KUR'AN VE SÜNNET'TE MİRAS
Muhammed Hüseyin TABATABAİ (r.a)

eKitap: www.islamkutuphanesi.com



KURAN VE SÜNNETTE MİRAS

İÇİNDEKİLER:

AYETLERİN AÇIKLAMASI

(Nisa Suresi-11) "Allah, size evlatlarınız hakkında (şunu) tavsiye eder...."

(Nisa Suresi-12) "Yaptıkları vasiyet ve borç düşüldükten sonra, eşlerinizin........"

(Nisa Suresi-13-4) "İşte bunlar, Allah'ın sınırlarıdır... onun için alçaltıcı bir........"

"Erkeğin Payı, İki Kızın Payı Kadardır" Ayetindeki

İnceliklerin Açıklaması....

Mirasla İlgili Hükümlerin, Fıtrata ve Tekvinî Yasalara

Dayalı Olması Üzerine

Miras Bırakma Hususunda Peygamberle Diğer İnsanlar

Arasında Hiçbir Farkın Olmaması

MİRASLA İLGİLİ GENEL AÇIKLAMA

Erkek ve Kadının Mirasta Farklı Hisseler Almalarının Hikmeti

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

BİRKAÇ BÖLÜMDE İLMÎ İNCELEME

1- Mirasın Ortaya Çıkışı

2- Mirasın Tedricî Değişimi

3- Uygar Milletlerde Miras

4- Bu Ortamda İslâm Ne Yaptı?

5- İslâm'a Göre Kadınların ve Yetimlerin Durumu

6- Yeni Miras Kanunları

7- Miras Sistemlerinin Karşılaştırılması

8- Vasiyet

 



11- Allah, size evlatlarınız hakkında (şunu) tavsiye eder: Erkeğin payı iki kızın payı kadardır. Çocuklar ikiden fazla kız olurlarsa, ölünün geriye bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer yalnız bir kız olursa, (mirasın) yarısı onundur. Ölenin çocuğu varsa, bıraktığından ana-babasından her biri için altıda bir hisse vardır. Eğer çocuğu yoksa ve (sadece) ana-babası ona vâris olmuş ise, üçte biri anasınındır. Eğer ölenin kardeşleri varsa, anasının payı altıda birdir. Bu paylar, ölenin yaptığı vasiyet veya borcun düşülmesinden sonradır. Babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin fayda bakımından size daha yakın olduğunu bilmezsiniz. Bunları Allah tarafından konulan farzlar olarak kabullenin. Şüphesiz Allah bilendir, hikmet sahibidir.

 

12- Yaptıkları vasiyet ve borç düşüldükten sonra, eşlerinizin eğer çocukları yoksa, geriye bıraktıkları mirasın yarısı sizindir; çocukları varsa, bıraktıklarından dörtte biri sizindir. Sizin de yaptığınız vasiyet ve borç düşüldükten sonra, çocuğunuz yoksa, bıraktığınızın dörtte biri onlarındır (eşlerinizindir); çocuğunuz varsa, bıraktığınızın sekizde biri onlarındır. Eğer miras bırakan erkek veya kadının ana-babası ve çocuğu olmayıp (ana tarafından) bir erkek veya bir kız kardeşi varsa, bunlardan her birisi için altıda bir hisse vardır. Eğer kardeşler bundan fazla iseler, (eşit bir şekilde) üçte bire ortaktırlar. (Bu taksim) zarar verici olmaksızın yapılan vasiyet ve borç düşüldükten sonradır. Bunlar Allah'tan size tavsiye ve emirdir. Allah bilendir, halimdir (ceza vermede acele etmez).

 

13- İşte bunlar, Allah'ın sınırlarıdır. Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse, Allah onu altından ırmaklar akan cennetlere sokar, (onlar) orada ebedi kalıcılardır; işte bu, büyük bir kurtuluştur.

 

14- Kim de, Allah'a ve Resulüne karşı gelir ve O'nun sınırlarını aşarsa, Allah onu sürekli kalacağı ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır.

Ayetlerin Açıklaması

"Allah, size evlatlarınız hakkında (şunu) tavsiye eder: Erkeğin payı iki kızın payı kadardır." Ayetin orijinalinde geçen "yûsîkum" fiilinin mastarı olan "îsâ" kelimesi ve aynı şekilde "tavsiye" kelimesi, öğütte bulunmak ve emretmek anlamına gelir. Râgıp el-İsfa-hanî, Müfredat-ul Kur'an adlı eserinde şöyle der: "Vasiyet; bir işin yapılmasını öğüt biçiminde diğerinden istemektir."

Ayette "ebna=oğullar" yerine "evlad=evlatlar" denilmesi, erkek ve kız çocuklar için belirlenen bir ve iki payın aracısız olarak ölüden doğan çocuklara ait olduğuna delâlet eder. İnsanın torunları ve ne kadar aşağıya inilirse inilsin onlardan olan çocukları, onları ölüye bağlayan kimsenin hükmündedirler. Dolayısıyla, mirasta önceliği bulunan tabaka bulunmadığı durumda, insanın erkek çocuğundan olan kız torunu mirastan iki pay; kız çocuğundan olan erkek torunu ise, bir pay alır. Nitekim, ölenin erkek ve kız kardeşlerinin çocukları, ölüyle bunların arasında bağ kuran kimsenin hükmünü taşırlar. [Birinci dereceden miras alanlar ve yine ikinci dereceden miras alan dede, nine, kız ve erkek kardeş hayatta olmazsa, sıra kardeşlerin çocuklarına gelir. Erkek kardeşin çocukları kız olsalar bile, mirastan onlara iki pay, kız kardeşin çocukları erkek olsalar bile, onlara bir pay verilir.] Kısacası, "evlad" kelimesinde böyle bir incelik yatar. Ancak "ibn=oğul" kelimesinde, aracı bulunmaması şartı aranmaz. Nitekim böyle bir fark ve incelik, "eb" ve "valid" sözcükleri arasında da vardır. "Valid" kelimesi, insanın aracısız olan gerçek babasına denir, "eb" kelimesi ise, hem aracısız olan babasına, hem de onun aracılığıyla insanın babası sayılan dedesine denir.

Bu ayetin son bölümünde yer alan "Babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin fayda bakımından size daha yakın olduğunu bilmezsiniz." ifadesinde, "evlatlar" yerine genel ifadeli "oğullar" kelimesinin kullanılması ise, ileride açıklanacağı üzere bu tercihi gerektirici özel bir ilgiden dolayıdır.

Hükmü, "Erkeğin payı iki kızın payı kadardır." şeklinde bir ifadeyle açıklamakta, kadınları mirastan alıkoymayla ilgili olarak uygulamada olan cahiliye geleneğinin geçersiz kılınışına işaret vardır. Sanki ayette kızın miras alması, sabit ve bilinen bir gerçek olarak tanıtılmış ve erkeğin de kız gibi ancak iki katı kadar miras alabileceği vurgulanmıştır veya mirasla ilgili hüküm koymada kızın miras alışı temel kılınmış ve erkeğin miras alışı bu temel üzerine kurulu ve ona oranla belirlenebilecek bir husus olarak ele alınmıştır. Aksi takdirde, "Kızın payı, erkeğin payının yarısı kadardır" denilmesi gerekirdi ki bu durumda söz konusu nükteyi ifade etmez ve ayetin akışı bununla uyuşmazdı. Bu nükteye bazı alimler değinmişlerdir ve bana göre yerinde bir değerlendirmedir. Bu değerlendirme şu hususla pekiştirilebilir ki ayet net olarak sadece kadınların miras haklarına değinmiştir. Bir sonraki ve surenin sonunda yer alan ayette erkeklerin mirasla ilgili paylarının bir bölümüne net olarak değinilmişse de bu, kadınların erkeklerle birlikteki miras haklarını açıklama durumunda olduğundan kaynaklanır.

Kısacası, "Erkeğin payı iki kızın payı kadardır." cümlesi, "Allah, size evlatlarınız hakkında (şunu) tavsiye eder." ifadesinin açıklaması konumundadır. "ez-Zeker=erkek" ve "el-unseyeyn=iki kız" kelimelerinin başındaki "el" takısı, cinsi belirlemek için kullanılmış ve mirasla ilgili paylar hususunda erkek cinsinin iki kadına eşit olduğunu bildirir. Bu, mirasçılar içerisinde hem erkek cinsinin, hem de kadın cinsinin mevcut olduğunu gösterir ki bu durumda, erkeğe kadının iki katı kadar pay verilir. Ayette bu hususun "Erkeğin payı, kızın iki payı kadardır." veya "Erkeğin payı, kızın payının iki katı kadardır." gibi bir ifadeyle açıklanmaması, ölünün mirasçısı sadece iki kız olduğu durumda verilecek payın ne kadar olduğuna delâlet etmesi içindir. İleride açıklanacağı üzere, burada söz konusu durumu açıklayacak özlü anlatım tarzı tercih edilmiştir. Her hâlükarda, vârisler içerisinde hem erkek, hem de kız olursa, sayıları nereye varırsa varsın, her erkeğe iki pay, her kıza da bir pay verilir.

"Çocuklar ikiden fazla kız olurlarsa, ölünün geriye bıraktığının üçte ikisi onlarındır." Bu ifadenin "Erkeğin payı iki kızın payı kadardır." ifadesinden sonra yer alması, bunun takdiri bir cümleye atfedildiğini gösterir. Sanki, cümlenin aslı şöyledir: "Erkeğin payı iki kızın payı kadardır. Bu, erkek ve kız evlatların mevcut olduğu durumdadır. Çocuklar ikiden fazla kız olurlarsa..." Bu (kendisine atfedilen cümlenin hazfedilmiş olması), yaygın bir ifade tarzıdır. Şu ayetler de bunun birer örnekleridir: "Haccı ve Umreyi Allah için tamamlayın. Eğer alıkonursanız, artık size kolay gelen kurbanı gönderin. (Bakara, 196) "...Sayılı günler. Artık sizden kim hasta ya da yolculukta olursa,tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutar." (Bakara, 184) [Bu iki ayette, "Eğer alıkonursanız..." ve "Artık sizden kim hasta ya da yolculukta olursa..." cümleleri hazfedilmiş takdirî bir cümleye matufturlar.]

Ayetin orijinalinde geçen "kunne=olurlarsa" fiilindeki zamir, önceki cümlede geçen "evlatlar" kelimesine dönüktür. Evlada dönük zamirin müennes yani dişil zamiri olması, nahiv bilgisine göre haber konumunda olan "nisâen=kızlar" kelimesinin dişil olması içindir. Ayette geçen "tereke=geriye bıraktığı" fiilindeki zamir ise, ifadenin akışından anlaşılan "meyyit=ölü" kelimesine dönüktür.

"Eğer yalnız bir kız olursa, yarısı onundur." Ayetin orijinalinde geçen "kanet=olursa" fiilindeki zamir, ifadenin akışından anlaşılan "veled=çocuk" kelimesine dönüktür. Fiilin müennes yani dişil şekilde kullanılması, nahiv bilgisine göre fiilin haberi olan "vahideten= bir kız" kelimesinin dişil olması itibarıyladır. Ayette geçen yarıdan maksat, ölünün geriye bıraktığının yarısıdır; dolayısıyla "en-nısf=yarı" kelimesinin başına tamlayanın yerine "el" takısı, getirilmiştir.

Ayette iki kızın mirastaki payından söz edilmemiştir. Çünkü, onlarla ilgili hüküm, "Erkeğin payı iki kızın payı kadardır." ifadesinden anlaşılıyor. Ayetten ölünün çocukları bir kız ve bir erkek olduğunda, kıza mirasın üçte biri, erkeğe ise üçte ikisi verileceği hususu anlaşılıyor ki bu, iki kızın payına denktir. Dolayısıyla bu, iki kıza verilecek miktarın mirasın üçte ikisi olduğu demektir. Bu kadarı üstü kapalı olarak ayetten anlaşılıyor, ancak ayet sadece bunu ifade ediyor ve bunun dışında bir anlam kastedilemez denilemez. Çünkü bu ifade, ardından, "Eğer iki kız olurlarsa, yarısı veya hepsi onlarındır." şeklinde bir ifadenin yer almasıyla çelişmez. Ancak, ayette iki kızla ilgili hükmün yer almaması ve "Çocuklar ikiden fazla olurlarsa..." şeklinde net bir ifadeye yer verilmesi, yaptığımız çıkarsamayı pekiştirir. İkiden fazla çocuklarla ilgili hükme yer verilmesi, iki kızla ilgili hükmün kasıtlı olarak açıklanmamasına yönelik bir işaret içerir.

Ayrıca, Peygamberimiz (s.a.a) kendi döneminde iki kızla ilgili olarak üçte iki pay verme şeklini uygulamıştır; o dönemden zamanımıza dek, İbn-i Abbas'tan nakledilen karşı çıkma dışında İslâm ümmetinin alimleri içerisinde de bu yöntem uygulana gelmiştir.

Yaptığımız açıklama, ayette iki kızın mirastaki paylarının açıklanmamasıyla ilgili olarak yapılan yorumların en uygunudur. Kuleyni (r.a) el-Kâfi adlı eserinde şöyle der: "Yüce Allah, "Erkeğin payı iki kızın payı kadardır." buyruğuyla iki kızın miras payını üçte iki olarak belirlemiştir. Şöyle ki: İnsan kendisinden bir kızla bir erkek çocuğu bırakmış olursa, erkeğe iki kızın payı kadar yani malın üçte ikisi verilir. Dolayısıyla iki kıza verilen pay, malın üçte ikisidir." el-Kâfi adlı eserden alınan alıntı burada sona erdi.

Bunun bir benzeri de müfessir Ebu Müslim'den nakledilmiştir. O şöyle demiştir: "İki kızın payı ile ilgili hüküm, "Erkeğin payı iki kızın payı kadardır." ifadesinden anlaşılıyor. Şöyle ki: Mirasçılar bir erkekle bir kız oldukları takdirde, erkeğe mirasın üçte ikisi verilir. Bu, malın üçte ikisinin, iki kızın payı olduğu demek anlamına gelir." Bu alıntı da burada sona erdi.

