer bazıları ise, önce maddenin var olduğunu
söylüyorlar. Yani, önce madde ve tabiat var olmuş ve sonra madde tekamül
ettikçe tedricen düşünce, şuur ve idrak ortaya çıkmış ve daha sonra da kelime
ve söz ortaya çıkmıştır.
Kur'an,
bu iki görüşten birincisini benimsemiştir. Çünkü, yaratılış olayını anlatmak
istediğinde şöyle buyuruyor:
"Bir
şeyi dilediği zaman, O’nun emri, ona yalnızca: “Ol” demesidir; o da hemen
oluverir."[90]
Yani
önce söz var olmuş daha sonra da diğer mahlukat. Burada geçen sözden maksat
sadece lafız, hava ve ses değil, sözün taşıdığı tam bir anlam kastedilmiştir.
Belki
de Allah, bu mukattaa harflerle,
emrinin başlangıcının keyfiyetini, yani, söz ve düşüncenin madde, cisim ve
tabiattan önce olduğunu anlatmak istemiştir.
Bunlara
rağmen mukattaa harfler (kesik
harfler) Kur’an’ın müteşabih (anlamı
tam açık olmayan) ayetlerindendir; bilhassa eğer birinci görüşü yani bunların
Allah ile Peygamber arasındaki şifreler olduğunu kabul edersek bu ihtimal daha
da güçlenir.
"O,
bir kitaptır ki onda şüphe yok."
Gördüğünüz
gibi bu ayet Kur’an’a işaret ederken "Bu kitap" yerine "O
kitap" diyor ve böyle işaret de Kur’an’ı tazim etmek içindir. Günümüz
Arapçasında bir şeyi tazim etmek istediklerinde ona "O" diye işaret
ederler ve bu da o şeyin bizlerden ve sizlerden daha yüce ve uzak bir ufukta
bulunduğunu ifade eder.
"Onda
şüphe yok."
Bu
ayetin anlamı nedir? Kur’an’da nasıl şüphe yoktur? Oysa ki Kur’an’ın asaleti
hakkında şüphe edenlerin var olduğunu hepimiz bilmekteyiz. Hatta Kur’an’ın
kendisi Bakara Suresinde şöyle buyurmuştur:
"Kulumuza
indirdiğimiz Kur’an’dan şüpheniz varsa ona benzer bir sure getirin."[91]
Cevap
olarak şöyle diyebiliriz: Bazı olayların yazıldığı bir kitabı gördüğünüzde onu
okuduktan sonra, bunda yazılanlar doğru mudur, yoksa bu yazılanların gerçek bir
yanı yok mu diye düşünebilirsiniz. Bu hususta şüphe edersiniz.
Onların
hakikat olup olmadığını anlamak için onda gösterilen senet ve kaynaklara
müracaat edip araştıra bilirsiniz. Evet, bu gibi kitaplarda durum bundan
ibarettir. Genelde her türlü haber, rapor ve iddia da böyledir. Yani, onların
ispatı için delile ihtiyaç duyulur. Ancak, bazen de bir konu öyle gözle görülür
ve hissedilir bir şekilde kesindir ki artık delile gerek kalmaz.
Mesela,
hiç tanımadığınız biri kendisinin âdil olduğunu iddia ederse, bunda şüpheye
kapılıp doğru söylediğini anlamak için delil arayabilirsiniz. Şöyle ki,
tanıdığınız iki adil kişi onun adil olduğuna şahadet ederse kabul edersiniz,
aksi halde onun adil olduğunu kabul etmezsiniz.
Ama
yakından tanıdığınız, haşır-neşir olduğunuz, kendi vatanında ve yolculukta
bütün hareketlerini görüp incelediğiniz ve böylece de takva ve adaletine emin
olduğunuz birinin hakkında delile gerek var mı? Tabii ki hayır.
İlmî
ve teorik konular da böyledir. Bazen bir takım konuları ispat etmek için delile
ihtiyaç duyulur. Ama, bazı konular da vardır ki insan konuyu anladığında artık
ispat etmeye gerek duymaz. Yani, böyle konuları iyi bir şekilde açıklamak onun
ispatıyla eşittir.
Kur'an
da böyledir. Kur’an’dan uzak olan biri, uzak olduğu müddetçe Kur’an’ın
hakkaniyetinde şüpheye düşebilir; ancak, Kur’an’la ilişkisi çoğaldığı andan itibaren
artık şüpheye kapılmaz.
Ancak,
şuna da dikkat etmek gerekir ki, Kur’an’a yakın olmaya çalışmak iki şekildedir:
Biri, Kur’an’ı okuyup anlamak ve ayetlerinin tefsiri hakkında inceleme yapmak,
ikincisi ise Kur’an’ın emirleri doğrultusunda hareket etmek, ona amel etmek.
Kur'an sadece nazarî ve teorik bir kitap olmadığından dolayı teori ve amelin
her ikisinin beraberce sürdürülmesini istemektedir. O halde, ayet şunu demek
istiyor ki: Ey Kur’an’ı yakından incelemeyen ve amel merhalesini denemeyen,
dolayısıyla da Kur’an’dan uzak oldukları için Kur'an hakkında şüpheye düşenler;
bilin ki, eğer Kur’an’a yaklaşır ve onu idrak ederseniz artık Kur’an’ın hak
olduğu hakkında şüpheye düşmezsiniz.
“Takva Sahiplerine yol göstericidir"
Kur’an’ı
tanımak ve ona yakın olmak için önce onun niçin indirildiğini ve mahiyetinin ne
olduğunu bilmeliyiz ki onun hak olduğunda şek ve şüphe etmeyelim. Çünkü insan,
niçin yazıldığı ve hedefinin ne olduğunu bilmediği bir kitap hakkında asla görüş
belirtemez.
Kur'an
niçin indirilmiştir? Tıb kitabı mıdır? Felsefe mi, tarih mi, matematik kitabı
mı? Hayır; bunların hiçbiri değildir. O halde, nedir? Kur'an, hidayet
kitabıdır. Bu kitap kimleri hidayet eder? Herkesi hidayet eder mi? Yani, Kur'an
indikten sonra hiçbir sapık kalmaz ve herkes zorla da olsa hidayete mi erişir?
Hayır. Kur'an, herkesi hidayet etmeyeceği gibi bazıları da Kur’an’ın
vesilesiyle yoldan çıkacak, sapacaktır. Bakara Suresinin yirmi altıncı ayeti
buna işaret etmektedir:
"O,
bununla çoklarını şaşırtıp azdırır, çoklarını da doğru yola iletir."[92]
Allah,
Kur'an vesilesiyle bazılarını hidayet eder ve bir çoklarını da şaşırtıp
azdırır. Ancak Allah, fasıklardan başkasını yoldan çıkarmaz. “Allah bununla
ancak fasıkları saptırır”
İnsana
ait fıtrat yolundan sapanlara fasık denir.
Mevlana
diyor ki, nüktelerin çok dakik ve latif olması, layık insanları yüceltir, layık
olmayanları ise azdırır, yoldan çıkarır:
“Allah'tan
iste ki bu nükteler
Saptırmasın
seni; nihayete götürsün”
Daha
sonra bu ayete değinerek şöyle diyor:
“Çünkü
Kur’an’dan niceleri saptılar
Bazıları
bu iple kuyulara düştüler”
"İp"ten
maksad ise Kur'an’dır; Kur’an, kendisini "Hablullah" (Allah'ın ipi) diye tanıtmıştır.
“Ey
inatçı, suç bu ipin mi?
Yücelmeyi
sen istemedin ki”
Mevlana
diyor ki, bazıları Kur’an’ın ipiyle kuyuya düştüler; halbuki ip iptir, hem
onunla yukarıya çıkılabilir ve hem de aşağı inilebilir. O halde, ipin suçu
nedir?
"O
kitap takvalıları hidayet eder." Bu ayette geçen takvalılardan (temizler)
maksat, Allah'ın yaratmış olduğu tertemiz fıtrat üzerinde kalan
kimselerdir."Kur’an’da fıtrat" hususunda yeri geldiğinde bahsetmiştik
ve yine de bahsedeceğiz. Kur’an’ın bu husustaki görüşü kısaca şundan ibarettir:
Her insan tertemiz bir halde dünyaya gelir. Yani, zatî bir takvaya sahip olarak
yaratılır. Ancak toplumun bozukluğu neticesinde yavaş yavaş fıtrat yolundan
saparak tamamen bu fıtratını kaybedebilir.
Kur'an,
burada buyuruyor ki, ilahi fıtratı üzerinde bâki kalan herkesi bu kitap asıl
maksada götürür, tekamüle ulaştırır. Vücudunda bilkuvve olarak mevcut olan
bütün kabiliyet ve kemalleri fazilete dönüştürür.
“Ki
onlar, gayba inanırlar”
Kur’an’ın ilk hidayeti, insana "gaybe
iman" vermesidir. "Gayb" ve "Şehadet" iki Kur'an'î
kavramdır.
Kur’an’î
dünya görüşünde, varlık alemi gördüklerimizle sınırlı değildir. Görüp
hissettiklerimiz alemin küçük ve ince bir tabakasından ibarettir; daha büyük
bölümü ise bu alemin ötesindedir. Hissedilen şeylerin adı “şahadet”, hissedilmeyen
şeylerin adı ise "gayp"dır.
Bilginlerin
tabiat alemi diye adlandırdıkları ağaçlar, bitkiler, denizler, çöller,
Samanyoluları, yıldızlar ve insanın gördüğü, kokladığı, duyduğu ve genel olarak
hissettiği her şey veya Kur’an’ın tabiriyle müşahede edebildiği her şey
"şahadet" kısmına aittir.
Eğer
insan varlığı, sadece bu bölümle sınırlı bilse, o zaman insanın dünya görüşü
çok sınırlı ve dar bir görüş olur. Çünkü, örneğin insan doğduğunu, bir süre bu
dünyada yaşadığını ve daha sonra da ölüp gittiğini müşahede ettiği için insanın
bundan ibaret olduğunu sanırsa artık ölüm sonrası hayatı inkar ederek başlangıç
ve sonunu, nereden geldiğini ve nereye gideceğini düşünmez.
Ama
Kur’an’ı Kerim, insanı bu dar görüşlülükten çıkarıp müşahedeyle hissettiği
şeyin, varlığın ince bir tabakası olduğuna, varlığın daha büyük ve
uçsuz-bucaksız bölümünün ise bu alemin ötesinde olduğuna onu inandırmak ve bu hususta
insanı aydınlatmak istemektedir.
İnsanın
kendisi, insan için gaybın en iyi örneğidir. Biz, kendi beden ve vücudumuzu
hissetmekteyiz ve kendi ruhumuz hakkında da bilgiye sahibiz. Bu iki bölüm bizim
için şahadettir. Ancak, başkalarının ruhu bizim için gizlidir, hissedebileceğimiz
bir şey değildir. Çünkü, bir ömür boyu biriyle yaşasak bile ancak onun sesini
duyar, yüzünün rengini görür ve bedenine dokunabiliriz. Ama ruhu, her zaman
bizim için gizlidir. Eğer, onun kalbinden geçenleri biliyorsak bizimle
konuştuğundan dolayı biliyoruz. Bizimle konuşmasa kalbinde olanları ve içinden
geçenleri bilemeyiz.
Günümüz
psikolojisi, insanın kendisinin de bilmediği, insanın kendisi için de meçhul ve
gizli olan bir yönünü keşfetmiş ve ona bilinç dışı adını vermiştir.
Diyorlar
ki, ruhumuzun bir bilinç alanı vardır bir de bilinçdışı alanı. Mesela,
"Ben böyle düşünüyorum. Böyle hissediyorum. Filan şeyi seviyorum. Falan
adama karşı kin besliyorum" türünden şeyler bilinç alanına girer. Bir de bilinçdışı
alanı vardır ve bu da vücudumuzun büyük bir bölümünü teşkil etmektedir. İşte bu
yüzden insanın büyük bir bölümü gayptır;
az bir bölümü de şahadettir. Kur'an
bu sözün bütün alem için geçerli olduğunu savunup insana yepyeni bir dünya görüşü
vermektedir. Melekler, levh-i mahfuz,
arş,
kürsi vb. şeyler, gayp alemine ve bu alemin batınına bağlı
şeylerdir. Bunları sadece hissedemediğimiz gerekçesiyle reddetmemeliyiz. Alemin
bir de "gayb"ı olduğuna ve bunları da duyu organlarımızla algılayamadığımıza
inanmamız gerekir. Duyu organlarımızla sadece müşahede edilebilen şeyleri
algılayabiliriz.
“Namazı
ikame ederler”
Kur'an,
"gayba iman" hususundan sonra ikinci bir ilkeye değiniyor. O da
namazı ikame etmektir. Birinci ilke, yani gayba iman, Müslüman bir insanın düşünce ve inancına bağlı bir şeydir.
İkinci
ilke, insanın kendisini olgunlaştırması ve kamilleştirmesi hususundadır. Ve bir
süre sonra inceleyeceğimiz üçüncü ilke; yani, infak da toplumla ilgili bir
meseledir.
Böylece
namazın ne kadar önemli olduğunu anlamış oluyouruz. Çünkü, bildiğiniz gibi
namaz dinin temellerinden sayılmıştır. Her mektep, kendi izleyicilerini eğitmek
için bir program önerir. İslam’ın eğitici programının başında da ibadet gelir
ve ibadetlerin de en önemlisi namazdır. Şuna dikkat etmek gerekir ki, Kur’an’ı
Kerim, “onlar namaz kılarlar” demiyor. Kur'an diyor ki, onlar namazı ikame
ederler. Namaz kılmakla namazı ikame etmek farklı şeylerdir. Kur'an’da namaz
kılmak tabiri, genelde namazı eksik ve kusurlu olarak kılan şahıslardan söz
edilirken kullanılmıştır.
Namazı
ikame etmek, namazın hakkını vermek demektir. Yani, namazı ruhsuz bir beden
şeklinde değil, gerçekten Allah'a yönelerek kılmak gerekir. Tâhâ suresinin on
dördüncü ayetinde geçen Allah'ı zikretmek ve anmaktan maksat da budur:
"Beni
anmak için namaz kıl."[93]
Allah'ı
anmak, Allah'tan başkasını unutmakla eşittir. Eğer insan, kısa bir süre dahi Allah'ına
yalvarıp yakarsa, ondan yardım dilese, O'na hamdetse, O'nu “Allah, Rab, Rahman,
Rahim, Mustağni, Doğurmaz ve Doğmamış,
Tek ve Benzersiz” diye vasfetse ruhu büyük ölçüde etkilenir ve İslam dininin
istediği şekilde gelişir. Aksi takdirde böyle bir şeyin gerçekleşmesi imkansızdır.
“Ve
kendilerine rızık olarak verdiğimizden infak ederler; (Allah yolunda harcarlar)”.
İnfak
nedir? İnfak (bazılarının zannettikleri gibi) insanın, kendisini fakir ve
yoksul bir duruma düşürmesi değildir. İnfak, üst üste toplananları sarf
etmektir. İnfakın manası yok etmek de olabilir. Yani, fakirlik ve yoksullukları
yok etmek, ortadan kaldırmak. Birinci kural, yani "gaybe iman"
insanın dünya görüşü hakkında ve ikinci kural, yani namazı ikame etmek de insan
ile gayb arasındaki sürekli bağlantı hakkında olduğu gibi infak da insan ile
toplum arasındaki bağlantıyı düzenler ve sağlamlaştırır.
Ayet şöyle buyuruyor: "Kendilerine
rızıklandır-dığımız
şeylerden infak ederler." Rızkın geniş bir manası var. Bizzat Kur’an rızık
kelimesini hem maddî ve hem de manevî rızıklar hakkında kullanmıştır. İlim ve
bilgi de Allah'ın rızıklarındandır. Böyle bir nimete sahip olan kimseler de
infak etmeli ve başkalarına faydalı olmalıdırlar.
Bazıları,
infakın felsefesinin sadece toplumsal maddi eksiklikleri gidermek olduğunu
sanırlar. Bu yüzden de eğer infak meselesini hükümet ve devlet yüklenir ve bir
takım kuruluşlar teşkil ederek fakirlik sorununu hallederse artık infakın ferdi
şekillerde gerçekleştirilmesine gerek kalmaz diyorlar.
Ancak
işin gerçeği bu değil, yani; infakın felsefesi sadece maddi boşlukları
doldurmak değil; infak, insanın kamilleşmesi ve olgunlaşması için bir
vesiledir.
İnsanın
sahip olduğu bir şeyi infak ederek elinden çıkarması ve Allah'ın rahmanlığına
mazhar olması, insanın tekamüle erişmesinde büyük bir rol oynamaktadır. İnsanın
başkalarına ilgi göstermesi, başkalarıyla kalben bir olması çok önemli bir
hedeftir. Toplumda böyle bir mefhumun yerleşmemesi aynen sevgi ve muhabbet
kaynağı olması gereken ailenin kaldırılıp yerine eğitim kuruluşlarının
getirilmesine benzer.
Roussel
ve taraftarları şöyle diyor: "Aile hayatının felsefesi sadece baba ve
annelerin çocukları büyütmelerinden, olaylar karşısında onları korumalarından
ve hastalandıklarında onlara bakmaktan ibarettir. Bu şekilde çocuk eğitimi eski
zamanlarda varolup zamanımıza kadar gelen bir yöntemdir; toplumların
uygarlaştığı bu dönemde ailelerin bu vazifeleri devletin büyük kuruluşlarına
devredilmelidir. Çocuk, doğumevinden çocuk yurduna aktarılmalı ve orada diğer
çocuklarla beraber büyümeli ve böylece o kuruluşlar baba ve annenin yerini
almalıdır. Eski toplumlarda baba ve annenin çocuklar üzerindeki hakları ve aynı
şekilde çocukların baba ve annenin üzerindeki hakları, millet ve devlet
ilişkileri haklarına dönüştürülmelidir."
Bu
görüşün en büyük hatası, insanî fıtrata ters düşmesidir. Baba ve anne, annelik
ve babalık duygusuyla ve çocuk ise çocukluk duygusuyla yaratılmışlardır. Yani;
anne, anne olduğu için, çocuğunu sevgi ve şefkatle kucağına alıp eğitmek ister
ve bu onun fıtratında olan bir istektir. Anne kendi çocuğunu şefkat, sevgi ve
muhabbetle eğitir. Başka bir deyişle, anne kendi davranışlarıyla çocuğunun
kalbine sevgi yerleştirir. Yani bu sevgi ve muhabbetler çocuğu sevgi ve
muhabbet aşılar; dolayısıyla büyüdüğü zaman çocukluğunda aşılanan muhabbetlerle
enerji üretir ve başkalarına sevgiyle bakar. İşte bu yüzden de doğuştan beri
çocuk yurtlarında eğitilen, anne kucağı görmeyen ve baba sevgisinden mahrum
olan çocuklar bazen çok tehlikeli câni olabiliyorlar.
İnfak
da böyledir, sadece bir açıdan bakıp infakın felsefesi yalnız açların karnını
doyurmaktır ve bu başka bir yolla da çözümlenebilir dememek gerekir. İnfakın
felsefesi, insanı olgunlaştırmaktır. Çünkü, insanlar fedakârlık ederek, ihsan
ve infakta bulunarak insani ruha sahip olabilirler. İşte bu yüzden de kimse
“ben az ile yetinen biriyim, bir cevizle bile yetinirim, başka bir şey istemem;
çünkü kamil biriyim” diyemez. Hayır, çalışıp kazanmaya gücü yeten biri, çalışıp
kazanmalı ve kazandığını infak ederek kemale ulaşmalıdır. Bir şeye sahip
olmamak dolayısıyla da infak edememek kemal değildir. Çalışıp kazanma ve
kazandığından infak etmek insanın olgunlaşmasının en büyük etkenlerindendir.
Bu
nokta, Kur’an’ı Kerim’in Resulullah (s.a.a)'e yönelttiği hitaptan iyice
anlaşılmaktadır:
"Mallarından
sadaka al da temizle, arıt onları"[94]
Bu
ayet sadakanın içtimai felsefesine; yani, açların karnını doyurma yönüne değil,
sadakanın ruhî yönden yapıcı olduğuna değinmektedir. Çünkü, ayet buyuruyor ki,
onların mallarından sadaka al ki onları temizleyip, olgunlaştırabilsin. Aynen
bir bitkinin etrafındaki yabani ve zararlı otları yok ederek onun daha çok
gelişmesini sağlamak gibi. Genelde her canlı varlık böyledir, onlara yönelen
ziyanları defetmek, onların daha çok gelişmelerini sağlamakla eşittir.
"Onlar,
sana indirilene de inanırlar, senden önce indirilenlere de"[95]
Takvalıların
sıfatlarından biri de vahye iman etmektir. Bazıları Kur'an'a bir nevi saygı
duymanın yanısıra onu kabul etmeyebilir de. Yani bazıları, Kur’an’ı, dünyanın
büyük kitaplarından biri olarak kabul eder ve kurtuluş bahşeden öğretilerle
dolu olduğuna inanır ama onun vahiy yoluyla Allah'ın katından geldiğine inanmazlar.
Müslüman
olmayanların çoğu bu görüş ve inanca sahiptirler. Bu gibi insanlar, eğitim ve
öğretim hususundaki kitapları tanıtmak istediklerinde Kur’an’ı da bunlardan
biri olarak sayarlar.
“Mutluluk”
kitabının yazarı, kitabın “kitap okuma” konusunu ele aldığında ve daha sonra
büyük eğitici kitapları tanıttığında Kur’an’ı da onlardan biri olarak saymaktadır.
Lübnanlı
yazarlardan materyalist Şabli Şümayyil, el-Minar tefsirinin sahibi Mısırlı
Raşit Rıza’ya hitab ederek Peygamber-i Ekrem ve Kur’an’ı Kerim hakkında çok
güzel bir şiir yazmıştır:
“Ben
onun dinine inanmayıp kafir olsam da onun getirdiği Kur’an’ın mühkem ayetlerini
nasıl inkar edebilirim?”
Kur’an’ı
bu şekilde kabul etmek, Kur’an’a iman etmek değildir. Kur’an’a iman etmek, onun
vahiy yoluyla Allah’ın katından indiğine inanmaktır.
“Ruh-ul
Emin indirmiştir onu senin gönlüne, korkutanlardan olasın diye.”[96]
Yani
Kur’an’ın bir takım mesajlar mecmuası olup gayp aleminden şahadet alemine
indirildiğine inanmak gerekir.
Şuna
da dikkat etmek gerekir ki, gayba iman etmek, vahye iman etmeği de
içermektedir. Vahye iman etmeyi ayrıca zikretmek bunun önemini gösterir. Çünkü,
vahiy meselesi, açıklık ve aydınlık açısından "Allah" meselesi gibi
olmadığı için ayrıca beyan edilmiştir.
"Onlar
ahirete de iyice inanırlar "
Dilimizde
de kullanılan "ahiret" kelimesi "ahir"in
müennesi ve "evvel"
kelimesinin zıddıdır; "evvel"in
müennesi
ise "ûla"dır.
Ahiret
kelimesi bazı yerlerde "dar" (ev) veya "Hayat" gibi
müennes kelimelere sıfat olarak
("ahiret yurdu " ve ya "ahiret hayatı") şeklinde
kullanılmış olduğundan Kur'an’da bu kelimenin mevsufunun
müennes oluşunu göz önünde bulundurarak bu kelimeyi
müennes olarak kullanmıştır.
"Ahiret",
bazen "dünya"nın ve bazen de "ûla"nın karşısında
kullanılır. "Dünya" kelimesi bir ihtimale göre yakınlaşmak ve
yaklaşmak manasında olan “dunuv” kökünde ve bir ihtimale göre de alçaklık
anlamına gelen "deniy" kelimesinden türemiştir. Eğer birinci kökten
türemiş ise, bize daha yakın olan şimdiki yaşantımız manasını ifade eder.
Buna
göre ahiret kelimesi de "bize daha uzak olan yaşantı" anlamına gelir.
Eğer ikinci kök olan "deniy"den türemiş ise öbür dünyaya göre daha
aşağı bir düzeyde olan bu hayatı ifade eder, ahiret ise daha üst bir düzeyde
olan hayat anlamına gelir.
Ancak,
"Duha" suresinde "ahiret" kelimesi "ûla" kelimesine
karşıt olarak kullanılmıştır. Allah Teala bu surede Resulullah(s.a.a)’ı teselli ederken şöyle buyuruyor: Vahyin kesilmesinden
dolayı üzülme, Rabbin sana veda etmedi. Halkı hidayete kavuşturmak için
arzuladığın bütün arzularını rabbin gerçekleştirecek ve böylece hoşnut
olacaksın “Şüphesiz senin için son olan ilk olandan (ahiret dünyadan) daha
hayırlıdır.” ve işinin sonu başlangıcından daha iyi olacak; yani, ileri doğru
yol aldıkça daha yüce bir kemale ulaşacaksın.
Kur’an’ın
hidayetiyle hidayete kavuşanlar, bu dünyanın ötesinde var olan başka bir aleme;
yani, mükafat ve cezâ alemine inanırlar.
Ahirete
inanmak ebediliğe inanmakla eşittir. Çünkü, dünya ile ahiret arasındaki
farklardan biri, hem saadet ehli için ve hem de şekavet ehli için dünyanın
geçici ahiretin ise ebedi ve sonsuz oluşudur. Ancak, bazı şekavet ehlinin
şakaveti (katı kalpliliği) geçici olduğundan bir süre sonra ebedi saadete
kavuşacaklar. Bazılarının ise, şakaveti ebedi olacaktır. İşte Kur’an’ı Kerim'de
defalarca ve çeşitli tabirlerle kullanılan "ebedilik"in manası da
budur.
Ebediliğe
inanmak ilahi mekteplerin özelliklerindendir ve bu alemin varlığı ancak böyle
bir inançla yorumlanabilir. Oysa maddi mektepler, insanı bir kabarcık gibi
görür ve patladıktan sonra onun bir hiç ve fani olacağına inanırlar; bu maddi
görüşün ve ebediliğe inanmamanın sonucu ise, varlık aleminin boşuna yaratılmış
olduğu düşüncesine kapılıp ve varlık alemine karşı kötümser bir bakışa sahip
olmaktır.
Onların
düşünce tarzının neticesi olan bu görüş kendilerini çok kötü bir durumda
bırakmış olacaktır ki, bu yüzden de bazı materyalistler son zamanlarda kendi
ekollerini "hiç"lik ve hedefsiz"likten kurtarabilmek için bazı
hilelere başvurmuşlardır.
Onlar
şöyle diyorlar: Evet, fert fani olacak; ama, toplum gelişmeye doğru ilerlemekte
olduğundan dolayı bu ferdin yolu devam edecek. Eğer ben ve sen öldürülsek de
yolumuz ebedi olduğu için biz de ebedi olacağız.
Onlar
kendi felsefelerini müdafaa etmek için çırpınarak böyle bir yoruma
başvurmuşlardır. Ancak, bundan daha üzücü olan şu ki, bazıları, Kur’an’daki
kavramları bu sözlerle tatbik etmeğe çalışıyorlar. Mesela bazıları:
"Onlar
ahirete de inanırlar"
ayetini, onlar daha üstün bir toplumsal düzene iman ederler diye yorumlamışlardır.
Buna
şöyle cevap verebiliriz: Eğer ferdin ebediliğine inanmazsak insan soyunun da
ebediliğine inanmamış oluruz. Çünkü, fizik dalındaki bilim adamlarının
araştırmalarına göre yeryüzünün ömrü milyonlarca yılı geçmiştir ve bir gün
gelecek ki ne yeryüzü kalacaktır ve ne de onun üzerinde bir insan. Buna göre
insan soyunun ebediliğinin anlamı nedir?
“Onlardır
Rablerinden hidayete erenler (doğru yolu bulanlar).”
O
Rab ki, alemi besleyen ve eğiten, bütün varlıkları; bazılarını tekvini
hidayetle bazılarını (insanı) da teşrii hidayetle; yani, peygamberler ve
elçiler vesilesiyle kendi kemaline hidayet edendir. Ancak, sadece yukarıda
vasfı açıklanan şahıslar Hakk’ın teşrii hidayetiyle kemale varabilmişlerdir.
“Kurtuluşa
erenler de ancak bunlardır”
Ancak
bu grup kurtuluşa erişir, bunlardan gayrısı kurtuluşa eremez.
Bu
surede "İman'ın açıklanması" bölümü burada bitiyor ve buradan
itibaren "Küfrün açıklanması" bölümü başlıyor.
“Şüphesiz,
küfredenleri uyarıp korkutsan da, uyarıp korkutmasan da, onlar için fark etmez;
iman etmezler.”
Burada
öncelikle iki kelimeyi açıklamak zorundayız ve daha sonra ayetin manasına
değineceğiz.
Küfür
kelimesi "kefere" kökünden olup “örtmek” anlamındadır. Kur'an, dini
inkar edenler hakkında "Kafir" tabirini kullanmıştır. Bunun nedeni,
hakikat onlara aydınlatılmasına rağmen onun karşısında teslim olacakları yerde
hakikatin üstünü örtüp, gizlemeleridir.
"İnzar" kelimesini genelde korkutmak
anlamında tercüme etmişlerdir; ancak, bu tercüme "inzar" kelimesinin tam manasını ifade etmemektedir. Çünkü,
korkutmak "tahfif" kelimesinin karşılığıdır. Mesela; bir şahısın bir
yerden geçtiğini düşünün; aniden başka bir şahıs onun önünde bir fişek
patlatırsa korkacaktır; işte buna korkutmak denir; ama, bu "inzar" değildir. "İnzar" tehlikeyi bildirmektir;
yani, birinin geleceği çok tehlikeli ise siz şimdiden tehlike haberini verip
onu uyarırsanız böyle bir korkutmaya "inzar"
denir. Uyarı kelimesi böyle bir mefhuma daha yakındır. Peygamberler uyarıcıdırlar.
Kur'an
"Kafirleri uyarsan da uyarmasan da
fayda etmez." demekle neyi kastediyor? Peygamberlerin davetine muhatap
olmak için halkın mümin olması mı gerekir? Eğer maksat buysa, bu, var olan bir
şeyi var etmek ve vuku bulmuş bir şeyi meydana getirmektir; (bu ise imkansızdır).
