Sahra Yayıncılık : 2

Özgün adı : Nehzethayı eslamî der sedsalı aher

Dizgi - Baskı : Elif Matbaası

Kapak : Kandil Grafik

Aralık 1988

 

 

 

 

Sahra Yayıncılık

P.K. 237    Yenişehir/ANKARA


Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

 

 

 

 

 

AYETULLAH MURTAZA MUTAHHARİ (1921 - 1979)

Bir din bilgininin oğlu olan Murtaza Mutahhari, 2 Şubat 1919'da Meşhed'in Feriman kasabasında doğdu. Terbiye ve eğitiminde babasının büyük bir katkısı oldu. Onyedi yaşına kadar Meşhed'de medrese tahsili gördü daha sonra Kum'a giderek tahsilini yüksek öğrenim düzeyinde sürdürdü, on-beş yıl Kum'da kaldı. Dönemin tanınmış bilginlerinin ve bu arada oniki yıl İmam Humeyni'nin derslerine devam etti. İslam’ı bir bütün olarak görüyordu bunun için sırf fıkhı de­ğil irfan ve felsefeyi de temelden kavramak istiyordu. Allame Tabatabai'den yararlandı ve batı felsefesini kavramak için kendi başına da çabalarını sürdürdü, önemli çalışma­lar yaptı. Mirza Alî Akaa-i Şirazî'den «Nehc’ül Belağa» dersleri aldı. 1951'de yazarlığa başladı, 1953'de içtihat ica­zeti aldı. Derin bir İslamî bilinç ve olgunluğa varmıştı. 1954'de İlahiyat Fakültesinde öğretim görevine başladı. Şehid Mutahhari ömrü boyunca halka ve gençliğe gerçek İslam’ı tebliğ etmek için gayret gösterdi İran üniversite­lerinde ve radyoda konuşmalar yaptı. Kısa sayılabilecek ömrünü sürekli öğrenmeye ve öğretmeye tahsis etti. Herkesin anlayabileceği bir dili kullanmaya özen gösterdi. 1962'de Şah rejimi aleyhine olan olaylara fiilen katıldı. «15 Hurdad» olayları nedeniyle birbuçuk ay tutuklu kaldı. Bu tarihlerde İmam Humeyni Kuzey Tahran'da bir evde göz hapsine alınınca Mutahhari ve diğer âlimler hareketin fiili önderliğini üstlendiler. İmam Humeyni Türkiye'ye sürgün edilince sorumluluğu daha da arttı. Bu sırada Şah'ın baş­bakanı Mansur, Şehid Buharı tarafından öldürülünce, savak tarafından yakın takibe alındı. 1978'de İmam Humeyni Pa­ris'e sürgün edilince, Paris'e gidip önemli meseleler için İmam'la görüştü. İslam Devrimi Konseyini kurmakla gö­revlendirildi ve devrim konseyi başkanlığına getirildi. İslamî çalışmaları, devrim düşmanı gizli güçlerce izlenen ve varlığı tehlikeli görülen Mutahhari İslam devriminden kısa bir süre sonra, 2 Mayıs 1979'da bir suikast sonucu şehid edildi. İmam Humeyni «çok değerli bir evladımı kaybettim» diyerek bu şehadet dolayısıyla İslam Ümmeti'ni tebrik etti. Kabri Kum şehrindedir. Elli'nin üzerindeki eserleri her öğrenim seviyesindeki Müslümanlar arasında etki ve öne­mini sürdürmektedir. Türkçeye çevrilen bazı eserleri: Hicab, Tevhidî Dünya Görüşü, İslam Devrimi, Kur'an'da İn­san, İman ve İnsan, Materyalizme Yöneliş Nedenleri, İn­saniyet Mektebi, Adl-i İlahi, Tevhidî Görüş (İlahî Dünya Görüşü ve Maddeci Dünya Görüşü bölümü)... ve elinizdeki kitap.