Bu iki zattan nakledilen görüş doğru olmakla birlikte, yaptıkları açıklama yetersizdir, yaptığımız açıklamayı da bunlara eklemek gerekir. Bu, üzerinde düşünülmesi gereken bir husustur.

Ayetle ilgili olarak, birtakım asılsız ve zayıf görüşler ileri sürülmüştür. Bazıları "Çocuklar ikiden fazla kız olurlarsa..." ifadesinde "ikiden fazla" ifadesinden iki ve yukarısı kastedildiğini ve ifadenin hem iki, hem de ikiden fazla kızla ilgili hükmü içerdiğini söylemişlerdir.

Bazıları da iki kızla ilgili hükmün bu surenin sonunda iki kız kardeşin üçte iki pay almasıyla ilgili açıklanan hükümden yola çıkılarak anlaşılacağı görüşünü savunmuşlardır. Bunların benzeri başka görüşleri de benimseyenler olmuştur. Ancak Allah'ın kelamı böylesi değerlendirmelerin hepsinden yüce ve münezzehtir.

"Ölenin çocuğu varsa, bıraktığından ana-babasından her biri için altıda bir hisse vardır... Eğer ölenin kardeşleri varsa, anasının payı altıda birdir." Ana-babayla ilgili hükmün çocuklara atfedilmesi, bunların miras konusunda çocuklarla aynı tabakada yer aldıklarını gösterir. Ayette geçen "ana-babası ona vâris olmuş ise" ifadesi, ölünün mirasçısının yalnız onlar olduğu demektir. Ayette "Eğer çocuğu yoksa ve sadece ana-babası ona vâris olmuş ise" ifadesinin ardından "Eğer ölenin kardeşleri varsa" ifadesinin yer alması, kardeşlerin kız ve erkek çocuklar tabakasına bitişik ikinci bir tabakada yer aldıklarını gösterir. Kız ve erkek çocukların olduğu takdirde, kardeşler miras alamazlar; ancak kardeşlerin varlığı, ananın üçte bir miras almasını engeller.

"Bu paylar, ölenin yaptığı vasiyet veya borcun düşülmesinden sonradır." İfadede geçen vasiyetten insanların şu ayette kendisine çağrıldıkları şey kastedilmiştir: "Birinize ölüm geldiği zaman, eğer geride bir mal bırakacaksa, anasına, babasına ve yakınlarına... vasiyet etmek size yazıldı..." (Bakara, 180) Borcun vasiyetten öncelikli olduğuna dair hadislerde yapılan açıklamalar, üzerinde durduğumuz ayette vasiyetin borçtan önce zikredilmesi hususuyla çelişmez. Çünkü, bazı zamanlar önemsiz önemliden önce ifade edilir. Sebebine gelince, kimi zaman önemli bir konuda sahip olduğu güçlü sebatı ve konumu itibarıyla, başka bir konu hakkında ihtiyaç duyulan tekitli, vurgulayıcı türde açıklama gibi yöntemlere gerek duyulmaz. Bir konu üzerinde tekit etmenin yollarından biri de onun ifadede öne geçirilerek açıklanmasıdır. Buna göre, "veya borç" ifadesi, ister istemez konuyu ileriye götürme ve ona vardırma konumundadır.

Bu açıklamadan, vasiyetin "yûsî biha=yaptığı" ifadesiyle nitelendirilmesinin sebebi de açıklığa kavuşmuş oldu. Çünkü, bu nitelendirme de tekidi ifade eder. Ayrıca, ölüye saygı gösterilmesi ve yapmış olduğu vasiyet hakkında hürmetinin gözetilmesi gerektiğine dair bir işarettir de. Yüce Allah bu hususta şöyle buyurmuştur: Kim işittikten sonra vasiyeti değiştirirse, günahı ancak onu değiştirenlerin boynunadır."

"Babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin fayda bakımından size daha yakın olduğunu bilmezsiniz." Ayette hitap, bütün vârislere yöneliktir; yani kendi içlerinden ölenlere mirasçı olmaları itibarıyla bütün mükelleflere hitap edilmiştir. Bu ifade, baba ve oğulların mirasla ilgili paylarının farklı oluşunun sırrına işaret etme ve "bilmezsiniz" şeklinde bir hitap kullanılarak onları eğitme amaçlı söylenmiştir. Bu tür ifade tarzı, bütün dillerde sıkça rastlanılan yaygın bir şeydir.

Kaldı ki, ayette gelecekte ölecekleri, baba ve oğullarına miras bırakacakları göz önünde bulundurularak vâris olan ve vâris olmayan bü-tün insanlara hitap yöneltilmiş olsaydı, "fayda bakımından daha yakın olduğu" ifadesinin bir anlamı olmazdı. Çünkü, anlaşıldığı kadarıy-la ayette söz konusu edilen faydalanmadan maksat, miras alınan mal ile yararlanmadır. Bu da vereseyle ilgili bir husustur, ölen şahısla değil.

Ayette babaların oğullardan öne geçirilerek ifade edilmesi, babalardan faydalanmanın oğullara oranla daha erken gerçekleştiğine yönelik bir işaret içerir. Buna şu ayet de örnek gösterilebilir: "Şüphe yok ki Safâ ile Merve, Allah'ın nişanlarındandır." (Bakara, 158) Bu ayeti açıklarken Peygamber Efendimizden (s.a.a) nakledilen şöyle bir rivayete yer vermiştik: "Ben de Allah'ın başladığı yerden başlıyorum..."

Akrabalık bağının doğurduğu sonuçlar göz önünde bulundurulur ve akrabalara yönelik insanî duygular değerlendirilerek konuya yaklaşılırsa, yine aynı sonuca varılır. Çünkü insanoğlu, oğlunu ana-baba-sından daha fazla sever ve ona fazla ilgi gösterir; o evladının hayat sürdürmesini kendi hayatının uzantısı görür, ama ana-babasının bekasını kendi bekası görmez. Bu yüzden, ana-babayla oğul ilişkisi, evlatla ana-baba ilişkisine nazaran daha güçlü ve varlıkları birbirine daha yapışıktır. Mirastan faydalanma bu ilke üzerine kurulu olduğuna göre, insan meselâ kendi babasına vâris olunca, kendi evladının vârisi olduğu durumdan daha fazla miras alabilmesi gerekir. İlk bakışta insan konunun tam tersine olduğu düşüncesine varsa da, durum böyledir.

Bu ayet, yani "Babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin fayda bakımından size daha yakın olduğunu bilmezsiniz." ayeti, fıtrata dayalı başka İslâmî hükümlerde olduğu gibi, yüce Allah'ın mirasla ilgili hükümleri de tekvinî ve dış olgular temeli üzerine kurduğunu gösteren delilerden biridir.

Ayrıca, "Sen yüzünü hanif olarak dine, Allah'ın insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise, ona çevir. Allah'ın yaratışında değişme yok-tur. İşte dosdoğru din budur." (Rum, 30) ayeti gibi kanun koymanın aslına yönelik mutlak ifadeli açıklamalar içeren Kur'an ayetleri de mirasla ilgili hükümlerin fıtrata dayalı olduğuna delâlet eder. Bu ayetlerin açıklamasından sonra, İslâm şeriatında yaratış açısından hiçbir kök ve dayanağı olmayan birtakım zorunluluk getiren hükümlere ve değişmeyen miras paylarına yer verildiği nasıl düşünülebilir?

"Babalarınız ve oğullarınızdan..." ifadesinden, çocuklardan olan çocukların dede ve ninelere öncelik taşıdığı yönünde bir izlenim edinilebilir. Çünkü, çocukların ve onların çocuklarının olmasıyla dede ve nineler miras alamazlar.

"Bunları Allah tarafından konulan farzlar olarak kabullenin..." Anlaşıldığı kadarıyla, ayetin orijinalinde geçen "farîzaten" kelimesi, takdirî bir fiil aracılığıyla mansup olmuştur. Cümlenin takdirî açılımı şöyledir: "Huzû farîzaten=bir farz olarak tutun" veya "Elzimû farîzaten=bunlara bir farz olarak bağlı kalın" veyahut bu iki fiilin benzeri anlam taşıyan bir kelime takdir edilmiştir. Bu ifade, söz konusu taksim ve payların belirlenmiş ve olduğu durumdan asla değişmeyecek şekilde insanlara sunulduğunu vurgulayıcı bir tekitle açıklıyor.

Bu ayet, bütün kısımlarıyla birinci dereceden miras alan ana-baba ve çocukların paylarını açıklamaktadır. Ancak bazısını net bir şekilde, bazısını da üstü kapalı olarak açıklamıştır. Ölenin çocukları varsa, ana-babadan her birine altıda bir verilir. Ölenin çocuğu yoksa, eğer sadece ana-babası ona vâris olursa, anaya üçte bir ve eğer ölenin kardeşleri varsa, bu durumda ona altıda bir verilir. Bir kıza, malın yarısı verilir. Başka vâris olmazsa, birkaç kıza malın üçte ikisi verilir. Ölenin kızları ve erkek çocukları olursa, erkeğe iki kızın payı kadar verilir. İki kızın hükmü, aynen kız ve erkek çocukların hükmü gibidir. Yani onlara malın üçte ikisi verilir. Bunu, daha önce de açıklamıştık. Bunlarla ilgili hükümler ayette net bir şekilde açıklanmıştır.

Hükümleri ayette üstü kapalı olarak açıklananlara gelince; ölenin vârisi sadece bir erkek çocuğu olursa, malın hepsi ona verilir. Bununla ilgili hüküm, erkek ve kızla ilgili açıklanan şu ifadelerden anlaşılıyor: "Erkeğin payı iki kızın payı kadardır." "Eğer yalnız bir kız ise, mirasın yarısı onundur." [Tek bir kız mirasın yarısını alır, erkek de kızın iki katı aldığına göre, tek olduğunda mirasın hepsini alır demektir.] Vârisler sadece, erkek çocuklar olursa, payları eşittir. Bununla ilgili hüküm ise, "Erkeğin payı iki kızın payı kadardır." ifadesinden anlaşılıyor. Ayet, özlü anlatım açısından şaşırtıcı özelliğe sahiptir.

Şunu da bilmek gerekir ki: Malı miras olarak bırakma ve onunla mirasçıları yararlandırma hususunda Peygamber Efendimizle (s.a.a) diğer insanlar arasında hiçbir fark bulunmadığı, ayetin mutlak ifadeli oluşunun bir gereğidir. Bu tür mutlak ve genel ifadenin bir benzerini, "Ana-babanın ve yakınların geriye bıraktıklarından erkeklere bir pay vardır;ana-babanın ve yakınların geriye bıraktıklarından kadınlara da bir pay vardır..." ayetinde açıklamıştık. Birinin ileri sürdüğü "Peygamberin (s.a.a) kendi diliyle açıklandığı için Kur'an'ın genel nitelikli ifadeleri, onu kapsamaz." şeklindeki sözü ise, dinlemeye değ-mez bir iddiadır.

Evet, "Peygamber kendisinden miras bırakır mı, yoksa onun bırakmış olduğu her şey sadaka mıdır?" hususunda Şia ve Ehl-i Sünnet arasında görüş farklılığı vardır. Bu ihtilafa neden olan şey, Ebu Bekir'in Fedek hadisesinde nakletmiş olduğu bir rivayettir. Bu hususta araştırma yapmak, kitabımızın durumuyla bağdaşmaz; dolayısıyla bu konuyu ele almak yerinde olmaz. Bilgi edinmek isteyen ilgili kaynaklara başvurabilir.

"Yaptıkları vasiyet ve borç düşüldükten sonra, eşlerinizin eğer çocukları yoksa, geriye bıraktıkları mirasın yarısı sizindir... çocuğunuz varsa, bıraktığınızın sekizde biri onlarındır." Ayetin ifade ettiği anlam anlaşılır ve açıktır. Ayette "nısf=yarısı" kelimesi, "ma tereke=geriye bıraktıkları" ifadesine izafe edilmiştir. Ancak "rub'=dörtte bir" ifadesinde böyle bir izafet yerine "er-rubu-u mimma terektum=geriye bıraktığınızdan dörtte bir" şeklinde bir ifade kullanılmıştır. İzafe olması gerekirken izafe edilmeyen bir kelime, açık veya takdir edilmiş gizli "min" edatıyla tamamlamayı gerektirir. Bu tür yerlerde kullanılan "min" edatı, iptida ve bir şeyden başlanıldığı anlamını ifade eder. Bu anlam, bu edattan sonra yer alan şeyin öncesiyle ele alındığında kendisinden başlanılan şeyin bir cüz'ü, uydusu ve onda kaybolmuşçasına bir nitelikte olduğu durumla örtüşür. Bu da ancak, edatın sonrasının kendisinden başlanılan şeye oranla az veya az gibi bir konumda olduğu durumlarda olur. Bütünün altıda biri, dörtte biri ve üçte biri olduğu durumlar gibi. Bütünün yarısı veya üçte ikisi gibi durumlarda, artık böyle bir şey söz konusu olamaz.

Bu yüzden yüce Allah "altıda bir, üçte bir ve dörtte bir" gibi durumlarda kelimeyi bir diğer kelimeye izafe etmemiş ve "es-sudsu mimma tereke=bıraktığından altıda bir", "feli-ummih-is sulus=üçte bir anasınındır" ve "lekum-ur rub'u=dörtte biri sizindir" buyurmuştur. Yarı ve üçte iki olan durumlarda ise, bu kelimeleri bir diğer kelimeye izafe ederek şöyle buyurmuştur: "Lekum nısfu ma tereke=geriye bıraktıklarının yarısı sizindir" ve "felehunne sulusa ma tereke=ölünün geriye bıraktığının üçte ikisi onlarındır." Bir yerde ise, "feleha-n nısfu=yarısı onundur" buyurmuştur ki, burada "en-nısf" kelimesi "el" takısını tamlayanın yerine kendisine almış ve aslında "nısfu ma tereke"dir.