...Peygamber,
kafirleri mümin yapmak için gelmiştir, müminleri mümin yapmak için değil.
Bazıları
bunu bahane ederek şöyle diyorlar: Kur'an genel olarak toplum ve tarihi
anlatırken toplumu maddi bir şekilde anlatıyor. Yani diyorlar ki, halk iki
gruptur; bir grubu sömürülen bir grubu da sömüren. Daveti kabul etmeye hazırlıklı
olanlar sömürülenlerdir, aslında Peygamberler de onlar için gönderilmiştir ve
onların muhatapları sömürülenlerdir. Sömürenler ise Resulullah (s.a.a)'in
davetinin dışındadırlar. Halbuki bu çok yersiz bir sözdür. Kur’an’ın hitapları
geneldir ve Resulullah (s.a.a)'in muhatabı da tüm insanlardır.
"Ey
insanlar, şüphesiz ki ben Allah tarafından hepiniz için gönderilmişim."[97]
"Nas"
yani halkın geneli; bu kelimeyi halkın mahrum kitlesi diye açıklamak nitelemek
yanlıştır.
Peygamberin
daveti zenci, beyaz, sömüren, sömürülen, zengin, fakir ayrımı yapmaksızın
halkın tümü için geçerlidir. O halde, bu ayetin manası nedir?
Kur’an
dilinde, her yerde demesek dahi çoğu yerde "Kafir" kelimesi her türlü
kafir için kullanılmamıştır. Kur’an, Peygamber gönderildikten, kendilerini
davet ettikten ve hakikati onlar için aydınlattıktan sonra Peygamber’in
karşısında yer alıp inkâr eden kimselere kafir demiştir. Peygamber’in
davetinden önce halk sonradan gelecek Peygamberin daveti hususunda ne mümindir,
ne kafir ve ne de münafıktır. Peygamber’in davetinden önceki halk sadece
"halk"tır.
Ancak,
Peygamber gelip davet ettikten sonra halk üç kısma bölünür: Bazıları iman
ederler, bazıları inkâr ederler ve bazıları da görünüşte teslim olur ama
içlerinde kabul etmezler.
Bu
ayet, davetten önce İslam’ı benimsememiş kimseleri kastetmemektedir. Ayet,
davet edildikten hak ve hakikati tanıdıktan sonra kendi akıl ve mantıklarına
boyun eğmeyen ve Peygamber (s.a.a)'ı inkâr eden kimseler hakkındadır. (İşte bu
kimseler hakkında buyuruyor ki, küfredenleri uyarıp korkutsan da uyarıp
korkutmasan da onlar için fark etmez iman etmezler."
"Kendileri
de bunlara inandıkları, bunları iyice bilip anladıkları halde zulümle,
ululanmayla inadına inkar ettiler."[98]
Aslında
insan, eğer ruhuyla hakikate teslim olursa, hakikat kendisine sunulduğunda
kabul eder. İnsanı helak eden şey hakkın karşısında cephe almaktır. Çoğunluk da
böyledir, önyargıda bulunarak hakikatin karşısında cephe alırlar.
Kur'an,
böyle karşı çıkmaların tablosunu bir ayet-i şerifede çok güzel bir şekilde
şöyle tasvir etmiştir:
"Hani
Allah'ım demişlerdi, bu, senin katındansa ve gerçekse başımıza gökten taş
yağdır, yahut da bize elemli bir azap ver."[99]
Dediler
ki, Allah'ım, eğer bu Kur'an hak ise, senin katından gelmişse gökten bizlere
taş yağdır ve bizi yok et. Çünkü buna tahammül etmeye gücümüz kalmadı.
Yani,
"Allah'ım, eğer bu hak ise ve senin katından gelmişse bizi bunu kabul etmeye
muvaffak eyle" diyecekleri yerde "eğer hak ise bizi yok et"
diyorlar.
Hakkın
karşısında cephe almanın anlamı budur. Bu gibi şahısları uyarmanın hiçbir
faydası olmaz. Bunlar, fakihlerin dediği gibi mazereti olan cahiller
değillerdir.
Kısacası,
Müslüman
olmayan herkese kafir denemez. Önceden de belirttiğimiz gibi Kur’an dilinde
"Küfür" inkâr etmek ve hakikati örtmek anlamındadır. Allah'ın
elçileri karşısında ve Allah'ın dinini getirenlerin mukabilinde cephe alanlara,
muhalif bir tepki gösterenlere ve inat edenlere kafir tabiri kullanılmıştır.
O
halde, İslam veya herhangi bir din kendilerine sunulmayan ve haliyle ne
reddeden ve ne de kabul eden kimselere hangi tabir kullanılacaktır?
Cevab
şudur: Şüphesiz onlar mümin değillerdir ve dolayısıyla müminlere ait hükümler
onlar hakkında uygulanmayacaktır; ancak, aynı zamanda bu gibi ayetler de onları
kapsamına almaz. Çünkü mümin, kafir ve münafık gruplarını meydana getiren
peygamberlerin davetinin ulaşmasıdır.
Ayrıca
şunu da hatırlatmalıyız ki örtmek, muhalefet etmek ve cephe almak anlamında
olan "küfür" Kur’an’ı Kerim'de bazen mukaddes bir anlamda kullanılır.
Bu anlamda küfür en açık şekilde "Ayet-el
Kürsi"de kullanılmıştır:
"Dinde
zor yok. Gerçekten de doğru yolla azgınlık apaçık meydana çıkmıştır. Kim
tağutlara kafır olup (inkar edip) Allah’a inanırsa şüphe yok, öyle sağlam bir
kulpa yapışmıştır ki hiç kopmaz o ve Allah her şeyi duyar, bilir."[100]
Yani
her mümin kafir de olmalıdır; yani hakka inanıp batılın karşısında cephe almalı
ve batılı inkâr etmelidir. İşte mukaddes küfür budur. Başka bir ifadeyle,
sadece Allah'a iman etmek yeterli değil, bunun yanında tağutu da inkâr etmek
gerekir.
Şia
inancına göre "Furu-i Din"
on tanedir. Bunların dokuzuncu ve onuncusu "Teveli" (dost edinme) ve "Taberri"(uzak durma) dir. Yani, herkes Ali b. Ebitalib'in
velayetine inanmalı; ve bu kadarıyla da yetinmeyip bunun yanısıra Ali (a.s)'a
düşman olanlara karşı çıkmalı ve Hz. Ali'nin yoluyla zıt olan şeyleri inkâr etmelidir.
“Allah,
onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinin üzerinde de
perdeler vardır.”
Bir
mektup yazılıp bittikten sonra mektuba bir şey eklenilmesin diye onun altı
mühürlenir. Kur'an diyor ki, herkesin kalbi bir mektup gibidir; tedricen iyi
veya kötü şeyler ona yazılır. Ancak bu, öyle bir yere varır ki artık biter ve
altı mühürlenir. Bundan sonra ona hiçbir şey yazılamaz. Peygamber'in daveti bu
gibi şahısları hiç bir şekilde fayda vermez. Kur'an Resulullah (s.a.a)'e
buyuruyor ki, artık bu gibi kimseleri davet etme. Bundan amaç, baştan beri
bunları davet etmenin faydasız olduğunu açıklamak değildir. Asıl amaç şu ki, bu
gibi kimseler uyarıldılar, davet edildiler ve hüccet kendilerine tamamlanmış
oldu, ama, onlar kabul etmediler, küfrü seçtiler. Böylece küfrü seçmekle ve
inkâr etmekle kalpleri bu hale geldi. Kur'an, insanı değişebilen bir varlık
olarak görüyor. İnsanın kalbi de daima değişme halinde olduğu için ona kalp
(değişken) demişlerdir. Tabii ki bu kalpten amaç, insanın sol tarafında olan et
parçası değil; maksat, insanın yeni bir şekil alabilen ruhudur. Peygamber buyurmuştur
ki:
“İnsanın
kalbi çöldeki bir ağaca asılan bir tüy gibidir; rüzgâr daima bunu sallar.”[101]
Mevlana
bu hadisi şiir kalıbında şöyle aktarmıştır:
Peygamber dedi ki kalp bir tüy gibidir
Bir çölde esen rüzgârın esiridir
Rüzgâr tüyü ne yana savursa nafile
İster sağa ister sola yüz ihtilaf ile
İnsan
iki farklı anında aynı durumda olmaz; her şeyden daha çok kendi amellerinden
etkilenir. İyi ve nurlu bir amel ona nur verir, kötü ve karanlık bir amel ise
insanın nurunu alır onu karartır. İyi bir amel insanın kalbine yumuşaklık
getirir, öğütleri, hakkı ve hakikati kabul etmesini sağlar. İnsanın fıtratıyla
bağdaşmayan ameller ise insanın kalbine katılık getirir. Bazen insanın kalbi
öylesine kararır ki Kur'an'ın tabiriyle artık onun işi bitmiş ve onun kalbi mühürlenmiş
sayılır. Kendi gözleriyle görür, ancak sanki hiç görmemiş gibi olur, sanki
gözlerinin önüne perde çekilmiş olur.
Bunlar küfrün etkileridir küfrün nedenleri değildir.
"(8) İnsanlardan Allah'a ve ahirete inandık
diyenler de var, oysa ki, inanmamışlardır. (9) Allah'ı ve inananları aldatırlar
sanki. Halbuki haberleri yok, ancak kendilerini aldatırlar. (10) Kalplerinde
hastalık var, Allah da hastalıklarını arttırmıştır. Yalan söylediklerinden
dolayı onlara elemli bir azap var. (11) Onlara yeryüzünde fesat çıkarmayın
dendi mi derler ki: Biz ıslah edicileriz. (12) Bilin ki, onlardır fesatçılar
ama anlamazlar. (13) Onlara, inanan insanlar gibi siz de inanın dendi mi derler
ki: Akılsızlar gibi biz de mi inanacağız? Bilin ki, akılsız olanlar onlardır,
ama bilmezler. (14) İnananlarla buluştular mı, inandık derler. Şeytanlar’ıyla
yalnız kaldılar mı şüphe yok ki derler, biz sizinleyiz, biz ancak alay
etmedeyiz. (15) Allah onlarla alay eder, taşkınlıklarında, azgınlıklarında başı
boş dolaşsınlar diye mühlet verir onlara. (16) Onlardır doğru yolu satıp,
azgınlığı satın alanlar. Alış-verişlerinden faydalanmadıkları gibi bir kazanç
yolu da tutmamışlardır."
“İnsanlardan
Allah’a ve ahirete inandık diyenler de var oysa ki, inanmamışlardır.”
Nifak,
küfürden daha tehlikeli olduğu için Kur’an’ı Kerim burada, küfür hakkında
sadece iki ayetle yetinmiş nifak hakkında ise bir kaç ayette bahsetmiştir.
Kur’an’ı Kerim'in on üç suresinde muhtelif şekillerde münafıklardan söz edilmiştir
ve Kur’an’ın 63. suresi "Münafikun"
adındadır ve sadece münafıklar hakkındadır.
Nifak,
ikiyüzlülük; yani insanın olduğundan başka bir şekilde görünmesi demektir.
Bu
sıfat, kötü ve yerilen bir sıfat olmasına rağmen yine de aynı zamanda insandaki
kemalden kaynaklanan bir sıfattır. Yani, insan canlılar arasında daha kamil bir
varlık olduğundan dolayı, kendini olduğundan başka bir şekilde gösterebiliyor;
diğer canlılar ise genelde nifak yapmaktan acizdirler, gerçi zeka bakımından
biraz daha kamil olan bazı hayvanlar bir yere kadar olduklarından farklı olarak
görünüp yapmacık işler yapabiliyorlar.
Mesela,
tavuk, at veya merkep gibi hayvanlar asla bunu yapamazlar; ama, bir kedi az da
olsa böyle bir şey yapabilir. İşte bu yüzden de fare veya bir kuşu avlamak istediğinde,
bu gücünden yararlanır ve kendini gizlemekle avını ele geçirir. Tilki de aynı
özelliğe sahiptir. İşte bu yüzden de kurnazlıkta meşhur olmuştur. Aynı şekilde
kurt da bazen bir takım kurnazlıklarıyla avını yakalıyor.
Bunlara
rağmen hiçbir canlı bu işi insan gibi
beceremez. İnsan bu özelliğini dile getiren muhtelif edebî tabirler de vardır.
"Buğday gösterip arpa satmak" gibi deyimler de bu manayı ifade
etmektedir. Yine şöyle bir deyim var: Derler ki, Filan adam kurt ile kurt olup
koyunun kuyruğunu yer, çoban ile de çoban olup ağlar" işte bu da aynı
manayı içermektedir.
Nifakın
insanın tekamülünden kaynaklandığını söylemiştik; bunun delili de şudur: İnsan
ne kadar ilkel olursa iki yüzlülüğü bir o kadar az olur. Çocuk, çocukluğunda
nifak yapmaz. İşte bu yüzden de nerede olursa olsun kendisine verilen yemeği
sevdiği taktirde yer. Hatta eğer çok severse biraz daha yiyebilmek için bu
isteğini ağlamakla bildirir. Ama büyük adamlar bir mecliste olduklarında
oradaki yemeklerden yemeği çok arzulasalar da kendisine takdim edildiğinde
"Yemeyeceğim, iştahım yok" derler. İşte bu yalanı çocuk demez.
İnsan,
uygarlık bakımından ne kadar ilerlerse bir o kadar da nifak yapma yeteneği de
güçlenir. Bin yıl önceki insan günümüz insanının yaptığı iki yüzlülüğün yüzde birini
yapmış değildir.
Bu
gün kullanılan çoğu kelimelerin münafıkça kelimeler olduğuna dikkat
etmişsinizdir? Mesela; istimar kelimesi lügat bakımından çok iyi bir kelimedir;
Kur'an da bu kelimeyi asıl manasında kullanmıştır:
"Sizi
yerden yaratıp meydana getirdi ve orayı imâra memur etti sizi; artık ona tövbe
ve istiğfarda bulunun."[102]
Bu
ayetteki istimar kelimesi "İstif’al" babından olup "imran"
kökünden türemiştir. Yani, yeryüzünü imâr etmek sizden istenilmiştir. Sizi
yerden yaratmış ve yeryüzünü imâr etmekle sizi mükellef kılmıştır. O halde,
"istimar" imar etmek demektir.
İstimarcı
devletler, gittikleri her yerde "sizin kaynaklarınızı yağma etmeye,
yeraltı kaynaklarınızı alıp gitmeye geldik" demiyorlardı. Diyorlardı ki,
"sizin topraklarınızı imar etmek için geldik." Zahirde de bu gibi
işleri yapıyorlardı; mesela bir-iki tane yol yapıyorlardı. Ancak, oranın halkı
için yaptıklarının bin katını onların kaynaklarından alıp götürüyorlardı. Ve
böylece oranın halkını da kendilerine köle ediyorlardı. O halde, "istimar"
kelimesi münafıkça kullanılan bir kelimedir. Yani, doğru bir manaya sahip olmasına
rağmen gerçek manasında kullanılmayan bir kelimedir.
Hıristiyanlığın
tebliğcileri, yani (misyoner) diye tanınan kimseler istimarın öncülüğünü yapan
kimselerdi. Yani, bunlar sömürülen devletlerde istimara zemin hazırladılar. Bir
din adamı olarak bu devletlere girdiler. İsa Mesih (a.s)’ın ve annesi Meryem'in
vasıflarını anlatmakla halkı meşgul ettiler; ancak, bir süre sonra halk gördü
ki bu din maskeleri altında gelenler onların bütün maddi sermayelerini alıp
gitmişler.
Bir
Afrikalı şöyle diyor: Avrupalılar bizim devletlerimize ayak bastığında bizim
toprağımız vardı, onların ise ellerinde İncil vardı. Ama, kırk-elli yıl
geçtikten sonra bir de gördük ki İncil bizim elimizde kalmış, topraklarımız ise
onların eline geçmiş. İşte nifakın manası budur.
Kur’an,
münafıklar üzerinde bu kadar durmakla Müslümanları
uyarmak istiyor; yani ey Müslümanlar,
münafıklar hakkında daima dikkatli
olmanız gerekir, onlara aldanmayın. Çünkü münafık, sadece asr-i saadette var
olan bir şey değildir münafık her zaman ortaya çıkıp Müslümanların saflarına sızabilir ve zahirde İslam’ı kabul
ettiğini söyleyerek arkadan hançer vurabilir.
Beşinci
kol deyimini duymuşsunuzdur, birinci dünya savaşında ordulardan birinin
görünüşte dört sütunu vardı ve sıcak silahlarla düşmana saldırı yapıyordu. Ama
bazılarını da önceden düşman ordusuna göndererek onları gafil avlıyordu.
Anlatıldığına göre dört koldan önce bu kol gizlice çalışıyordu. Bu sütuna
beşinci kol adı verildi. Bunlar düşman saflarına sızarak kendi karargahlarının
lehine çalışıyorlardı.
Kur'an
da buyuruyor ki:
Münafıklar,
daima Müslümanlar
için bir tehlike unsuru olup İslam toplumunu tehdit etmektedir.
“Onlar Allah'a ve kıyamet gününe iman ettik
"derler" ama onlar yalan söylemekteler.”
“Allah’ı
ve insanları aldatmaya çalışırlar...”
Eğer
“yahdeunellah” denmiş olsaydı,
"Allah'ı aldatıyorlar" anlamına gelecekti. Ama Allah’ı aldatmak asla
mümkün değildir. İşte bu yüzden “yuhadiunallah”
denmiştir; yani, Allah'ı aldatmaya çalışırlar. “yuhadiune” kelimesi müfaale babından olup manalarından biri
"aldatmak istemek"tir. Yani onlar, Allah'ı aldatmak istiyorlardı.
“Halbuki
haberleri yok, ancak kendilerini aldatırlar.”
İnsan,
Allah'ı aldatmak istemekle kendisini aldatmış olur. Bunun nedeni nedir?
Hak
ve gerçek aldatılamaz, hakikatleri aldatmak isteyen herkes hakikatte kendini
aldatmış olur. Tabip aldatılabilir, ama tıp aldatılamaz. İnsan doktora yalan
söylemekle onu aldatabilir. Mesela, doktor: "Verdiğim ilacı kullandınız
mı?” diye sorduğunda, ilacı kullanmadığı halde "kullandım" derse,
veya doktorun tavsiyelerine uymadığı halde "uydum" derse, doktoru
aldatmış olur fakat tıp aldatılamaz ve aslında yalancının kendisi aldanmış
olur. Çünkü doktor, onun sözlerine dayanarak reçete yazacaktır ve böylece
yalancı ve münafık hastanın gün geçtikçe hastalığı artacak ve nihayet hayatını
kaybedecektir.
Müslümanlar
da aldatılabilirler ve onları aldatmak amacıyla onlarla bağlantı kurulabilir;
ancak, hak olan Allah asla aldatılamaz ve bunu yapmak isteyenler hakikatte
kendilerini aldatmış olurlar.
“Allah’ı
aldatmak isterler”
Cümlesinde
bir ihtimal de şöyledir: Münafıklar kesinlikle Allah'ı aldatmak istemiyorlardı.
Çünkü onlar, Allah'a inanmasalardı böyle bir şeyi düşünmezlerdi ve eğer
inansalardı Allah'a inanan biri asla Allah'ı aldatmayı düşünmez. O halde,
bundan maksat onların hak ehlini aldatmak istemeleridir; ama, Allah Teala bunu
kendisine isnat etmiştir. Bunun benzerine Kur’an’ı Kerim’de çok rastlayabiliriz.
Örneğin
Fetih Suresi’nin onuncu ayetinde Allah Teala şöyle buyuruyor:
“Sana
biat edenler Allah'a biat etmiş olurlar.”
Buna
göre, maksat şudur: Onlar iman ehlini aldatmak istiyorlardı; ama, hakikatte
kendilerini aldatıyorlardı. Çünkü hak yolunda olanlar, sırat-ı müstakimdedirler;
hareketlerinin sonu da Allah'tır. Onlar kendilerini hakikate teslim etmiş ve
hakikate teslimiyet ruhuna sahip olduklarından dolayı da zahirde kurnaz
olmasalar bile kurtuluşa ermiş kimselerdir. Ama, kendilerini kurnaz bilip daima
aldatmakla, işlerini halletmek isteyenler bu hususta da iman ehlini aldatarak
maksatlarına varmayı düşünürler.
Ama
hak ve hakikat asla aldatılamayacağına göre, iman ehlini aldatsalar bile
onların tasarladıkları aldatıcı planlar nihayet kendi zararlarına neden
olacaktır.
“Kalplerinde
hastalık var, Allah da hastalıklarını arttırmıştır. Yalan söylediklerinden
dolayı onlara elemli bir azap var.”
Allah
Teala bu cümlede meselenin asıl kökünü beyan etmektedir. Meselenin kökü kalbin
hasta olmasıdır. Onlar ruhsal hastalıklara duçar olmuşlardır. Kur'an, bu kalp
hastalıklarının bazılarına yer yer değinmiştir. İstikbar, eski inançlarda
bağnazlık, kavmin büyüklerine ve ileri gelenlerine uymak gibi tutumlar ruhsal
hastalıkların bazılarıdır; işte bunlar insanın hakikate teslim olmasına engel olur.
Fasıklık, fesat ve günahlar da insanda bir nevi olumsuz tesirler bırakır.
Bunlar
öyle hastalardırlar ki Allah Teala sürekli olarak onların hastalıklarını
artırır. Çünkü, insanın cismine hükmeden kanun insanın ruhu hakkında da
geçerlidir. İnsanın cisminde bir hastalık olduğunda doktora görünür, eğer
doktora karşı inat eder, doktorun tavsiyelerini ayak altına alır ve doktora
karşı münafıkça davranırsa hastalığı artacaktır.
Allah
bu alemi bütün tohumları yeşertmeye elverişli olarak yaratmıştır; tabii ki bu
insanın nasıl bir tohum ektiğine bağlıdır. Buğday ekilirse buğday yeşerir, arpa
ekilirse arpa. Kur’an’ı Kerim şöyle buyuruyor:
"Onlara
da, bunlara da, hepsine rabbinin lütuf ve ihsanından yardımda bulunuruz,
bağışlar dururuz."[103]
Allah
daima yardım eder ve ihsanda bulunur. Alem, öyle bir temel üzerine kurulmuş ki
hem iyiler ve hem de kötüler kendi yollarında gelişimlerini sürdürürler.
(Tabii
ki burada bir fark söz konusudur; bu hususta ayrıca bahsedeceğiz)[104]
“Onlara
yeryüzünde fesat çıkarmayın dendi mi derler ki: Biz ıslah edicileriz.”
Kur’an’ı
Kerim birkaç ayet önce demişti ki, münafıklar ancak kendilerini aldattığını
açıklamıştı. Bu ayette münafıkların kendilerini aldatmaları anlamı açıklanmaktadır.
Derler
ki yalancılar, o kadar yalan söylerler ki, git gide kendi yalanlarını hak ve
hakikat olarak görürler; öyle ki, bu yalan ve komploları kendilerinin
hazırladıklarını unuturlar.
Şöyle
bir meşhur kıssa var:
Bir
deli adam varmış, çocuklar onu rahatsız ediyorlarmış. Çocukları kendi
etrafından dağıtmak için, şehrin filanca tarafında yemek dağıtıyorlar demiş.
Çocuklar buna inanarak, onu bırakıp hep beraber yemek dağıtılan tarafa koşmaya
başlamışlar. Deli adam, çocukların o tarafa doğru koştuklarını görünce kendisi
de "belki de yemek verirler" diyerek o tarafa koşmaya başlamış.
Kur'an
diyor ki, bu beşinci kolun işi zahirde inanmak batında ise Müslümanların toplumunda fesat çıkarmak ve mukaddes İslami
hedefleri ihlal etmektir. Onlara, "bu kadar fesat çıkarmayın"
dediklerinde, cevap olarak diyorlar ki "Biz ıslah ediciyiz! Biz fesat
çıkarmıyoruz".
“Bilin
ki, onlardır fesatçılar, ama anlamazlar.”
Asıl
fesat çıkaranlar onlardır; yani, bunlardan başka fesat çıkaran yoktur, fakat
kendileri bunun farkında değiller ve ıslah edici olduklarını sanırlar. Sanki
kendileri de ıslah edici olduklarına inanmışlardır.
Gördüğünüz
gibi Kur’an’ın bu cümlesi sadece onların fesat çıkaran olduğunu ifade
etmektedir. Bazen "Zeyd alimdir" denir ve bazen de "Alim
Zeyd'dir" denir. İkinci cümle şunu ifade ediyor ki dünyada eğer bir alim
varsa o da Zeyd'dir, başkaları Zeyd'in karşısında alim sayılmaz. Kur’an’ın
buradaki tabiri de böyledir. Kur'an buyuruyor ki, asıl fesatçılar bunlardır;
yani, başka fesat çıkaranlar bunların karşısında fesatçı sayılmaz. Çünkü fesat
ve bozgunculuk çıkarmak bunların vücuduyla özdeş olmuştur. Ama kendileri bunu
bilmezler.
“Onlara,
inanan insanlar gibi siz de inanın dendi mi derler ki: Akılsızlar gibi biz de
mi inanacağız?”
Gizlice
kendilerine, "Bu münafıklığı bir kenara bırakın, siz de iman edenler gibi
iman edin." dendiğinde şöyle cevap verirler: "İman etmek ve dine
bağlı olmak akılsızların, zekasızların işidir. Biz de toplumun aydınları olarak
akılsızlar gibi mi olalım, onlar gibi iman mı edelim? Asla bunu yapmayız."
“Bilin
ki, akılsız olanlar onlardır; ama bilmezler.”
Kur'an,
önceki ayette olduğu gibi bu ayette de "Bilin ki" diyerek
Müslümanları uyarıyor:
Bilin
ki, akılsızlar onlardır, öyle düşünce karanlığına dalmışlar ki kendileri de
bundan gafiller, bunu bilmemekteler.
Bilmemek
iki kısımdır: Bazen insan bir şeyi bilmez, ama onu bilmediğini kendisi de
bilir. Böyle bir bilmeme kolayca giderilebilir. Çünkü insan, bir şeyi
bilmediğinde ve onu bilmediğini bildiğinde öğrenmeye çalışır veya en azından
başkalarını dinler ve hakikat olduğunda kabullenir, böyle bir cahillik ve
bilmeme pek de tehlikeli değil.
Fakat
bazen insan bir şeyi bilmez ve bilmediğini de bilmez, böyle bir cehaletin
çaresi yoktur. Çünkü, bu cehli gidermeye insanın gururu fırsat vermez. Aydın
olduklarını iddia eden kimselerin çoğu da böyledir. Hiç bir şeyden anlamadıkları
için böyle bir iddiada bulunurlar. İbn-i Sina "İşarat" kitabında
hatırladığım kadarıyla şöyle bir şey söylüyor:
“Yarım
kurnazlıktan, eksik kurnazlıktan kork ve
kaçın”. Burada şunu anlatmak istiyor ki insan ya saf ve sade olmalı ve ya tam
akıllı, anlayışlı ve düşünceli olmalıdır.
Saf
insanlar genelde saf olduklarını anlarlar, ama yarım kurnazlar kendi hadlerini
bilmez ve çok kurnaz olduklarını sanırlar. Daima işlerinin, akıllıca yapılmış
işler olduğunu düşünürler, işte böyle kimseler halkın en akılsızı ve cahilidirler.
Gazali bu hususta şöyle diyor: Her şeyin eksik varlığı, yokluktan iyidir. Ama
bu söz ilim hakkında geçerli değildir.
Mesela;
insanın az da olsa sağlık, mal ve servete sahip olması hiç olmamasından daha
iyidir. Ama ilim ve bilgi böyle değildir. Az bilgisi olan, biri okuma yazma
bilmeyen birinden daha kötüdür. Çünkü öyle biri, çok bilgili olduğunu sanır ve
ilmini tamamlamaya çalışmaz.
Aşağıdaki
şu beyit herhalde Senai'nindir; o diyor ki:
“Herkes
bir şeyden rencide,
Ben
de yarım divaneyden”
Bu
şair diyor ki, akıl da ilim gibidir. İnsan
ya tam akıllı olmalıdır ya da tam deli. Yarım akıllının ve yarım delinin
zararı tam deliden daha fazladır.
Toplumdaki
sahtekâr ve hokkabaz kimseler de genelde bu "yarı kurnaz"
insanlardır.
Çünkü
tam kurnazlar, hiç bir şeye inanmasalar bile saadet ve başarının doğrulukta
olduğunu anlarlar. Ama bu yarı kurnazlar, yarı sahtekârlar, hiç kimseye karşı
doğru olmamaya özen gösterirler. Ömürleri boyunca kimseyle arkadaş olamazlar
bunlar, kimse de bunların sözüne itimat etmez. Çünkü herkes bunların sahtekâr
olduklarını, kurnazlık yapmak istediklerini bilirler.
Kur'an,
böyle münafıklara, “bilmediklerini bilmeyen cahiller” tabirini kullanmıştır.
Kur'an diyor ki bunlar bilmezler; ama, bildiklerini sanırlar, bunlar şuurlu
olduklarını zannederler ama şuursuzdurlar.
“İnananlarla
buluştular mı inandık derler. Şeytanlarıyla yalnız kaldılar mı şüphe yok ki
derler, biz sizinleyiz, biz ancak alay etmedeyiz.”
Bunların
iki yüzlülüğünü Kur'an şöyle açıklıyor: Onlar iman ehliyle karşılaştıklarında
"biz de iman ettik derler" ama aynı görüşe sahip oldukları
şeytanlarıyla karşılaştıkları zaman da "biz sizinleyiz, biz sizinle aynı
görüş ve inanca sahibiz, biz sadece onlarla alay etmedeyiz" derler.
Kur'an,
geçen ayette söylediği “ancak kendilerini aldatırlar” sözünün benzerini burada
da söylüyor:
“Allah
onlarla alay eder.”
Bunlar,
hakikatle alay edebileceklerini sanıyorlar. Onu aldatacaklarını zannediyorlar,
oysa ki kesinlikle bunu yapamazlar. Hakikat onlarla alay eder ve nitekim
sonunda kendileriyle alay etmiş olurlar.
“Taşkınlıklarında,
azgınlıklarında başı boş dolaşsınlar diye mühlet verir onlara.”