Bismillahirrahmanirrahim

 

SON YÜZYILDAKİ İSLAMÎ HAREKETLER

OKUNMAYAN HİTABE ([1])

«Allah’ım, şüphesiz sen, bizim tarafımızdan olan şeyin, kudret kazanılması için bir rekabet olmadığını biliyorsun, belki senin yolunun işaretleri olan sünnetlerini geri getir­mek idi. Senin beldelerinde mazlum ve mahrum kullarının eman bulması için belli ve gözle görülen bir ıslah icra et­memiz ve senin yerde bırakılmış sınırlarını ve esaslarını yeniden ayakta tutmak içindir.» ([2])

Şaban ayının onbeşinci günü olan yarın dünyanın büyük ıslahçısı Hazreti Hüccet İbnul Hasan'ın (A.F) doğum yıl­dönümü günüdür. Bütün ülkemizde başlamış olan ıslah ha­reketinin çağdaş sosyal şartları, halkın ittifakı ile ortaya çıkmış olan bu ıslah isteği hareketi ve ruhu, bana ıslah ve ıslah isteği hareketini, özellikle son yüzyıldaki hareketleri incelemek için bir ilham bahşetti.

ISLAH KAVRAMI

Islah, sıhhat ve intizam bağışlamaktır, bozmak keli­mesinin tam karşıtı bir noktadır. Bozmak (ifsat) olumsuz şartlar meydana getirmek anlamındadır.

Islah ve bozmak (ifsat) Kur'an'ın iki karşıt kelimesi­dir, Kur'an'ın çeşitli yerlerinde tekrarlanarak gelmişlerdir. Karşıt kavramlar, yani birbirine zıt olan itikadî ve sosyal kavramlar, birbirlerinin yardımıyla daha iyi tanınmış olur­lar. Mesela tevhid ve şirk, iman ve küfür, hidayet ve dalâ­let, adalet ve zulüm, hayır ve şer, itaat ve isyan, şükür ve nankörlük, ittihat ve ihtilaf, gayb ve apaçıklık ilim ve cehalet, takva ve fasıklık, istikbar ve istiz'af (zayıf bırakılmışlık) gibi.

Bu zıt kavramların bir kısmı şu açıdan birlikte kulla­nılıyorlar; birinin ret ve tard edilmesi diğerinin ise toplum­da gerçekleşmesi gerekir. Islah ve bozmak kelimeleri de bu cinstendir. Islah kelimesi (şahısların kendi aralarında ıslahı), bazen aile çevresinin ıslah edilmesi, bazen büyük sosyal çevrenin ıslah edilmesi konularında kullanılmıştır. Şimdi konumuz, sosyal çevrenin ıslah edilmesidir. Bu ko­nu, pek çok ayette söz konusu edilmiştir ([3]). Bundan sonra bu kavramı, sosyal düzeyde ıslah anlamıyla kullanmış ola­cağız, başka bir deyimle maksadımız sosyal ıslahtır.

Kur'an'ı Kerim tabirlerinde peygamberleri hep ıslah edi­ciler olarak sayıyor.

Tıpkı Şuayb peygamberin dilinden şöyle dediği gibi : «Ey milletim. Rabbimden benim bir belgem olduğu ve bana güzel bir rızık da verdiği halde, O'na karşı gelebilir miyim?
Söylesenize! size yasak ettiğim şeylerde aykırı hareket etmek istemem; gücümün yettiği kadar ıslah etmekten başka bir dileğim yoktur. Başarım ancak Allah'tandır, O'na güvendim; O'na yöneliyorum» dedi.»
(Hûd; 88)

Münafıkların ıslah iddialarının aksine, onların iddiasını şiddetle tenkit ediyor ve bunu kusurlu buluyor : «Kendile­rine : «Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın» dendiği zaman, «Bizler, sadece ıslah edicileriz» derler. İyi bilin ki, asıl boz­guncular kendileridir, lâkin farkında değillerdir.» (Bakara; 11-12)