"Eğer miras bırakan erkek veya kadının ana-babası ve çocuğu olmayıp (ana tarafından) bir erkek veya bir kız kardeşi varsa... Allah bilendir, halimdir." Ayetin orijinalinde geçen "kelâle" aslında "ihata ve kuşatma" anlamında mastardır. Başı çevrelediğinden dolayı, başa bırakılan taca "iklîl", parçalarını kuşatan bütüne "kull" ve ağırlığı, üstlenen şahısı sardığı için başkasına yük olan kimseye "kell" denilmiştir. Râgıp el-İsfahanî, el-Müfredat'ında şöy-le belirtmiştir: "Baba ve çocuk dışındaki vârislere "kelâle" denilir." Daha sonra şöyle ekler: "Peygambere (s.a.a) kelâle hakkında sorulunca şöyle buyurdu: "Ölüp de kendisinden sonra babası ve çocuğu olmayan kimsedir." Bu hadiste kelâle, vârislere değil de ölen kimseye verilen bir isim olarak ele alınmıştır. Her iki görüş de doğrudur. Çünkü kelâle mastardır; hem vârisi, hem de miras bırakanı kapsar." Râgıp'tan alınan alıntı burada sona erdi.

Ben derim ki: Kelâlenin anlamıyla ilgili olarak belirtilen şeylere göre, ayetin orijinalinde geçen "kane" fiilinin nakıs=eksik fiil, "recu-lun" kelimesinin onun ismi, "yûresu" fiilinin "reculen kelimesiyle ilintili sıfat ve "kelâleten" kelimesinin onun haberi olduğunu söylemenin hiç-bir sakıncası yoktur. Buna göre şöyle bir anlam elde etmiş oluruz: "Eğer ölen kimse, vârisin kelâlesi yani ne babası ve ne de çocuğu olursa..."

Burada başka bir ihtimal de söz konusu olabilir: "Kane" fiili tam fiil, "reculun yûresu" ise, onun faili=öznesi ve "kelâleten" kelimesi de hâl yerine geçerli mastardır. Bu durumda da ölünün vârise kelâle olduğu yönünde bir anlam çıkar karşımıza. Nakledildiğine göre Zeccac şöyle demiştir: "Fiili "yûrisu" olarak okuyana göre, "kelâleten" kelimesi mef'uldür. "Yûresu" okuyana göre ise, "kelâleten" hâl olduğundan dolayı mansuptur."

Ayetin orijinalinde geçen "ğayre muzarr" hâl olduğu için mansup-tur. "Muzarr" başkasına zarar vermek anlamına gelir. Anlaşıldığı kadarıyla burada, ölünün borç alarak vârislere zarar vermesi kastedilmiştir; şöyle ki, vârislere zarar vermek ve onları mirastan mahrum bırakmak amacıyla kendini borçlu kılar. Veyahut hem borçlanarak, hem de geriye kalan malın üçte birini aşacak miktarda vasiyette bulunarak vârislere zarar vermektir.

"İşte bunlar, Allah'ın sınırlarıdır... onun için alçaltıcı bir azap vardır." Ayetin orijinalinde geçen "hudûd=sınırlar" kelimesi, "hadd"in çoğulu olup, iki şeyin birbirine karışmasını ve aralarındaki ayrıcalıkların kalkmasını önleyecek olan engel ve duruma denir. Meselâ ev ve bostan sınırı gibi. Burada kastedilen, mirasla ilgili hükümler ve açıklanan feraiz, taksimlerdir. İki ayette, yüce Allah miras konusunda Allah'a ve Resulüne itaat edene verilecek sevabı ve itaat etmeyenin duçar olacağı sürekli ve alçaltıcı azabı açıklayarak onun konumunu yüce kılmıştır.

Mirasla İlgili Genel Açıklama

"Allah, size evlatlarınız hakkında (şunu) tavsiye eder..." ifadesiyle başlayıp "Allah, bilendir, halimdir" ifadesiyle son bulan iki ayet, bu surenin sonunda yer alan "Senden fetva isterler. De ki: "Allah, babası ve çocuğu olmayan kimsenin mirası hakkındaki hükmü şöyle açıklıyor" ifadesiyle başlayan ayet ve bunlara ek olarak "Ana-babanın ve yakınların geriye bıraktıklarından erkeklere bir pay vardır..." ayeti ve "Akraba olanlar, Allah'ın kitabına göre, birbirlerine... daha yakındırlar." (Ahzâb, 6 ve Enfâl, 75) ayetleri, bu beş veya altı ayet, İslâm'da mirasla ilgili Kur'anî ilkelerdir. Nakledilen hadisler de söz konusu ayetlere en iyi şekilde ışık tutmuş ve ayrıntıları açıklamışlardır. Söz konusu ayetlerden mirasla ilgili ayrıntılı hükümler konusunda temel dayanak olan birkaç küllî husus çıkarılmıştır:

Birincisi: "Babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin fayda bakımından size daha yakın olduğunu bilmezsiniz." ifadesinde açıklandı. Yapılan açıklamadan, ölüye yakınlık ve uzaklık derecesinin miras konusunda etkili olduğu hususu ortaya çıkar. Bu cümle, ayetin devamıyla birlikte değerlendirilince, payın az ve çok, büyük ve küçük oluşunu etkilediği sonucunu ifade eder; "Akraba olanlar, Allah'ın kitabına göre, birbirlerine daha yakındırlar." ayetiyle değerlendirilince de, miras konusunda nesep açısından daha yakın olanın uzak olanı engellediği ve ona öncelik taşıdığı sonucunu ifade eder.

Buna göre, yakınlar içerisinde ölen kimsenin en yakını, babası, anası, erkek ve kız çocuğudur. Çünkü, bunlarla ölü arasında herhangi bir aracı söz konusu değildir. Erkek ve kız çocuğunun olmasıyla onlarda olan çocuklar miras alamazlar. Çünkü, torunlarla ölü arasındaki akrabalık bağı, ana-babalarına dayanır. Dolayısıyla, bunlar ancak aracıların bulunmadığı takdirde onların yerine geçerler.

Birinci derecenin ardından ikinci derece gelir. Onlar, erkek kardeş, kız kardeş, dede ve ninedir. Bunlar sadece bir vasıtayla yani baba ve anne ile ölüye varırlar. Erkek ve kız kardeşin çocukları ise, ancak kendi ana-babalarının yerine geçerler. Kısacası, önce de açıklandığı gibi her bir derece ardındaki derecede yer alanları engeller; önceki derecedekilerin olmasıyla, sonraki derecede olanlara sıra gelmez.

İkinci dereceden miras alanların ardından üçüncü dereceden miras alan amca, dayı, hala ve teyze yer alır. Bunlarla ölü arasında iki aracı vardır; biri dede veya nine; diğeri ise baba veya annedir. Miras dereceleri bu şekilde devam edip gider.

Ölüye yakınlık ve uzaklık ölçüsünden, iki sebeple yakın olan kimsenin bir sebeple yakın olan kimseye öncelik taşıması konusu ortaya çıkar. Bunun bir misali, ana-baba tarafından akraba olanların sadece baba tarafından akraba olanlara öncelik taşımasıdır; birinci grubun olmasıyla, ikinci grup miras alamaz. Ancak birinci grubun olması, anne tarafından yakınların miras almasını engellemez.

İkincisi: Vârislerle ilgili olarak bir başka açıdan öncelik taşıyıp taşımama hususunda değerlendirme yapılır. Şöyle ki, bazen paylar bir araya toplanır ve terekenin aslından fazla olması sonucu birbirleriyle çelişirler. Kimisine, çelişme durumunda öncesiyle farklı bir hisse belirlenmiştir. Meselâ, erkeğin kendi eşinden aldığı hisse yarıdır; ancak miras alacak evladın olması onun hakkına engel teşkil eder ve erkeğin hissesi dörtte bire iner. Ölen kimsenin eşi, çocuğu olmadığı durumda dörtte bir, çocuğu olduğu takdirde ise, sekizde bir hisse alır. Annenin miras hakkı üçte birdir. Ancak ölenin çocuğu veya kardeşi olursa, miras hakkı altıda bire iner. Ölenin babası ise, çocuk olsun olmasın altıda bir alır.

Kimisine önceden pay belirlendiği hâlde, çelişme durumunda ne olacağı açıklanmamış ve belli bir hisse belirtilmemiştir. Bir kız ve birkaç kız, bir kız kardeş ve birkaç kız kardeş gibi. Bir kız mirasın yarısını, bir kız kardeş üçte ikisini alır; ancak birden fazla oldukları ve çelişme durumunda hisseleri belirtilmemiştir. Buradan, hisselerin terekeden fazla olduğu durumda birinci kısım vârislerin hissesinde eksilme olmadığı ve düşünülebilecek herhangi bir eksiltmenin sadece çelişme durumunda hisseleri belirtilmeyen vârislerin hisselerine ait olduğu gerçeği anlaşılır.

Üçüncüsü: Bazı zamanlar hisseler geriye bırakılan maldan fazla olur. Kocası, ana-baba bir kız kardeşleri olan bir kadının ölmesi gibi. Çünkü bir yarı ve bir de üçte iki hisse söz konusudur ki bu maldan fazladır. Yine ana-baba, iki kız ve kocası olan biri ölürse, aynı durumla karşılaşılır. Çünkü iki altıda bir, iki üçte iki ve bir dörtte bir hisse söz konusudur.

Bazen de tam aksine, geriye bırakılan mal, hisselerden fazla olur. Ölenin sadece bir kızı veya iki kızı olduğu durumlar gibi. [Kur'an-ı Kerim'de sadece malın yarısı hakkında hüküm vardır; diğer yarısının hükmü belirtilmemiştir.] Bunun benzeri misaller de verilebilir. Kur'an ayetlerini tefsir etme niteliğine sahip Ehl-i Beyt kanalından nakledilen hadislerde şöyle bir açıklama yer almıştır: Hisselerin mala oranla fazla olduğu durumlarda, Kur'an-ı Kerim'de haklarında sadece bir hisse belirtilen kimseler hisselerinden az alırlar. Bunlar, kızlar ve kız kardeşlerdir. Ana-baba ve karı gibi Allah'ın çeşitli durumlara göre çeşitli hisseler belirlediği kimseler hakkında hisseden az alma durumu düşünülemez. Aynı şekilde geriye bırakılan malın hisselere oranla fazla olduğu durumlarda, fazlalık önceki durumda eksik almaya mahkum edilen kimselere verilir. Meselâ eğer ölenin sadece bir kızı ve babası olursa, babası belirlenen hissesine göre altıda bir alır; kızı ise, malın yarısını belirlenen hissesine göre, geriye kalanı ise red unvanıyla alır.

Ömer b. Hattab, kendi hilafeti döneminde bu hükmü değiştirmiş ve hisselerin mala oranla fazla olduğu durumlarda "avl" yöntemini geçerli kılmıştır.[ Karşılığı olmayan hisse, hisse sahiplerinin hisselerinin hepsinden eşit oranda alınarak tamamlanır.] Ehl-i Sünnet, malın hisselere oranla fazla olduğu durumlarda ilk dönemde "ta'sib" [yani fazlalığı baba tarafı akrabalarına verme] yöntemini uygulamışlardır. İnşallah hadisler bölümünde "avl ve ta'sib" hakkında ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız.

Dördüncüsü: Erkek ve kadınların miras hisseleri üzerinde derin düşünülünce, ana-baba dışında genel olarak kadının hissesinin erkeğe oranla eksik olduğu sonucunu ortaya çıkar. Annenin hissesi, belirlenen asıl hisseye göre bazen babanın hissesinden fazla olur. Belki de annenin babadan fazla veya babayla eşit oranda miras alması, annenin bağ açısından evladıyla daha fazla iç içeliği, hamilelik ve doğum dönemi zorluklarına, büyütme ve terbiyeyle ilgili bütün zahmetlere katlanmış olmasından kaynaklanıyor. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Biz insana, ana-babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşınması ile sütten kesilmesi, otuz ay sürer. (Ahkaf, 15) Hiç şüphesiz annenin hissesinin, kadınların erkeğin yarısı kadar olma durumundan onlarla eşit veya daha fazla miras alma durumuna yükselişi, kanun koyucunun onu kollamasını ve daha fazla saygıyı hakkettiğini gösterir.

Erkeğin hissesinin kadının iki katı kadar olmasına gelince, bu hususta erkeğin yaşantıyı idare etmekte kadına oranla sahip olduğu akıl üstünlüğü ve kadınla ilgili gerekli harcamaların onun uhdesine olduğu gerçeği göz önünde bulundurulmuştur. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Allah'ın insanlardan bir kısmını diğer bir kısmından üstün kılması ve mallarından harcama yaptıkları için, erkekler kadınların yöneticisidirler. (Nisâ, 34) Bu ayetin orijinalinde geçen "kavvam" kelimesi, yaşamı idare etmek anlamına gelen "kıyam" kelimesinden türemiştir. "Üstün kılmak"tan maksat, erkeğin akıl açısından olan üstünlüğüdür. Çünkü, erkeğin hayatı düşünce ve akıl ağırlıklı iken, kadının hayatı duygu ağırlıklıdır. Malın dizginini ve onunla ilgili bütün yetkileri, üstün akla ve yönetime sahip bir ele vermek, heyecan ve ince duyguların yönettiği bir ele teslim etmekten daha doğru olur. Tanınan bu yetki, şimdiki kuşaktan gelecek kuşağa intikal eden dünyadaki mevcut servetin üçte ikisinin yönetiminin erkeklere, üçte birinin yönetiminin de kadınlara verilmesini gerektirir. Demek ki, toplumun hâlini düzeltecek ve hayatı saadetli kılacak aklın yönetimi, heyecan ve ince duyguların yönetimine ağır basmıştır.

Kadının miras konusunda uğradığı bu eksiklik, yüce Allah'ın kadınlar hakkında adaleti gözetmelerine dair erkeklere yöneltmiş olduğu emirle telafi edilmiştir. Verilen emir gereği, kadınlar erkeklerin elinde bulunan üçte iki hisseye de ortaktırlar. Böylece kadınlar mülkiyetini ellerinde bulundurdukları ve istedikleri şekilde üzerinde tasarrufta bulundukları üçte bir bölümün yanı sıra, erkeklerin elinde bulunan üçte iki bölümün yarısını masraflarının karşılanması için kendilerine ihtisas ederler.