Bunlar
tuğyan eden, hadlerini aşan kimselerdir, Allah da onları bu tuğyanlarına öyle
daldırır ki tamamen kendilerini kaybeder ve ne yaptıklarını katiyen bilmezler.
Kur'an
buraya kadar münafıkların özelliklerinden bir kaçını şöylece sıralamıştır:
1-
Münafıklar oldukları gibi görünmeyen kimselerdir. Tezahür etmek münafıkların
özelliklerindendir; öyle ki münafıklar, müminlerden daha çok iman ettiklerini
dile getirirler.
2-
Münafıklar sahtekâr, hokkabaz ve hilekâr kimselerdir. Bu da münafıklarda
hissedilen sıfatlardan biridir.
3-
Münafıklar ruhsal bir hastalığa tutulmuşlardır. Onlar, böyle işleri yapmakla
ruhsal çıkmazlarını çözmeye çalışırlar; oysa ki bu gibi işleri yapmakla
kalplerindeki ukdeler ve ruhsal hastalıkları sürekli olarak artar.
4-
Öyle bir şekilde bocalamaktadırlar ki kendileri bile toplumu ıslah ettiklerini
sanıyorlar. Yani bozgunculuklarına ıslah kılıfı uydurmuş ve kendileri de buna
inanmışlardır.
5-
Kendileri akılsız ve ahmak oldukları halde başkalarını akılsız sanırlar.
6-
İki yüzlüdürler, iki yüzlülüklerinden biri de şu ki, bir yerde bir şey
konuşurlarsa, başka bir yerde de onun tam tersini söylerler.
Bunlar
Kur’an’ı Kerim’in bu ayetlerinde beyan ettiği münafıklara özgü sıfatlardır.
Burada
birkaç noktayı ele almak zorundayız:
1-
"Halkın bazısı iman ettik derler..." ayetindeki "nas"
(halk) kelimesi hakkındadır. Kur’an’ı Kerim'in birçok yerinde bu kelimeyle karşılaşabiliriz.
Bu kelimenin anlamı nedir?
Kur’an’daki
"nas" kelimesi "halk" anlamındadır. İnsanlar zengin, fakir,
alim, cahil, beyaz, siyah, zalim, mazlum vb. gibi muhtelif tabakalara bölünebilir.
Eğer
insanları görüp bu farklılıkları bir kenara bırakırsak, yani insanların
muhtelif renk, şekil ve tabakalarını nazara almazsak ve insanları insan olarak
görürsek işte böyle bir durumda insan
topluluğunu "nas" (halk) deriz. Yani insanın rengi, şekli, tabakası,
dini ve düşünce tarzı nazara alınmadığı taktirde ve filozofların tabirince
kayıtsız şartsız olarak insan nazara alındığında "nas" kelimesi kullanırlar
ve bu kelimeyle bütün insan fertleri ifade edilir.
Müfessirler
eskiden beri "nas" kelimesini böyle açıklamışlardır ve bu doğru bir
açıklamadır. Fakat bazıları hata edip "nas"ın mahrum ve yoksul kitle
anlamına olduğunu söylemişlerdir. Böyle bir durumda "nas" kelimesi
sadece özel bir tabakaya şamil olur, bütün halka değil.
Bu
yanlıştır; çünkü, önceden de dediğimiz gibi Kur’an’ı Kerim’deki
"nas"dan maksat, özel durumları, dinleri, zenginlik ve fakirlikleri,
renkleri, ilim ve cahillikleri göze alınmadan tüm insanlardır. Kur’an’ı Kerim,
"Ey halk, rabbinize kulluk edin,
tapın."[105] demekle
sadece mahrum halk kitlesine değil bütün insanlara hitap etmektedir. Aynı şekilde,
"Halktan, oraya gitmeye gücü yetene,
Allah için gidip o evi ziyaret ederek haccetmesi farzdır."[106] demekle
haccı, halkın bazısına değil hepsine farz kılmıştır; tabii ki bunu da
"gücü yetmekle" şartlandırmıştır.
İşte
bu yüzden de bazı yerlerde kafirler hakkında da "nas" tabiri
kullanılmıştır. Mesela Âl-i İmran
suresi ayet 173’de şöyle buyurulmuştur ki:
"Top
yekün halk, aleyhinizde birleşti, korkun onlardan" Bu ayet kafirlerin
Medine'ye saldırı düzenledikleri hususunda inmiştir. Kafirler, Müslümanları korkutmak, onları sarsmak için bir komplo
düzenleyip "Tüm halk, Müslümanların
aleyhinde birleşmiş, bir araya gelmişlerdir." diye bir söz yaymışlardı.
"Halkın
bazısı iman ettik derler..."
ayetinde de "nas" kelimesi münafıklar hakkında kullanılmıştır.
"Nas"a
halk kitlesi diye anlam verenler, "münafıklar da halk mahrum ve yoksul
kitlesindendir" demeye mecbur olmuşlardır. Halbuki münafıklar, sadece
halkın mahrum kitlesinden değildir: Çünkü, her tabakada münafık olabilir,
Kur’an’ın değindiği asr-ı saadetteki münafıklar da bizzat Medine'nin
büyüklerinden ve ileri gelenlerindendi. Resullullah (s.a.a)’ın zamanındaki
münafıkların reisi Abdullah b. Übey idi. Bu adam, Resulullah (s.a.a) gelmeden
önce Medine'nin en önde gelen adamıydı. Öyle ki, Medine halkı, Avs ve Hazrec kabileleri
arasındaki köklü ihtilafları gidermek için onu padişah seçmeye karar
vermişlerdi. Ve ona tac hazırlamayı düşünüyorlardı.
O,
kesin olarak kendisini padişah gördüğü böyle bir dönemde İslam, Mekke'de zuhur
etti. Mekke ile irtibatta olan bazı Medine halkı Resulullah (s.a.a) ile görüşüp
Müslüman
oldular ve Resulullah (s.a.a) 'ten Medine'ye tebliğci göndermesini istediler.
Resulullah (s.a.a) da Musaab İbn-i Umeyr'i gönderdi, onun vesilesiyle Medine
halkının birçoğu Müslüman
oldu ve böylece Resulullah (s.a.a) 'ın Medine'ye hicret etme zemini hazırlanmış
oldu. Ve haliyle Abdullah b. Übey'in bütün hayalleri suya düştü ve bu yüzden
de, İslam'a karşı bir kin ve nefret besledi.
Medine
halkının çoğunluğu Müslüman
olunca Abdullah b. Übey de zahiren İslam'ı kabul etmek zorunda kaldı, ama kalben
hakka teslim olmadı.
Her
halükârda; buradaki "nas" kelimesinden maksat yoksul olan halk
kitlesi değildir; çünkü, münafıkların reisi olan Abdullah b. Übey yoksul halk
kitlesinden değil, Medine'nin en ileri gelen kişisiydi.
2-
Başka bir konu da şu ki, gördüğünüz gibi Kur’an’ı Kerim kafirler hakkında iki
ayette, müminler hakkında üç veya dört ayette ve münafıklar hakkında ise
yaklaşık on üç ayette açıklamada bulunmuştur. Ayrıca, münafıklar hakkındaki
ayetleri de "bilin ki" diyerek
başlamıştır. Kur'an, münafıkları tanıtmaya neden bu kadar özen göstermiştir?
Kur’an’ın
münafıklar üzerindeki titizliğini tefsirciler de konu etmiş ve genelde şöyle
cevap vermişlerdir: Münafıklar da gerçekte kafirlerden özel bir grupturlar.
Ama, Kur’an’ın bazı ayetlerinden de anlaşıldığı üzere münafıklar, İslam için
kafirlerden daha tehlikelidirler. Çünkü kafir -yani Kur’an’ın kafir diye
nitelediği kimse- Allah'ı ve Peygamber’i kabul etmeyen, ama kafirliğini
gizletmeyen kimsedir. Yani, kabul etmediğini açıkça söyler ve halk da buna
karşı tedbir alır, ne yapacağını bilir. Ama kalbindeki inancını gizleyen örten,
dilde başka konuşan ve kalbinde ise daha başka bir şey olan kimsenin tehlikesi
daha fazladır. Çünkü bu durumuyla, Müslümanları
aldatabilirler. Kafirlerin durumu belli olduğundan Müslümanlar hataya düşmezler. İşte bu yüzden Kur'an şöyle
buyuruyor:
"Şüphe
yok ki münafıklar, ateşin en aşağı katındadırlar."[107]
İslam
tarihinde görüyoruz ki, Peygamber (s.a.a) savaştı ve muzaffer oldu; ama Ali
(a.s) Resulullah (s.a.a) gibi zafer elde edemedi. Bunun nedeni şudur: Peygamber
kafirlerle savaştı, Ali (a.s) ise Müslümanlık
iddiasında bulunanlarla. Yani, Peygamber, kendi hedeflerinde sadık olan
kimselerle savaştı. Onlara, "Lailaheillallah
deyin" dediğinde, "buna inanmıyoruz"
diyorlardı. Resulullah (s.a.a)'in karşısında Ebusüfyan, "Yücedir Hübel,
yücedir Hübel" sloganını atıyordu. Resulullah (s.a.a) da
"Allah yücedir, büyüktür deyin"
diyordu. Ve Allah ile Hübel karşı karşıya geliyordu. İşte bu yüzden Allah'ın
karşısında Hübel'in yenilmesi kesindi.
Ali
(a.s) de aynı Ebusüfyan'larla karşı karşıyaydı, ama bu defa onların sloganı
İslami sloganıydı. Babası Ebusüfyan'ın hedeflerini sürdüren Muaviye de açıkca
"Yücedir Hübel" sloganıyla ortaya çıksaydı Ali (a.s)'ın karşısında
kesinlikle yenilgiye uğrardı. Ama o "Yücedir Hübel" yerine, İslam
kisvesine bürünerek İslam için gözyaşı
döküp şöyle diyordu:
"Peygamber’in
mazlum halifesi Osman şehid edildi. Ey millet, peygamber’in halifesinin kanı
yerde mi kalacak? Böylece Osman’ın katillerinden intikam almak için halkı bir
araya topluyor ve daha sonra da Ali (a.s) 'yi, Osman’ın katillerinin önderi
olarak tanıtıyordu.
Halbuki,
Osman'ın gerçek katili Muaviye'ydi. Hz. Ali (a.s) bunu Nehc-ül Belağa'da şöyle
buyurmuştur: "Kendi döktükleri kanın
intikamını istiyor onlar." Yine şöyle buyuruyor: "Osman yardım
istediği gün neden ona yardım etmedin? Çünkü, Osman'ın öldürülmesini bekliyor
ve ölüsünden de yararlanmak istiyordun."
Osman
öldürüldükten hemen sonra onun kanlı gömleğini alıp Şam'a götürmeleri için
Osman'ın evinin etrafında gözcülük yapmak için Medine’ye casuslar göndermişti.
Casuslar da bu görevi hemen yerine getirdiler. Bu gömlek bir süre Şam
mescidinde asılı kaldı. Ve bizzat Muaviye'nin kendisi zaman zaman halkın gözü
önünde o gömleğin yanında durup ağlıyor ve Peygamber’in halifesinin mateminde
yanıp yakılıyor, sızlıyordu!! Böylece saf Müslümanlar Allah için ve Allah rızası için tahrik ediliyor
ve Allah yolunda kan verip kendilerini ölüme atıyorlardı.
Nitekim
Sıffin savaşında yenileceğini anlayınca, yine aldatıcı bir plan düzenleyip
Kur’an’ı mızraklara taktılar ve böylece, "Biz Kur’an’ın karşısında
teslimiz" demek istediler. Ali (a.s) onların bu hilesinde gizli olan
boyutları anladığı için "Vurup geçin, ilerleyin" diye bağırıyordu.
Ama İslami öğretilerin zahirinden başka bir şey bilmeyen ve münafıkların
tehlikesinden haberdar olmayan cahiller, biz Kur’an’la savaşmayız, dediler. Ve
böylece Emevi hizbi kurtulmuş oldu.
Kur’an’ı
Kerim, nifakın (münafıklığın) bu korkunç tehlikesini göz önüne alarak
Müslümanları,
"Bilin
ki" sözüyle uyarıyor. İslam, küfür ile karşılaştığı her zaman küfrü
mağlup etmiştir, nifakla karşılaştığı zaman ise yenilgiye uğramıştır. Çünkü
nifak, İslam’ın kendi gücünden yararlanarak onu İslam’a karşı kullanmıştır.
Yani, İslam kisvesine bürünerek İslam’la savaşmıştır.
3-
Nifak tehlikesi her zaman İslamı tehdit etmiştir. Ama bu her zaman aynı şekilde
olmayıp her dönem ve her asırda yeni bir şekilde ortaya çıkmıştır.
Bu
günlerde, daha bir kaç ay önce yayınlanan bir kitabı okuyordum. Bazıları
bilerek veya bilmeden bu kitabta materyalizmi Kur’an’ın maskesi altında tebliğ
ediyorlar ve bu tamamen ortadadır.
Çünkü
kitap, "Bismillahirrahmanirrahim" ile başlıyor, Allah, Peygamber ve
Kur’an’dan bahsediyor; ama, içeriğini göz önünde bulundurduğumuzda Kur'an maskesi altında materyalizmin
propaganda edildiğini görüyoruz.
Yani,
bir kaç yıl önce İran'da din ile savaşabileceğini düşünüp şiddetle savaşa
başlayan, Allah yalandır, Peygamber yalandır ve vahiy yalandır, diyen
materyalizm dinin gücü karşısında müthiş bir şekilde yenilgiye uğrayınca bu metodunda
başarılı olamadı ve bu yüzden aynı sözlerini İslami kalıplarda topluma sunmaya
başladı. Yani, Allah'ı ve kıyameti başka bir şekilde inkâr etti. Mesela;
kıyamet ve ahiret söz konusu edildiğinde onların hakkında üstün nizam ve dünya
hakkında ise yaşamın alt nizamı tabirini kullanıyorlardı.
Yani,
bunlara göre dünya, tağuti ve zalimane bir düzendir ama düzen değişince ahiret
olmaktadır.
Tabii
bu sözlerden batıl kastedilmektedir. Şüphesiz dünyada aşağılık bir nizam
vardır; ve aşağılık nizamla savaşıp yüce nizamı onun yerine oturtmak gerekir.
Bu tabirler Kur’an’da da kullanılmıştır; ama Kur’an dünya ve ahiretten üstün ve
aşağılık nizamı kastetmemiştir. Dünya ve ahiret bir konudur, üstün ve aşağılık
düzen ise daha başka bir konu.
Gördüğünüz
gibi zahirde ve lafızda ahireti inkâr etmiyorlar, insanın ahiret alemindeki
ebediliğini yalanlamıyorlar; bu dini kavramları Materyalistlerin meşhur evrim
teorilerinin kalıbına dökmek istiyorlar. Biri ölür ve başka biri onun yerine
gelir ve o da ölüp gider, üçünü bir şahıs onun yerine gelir. İşte onlara göre
insanın kalıcı olması ebediliktir.
Bu,
Muaviye'nin Kur’an’ı mızraklara takmasıyla aynıdır; ama, şekil değiştirmiştir.
Ve bu nifakın özüdür; ancak, her dönemde başka bir şekilde boy gösterir.
Müslümanlar, bin dört yüz sene mızrağa takılan Kur’an’a
aldandıklarının farkında değillerdir. Her zaman diliminde ortaya çıkan din
düşmanları, düşmanlıklarını din örtüsü altında gerçekleştirmeyi becermişlerdir.
Eğer Müslümanlar
uyanık olsalar onların tehlikeli planları suya düşecektir.
Kur'an,
onların haline acıyarak şöyle buyuruyor:
"Onlardır
doğru yolu satıp azgınlığı alanlar. Alış-verişlerinden faydalanmadıkları gibi
bir kazanç yolu da tutmamışlardır."[108]
Bunlar
bir ticarete atılmışlar, ama bu alışverişte ziyan etmişlerdir. Hidayeti satıp
azgınlığı almışlardır. Onlar, bu alışverişten faydalanmadıkları gibi ziyana da
uğramışlardır. Onlar gidecek bir yol bulamazlar ve azgınlıkta bocalayıp
dururlar.
Adamın
biri İmam (a.s)'dan aklın ne olduğunu sorduğunda İmam şöyle buyurdu:
"Akıl, insanı Allah'a tapmaya, ona
kulluk etmeye yöneltir ve insanı ebedi mutluluğa kavuşturur."
Bunun
üzerine adam, "O halde Muaviye'deki akıl değil miydi?" dedi.
İmam,
“Muaviye'deki kurnazlık ve şeytanlıktır;
ve bu da akıldan farklı bir şeydir.” buyurdu.
İmam
(a.s), şeytanlıktan, münafıklığı ve onun doğrultusunda çizilen plan ve oyunları
kastetmektedir; akıldan ise insanı maneviyat ve insaniyete yönelten gücü
anlatmak istenmiştir.
(17)
"Onlar, bir ateş yakıp aydınlanmak isteyen kimseye benzerler. Ateş,
çevrelerindeki şeyleri aydınlattı mı Allah, nurlarını alıverir de onları
karanlıklarda bırakır, görmezler. (18) Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler,
doğru yola dönemezler. (19) Yahut da gökten boşana boşana yağan yağmura
tutulmuşa benzerler; orda karanlıklar var, gök gürlemede, şimşek çakmada. Ölüm
korkusuyla yıldırımların sesini duymamak için parmaklarıyla kulaklarını
tıkarlar. Allah'sa inanmayanları çepçevre kaplamış, kavramıştır. (20) Şimşek
neredeyse gözlerini kör edecek onların. Çakıp etraf aydınlandı mı yürürler,
karanlıkta kaldılar mı dururlar. Allah dilerse duymalarını da alır, gözlerini
de kör eder. Şüphe yok ki Allah'ın her şeye gücü yeter."[109]
Kur’an’ı Kerim, münafıkların tuzak ve
hilelerini bir takım etkisiz işler ve suya düşmüş planlar olarak nitelerken
kendi tabiriyle bunlar halkı aldatmak istedikleri yerde kendilerini
aldatıyorlar, dedikten sonra bu tür tuzak ve kurnazlıklar hakkında iki örnek
gösteriyor. Bunları göz önünde bulundurduğumuzda Kur'an açısından "Tarihin
Felsefesi" hususunda çok önemli bir noktayla karşılaşıyoruz. Hatta buna,
Kur’an’î tefekkürün ve tevhidî dünya görüşünün en önemli temellerinden biri
denebilir. Bunu çok önemli ve temel konulardan biri olarak gördüğümüzden dolayı
bu ayetler hakkında daha geniş bir şekilde bahsetmeyi gerekli görüyoruz.
Genel
olarak dünyanın, insan ve insan toplumunun hayır ve şer açısından, iyilik ve
kötülük bakımından ve de hak ve batıl yönünden çeşitli görüşler sunulmuştur;
varlık alemi hak ve hayır mıdır yoksa abes, şer ve batıl mı?
Yoksa,
yarısı hak ve hayır, diğer yarısı da şer ve batıl mıdır? İnsan yaşamına hakim
olan hayır mıdır, şer midir, hak mıdır batıl mı, yoksa yarısı hayır ve diğer
yarısı da şer midir? Eğer her ikisini de kabul edersek onların hangisi asıldır;
hak mı asıldır batıl mı? Bu hususlarda muhtelif görüşler belirtilmiştir.
Önce
filozofların, düşünürlerin ve sosyologların görüşlerini aktaracak ve daha sonra
da Kur’an’ın tevhidî dünya görüşünü ele alacağız.
Şüphe
yok ki, insan hayatı karma bir hayattır. Yani insanın, hem ferdi ve hem de
içtimai hayatında, hem hayır vardır ve hem de şer, hem adalet vardır ve hem de
zulüm, hem doğruluk vardır hem de tuzak ve aldatma. İnsan yaşamının iki sayfası
vardır; aydın sayfa ve karanlık sayfa. Nur ile karanlığın, adalet ile zulmün bu
karışımı öyle derindir ki, yeryüzünde insan yaratılmadan önce yüce melekut
aleminde insanın yaratılması hakkında konuşulup bu konuya dair iki görüş
belirtiliyor.
Yüce
Allah, meleklere "Ben
yeryüzünde bir halife yaratacağım"
buyurduğunda melekler "Allah'ım,
fesat çıkaran ve kan döken bir varlığımı yaratacaksın.?" dediler.
İnsanı
her yönüyle şer olarak gören melekler insan hayatının sadece bir sayfasına
bakıp onu sadece kan döken bir varlık olarak görüyorlardı. Bu yüzden itiraz
ettiler demesek bile en azından sordular ki, Allah'ım; bunu yaratmakta ne
hikmet var?
Buna
göre, insan öyle bir varlıktır ki melekler bile insanın vücudundaki sırları
çözemezler . Sadece onun yaratıcısı ondaki sırlardan haberdardır.
Ama
Allah, meleklerin bu görüşünü reddetti ve buyurdu ki:
“Benim bildiklerimi siz bilmezsiniz.” Daha sonra insanı yarattı ve
onu imtihan ederek meleklerin bu büyük hatasını kendilerine ispat etti.
Ayrıca,
filozoflar ve düşünürler de bu konudan sürekli olarak bahsetmiş ve bir takım
görüşler belirtmişlerdir.
Daima
kötümser bir gözle tabiata bakan maddî filozofların çoğu yaratılışın bu aslına
inanmadıklarından ve insanı tesadüfler sonucu meydana gelen bir varlık
bildiklerinden dolayı şöyle diyorlar: Bu varlığın zatının bir kısmı şerdir ve
yeryüzüne ayak bastığından beri kötülük etmiş, şimdi de kötülük etmektedir ve
ileride de böyle olacaktır; insanın saadete kavuşması ümit edilemez.
İnsan
toplumunun ıslahı için düzenlenen her planı reddederler. Çünkü insanın ıslah
olacak bir varlık olduğu görüşünde değillerdir. İster dini olsun, ister
felsefi, ıslah adına sunulan her şeye kötümser bir gözle bakarlar. Bunlara
göre, bu ıslah edici tezleri hazırlayanların kendileri de muhtelif güdülere
sahip olan diğer insanlar gibi bir insandır, insanın güdülerinden ise
kötülükten başka bir şey kaynaklanmaz. İşte bu yüzden de reformu hedefleyen
herhangi tezi ve içtimai programı abes diye nitelerler.
Kendilerine,
"İnsan hangi ümitle yaşamalıdır?" diye sorulduğunda derler ki,
"Artık insan yaşamamalıdır. Nihai kemale ve yüce merhaleye varan bir insan
intihar etmelidir. Bir insanın tekamülünün en son aşaması, şer ve kötülükten
başka bir şey olmadığını, geleceğinin de aynı şekil olacağını ve yaşadıkça
kötülüğünün artacağını idrak etmesidir.”
Bu
hususta birçok kitaplar yazılmıştır. Burada bunları tanıtmaya gerek görmüyorum.
Evet; bazı filozoflar intihar etmişlerdir, bunlar maddî filozoflar olup
"kötümser filozoflar" diye tanınmaktadırlar.
Avrupa’daki
yazarların bazıları da bu ekolün izleyicileridir ve bu hususta birçok makaleler
yazmışlardır.
Yine,
İran'daki bazı yazarlar da bu acı zehiri kendi yazılarıyla etrafımıza saçtılar.
Sadık Hidayet bunlardan biridir. Sadık, genç olmasına rağmen 1320 (hicri şemsi)
yılında bu düşünceden etkilenerek intihar etti. Sadık, fikrî açıdan gelişme
merhalesine varıp intihar etmekten başka seçeneği olmadığını anladığından
dolayı kendi yazılarında bununla iftihar ediyordu. "Başkaları da bana
uymalı ve intihar etmelidir" diyordu.
Hatta,
bu gibi şahıslar şöyle diyorlar: İnsanlığa yapılacak en büyük hizmet,
yeryüzündeki insanları yok etmektir. Böyle bir düşünce tarzının ne kadar
aptalca ve yanlış olduğunu söylemeye bile gerek görmüyorum.
Materyalistler
bu hususta daha başka bir düşünce tarzına da sahiptirler. Bu düşünce de
kötümser bir düşüncedir, ama önceki kadar kötümser değildir. Bu düşüncede
farklı bir yorum vardır. Diyorlar ki:
“İnsan
hiçbir fıtri eğilime sahip değildir, sadece kendisine verilen rolü oynar.”
Bunlar,
tarihin ve toplumun maddi mahiyeti olduğuna inanıp diyorlar ki: Toplumsal maddî
ilişkiler, iktisadi ilişkiler ve üretim ilişkileri insan hayatına mutlak olarak
hüküm sürmektedir. İnsan hayatı iyilik ve kötülük açısından bu ilişkilere
bağlıdır; insan yaşamı hakkında ne iyimser olmalı ne de kötümser. Üretim
ilişkileri bazen insanı iyi olmaya ve bazen de kötü olmaya zorlar.
Derler
ki: Bir zamanlar üretim düzeyi ve üretim aletleri çok aşağı idi. İnsanlar
günlük masraflarından fazlasını üretemiyorlardı. İşte bu yüzden insanların
yaşamı da hayvanların yaşamı düzeyindeydi. Aynen sabahları yuvalarından aç
olarak çıkan, akşama kadar kendilerini doyurup yuvalarına dönen ve yarına da
aynı şekil başlayan güvercinler gibi. İlkel insanlar da böyle yaşıyorlardı,
azık ve servet namına artırdıkları bir şey yoktu.
Toplumun
fertleri ortak bir hayat yaşıyorlardı, bazen de azıklarını ortak bir şekilde
elde ediyorlardı. Mesela, bir insan gerekli aletlere sahip olmadığı için tek
başına bir hayvanı avlayamıyordu. Bu yüzden de birbirleriyle birleşerek büyük
bir hayvanı avlıyor ve etini de aralarında bölüşüyorlardı.
İnsanlar
o koşullar altında kardeşçe yaşamaya mecbur idiler. Çünkü, mevcut koşullar bunu
gerektiriyordu. Bu durum, aynen sürü halinde yaşayan kuşların durumuna benzer.
Kuşlar sürü halinde kardeşçe yaşadıkça çekişme ve savaş da olmaz ve kan da
dökülmez.
İnsan,
tarih boyunca gitgide tecrübelerini çoğaltıp tarımcılığı keşfedince,
hayvancılığa başlayıp, hayvanların sütünden yararlanıp, onları çiftleştirerek
çoğaltınca azığını biriktirmeyi de becerdi. Buğday ekip yirmi katını üretti ve
böylece bir fert on kişi kadar üretim yapabildi.
Bir
kişi kendi masrafından fazlasını hazırlayıp üretince eski durum ve eski hesap
da bozuldu ve yeni bir durum ortaya çıktı. Eski hesaba göre herkes yiyebilmek
için çalışmak zorundaydı, eğer çalışmasaydı yiyecek bir şeyi de olmazdı. Ama
bir kişinin kendi ihtiyacından fazlasını üretebildiği bu yeni durumda güçlü
olan kişiler başkalarını köle ettiler, köleler çalıştı onlar ise yediler. İşte
malikiyet de bundan kaynaklandı. Yani, insanın toprak üzerindeki malikiyeti ve
de insanın insan üzerindeki malikiyeti buradan kaynaklanmış oldu.
Üretim
ve üretim araçlarının durumu değişince insan toplumu da değişti. Ortaklık
döneminde kardeşçe yaşayan insan şimdi birbirinin karşısında duran iki düşman
haline geldi. O ilk dönemdeki aydınlık dönem söndü ve tamamıyla insan yaşamına
karanlık çöktü. O günden beri insan tarihinde kötülük hayra, zulüm adalete ve
hokkabazlık da doğruluğa galip geldi. Evet bu aralarda bazen istisnai olarak
bir kıvılcım beliriyordu. Mesela bir filozof veya bir hareketin önderi ortaya
çıkıp baskı neticesinde bir adım atıyor veya din hakkında fazla kötümser
olmayanların görüşünce bir peygamber kıyam ediyor ve bir kaç gün adalet ve
hayrı toplumda gündeme getiriyordu, ama tarihe hakim olan nizam, malikiyet ve
servet nizamı olduğundan bu durum devam etmiyordu. Karanlıkta çakan bir şimşek
gibi kısa bir süre sonra sönüyordu. Ve bir süre sonra bu ıslah planı yeniden
servet babalarının elinde bir alet olup mazlum ve mahrum halkın aleyhine kullanılıyordu.
Diyorlar
ki: “Bu durum her zaman devam edecektir, bir gün gelip bu temel durum - üretim
ilişkileri - değişmedikçe bu durum böylesine sürüp gidecektir. Yani, bir
zamanlar bu üretim ilişkileri ilkel halinde olduğundan dolayı insan ortaklaşa
yaşamak zorundaydı, o halde, bu ilişkiler gelişip üretim araçlarının
mükemmelleştiği bir zamanda da insan, istese de istemese de ortaklaşa yaşamak
zorundadır. Yani bu durum, öyle bir yere varır ki artık insan ortaklaşa yaşam
biçimi dışında yaşayamaz ve insanın isteyip istememesi bu hususta hiç bir şeyi
değiştirmez. Çünkü, üretim araçlarının gelişmesi ister-istemez ortaklaşa
yaşamayı meydana getirir. İşte o gün samimiyet, muhabbet ve kardeşlik yeniden
insan toplumuna dönecektir. Bu da onların görüşünce sosyalizmin son aşaması ve
komünizmdir.”
Materyalistlerin
bu görüşü önceki görüşle farklıdır. Çünkü, önceki görüşte, insanın tabiatının
kötülüğe dayalı olduğunu ve bu kötülüğünü de sürdüreceğini ileri sürmüşlerdi.
Fakat bu ikinci görüşe göre, insanda tabiat adına bir şey yoktur ve insan
üretim aletlerinin oyuncağıdır. Bir zamanlar üretim aletleri, insanın iyi
olmasını gerektiriyordu, daha sonra üretim aletleri değişip servet ve malikiyet
ortaya çıkınca insan da kötü oldu. Malikiyet ve servet olduğu sürece insanın
ıslah olması mümkün değildir. Eğer bir kimse, üretim araçları değişmeden
‘reform yapmak istiyorum’ derse hata ediyor, böyle bir şey hayalden başka bir
şey değildir. Buna da "Hayali sosyalizm" diyorlar. Materyalistlere
göre, gerçek reformu gerçekleştirebilmek için, üretim araçlarının gelişmesinin
neticesi olan malikiyetin yok olması aşamasına gelinceye kadar sabretmek
gerekir.