Islah isteme, İslamî bir haleti ruhiyedir. Her Müslüman, Müslüman olması hükmünden dolayı ister istemez ıslahı isteyendir, en azından ıslah isteme taraftarıdır. Islah hem peygamberi bir durum unvanıyla Kur'an'da söz konusudur, hem de iyiliği emretme kötülüğü nehyetme ilkesinin doğrulayıcısıdır, İslam’ın sosyal öğretisinin rükünlerinden biri­dir. Elbette iyiliği emretme, kötülüğü nehyetme ile ilgili her emrin sosyal ıslahı tasdik etmesi gerekmez, ama her sosyal ıslah, iyiliği emretme ve kötülüğü nehyetmeyi tas­dik etmektedir. O halde, iyiliği emretme kötülüğü nehyetme görevini tanıyan ve kendisini bununla sorumlu bilen her Müslüman’ın sosyal ıslaha karşı özel bir hassasiyeti (yöne­lişi) vardır.

Özellikle bir noktaya dikkat etmemiz gerekir; asrımız­da sosyal ıslaha karşı olumlu bir duyarlılık meydana gelmiştir, bu takdire şayan bir durumdur, ama bu yön muh­temelen ifrat şekline çekiliyor, ıslah ölçüsü ile tartılan her hizmet ve her şahsiyetin değeri, sosyal ıslaha olan müda­halesi ve katkısı ölçüsünde geçerli tanınmış oluyor. Göze çarpan bu tarz düşünce doğru değildir, zira her ne kadar toplumun sosyal ıslahı hizmet ise de her hizmetin sosyal ıslah olması gerekmez. Verem ve kanser ilacının icadı hiz­mettir, ama ıslah değildir, sabahtan akşama kadar hastalan muayene eden her doktor sosyal bir hizmet yapıyor, ama sosyal ıslah yapmıyor. Zira sosyal ıslah, toplumun istenilen düzeye getirilmesidir, doktorun işi, aynı şekilde değildir. Bu açıdan büyük hizmet görenleri, sosyal ıslahlarda bir fonksiyona sahip olmadıkları cürümü ile görmemezlikten gelmemek gerekir. Şeyh Murtaza Ensari'nin yaptığı iş ve­ya Molla Sadra'nın yaptığı iş bir hizmettir, hem de büyük bir hizmettir, hâlbuki onların işleri ıslah sayılmıyor, kendi­leri de ıslah edici sayılmıyor. Bu, bir âlimin inziva halinde yerine getirdiği bir iştir. Çoğu şahıslar, kendi bireysel tak­vaları ve kendilerinin gerçekten örnek şahsiyetler olmaları yoluyla, en büyük hizmetleri yapmışlardır, hâlbuki pratikte sosyal müdahalelere karışmamışlar bunlardan uzak dur­muşlardır. O halde salihler de ıslah edici sayılmamışlarsa bile tıpkı ıslah ediciler gibi kıymetlidir ve hizmet yapmış­lardır.

Nehcul Belağa'dan naklettiğimiz yukarıdaki cümleler­de Ali (R.A) sosyal faaliyetler karşısındaki rolünü ıslah edici unvanıyla açıklıyor. İmam Hüseyin (R.A) de, Muaviye za­manında hacc günlerinde büyük sahabelerden meydana ge­len bir topluluğa yaptığı geniş konuşmasının (Bu konuşma Tuheful Ukul'da vardır) muhtevasında, babasının bu cüm­lelerini söyledi, yani yapmak istediği işlerde kendi rolünü, «ıslah edici» olarak açıkladı.

İmam Hüseyin meşhur vasiyetnamesinde kardeşi Muhammed İbni Hanife'ye hitaben de kendi işine «ıslah», ken­disine de «ıslah edici» unvanını verdi. Vasiyetinde şöyle yazdı:

«Benim kıyamım şahsi makam ve mevki talep etme, mutluluk arama, bozgunculuk veya zalimlik kıyamı değildir. Dedemin ümmetinin ıslahını istemek ve aramak için ayaklandım. İyiliği emretmek ve kötülüğü nehyetmek isti­yorum, dedemin ve babamın sîreti üzerine hareket etmek istiyorum.»