Bu bırakılan şaşırtıcı yasa ve durumun sonucunda erkek ve kadın mülkiyet ve harcama alanında birbirinin tam tersi bir konumda olurlar. Dünyadaki servetin üçte ikisinin mülkiyeti erkeğe ait olurken, ancak üçte bir bölümü ona harcanır. Kadın ise, üçte birinin mülkiyetine sahip iken, üçte iki miktarı ona harcanır. Bu farklılığın gerekçesi ise, bir yandan erkekte akıl gücünün heyecan ve ince duygulara baskın gelmesidir ki koruma, değiştirme, üretme ve kâr edinme şeklinde gerçekleşen malî yönetmenlik, bununla daha fazla örtüşür. Diğer taraftan kadında ince duygular ve heyecanlar akıl gücüne ağır basar ki bu da harcama ve masraf olgusuyla daha fazla örtüşür. İşte bu husus, İslâm'ın miras ve nafakalar hususunda erkekle kadın arasında fark gözetmesinin sırrı ve sebebidir.

Buna göre, yüce Allah'ın "Allah'ın insanlardan bir kısmını diğer bir kısmından üstün kılması..." ayetinde vurguladığı üstünlükte, erkeğin doğası gereği akıl gücünün fazla oluşu ve bu hususta kadına olan üstünlüğünün ölçü alındığını söylemek daha uygundur. Bu hususta erkeğin sert ve zorluklarda daha dayanıklı ve güçlü bir vücut yapısına sahip olması ölçü alınmamıştır. Erkeklerin sert oluşları, onları kadından ayıran yapısal bir özelliktir ve insanın oluşturduğu toplumda bu özelliği savunma, koruma, çetin işler, zorluk ve kederlere göğüs germe, korkunç ve hoşlanılmayan durumlarda kendini yitirmeme gibi hususlarda birtakım büyük sonuçlar izler. Bunlar, tabiatıyla kadınların üstlenemeyeceği kaçınılmaz yaşantı durumlarıdır.

Ancak bununla birlikte, kadınlar da aklın karşıtı olan ve toplumsal hayatta kaçınılmaz ve zorunlu olan ince duygu ve heyecanlarla donatılmışlardır. Bu niteliğin önemli sonuçları, sevgi, ünsiyet, gönüllere rahatlık kazandırma, acıma, şefkat, nesli çoğaltmanın zorluklarına katlanma, hamilelik ve doğum dönemine ait zorluklara göğüs germe, büyütme, terbiye ve eğitimi üstlenme, ayrıca ev işleri sorumluluğu gibi hususlarda kendini gösterir. Yumuşaklık ve acıma olmaksızın sadece sertlik ve kabalıkla, şehvet iç güdüsü olmaksızın sadece öfke iç güdüsüyle insanın durumu ve aynı şekilde iticilik olmaksızın sadece çekicilikle dünyanın durumu düzene girmez.

Kısacası, erkek ve kadın hakkında adalet üzere kurulu iki donatım şeklidir bu. Erkek ve kadın grubundan oluşan karışık insan toplumunda hayatın iki kefesi, bu iki hususla eşitlik kazanır. Allah'ın kelamında sapma ve hükmünde haksızlık düşünülemez; Allah, bunlardan yüce ve münezzehtir. "Yoksa, Allah ve Resulünün kendilerine zulüm ve haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar." (bk. Nûr, 50) "Senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez." (bk. Kehf, 49)"Hepiniz birbirinizdensiniz." (Âl- İmrân, 195) buyuran işte yüce Allah'tır. "Allah'ın insanlardan bir kısmını diğer bir kısmından üstün kılması..." ifadesinde de işte bu birbirinden olma gerçeğine işaret edilmiştir.

Başka bir ayette şöyle buyurmuştur: "Sizi topraktan yaratması, O-'nun delillerindendir. Sonra siz, her tarafa yayılan insanlar oluverdiniz.Kendileriyle sükûn bulmanız için size kendinizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet peyda etmesi de O'nun delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır." (Rum, 20-21) Bu iki ayetteki şaşırtıcı açıklama üzerinde bir düşünelim. Yüce Al-lah insanı yayılmakla nitelemiştir. (Ayette erkekle kadının birbirinin karşısında gündeme getirilmeleri, birinci ayette insandan erkeğin kast-edildiğine ilişkin bir ipucudur.) Yayılmak, geçimi sağlamak için çalışmak demektir. Güce ve zora başvurarak hayatın gereklerini elde etme girişimlerinin hepsi buna dayanır. Birbirine galip gelme yönündeki çabalarda, savaşlarda ve yağmalamalarda da güdülen amaç, aynı şeydir. Eğer insan için sadece bu tür bir yayılma düşünülecek olsaydı, insan fertleri biri saldıran diğeri ise kaçan olmak üzere iki gruba bölünürdü.

Ancak yüce Allah, kadınları yaratıp onları erkeklerin sükûn bulmasını sağlayacak şeyle donattı ve eşler arasına sevgi ve merhamet yerleştirdi. Böylece kadınlar güzellik, ince hareketler, sevgi ve muhabbetle erkekleri kendilerine çekerler. Kısacası, kadınlar insan toplumunun ilk rükünleri ve asıl etkenleridirler.

Bu yüzden İslâm dini evlilikten ibaret olan ev topluluğunu bu hususta ana temel olarak görmüş ve yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız, en takvalı olanınızdır." (Hucurât, 13) Bu ayette ilk önce erkek ve kadının evlenmesine ve bunun sonucunda insan soyunun devam etmesine değinilmiş ve daha sonra milletler ve kabilelerden oluşan büyük insan toplumu ona dayandırılmıştır.

Bu ayetin son cümlesinden "Allah'ın insanlardan bir kısmını diğer bir kısmından üstün kılması..." ifadesindeki üstünlükten İslâm'da gerçek üstünlük ölçüsü bilinen keramet ve yüceliğin kastedilmediği anlaşılır. İslâm'da yücelik ve keramete, Allah'a yaklaşma ile ulaşılabilir ancak. Söz konusu üstünlükten, toplumun durumunun en iyi bir şekilde düzene girmesini sağlayacak ve dünyevî hayat yani geçim mekanizmasını en güzel bir şekilde düzene sokacak şeyle donatılma hususunda erkeğe verilen üstünlüktür. İslâm, maddî hayat dışında yararlanılmayan insanın cismiyle ilgili sahip olduğu fazlalıklara önem vermez. Bunları sadece kendisiyle Allah katında olana varılacak araçlar olarak görür.

Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan şu sonuç ortaya çıkar: Er-keklere, akıl açısından kadınlara oranla üstünlük tanınmıştır. Bu üstünlük, miras ve benzeri konularda kadınlarla farklılığı gerektirir. Ancak buradaki üstünlük, fazlalık anlamındadır. İslâm'ın önemsediği keramet ve yücelik anlamına gelen üstünlük ise, kimde olduğuna bakılmaksızın takva ve Allah'tan korkmaktır.

Ayetlerin Hadisler Işığında Açıklaması

ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde Abd b. Hamid, Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei, İbn-i Mace, İbn-i Cerir, İbn-i Münzir, İbn-i Ebu Hatem ve Beyhaki -Sünen adlı eserinde- Cabir b. Abdullah kanalıyla şöyle rivayet ederler: "Ben hastayken Rasulullah (s.a.a) ve Ebu Bekir "Beni Seleme" kabilesinden bir grupla yürüyerek görüşüme geldiler. Rasulullah (s.a.a) beni baygın bir durumda görünce su istediler. Abdest alıp o sudan benim üzerime serptiler. Hemen ardından kendime geldim ve "Malım hakkında ne yapmamı emredersin ey Allah'ın elçisi?" dedim. Bunun üzerine şu ayet indi: "Allah, size evlatlarınız hakkında (şunu) tavsiye eder: Erkeğin payı iki kızın payı kadardır." (Nisâ, 11)

Ben derim ki: Birçok kez açıkladığımız gibi, bir ayetle ilgili olarak birkaç nüzul sebebinin nakledilmesinin ve hepsinin nüzul sebebi olmasının sakıncası yoktur. İnen ayetin belirli bir nüzul sebebine sınırlı olmamasında hiçbir sakınca olmadığı gibi birkaç olayın ayetin iniş dönemine rastlamasının ve ayetin içeriğinin hepsiyle örtüşmesinde de sakınca yoktur. Dolayısıyla Cabir'in malın bölünmesiyle ilgili bir yükümlülüğü olmadığı hâlde ayetle ona cevap verilmesinin yersiz olduğuna dayanılarak hadisin "Malım hakkında ne yapmamı emredersin ey Allah'ın elçisi?" dedim. Bunun üzerine şu ayet indi..." bölümünün hadisin doğruluğuna gölge düşürdüğü söylenemez. Aynı eserde Abd b. Hamid ve Hâkim'e dayanarak Cabir'den nakledilen şu rivayet daha şaşırtıcıdır: "Ben hasta iken Rasulullah durumumu öğrenmek için beni görmeye geldi. Ben ona "Malımı çocuklarım arasında nasıl böleyim" diye sordum. Bana cevap vermedi ve "Allah, size evlatlarınız hakkında (şunu) tavsiye eder..." ayeti indi." (c.2, s.125)

Aynı eserde İbn-i Cerir ve İbn-i Ebu Hatem, Süddi'den şöyle rivayet ederler: "Cahiliye dönemi insanları, kız çocuklarına, güçsüz ve zayıf olan erkek çocuklarına miras hakkı tanımazlardı. Savaşma gücüne sahip olanlar dışında hiçbir erkek babasından miras alamazdı. Şair Hassan'ın kardeşi Abdurrahman ölüp kendisinden Ümmü Kuhhe adında bir eşi ve beş kızı kalınca, diğer vârisler gelip onun bıraktığı malı alıp götürdüler. Ümmü Kuhha durumu Peygambere (s.a.a) götürdü. Bunun üzerine Allah, şu ayeti indirdi: "Çocuklar ikiden fazla kız olurlarsa, ölünün geriye bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer yalnız bir kız olursa, yarısı onundur." Daha sonra Peygamber Efendimiz Ümmü Kuhha ile ilgili olarak şu bölümü okudu: "Çocuğunuz yoksa, bıraktığınızın dörtte biri onlarındır (eşlerinizindir); çocuğunuz varsa, bıraktığınızın sekizde biri onlarındır." (c.2, s.125)

Yine aynı eserde, önceki rivayette adı geçenler, İbn-i Abbas'tan şöyle rivayet ederler: "Allah'ın erkek ve kız çocuğu ve ana-baba ile ilgili miras hisselerini belirlediği feraiz yani hisselerle ilgili ayet inince, halkın hepsi veya bazısı bundan hoşlanmayıp şöyle dediler: 'Ölenin eşine dörtte bir veya sekizde bir ve bir kıza yarı hak mı tanıyorsun? Küçük çocuğa da miras verilir mi? Oysa bunların hiçbirisi düşmanla savaşamaz ve ganimet elde edemez.' Cahiliye döneminde bu geleneği uygularlardı. Mirası sadece düşmanla savaşabilen kimselere verirler ve bu hususta sırasıyla büyük olana öncelik tanırlardı." (c.2, s.125)

Ben derim ki: Ölünün savaşabilecek büyük oğlu olmadığında mirası baba tarafından yakın olanlara vermek demek olan ta'sib olayı da buradan kaynaklanmıştır. Ehl-i Sünnet, hisseler mirası kapsamadığı ve mal hisselere oranla fazla olduğu durumda bu yöntemi uygulamışlardır. Ehl-i Sünnet kanalıyla nakledilen hadislerde bu hususa değinen rivayetlere rastlamak mümkündür. Ancak Ehl-i Beyt (Hepsine selam olsun) kanalıyla ta'sibin doğru olmadığını ifade eden birçok hadis nakledilmiştir. Bu hadislerde, hisselerden fazla kalan miktarın malın hisselerden az olduğu durumda eksik almaya mahkum edilen kimseye verilmesi gerektiği vurgulanmıştır. Onlar da çocuklar, baba-ana bir veya sadece baba bir kardeşlerdir. Bazı durumlarda da, fazlalık babaya verilir. Önce de açıkladığımız gibi, ayetlerden anlaşılan da budur.