Şimdi de Kur’an’ın bu hususta nasıl bir görüş
belirttiğini inceleyelim: Bu husus, tarih felsefesiyle ilgili Kur’anî konuların
en önemlilerinden biridir. Acaba Kur'an, insana ve onun hayatına iyimser bakıp
şer diye bir şeyin olmadığını ve olmayacağını mı söylüyor? Belli ki durum böyle
değil ve bunu ispatlamaya da gerek yoktur. Çünkü Kur'an, tarih boyunca hak ile
batıl arasında savaş olduğuna inanmaktadır; buna göre, batılın da varlığına
inanmaktadır. Yani, Kur'an nur ile karanlığı birbirlerine karşıt olarak
gösteriyor ve Hz. Adem'in yaratılışını da anlatırken, Adem’i tamamen şer olarak
tanımlayan meleklerin sorusunun cevabında Allah, bu sözünüz tamamen yanlıştır
buyurmadı. Aksine şöyle cevap buyurdu: "Benim bildiklerimi siz
bilmiyorsunuz." Yani, sizin bildiklerinizi doğrudur ve onları ben de biliyorum;
ama, bunların yanında sizin göremediğiniz başka şeyleri de vardır. Siz ancak sayfanın
bir tarafını görüp okumuşsunuz, ama diğer tarafından haberiniz yoktur. O halde,
Kur’an’ın görüşü kesinlikle batılın varlığını tamamen inkar etmek değildir.
Kur'an
açısından insan tamamen şer midir? Yani Nietzche ve Schuppen Haver gibilerinin
"insan ıslah edilmez bir varlıktır; o halde, onunla hiç ilgilenmemek
gerekir" görüşü gibi meyus edici bir görüşe mi sahiptir? Kesinlikle bu da
değil.
Çünkü,
genel olarak peygamberler, insan toplumunu ıslah etmek için gönderilmişlerdir.
Eğer onlar insan tabiatı hakkında kötümser olsalardı ıslah etmek için bir
program getirmezlerdi. Ayrıca bu görüş Kur’an’ın temel ilkelerinden olan
Tevhid inancıyla bağdaşmamaktadır. Yani,
tevhidî bir dünya görüşü, bundan başka bir şeyi gerektirir. Tevhidî bir dünya
görüşü açısından varlığın, batıl, şer ve abes olarak görülmesi imkansızdır.
Kur’an’ı
Kerim, yaratılış nizamını hayır nizamı olarak görmektedir.
Yani,
alemde, hem hayrın ve hem de şerrin varlığını teyit etmekle beraber, hayrın
şerden ve hakkın da batıldan önce geldiğine inanmaktadır. İslam dünya görüşü
bundan başka bir şeyi de savunmaz.
O
halde, Kur'an ne diyor? Kur’an’ın bu husustaki görüşü nedir?
Kur’an’ı
Kerim’in görüşü tamamen Marksizmin görüşüne karşıtıdır. Kur'an diyor ki, tarih
boyunca hak ve batıl vardı ve böyle bir çekişme insanın tabiatından kaynaklanmıştır.
Çünkü, -hadislerimizde de nakledildiği gibi- insan iki tabiatlı bir varlıktır.
Yüce Allah insanın varlığında şehvet ve akıl gücünü bir araya toplamıştır.
Ancak, aynı zamanda Kur'an açısından, tarih boyunca bu çekişmede hayır galebe
etmiştir. Adalet ve nur kalıcıdır, karanlık ve şer ise geçicidir. Kur'an
açısından bunun ölçüsü -Marksizmde olduğu gibi- ekonomik ilişkiler değildir.
Kur’an ölçünün iman, ruhî ve fıtrî yetenekler olduğunu ve bunların asaletini savunmaktadır.
Yani Kur'an; din, mezhep ve ahlakın daima servetin aleti olduğunu kabul etmiyor
ve bunu tamamen reddediyor. Tabii ki bazen güç ve servet, mezhebi etkileyebilir,
bidat ve tahrif yaratabilir, ama; buna karşılık genelde din ve mezhep güçlü ve
kudretli bir faktör olarak insanın kaderinde etkili olabilmiştir.
Kur’an’ı
Kerim açısından şer ve batıl kalıcı değildir. Başka bir ifadeyle, ışık ve
karanlık, her ikisi vardır, ama, temel ve kalıcı olan karanlık değildir. Yani
hakikatin, bir kısmı nurdan ve diğer bir kısmı da karanlıktan oluşmamıştır.
Hakikat, nurdur; nurun olmadığı yerde karanlık olur. Zaten karanlık da nurun
olmamasıdır.
Buna
örnek olarak sağlık ve hastalık konusu gösterilebilir. Şöyle ki, insanın
bedeninde denge olursa insan sağlıklı olur. Mesela; kandaki akyuvarlar belirli
miktardan ne az olmalıdır, ne de çok; aynı şekilde kandaki alyuvarlar,
trombositler ve kanın akışı da normal halinde olmalıdır. Hastalık, sağlığın
olmamasından başka bir şey değildir. İnsanın bedeninde asıl olan şey sağlık ve
dengenin korunmasıdır, eğer bir takım dengesizlikler sonucu hastalık ortaya
çıkarsa beden ister istemez ilk durumuna, yani sağlığına kavuşmaya
çalışacaktır.
İnsanın
sağlıklı bedene ihtiyacı olduğu gibi
doğruluk, emanet, iman ve iffete de ihtiyacı vardır. Bir toplum bunlardan
yoksun olmamalıdır, eğer toplum bu gibi ilkelerden tamamen yoksun olursa bir
gün bile yaşayamaz. Eğer zulüm, tecavüz, emniyetsizlik ve iffetsizlik bir süre
galebe etse dahi hayır ve nur asıl olduğundan ve de karanlık ve şer geçici
olduğundan çok geçmeden ilk durumuna ve aslına dönecektir.
Kur’an’ın
görüşünü şu bir kaç satırda şöyle özetleyebiliriz:
1-
Batılın asaleti yoktur.
2-
Asaleti olmadığından dolayı da batıl kalıcı değildir, kalıcı olan ancak haktır.
3- Batıl
asaletli ve kalıcı olmamakla beraber zahiri bir şekilde öyle yaygındır ki, eğer
insan gerçekçi olmazsa batılın asaletli olduğunu sanır ve hakkın batıl
karşısında çok küçük bir şey olduğunu düşünür.
Şuna
da çok dikkat etmek gerekir ki; batıl, asıl olmamasına ve asıl olmadığı için de
su yüzündeki köpük gibi yok olmaya mahkum olmasına rağmen aynı zamanda ortaya
çıktığında çeşitli boyutlarda öyle yaygınlaşır ki insan yüzeysel baktığında
"hak ve hakikat hani, nerede? görülen her şey batıldır" der. İşte bu,
insanların çoğu zaman yaptıkları bir hatadır, derin bir görüşe sahip
olmadıklarından ve her şeye yüzeysel olarak baktıklarından dolayı derler ki:
Eğer dünyada hak egemenlik kazansa da bir süre sonra kaybolur, her şeye batıl
hüküm sürmektedir. Halbuki onlar, hakkın asıl ve asaletli olduğundan, batılın
kendi gücünü haktan alarak hakkın üzerini örttüğünden habersizdirler.
Kur’an’ı
Kerim, hak ve batıl savaşını ve onların sonucunu birçok ayetlerde konu etmiş ve
buna birkaç örnek de göstermiştir. Şimdi onlardan birkaçını açıklayacağız:
1-
Ra'd suresi ayet 17:
Gökten
yağmur yağdırır da vadilerde alabildiğince seller, ırmaklar, çağlayıp akar,
akarken de üste çıkan köpükleri sürükler götürür. Ziynet eşyası, yahut
faydalanmak için kullanılan araçları yaparken ateşte eritilen şeylerde de buna benzer bir köpük, bir posa meydana
gelir. İşte Allah hakla, batılı bu çeşit bir örnekle anlatır. Köpük dağılır
gider, halka fayda verecek şeyse yerinde kalır. İşte Allah, böyle örnekler
getirir.
Allah
gökten su indirdi. Bu pak ve saf yağmur suyu tepelere ve dağlara dökülür ve
daha sonra vadilerde, derelerde ve ırmaklarda akıp gider, yolu üstündeki
pislikleri de kendisiyle birlikte götürür. Bu su gitgide bir sel oluşturur ve
taşlara çarptıkça ve çöplükleri taşıdıkça köpük ortaya çıkar. Öyle ki biri, bu
büyük nehire baktığında her şeyin köpük olduğunu sanır. Bu köpüğün altındakinin
su olduğunu görmez ve bu hareketi, gücü ve köpüğü de suyun oluşturduğunu
bilmez. Köpük sudan kaynaklanmış, ama suyun üzerini tamamen kapatacak şekilde yayılmıştır.
Daha
sonra buyuruyor ki, bu durum madenler eritilirken de meydana gelir. Bir süs
eşyası yapmak için maden eritildiğinde onun üzerinde de köpük oluşur. İşte bu
Allah'ın, hak ve batıl konusunda verdiği bir örnektir. Veya bazı müfessirlerin
dediği gibi hak ve batıl böyle gerçekleşip gelişir. Yani hak, saf ve temiz suya
ve o değerli madene benzer; batıl ise su üstündeki köpüğe. Çok geçmeden köpük
yok olup gider, halkın yararına olan şey yani, hak kalır. Irmaklarda köpüğün
altındaki su ise tarlalara gider ve faydalı ürünler verir. O değerli maden de
faydalı araçlar ve ziynet eşyaları şekline girip onlardan faydalanılır.
2-
İbrahim suresi, ayet 24 - 26:
"Kelime"
sözcüğü Kur'an'ı Kerim’de bazen lafız manasına ve bazen gerçekler manasına
kullanılır. Kur’an’ın Hz. İsa (a.s) hakkında ‘Kelimetullah’ demesi gibi.
İbrahim
suresinde ki ayette de hak ve batıl inançlar için, kelime tabiri kullanılmış ve her birine de
bir örnek verilmiştir. Kur'an şöyle buyuruyor: “Hak, sağlıklı ve meyveli bir
ağaca benzer. Bu ağacın kökü yere gömülmüş dalları ise yükselmiştir, meyve ve
yaprağı vardır. Meyvesi bir mevsime de ait değildir, her mevsimde meyve verir,
yani; onun için her zaman ilkbahar ve yazdır. Öyle bir ağaçtır ki, meyvesi
toplandıkça yeniden meyve verir.
Batıl
inanç ise pis bir ağaca benzer, ne meyvesi vardır, ne de kökü.”
Bazen
bazı yerlerde bir takım çalılar yeşerir, meyve de vermez, dikkatle baktığımızda
kökünün de olmadığını görürüz. En hafif bir esintiyle kopup yere düşer, önceki
ayetteki köpük misali gibi, yaygın görünür, ama kalıcı olmaz ve kısa bir süre
sonra yok olup gider.
Nasir
Husrev, bir çınar ağacı altında yeşerip çok kısa bir zamanda çınar ağacının
etrafını sararak büyüyen kabak dalı ile otuz yıllık çınar ağacı arasında temsili bir söyleşi gerçekleştirmiştir.
Kabak bitkisinin dalı yirmi gün zarfında çınar ağacının üstüne yükselerek çınar
ağacına sordu ki: Sen kaç günlüksün? Çınar ağacı, ömrüm otuz yıldan fazladır,
dedi. Kabak ona gülerek alaylı bir şekilde, ben yirmi günlük olmama rağmen
senden daha çok büyük ve güçlüyüm dedi. Çınar ağacı ise şöyle cevap verdi:
Sonbahar mevsimi gelip fırtınalar estiğinde kimin daha dayanıklı olduğu belli
olur.
Evet,
Kur’an’ı Kerim şunu anlatmak istiyor ki: Görünüşe bakmayın, batılın çok çabuk
bir şekilde gelişmesine aldanmayın. Daha derin düşünün. Yirmi otuz yıllık bir
ekol ve ideoloji çok çabuk bir şekilde yayılabilir, hatta; zahirde on dört
asırlık hak mektepten daha çok gelişip yaygınlaşabilir. İşte Kur'an buyuruyor
ki, sabretmek gerek, karşı taraftan esen rüzgarların sonunu beklemek gerek.
İslam, doğuşundan on dört asır geçmesine ve muhalif fırtınaların esmesine
rağmen yine de sağlam ve dimdik bir şekilde yerinde durmuştur, ama batıl
inançlar çok geçmeden iniş çıkışlara maruz kalarak yok olup gidecektir.
3-
Enbiya suresi, ayet 18:
Enbiya
suresinin on sekizinci ayetine kadar olan ayetler yaratılış konusuna aittir.
Yani bu ayetler, dünyanın abes ve hiç olduğunu savunan maddi düşünceyi
reddetmektedir. İnsan ve insan toplumu yaratılış çerçevesinde değerlendirilir.
Eğer yaratılış abes, boş, oyun ve hiç üzerine kurulmuşsa, insan da yaratıkların
biri olduğuna göre hedefsiz ve abes bir varlık olur; insan toplumu da batıl
olur. Ama Allah Teala buyuruyor ki: Biz bu büyük alemi oyun olsun diye
yaratmadık. Çocukların oynamak için yapıp sonradan bozdukları bir şey değildir
bu alem. Daha sonra; “Eğer alem abes olarak yaratılmamışsa insan toplumundaki
bunca batılın var olmasının sebebi nedir? Alemde yalan ve hıyanet yok mudur?
Zulüm, tecavüz, kan dökme ve fesat yok mudur? Niçin toplumda bunca batıl inanç
ve ideolojiler var?” sorularını ele alıyor.
Bu
sorulara Kur'an şöyle cevap veriyor: Evet; bunların tümü toplumda var; ama
bunların varlıkları kalıcı ve dayanıklı değildir. Hak ortaya çıktığında bunlar
da kendiliğinden yok olacaklardır. Evet; batıl var ama kalıcı değildir ve çok
geçmeden yok olup gidecektir.
Ayette
geçen "nakzifu" bir şeyi
alıp hızla fırlatmak anlamına gelir. Mesela; bir taşı alıp hızla bir insana
veya bir cama vurmak gibi.
Kur'an
şöyle buyuruyor: “Hayır biz hakkı batılın
üstüne fırlatırız.” Şunu anlatmak istiyor sanki: Biz haktan bir kurşun
yapıp onu hızla batılın gövdesine vurur darmadağın ederiz, onu aramak için
gittiğinde yok olduğunu görürsün. Gerçekte ise batıl mücadele sonucu yok olmuş
değil, önceden de yok idi, hak batıla karşı savaş açmadan önce batıl önemli
görünürdü ama, hak onunla savaşmaya gelince içyüzü ortaya çıkıp aslında hiçbir
şey olmadığı anlaşılır. Batıl şişirilen bir balon gibidir havası alınınca
gerçek yüzü ortaya çıkar.
4-
İsra suresi ayet 81:
De
ki: Hak geldi ve batıl yok oldu, ancak batılın önceden beri var olan bir gerçek
olduğunu, daha sonra hakkın gelip onun yerini aldığını sanmayın. Hayır, iş
bundan ibaret değil. Şüphesiz batıl yok olucudur. Yani batılın, sadece bir dış
görünüşü vardır; gerçek bir varlığa sahip değildir.
Yani,
Kur'an açısından hak ile batılın savaşı bir varlıkla başka bir varlığın savaşı
değil. Aslında bu savaş varlıklarla yoklukların savaşıdır, kemallerle
eksikliklerin savaşıdır. Çünkü batılların hepsi varlıkların eksikliklerinden
kaynaklanır. Zalim, kamil olduğu için değil, eksik olduğu için zalimdir. Yani
zalim biri, bilgisizliğinden veya aşağılanma duygusundan dolayı zulüm edip bu
duygusunu telafi etmek ister.
Kısacası
Kur’an’ı Kerim, hak ile batılın savaşına inanmakla beraber batılın kalıcı
olmadığına inanmaktadır. Bu da materyalistlerin görüşüne ters düşer.
Materyalistler, insanın fıtri olarak şer olduğuna veya insanın fıtrata sahip
olmadığına ve onun üretim araçlarının gelişmesine tabi olduğuna inanmaktadırlar. Haliyle onlar
ideal toplum düşüncesine de sahip değillerdir ve olamazlar da. Eğer bunu
savunuyor iseler de bu onların mektebine aykırıdır.
Kur’an’ı
Kerim, önceki kavimlerin duçar olduğu sonu ve medeniyetler tarihini anlatırken
şu hakikati beyan ediyor ki, kötülüğün galip olduğu ve batılın hüküm sürdüğü
her toplum yok olmaya mahkumdur. Ancak, hakkın hüküm sürdüğü toplum kalıcıdır.
Kur'an'da bunun bir çok örneği zikredilmiştir. Hak yolundan sapıp batıla
yönelen toplumlar ilahi azaba maruz kalmışlardır.
İnsan,
tarihe bakıp cinayetleri ve canileri görünce, bütün tarih her şeyiyle
karanlıktır, diyebilir. Ancak, böyle bir yargıda bulunmak doğru olmaz. Böyle
bir yargı, "tarihi, şahsiyetler meydana getirir" sanısından
kaynaklanır. Halbuki Kur’an’ı Kerim, bunların su üstündeki köpüğe benzediğini
ve yok olmaya mahkum olduğunu savunuyor.
İslam
tarihine baktığımızda, binbir gece masallarının kahramanı Harun-ur Raşid'i,
zindanlarını, ayyaşlıklarını ve zulümlerini görüyor ve diyoruz ki, tarihin
önemli örneklerinden biri de Harun'dur. Kur'an bunu kabul etmeyerek, Harun
kalıcı değildir, yok olucudur buyuruyor. Hayatın çarkını döndürenler çiftçilik
yapanlar, üretenler, tacirler ve nihayet halk kitlesidir. Siz onları
görmezsiniz ama, onlar köpüğün altındaki suya benzer, Harun'ların yaşamı
onların varlığına muhtaçtır. Senin görevin ise ümitsizliğe kapılmadan,
“Harun'lar her zaman gelmiş ve toplumu idare etmişler” demeden onlarla
savaşmaktır. Harun'un sarayının yanındaki zindanda bulunan ve Harun'un sarhoş
olduğu halde attığı çığlıkları duyan İmam Musa b. Cafer kalıcıdır. Onun
inancını paylaşıp, ameli ile amel etmek yasak olsa da o halkın kalbindedir,
binlerce insana hakim olan bir ebedi güç gibidir. İmam Musa b. Cafer’in düşünce
ve fikirleri kalıcı ve Harun'un gözleri kamaştıran azameti ise yok olucudur.
Bu
mukaddimelerden sonra, konumuz olan iki örneğin tefsirine geçelim:
“Onlar
bir ateş yakıp ışıklanmak isteyen kimseye bezerler.”
Onlar,
karanlık bir çölde aydınlatıcı bir şeyleri olmayan kimselere benzerler. Bir
ateş yakıp onun ışığından yararlanmaya çalışırlar, aniden bir rüzgar eser ve
yaktıkları ateşi tamamen söndürür, onlar da yeniden karanlıkta kalırlar.
Ayetteki
ateş ve ışıktan maksat batıla uyanların aldatıcı planlarıdır, hakkın nuru
değil. Müfessirler de bunu söylemişler.
Açıklama:
Hidayet
(yani bir varlığın belirlenen yaratılış hedefine ulaşması) birkaç şekildir.
Bunlardan biri içgüdülerle gerçekleşen hidayettir. Bu hidayet türü insanda
zayıf, hayvanda ise güçlüdür. Biri de hissi hidayettir; insan, göz, kulak vb.
organlarıyla edindiği bilgiyle maksadına doğru hareket edebiliyor. Bir diğeri
ise, akıl ve düşünce hidayetidir. Biri de vahiy hidayetidir. Bu hidayet
peygamberlerin izleyicilerinde bulunur.
Her
haluklârda, akıl ve düşünce insan için bir aydınlık vesilesidir. İnsan bazen bu
nur ve aydınlığı yaratılış nizamı doğrultusunda ve Allah'ın istediği yolda
kullanır. Allah Teala bu hususta şöyle buyurmuştur:
"Ve
doğru yolu bulanlara gelince: Onların başarısını arttırmaktadır ve onlara,
korunma duygusu vermektedir."[110]
Ama
bazen insan hidayet yolunu bırakıp, akıl ve düşüncesini dalalet yolunda
kullanır. Yani, akıl ve düşüncesiyle ilahi yolun aksine plan yapar. Ama bu
planlar, onun biraz ilerlemesini ve birkaç adım atmasını sağlamasına rağmen
kalıcı olmaz ve çok geçmeden bu düşünce ve planlar yok olup gider.
Kur'an
buyuruyor ki: Batıla uyanlar, karanlık bir çölde kendi elleriyle bir ateş yakıp
bu ufacık ateşle çölü aydınlatmak isteyen kimseye benzerler. Ama o ateş, çok az
bir aydınlık verip sadece etrafını aydınlatır, o da kalıcı olmaz ve kısa bir
süre sonra söner. Yani batıl hile, tuzak ve kandırıcı planlara dayalı
olduğundan yok olmaya mahkumdur.
Gördüğünüz
gibi “hak, tarih boyunca bir kıvılcım gibi ortaya çıkmış ve kısa bir süre sonra
hemen kaybolmuştur” diyenlerin aksine Kur’an diyor ki, batıl bir kıvılcımdır ve
bir süre sonra yok olup gider. Kur’an’ın tabiriyle, batıl, o birazcık ateşe
benzer; etrafını aydınlatınca insan etrafını iyice gördüğünü sanır ama, Allah,
yaratılıştaki değişmez sünnetler doğrultusunda bir takım vesileler hazırlayarak
onların nurunu alır ve onları hiçbir şeyi göremeyecekleri karanlıklara terk
eder.
“Sağırdırlar,
dilsizdirler, kördürler...”
Onların
gözü bir yeri görmez ve kulakları da bir şey duymaz. İnsan bir yerde olur da
gözü görmez ama kulağı duyarsa bir araba veya bir hayvan yahut da bir insanın
sesini duyarak yolunu bulabilir belki de. Dil bilip konuşabilirse başkalarını
yardıma çağırarak da yolunu bulabilir.
Ama
bunların ne gözü görür, ne kulakları başkalarının sesini duyar ve ne de konuşma
gücüne sahip olup başkalarından yardım isteyebilir.
“Doğru
yola dönmezler”
Artık
batıla uyanların dönüş yolu yoktur, oldukları yerde gömülmelidirler. Böylece,
Kur’an’ın tarihe nasıl iyimser bir gözle baktığını ve eğer hak batıla karşı
savaşırsa eninde sonunda hakkın galip olacağına ve batılı mağlup edeceğine dair
bize güvence verdiğini görüyoruz.
Yukarıdaki
ayette batıla uyanların kendilerinin var ettiği aydınlık örneklendirilmiştir.
Bu örnekten anlaşıldığı üzere, onların düşünce, fikir ve planları onlara ancak
kısa bir süre faydalı olur. Ama bazen de kendilerinin oluşturmadığı ışıklardan
yararlanırlar. Bir vesileyle oluşmuş olan ışıktan yararlanmak için hemen işe
girişirler, ama bu ışıktan yararlanmak isterken o da yok olup gider:
“Yahut
da gökten boşana boşana yağan yağmura tutulmuşa benzerler. Orada karanlıklar
var, gök gürlemede, şimşek çakmada”
Yani
havanın karanlık olduğu ve yağmurun da hızla yağdığı bir yere benzer. Burada
birkaç karanlık vardır: Yağmurun yağmasından oluşan karanlık, bir de havanın da
bulutlu olmasından oluşan karanlık ve gece olması da bir başka karanlık. Çünkü,
eğer sadece gece olsa ama, yağmur ve bulut olmasaydı, insan yıldızların
ışığından da yararlanabilirdi. Bulut da olsa ama yağmur olmasaydı, yine de hava
biraz aydınlık olurdu. Aynı şekil eğer yağmur ve bulut olsaydı ama gece olmayıp
gündüz olsaydı, insan bulutun ardındaki güneşin ışığından yararlanarak yine
yolunu bulabilirdi. Ama Kur'an diyor ki, "Onda karanlıklar, şimşek ve
yıldırım vardır."
“Ölüm
korkusuyla yıldırımların sesini duymamak için parmaklarıyla kulaklarını
tıkarlar. Allah’sa inanmayanları çepeçevre kusatıp kavramıştır.”
Gökyüzünde
beliren gürültüler onları öyle titretir ki ölüm korkusundan o sesleri duymamak
için parmaklarıyla kulaklarını tıkarlar.
“Şimşek
neredeyse gözlerini alacak onların. Şimşek akıp etraf aydınlandı mı yürürler.”
Bu
muhtelif karanlıklar içinde şimşek çaktığında onun ışığından faydalanarak bir adım atarlar ama
bu da sürekli olmaz, hemen ışık kaybolup gider ve bir adımdan fazla yürüyemezler.
“Karanlıkta
kaldılar mı dururlar.”
Karanlık
çökünce yeniden oldukları yerde kalırlar.
“Allah
dilerse duymalarını da alır, gözlerini de kör eder.”
Eğer
Allah isterse onları da birinci grup gibi karanlıkta bırakır, gözlerini kör ve
kulaklarını da sağır eder.
Tarihin
aldatıcılarının ve hokkabazlarının sonu budur işte. Kur'an diyor ki: Onların
köklü olduğuna inanmayın, onlardan korkmayın ve onların galip olacağını
sanmayın. Onlar mutlaka yok olacaktır, kalıcı olan haktır.
“Şüphe
yok ki Allah’ın her şeye gücü yeter.”
Şüphesiz ki Allah her şeye kadirdir, her şeye
gücü yeter.
(21)
"Ey insanlar, sizi de, sizden öncekileri de yaratan rabbinize ibadet edin
de takva sahiplerinden olun. (22) Öyle bir Allah'tır ki size yeryüzünü döşek
kılmıştır, gökyüzünü tavan. Gökten yağmur yağdırır, o yağmurla meyveler
yetiştirir. Sizi rızıklandırır. Ona eşitler var demeyin, zaten olmadığını
bilirsiniz de.”
Bu
iki ayet birbirlerine bağlıdır ve ikinci ayet birincisini tamamlamaktadır. Bu
ayetler, İslam’ın en önemli temellerinden biri, ilahi öğretilerin fikri ve
itikadi temeli olan tevhide davettir.
Gördüğünüz
gibi birinci ayet "Ey nas (insanlar)" hitabıyla başlıyor. Kur’an’ı
Kerim’de "insanlar" kelimesi bazen hitap şeklinde (bu ayette olduğu
gibi) ve bazen de hitap söz konusu olmadan kullanılmıştır. Mesela:
“Ona
bir yol bulup güç yetirenlerin Ev’i haccetmesi Allah’ın insanlar üzerindeki hakkıdır.”
"İnsan"
kelimesiyle "nas" kelimesi aynı kökten türemiş olup aralarında fazla
bir fark yoktur, sadece edebiyat açısından bir fark var. O farkı da şöyle
açıklıyorlar: İnsan "ism-i cinstir; ama nas "ism-i cemdir. Yani,
insan dediğimizde maksat "insan türü"dür. Ama "nas"
dediğimizde maksat insanlar topluluğudur, aynen halk topluluğu anlamında olan
"kavim" kelimesi gibi. O halde, "eyyühennas" dendiğinde maksat ey insanlar grubu, ey insan toplumudur.
Şimdi
bir noktayı açıklamak zorundayız o da şu ki:
Her
mektepte birbirlerine bağlı dört şey vardır:
1- O
mektebin muhatapları kimlerdir? Yani, o mektep kimler için gelmiştir? Bütün
insanlar için mi gelmiştir, yoksa özel bir grup için mi? Eğer özel bir grup
içinse onlar kimlerdir?
2-
Mektebin hedefi nedir?
3- O
mektebin dünya görüşü nedir? Dünyaya, insana ve onun hayatına nasıl bakıyor ve
görüşü nedir?
4-
Mektebin içeriği nedir? Yani, o mektepte mevcut olan emir ve nehiyler nelerdir,
öğretileri nelerdir?
Bu
dört şey birbirlerine bağlıdır. Yani, dünya görüşünün niteliği o mektebin
muhataplarının kim olduğuna bağlıdır. Aynı şekilde, muhataplarının kimler
olduğu onun dünya görüşüne bağlıdır. Bunlar da hedefin ne olduğuna bağlıdır ve
bunların tümü de o mektebin içeriğinin ne olduğuna bağlıdır. Yani muhataplarına
getirdiği mesajın ne olduğuna bağlıdır.
Üzerinde
bahsettiğimiz ayette, muhatapların kimler olduğu ve mesajın ne olduğu
zikredilmektedir. Bu ayetteki mesaj, İslam ve Kur’an’ın en köklü mesajı olan
tevhittir.
Muhataplar
konusunda şunu belirtmek zorundayız ki, ilahi ve gayri ilahi mektep, ekol ve
dinlerin her birinin muhatapları vardır; ama her birinin muhatabı farklıdır.
Mesela,
bir mektep milliyetçi bir eğilime sahip olabilir. Genelde siyasi partiler bu
eğilime sahip olup amaçları da (en azından kendi iddialarına göre) kendi
milletlerini kurtarmak ve onların saadetini temin etmektir. Buna göre, bunların
muhatapları kendi halklarıdır, diğer milletler onların muhatabı değildir.
Mesela, İngiltere'de kurulmuş olan İşçi Partisi veya Muhafazakâr partinin
muhatabı İngiltere halkıdır.
Başka
bir mektep de ırka dayalı olabilir. Yani amacı, bir ırkı kurtarmak olabilir.
Haliyle muhatabı da o ırk olacaktır. Zencilerin beyazlara karşı başlattıkları
hareketler gibi, onların muhatabı zencilerdir.
Bazen
de bir mektep açların karnını doyurmak amacıyla teşkil edilir. Bu yüzden de
açların birleşmelerini ve haklarını zorbalardan alabilmeleri için bir güç ve kudret
oluşturmalarını önerir. İster-istemez böyle bir mektebin muhatapları da
açlardır.