 

 

İSLAM TARİHİNDEKİ ISLAH HAREKETLERİ

Siret ve masum imamların hareketi, tamamen talim, irşad ve ıslah hareketleridir. Buna ilaveten İslam tarihinde diğer tarihlerin hiç birinden az olmayan, oldukça geniş ıs­lah hareketlerini görmek mümkündür. Ama bu hareketler hakkında yeterli incelemeler yapılmadığı için, insan başlan­gıçta İslam tarihinin, tarihî ıslah isteği hareketleri açısın­dan durgun ve sessiz olduğunu düşünüyor.

Asgari bin yıldır Müslümanlar arasında (önce Ehl-i sün­nette sonra Şia'da her asrın başlangıcında bir din müceddidi ve ıslah edici zuhur edecektir, düşüncesi yerleşmiş­tir. Ehl-i sünnet bu konuda Ebu Hureyre'den rivayet edilen bir hadisi naklediyor:

«Allah her yüzyılın başında ümmete onun dinini ihya edecek (ve ıslah edecek) bir adam gönderir.»

Her ne kadar bu hadis senet açısından ve tarihi açı­dan teyid edilmiyorsa da, biz bir başka yerde bu hadis konusundaki görüşlerimizi belirttik ([4]), ama Müslümanlar arasında bu düşüncenin kabulü, ilgi toplaması ve yaygınlığı, şu hakikati açıklamaktadır: Müslümanlar en azından bir asır zarfında bir ıslah ediciyi veya ıslah edicileri beklemişlerdir, pratikte bazı hareketleri, ıslah hareketleri olarak algılamışlardır.

Diyoruz ki: Islah, ıslah edici, ıslah hareketi ve son zamanlarda kavram edinilmiş olan, dinî fikrin yenilenmesi kavramları Müslümanların kulağına aşina gelen bir ahenge sahiptir.

İslam dönemindeki ıslah hareketlerinin dikkatli bir şe­kilde incelenmesi, ilmî yönden tahlil edilmesi çok faydalı ve oldukça hayatîdir. Yetkin şahısların böyle bir başarı­ya ulaşacaklarını, kendi araştırma ve incelemelerinin neticesini ilgilenenlerin emrine arz edeceklerini ümit edi­yorum.

Islah iddiası taşıyan hareketlerin hepsinin aynı ve eşit olmadığı apaçıktır. Bazıları ıslah iddiası taşımışlar ve ger­çekten de ıslah edici olmuşlardır. Bazıları ise aksine ıslah bahanesiyle ifsat etmişlerdir, fesat çıkarmışlardır. Diğer bazıları ise başlangıçta ıslah yönü taşımışlar sonunda ıs­lah yolundan sapmışlardır.

Alevilerin, Emevi ve Abbasi dönemindeki ayaklanma­ları, kıyamları ekseriya ıslah kıyamları olmuştur. Aksine Babek-ı Hurremdin ve bunun gibi diğer bir kaç hareket, o kadar kötülüğe bulaşmış ve aşağılık idi ki, İslam dünyası için ters bir sonuç verdi, yani Abbasi halifelerinin cefasına karşı başlamış olan harekete halkın duyduğu ilgiyi azalttı. Abbasi hükümetinin bir oranda devamı, Babek isyanı gibi isyanlara da bağlıdır. Gerçekten bu isyanlar Abbasilerin şan­sıdır. Şuubiye kıyamı başlangıçta ıslah mahiyeti taşıyordu, zira Emevi ayrıcalığının aleyhine idi. «Ey insanlar! Doğrusu Biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz Allah katında en değerliniz, O'na karşı gelmek­ten en çok sakınanızdır. Allah bilendir, haberdardır.» (Hucurat; 13) şiarı ile başladı. Çünkü Şuubiye ayrıcalığın ve özel muamelenin aleyhine isyan etmişti, bunun için «Ehli Tesviye» (Eşitleştirme ehli) olarak isimlendirildi yukarıdaki ayeti kerimeyi slogan olarak seçtikleri için «şuubiye» ola­rak isimlendirildiler. Ama maalesef şuubiye, uğruna ayak­landığı yoldan saptı. Yani ırkçılık ve kavmiyetçilik aleyhi­ne olan düşüncelerin gidiş yolundan saptı. Bu nedenle ha­kikati arayan, takva sahibi mü'min unsurların kendilerinden nefret etmelerine sebep oldular. Şuubiye'nin ilk ıslah yo­lundan sapmasını da gerçekten Abbasilerin «Şansı» hane­sine koymak gerekir. İranlıların İslamî adalet isteği yolun­dan sapıp, ırkçılık yoluna sapmalarında Abbasilerin rolünün de olması mümkündür. Abbasi halifelerinin tarih boyunca aşırı şuubileri şiddetli şekilde desteklemeleri bu teoriyi açıkça kuvvetlendirmektedir.