Yine aynı eserde, Hâkim ve Beyhaki, İbn-i Abbas'tan şöyle rivayet ederler: "Hisselerle ilgili olarak avl yöntemini ilk kez Ömer uyguladı; o miras düzenini bozdu ve bu yöntemi savunarak şöyle dedi: "Allah'a andolsun! Sizinle ne yapacağımı bilmiyorum. Allah'a andolsun! Allah hanginize öncelik tanımış ve hanginizi tehir etmiş bilmiyorum. Bu değersiz malı eşit hisselere ayırmaktan daha iyi bir yöntem bulamıyorum." İbn-i Abbas daha sonra şunları ekledi: "Allah'a andolsun! Eğer o Allah'ın öne geçirdiğini öne geçirir ve tehir ettiğini de tehir etmiş olsaydı, asla hisselerde eksiklik meydana gelmezdi." İbn-i Abbas'a "Allah hangi hisseye öncelik tanımıştır?" şeklinde bir soru yöneltilince şu cevabı verdi: "Allah'ın bir hisseden ancak ayrı belirli bir hisseye indirgediği şahısların hissesi, O'nun öncelik tanıdığı hissedir. Belirlenen hisseden düşüş kaydedince, kendisine ayrı bir hisse belirlenmeyen ve sadece geriye kalanı miras alan kimsenin hissesi, Allah'ın tehir ettiği hissedir. Öncelik tanınan kimsenin misali, karı-koca ve annedir. Tehir edilen kimse ise, kız kardeşler ve kızlardır. Dolayısıyla hem Allah'ın kendisine öncelik tanıdığı, hem de tehir ettiği kimseler vâris olurlarsa, Allah'ın öncelik tanıdığı kimseyle başlanılır ve ilk önce eksiksiz olarak onun hakkı verilir. Geriye bir şey kalırsa, diğerlerine verilir; bir şey kalmazsa, onlara hiçbir şey verilmez." (c.2, s.127)

Yine aynı eserde, Said b. Mansur, İbn-i Abbas'tan şöyle rivayet eder: "Çölün kumlarının sayısını bilen Allah'ın, malı yarı, üçte bir ve dörtte bir şeklinde böldüğünü biliyor musunuz? Yani, malı iki yarı, üç tane üçte bir ve dört tane dörtte bir kılmıştır." (c.2, s.127)

Yine aynı eserde, Said b. Mansur, Ata'dan şöyle rivayet eder: "İbn-i Abbas'a 'Halk ne benim ne de senin sözünü dinliyorlar. Ben ve sen öldükten sonra, insanlar hiçbir mirası senin dediğin üzere bölmezler' dedim. O bana şöyle dedi: "İnsanlar toplanıp gelsinler de hep birlikte elimizi Kabe'nin rüknü üzerine bırakalım. Daha sonra dua edelim ve Allah'ın lânetini yalan söyleyenlerin üstüne kılalım. Allah'ın hükmü onların söylediği gibi değildir." (c.2, s.127)

Bu içerik ileride açıklanacağı üzere Şia kanallarıyla da İbn-i Ab-bas'tan aktarılmıştır.

el-Kâfi adlı eserde, Zühri'den o da Ubeydullah b. Abdullah b. Ut-be'den şöyle bir rivayet aktarılır: "İbn-i Abbas'la birlikte oturmuştuk. Mirastaki hisselerin söz konusu olması istenildi. Bunun üzerine İbn-i Abbas şöyle dedi: 'Yüce Allah pak ve münezzehtir. Çölün kumlarının sayısını bilen Allah miras malını yarı, yarı ve üçte bir olarak böldüğünü biliyor musunuz? İki yarı malda düşünülür. Peki üçte bir nerede kaldı?' Zufer b. Avs-i Basri cevapta: 'Ey Eba Abbas, hisselerde ilk olarak avl yöntemini kim uyguladı?' dedi. İbn-i Abbas, şöyle cevap verdi: İlk olarak bunu Ömer b. Hattab uyguladı. O karışık birtakım hisseleri fark edince, mirastaki bölme düzenini bozdu ve şöyle dedi: 'Allah'a andolsun! Allah hanginize öncelik tanımış ve hanginizi tehir etmiş bilmiyorum. Bu değersiz malı eşit hisselere ayırmaktan ve fazlalığı her hak sahibinin hakkına artırmaktan daha kolay bir yöntem bulamıyorum.' Böylece o, mirastaki hisselere avl yöntemini sokmuş oldu.

Allah'a andolsun! Eğer o Allah'ın öne geçirdiğini öne geçirir ve tehir ettiğini de tehir etmiş olsaydı, asla hisselerde eksiklik meydana gelmezdi." Zufer b. Avs, "Allah hangi hisseye öncelik tanımış ve hangisini tehir etmiştir?" şeklinde bir soru yöneltince, İbn-i Abbas şu cevabı verdi: "Allah'ın bir hisseden ancak ayrı belirli bir hisseye indirgediği şahısların hissesi, O'nun öncelik tanıdığı hissedir. Allah'ın tehir ettiği hisseye gelince; belirlenen hisseden düşüş kaydedince, kendisine ayrı bir hisse belirlenmeyen ve sadece geriye kalanı miras alan kimsenin hissesidir; işte Allah'ın tehir ettiği hisse budur.

Kendisine öncelik tanınan kimselerden birisi, kocadır. Mirasın yarısı onundur. Ancak onu bu konumundan alıkoyacak bir şey gerçekleşirse [eşinin çocukları olursa] hissesi dörtte bire dönüşür. Artık hiçbir şey onu bu konumundan aşağı düşüremez. Öncelik tanınan kimselerden birisi de, karıdır. Mirasın dörtte biri ona verilir; ancak olduğu konumu kaybedince [kocasının çocukları olursa], hissesi sekizde bire iner. Artık hiçbir şey onu sekizde bir hisseyi almaktan alıkoyamaz. Öncelik tanınan kimselerden birisi de, annedir. Mirasın üçte biri onundur. Ancak bu konumunu yitirince [ölünün kardeşleri olursa], hissesi altıda bire dönüşür. Artık hiçbir şey onu bu hisseyi almaktan engelleyemez. İşte bunlar Allah'ın öncelik tanıdığı hisselerdir.

Tehir edilen hisse ise, kızların ve kız kardeşlerin hisseleridir. İlkine mirasın yarısı, ikincisine ise üçte ikisi verilir. Diğer hisseler bunları oldukları konumlarından aşağı düşürürlerse, [yani hisseler mirastan fazla olursa] bunlara ancak geriye kalan miktar verilir. İşte Allah'ın tehir ettiği hisseler bunlardır. Dolayısıyla hem Allah'ın kendisine öncelik tanıdığı, hem de tehir ettiği kimseler vâris olurlarsa, Allah'ın öncelik tanıdığı kimseyle başlanılır ve ilk önce eksiksiz olarak onun hakkı verilir. Geriye bir şey kalırsa, tehir edilene verilir; bir şey kalmazsa, hiçbir şey verilmez."

Zufer, İbn-i Abbas'a "Bu görüşü Ömer'e sunmaktan seni alıkoyan nedir?" deyince, o "Onun heybetli oluşu" diye cevap verdi." (Füru-u Kafi, c.7, s.79-80, h:3)

Ben derim ki: Mirasta avl yönteminin doğru olmadığını İbn-i Ab-bas'tan önce Hz. Ali (a.s) belirtmiştir. İleride açıklanacağı üzere Ehl-i Beyt İmamlarının görüşü de budur.

el-Kâfi adlı eserde nakledilen bir hadiste İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği belirtilir: Emir-ül Mü'minin Hz. Ali (a.s) şöyle buyururdu: "Çö-lün kumlu bölümünün kumlarının sayısını bilen Allah, hisselerin altıdan eksik olmadığını bilir. Siz de eğer onun sebebini bilseniz, altı sayısını geçmediğini anlarsınız." (Füru-u Kafi, c.7, s.79-80, h:2)

Ben derim ki: Hadisin orijinalinde geçen "alic" Sihah-ul Lügat adlı eserde belirtildiğine göre, çölün kumlu olan bölümüne denir. Hadiste geçen "İnne's- sihame la teûlu ale's sitteti" cümlesi, hisselerin altıdan şaşmamasını ve sonuç olarak ayrı bir şeye değiştirme imkanı bulunmadığını ifade eder. Söz konusu altı hisse ise, Kur'an-ı Kerim'de "yarı, üçte bir, üçte iki, dörtte bir, altıda bir ve sekizde bir" olmak üzere apaçık belirtilen hisselerdir.

Aynı eserde İmam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet edilir: Emir,ül Mü'-minin Hz. Ali (a.s) buyurdu ki: "Hamd, geride olanı öne geçirmeyen ve önde olanı geriye atmayan Allah'a mahsustur." Daha sonra eliyle öteki eline vurup şöyle dedi: "Ey kendilerine gönderilen Peygamberden sonra şaşkınlığa düşen ümmet, eğer Allah'ın öne geçirdiğini öne geçirseydiniz, O'nun sona bıraktığını geri planda tutsaydınız, velayet ve veraseti [Resulullah'ın halifeliğini] Allah'ın kıldığı yerde kılsaydınız, hiçbir Allah dostu yoksulluğa düşmez, Allah'ın belirttiği hisselerden hiçbirisinde eksiklik meydana gelmez, Allah'ın hükmünde iki kişi ayrılığa düşmez ve Allah'ın emriyle ilgili hiçbir şeyde ümmet anlaşmazlığa düşmezdi. Çünkü Allah kitabından bütün bunların ilmi, Ali'nin yanında mevcuttur. Buna göre, işinizin vebalini ve yaptığınız kusurlarınızın sonucunu tadın. Allah kullarına asla zulüm etmez. Haksızlık edenler, hangi akıbete döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Füru-u Kafi, c.7, s.78, h:1)

Ben derim ki: Vârislerin paylarında eksiklik meydana gelmesini, yapılan açıklamalara ilaveten şöyle açıklayabiliriz: Yüce Allah'ın kelamında "yarı, üçte bir, üçte iki, dörtte bir, altıda bir ve sekizde bir" olmak üzere altı hisse söz konusu edilmiştir. Bazen bu hisseler birbiriyle çelişecek şekilde bazısı bazısıyla bir araya gelir. Meselâ, bazen birinci dereceden miras alan kız, baba, anne ve kocanın hisseleri olan yarı, iki altıda bir ve dörtte bir hisseleri toplanır ve böylece hisseler mala oranla artış gösterir. Aynı şekilde, birinci dereceden miras alan iki kıza, ana-babaya ve kocaya ait olan iki üçte bir, iki altıda bir ve dörtte birlik hisseler bir araya toplanır ve birbirleriyle çelişirler. Aynen ikinci dereceden miras alan kız kardeş, baba ve anne tarafından dede ve nine ve karının hisseleri olan yarı, üçte bir, dörtte bir ve altıda bir hisseler bir araya gelir. Yine bu dereceden iki kız kardeşe, dede ve nineye ve karıya ait olan iki üçte ikilik, üçte birlik, dörtte birlik ve altıda birlik hisseler bir araya gelirler.

Bu durumda, eksikliği eşit olarak bütün hisselere dağıtırsak, avl meydana gelir. Ancak ana-babanın, karı-kocanın ve anne tarafından yakınların payları olan üçte bir, altıda bir, yarı, dörtte bir ve sekizde bir hisselerde eksiklik meydana gelmesini önlersek, -çünkü Allah'ın kendisi bu hisseleri bu şekilde belirlemiş ve hiçbir durumda belirsiz bırakmamıştır. Tam tersine bir veya birden fazla kızın, ana-baba bir olan veya sadece baba bir olan bir tek kız kardeşin veya birkaç kız kardeşin, bir veya birden fazla erkek ve kadının hisseleri bütün durumlarda belirtilmemiş ve sadece bir hisseyle yetinilmiştir- eksiklik devamlı çocukların, kardeşlerin ve kız kardeşlerin hisselerine yönelir.

Mal hisselerden fazla olduğu durumda fazlalıkta nasıl red yönteminin uygulanacağı hakkında hadis ve fıkıhla ilgili kitaplara başvurunuz.

ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Hâkim ve Beyhaki Sünen adlı eserinde Zeyd b. Sabit'ten şöyle rivayet ederler: "O (Zeyd), annenin üçte bir miras alması, iki kardeş aracılığıyla engellendiği görüşünü savunurdu. Ona: "Ey Eba Said, Allah "Ölenin kardeşleri olursa" buyurmuştur [yani ayette üç ve üçten fazla kardeş olduğu durumda annenin belirlenen ilk hisseden mahrum olduğu yer almıştır] oysa sen iki kardeşi annenin ilk hisseyi almasını engellediğini söylüyorsun." diye itiraz edilince, şöyle cevap verdi: "Araplar iki kardeşe de "ihve=kardeş-ler" der." (c.2, s.126)

Ben derim ki: "İhve" kelimesi "ah" kelimesinin çoğulu olduğu ve çoğul kelimenin üçten az olduğu durumlarda kullanılmadığı maruf olmasına rağmen Ehl-i Beyt İmamlarından (onlara selam olsun) rivayet edilen de budur.

el- Kâfi adlı eserde İmam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet edilir: "Anneyi üçte bir hissesini almaktan ancak, ana-baba bir veya baba bir olan iki erkek kardeş veya dört kız kardeş engeller." (Füru-u Kafi, c.7, s.92, h:2)

Ben derim ki: Bu konuda birçok hadis vardır. Anne tarafından bir olan kardeşler, ölüye anne aracılığıyla vardıklarından anneye engel olamazlar; aksine anne onlara engel teşkil eder. Şia ve Ehl-i Sünnet kanalıyla nakledilen rivayetlerde, kardeşlerin annenin hissesine engel olduğu ancak bununla birlikte miras almada kendilerine öncelik tanınan ana-baba gibi mirasçıların olması sebebiyle miras alma hakkına sahip olmadıkları yer almıştır. Buna göre, kardeşlerin miras alma hakları olmadığı hâlde annenin üçte bir hisse almasını engellemeleri, hisselere oranla fazla kalan malın ona reddedilmesi açısından babanın durumunu bir tür gözetlemektir. Böylece, ana bir kardeşlerin anneye engel olmamalarının nedeni ortaya çıkmış oldu. Çünkü, bunların yükünü kendi babaları üstlenir, ölenin babası değil.

Mecma-ul Beyan tefsirinde, "Paylar, ölenin ettiği vasiyet veya borcun düşülmesinden sonradır." ayetiyle ilgili olarak Emir-el Mü'mi-nin Hz. Ali'den (a.s) şöyle bir açıklamaya yer verilir: "Kur'an okurken bu ayette vasiyeti borçtan önce okursunuz; ama Resulullah (s.a.a) vasiyete amel edilmeden önce borcun verilmesine hüküm verirdi."

Suyuti ed-Dürr-ül Mensûr adlı tefsirinde bu rivayeti, birçok hadis ve tefsir bilginlerinden nakletmiştir.

el-Kâfi adlı eserde, kelâlenin anlamıyla ilgili olarak İmam Sadık-'tan (a.s) "İnsanın babası ve evladı olmayan kimsedir." şeklinde bir hadise yer verilmiştir. (Füru-u Kafi, c.7, s.99, h:2-3)

Yine aynı eserde, İmam Sadık'ın (a.s) "Eğer miras bırakan erkek veya kadının ana-babası ve çocuğu olmayıp bir erkek veya bir kız kardeşi varsa..." ayetiyle ilgili olarak "Bu ayette sadece, anne bir erkek ve kız kardeşler kastedilmiştir." buyurduğu aktarılmıştır. (Füru-u Kafi, c.7, s.101, h:3)

Ben derim ki: Bu hususta birçok hadis mevcuttur ki Ehl-i Sünnet onları rivayet etmiştir. Bu hususa ve yine sadece baba bir veya ana-baba bir erkek ve kız kardeşle ilgili hükmün bu surenin son bulduğu "Senden fetva isterler. De ki: Allah, ana-babası ve çocuğu olmayan kimsenin hakkındaki hükmü şöyle açıklıyor..." ayetinde açıklandığına değinen rivayetler müstafiz haddine ulaşmıştır.