Mesela;
işçi tabaksının saadetini temin etmek ve onları kurtarmak amacıyla kurulduğunu
iddia eden Marksizmin muhatapları işçilerdir; dolayısıyla zengin tabakadan üye kabul
etmezler.
İslam’ın
muhatabı kimlerdir? Kimleri üye olarak kabul eder? İslam dini Araplar arasında
zuhur ettiği için muhatapları da Araplar mıdır? Veya Mekke'de doğduğu için
muhatabı kendi kavmi, yani Mekke'liler midir?
Kur’an’ın
hitaplarına baktığımızda şu hakikati görüyoruz ki Kur’an’ı Kerim, ey Araplar,
ey Kureyş, ey Mekkeliler, ey Medineliler veya ey Şamlılar diye hitap etmemiştir.
Kur’an’ın hitabı iki çeşittir: Bir kısmı "Ey insanlar", diğer bir
kısmı da bu daveti kabul edenlere emirler verilmek istendiğinde "ey iman
edenler" şeklindedir.
Bazıları
diyorlar ki: İnsan bir nevi soyut bir varlık olduğundan bir mektebin muhatabı
olamaz.
Yine
şöyle diyorlar: İnsan, insan olma açısından hiçbir vicdana sahip değildir, eğer
bir mektep insanı muhatap edinirse o mektep bir hareket yaratamaz.
İranlı,
Arap veya acem muhatap olabilir ve dolayısıyla onların milli vicdanı bir
hareket başlatmalarına neden olur. Yani ey İranlı, ey Mısırlı veya ey Arap
"sen böyle olmalısın" denebilir ve bu surette de hitaplar milli
gurura dayanmış olur. Irksal gurura da hitap edilebilir; mesela, "ey
zenciler veya ey Kızılderililer" denebilir. Aynı şekilde, bir sınıf da
ortak bir vicdana sahip olduğundan dolayı o sınıfa hitap ederek, ey fakirler,
ey işçiler veya ey çiftçiler denebilir. Burada da üzerinde durulan ve hareket
yaratabilecek şey sınıfsal vicdandır. İşçiye edilen hitap da "ey işçi,
senin servetin neden az olsun"? denildiğinde onu harekete geçiren şey onun
çıkarlarıdır. Kendi kendine düşünüp der ki: "Benim hakkımı neden başkası
alsın? O halde, eğer bir mektep, "ey insan" diyorsa neye dayanarak
böyle hitap ediyor?
Asıl
mesele de budur zaten, işte bu yüzden, her mektebin muhatabını dünya görüşünün
niteliği belirler ve bu iki mesele birbirlerine bağlıdırlar dedik.
İslam,
insan vicdanının onun milliyetinde veya ırkında yahut da sınıfında oluştuğuna
inanmaz. İslam’a göre insanlarda fıtrat denilen ortak bir vicdan söz konusudur;
doğan herkes fıtratı üzerinde doğar; biz, bu konuyu kendi yerinde detaylı bir
şekilde ele alıp üzerinde durduk.
Mezkur
ilkeye göre, yüce Allah insanı yaratırken ona üstün bir vicdan ve ruh
vermiştir: “Ve ona kendi ruhumdan
üfledim”. Buna göre, dünyaya gelen her insan, baba ve annesi kim olursa
olsun yüce bir vicdana sahiptir. İşte İslami davet bu yüce vicdana hitap
etmektedir. Milli vicdan, ırksal ve sınıfsal vicdan sonradan kazanılan
vicdanlardır.
Yani
İslam diyor ki ey insan, sen insan olduğun için seni davet ediyorum. Ey mahrum,
mahrum olduğun için veya ey zenci, zenci olduğun için... seni davet ediyorum
demiyor. İslam davet ederken insanın insanlık gururuna hitap eder; milli
gurura, ırksal gurura veya maddi çıkarlara hitap etmez.
Başka
bir ibaretle, İslam, vicdanı gereği adaleti arayan insana hitap eder; bunun da
insanın çıkarları adalette olduğu için değil, adaletin insani bir değer olduğu
için savunur.
Kur’an’ı
Kerim’in açıkça buyurduğu üzere, İslam'ın en köklü ve temel hedeflerinden biri
adaleti uygulamaktır. Şüphesiz adalet uygulandığında başkalarının hakkına tecavüz
eden zalimler zarar edecek, mazlumlar ise faydalanacaktır. Ama İslam’ın hedefi
“mustazaflara minnet bırakıp onları kurtarmaktır” demekle, Kur’an’ın muhatabı
sadece mustazaflardır demek çok farklıdır. İslam, mustazafları kurtarmak
istiyor ama, onun muhatabı bütün insanlardır. Hatta Firavun gibileri bile
Kur’an’ın muhatabıdırlar. Çünkü Kur’an her insanın hatta Firavunun bile zatında
gerçek bir vicdanın var olduğunu savunmaktadır. Kur’an diyor ki, şimdilik size
hükümet eden Firavun her ne kadar gaddar, zalim ve insanlıktan sapmış bir
varlık ise de, yine de Allah vergisi olan bir fıtrata sahiptir, çünkü o da bir
insandır. İşte bu yüzden Allah'ın göndermiş olduğu peygamberler onunla
savaşmaya geldikleri zaman öncelikle Firavunun batınındaki vicdanı ona karşı
harekete geçirmeye çalıştılar. Bu hususta Kur'an şöyle buyuruyor:
Ey
Musa, Firavuna git ve bak, onun içinde esir ve mahpus olan vicdan ve fıtratı
kurtarabilir misin? Eğer bunu yapamazsan o zaman onunla savaş. Yani, önce içten
mücadele etmeye çalış eğer; bunda başarıya ulaşmazsan o zaman dış mücadeleyi
başlat.
Bu
iki ayetteki ikinci bölüm Kur’an’ın en önemli mesajıdır; bu mesaj diğer
mesajların tümünün temelidir. Tevhid mesajı sadece Peygamberlerin sonuncusuna
mahsus değil, bu mesaj bütün peygamberlerin risaletlerinin başında gelir.
Kur’an
ilk aşamada ibadet edin ve daha sonra da ibadet ettiğiniz varlık Allah
olmalıdır demiyor. İnsan ibadet etmeden yaşayamaz, insanların tümü çeşitli
şekillerde ibadet ederler. İbadet etmek insanın fıtrî ve zatî güdülerinde mevcuttur.
Yani, insan fıtri olarak bir şeyi takdis ve tenzih etmeye ve de kendini ona
yakınlaştırmaya meyillidir.
Böyle
bir eğilim bütün insanlarda mevcuttur, materyalistler bile ibadet ederler. Karl
Marks şöyle demiştir: "Ben insanı, insandan başkasına tapmaktan kurtarmak
ve onun kendisine tapmasını sağlamak istiyorum." O da insanın bir şeye
tapmak zorunda olduğuna inanmış ama, kendi dediği gibi, mabudun insan olması
gerektiğini ileri sürmüştür.
Kur'an'ın
mesajı şudur: Ey insan, kendi rabbine, kendi Allah'ına ve senin yetkini elinde
tutan varlığa ibadet et. O öyle bir yetki sahibidir ki bütün varlık alemi onun
iradesine bağlıdır, eğer bir lahza onları kendi başına bırakırsa her şey
birbirine girer ve düzen bozulur.
“O,
sizi ve sizden öncekileri yaratandır.”
Fatiha
suresinin tefsirinde ibadet konusunda bahsettik ve Kur'an'daki ibadetin daha
geniş bir anlamı olduğunu hatırlattık. İbadetin en yüce derecesi, secde
etmektir.
Bu
aşamayı geçtiğimizde Kur'an, her itaati, ibadet saymaktadır. İşte bu yüzden de
buyurmuştur ki: Kendi nefsinin isteklerine uyan ona itaat eden kimse nefsine
tapmış olur.
"Kendi nefsini ilah
edinen insanı gördün mü?"[111] İnsanın
kendisine tapmasının manası, insanın kendisine secde etmesi değildir, bundan
amaç nefsine uyması ve itaat etmesidir.
Burada
şunu da hatırlatmalıyız ki tevhid şirkin karşıtıdır. Ortaklık anlamına olan
şirk kelimesi ile müşareket kelimesi aynı kökten türemiştir. Hz. Musa (a.s)
Kur’an’ı Kerim'de Allah'tan bazı şeyler istemiştir. Onlardan biri şudur:
"Risaleti tebliğ etmede Harun'u bana şerik kıl."
Ortaklığın
manası, insanın Allah'tan başkasını Allah'a şerik koşması mıdır? Yani, bir anda
iki mabuda ibadet etmek midir? Buna göre insanın Allah'a değil de Allah'tan
başka bir varlığa ibadet etmesi şirk değil midir?
Kur'an-ı
Kerim, Sebe kavmi hakkında şöyle buyurmuştur: Hüdhüd kuşu Süleyman'a dedi ki:
"Sebe’den sana yakin bir haber
getirdim. Orada, onlara bir kadının hükümdâr olduğunu gördüm; kendisine her şey
verilmiş ve bir de çok büyük tahtı var. Onu ve kavmini, Allah'ı bırakıp güneşe
secde eder buldum..."
Güneşe
tapan ve güneşten başka bir şeye ibadet etmeyen bu insanlar bir tek mabuda
ibadet ettikleri için müşrik değiller mi?
Kur'an
açısından şirk sadece iki şeye tapmak değil; Allah yerine Allah'tan başkasına
tapmak da şirktir. Çünkü Kur'an'a göre bütün varlıkların Allah'a ibadet
etmeleri gerekir. Eğer biri Allah'a ibadet edeceği yerde Allah'tan başkasına
ibadet ederse, ibadette Allah'a ortak koşmuş olur. Bu yüzden batıl mabuttan
başka bir şeye ibadet etmeyen mesela, güneşe tapan ve bundan başka bir şeye
tapmayan biri de müşrik sayılır.
“Takva
sahiplerinden olun.”
Takva
hakkındaki konuşmalarımızda bu konudan etraflıca bahsetmiş bulunuyoruz. Ancak,
bu ayet hakkında şunu belirtmek zorundayız ki, bu ayet takvayı, tevhidin sonucu
olarak zikretmiştir. Takva nasıl tevhidin sonucu olur? Şimdi bunu araştırmak
istiyoruz.
Takva
(Veka) kelimesinden türemiş olup, korumak anlamına gelir. Ve bu da nefsi
arındırmayı gerektirir. Önceden de bahsettiğimiz gibi, Kur'an ve Ehl-i Beyt
hadislerinden de anladığımız üzere takvanın da iman gibi birkaç derece ve
aşaması vardır.
Temiz
ve pâk bir inanç, temiz bir ortam ister. Yani, toprağa ekilen bir buğday
tohumunun yeşerip büyümesini istersek o toprak ekin için elverişli olmalıdır.
Doğru düşüncelerin gelişmesi için de temiz ve sağlıklı bir ruh gerekir. Temiz
bir düşünce temiz olmayan bir ruhta bulunursa o ikisi arasında savaş başlar ve
nihayet ya ruh teslim olur ve temizlenir ya da ruh galebe eder; ve sonuçta da o
fikir ve düşünce kaybolup gider.
Bakara
suresinin başında Kur’an’ı Kerim şöyle buyurmuştur:
“Bu kitap takvalılar için hidayet kitabıdır.” Bu takvadan maksat
herkesin fıtratında olan ve onunla dünyaya gelen takvadır. Kur’an’ın hidayeti
takvanın bu merhale ve derecesini korumuş olan kimselere şamil olur, ama
takvayı koruyamayıp pisliklere bulaşan kimseler artık hakkın kelamını kabul
etmezler.
Kur’an’ı
Kerim, konumuz olan ayette buyuruyor ki, eğer insan Allah'a ibadet ederse,
ruhunun temizliği artar, doğru ve temiz inançları daha iyi kabul eder, temiz ve
iyi işler yapar
“Öyle
bir Allah’tır ki size yeryüzünü döşek kılmıştır, gökyüzünü tavan. Gökten yağmur
yağdırır; o yağmurla meyveler yetiştirir. Sizi rızıklandırır. Onun şeriki var
demeyin, zaten olmadığını bilirsiniz de”
İnsan
Allah'ı tanıdıktan sonra O’na nasıl
tapmaz? Halbuki Allah'ın rububiyetinin ayet ve mazharlarını bu alemde
görmektedir. Sizin dinlenmeniz için bir döşek şeklinde yaratılan bu yeryüzü
tesadüf sonucu mu var oldu? Yoksa bunu Allah mı yarattı? Başınızın üstünde bir
tavan gibi görünen gökyüzü ve asılı durup kandil şeklinde parlayan yıldızlar
nasıl var olmuştur? Gökyüzünde beliren ve daha sonra yağmur olup yeryüzüne inen
bulutlar, rengârenk bitkilerin yeşermesine sebep olur ve daha sonra çeşitli
meyveler yetişir. Bunların tümü kendi kendine mi var olurlar, yoksa onların
yaratanı mı var ve belirli bir nizam doğrultusunda mı onları yaratır?
Evet,
her türlü hayır, ihsan ve rahmeti var eden böyle bir yaratıcıya ibadet etmek
gerekir. O halde, ne faydası ve ne de zararı olan bir taşa tapmak niye, başka
bir insana tapmakla esir durumuna düşmek niye?
Sadece,
Allah'a tapmak özgürlük getirir. O'na tapmak özgürlüğün özüdür.
Hafız,
şiir diliyle bunu şöyle ifade ediyor:
..........
........ .......... .........
........ ........ .......
Kemendine
bağlı olmak tam özüdür kurtuluşun
(23)
“Kulumuza indirdiğimiz Kur'an'da şüpheniz varsa ona benzer bir sure getirin,
doğrulardansanız Allah'tan başka tanıklarınızı da çağırın.”
(24)
“Bunu yapmazsanız, kesin olarak da yapamazsınız ya, sakının odunu insanlarla taşlar
olan ve kafirlere hazırlanan ateşten.”
Kur’an’ı
Kerim bu ayetlerde Kur’an’ın mucize olduğu konusunu ele almış ve insanları
mücadele ve mübarezeye davet etmiştir. Diyor ki: Eğer Kur’an’ı, insanların
yazdığı kitaplar gibi görüyorsanız siz de onun gibi bir kitap getirin.
Kur'an,
bu ayette sadece muhataplarını mübarezeye davet etmiştir, ama İsra suresinde
aynı konuyu öyle bir şekilde ele almıştır ki artık muhataplar sadece
Peygamberin zamanındaki Araplar veya o dönemdeki insanlar değil; bütün çağ ve
zamanlardaki insanların hepsine hitap edip onları mübarezeye davet etmiştir ve
hatta insanların yanı sıra cinlere de hitap etmiştir. İsra suresinde Kur'an
şöyle buyurmuştur:
"De
ki insanlar ve cinler, bu Kur'an'ın bir benzerini meydana getirmek için bir
araya gelseler bir benzerini meydana koyamazlar, hatta bir kısmı bir kısmına
yardım etse bile."[112]
Bu
gibi ayetler iki hakikati beyan etmektedir. Biri, mucizenin alemde var oluşu,
diğeri de Kur'an'ın mucize oluşudur. Kur'an açısından bunların hiçbirinde şüphe
edilemez.
Günümüzde
bazı kimseler, Kur’an’ı gönülden kabul etmek istedikleri halde mucizenin
felsefesini idrak edemedikleri için onun mucize olduğunu inkar ediyorlar veya
alemde mucizenin olmadığını savunuyorlar. Bunlar Kur'an'da zikredilen denizin
ikiye ayrılması ve Musa'nın (a.s) asasının ejderha olması gibi mucizeleri bile
tabii manalara tevil etmişlerdir. Bu da Kur’an’ı inkar etmekten başka bir şey
değildir. Kur’an’ı Kerim birçok ayetlerde geçmiş peygamberlerin mucizelerini
nakletmiştir.
Şimdiki
konumuz olan ayetlerde evvela mucizenin varlığını ispat edilmiş ve ikinci
olarak da Kur'an'ın ilahi mucizelerden biri olduğu açıklanmıştır. Kur'an'ı
Kerim, daima vicdanlı kulları düşünmeye davet etmiştir, bizim vazifemiz ise bu davete
icabet etmek ve düşünülmesi gereken konuları düşünmektir. Bu konulardan biri de
Kur’an’ın mucize olduğudur, bu konu üzerinde düşünmemiz ve İslami öğretilerin
en büyük sırlarından olan mucizenin sırrını çözmemiz gerekir. Bu konunun
açıklık kazanması için, ilk olarak "mucize" kelimesini ele alıyoruz.
Mucize,
"aceze" maddesinden türemiş olup acizlik, güçsüzlük anlamına gelir.
Mucize, kimsenin yapamayacağı bir işe denir çünkü bu tür işler karşısında
herkes aciz ve güçsüz kalır.
Bazen
"mucize" yerine "harikulade" (normal üstü) kelimesi
kullanılır. Aşariler de mucizeyi harikulade diye yorumluyorlardı ama bu iyi bir
yorum değildir.
Kur'an'da
ne mucize kelimesi ve ne de harikulade kelimesi kullanılmış değil. Bunlar İslam
alimlerinin kullanmış oldukları terimlerdir. Mucize kelimesi Müslümanlar arasında yaygın olan bir kelimedir. Hatta bu
kelime imamlarımızın döneminde de kullanılmıştır. Ama "harikulade"
kelimesi böyle değildir, İslam kelamcıları arasında sadece Aşariler
harikuladeyi mucize anlamında kullanmışlardır.
Kur'an,
mucize ve harikulade kelimeleri yerine "ayet" kelimesini
kullanmıştır; ayet kelimesi daha net ve daha iyi bir şekilde maksadı açıklamaktadır.
"Ayet",
nişane veya sağlam delil anlamındadır. Bizim mucize dediğimiz şeye Kur'an neden
ayet demiştir?
Çünkü,
birisi kalkıp da; “ben Allah tarafından gönderilmişim, beni Allah göndermiş,
bana vahiy etmiştir, benim dediklerimi kabul edin, dediğim sözler kendi sözüm
değil Allah'ın sözüdür”, derse, acaba halk delil sormadan onun sözlerini kabul
etmek zorunda mıdır? Burada üç ihtimal söz konusudur:
1-
Böyle biri gerçekten Allah tarafından gönderilmiş olabilir.
2-
Yalancı da olabilir ve kendisi de bunu bilir.
3-
Hata etmiş olabilir ve kendisi bunun farkında olmayabilir.
Üçüncü
ihtimal bazı insanlar hakkında gerçekleşebilir. Gerçekten yalan konuşmayan ve
konuşmak da istemeyen bazı kimseler bir takım kuruntu ve vehimlere kapılarak
hata edebilirler.
Kureyş
kafirlerinin Resulullah (s.a.a)'e mecnun ve deli demelerinin nedenlerinden biri
de buydu. Çünkü, Hz. Peygamberin halk arasında öyle güzel ve temiz bir geçmişi
vardı ki eğer onun hakkında yalancılıkla suçlamış olsalardı kimse bu söze
inanmazdı; zira Peygamber emin olarak tanınmıştı. Bu yüzden Peygamberin
davetini etkisiz hale getirmek için onun davetini kabul edenlere, bu adam
ruhsal açıdan bir takım kuruntulara kapılmıştır, diyorlardı.
Buna
göre, peygamberlik iddiasında bulunan kimse, iddiasının doğruluğunu ispat etmek
için çok sağlam bir delil getirmek zorundadır. Halkın Peygamberden böyle sağlam
bir delil istemesi çok mantıklı bir istektir; aksi halde, yani delil istemeden
kabul etmek aptallık olurdu.
Peygamberlik
iddiasının doğruluğunu ispat etmek için gösterilen sağlam delil mucizedir, işte
bu münasebetle de ona "ayet" denilmiştir.
Bu
konuyu iyice aydınlatmak için aşağıdaki konuları sırayla ele alacağız:
1-
Mucize nedir?
2-
Mucizenin gerçekleşmesi mümkün müdür?
3-
Mucize gerçekleşmiş midir?
4-
Mucize, onu getirenin doğruluğunu nasıl ispat eder?
5-
İslam Peygamberinin mucizeleri.
6-
Kur’an’ın mucize oluşu.
Bazıları mucizenin önemli bir mesele
olmadığını sanıp, “Asıl mesele Allah'ı kabul edip etmemektir.”
görüşünü ileri sürüyorlar. Yani, diyorlar ki eğer
Allah'ı kabul edersek, mucize hakkında bahsetmeye gerek kalmaz. Çünkü, kabul
ettiğimiz Allah mutlak kadirdir ve mutlak kadir olduğu için de ölüyü
diriltmeye, ağaçtan ejderha yaratmaya ve Resulullah (s.a.a)'i bir an içinde
Mescid-ül Haram'dan Mescid-ül Aksa'ya götürmeye ve bütün gökyüzünü gezdirmeye
gücü yeter.
Ancak
bu, doğru değil; çünkü Allah'ı kabul etmekle akideyle ilgili bütün sorunlar çözümlenmez.
1-
Bazıları mucizeyi, sebepsiz ve nedensiz olarak gerçekleşen şey diye
tanımlayabilirler. Ancak böyle bir tarif ve tanımlama tamamen yanlıştır. Bunu,
materyalistler ve mucizeyi reddetmek isteyenler çıkarmış ve daha sonra da
ağızlarda dolaşmış, olabilir.
Çünkü
mucize taraftarları onun bir şeye delil olduğunu göstermeye çalışırlar, oysa
ki; mucize nedensiz olarak gerçekleşmiş olsa hiçbir şeye delil olamaz.
Ayrıca;
bir şeyin nedensiz olarak gerçekleştiğini farz edecek olursak artık alemde hiçbir şeyi
ispat edemeyiz, ilmî ve tabiî kuralların hiçbiri yerinde kalmaz, felsefi ve
kelamî kurallar özelliğini yitirir ve hatta Allah'ı ispat yöntemleri bile
sarsılmış olur. Neden acaba?
Çünkü
biz Allah'ı, alemin illet ve nedeni olarak tanıyoruz. Eğer varlık aleminde bir
nizamın olmadığını ve bir şeyin sebepsiz var olabileceğini düşünürsek alemin
tümünün nedensiz ve tesadüfi olarak var olduğu ihtimalini reddedemeyiz.[113]
2-
Bazıları da şöyle diyebilirler: Mucize, bir şeyin sebepsiz olarak varolması
değil, sebep-sonuç kanununun istisnasıdır. Mucize, bir şeyde gerçek sebebi
yerine başka bir sebebin etki etmesiyle gerçekleşir. Yani mucize, alışılmadık
bir sebebin sıradan bir sebep yerine geçerli olmasıdır.
Mesela;
insanın var olmasının gerçek ve hakiki sebebi iki insanın ilişkide
bulunmasıdır. Şimdi eğer bu gerçek sebebin yerine başka bir sebep gelir ve
döllenme olamadan bir insan dünyaya gelirse buna mucize denir.
Böyle
bir söz, insanın felsefi ilimlerden haberdar olmayışından kaynaklanmıştır.
Çünkü, sebep-sonuç nizamının alemde
hüküm sürdüğünü kabul edersek, bu nizamın istisna taşımayacağını da kabul
etmeliyiz. Çünkü sebep-sonuç arasındaki ilişki ve bağlılık gerçek ve hakiki bir
ilişki olup asla değişmez.
Yani
tabiatta, "a"nın "b"ye sebep olduğunu düşünsek "a ve
b" arasında gerçek ve hakiki bir ilişki var demektir ve "a"nın
"b"den başka hiçbir şeye o şekil bir bağlılığı olamaz. Aynı şekilde,
"b'niı de "a'dan başka hiçbir şeye böyle bir bağlantısı olamaz. Yani
"b", "a" olmadan vuku bulmaz, gerçekleşmez. Bir şeyin
gerçek sebebi sadece bir şeydir. Bir şeyin iki şeyle sebep-sonuç bağlılığının
olması kesinlikle düşünülemez.
O
halde, üstteki misalde "c" "a"nın yerine konulamaz, bunun
tersi de aynıdır; yani "d" "b"nin yerinde bırakılıp
"a" sonucu alınamaz.[114]
3-
Bu iki tarifin karşısında üçüncü bir tarif daha vardır. Yukarıdaki iki tarife
yöneltilen eleştiriler bu üçüncü tarif hakkında geçerli değildir.
Üçüncü
tarif: Mucize, sebep- sonuç kuralını nefyetmek olmadığı gibi bu kuralın
istisnası da değildir; mucize, sadece tabiata hüküm süren kanun ve nizamın üstü
bir şeydir.
Sebep-sonuç
kanununun üstü olmak ile tabiat kanunlarının üstü olmak farklı şeylerdir. Buna göre;
mucize, tabii ve normal sebepler dışında meydana gelen şeye denir.
Daha
açık ve net bir tabirle mucize, tabiat ötesi bir gücün işe karışması
neticesinde bir şeyin tabii akışından çıkmasına denir.
Bu
tarife göre mucizenin gerçekleşmesinde bir sebebin diğer bir sebebin yerinde
geçmesi söz konusu değildir. Çünkü sebep-sonuç arasında kabul edilen hakiki bir
bağlılık vardır ve bu bağlılık asla değişmez. Mucize şöyle yorumlanmalıdır:
İnsanın
ilim ve tecrübeyle kavramak istediği fiillerin gerçek sebepleri daima
meçhuldür, olayların gerçek sebeplerinden sadece Allah haberdardır. İnsan ise
bir takım deney ve tecrübeler neticesinde bazı bağları keşfeder, ve, bunun
sebep-sonuç arasındaki gerçek bağ olduğunu sanır.
Buna
göre mucize, insanın gerçek sebebini bildiğini ve sadece bir yolla
gerçekleşeceğine inandığı şeyin başka bir yoldan gerçekleşmesidir. Bu konuya
yine değinecek ve geniş bir şekilde ele alacağız.
Bu
sorunun cevabı bir önceki bölümde az da olsa aydınlığa kavuştu. Yani mucizenin
mümkün olup olmayışı mucizenin tarifine ve nasıl yorumlandığına bağlıdır.
Eğer
mucizeyi, sebepsiz ortaya çıkan, bir olay olarak kabul edersek, bunun imkansız
olduğu açıktır. Mucizenin sebep-sonuç kanununun istisnası olarak, yani bir şeyin
gerçek sebebinin yerine başka bir sebebin konulması diye tanımlarsak, yine
mucizenin gerçekleşmesi mümkün olmaz.
Ama
eğer mucizeyi bir şeyin tabiatta alışıla gelen normal akışından dışarı çıkması
diye tanımlarsak, bu durumda mucizenin gerçekleşmesi mümkün olur.
Bunu
biraz daha açıklamak zorundayız.
Avrupalı
meşhur filozof Hegel’in felsefesinde kendisine özgü bir sözü var.
Hegel
diyor ki: Aklın zaruriyatından olup aksinin gerçekleşmesi mümkün olmayan bir
takım konular var. Mesela, matematikte kullanılan formüller gibi Hegel bunları
"tahlili formüller" diye adlandırmıştır.
Matematikte
diyorsunuz ki, bir üçgenin açılarının tümü 180 derecedir veya iki dik açıyla
eşittir. İşte bu hüküm aklın zaruri hükümlerindendir. Yani eğer akıl, üçgenin
ne olduğunu anlarsa hemen bir üçgenin açılarının 180 derece olduğuna
hükmedecektir.
Felsefe
ve mantıkta zaruri formüllerden sayılan formüller de böyledirler. Mesela; bir
şeyin bir anda hem var olup hem de yok olmasının mümkün olmayışı bunun en bariz
örneğidir.
Ancak,
bazı meseleler de vardır ki deneyseldir. Yani aklen zaruri olduğunu idrak
etmediğimiz, sadece onları öyle görüp kavradığımız için öyle olduğunu kabul
ettiğimiz meseleler de vardır.
Hegel
bu gibi meselelere şöyle bir örnek vermiştir: Şimdiye kadar alemde deneyle
kavradığımız kadarıyla suyun yüz derece ısıyla buhar olduğunu gördük ve buna da
nedensellik adını verdik. Suyun buharlaşmasının sebebi ısı ve hararettir
diyoruz. Veya suyun sıfırın altında bir soğuklukta donduğunu görüp, suyun
donmasının sebebi soğukluktur diyoruz.
Hegel
diyor ki: Bunların hiçbiri akli açıdan zaruri değildir; biz bunları böyle
gördüğümüz için böyle kabul ediyoruz. Halbuki, eğer doğduğumuz günden beri
bunun tersini, yani hararetin donmaya ve soğukluğun da suyun buharlaşmasına
sebep olduğunu görmüş olsaydık akli açıdan bunda hiçbir çelişki görmezdik.
Başka
bir ifadeyle, soğukluk neticesinde suyun donmasını ve hararet neticesinde suyun
buharlaşmasını akli zaruret gerektirmemektedir. Alemde şimdiye kadar böyle
süregeldiği için biz de böyle kabul etmişiz yoksa bu kaçınılmaz bir zorunluluk
değildir.
Bu
söz buraya kadar doğru bir sözdür. Bunun farkında olan Ebu Ali Sina gibileri
şöyle demişlerdir ki: Tabii ilimler daima tecrübeye dayalıdır ve tecrübe ise
zaruret doğurmadığı için, doğal bilimler hususunda ne yapmak gerekir? Bu
noktayı göz önünde bulundurarak şu soruyu yöneltiyoruz: Doğal bilim ve kanunlar
nasıl bir değere sahiptir? Tecrübe sonucu elde edilen kanunları felsefi
sebep-sonuç kuralı kapsamına alabilir miyiz?
Bu
hususta şöyle diyorlar: Hararetin suyun buharlaşmasına ve soğukluğun da suyun
donmasına sebep olması gibi bir bağ ve ilişkinin görüldüğü bu tür yerlerde
sebep-sonuç ilişkisi var demektir ve sebep-sonuç ilişkisi olmadan bunlar
gerçekleşmez. Fakat tecrübe ve deneylerimiz sonucu kendi duyu organlarımızla
keşfettiğimiz sebebin gerçek sebep olması şüphelidir. İşte bu yüzden de
tecrübeye dayanan ilimler gün geçtikçe değişir, bir kural feshedilir ve onun
yerini başka bir kural alır.