İslamî ıslah hareketlerinin bir kısmı fikrî, bir kısmı sosyal olmuştur, bir kısmı ise hem fikrî hem de sosyal ol­muştur. Gazalî'nin hareketi kendine özgü bir fikrî hareket idi ([5]), o İslamî ilimlerin ve İslamî düşüncelerin felakete uğramış olduğunu düşünüyordu, bu maksatla «İhyau ulu-muddin»i yazdı. Hz. Ali'nin neslinden olanların hareketleri veya «Serbedaran» hareketi zamanın hükümetlerinin aleyhhine olan hareketlerdi. İhvan-us Safa hareketi hem fikrî idi hem de sosyal bir hareketti.

Adı geçen hareketlerin bazıları ilerici ve öncü hare­ketlerdir, bazıları ise dördüncü asırdaki Eş'ari hareketi ve onikinci asırdaki (Şiadaki) Haberlere Yöneliş hareketi Cebbarilik) gibi gerici hareketlerdir.

Bütün bu hareketler, ister fikri ve pratik, isterse ilerici ve gerici olsun genellikle hepsi geniş bir inceleme ve tahlile muhtaçtır. Özellikle şuna dikkat edilmelidir; Sonunda bazı fırsatçılar mevcut boşluktan istifade etmişlerdir, «emirlere» uygun olarak, «gönüllerinin istediği şekilde, İslamî dönemdeki hareketleri tahlil ediyorlar ve habersiz halk kitlesine sunuyorlar.

Şimdi son yüzyıldaki İslamî ıslah hareketlerini kısa bir şekilde inceleyeceğiz. "Bizimle ve pratik hayatla yakın bir bağlılığı olan, içinde bulunduğumuz, netice alınması aşa­masında olan zamanımızdaki ve asrımızdaki İslamî hareket ve ıslah hareketini inceleyeceğiz.

Hicri onüçüncü asrın ikinci yarısı, yani miladi ondokuzuncu asrın ikinci yarısı civarında İslam dünyasında bir ıslah hareketi başlamıştır. Bu hareket, Türkiye, Afganistan ve Hindistan'ı kapsıyor. Bu ülkelerde, ıslaha davet edenler ortaya çıkmıştır ve ıslah düşüncelerini ortaya koymuşlardır.

Bu hareketler bir kaç asırlık durgunluğun ardından şe­kil aldı, bir sınıra kadar batının siyasi, iktisadi ve kültürel sömürüsünün saldırısına uğradı. Bu hareketler İslam dün­yasında bir çeşit uyanış ve «rönesans» (hayatın yenilen­mesi) sayılıyor.

SEYYİD CEMALEDDİN

Hiç şüphesiz İslam ülkelerinde, son yüzyıldaki ıslah kımıldanışları ve hareketleri dizisini, Afganî diye meşhur olan Seyyid Cemaleddin Esadâbadi başlatmıştır. Müslüman­ların toplumsal dertlerini kendine özgü gerçekçi bir görüş­le tekrar söyledi, ıslah ve çare arama yolunu gösterdi.

Seyyid Cemaleddin hakkında çokça söylenmiş ve ya­zılmıştır, ama onun «ıslah tezi» hakkında daha az konuşul­muştur veya ben daha az görmüş ve işitmişim. Her halü­kârda Seyyid Cemaleddin'in İslam toplumu hakkında nasıl bir teşhis yaptığını ve hangi çare yolunu çözüm olarak önerdiğini bilmemiz güzel olacaktır. Kendi ıslah hedefleri­ne ulaşmak için hangi yolları seçmiştir?