Bu surenin son ayetinde, söz konusu kimseler için açıklanan hisselerin bu ayetteki hisselere oranla iki kat veya daha fazla olması, açıklamamıza ışık tutacak şahitlerden biridir. Ayetlerin akışından ve açıklanan hisselerden, yüce Allah'ın genelde mümkün olduğu kadarıyla erkeklerin hissesini iki kat veya ona yaklaşık bir derecede kadınlara oranla fazla kıldığı anlaşılıyor. Söz konusu kimseler, ölüye ya ana-baba veya ikisinden biri aracılığıyla ulaşırlar. Dolayısıyla ana-babanın kendisinde gözetlenen farklılık, bunlara da geçer ve sonuçta ana-baba bir veya sadece baba bir olan mezkur kimseler, sadece anne bir olanlara hisse açısından öncelik taşırlar. Buradan az hissenin anne bir, çok hissenin de onun dışında olana ait olduğu gerçeği ortaya çıkmış olur.

Maani-l Ahbar adlı eserde, Muhammed b. Sinan'a ulaştırdığı isnat zinciri ile şöyle bir rivayete yer verilir: "İmam Rıza (a.s), Muhammed b. Sinan'ın sormuş olduğu sorulara verdiği cevapta mirastan, kadınlara erkeklerin yarısı kadar verilmesinin nedenini şöyle açıkladı: "Çünkü, kadın evlenirken [mehir] alır; erkek ise verir. Bu sebeple, erkeklere fazla hisse verilir. Erkeğe kadının iki katı kadar verilmesinin bir başka nedeni ise şudur: İhtiyacı olduğu takdirde kadın, iaşesi erkeğin üzerine olan ailesidir. Kadının ihtiyaçlarını gidermek ve nafakasını karşılamak erkeğin üzerinedir. Ancak erkek muhtaç olsa bile, kadın onun ihtiyaçlarını gider-mek ve nafakasını karşılamakla yükümlü değildir. İşte bu yüzden erkeğin hissesi fazladır. Yüce Allah buna işaretle şöyle buyurmuştur: "Allah-'ın insanlardan bir kısmını diğer bir kısmından üstün kılması ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisidirler."

el-Kâfi adlı eserde müellif kendi rivayet zinciri ile Ahvel'den şöyle rivayet eder: İbn-i Ebil Avca': "Ne olmuş da zayıf ve yoksul kadın mirastan bir hisse, erkekler ise iki hisse alıyorlar?" diyerek İslâm'ın görüşüne eleştiride bulunurdu. İmam Sadık'ın (a.s) ashabından birisi bu konuyu o hazretin yanında söz konusu etti. Bunun üzerine İmam şöyle buyurdu: "Kadın ne cihat etmekle, ne nafaka ile ve ne de hata ile işlenen cinayetin diyetini vermekle yükümlü tutulur. Bütün bunlar erkeklerin üzerinedir. Bu yüzden kadının hissesi bir, erkeğinki ise iki kılınmıştır." (Fürû-u Kâfi, c.7, s.85, h:3)

Bu anlamda birçok hadis nakledilmiştir ve daha önce Kur'an-ı Kerim'in bu hususa delâlet ettiğini açıklamıştık.

BirkaçBölümde İlmî İnceleme

1- Mirasın Ortaya Çıkışı

Miras, yani hayattaki bazı kimselerin ölünün bıraktığı mala sahip olmaları, insan toplumlarında geçerli olan en eski geleneklerden biridir. Ümmetlerin ve milletlerin elimizdeki tarihleri bu geleneğin ne zaman başladığını göstermekten âcizdir.

Miras olayı bir gelenek olmanın yanı sıra işin tabiatı da bunu gerektiriyor. Çünkü toplum hâlinde yaşayan insanın tabiatını dikkatle incelediğimizde görüyoruz ki o, sahipsiz malı kendi ihtiyaçları için kullanma konusunda istekli ve arzuludur. Engelsiz olarak sahip olabildiği malı kullanmak onun en köklü âdetlerindendir. Yine şunu görüyoruz ki, gerek ilkel toplumları, gerekse uygar toplumları icat eden insan, toplumdaki fertler hakkında (akrabalık ve öncelikle sonuçlanan) yakınlık ve velayeti geçerli tanır. Akrabalığı ve veliliği ortaya çıkaran bu geçerlilik aile, oymak, aşiret ve kabile gibi gruplaşmaların temel dayanağını oluşturur.

Buna göre toplumda bazı fertlerin kendilerini birbirlerine yakın saymaları kaçınılmazdır. Evladın ana babasını, akrabanın akrabasını, arkadaşın arkadaşını, efendinin kölesini, eşlerin birbirlerini, yönetenin yönetileni, hatta güçlünün zayıfı kendine yakın hissetmesi gibi. Gerçi toplumlarda bu yakınlığın ölçüsü kimi zaman neredeyse belirlenemeyecek derecede farklılık gösterir. Fakat her toplumun fertleri arasında bu ilişki vardır. Bu iki olgu mirasın en eski sosyal geleneklerden biri olmasını gerektirmiştir.

2- Mirasın Tedricî Değişimi

Miras, toplumun diğer gelenekleri gibi ortaya çıktığından beri çeşitli değişmelere uğramış, birçok gelişmeler göstermiştir. Fakat ilkel toplumlarda istikrar olmadığı için onların tarihlerinde bu gelişimin düzenli aşamalarını güvenilir biçimde belirlemek zordur.

O toplumlar hakkında kesin olarak söyleyebileceğimiz şudur: On-lar kadınları ve zayıfları mirastan mahrum tutuyorlardı. Onlarda miras güçlülere mahsus bir imtiyazdı. Bunun tek sebebi o toplumların kadınlara ve köle, çocuk gibi zayıf fertlere evcil hayvan ve eşya muamelesi yapmaları idi. Onlara göre bunlar insanların kendilerinden yararlanmaları için vardılar. Yoksa onların insanlardan, insanların elindeki imkânlardan ve insana mahsus sosyal haklardan yararlanmaları söz ko-nusu değildi.

Bununla birlikte bu toplumlarda güçlünün kim olduğu konusu dönemden döneme değişiklik göstermiştir. Kimi zaman oymak veya aşiret reisi, kimi zaman aile reisi, başka bir dönem kavmin en yiğit, en kabadayı kişisi güçlü sayıldı. Bu farklılıklar doğal olarak miras geleneğinde köklü değişikliklerin görülmesini gerektirmiştir.

Fakat bu gelenekler insan fıtratının aradığı mutluluğu temin edemedikleri için sık sık değişikliğe uğruyorlardı. Hatta Romalılar ve Eski Yunanlılar gibi kanunlara veya kanunların yerini tutan oturmuş milli geleneklere sahip toplumlarda bile durum böyle idi. Milletler arasında egemen olan hiçbir miras kanunu, İslâm'ın miras kanunu gibi günümüze kadar yaşayamamıştır. İslâm kanunu ortaya çıkışından günümüze kadar yaklaşık on dört yüz yıldan beri İslâm milletleri arasında yürürlükte kalmıştır.

3-Uygar Milletlerde Miras

Romalıların bir özellikleri aileye bağımsızlık tanımaları idi. Bu bağımsızlık aileyi toplumun genelinden ayırıyor, fertlerine ilişkin sosyal hakların çoğunda onu hükümetin nüfuzundan koruyordu. Böylece aile emirler, yasaklar, cezalar ve siyaset gibi alanlarda bağımsız yaşıyordu. Aile reisine eşten, çocuklardan ve kölelerden oluşan ev halkı tapardı. Ev halkı içinde tek mülk sahibi oydu. O sağ oldukça ondan başka hiçbir aile ferdî mülk sahibi olamazdı. O aile fertlerinin velisi, hayatlarının düzenleyicisi idi. Onlara ilişkin iradesi mutlak anlamda geçerli idi. O da atası olan eski bir aile reisine tapardı.

Eğer mirasçısı aile olan bir mal elde edilirse, meselâ aile reisinin izni ile dışarıda mal kazanan oğullardan biri ölürse veya aile reisinin izni ile evlenen kızlardan veya akrabalardan biri ölür de başlık olarak geriye mal bırakırsa, bu miras aileye kalır ve bu mirasın maliki aile reisi olurdu. Çünkü bu durum onun aile reisliğinin, aile ve ev halkına yönelik mutlak mülkiyetinin gereği sayılıyordu.

Aile reisi ölünce, oğullarından veya kardeşlerinden biri ona mirasçı olurdu. Bunun için yeni aile reisinin bu göreve layık olması ve ölen reisin oğulları tarafından mirasçılığının tanınması gerekirdi. Eğer oğullar aileden ayrılarak yeni bir aile kurarlarsa, kurdukları ailenin reisi olurlardı. Eğer eski ailelerinde kalırlarsa yeni aile reisi ile (meselâ kardeşlerinden biri ile) aralarındaki münasebetleri, babaları ile aralarındaki eski münasebetleri gibi olurdu. Yani yeni aile reisinin yönetimi, mutlak veliliği altına girerlerdi.

Romalı aile reislerine üvey oğulları da vâris olabilirdi. Çünkü ca-hiliye dönemi Araplarında olduğu gibi Romalılar arasında da evlat edinme geleneği geçerli idi.

Kadınlara yani eşlere, kızlara ve annelere gelince onlar mirasçı olamazlardı. Gerekçe, onların evlenerek başka bir aileye gitmeleri ile aile malının dışarıya gitmemesi idi. Romalılar servetin bir aileden başka bir aileye geçmesini caiz görmüyorlardı. Araştırmacılardan biri bu olguyu belirledikten sonra "Romalılar bireysel mülkiyeti değil, sosyalist mülkiyeti benimsiyorlardı." diyor. Kanaatime göre bu mülkiyet tarzının kaynağı sosyalist mülkiyetten farklı bir şeydir. Çünkü ilkel toplumlarda en eski çağlardan beri sahibi oldukları meralara ve verimli topraklara başka toplumların ortak olmalarına karşı çıkarlar, söz konusu arazilerini korurlardı. Bu uğurda savaşırlar, koruluklarına başkalarını sokmazlardı. Bu mülkiyet bir tür sosyal mülkiyet idi. Söz konusu mülkün sahibi toplumun fertleri değil, toplumun kendisi idi. Bununla birlikte bu mülkiyet tarzı toplumdaki her ferdin bu kamu mülkünün bir bölümüne özel olarak sahip olmasına engel sayılmıyordu.

Bu mülkiyet biçimi sağlıklı bir geçerliliğe dayanıyor. Fakat ilkel toplumlar onu dengeli ve yarar sağlayıcı biçimde kullanamadılar. İslâm bu mülkiyet anlayışını daha önce belirtildiği gibi muhterem saydı. Yüce Allah, "O yeryüzündeki varlıkların tümünü sizin için yarattı." (Bakara, 29) buyuruyor. Buna göre Müslümanlardan ve zimmeti altında bulunan gayrimüslimlerden oluşan insan toplumu bu anlamda yeryüzünün servetinin malikidir. Bundan dolayı İslâm, kâfirin Müslüman'a mirasçı olmasını caiz görmez.

Bu bakış açısının izlerini ve örneklerini günümüzün bazı milletlerinde görebiliriz. Bu milletler topraklarının ve gayrı menkullerinin yabancıların eline geçmesini ve onların bunlara malik olmasını caiz görmezler.

Eski Romalılarda aile bağımsız ve kendine yeterli bir birim kabul edildiği için bağımsız toplumlarda ve ülkelerde geçerli olan bu eski gelenek onlarda da geçerli olmuştur. Roma ailelerinde bu geleneğin yakınlarla evlenmeyi yasaklayan gelenekle birlikte uygulanmasının sonucunda iki akrabalık türü ortaya çıktı. Biri kan ortaklığına dayanan doğal akrabalıktı. Bu akrabalığın gerektirdiği sonuç, yakınlar arasında evliliğin yasak ve yakınların dışında kalanlar arasında serbest oluşu idi. İkinci tür akrabalık resmi ve yasal akrabalık idi. Bu akrabalığın gerektirdiği sonuç, mirasçı olup olmama, nafaka, velilik vb. şeyler idi. Oğlanlar aile reisine ve birbirlerine nispetle hem doğal hem de resmi akrabalığa sahip idiler. Bütün kadınlar ise sadece doğal akrabalığa sahiptiler, yasal akrabalığa sahip değillerdi. Bunun sonucu olarak kadın ne babasının ne oğlunun ne kardeşinin ne eşinin ve ne başkasının mirasçısı olabiliyordu. Eski Romalıların geleneği bu idi.

Eski Yunanlılardaki aile yapısının durumu, yaklaşık olarak eski Romalılardaki gibi idi. Eski Yunanlılarda en büyük erkek evlat mirasın tümünü alırdı. Kadınlar eş, kız ve kız kardeş olarak mirastan mahrum tutulurdu. Küçük erkek evlatları ile diğer küçükler mirastan pay alamazlardı. Fakat eski Yunanlılar tıpkı Romalılar gibi küçük yaştaki erkek evlatlarına, sevdikleri eşleri ile kızlarına ve kız kardeşlerine miraslarından pay ayırabilmek için hileli yollara baş vururlar, onları miraslarından az ya da çok yararlandırabilmek için vasiyet ve benzeri formülleri kullanırlardı. Vasiyet konusunu ilerde ele alacağız.

Hintlilere, Mısırlılara ve Çinlilere gelince, kadınları kayıtsız şartsız biçimde mirastan mahrum tutmalarına, küçük yaştaki erkek çocuklarının miras dışı tutulmalarına veya velilik ve gözetim altında tutulmalarına ilişkin gelenek yaklaşık olarak eski Yunanlılar ile Romalılarda olduğu gibi idi.