Örneğin;
bir zamanlar yukarıdan atılan bir taşın yere düştüğünü görüp taşta çekim gücü
var ve yere düşmesinin sebebi budur diyorlardı.
İşte
bu herkesin defalarca tecrübe sonucu gözlemlediği için ittifakla kabul edilmiş
bir hükümdü. Ama Newton geldikten sonra bu hüküm de değişti ve çekim gücü taşa
ait değil; bilakis taşın yere düşmesinin sebebi yer çekimidir, dedi.
Bundan
sonra da nisbiyet görüşü gündeme geldi ve bu görüş de değişti.
Buna
göre şu kadarı kesindir ki, olaylar sebepsiz değildir, ama; ilmin o sebepleri
keşfedip etmeyeceği de belli değildir. Ve bizim de bir ilişki keşfeder etmez
adına sebep-sonuç dememiz doğru olmaz. Çünkü bunlar hakiki sebepler
değillerdir; ne hararet buharlaşmanın gerçek sebebidir, ne soğukluk suyun donma
sebebidir ve ne de yer çekimi taşın yere düşmesinin sebebidir. İşte bu yüzden
de bu bağlar değişmeye maruzdur.
İşte
burada tabiatın kuralları ile sebep-sonuç kuralı arasındaki fark iyice
anlaşılmaktadır. Mesela; doğal kurallar gereğince bir insanın dünyaya
gelebilmesi için sadece bir yol vardır; o da nütfelerinin birbiriyle karışmasıdır.
Ama
gerçek ve hakiki sebep-sonuç kuralı burada hüküm sürmekte midir? Yani, bundan
başkası imkansız mıdır? Kadının rahmindeki hücrelerden biri hem kadın
hücresinin ve hem de erkek hücresinin görevini yapamaz mı?
Akıl
bunu reddetmiyor, akıl diyor ki: Biz şimdiye kadar böyle gördük, ama bu,
sırrını bilmediğimiz başka bir şekilde de gerçekleşebilir. Örneğin, kadının
hücresi erkek hücresinin özelliğine sahip olarak çocuk olmasına neden olabilir
ve böyle olduğu taktirde de sebep-sonuç kuralı değil sadece tabiata hüküm süren
değişmez olduğu sanılan kurallar ihlal edilmiş olur. İşte buna mucize denir.
Yani
mucize, tabiatta hüküm süren değişmez kanunların üstünde bir şeydir. Ve buna
göre, mucize mümkün olur.
Şimdi
Hegel’in sözüne dönüyoruz. Eğer biri peygamberlik iddiası eder ve mucize olarak
da "Açıları 190 derece olan bir üçgen getirebilirim" derse hemen onu
tekzip etmek, yalanlamak gerekir. Çünkü böyle bir şey akli açıdan imkansızdır
ve -önceden de dediğimiz gibi- mucize imkansız olan bir şeyi mümkün kılamaz.
Böyle bir şeyi iddia etmek, iddia sahibinin sözünün yalan oluşuna delildir.
Veya
peygamberlik iddiası eden biri, "Sebepsiz bir iş yapabilirim"
iddiasında bulunursa bu onun yalancı olduğunu gösterir; çünkü, bu aklî zarurete
ters düşer.
Ama
eğer biri, "Ben tabiata hüküm süren kanunların üstünde bir iş
yapabilirim" yani şimdiye kadar gördüğümüz alışıla gelen tabii ilişkilere
aykırı olan şeyler yapabilirim, derse biz bu iddiayı kabul ederiz.
Başka
bir deyişle, akli kanunlar şartlı değil, mutlaktır, yani, akli kanunlarda
"artık" "eğer" diye bir şey yoktur. Ama doğal kanunlar
şartlıdır. Örneğin, "Üçgenin açılarının tümü, iki dik açıyla eşittir"
dediğimizde "Eğer bir engel çıkmazsa" sözüne yer yoktur. Ancak doğal
kanunlarda örneğin, yerçekimi kanunu, eğer bir engel olmazsa küçük bir cismin
büyük cisme taraf çekilmesini gerektirir diyebiliriz. Yani eğer elinizi
uzatarak taşın yere düşmesine engel olursanız yerçekimi kanunu işlevini
yapamaz.
Kısacası,
insan, gerçek sebepleri keşfedemez, çünkü; bu sebepler insan için gizlidirr.
İnsan sadece bir takım muşahedesi mümkün olan ilişkileri keşfedebilir, ama;
bütün sebeplerden haberdar olan ancak Allah'tır.
Kur’an’ı
Kerim, Talak suresinde buyuruyor ki: “Allah'a
tevekkül eden herkese Allah yeterlidir.” Yani, zahiri sebeplerden hiçbirine
artık gerek kalmaz. Ayetin devamında da buyuruyor ki:
“Allah ferman ve iradesini gerçekleştirecektir.” Ancak, alemde
sebep-sonuç kuralının mevcut olmadığını ve Allah'ın kendi işlerini sebep-sonuç
ilişkisi dışında yaptığı sanılmasın diye ayetin devamında buyurmuştur ki:
“Allah her şey için bir bağlantı karar
kılmıştır ama onu sadece Allah bilir.”
Allah,
irade ettiği bir şeyi yapmakta sadece, insanın tanıdığı sebeplerle yetinmez.
Çünkü; insanın tanıdığı ve bulduğu sebeplerin hepsi var olan gerçeğin bir
yanından ibarettir, gerçek sebepler değildir; gerçek sebepleri sadece Allah bilir.
Allah
isterse, dilediği şahıslara sebep-sonuç ilişkisinin sırlarını öğretir. Ve Allah
tarafından bu sırlara vakıf olan kimseler sebep-sonuç nizamına ters düşmeden alemde
dilediği tasarrufu yapabilirler. Hadislerdeki, "Kul, Allah'a o kadar
yaklaşır ki Allah onun gözü olur, onunla görür, onun kulağı olur ve onunla
duyar, onun eli olur ve onunla çalışır" sözünün anlamı da budur işte.
Bu
sorunun cevabı çok kolaydır. Çünkü, mucizenin sebep-sonuç kuralının üstünde bir
şey olmadığı ve mucize derken sadece doğal kabul edilen ve alışıla gelenin üstündeki
bir olay anlaşılması gerektiği aydınlığa kavuştu.
Bu
dünyada normal ve tabii akışın aksine gerçekleşmiş olan ve gerçekleşen nice
olaylar vardır. Ebu Ali Sina'dan şöyle nakledilmiştir: Arif birinin bir ay bir
şey yemeden yaşadığını ve ölmediğini duyarsan hayret etme. Çünkü bu, tabiat
kanununa ters düşen bir şeydir, varlık aleminin genel kanununa değil.
Çünkü
normal insanlar bir kaç gün bir şey yemezlerse ölürler. Bunun sebebi, onların
vücudunun, bu süre zarfında yemeğe muhtaç oluşudur.
Ancak
bir insan iradesini güçlendirerek kendi vücuduna öylesine hakim olur ki
kalbinin çarpması ve nefes alıp vermesi onun kendi elinde olursa, yemeği
hazmetmesi ve midesinin faaliyetleri onun denetimi altına girer. Mürtazlar
arasında bile bunun bir çok örneği vardır. Riyazet ehli olan kimseler uzun süre
kendi solunumlarına hakim olabilir ve nefes almadan durabilirler. Halbuki
normal insanlar bir kaç dakika nefes almadan duramazlar.
Bu,
ruhu güçlendirmenin neticesidir, yani; ruh, vücuda hakim olacak şekilde güçlenebilir.
Naklederler
ki: Rusya’nın önderlerinden biri, Hindistan’a gittiklerinde bu tür olayları görüp hayrete düşmüşlerdi.
Onlar
Hindistan'da şöyle bir olayla karşılaşmışlardı: Birini üstü kapalı bir tabuta
bırakarak bir mezara gömdüler. Mezarda nefes almak için herhangi bir yer de
bırakılmadı. Bir süre sonra onu mezardan çıkardıklarında yeniden nefes almaya başladı.
Adam mezara gömüldüğünde nefes alıp vermeyi kendi isteğiyle engellemiş ve
mezardan çıktıktan sonra nefes almaya başlamıştı.
Bu
tür işlerin örnekleri fazladır. İnsan, gayri şer’i bile olsa bazı alıştırmalar
yapıp iradesini takviye ederek bu gibi işleri yapabilir.
Dedik
ki mucize sadece tabiata hüküm süren değişmez kanunların aksine gerçekleşir.
Peygamberler de Allah'ın inayetiyle insanların en kamili olduklarından, en
güçlü ruhlara ve en sağlam iradelere sahip olduklarından dolayı onların eliyle
mucizenin gerçekleşmesi çok kolay bir şeydir.
Mucizeyi,
mürtazlar gibilerinin yaptıkları normal dışı olaylardan farkına gelince,
mucizenin alıştırma veya buna benzer her hangi bir yolla yapılmasının insanlar
için mümkün olmadığıdır, yani normal insanların mucizeyi yapmaktan aciz oluşudur.
Mantık
alimleri diyorlar ki, delalet üç kısımdır:
1-
Kararlaştırma yoluyla gerçekleşen delalet.
2-
Tabii delalet.
3-
Aklî delalet.
Kararlaştırma
yoluyla gerçekleşen delalet bir şeyi başka bir şeye alamet olarak
kararlaştırılmasına denir. Öyle ki, eğer tersi kararlaştırılsaydı tersine
delalet ederdi.
Buna
örnek olarak kelimelerin kendi manalarına delalet etmeleri gösterilebilir.
"Ekmek" kelimesi, kararlaşma yoluyla, yenilen özel bir şeyin
"su" da içilen bir şeyin ismi olup onlara bildirir. Halbuki eğer
bunun tersini yapmış olsalardı; yani, su ekmeğin yerine ve ekmek de suyun
yerine vaz edilmiş olsaydı, "su" kelimesi yenilen bir maddeye
"ekmek" kelimesi de içilen bir maddeye delalet ederdi. Bunun da
herhangi bir mahzuru da olmazdı. Yani, "su" kelimesi ile o sıvı madde
arasında ve "ekmek" kelimesi ile yenilen o madde arasında zatî bir
ilişki yoktur.
Trafik
kurallarında da bu tür delalet mevcuttur. Mesela, yeşil lamba geçişin serbest
olduğuna delalet eder, eğer yeşil lamba "geçiş yasağı”nın alameti olsaydı
o zaman geçişin yasak olduğuna delalet ederdi..
Mucizenin,
nübüvvetin doğruluğuna delalet etmesi de delaletin bu kısmından mıdır? Yani
Allah, önceden bunu halk ile kararlaştırmış ve "Biri, bu gibi işleri
yaparsa bilin ki o benim tarafımdan gelmiştir ve söylediği her şey doğrudur"
mu demiştir?
Kesinlikle
böyle değildir. Çünkü Allah, halka iletmek istediği her şeyi peygamberlerin
vasıtasıyla iletir, biz ise burada enbiyanın kendisini ispatlamak istiyoruz.
Bunun
başka bir adı da tecrübi delalettir. Öksürüğün, hastalığa ve nabzın hızlı
atışının vücuttaki rahatsızlığa delalet etmesi gibi. Bunlar tabii ve tecrübi
alametlerdir. Yani tecrübe yoluyla anlaşılan alametlerdir.
Mucize,
katiyen bu tür delaletten de değildir. Çünkü mucize, insanın tecrübeyle elde
edebileceği bir mesele değildir.
Sonucun,
sebebi bildirmesi gibi, istidlal yoluyla gerçekleşen delaletlere akli delalet
denir. Akıl bir şeyin sonradan var olduğunu idrak edince sebepsiz bir şeyin var
olmasını imkansız bildiğinden dolayı, hemen onun sebebini anlar ve bunu anlamak
içinse herhangi bir anlaşma veya tecrübeye muhtaç değildir.
Mucizenin
delalet etmesi de bu tür delaletlerdendir. Bunu biraz açıklamak zorundayız:
Mucizenin
bir şeye delalet etmesi iki şekilde düşünülebilir. Kelam alimleri genelde
mucizenin bir nevi akli-ameli delalet olduğunu söylerler. Mesela; insanın aklı
bazı yerlerde şahsın tutum veya susmasından onun bir işe razı olduğunu anlar.
Fıkıhta hüccet sayılan Masum İmamların
takriri de bu kabildendir. Fıkıh alimleri diyorlar ki, eğer Masum İmam aptes
alma şeklini açıkça birine öğretseydi yahut İmam’ın kendisi aptes alsaydı bu
bizim için hüccet olurdu. Aynı şekilde, eğer biri İmam’ın yanında aptes alsa
ve İmam da onun aptes alma şeklini
eleştirmese, aklen o şekil aptes almanın doğru olduğu anlaşılır. Şöyle ki eğer
öyle aptes alma şekli doğru olmasaydı İmam onu ikaz ederdi ve İmam ikaz
etmediğine göre demek ki o şekil alınan aptes İmam açısından doğrudur. Eğer
biri, "Aptes doğru olmadığı taktirde İmam niye ikaz etsin ki?” derse
cevaben şöyle demeliyiz: Çünkü, İmamın uyarmaması halkı cehalette bırakmak
demektir ve böyle bir şey kötü ve çirkin bir iştir İmam da kötü bir ameli
yapmayacağından ikaz etmesi gerekir.
İşte
bunlar diyorlar ki mucizenin, nübüvvetin doğruluğuna delalet etmesi bu
türdendir. Şöyle ki eğer biri gelip "Ey insanlar, ben Allah tarafından
gönderildim” derse -İnsanın bütün fiillerinden Allah'ın haberdar olduğunu göz
önünde bulundurursak- bu şahsın iddiası Allah'ın huzurunda yapılmış olduğu
ortaya çıkar. Kendi iddiasının ispat etmek için olağanüstü bir şey yapar ve
bunu da Allah'a veya kendisine isnat ederse, bu onun doğruluğunun delili olur.
Çünkü, eğer bu yalan olsaydı Allah bu işin yapılmasına izin vermezdi. Çünkü o
şahıs yalancıysa Allah, onun bu işi yapmasına müsaade etmesiyle amelen onu
onaylamış olur ve böylece de halkı cehalete sürüklemiş olurdu.
Genelde
kelam alimlerinin mucize hakkındaki görüşler budur ve biz de bunu genişçe
açıkladık. Ancak, bazı alimler de kelam alimlerinin, mucizenin hakikatini idrak
edemedikleri görüşündedirler. Çünkü kelam alimleri, mucizenin peygamberin
tasarrufu olmadan Allah'ın doğrudan bir peygamber eliyle gerçekleştirdiği iş
olduğunu sanmışlardır. Allah işi peygamberin eliyle yapıyor; mesela, İsa (a.s)
gelip bir ölünün baş ucunda duruyor ama, ölüyü dirilten Allah'tır. İsa (a.s)'ın
bunda hiçbir rolü yoktur, o, sadece bir vesiledir, diyorlar. Yani, mucize
doğrudan Allah'ın yaptığı iştir. Mucizenin gerçekleşmesinde bizim bir katkımız
olmadığı gibi peygamberlerin de bir katkısı yoktur, diyorlar.
Ancak,
bu doğru değildir. Çünkü, mucize meselesi bundan çok daha farklı bir şeydir.
Mucize ile mucizeyi getiren şahıs arasında bir nevi hakiki bağlantı vardır;
öyle ki, bu işi ondan başka kimse yapamaz.
Mucize,
Allah'ın "veli"sinin ruhi ve manevi kemalini gösterir. Allah'ın
velisi mucizeyi gerçekleştirdiğinde, onun insani gücü ilahi güce bağlanmış
olur. Yani; Allah, velisine normal insani güç, kudret ve iradesinden daha üstün
bir güç ve kudret vermiş olur.
Geçen
sözlerden anlaşıldı ki, Allah'ın velisi, Allah'a tam anlamıyla itaat etmesi ve
ameli riyazetlerde bulunması neticesinde öyle bir yere varır, öyle bir güce
sahip olur ki tabiat kanunlarına galip olur. Başka bir deyişle, insan, Allah'a
ibadet ve itaat etmekle O'na öylesine yaklaşır ki yeryüzünde Allah'ın kamil bir
halifesi olur.
Dolayısıyla,
Allah'ın velileri olağanüstü bir şey yaptıklarında, bunu kendileri yaparlar,
ancak bu iş insani güç ötesindeki bir güç ve kudretle olur.
Ali
b. Ebi Talib, kırk veya elli kişinin zorla kaldırabildiği Hayber kalesinin
kapısını bir elle kaldırıp bir kenara attığında şöyle dedi:
Ant
olsun Allah'a, Hayber'in kapısını bu insani gücümle kaldırmadım, bunu yaparken
ilahi bir güç bana yardım etti. Yani Hz. Ali'nin gücü bu işin üstesinden
gelemezdi; bunu yaparken ilahi bir güç ona yardım etti. Öyle ki, eğer bu kapı o
ağırlığından on kat daha ağır olsaydı Ali yine de bu işi yapabilirdi.
Hz.
Ali (a.s), kapıyı ben kaldırdım diyor, ben elimle kapıdan tuttum ama Allah onu
kaldırıp uzağa attı, demiyor. Bunu ben yaptım; ama, Allah'ın verdiği bir güç ve
kudretle, O halde mucizenin manası şudur: Eğer İsa (a.s) ölüyü diriltiyorsa
bunu insani gücüyle yapmıyor; aynı şekil de, bunu insanın tasarrufu olmadan
doğrudan Allah da yapmıyor, bunu Allah'ın vermiş olduğu bir güç ve kudretle
insan yapıyor.
Böylece
mucizenin; nübüvvetin doğruluğuna delalet edişinin, aklî delalet türünden olduğu
aydınlanmış oldu. Ancak, kelam alimlerinin dediği delalet türünden değil; yüzde
yüz mantığa uygun bir akli delalet türündendir.
Bazı
şarkiyatçılar ve Hıristiyan papazları Kur'an ve Peygamberimizi eleştirmek
amacıyla İslam Peygamberinin
mucizelerini inkar etmeğe kalkışmışlardır. Müslüman yazarlardan bazıları da bu konuları, onların
dediği şekilde değil de başka bir şekilde söz konusu etmiş ve az da olsa
onların görüşlerini kabul etmişlerdir.
Hıristiyanlar
konuyu şöyle ele almışlardır: “Kur’an’dan anlaşılıyor ki, İslam Peygamberinden
mucize göstermesi istendiğinde Peygamber bundan sakınıyordu. Kur'an'ın kendisi
açıkça bunu açıklıyor ve hatta Peygamberin mucizeyi inkar ettiğini de ona isnat
ediyor.” Ve bu hususta birkaç ayeti de örnek olarak gösteriyorlar. Biz ileride
bu ayetlere değineceğiz.
Bazı
Müslüman
yazarlar da son zamanlarda bu konuyu
şöyle gündeme getirmişler:
[NI1] Aslında
mucize insanın ilim ve mantık aşamasına gelmeden önceki dönemlerine aittir.
İlim ve mantık yoluyla meseleleri insanlara aktarmak mümkün olmadığı için
peygamberler mucize getiriyorlardı.
Başka
bir tabirle, eski dönemlerde insan çocuk gibiydi; çocuk mantık ve delilden bir
şey anlamaz. Şairin de dediği gibi:
Çocukla
uğraştığında
Konuşmalısın çocukça
Mucize,
çocuklar için çocuk dilidir ve eski çağlardaki insanlar da çocuk gibiydi; ama
fikir ve düşünce yönünden olgunlaşıp, ilim ve mantık yoluyla konuşma zamanı
geldiğinde artık mucizeye gerek kalmaz. İnsanların olgunluk çağında bir
Peygamberin insanlar için gerekli olan ıslah edici program ve nizamlarla
gelmesi yeterlidir. İdrak, akıl ve mantık sahibi olan her insan bu programları
gördüklerinde hemen onu kabul eder ve onun getirdiği emirler karşısında teslim
olur.
İslam
Peygamberi ile diğer peygamberler arasındaki fark, İslam Peygamberinin
zuhurunun, insanın tefekkür ve düşünce yönünde olgunluk aşamasına girmesine
yakın bir zamanda gerçekleşmiş olmasıdır.
İkbal
Lahuri’nin de buna benzer bir sözü var. İkbal’den şöyle nakledilir: İslam
Peygamberi, tarihi açıdan öyle bir zamanda gelmişti ki mazisi insanın vahşilik
dönemine aitti, geleceği ise insanın ilim ve mantık dönemine.
Dolayısıyla
Ahir-üz Zaman Peygamberinin getirdiği vahyin mahiyeti diğer vahiylerden
farklıdır. İslam Peygamberi’nin gelmesindeki amaç da insanları tefekkür ve
mantık aşamasına iletmek idi.
İkbal
Lahuri, sözlerine şunu da eklemiştir ki: İslam Peygamberi vahyi açısından
geçmiş döneme ve akıl, mantık, tecrübe, deney ve tarihten ibret almaktan ibaret
olan risaletinin ruhu açısından ise gelecek döneme aittir.
İkbal'ın
görüşünde nübüvvetin son bulmasının felsefesi de budur. Yani üstteki sözünden
iki netice elde edilmektedir: Nübüvvetin son bulmuştur; mucizeye de gerek
kalmamıştır. Yani, son nübüvvet ve risaletin gelmesiyle bundan sonra artık ne
başka bir nübüvvet ve risalete ve ne de mucizeye gerek duyulur. Çünkü mucize,
eski dönemlere ait olan bir şeydir.
Bu
sözleri İkbal Lahuri söylemiş ve bazı İslami yazarlar da ona uymuşlar.
Bu
husustan geniş bir şekilde bahsetmek istemiyoruz, ama; kısaca şunu diyoruz ki:
Bu şahıslar nübüvvetin son bulması hakkındaki felsefelerinde çok büyük bir
hataya düşmüşlerdir.
İkbalin,
nübüvvetin son bulduğunu inkar ettiğini söylemek istemiyorum, yanlış anlamayın
(bazıları bu hataya düşmüşlerdir); şunu demek istiyorum ki İkbal nübüvvetin
hatmini kabul etmiş ama, bunun için öne sürdüğü delil yanlıştır.
Onun
ileri sürmüş olduğu, düşünce yanlış sonuç veriyor. O, bu felsefeyle nübüvvetin
son bulduğunu ispat etmek istiyor ama, maalesef eğer onun dediği doğru olursa
nübüvvetin sona erdiğini değil, dinlerin sona erdiği ispat edilmiş olur.
Şimdilik
bu konuya girmek istemiyoruz, konumuz olan mucizeye devam ediyoruz. Mezkur
yazarların sözleri iki konuyu içermektedir:
(a)
Fikri olgunluk döneminde mucizeye gerek duyulmaz.
(b)
Fikrî olgunluk döneminde mucizeye ihtiyaç duyulmadığı için İslam Peygamberi,
Kur'an ayetlerinin de bildirdiği üzere daima mucize getirmekten sakınmıştır.
Bu
hususların her ikisi hakkında da bahsetmemiz gerekir.
Birinci
konu hakkında şunu söyleyelim ki: İnsanın fikrî olgunlaşma döneminde mucizeye
muhtaç olmaması doğru değildir. Çünkü önce de belirttiğimiz gibi Kur'an mucize
için daima "ayet" tabiri kullanmıştır.
"Ayet"
nişane demektir. Mucize onu getiren adamın sözlerinin kendi sözleri olmadığına
ve bunların Allah'ın sözü olduğunun nişanesidir.
Bazen
bir kimse halka sadece bilimsel sözler söyler; yani, bilimsel delillerle ispat
edilebilen şeyler söyler. Bunların ispatı da delil, tecrübe veya deneylerle
olur.
Böyle
bir durumda o, büyük bir filozof veya bilim adamı sayılır. Ama filozof ve bilim
adamı ile peygamberin arasında fark vardır.
Bilim
adamı ve filozofun sözleri, insan sözleri düzeyindedir, ama, peygamberler bunun
ötesinde bir şey söylerler.
Peygamberler
diyorlar ki bu sözler bizim sözlerimiz değil, bunlar bize bildirilmiştir ve biz
de size söylüyoruz:
“De
ki: Şüphesiz ben, ancak sizin benzeriniz olan bir beşerim; yalnızca bana sizin
ilahınızın tek ilah olduğu vahy olunuyor.”
Bu
söylediklerimi, düşünerek bulmuş değilim. Hayır, bunlar benim değil Allah'ın
bana vahyetmiş olduğu sözlerdir.
“Onu
Ruhu’l- Emin indirdi. Uyarıcı- korkutuculardan olman için, senin kalbinin
üzerine.”
Yani,
Ruhum başka bir yere bağlıdır, oradan bana bildirilir ve ben de size iletirim.
Ben
sadece elçiyim, Allah'ın sözünü size iletirim, kendi sözümü değil. Asıl mesele
de elçilik konusudur. Ben Resul ve nebi'yim; yani elçiyim ve başkasının sözünü
iletirim.
Sokrat’ın,
"Ben ahlakta böyle bir felsefeye sahibim" dediğini farz edin. Biz
Sokrat'ın sözlerini mantıklı bulursak kabul ederiz.
Ama
eğer Sokrat, "Dediğim bu sözler benim değil, Allah'ın sözüdür ve ben
Allah'ın sözünü size iletiyorum" derse, o zaman bunu da ispat etmelisin
demeliyiz. Sözleri mantıklıdır diye bunun Allah'ın sözleri olduğunu nasıl kabul
ederiz? Sözün mantıklı olması bir konudur ve onları Allah'a isnat etmek,
haliyle itaatinin ilahi mükafatı olması ve muhalefetinin de ilahi cezası olması
daha başka bir konudur.
Çoğu
insanlar mantıklı konuşurlar ama, onlara itaat edip etmememiz önemli değildir.
Ama eğer biri, bunlar benim sözüm değil, Allah'ın sözüdür derse o zaman biz de
itaat etmezsek Allah'a itaat etmemiş oluruz ve eğer itaat edersek Allah'a itaat
etmiş oluruz.
Buna
göre; peygamber fikri olgunlaşma döneminde kendi sözlerini delil ve mantıkla
halka ispat edebilir; yani, "Ey insanlar, düşünün, akledin ve sözümün
doğruluğunu anlayın" diyebilir. Ama onun sözlerinin doğruluğu bir
meseledir ve o sözlerin Allah tarafından olması da başka bir meseledir.
Peygamber
gelip şarap içmeyin, şarap size zararlıdır,
diyebilir; daha sonra da, eğer delil istiyorsanız uzun bir süre şarap
içip alkolik olanların başına gelenleri görün, sinirlerinin ve midelerinin ne
hale geldiğine bakın. Karaciğerlerinin ne hale geldiğini görün. Alkol kullanıp
sarhoş olanların toplumun başına neler getirdiğini seyredin. İçki ve alkolden
kaynaklanan cinayetlerin sayısı alkolün kötü bir şey olduğunun delilidir,
diyebilir.
Eğer
insanlar akıl ve mantık ehli olsalar bu emrin çok mantıklı olduğunu ve şarap
içmemeleri gerektiğini çok iyi anlarlar.
Ama
buna rağmen, bunların Allah'ın sözü olduğunu savunmak başka bir meseledir. O
halde, insan fikri olgunluk döneminde Peygamberin sözlerinin tümünün doğru olduğunu
ilmî ve aklî delillerle idrak etmiş olsa bile yine de onun Peygamberliğini
tasdik etmek için mucizeye muhtaçtır.
Bunların
tümü birinci konuya aitti.
İkinci
konuya gelince:
Söylediğimiz
gibi, onlar şunu iddia ediyorlar ki, Kur’an’ı Kerim’in de buyurduğu üzere
Peygamber (s.a.a) mucize getirmekten sakınıyordu ve bu da mucizenin gerçekleşmediğini
gösterir.
Bunun
ispatı için de bazı ayetleri delil olarak göstermişler. Örneğin İsra suresinin
şu dört ayetini:
"Dediler
ki: Bize yeryüzünden bir kaynak çıkarıp akıtmadıkça inanmayacağız sana; yahut
hurma fidanlarıyla, üzüm çotuklarıyla dolu bir bahçen olup içinde de ırmaklar
gürül-gürül akmadıkça; yahut umduğun gibi göğü, parça-parça üstümüze
düşürmedikçe, yahut Allah'la melekleri karşımıza dikmedikçe; yahut altından
yapılma bir evin olmadıkça, yahut da gökyüzüne gözümüzün önünde çıkmadıkça ve
bunu yapsan bile her birimize gökten yazılı bir kitap indirmedikçe ve biz, onu
okumadıkça gene gerçeklemeyiz seni, gene inanmayız sana. De ki: Rabbimi tenzih
ederim, ben neyim, ancak insan bir peygamber."
(İsra / 90-91-92-93)
Mekke,
susuz, ot yeşermeyen ve kurak bir yerdir. Eskiden Mekke'de akar su da mevcut
değildi. Şimdi Mina ve Arafatt'a bulunan halkın yararlandığı akar suyun büyük
bir bölümü Taif nehrinden gelmektedir. Taif, Mekke'nin altmışbeş kilometre
güneyindedir. Müslümanların
beyt-ül malını elinde bulunduran Harun-ur Raşid'in karısı Zübeyde yüklü bir
para harcayarak dağı yardırarak Taif’ten Mekke'ye bir nehir getirtti. Ancak
İslam Peygamberi’nin zamanında Mekke'de Zemzem suyundan başka bir su yoktu. O
da bu günkü kadar büyük değildi, sonraları bu suyun etrafı kazılarak suyu
çoğaltıldı.
Peygamber’e
muhalif olan Kureyş kafirleri sana bu şartlarla iman ederiz dediler:
1-
Bizim için yerden bir kaynak çıkarmalısın.
2-
Mekke'nin bağı-bahçesi olmadığı için, üzüm ağaçlarıyla dolu ve ortasından
nehirler akan bir bahçe yapmalısın.
3-
Kıyamette yeryüzü ve gökyüzü darmadağın olup, birbirine gireceğini söylüyorsun.
Şimdi de gökyüzünü paramparça edip üstümüze düşürmelisin.
4-
Allah'ı ve melekleri gökyüzünden yere indirmelisin.
5-
Altınla dolu bir eve sahip olmalısın.
6-
Gökyüzüne çıkıp bize hitaben yazılı (senin peygamberliğini tasdik eden) bir
mektup getirmelisin.
Müşrikler,
ancak bu şartlarla sana iman ederiz deyince onlara şöyle denilmesi emir olundu.
“De
ki: Rabbimi tenzih ederim, ben neyim, ancak insan bir peygamber.”
Bazıları,
bu son cümleye dayanarak diyorlar ki: Kafirler Peygamberden altı çeşit mucize
istediler. Peygamber de buna karşılık dedi ki: Ne demek istiyorsunuz? Bu
istedikleriniz de nedir? Mucize istemek de nereden çıktı? Sizin istediklerinizi
yerine getirmeye benim gücüm yetmez.
Bu
ayetti, iki grup, iki değişik konuya delil olarak göstermişlerdir.
(a)
Hıristiyanlar, bu ayetin İslam peygamberinin mucizesinin olmadığına delil
olduğunu sanmışlardır.
(b)
Bazı aydın gruplar da bu ayete dayanarak mucizenin; insanın fikri yönden
gelişmemiş olduğu dönemine ait olduğunu ileri sürerek İslam peygamberi de fikri
olgunlaşma döneminde mebus olduğu için mucize getirmekten sakınmış olduğunu
söylemişler.
Ancak
her iki söz de yanlıştır. Bunu ispat etmek için derin bir inceleme yapmak
zorundayız.
Önceden
de dediğimiz gibi, mucize imkansız bir şeyi, var etmek değil, akıl açısından gerçekleşmesi mümkün olan bir
şeyin, ilahi iradeyle var olmasıdır. Bir insan her ne kadar sınırsız bir güce
sahip olursa olsun imkanı olmayan bir şeyi gerçekleştiremez. Bu o insanın bunu
yapamıyor olmasından değil, o işin var olmaya kabiliyetinin olmamasındandır.
Çünkü imkansız bir şey yokluğun aynıdır; zatı, yokluğun aynı olan bir şey de
var olamaz.
O
halde, mucize istemek, imkansız bir şeyi istemekten farklı bir şeydir. Çünkü mucize,
tabiata hüküm süren kanunların üstünde bir olaydır. Ama, bununla birlikte
gerçekleşmesi mümkündür, sadece tabiat ötesi bir güce ihtiyaç vardır.
Ayrıca
demiştik ki peygamberler, kendi iddialarının doğruluğunu ispat etmek için Allah
tarafından mucize getirmelidirler. Bu kadarı yeterlidir.
Peygamberler,
kendilerinden istenilen her şeyi yerine getirmek zorunda mıdırlar? Eğer böyle
olursa, onların büyücülerden farkı nedir?
Halk
bir şeyi seyretmek istediğinde, hemen ona gelip eğer sen peygamber isen bizim
dediğimizi yap der. Daha sonra başka bir grup gelir başka bir şey ister ve
böylece devam edip gider.
Peygamber,
Allah tarafından geldiğini ispat edinceye kadar mucize getirir ve böylece
hüccet tamamlanmış olur. Hüccet tamamlanınca da artık halkın mucize isteği
karşısında, hüccet tamamlandı, ben de artık mucize getirmek zorunda değilim,
der.
Alimlerin
tabiriyle, peygamberler, halkın keyfine uymak zorunda değillerdir. Yani,
birinin çocuğu evde ağlarsa, onu susturmak için kucağına alıp peygamberin
yanına getirir ve "Ey peygamber, ne de olsa sen mucize sahibisin, bir
mucize göster de bu çocuk oyalansın" derse peygamber onun isteğini yerine
getirmek zorunda değildir.
Mucize,
hakikati arayan bir insanın hakikati idrak etmesini, peygamberlik iddiasında
bulunan birinin iddiasını tasdik etmesini ve onun getirdiğine amel etmek
zorunda olduğunu anlamasını sağlayan bir delildir.
Şuna
da değinmemiz gerekir ki, peygamberler alışveriş ehli de değillerdi. Yani, eğer
bir grup peygamberin yanına gelip, "Sana iman etmemizi istiyorsan bize
biraz para ver, biz de iman edelim" derse peygamber bunu kabul etmez.
Peygamberler,
halk iman etsin diye gelmişlerdir, iman da ticaretle olmaz. Peygamberler böyle
olmamakla kalmayıp halkı infak etmeye, Allah yolunda mal vermeye bile davet
etmişlerdir.
Daha
da önemlisi şu ki, Peygamberler insanları infak ve cihad etmeye davet ettikten
sonra onların her infakını kabul etmezler. Biri gelip, sizin dediğiniz yolda
para harcamak istiyorum dediğinde onun gösteriş yapmak istediği anlaşılınca bu
ameli kabul edilmiyor veya başka biri "İslam askeri olmak istiyorum"
dediğinde, "Niçin İslam askeri olmak istiyorsun?" diye sorulur.
"Adımın tarihe yazılmasını istediğim için" derse, “Sen daha Allah'a
hicret etmemişsin, ihlaslı ve imanlı değilsin" denilir.
Bunları
göz önünde bulundurduğumuzda Hıristiyanların delil olarak gösterdikleri ayetler
daha iyi anlaşılır. İlk ayet diyor ki:
"Dediler
ki: Bize yeryüzünden bir kaynak çıkarıp akıtmadıkça senin için
inanmayacağız."
"Ona
iman ediyor" demekle onun için iman ediyor" demek farklı şeylerdir.
Kafirler,
"Sana iman etmeyeceğiz" dememişler; aksine, "Biz senin için iman
etmeyeceğiz" demişler. Başka bir değişle, "Eğer gelip senin yanında
yer alırsak bu senin yararınadır, sen de bizim yararımıza bir şey
yapmalısın" demişlerdir.
Onlar,
"Bizim için bir kaynak akıt" demekle kendi yararlarına bir kaynak
akıtmasını istiyorlardı. Bu, bir mucize istemek değil, aksine bir
alış-veriştir.
"Hurma
fidanları, üzüm çotuklarıyla dolu bir bahçen olup içinde de ırmaklar
gürül-gürül akmadıkça sana inanmayacağız."
Belli
ki, eğer Peygamberin Mekke'de hurma ve üzüm ağaçlarıyla dolu bir bahçesi olmuş
olsa, onları meleklere verecek değil ya, dolayısıyla bunlar Mekke halkının
yararına olacaktır.
Bu
da bir mucize isteği değil, Mekkelilerin yararına olan bir şeyi istemektir.
Yani, onlar Resulullah'tan ne suyu ve ne de bahçesi olan Mekke'yi, Taif gibi
yapmasını istiyorlardı.
"Umduğun
gibi göğü, parça-parça üstümüze düşürmedikçe sana inanmayacağız."
Eğer
biri gelip böyle bir mucize isteğinde bulunsa ve dese ki, eğer senin mucizen
varsa, mucizen beni öldürmek olsun. Böyle bir istekte bulunmak, mucize istemek
midir? Hayır, buda mucize değil, çünkü o ölürse artık mucizenin bir faydası
olmaz.
Kureyş
kafirleri diyorlar ki, "Kıyamette gökyüzü yere inecek, dökülecektir,
diyorsun eğer bu doğruysa, bunu şimdi yap." Eğer Peygamber böyle bir
mucize gerçekleştirseydi onların hepsi yanardı, onlar yandıktan sonra mucizenin
bir faydası olur muydu?
"Yahut
Allah'la melekleri karşımıza dikmedikçe sana inanmayacağız."
Allah
ve melekleri getir de bizimle konuşsun. Bunun, imkansız olan bir şeyi istemek
olduğu bellidir. Çünkü, Allah'ın bizzat kendisinin insanlarla konuşması mümkün
değildir.
Ayrıca,
eğer Allah insanlar gibi gözlerle görülse, sesi de kulaklarla duyulsa artık peygamberlere
gerek kalmazdı.
Peygamberler
Allah'ı şöyle tanıtıyorlar: "Doğu da batı da Allah'tır, nereye
yönelirseniz yönelin Allah yöneldiğiniz taraftadır, O dur ilk ve son, zahir ve
batın." Buna göre, Allah cisim değildir ve gökyüzünde de değil ki yere indirilsin.
Onlar,
"Allah'ı getir bizimle konuşsun" demekle Allah'ın bir mahluk gibi
olmasını istiyorlar ve bu da imkansız bir şeydir.
Melekler
için de aynı şey söz konusudur; çünkü onlar, maddi cisim değillerdir ve bu
yüzden de görünmezler, ama bazen insan şekline girip bazılarının gözüne
görünebilirler. Kısacası melekler insanların cinsinden ve maddî olmadıkları
için herkes onları göremez. O halde, bu da akıl ve mantığa uymayan bir
istektir.
"Yahut
altından yapılma bir evin olmadıkça sana iman etmeyeceğiz."
Bu
da maddi bir istektir. Paraya, maddiyata o kadar bağlanmışlardı ki paradan
başka hiçbir şey görmüyor, anlamıyorlardı sanki.
Son
istek de, yani yazılı bir mektup getirme meselesinin bir bahane olduğu apaçık
ortadadır. Çünkü peygamber, yazılı bir mektup getirseydi de yine inanmayacak,
kendin yazıp getirdin, diyeceklerdi.
Kısacası;
bu isteklerin bazısı ticari isteğe dayanır, bazısı da aptalca isteklerdir,
hiçbiri hakikati bulma ve anlamaya yönelik değildir.
İşte
bu yüzden de Peygamber onların cevabında şöyle buyuruyor:
"Ben neyim, ancak insan bir peygamber". Peygamberden
istenen şey ise ne aptalca bir şey olmalı ve ne de çıkarcılık göz önünde
bulundurulmalıdır.
O
halde mesele, bu yazarların sandıkları gibi değil. Bunlar, bu istekler eski
ümmetlerin kendi peygamberlerinden istemiş oldukları istekler türünden
olduğunu, ama bunlar İslam Peygamberinden istenince Peygamberin sakındığını
sanmışlar. Hayır, eğer bunların istekleri makul olsaydı ve hakikati bulmak
amacıyla istenseydi Resulullah (s.a.a) onların isteğini reddetmezdi.
Ayrıca,
Kur’an’ı Kerim geçmiş peygamberlerin birçok mucizelerini nakletmiştir. Nuh,
Lut, Hud, Salih, Musa, İbrahim, İsa ve diğer birçok peygamberlerden inkâr edilemez
değişik mucizeler nakletmiştir.
Nasıl
olur da Peygamber, eski peygamberlerin mucizelerini naklettiği halde
kendisinden mucize istendiğinde, ben sadece bir peygamberim diyebilir?!
Eğer
böyle olsaydı Peygamber’e şunu sormak gerekirdi: "O söylediğin şahıslar
peygamber değiller miydi, yoksa onların getirdiği mucizeler mi mucize değildi?"
O
halde, ayetin manası şudur: "Sizin istedikleriniz mucize değildir. Mucize
isterseniz getirmişim."
Ayrıca;
Kur'an'ın kendisi mucize değil midir? Kur’an’ın kendisinin de dediği gibi,
Kur'an mucizedir ve bu husustan ilerde bahsedeceğiz. Resulullah(s.a.a)'ın
Kur'an'dan başka bir çok mucizesi de vardır?
Kur’an’ın
kendisi İslam Peygamberi’nin mucizelerinden birkaçını açıkça nakletmiştir,
mesela:
"Noksan
sıfatlardan münezzehtir kulunu geceleyin Mescid-i Haramdan çevresini
kutladığımız Mescid-i Aksaya götüren, ayetlerimizden bir kısmını ona da
gösterelim diye, şüphe yok ki o, her şeyi duyar, görür."[115]
Bu
ayet, Resulullah (s.a.a)'in normal dışı cismani bir yolculuğa çıktığını açıkça
göstermektedir. Acaba bu mucize değil midir?
O
zamanın en hızlı yolculuk aracı deve idi, jet uçakları yoktu. Resulullah
(s.a.a) o zaman bir gecede Mescid-i Haram'dan Filistin'e gidiyor. Bu, mucize
değil de nedir?
Bu
ayet indiğinde Kureyş kafirleri dediler ki, o gece sefer ettiğine dair bir
delilin var mı? Resulullah (s.a.a) onlara cevaben, "Şam'dan Mekke'ye
gelmekte olan kafilenin nereden geçtiklerini, neler yaptıklarını ve
birbirlerine ne dediklerini onlara anlattı. Böylece kafirler Peygamberin o
kafilenin yanından geçtiğini anladılar.
Aynı
şekilde, ayın parçalanması olayı da İslam Peygamberinin mucizelerinden biridir:
"Yaklaştı
kıyamet ve yarıldı ay, ve onlar, bir delil gördüler mi yüz çevirirler de sürüp
giden bir büyü derler."[116]
Bu
ayet Resulullah (s.a.a)'in ayı parçalamasına işarettir.[117]
Biliyoruz
ki, Peygamberimiz son peygamberdir ve dini de son ve ebedi dindir; ondan önceki
peygamberler onun gelmesinin mukaddimesi idiler. Yani, gerçekte insanlar onların
mektebinde ilkel aşamaları geride bırakıyor, ve nihai aşamanın, yani son dinin
gelmesine hazırlanıyorlardı.
Peygamberliğin
son buluşunun sırrı ve felsefesi nedir?
Şimdilik
bu konuya girmek istemiyoruz. Bu konu hakkında "Hatm-i Nübüvvet"
kitabında geniş bir şekilde bahsetmiş bulunuyoruz. Burada sadece şunu demekle
yetiniyoruz ki:
Son
din, sahip olduğu bir çok özellik açısından diğer dinlerden farklıdır. O
özelliklerden biri de son dinin asıl mucizesidir.
Diğer
peygamberlerin mucizeleri, tabii olaylara benziyorlar, ölüyü diriltmek, asayı
ejderha yapmak, denizin yarılması vb.
Bunların
hepsi geçici mucizelerdir; yani, belirli bir zamanda gerçekleşir ama kalıcı
olmaz.
Eğer
bir ölü diriliyorsa, onun dirilmesi bir anlık veya birkaç günlüktür, ama
nihayet o ölünce mucize de biter gider.
Eğer
asa ejderha oluyorsa, bu, belirli bir zaman için gerçekleşip bir süre sonra da
eski durumuna döner.
Önceki
peygamberlerin mucizelerinin hepsi bu tür mucizelerdir. Hatta İslam
Peygamberi’nin bazı mucizeleri de (önceden değindiğimiz mucizeler gibi) bu
mucizeler türündendir. Peygamberin Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya gitmesi
veya ayı parçalaması belirli bir gün veya gecede gerçekleşmiş daha sonra da
bitmiştir.
Fakat
asırlarca halkın arasında kalacak olan ebedi bir dinin geçici bir mucize
getirmesi yeterli değildir. Böyle ebedi bir dinin ebedi bir de mucizesi olması
gerekir.
İşte
bu yüzden, Hatem-ül Enbiya'nın asıl mucizesi kitaptır. Diğer peygamberlerin hem
kitapları ve hem de mucizeleri vardı, ama, kitapları mucize değildi.
Hz.
Musa (a.s)'ın kitabı Tevrat idi; ama, mucizesi Tevrat değildi, Hz. Musa,
mucizesinin Tevrat'tan başka bir şey olduğunu söylüyordu.
Sadece,
İslam Peygamberi’nin kitabı mucizedir ve, bundan başka mucizeleri de vardı. Son
ve ebedi bir dinin kitabı mucize olmalıdır.
Peygamberliğin
son bulduğu bu dönem, önceki dönemlere göre, insanın fikir ve görüş sahibi olma
dönemidir. Ve bu da peygamberliğin son buluşunun felsefelerinden biridir.
Bir
öğrenci ilkokul ve lise döneminde sadece dinler ve öğrenir; ama, üniversite
dönemine başlayınca artık ihtisas aşamasına gelmiş olur, kendi dalında görüş
sahibi olur ve araştırma yapar.
Son
din aşaması da şahsi olarak değil, genel olarak insanın görüş sahibi olma
dönemidir.
İşte
bu yüzden de, insanın görüş sahibi olma döneminde dinî konular hakkında içtihat
konusu gündeme gelir. Geçmiş dönemlerde müçtehit var mıydı? İbrahim, Musa ve
İsa'nın dinlerinde müçtehit var mıydı? Kur'an'ın dinde fakahat ve tafakküh
(fakihlik) diye tabir ettiği şey o dinlerin hiçbirinde göze çarpmamaktadır.
Bu
gün müçtehitin ilim, istidlal ve içtihat gücüyle yaptığı şeyi önceki
peygamberler yapıyorlardı; ama içtihat gücüyle değil, vahiy ve nübüvvet
gücüyle.
Esasen
önceki dinlerde içtihat ortamı yoktu. Dinin kendisinde içtihat ortamı olmadığı
için de o dinlerde müçtehit yoktu. Yani bir dinde temel ve genel kanun ve
kurallar olmalıdır ki bir grup ihtisas sahibi de o genel kurallara dayanarak
düşünüp cüz'i konuları keşfedebilsin.
Önceki
dinler ilkel aşamalar için geldikleri için, genel ve temel kuralları beyan
etmiyordu. Çünkü insan, bunları idrak etme kabiliyetine sahip değildi.
“Mürsel
peygamberler ve gayri mürsel peygamberler” diye meşhur bir ıstılah var. Şeriat
ve kanun sahibi peygamberlere mürsel peygamberler denir; İbrahim, Musa ve İsa
gibi. Başka peygamberlere uyan, onların şeriatini tebliğ eden ve kanun
getirmeyen peygamberler ise gayri mürsel peygamberlerdir. Günümüzdeki
müçtehitlerin yaptığı iş, gayri mürsel peygamberlerin yaptığı işe
benzemektedir. Ama müçtehidin işi bununla bitmiyor. O, müçtehit olmanın yanı
sıra şer'i hakim ve halkın önderidir de. Halk arasında iyiliği emreder ve
kötülükten sakındırır, ümmetin arasında ıslah edicidir, fesadı yok etmekle
sorumludur.
Eskiden
bu işi de peygamberler yapardı; ancak, son dinde peygamber gönderilmeyeceğine
göre bu görevleri müçtehitler yüklenmişlerdir.
Peygamberin
buyurduğu, "Ümmetimin alimleri, Beni
İsrail'in peygamberleri gibidir" hadisinin manası da budur. Tabii ki
bundan maksat da işleri sadece Musa (a.s)'nın şeriatını tebliğ etmek, öğretmek
ve yaymak olan peygamberlerdir.
İşte
bu yüzden diyoruz ki, geçmiş peygamberlerin dönemi vahiy dönemidir. Yani, dini
tebliğ etmeyi, anlatmayı ve yaymayı, peygamberler yapmak zorundaydı. Ama son
din döneminde, tebliğ ve dini yaymak veya genel kurallara dayanarak cüz'i
hükümleri keşfetmek gibi işleri alimler yaparlar, peygamberler değil.
Bu
yüzden alimler, bu yönden ve sadece bu miktarda, kendilerine mahsus bir şeriatı
olmayıp önceki peygamberin şeriatını
yaymakla görevli olan peygamberler gibidirler.
Genel bir bakışla Kur'an iki yönden yani lafzı
ve manevî yönden mucizedir. Kur'an lafzı yönden mucizedir; yani, edebiyat
sanatı açısından mucizedir. Manevi yönden mucizeliği ise ilmi ve fikri yöndendir.
Çünkü
sanat ve güzellik, ilim ve tefekkürden farklı şeylerdir. Güzellik, fen ve
sanata yöneliktir; ilim ise keşfetmeye. Bir hakikati insan için aydınlatan şey
ilimdir.
Tabii
ki sanat ve güzelliğin muhtelif dalları vardır, onlardan biri sözdür. İnsan,
güzel söze duyduğu ilgiyi belki de güzellik dallarının hiçbirine duymamakta ve
göstermemektedir.
Güzelliği
iki kısma ayırabiliriz: Hissi güzellik, zihni güzellik. Hissi güzellik de
görsel ve işitsel olarak ikiye ayrılır.
Çiçek
ve bahçenin güzelliği görsel hissi güzellik türündendir, Hoş bir sesin
güzelliği de işitsel hissi güzellik türünden. Sözün güzelliği de bu tür
güzellikten midir? Hayır, sözün güzelliği, hissi değil fikri güzelliktir ama
his yolundan geçer.
Güzel
bir şiir veya güzel bir edebî yazı ne kadar çekicidir? Sa'di şöyle diyor:
"Minnettarız
Allah'a ki, Ona itaat etmek kendisine yakınlaşmayı, şükretmek de, verdiği
nimetin çoğalmasını sağlar. Alınan her nefes canlı kalmayı sağlar, nefes verildiğinde
de insanın ferahlamasını. O halde, her nefeste iki nimet vardır ve her nimete
de bir şükür farzdır."
Daha
sonra buna bir şiir ekliyor:
O’nun
şükrünü etmek
Kimin
elinden, dilinden gelir.
Bunun
ardından da hemen bir Kur'an ayeti ekliyor:
“Ey
Davud ailesi, şükrederek çalışın. Kullarımdan şükretmekte olanlar azdır.”
Daha
sonra da şöyle devam ediyor:
Döşeyen,
seher yeline dedi ki zümrüt bir halı sersin, bahar bulutlarını doyuran emretti
ki yer beşiğinde bitki yeşertsin....
Bu
cümlelerdeki hem şiir ve hem de nesir öylesine güzel bir şekilde yan yana
dizilmiştir ki Sa'di'nin ölümünden yedi yüz sene geçmesine rağmen onun
"Gülüstan" kitabı güzelliğini korumuş ve etkinliğini sürdürmüştür.
Neden
bu güne kadar kalmıştır? Çünkü güzeldir, fasih ve belagatlıdır.
Kaani
meşhur şairlerden biridir, Şiraz'lıdır ve Sadi'nin hemşehrisidir.
Kaani
daima Sadi ile rekabet ediyordu, dolayısıyla "Gülüstan"ın ahenginde
bir kitap da o yazdı, ama Sa'di'ye yetişemedi.
Naklediyorlar
ki: Bir kış gecesinde Şiraz'da bir grup sobanın etrafında oturmuş, bir şenlik
ve eğlence meclisi kurmuşlardı. Biri Sadi'nin şu meşhur şiirini okumaya başladı:
Ne
güzel bir gece, şükrümün şahidi kucağında ....
Şiirin
şu beytini okuyunca:
Bir
an kapat ey sema, güneşin yüzüne
Sabahın
kapısını…
Şiir
hususunda görüş sahibi olan Kaani bu beyti duyunca öylesine etkilendi ki
"Bu adam bir başkasının şiir söylemesine mahal bırakmamış." dedi ve
önünde bulunan kendi şiir divanını sobaya atıp yakarak, "Eğer şiir buysa
biz şair değiliz" dedi.
Demek
ki, bir şiir bazen öyle güzel oluyor ki, kendisi de söz sultanı olan Kaani gibi
bir şair, onu birinden duyunca etkilenip kendisini onunla kıyasladığında onun
ne kadar büyük olduğunu anlıyor. İşte bu, sözün etkisidir.
Hafız
ve Mevlana’yı ölümsüz kılan şiirlerinin güzelliğidir. Çünkü sözün güzelliği
veya alimlerin tabiriyle sözün fesahat, belagat ve çekiciliği inkar edilemez
bir şeydir.
Edebi
sanatlardan nasibini alan, Kur’an’ın dilinden biraz olsun anlayan herkes ve
hatta Arapça dilinden biraz anlayan batılılar bile Kur’an’ın fesahat, belagat
ve güzellik açısından eşsiz ve benzersiz olduğunu kabul etmişlerdir.
Kur’an’ın
kendine özgü bir metodu vardır ki ne şiire benzer ve ne de düz yazı türüne;
halbuki sözlerin tümü ya şiir türündendir veya düz yazı. Kur'an şiir değildir,
çünkü eski şiirde şiirin temel unsurlarından olan vezin ve kafiye Kur'an'da
yoktur.
Ayrıca,
şiirin diğer bir unsuru olan hayale de
Kur'an'da yer verilmemiştir ve hayal gücüne dayanmayan sözler beyan
edilmiştir.
Hayal
gücünden maksat şiirlerde kullanılan mübalağalı teşbihlerdir. Hatta bu hususta
şöyle denilmiştir: En iyi şiir en çok yalanı olan şiirdir. Çünkü yalanı çok
oldukça şiir de güzelleşir. Ferdevsi'nin şu şiiri gibi:
O
ıssız çölde atların nalından
Yer altı
oldu gök de sekiz
Bunu
duyan herkes çok metheder, ama yalanı görün siz. Bundan daha büyük yalan olur
mu? Birkaç atın sınırlı bir alanda toz-toprak çıkarmaları yedi tabaka olan
gökyüzünü sekiz tabaka mı eder? Veya yedi tabaka olan yeryüzünü altı tabaka
eder mı?
Bu,
çok büyük bir yalandır, ama, bu şiiri güzelleştiren de yalandır. Veya bir şair
şöyle diyor:
Ya
Rab, muhabbet çeşmesi nasıl bir çeşmedir ki
Ondan
bir damla içip gözümden deniz döktüm
Nuh’un
tufanı gözyaşımdan dirildi
Öyle
ki firakını ağlamakla geçirdim.
Ne
kadar güzel ve çekici bir şiirdir, ama içinde çok yalan olduğu için bu kadar
çekici ve güzeldir. Tabiî ki bu şer'an yalan sayılmaz. Bu bir sanattır ve sözün
güzelleşmesini sağlar. Ama Kur'an, bu tür üslupları kullanmaya gerek görmemiştir.
Ayrıca,
bu gibi güzellikler, sadece aşk, fertleri methetmek ve coşturmak gibi özel
yerlerde kullanılabilir. Manevi konulara gelince bunlar direkt olarak şiir
diliyle açıklanamaz. Manevi konular hususunda sanatlarını kullanmak isteyenler,
mananın kendisinde sanatlarını kullanamadıklarından dolayı manayı madde
kalıbında cisimlendirmiş ve ima yoluyla o manayı beyan etmişlerdir.
Mesela
marifet ve irfan hakkında yazmak istediklerinde onu şaraba benzetiyorlar veya
Allah'ın zatının yüceliğinden konuşmak istediklerinde "zülüf"
tabirini kullanıyorlar.
Ancak
Kur'an manevi konuları açıkça gündeme getirmiş ve saydam su gibi son derece
açık bir ifadeyle bunları beyan etmiştir.
Bismillahirrahmanirrahim-Elhamdü illahi rabbil
alemin - Errahmanir Rahim - Maliki yevmiddin - İyyake na’budu ve iyyake
nestaîn.
Her
Müslüman ömrü boyunca bu cümleleri günde en az on defa
namazda tekrarlıyor. Ama buna rağmen bu cümleler o kadar tatlı, o kadar güzel
ve çekicidir ki bunları tekrarlamak asla onu yormuyor.
Kur'an'da
vezin ve kafiyeye riayet edilmediği ve hayal gücü de kullanılmadığı için Kur'an
şiir değildir.
Düzyazı
ve nesir de değildir; çünkü, nesir bir ahenk taşımaz, ama Kur'an ilginç bir
ahenk yapısına sahiptir.
Dinî
veya gayri dinî bir kitabın muhtelif ahenklerle okunduğunu şimdiye kadar görmüş
müsünüz?
Ahenkle
okunabilen tek kitap Kur'an'dır. Bu konu, bugün bilimsel bir dal haline
gelmiştir. Kur’an’ın muhtelif ayetleri muhtelif ahenklerle okunabilir. Yani
ayetlerin manalarına uygun ahenklerle okunabilir. Mesela; uyarıcı ve korkutucu
bir ayet kalpleri titretecek bir ahenkle okunabilir. Teşvik edici ayetler de
huzur verici ve rahatlatıcı bir ahenkle okunabilir.
Geniş
Hıristiyan dünyasında veya Filistin İslam topraklarını kendi toprakları bilen
ama dünyadaki radyo ve ajanslarda söz sahibi olan Yahudilik dünyasında İncil
veya Tevrat radyoda ahenkle okunuyor mu? Eğer okunursa çok komik olur ve kimse
dinlemeye tahammül edemez. Veya Sa'di'nin Gülüstan'ı ahenkle okunabilir mi? Bu
Kur’an’ın üslubunun özelliklerindendir, ne ondan önce ve ne de o geldikten
sonra Arapça da böyle bir üslup görülmemiştir. Daha da önemlisi şu ki, Kur’an’ı
ezberleyenler, ona aşık olanlar ve kendi zamanlarında önde gelen söz
ustalarından hiçbiri Kur’an’a benzer iki satır bile getirememişler.
Hz.
Ali (a.s) 'ın sözlerinin de fasih ve beliğ olduğunu dünya kabul etmektedir. Biz
bu hususta "Nehc-ül Belağa'da gezinti" adlı kitabımızda bahsetmişiz.
Ali (a.s)'ın zamanından bin üç yüz elli sene geçmesine rağmen her dönemde
meşhur Arap edebiyatçıları, fasihleri ve yazarları gelip geçmişler ama Ali
(a.s)'ın kelamı kendi azamet ve yüceliğini korumuştur.
Hz.
Ali (a.s), Kur’an’ın ilk ayetini (Alak suresinin ilk ayeti) on-onbir yaşında;
yani, zihnine başka sözler işlenmeden duymuştu, fevkalade bir kabiliyete sahip
olup daima Kur'an okuyordu. Eğer biri Kur’an’ın benzeri bir ayet veya söz getirecek olsaydı, Ali (a.s) buna daha
layıktı, ama buna rağmen biz Nehc-ül Belağa'yı Kur'an ile karşılaştırdığımızda
açıkça bunların iki ayrı üslup ve metoda sahip olduğunu görüyoruz.
Hatırlıyorum
da, talebeliğimin son günlerinde hem Kur'an hem de Nehc-ül Belağa üzerinde
ciddi bir araştırma yapmaya başladım. Nehc-ül Belağa'nın hutbelerinin birinde
çok teşbih, misal ve temsil kullanılmıştır: Bu hutbe fesahat açısından normal
insanların erişemeyecekleri bir düzeydedir. Bu hutbe baştan sona öğütle dolu,
ölüm ve ahireti hatırlatan, gerçekten çok sarsıcı bir hutbedir. Hz. Ali bu
hutbenin bir yerinde[118] şu ayet-i
kerimeyi okuyor:
"Herkes,
evvelce yaptığını bulur, cezasını çeker orda ve hepsi de gerçek Mevlalarının
huzurunda döndürülmüştür ve iftira ettikleri şeyler de gözlerinden kaybolmuş,
helak olup gitmiştir."[119]
Hz.