Eski İranlılara (Perslere) gelince, onlar daha önce belirtildiği üzere yakınlar arasında evliliği, çok eşliliği ve evlat edinmeyi caiz görüyorlardı. Kimi zaman erkeğin en sevdiği eş, erkek evlat yerine geçer ve bir erkek evlatlık gibi kocanın mirasını alırdı. Böyle bir durumda böyle bir eş, kocanın diğer eşlerini miras dışı bırakırdı. Ailenin malı dışarıya gitmesin diye evli kız, babasından miras alamazdı. Evlenmemiş kızlar ise, oğulların yarısı kadar miras payı alırlardı. Yaşça küçük eşler ile evli kızlar mirastan mahrum tutulurken büyük yaşta olan eş, erkek evlat, evlatlık ve evlenmemiş kız çocuğu mirastan pay alırdı.

Araplarda ise, kadınlar ve küçük yaştaki erkek evlatlar kesinlikle miras dışı tutulurdu. Ata binmeyi beceren, aşiret ve aile savunmasında görev yapabilen yetişkin erkek evlatlar mirasçı olurlardı. Yoksa miras uzak akrabalara geçerdi.

İşte miras ayetleri indiğinde dünyanın durumu bu idi. Bu durum çeşitli milletlerin âdetlerini, geleneklerini ele alan tarih kitapları ile seyahat ve hukuk eserlerinde anlatılıyor. Daha geniş bilgi edinmek isteyenler bu kaynaklara başvurabilirler.

Yukardan beri anlatılanların özeti şudur: O günkü dünyanın yerleşik geleneğine göre kadınlar eş, anne, kız evlat ve kız kardeş sıfatı ile miras dışı tutulmuştu. Kadınlar ancak başka değişik sıfatlarla mirasçı olabiliyorlardı. Küçük yaştaki erkek çocuklar ile yetimler de ancak bazı durumlarda ve bir velinin sürekli gözetimi altında tutulmak kaydı ile mirasçı olabilirlerdi.

4-Bu Ortamda İslâm Ne Yaptı?

Defalarca tekrarladığımız gibi İslâm kanunlarda ve hükümlerde hakkın temelini fıtrata dayandırır. Allah'ın yaratışını hiç kimse değiştiremez. İslâm mirasçı olmayı fıtrat ve değişmez hilkat olan akrabalık esasına dayandırdı. Evlatlıklara mirasçı olma hakkı tanımadı. Bu konuda yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah evlatlıklarınızı öz oğullarınız gibi saymanızı meşru kılmadı. Bunlar sizin dillerinize doladığınız boş sözlerdir. Allah gerçeği söyler ve O doğru yola iletir. Evlatlıkları öz babalarına nispet ederek çağırın. Bu Allah katında en doğru olanıdır. Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, onlar sizin din kardeşleriniz ve dostlarınızdır." (Ahzâb, 4-5)

İslâm bunun arkasından vasiyeti miras kapsamı dışına çıkararak mal alıp vermeye gerekçe olan bağımsız ve ayrı bir hüküm olarak ilan etti. Gerçi halk arasında vasiyet yolu ile edinilen mal miras olarak adlandırılıyor. Bu uygulama sadece bir isimlendirme farklılığından ibaret değildir. Çünkü miras ile vasiyetin her birinin ayrı bir kriteri, bağımsız bir fıtrî dayanağı vardır. Mirasın kriteri akrabalıktır. Ölen kimsenin iradesinin bunda hiçbir rolü yoktur. Vasiyetin dayanağı ise, ölünün hayattayken sahibi olduğu mal üzerinde öldükten sonra (vasiyet yaptığı anda diyebiliriz) iradesinin geçerli olması ve bu tercihin geçerli sayılmasıdır. Vasiyeti miras kapsamı içine almak, sadece bir adlandırmadan ibaret kalır, temel hükümde değişikliğe yol açmaz.

İnsanların, meselâ eski Romalıların miras adını verdikleri uygulamaya gelince, bu adlandırma miras geleneğini akrabalıktan veya ölünün iradesinden birine dayandırmıyordu. Aslında onlar mirasta irade tercihini geçerli sayıyorlardı. Yani miras konusu malın bulunduğu ailede, o ailenin reisinin elinde kalması veya aile reisinin ölümünden sonra malının sevdiği kimseye geçmesi yolundaki iradesine uyuluyordu. Bu iki şıktan hangisi gerçekleşirse gerçekleşsin miras, iradenin geçerli sayılması esasına dayanmış oluyordu. Eğer akrabalığa ve kan bağı ortaklığına dayandırılsaydı birçok miras dışı bırakılanlar mirasçı olurken mirasçı sayılanların bir çoğu mirastan mahrum kalırdı.

Bu iki kriteri birbirinden ayırdıktan sonra İslâm mirasa yöneldi ve bu konuda şu iki ana temeli ölçü olarak aldı:

Bu iki temelden biri akrabalık temelidir. Bu temel insanın akrabaları ile arasında ortak olan unsurdur. Bu unsur açısından kadın-erkek arasında, küçük-büyük arasında fark yoktur. Hatta ana rahmindeki doğ-mamış çocuklar bile bu unsur açısından diğer akrabalar ile aynıdır. Yalnız bu unsurun etkileri farklıdır. Bu farklı etki yüzünden kimi akraba öne çıkarken kimi akraba arka planda kalır. Kimi akraba başka bir akrabayı miras dışı bırakır. Buna ölüye yakın veya uzak olma dolayısıyla akrabalığın güçlü ya da zayıf oluşu yol açar. Aracıların az ya da çok varolmaları ile yok olmaları da bu konuda bir başka sebeptir. Ölünün oğlu, erkek kardeşi ve amcası gibi. Bu ana dayanak mirasçı olmayı hakketmenin temel gerekçesidir. Yalnız akrabaların ön derecede ve sonraki derecede yer alan kesimlerini göz önünde bulundurmak gerekir.

İslâm'ın mirastaki ikinci temel ilkesi, erkek ve kadın farklılığıdır. Bu farklılık bu türlerden birinin akılla, öbürünün duygularla donanmış olmalarının doğurduğu yapısal farklılıktan kaynaklanır. Erkek, doğası gereğince düşünce ve akıl yeteneği ağır basan bir insanken kadın heyecan ve ince duygulara mazhardır. Bu temel ilke kadın ile erkeğin hayatlarında bariz bir etkiye sahiptir. Onların mallarını yönetmelerinde, onun ihtiyaçlar için kullanılmasında bu etkinin ağırlığı görülür. Bu temel ilke kadın ile erkeğin miras paylarının farklı olmasını gerektirir. Erkek evlat ile kız evlat, erkek kardeş ile kız kardeş gibi aynı derecede akrabalar olsalar dahi bu farklılık geçerlidir. İlerde bu konuyu ayrıntılarıyla anlatacağız.

Birinci ilke, akraba kesimlerinin derecelerini belirler. Bunun için ölüye yakınlık ve uzaklık faktörü ölçü olarak alınır. Yakınlığı ve uzaklığı belirlerken aracıların yokluğuna, varsa azlığına ve çokluğuna bakılır. Buna göre ilk dereceden miras alan akraba tabakası, ölünün aracısız yakınlarıdır. Ölünün oğlu, kızı, babası, annesi gibi. İkinci dereceden miras alan akraba tabakası, erkek kardeş, kız kardeş, dede ve ninedir. Bu tabaka ile ölü arasında bağlantı kuran bir aracı vardır ki, o da ya anne ya baba veya her ikisidir. Üçüncü dereceden miras alan tabaka, amca, teyze, dayı ve haladır. Bu tabakayı ölüye iki aracı bağlar. Bunlar ölünün annesi, babası ile dedesi ve ninesidir. Kısacası miras derecelerinde ölçü bu şekildedir. Bu ölçüye göre her tabakadaki evlatlar babalarının yerini tutarlar ve bir sonraki tabakanın miras almasına engel olurlar. Karı ile kocanın kanları evlilik yolu ile birbirine karıştığı için her tabaka ile birlikte mirasçı sayılmışlardır. Hiçbir tabaka onları miras dışı bırakmadığı gibi onlar da hiçbir tabakayı miras dışı bırakmaz.

Sonra İslâm ikinci ilkeden, yani kadın ile erkeğin farklılığı ilkesin-den erkeğin miras payının kadınınkinin iki katı olması sonucunu çıkarmıştır. Yalnız anne ile, anne yoluyla bağlantı kurulan kelâle bu kuralın dışındadır.

İslâm'da belirlenen miras gerçi farklılık gösterir, ama altı şekilde belirlenir ki, bunlar yarım, üçte iki, üçte bir, dörtte bir, altıda bir ve sekizde birdir. Aynı şekilde vârislerden birinin eline geçen miras da öyledir. Gerçi bu vârisin payı da kalanın kendisine verilmesi veya payının kırpılması suretiyle çoğunlukla farklılık gösterir. Baba, ana ve ana yolu ile bağlantılı kelâle de böyledir. Gerçi bunların payları da erkeğe kadının iki katı kadar pay verilmesi kuralına göre sapma gösterir. Bu yüzden miras konusunda genel ve kapsamlı bir inceleme yapmak zordur. Yalnız bütün örneklerde kategorik olarak önceki tabakanın (ölünün) arkadaki tabakayı kendi yerine bırakması, eşlerden biri diğerini yerine geçirdiği gibi doğuran kuşak olan analar ve babalar yerlerine de doğan kuşak olan evlatları geçirmesi demektir. Her iki kesimin, yani eşler ile evlatların İslâm'daki miras payları ise erkeğin payının kadınınkinin iki katı olması ilkesine göre belirlenir.

Bu genel bakıştan şu sonuca varıyoruz: İslâm, dünyadaki mevcut servetin üçte bir ve üçte ikiye bölünmesini öngörür. Servetin üçte biri kadınlara, üçte ikisi ise erkekler içindir. Bu bölüşüm, mülkiyet açısından böyledir. Fakat bu görüş servetin ihtiyaçlar için kullanılması alanında geçerli değildir. Çünkü İslâm kadının geçimini sağlama görevini erkeğin omuzlarına yükler ve bu görevin adil bir biçimde yerine getirilmesini emreder. Bu emir harcamalarda erkek ile kadın arasında eşitliği gerektirir. Bunun yanı sıra kadına sahip olduğu mal konusunda irade bağımsızlığı tanır. Erkek, kadının malını istediği biçimde kullanmasına karışamaz. Bu üç ilkeden şu sonuç çıkar: Dünya servetinin üçte ikisine kadın tasarruf eder. (Üçte biri kendi malı ve diğer üçte biri ise erkeğin üçte ikilik payının yarısıdır.) Buna karşılık dünya malının sadece üçte biri erkeğin tasarrufu altındadır.

5-İslâm'a Göre Kadınların ve Yetimlerin Durumu

Yetimler güçlü erkekler gibi mirastan pay alırlar. Onlar büyüdükçe malları baba ve dede gibi velilerin veya müminlerden oluşan bir kurulun ya da İslâm hükümetinin gözetimi altında gelişir. Yetimler evlilik çağına girip de olgunlaştıkları izlenimi edilince, malları kendilerine verilir ve bağımsız bir hayat düzeyine erdirilirler. Bu uygulama yetimler hakkında düşünülecek en adil sistemdir.

Kadınlara gelince, onlar genel bakışa göre dünya servetinin üçte birine sahip olurlar, ama az önce anlatıldığı üzere dünya malının üçte ikisi üzerinde tasarrufta bulunurlar. Onlar kendi malları konusunda öz-gür ve bağımsızdırlar. Sürekli veya geçici denetim altına alınamazlar. Kendileriyle ilgili meşru tasarruflarından erkekler sorumlu değildir.

İslâm'da kadın, irade ve davranış özgürlüğü alanında her yönden erkek ile eşit şahsiyete sahiptir. Kendine özgü ve erkek psikolojisinden farklı psikolojik nitelikleri dışında erkeğin durumundan ayrı bir durumda değildir. Bu psikolojik farklılık şudur. Kadının hayatı duygu ağırlıklı iken erkeğin hayatı düşünce ve akıl ağırlıklıdır. İslâm'ın erkeğe daha çok mülkiyet hakkı tanımasının gerekçesi dünyada akla dayalı düzenlemelerin duygulara ve heyecanlara dayalı düzenlemelere baskın gelmesidir. Bu konuda uğradığı eksiklik, kendisine tasarruf ve harcama alanında üstünlük sağlanarak telafi edilmiştir. Kadın yatakta erkeğin isteğine itaat etmekle yükümlü tutulmuş, ama bu yükümlülük erkeğin kendisine mehir vermek zorunda tutulması ile telafi edilmiştir. Kadın yargılama, hükümet görevi yüklenme ve bizzat savaşa katılmak işlerinden uzak tutuldu. Çünkü bu işler duygulara değil, akla dayandırılması gereken işlerdir. Bunların telafisi olarak, kadının güvenliğini korumak ve namusunu savunmak erkeğin görevi sayıldı. Kazanç peşinde koşup kadının, çocukların ve ana-babanın geçimini sağlama yükümlülüğü de erkeğin omuzlarına yüklenmiştir.

Kadın çocuklara bakma ücretini alma hakkına sahiptir. Ama bu, zorunlu değildir, kadının istediği takdirdedir. Bütün bu hükümlerin dengelenmesi babında, kadınlar örtünmeye, erkekler arasına fazla girmemeye, ev işlerini düzenlemeye ve çocukları büyütmeye çağrılmıştır.

İslâm savunma, yargı ve hükümet etme gibi kamu faaliyetlerini duyguların ve heyecanların etki alanı dışında tuttu. Çağımızda duyguların akla baskın çıkması sonucunda ortaya çıkan acı sonuçları insanlık tanıdıkça bu tutumun ne kadar haklı olduğu görüldü. Çağdaş uygarlığın armağanlarından olan büyük dünya savaşlarını göz önüne getir ve dünyaya egemen olan şartları düşün. Bütün bu olayları bir defa aklın ve bir defa da duygusal heyecanların ölçüleri ile değerlendir. O zaman sapmanın başlangıç noktasının neresi olduğunu ve doğrunun kaynağının nerede olduğunu kolayca belirleyebilirsin. Hidayet ancak Allah'tandır.