Ali (a.s)'ın sözleri onca fasih ve belagatlı olmasına rağmen bu ayeti kendi
sözlerinin arasında okuyunca karanlık bir fezada yıldız parlamış gibi olur.
Belli
ki üslup, başka bir üsluptur. İnsan bu ayet hakkında düşündüklerini dile
getiremez. Kıyamet, bu ayette en belirgin özellikleriyle açıklanmıştır.
Kur’an’ın
çağı, fesahat ve belağat çağı idi, yani o zaman insanların bütün sanatı fesahat
ve belagat idi.
Onların,
"Akkaz" diye meşhur bir pazarı vardı. Savaşın yasak olduğu haram
aylarda bu pazarda sanat festivali yapılır ve şiirler okunurdu. Çeşitli
kavimlerin şairleri gelip kendi şiirlerini orada okuyorlardı. O pazarda seçilen
şiirler Kâbe'nin duvarına asılıyordu.
Arapların
içinde, Kâbe'nin duvarına asılmış olan çok meşhur yedi kaside vardı. Araplar
onlardan daha üstün şiir tanımıyorlardı. Onlar uzun bir süre böyle kaldı.
Kur'an geldikten sonra şiir sahipleri kendileri gelip şiirlerini alıp gittiler.
Labid
İbn-i Ziyad Arab'ın en gözde ve meşhur şairlerindendir. Kur’an nazil olduktan
sonra Müslüman
olunca artık hiç şiir yazmadı ve daima Kur'an okudu.
Ona,
Müslüman
olduktan sonra kendi sanatını neden İslam dünyasında kullanmıyor ve şiir
yazmıyorsun? diye sorduklarında:
Eğer
söz bu (Kur'an) ise bizim sözlerimizin hepsi boştur. Kur'an okumaktan o kadar
zevk alıyorum ki benim için ondan daha zevkli bir şey yoktur” demiştir.
Konumuz
olan ayette, Kur'an halka diyor ki eğer Kur’an’ın surelerinden biri gibi bir
sure getirebilirseniz, getirin. Başka bir ayette de buyuruyor ki, Kur’an’ın
ayetlerinden veya cümlelerinden birine benzer bir ayet getirebilirseniz,
getirin.
Kur'an
ile düşmanlık edenlerin hiçbiri ne Kur'an geldiği zaman ve ne de ondan sonra
Kur’an’ın bu meydan okumasına yanıt veremediler. Ara sıra, bazıları Kur'an ile
mübareze etmek amacıyla bir şeyler düzüp uydurmaya çalıştılarsa, uydurduklarını
Kur'an ile karşılaştırdıklarında hiçbir benzerlik göremediler.
Kur’an’ın
mucizeliğinin boyutlarından biri onun sanat boyutudur. Buna da fesahat ve
belagat denir. Ancak, bu tabir yeterli değildir. Çünkü fesahat, aydınlık ve
açıklık anlamındadır. Belagat ise maksadı tamamen iletmek anlamına gelir.
Kur'an hakkındaki maksadımızı tamamen iletmek amacıyla bunlara çekicilik
kelimesini de eklemek gerekir.
Kafirlerin
Peygambere büyücü demekle dolaylı bir yolla, 'biz bunun benzerini getiremeyiz'
demek istiyorlardi. Bunun asıl nedeni de Kuran’ın çekiciliği idi. Kafirler,
hiçbir şeye inanmayan birinin bir-iki defa Kur’an’ı dinlemekle ona aşık
olduğunu görünce, "Bu bir büyüdür” diyorlardı.
Mekke'ye
gelen yolcular genelde Mescid-i Haram'ı tavaf etmeye gittikleri için müşrikler
onlara, “Eğer oraya gitmek istiyorsanız o büyücünün sözleriyle sizi
büyülememesi için kulaklarınıza pamuk tıkayın.” diye tavsiye ediyor bunun için
de onlara pamuk veriyorlardı.
Tesadüfen
Medine'nin büyüklerinden biri de Mekke'ye gelmişti. Mekkelilerden biri aynı
tavsiyeyi ona da yaptı. O adam, şöyle anlatıyor: 'Kulaklarımı pamukla öyle
tıkamıştım ki, eğer kulağımın dibinde davul bile çalsalardı sesini duymazdım.'
Mescid-i
Haram'a gelip tavaf etmeye başladım. Orada ibadet etmekle meşgul olan birinin
sima ve kıyafeti beni cezbetti. Dudaklarının hareket ettiğinin farkına vardım,
ama onun ne dediğini duymuyordum. Bunun, sözünü ettikleri o adam olduğunu
tahmin ettim. Aniden kendi kendime, onların bu işi niye yaptıklarını düşünmeye
başladım. Neden onların sözüne uydum? En iyisi kulaklarımdaki pamuğu çıkarıp
onun ne dediğini dinlemektir, dedim. Eğer doğru konuşursa, adamakıllı sözler
diyorsa kabul ederim, aksi halde reddederim.
Pamukları
çıkarıp onun yanına gittim, sözlerini dinledim. O, yavaş yavaş Kur’an’ın
ayetlerini okuyordu, ben de dinliyordum. Onun sözleri kalbimi öyle etkiledi ki
ona aşık oldum.
Bu
adam sonraları iman ederek İslam tarihinin en imanlı en sağlam müminlerinden
biri oldu. Resulullah(s.a.a)’ın Mekke'den Medine'ye hicret etmesini sağlayan
kimselerden biri de bu şahıstı. Hakikatte Medine'nin Müslüman olmasının ve Peygamberin hicretinin planı bu görüşmede
düzenlendi.[120]
İşte
bu, Kur’an’ın çekiciliğinin ve güzellik sanatının ürünüdür.
Edebiyat
tarihi açıkça şunu göstermektedir ki, zamanın geçmesiyle Kuran’ın manevi tesiri
Müslüman
halkın edebiyatında daha da belirgin bir hale gelmiştir.
Yani,
İslam’ın bir ve ikinci yüzyılında Arap edebiyatı yaygın olduğu için Kur'an
sahip olması gereken yerini bulamadı. Zamanın geçmesiyle Kur'an onları daha çok
etkiliyordu.
Müslüman
Fars şairlerine gelince, üçüncü yüzyılın şairlerinden biri olan Rudeki sırf
Fars edebiyatına göre şiir yazmıştır, yani onun şiirlerinde, Kur'an'ın tesiri
fazlaca, göze çarpmamaktadır. Ferdevsi'nin zamanından sonra Kur’an’ın tesiri
daha çok görülmektedir.
Altıncı
ve yedinci yüzyıla, yani Mevlana'nın devrine geldiğimizde görüyoruz ki Mevlana'nın
sözleri Kur’an’dan başka bir şey değil, dediği her şey Kur’an’ın tefsiridir,
ama irfani tefsiridir.
Halbuki,
Kur’an diğer normal edebi eserler gibi olsaydı bunun tersi olmalıydı; yani bir
edebi eser kendi zamanında sonraki bir veya iki asıra oranla daha çok etkili
olmalıdır.
Kur’an’ın
fesahat ve belagatı hakkındaki açıklamalarımızı kısa kesiyoruz. Mucizenin
ikinci kısmı da Kur’an’ın manevi açıdan mucize olmasıdır.
Kur’an’ın
ilahiyat bölümüne baktığımızda, Kur’an’ın Mead, geçmiş peygamberler, tarih ve
ahlak felsefesi hakkındaki mantığını incelediğimizde çok açık bir şekilde onun
azametini göreceğiz. Bunlar Kur’an’ın taşıdığı risaletin (misyonun) kapsamına
giren bir takım konulardır, çünkü Kur'an, tıp veya mühendislik kitabı değil,
Kur'an halkın hidayetini yüklenen bir kitaptır.
Kur’an’ın
mucize olmasının gayptan haber vermesi, içeriğinde her hangi bir çelişkinin
olmaması gibi daha başka yönleri de vardır. Bunların hepsi, üzerinde durulması
gereken konulardır. Eğer ömür yeterse gelecek bahislerimizde bunlar hakkında
konuşacağız.[121]
[1] -Abese\24
[2]- Bu etki ne yönde olmuş?
Acaba Kur'an, tarihin akışını beşeriyetin mutluluğuna yönelik olarak mı
etkilemiş, yoksa bedbahtlığı doğrultusunda mı? Acaba bu kitabın etkisi altında,
tarih yeni bir hareket ve değişime yönelmiş ve toplumlar yeniden canlanmağa mı
başlamış; yoksa, böyle bir değişiklik olmamış mı? Bunlar şimdiki konumuzun
dışında kalan şeylerdir.
[3]- Hakka/44-46.
[4]- Nahl/44.
[5]- Cuma/2.
[6]- Kıyamet/22-23.
[7]- En'am/103.
[8]- Bu açıklama Ehl-i Beyt
Mektebinin kelamcıları tarafından savunulan Allah'u Teala'nın gözle
görülmesinin ne dünyada ve ne de ahirette mümkün olmadığı inancına dayalıdır.
Ama Ehl-i Sünnet'e göre Allah Teala ahirette maddi gözle görülecektir.
[9]- Al-i İmrân/7.
[10]- Aşağı - yukarı kırkbeş yıl önce, çeşitli İslâm mezheplerinin katılmasıyla İslam mezheplerini birbirine yaklaştırmak için El Ezher üniversitesinde düzenlenen "Et-Takrib-u Beyn-el Mezahib-il İslami" kongresine İsmaililerden de bir grup katılmıştı. Fakat oraya katılan Şia ve Sünni delegeler hep bir ağızdan:
-"Biz sizi İslâm mezheplerinden saymıyoruz. Onun için
sizin bu topluluğa katılma hakkınız yoktur." diyerek onları reddettiler.
[11]- Saffat: 102
[12]- Maalesef zamanımızda da,
sapık anlayışlara ve İslâmi kılığa giren İslâm dışı düşüncelere dayanan
tefsirler oldukça çoğalmıştır. Bu tip fikir akımlarıyla geniş bir mücadele
başlatan üstat Şehit Murtaza Mutahhari bu yolda yalnız fikir ve kalemiyle değil
canıyla da mücadele edip kendisini bu yol uğruna feda etti. Üstat Şehit Murteza
Mutahhari'yi şehit eden Furkan grubu da bu tür gruplardan idi. (Yayınlayan)
[13]- Muhammed/24.
[14]- Sad/29.
[15]- İbrahim/1.
[16]- İbrahim/5.
[17]- Örneğin Ayet-el Kürsi'de
şöyle geçer: "Alalh, inananların
dostudur. Onları karanlıklardan ışığa çıkarır. İnanmayanlarınsa dostları
şeytandır, onları ışıktan karanlıklara götürür. Onlardır ateş ehli, onlardır
orada ebedi kalacaklar." (Bakara/257)
[18]- Sad/29.
[19]- "Din hissi"
muhtelif bilginler tarafından tartışılmış, hakkında farklı fikirler ortaya
atılmıştır. Bunlardan birisi şöyledir!
Einstein bir makalelede din hakkında şu görüşleri ileri sürüyor.
Genel olarak dünyada üç çeşit din bulunmaktadır:
a) Korku dini: Çevrelerinden ve tabiattan kaynaklanan bir
takım korkutucu olaylardan dolayı dine sarılmış olan kimselerin dini.
b) Ahlâk dini: Temelleri ahlâksal maslahatlar üzerine
kurulan din.
c) Varlık dini: Bu da bizim kendisine "kalp"
dediğimiz şeydir. Einstein aslında şunu demek istiyor: Bazı zamanlar insanoğlu
manevî ve ruhî bir hâlete girerek, değersiz arzu, heves ve düşünceyle çevrilip
herkesten ayrılan "benliğini" ve tutsağı olduğu maddî sınırı bir an
için aşarak "bütün varlığı" seyre durur. İnsan, bu ruhâni âlemde
varlığı "tek hakikat" olarak bulup, tabiat ötesinin azamet ve cilvesini
açıkça idrak eder. Kendisinin ne kadar değersiz ve hakir olduğunu da, işte o
zaman anlar! Ve o anda artık "bütün bir varlığa" erişmek ister.
Einstein'in bu ifadesi, Hemmam'ın öyküsünü
hatırlatmaktadır. Hemmam, günün birinde Hz. Ali (a.s)'ın yanına gelerek,
müttakilerin sıfatlarını sordu. Emir-ül Müminin Ali (a.s), müminin
özelliklerini kısa fakat kapsamlı bir beyan ederek şöyle buyurdu:
"Ey Hemmam! Allah'tan kork ve iyi amelde bulun ki,
Allah takvalılarla ve iyilikte bulunanlarladır." Hamam Hz. Ali (a.s)'dan
daha geniş bilgi vermesini istemesi üzerine Hz. Ali (a.s), müttakilerin yaşama
tarzı, ibadetleri, geceleri-gündüzleri ve gidişatlarını beyan etmeye başlayıp
onlar için 130'a yakın sıfat saydı. Bu cümleden olmak üzere buyurdu ki:
"Allah'ın yazdığı ecel olmasaydı, onların
(müttakilerin) ruhları göz yumup açıncaya kadar bile bedenlerinde
kalmazdı."
Aynı şeyi Einstein de şu cümlelerde ifade ederek diyor ki:
"Dine inanan bir insan, vücudunu, ruhunu kuşatmış bir zindan olarak görür.
Öyle ki, her an beden kafesinden uçup bir anda bütün varlığı "tek bir
vücut" olarak bulmak ister. Bu hakikat Hz. Ali (a.s)'ın sözlerinde daha
açık, müessir ve etraflı bir şekilde beyan edilmiştir. İmam'a göre muttaki
olan, bütün varlığı kendi maddi vücudunda toplamıştır sanki; dolayısıyla,
aniden bu maddi kalıbı bırakır ve kendini kurtarır. Nitekim, Hemmam öyküsünde
de nakledilmiştir ki: İmam (a.s)'ın sözleri sona erdikten sonra Hemmam bir
feryat ederek hemen orada can verdi ve ruhunu Hakk Teâlâ'ya teslim etti.
[20] - Ehl-i Beyt imamları Kur'an'ı öyle bir
coşkuyla okuyorlardı ki, yoldan geçen birisi seslerini duyunca elinde
olmaksızın olduğu yerde donup kalıyor ve için-için ağlıyordu.
[21]- Müzzemmil/1-4.
[22]- İmam Zeyn’u-labidin
(a.s) Kur'an'ın hatmi için inşa ettiği duada da aynı şeylere değinmiştir;
"Allah'ım, gecelerin karanlığında, Kur'an ile aramızda ünsiyet kur.
Gecenin karanlığında bu kitabı okuma şevki, aşkı ve şuurunu bizlere nasip
eyle."
[23]- Furkan/52.
[24]- Rasulullah (s.a.a)'in
zamanından asırlar geçtikten sonra, Allah'ın bu gerçek vaadi yeniden tahakkuk
etti. Yüce Resulullah (s.a.a)'in çizgisinde hareket eden, onun soyundan büyük
bir alim olan İmam Humeyni, yalnızca Kur'an ve iman gücüne dayanarak, küfür ve
batıl cephesine en ağır ve korkunç darbeleri vurup onları yenilgiye uğrattı.
Böylece, İslam ve Müslümanlara kaybolmuş izzet ve şereflerini tekrar
kazandırdı.
[25]- Emir-ül Müminin (a.s)
Nehc-ül Belağa'nın "Müttakiler Hutbesi" diye meşhur olan 193.
hutbesinde, müttakilerin özelliklerini sayarken onların gidişatlarını, konuşma
tarzlarını anlattıktan sonra geceleri bulundukları hallerini şu cümlelerle
beyan ediyor:
"Gece oldu mu
ayaklarını birleştirip ibadete koyulurlar; Kur'an'ın çeşitli yerlerini ağır,
açık ve anlamını düşünerek okurlar; kendilerini bu surette hüzünlere atarlar;
dertlerinin dermanını Kur'an'da bulurlar. Kur'an'da sevab ve mükafatı müjdeleyici
bir ayet okuyunca o sevabı elde etmeyi umarlar, gönüllerini özlemle ona
verirler; sanırlar ki o mükafat gözlerinin önüne gelmiş, serilmiştir. Korkutucu
(inzar eden) bir ayet geçti mi kulaklarını ona verirler; sanırlar ki cehennem
ateşinin, alevi yükselirken çıkardığı ses, kulaklarına gelmektedir, onu
işitmektedirler. Rüku ederek iki kat olmuşlardır; alınlarını, ellerini,
dizlerini, ayak parmaklarını yerlere döşemişlerdir; secdeye kapanmışlardır.
Yüce Allah'ın azabından, zincirlere vurulmaktan kurtulmayı dilemeye
koyulmuşlardır.
[26] - Kassas/53.
[27]-
"Muhakkak ki, yahudilerle müşrikleri, müminlere karşı en şiddetli
düşman bulacaksın, insanların içerisinden dostluk bakımından (ise) müminlere
insanların en yakınını "Biz Hıristiyan’ız" diyenleri bulacaksın."
(Maide/82)
[28] - Maide/83.
[29] - Zumer/23.
[30]- Meryem Suresinin 58.
ayeti ve Saf Suresinin ilk ayetleri gibi...
[31]- Bu, Kur'an'ın hayret
verici ayetlerinden biridir. Ayet-i kerime indiğinde Peygamber (s.a.a) Mekke'de
idi ve küçük bir köyün insanları ile konuşuyordu. Tek başına bir adamın bu
kadar güvenle: "Bu ayetin verdiği haberi çok geçmeden göreceksiniz."
Yakında bu kitabın kısa bir sürede insanları nasıl değiştireceğini
duyacaksınız" şeklinde konuşması halkın garibine gidiyordu.
[32]- Sad/87-88.
[33] - Enbiya/107.
[34] - Hadid/25.
[35]- Çünkü o zaman kendine
kazandığı taraftarlar için, hak ve adalet değil, ancak şahsi menfaat ve
istekler söz konusu olacaktır.
[36]- Enval/21-22.
[37]- Yunus/100.
[38]- Yunus/100.
[39]- Bakara/111.
[40]- Enbiya/22.
[41]- Ra'd/11.
[42]- Hacc/45-46.
[43]- Ankebut/45.
[44]- Bakara/183.
[45]- Kaç yüzyıldır fikir
dünyasında baş gösteren ve bir çok yanlış kavrayışlara menşe olan hatalardan
biri, bazılarının fikrin madde ve muhtevasının doğru veya yanlış olduğunu
belirlemek için de Aristo Mantığına başvurmalarıdır. Bu hataya düşenler, Aristo
Mantığının bu hususta bir şey yapamadığını görünce, onun faydasızlığına hüküm
verdiler. Maalesef aynı hata zamanımızda da çok tekrarlanıyor. Bu da onların
Aristo Mantığını doğru-dürüst anlayamadıklarını gösteriyor. Örnek vermemiz
gerekirse Aristo Mantığını, duvarın düzlüğünü belirten şaküle benzetebiliriz.
Şakül yardımıyle ancak duvarın düz olup olmadığı belirlenebilir duvarda
kullanılan tuğla, çimento ve diğer şeylerin kaliteli veya adi cinsten olduğunu
anlaşılmaz. Bunun gibi, Aristo tarafından ortaya çıkarılıp sonra düşünürler
tarafından da kâmilleştirilen Biçimsel Mantık düşünce ve tasımın yalnız şekli hususunda
yargıda bulunabilir. delilin maddesi hakkında olumlu ya da olumsuz hiç bir şey
söyleyemez.
[46]- Dekart (Descartes)'ın
ilk kuralı da işte budur. O diyor ki, bundan sonra artık doğruluğunu kesin
olarak bilmediğim bir şeyi doğur saymam, acele ve peşin yargılara saplanmaktan
kaçınarak, yargılarımda ancak kendilerinden şüphe edilemeyecek kadar açık ve
seçik olarak kavradığım şeyleri bulundururum. Yakinin tam manası da budur.
[47]- Elbette bilmeliyiz ki,
zanni ve ihtimali konularda yani yakine varamadığımız yerlerde zann ve ihtimale
uymak lazımdır. Fakat zannı kendi yerinde, ihtimali de kendi yerinde kabul
etmeliyiz, zann ve ihtimali yakin yerine değil, insanları hataya düşüren işte
bu noktadır.
[48]- Enam/116.
[49]- İsra/36.
[50]- Bu konuya Bacon da
sözlerinde değinmiştir; o yıkılması gereken bir çok putlar sayıp onlardan
birine "toplum" veya "örf putu" ismini veriyor, bundan ise
çevreyi körü körüne taklit edip ona uymayı kastediyor.
[51]- Bakara/170.
[52]- Rad/11.
[53]- Toplumun istediğini
yapmak, çağa veya geçmişlere uyup onları körü körüne taklit etmek gibi,
Kur'an'ın şiddetle kınadığı bu konuyu, fıkıhtaki taklit ile birbirine
karıştırmamalıyız. Çünkü bu fıkıh dalında ihtisas sahibine müracaat etmek
anlamındadır ve yukarıda değindiğimiz meseleler ile hiç bir ilgisi yoktur.
[54]- Necm/23.
[55]- Kaf/37.
[56]- Bakara/10.
[57]-
"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyle" "Batmakta olan
yıldıza andolsun ki, Arkadaşınız (Muhammed) sapmamış ve azmamıştır. O,
kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun konuşması ancak, bildirilen bir vahy
iledir. Ona çetin kuvvetlere sahip ve güçlü olan Cebrail öğretmiştir; (ki o,)
görünümüyle çarpıcı bir güzelliğe sahiptir. Hemen doğruldu. O, en yüksek bir ufuktaydı.
Sonra yaklaşmış ve inmiştir. Araları iki yay aralığı kadar belki daha da yakın
oldu. Allah o anda kuluna vahyedeceğini etti. (Muhammed'in) gözünün gördüğünü
kalbi yalanlamadı."
(Necm/1-11)
Bu ayetlerle Kur'an, demek istiyor ki bu gibi konular (Vahy)
aklı aşan şeylerdir.
Veya Tekvir suresinin bir kısmında şöyle okuyoruz.
"Bu Kur'an, arşın
sahibi katında değerli, güçlü, sözü dinlenen ve güvenilen şerefli bir elçinin
getirdiği sözdür. Arkadaşınız (Muhammed) asla deli değildir. Andolsun ki, o,
Cebrâil'i apaçık ufukta görmüştür. Peygamber görülmeyenler hakkında söylediklerinden
ötürü töhmet altında tutulamaz..."
(Tekvir/19-24)
İkbal-i Lahuri'nin de bu konuda güzel bir sözü var o diyor
ki: "Peygamber, kendisi hakikatlerle dolup taştıktan sonra, aldıklarını
beyan eden bir kimsedir."
[58]- Şems/9.
[59]- Mutaffifin/14.
[60]- Enval/29.
[61]- Ankebut/69.
[62]- Al-i İmrân/8.
[63]- Mutaffifin/14.
[64]- Saf/5.
[65]- Bakara/7.
[66]- En'am/25.
[67]- Araf/101.
[68]- Hadid/16.
[69]- Maide/2.
[70]- Bu mesele hakkında
Şiiler arasında görüş ittifakı var. Ama Ehl-i Sünnet arasında ise görüş
ayrılığı var. Bazıları Şiilerle aynı görüşteyken, bazıları buna kesinlikle
karşı ve diğer bazıları ise orta bir yol seçmişler.
İbn-i Abbas, İbn-i Mübarek, Asım, Kesaî, İbn-i Ömer, İbn-i
Zübeyr, İbn-i Hüreyre, Atâ, Tavus ve İmam Fahr-ı Razi Tefsir-i Kebir'inde ve
Celaleddin Suyuti de İtgan kitabında "Bismillah"ın Kur'an'ın cüzü
olduğu görüşündeler ve bu husustaki rivayetlerin mütevatir olduğunu
savunmaktalar.
Malik, Ebu Amr ve Yakub gibi bazıları Bismillah'ın
Kur'an'ın cüzü olmadığını ve surelerin
başlarında inmesinin nedeni de kutlu olması ve sureleri birbirinden
ayırmasıdır.
Fakat Şafii ve Hamza'nın izleyicilerinden bazıları
Bismillah'ın sadece Fatiha suresinin cüzü olduğuna inanmaktalar.
Bazıları Ahmet b. Hambel'in birinci görüşte olduğunu
(Tefsir-i İbn-i Kesir, c:1, s:16) ve bazıları ise üçüncü görüşte olduğunu
(Tefsir-i Alusi, c:1, s:39) söylemişler.
Sünnü fakihler arasında Bismillah'ın namazda okunması hakkında
şu görüşler var:
1- Hanefi: İmam ve namazını tek olarak kılan Bismillah'ı
sessiz bir şekilde okuyabilir. 2- Maliki: Farz namazlarda
"Bismillah"ı okumak mekruhtur. 3- Şafii: Besmele Fatiha suresinin
cüzüdür. Onu Fatiha'yla okumak farzdır. 4- Hambeli: Besmeleyi okumak sünnettir
ancak Fatiha suresinin ayeti değildir. (el-Fıkhu ala-l Mezahib-ul Arbaa
kitabından özetle naklen). Ancak şia Ehl-i Beyt'ten rivayet edilen hadislere ve
de müslümanların siretine dayanarak besmelenin Kur'an'ın cüzü olduğuna ve onu
okumanın da farz olduğuna fetva vermişler. Bu hadisleri bulmak için bkz. Furu-u
Kafi, Kur'an okumak babı, s:86, İstibsar, Besmeleyi sesli okumak babı, c:1,
s:311, Tehzib ul Ahkam, Namazın keyfiyeti ve sıfatı babı, s:152, Vesail-uş Şia,
Besmele Fatiha'nın cüzüdür babı, c:1, s:352.
[71]- Rahman ile Rahim'in
farkı İmam Sadık'tan (a.s) nakledilen bir hadiste şöyle belirtilmiştir: Allah,
her şeyin ilahıdır. Bütün mahlukat için Rahman ve sadece müminler için
Rahim'dir.
(Usul-u Kafi, Tavhid-i Saduk, Tefsir-i Ayyaşi)
[72]- İbadet eden kulların
ibadet anlayışları Nehc-ül Belağa'da üçe bölünmüştür: Bazıları, Allah'ın
nimetleri için O'na ibadet ederler. Onlar hakikatte tüccardırlar (ticaret
yapıyorlar). Bazıları korktukları için O'na ibadet ederler; onlar hakikatte
köledirler. Bazıları da şükür etmek amacıyla Allah'a ibadet ederler. İşte
bunlar özgür ve hür insanlardır.
[73]- Sadi'nin Bostan'ı
[74] -İsra/18-19-20.
[75] -İsra/20.
[76]- İnsan/3.
[77] -Ankebut/69.
*
-Hiç
ummadığı yerden rızkını verir.
[78]- Mümin/16.
[79]- Daha ayrıntılı bilgi
için şehid Murtaza Mutahhari'nin "Adl-i İlahi" kitabına bakınız.
[80]- Müfredat-ı Ragıb:
[81]- Furkan/43.
[82]- Tevbe/31.
[83]- Al-i İmran/64.
[84]- Şuara/22.
[85]- Bakara/256.
[86]- Maide/2.
[87]- İnşikak/6.
[88]- Bakara/257.
[89]- Bakara/1-7.
[90]- Yasin/82.
[91]- Bakara/23.
[92]- Bakara/26.
[93]- Taha/14.
[94]- Tevbe/103.
[95]- Bakara/4.
[96]- Şuara/193-194.
[97]- Araf/158.
[98]- Neml/14.
[99]- Enfal/32.
[100]- Bakara/256.
[101]-
Nehc-ül Fesahe -Cami-us Sağir-
c:1, s:102.
[102]- Hud/61.
[103]- İsra/20.
[104]- Rab kelimesinin
açıklamasında daha geniş bir şekilde bahsedilmiştir.
[105]- Bakara/21.
[106]- Âl-i İmran/97.
[107]- Nisa/145.
[108]- Bakara/16.
[109]- Bakara/17 ila 20.
[110]- Muhammed/17.
[111]- Casiye/23.
[112]- İsra/88.
[113]- Adl-i İlahi kitabında bu
konuyu geniş bir şekilde ele aldık. Bazıları, "Biz aciz olduğumuzdan
dolayı işlerimizi sebep ve sonuç kuralına uygun olarak yapıyoruz; ama mutlak
kadir olan Allah hakkında bu geçerli olmaz" diyorlar. Oysa bu çok yanlış
ve batıl bir düşüncedir.
Yeri geldiğinde ispat edilmiştir ki Allah'ın zatının
mukaddesliği ve kemali, işlerin sebep ve sonuç kuralına uygun olarak gerçekleşmesini
gerektirir. Daha açık bir ifadeyle sebep ve sonuç düzeni demek, Allah'ın
işlerinin nizamı demektir.
[114]- Sebep-sonuç arasındaki
bağlılık nasıl bir bağlılıktır? Bir sebebin neden birkaç sonucu olmaz? Bir şey
neden iki sebebin sonucu olmaz? Bu gibi hususlarda bilgi edinmek için
"Usul-i Felsefe" kitabının üçüncü cildinin dipnotlarına bakınız.
[115]- İsra/1.
[116]- Kamer/1,2.
[117]- Şehid Mutahhari'nin
"Vahiy ve Nübüvvet" kitabında İslam Peygamberi’nin Kur'an'daki
mucizelerinden birçoğu nakledilmiştir.
[118]- Nehc-ül
Belağa-Hutbe:227.
[119]- Yunus/30.
[120]- Bu olay, Hazreç
kabilesinden olup kendi kabileleri tarafından Avs kabilesiyle askeri bir
anlaşma imzalamak için Mekke'ye gelen Es'ad b. Zürare ve Zekvan Hazreci'ye
aittir. Onlar Allah'a iman dolu bir kalple Medine'ye dönüp Resulullah(s.a.a)
'ın hicret etmesinin hazırlıklarını tamamladılar.
[121]- Ama maalesef ki bu
fırsat gelmedi. İslam İnkilabı'nın başlamasıyla Üstat Mutahhari bütün vaktini
inkilaba vakfetti ve sonunda da en büyük arzusuna (Allah'ın yolunda şehit olma
makamına) kavuştu.