Batılı milletler yüzyıllardan beri ellerinden gelen her gayreti göstererek kızlara erkeklere verdikleri eğitimin aynısını vermekte, onlardaki potansiyel yetenekleri ortaya çıkarmaya çalışmaktadırlar. Buna rağmen eğer siyaset, yargı, teknisyenlik alanlarında ön plana çıkan isimler göz-den geçirilirse, savaş komutanlarının adları incelenirse, hükümet etme, yargı ve savaş alanlarında yüzlerce, binlerce sivrilmiş erkek ile karşılaştırılacak sayıda kadına rastlanmadığı görülür. Bu sonuç, kadın tabiatının bu alanlarda gelişmeye yatkın olmadığının en doğru şahididir. Çünkü bu alanlar, özelliklerinin gereği olarak aklın ve düşüncenin egemenliği altında olmak zorundadırlar. Duygular bu alanlara sızdıkça hayal kırıklığı ve hüsranla karşılaşma ihtimali artar.

Bu ve benzeri gerçekler şu ünlü nazariyeyi çürüten en kesin cevaptır. Bu nazariye şöyle diyor: Kadınların toplumda erkeklerin gerisinde kalmalarının tek sebebi, onlara yönelik yapıcı eğitimin yetersizliğidir. Bu yetersizlik eski çağlardan beri geçerlidir. Eğer kadınlar sürekli biçimde yapıcı eğitim görselerdi, sahip oldukları ince duyguların ve heyecanların da desteği ile erkeklere yetişirler veya onların önüne geçerlerdi.

Bu mantık, varılmak istenen sonucun zıddını kanıtlıyor. Çünkü ince duyguların kadınlara mahsus olması veya bunların onlarda fazla oluşu, onların aklın güçlü olmasını ve ince psikolojik duygulara baskın gelmesini isteyen hükümet ve yargı işleri gibi alanlarda geri kalmalarının ve akıl gücü bakımından onlardan üstün olan erkeklerin bu konularda öne geçmelerinin gerekçesidir. Kesin tecrübeler şunu gösteriyor. Herhangi bir psikolojik yeteneğe sahip olan kimsenin eğitiminde başarıya ulaşılabilmesi için o yetenekle uyuşan bir amaç uğrunda eğitilmesi gerekir. Bu ilkenin sonucu şudur:

Erkeklere hükümet ve yargı konularında verilecek eğitim başarılı olur ve onlar bu alanlarda kadınlardan daha üstün derecelere ulaşırlar. Buna karşılık kadınlara ince duygularla uyuşan, bu özellikle bağlantılı alanlarda verilecek eğitim başarılı olacaktır. Tıbbın bazı dalları, fotoğrafçılık, müzik, dokumacılık, ahçılık, çocuk bakımı, hasta bakıcılığı ve süslemecilik gibi. Bunlar dışında kalan alanlarda kadın ile erkek eşittir.

Bazıları kadınların söz konusu alanlardaki geri kalmalarını tesadüfle izah etmek isterler. Eğer böyle olsa, milyonlarca yıl olarak tahmin edilen insanlık tarihi boyunca bazı dönemlerde bunun tersinin görülmesi gerekirdi. Bunun yanı sıra erkeklerin de kadınlara mahsus işlerdeki geri kalmışlıkları da tersine dönmeliydi. Eğer erkek ile kadının ayrılmaz özelliği olan iç güdüsel özellikleri tesadüfü şeyler saymamız doğru ise, insanda hiçbir fıtrî özelliğin varlığını ileri süremeyiz. Meselâ insanın uygarlaşmaya, kültürel gelişmeye eğilimli olduğunu, bilgiyi sevdiğini, olayların sırlarını irdelemeye meraklı olduğunu söyleyemeyiz. Bu sıfatlar insanın ayrılmaz nitelikleridir ve fertlerin bünyelerinde bu sıfatlarla uyuşan yetenekler vardır. Bu yüzden bu sıfatları fıtrî sıfatlar sayıyoruz. Tıpkı bunun gibi kadınların ince ve duygu yük-lü işlerde önde olduklarını, buna karşılık akla dayalı işlerde, dehşetli ve çok zor faaliyetlerde erkeklerden geride olduklarını ve bunun onların psikolojik yeteneklerinin gereği olduğunu ve erkeklerin bu konularda önde ve bunlar dışındaki konularda geride olduklarını söylüyoruz. Eğer erkekler ile kadınlar arasındaki yetenek farklılıklarını fıtrî değil de tesadüfi kabul edersek insana has hiçbir özelliği fıtrî kabul edemeyiz.

Bütün bunlardan sonra geride şu mesele kalıyor: Erkekler akılca üstün sayılırken kadınların duyguya ve heyecana yatkın kabul edilmeleri kadınlarda alınganlık doğurabilir. Fakat bu tepki yersizdir. Çünkü İslâm'a göre akılcılık ve duygusallık iki ilâhî armağandır. Bunlar ilâhî maksada dayalı olarak insan bünyesine yerleştirilmiş ve hayatta fonksiyonu olan yeteneklerdir. Birinin öbürüne karşı üstünlüğü yoktur. Üstünlük sadece takvadan kaynaklanır. Ne olurlarsa olsunlar diğer yetenekler takva yolundan gidildiğinde gelişip serpilebilirler. Aksi hâlde omuzlara binen kötü bir yükten başka bir şey değildirler.

6-Yeni Miras Kanunları

Yeni miras kanunları aşağıda kısaca anlatılacağı üzere her ne kadar İslâm'ın miras kanunlarına ters iseler de ortaya çıkışlarında ve yerleşmelerinde İslâm'ın miras hukukundan yararlanmışlardır. Dünyada kadınların mirasçılığını yasallaştırdığında İslâm'ın durumu ile yeni miras kanunlarının durumu arasında ne kadar fark vardır!

İslâm öyle bir sistem ortaya koydu ki, ne dünya onu tanıyordu, ne insanların kulakları onu işitmişti ve ne de yeni kuşaklar onu eski kuşaklardan, önceki atalarından onu hatırlıyordu. Bu yeni kanunlara gelince bunlar, İslâm'ın miras sistemi milyonlarca insan arasında yerleşmişken ortaya atılmış ve bazı milletler arasında uygulanmaya başlamıştır. Bu uygulama başladığında İslâm'ın getirdiği İslâm hukuku on yüzyılı aşkın bir zamandan beri nesilden nesle aktarılıyordu. Psikolojik araştırmalar şunu kesinlikle ispat etmiştir ki, bir şeyin dış dünyada meydana gelmesi, sonra yerleşip kökleşmesi, o şeyin benzerinin meydana gelmesine en iyi bir destek olur. Her eski sosyal sistem, bir sonraki benzer sosyal sistemin fikir malzemesidir. Hatta o sistem, ikincisine dönüşen malzemedir. Dolayısıyla hiçbir sosyal araştırmacı, yeni miras kanunlarının İslâm'ın miras hukuku alanındaki birikiminden yararlandığını, İslâm miras hukukunun doğru ya da yanlış biçimde bu yeni sistemlere dönüştüğünü inkar edemez.

Zaman zaman şöyle garip bir iddia -Allah ilk cahiliye taassubunu yok etsin- ileri sürülür: "Modern kanunlar eski Roma hukukundan alınmıştır." Oysa yukarda eski Roma'nın miras hukukunun ana noktalarını ve İslâm'ın bu alanda insan toplumuna sunduğu yenilikleri anlatmıştık. İslâm'ın miras hukuku ortaya çıkışında ve uygulamasında eski Roma sistemi ile Batının yeni miras kanunlarının ortasında yer alır. Bu sistem milyonlarca toplum tarafından bilinen ve yüz milyonlarca insanın vicdanında yüzyıllardan beri sürekli biçimde yer tutmuş bir sistemdir. Bu yüzden batıdaki kanun koyucuların düşüncelerini etkilememiş olarak bir kenarda kalması düşünülemez.

Bundan daha garip olanı şudur. Bu iddiayı ileri sürenler, İslâm'ın miras hukukunun eski Roma'nın miras hukukundan alınmış olduğunu söylüyorlar!

Kısacası, batı toplumlarında uygulanan yeni miras kanunları aralarında bazı farklılıklar olsa da hepsi kadınlar ile erkeklerin miras paylarının eşitliğini esas almışlardır. Buna göre oğullar ile kızların miras payları gibi babalar ile annelerin payları da eşittir.

Fransız miras hukukuna göre, mirasçı tabakalar şöyle sıralanır: 1- Oğullar ve kızlar. 2- Babalar, anneler, oğlan kardeşler, kız kardeşler. 3- Dedeler ve nineler. 4- Amcalar, halalar, dayılar ve teyzeler. Bu kanunlarda karı-koca ilişkisi bu tabakalar dışında tutulmuş ve gönül ilişkisi ve sevgi esasına dayandırılmıştır. Bunun ve diğer tabakaların ayrıntılarına değinmek bizi ilgilendirmez. İsteyen o kanunlara başvursun.

Bizi, uygulanmakta olan bu sistemin sonuçlarını irdelemek ilgilendiriyor. Bu irdelemede gördüğümüz şudur: Dünya malı daha önce sözünü ettiğimiz genel bakış gereğince kadın ile erkek arasında eşit olarak bölüştürülüyor. Fakat batılılar kadını kocasının denetimi altına koydular. Kadının kendine miras kalan malları üzerinde tasarruf hakkı yoktur. Bunun için kocasından izin alması gerekir. Böylece dünya malı mülk olarak erkek ile kadın arasında eşit biçimde bölüştürüldü, ama düzenleme ve irade bakımından tümü ile erkeğin denetimine verildi! Batı toplumlarında faaliyet gösteren bazı devrimci dernekler kadınlara malî bağımsızlık sağlayarak onları bu konuda erkeklerin denetiminden kurtarmak için çalışıyorlar. Eğer isteklerinde başarılı olurlarsa, kadınlar ile erkekler hem mülkiyet hem de düzenleme ve tasarruf yetkisi bakımından eşit duruma gelirler.

7-Miras Sistemlerinin Karşılaştırılması

Biz, eski milletler ve geçmiş çağlarda geçerli olan miras sistemlerini özetledikten sonra işi eleştirici araştırmacılara havale ediyoruz. Bu sistemleri birbirleri ile mukayese etsinler. Bu sistemlerin hangisinin yeterli, hangisinin eksik olduğuna, insan toplumu için hangisinin faydalı, hangisinin zararlı olduğuna, hangisinin mutluluğa götüren yol üzerinde olduğuna hüküm versinler. Sonra da bu sistemler ile İslâm'ın bu alandaki kanunlarını karşılaştırarak verilmesi gereken hükmü versinler.

İslâm sistemi ile diğer sistemler arasındaki en köklü fark, hedefte ve maksattadır. İslâm sisteminin maksadı dünyanın huzura ve mutluluğa ermesi iken, onun dışındakilerin maksadı arzu ettiğini elde etmektir. Bütün ayrıntılar ve sonuçlar, bu iki temel şeyden kaynaklanır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Bazen hoşunuza gitmeyen bir şey hakkınızda hayırlı olabilir. Buna karşılık hoşunuza giden bir şey de hakkınızda kötü olabilir. Allah bilir, fakat siz bilmezsiniz." (Bakara, 216) "Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmıyorsanız, bilin ki, bir şeyden hoşlanmayabilirsiniz de Allah onda birçok hayır koymuş olabilir." (Nisâ, 19)

8-Vasiyet

Daha önce söylediğimiz gibi İslâm vasiyeti miras kapsamı dışına çıkararak onu bağımsız bir hüküm olarak ele almıştır. Çünkü onun bağımsız bir dayanağı vardır. Bu dayanak, mal sahibi hayattayken onun malı üzerindeki iradesini tanımaktır. Vasiyet gelişmiş milletlerde bir hile yolu idi. Baba gibi, aile reisi gibi vasiyet eden kimsenin malını veya malının bir bölümünü yürürlükteki miras kanununun vermeyi uygun gördükleri dışındaki kimselere vermek için başvurduğu bir formül olarak kullanılırdı. Bu yüzden söz konusu toplumlar vasiyetin kapsamını daraltmak ve miras hükümlerini geçersiz kılmaya yol açan bu yolu şu ya da bu şekilde kesmek maksadı taşıyan kanunlar çıkarıyorlardı. Bu alandaki sınırlama girişimleri günümüze kadar hep devam etmiştir.

İslâm, vasiyetin kapsamını malın üçte biri ile sınırlamıştır. Buna göre vasiyet malın üçte birinden fazlası için geçerli değildir. Bazı yeni kanunlar bu konuda İslâm'ın yöntemini izlemişlerdir. Fransız kanunu gibi. Fakat iki kanun arasında bakış açısı farklılığı vardır. Nitekim İslâm vasiyeti teşvik ederken söz konusu kanunlar ya onu engelliyor veya sessizce geçiştiriyor.

Vasiyet, sadakalar, zekât, humus ve mutlak infak hakkındaki ayet-lerin incelemesi şunu ortaya koyuyor: Bu düzenlemeler, yaklaşık olarak malların yarısının ve bu malların gelirinin üçte ikisinin iyilikler ve yoksul kesimin ihtiyaçları için kullanılmasının yolunu kolaylaştırıyor. Böylece toplumun değişik kesimleri birbirine yaklaştırılıyor, aralarındaki büyük farklar kaldırılıyor ve fakir kesimin ayakları üzerinde durabilmesi sağlanıyor. Bu kanunların bir amacı da zenginlerin harcama biçimlerini düzenleyerek fakir kesim ile aralarının açılmasını frenlemektir. Bu konu inşallah ilerde ayrıca ele alınıp incelenecektir.


----------------------------

www.islamkutuphanesi.com
Dualarınızda bizleri unutmayın lütfen:)