Seyyid Cemaleddin'in hareketi hem fikri hem de sos­yal idi. O, Müslümanların hem düşüncelerinde hem de ha­yat düzenlerinde bir kıyam meydana getirmek istiyordu. O, bir şehirde, bir ülkede, hatta bir kıtada bile durmadı. Her zaman değişik bir ülkede kaldı, Asya, Avrupa ve Afrika’yı daima dolaştı. Her ülkede çeşitli gruplarla temas halindey­di, yazdıkları gibi bazı Müslüman ülkelerde askerlerin kalp­lerine nüfuz etmek için fiilen orduya gitti. Seyyid Cema­leddin'in çeşitli İslam ülkelerine seyahatleri, onları tekrar ziyaret etmesi bu ülkeleri yakinen tanımasına, bu ülkeler­deki akımların ve şahsiyetlerin mahiyetini öğrenmesine sebep oldu. Böylece dünyayı dolaşması, ölçmesi özellikle batı ülkelerinde nispeten uzun süre kalması, ilerlemiş dün­yada olup bitenleri, Avrupa medeniyetinin mahiyetini, o medeniyetin ileri gelenlerini tanımasını sağladı. Seyyid Cemaleddin, hareketinin ve araştırmasının neticesi olarak, hem kendi zamanını hem zamanındaki dünyayı tanıdı, hem de tedavi etmek arzusunda olduğu İslam ülkelerinin dert­lerini inceden inceye tanıdı.

Seyyid Cemaleddin, İslam toplumunun en önemli ve en müzmin derdinin, iç istibdat ve dış sömürü olduğunu teşhis etti, bu ikisiyle savaştı,' sonunda canını da bu yolda kaybetti. O bu felç edici iki faktörle mücadele edilmesi için siyasi bilinci ve Müslümanların aktif bir şekilde siya­sete katılmasını vacip ve gerekli saydı. Müslümanların el­den gitmiş azametinin ye büyüklüğünün tekrar elde edil­mesi için, dünyada onlara uygun olan bir makamı elde et­meleri ve ilk İslam’a geri dönmeleri gerekir, onların yarı ölü kalıplarına hakikaten gerçek İslam ruhunun girişini acil ve hayatî bir mesele olarak biliyordu. Bidatçilikten ve hu­rafeden arınmayı, bu dönüşün şartı sayıyordu. İslam birliğini tebliğ ediyordu. Nifak yaratan mezhebi, dinî ve gayrı dinî ihtilaflarda sömürgecilerin görünen ve gizli ellerini görüyordu.

İKİ SEÇKİN ÖZELLİK

Seyyid Cemaleddin'in en seçkin özellikleri, Sünni ve Şii ruhaniyetin iki çeşitliliğini ve farklarını iyi idrak etmiş ol­masıdır, O, Sünni ruhaniyetin bağımsız ulusal bir kurum olmadığını, istibdat ve sömürü kudretlerine karşı bir kud­ret sayılmadığını biliyordu. Sünni ruhaniyeti (uleması), asır­larca kendisinin topluma,«ululemr» diye tanıttığı hükümetlere bağlıdır. Bunun için Sünni toplumda, ulemanın ardın­dan gitmiyordu, doğrudan halkın ardından gidiyordu. Onun nazarında Sünni din âlimlerinin sömürü ve istibdada karşı bir üs ve karargâh olma özellikleri yoktur, bu yönden on­lardan faydalanılamaz, özel bir imtiyaza sahip değillerdir.

Ama Şia ruhaniyeti (uleması) böyle değildir, şia ru­haniyeti bağımsız bir kurumdur, ulusal bir kudrettir, daima halkın yanında hükümetlere ve idare edenlere karşı olmuş­tur. Bu açıdan Seyyid Cemaleddin Şia toplumunda, önce ulema sınıfının ardından gitti ve onları şuurlandırmaya başladı, bu sınıfın sömürü ve istibdatla mücadele etmek ve savaşmak için en iyi sınıf olduğunu teşhis etti. Seyyid Cemaleddin'in Şia âlimlerine gönderdiği mektupların muhtevasından, özellikle büyük lider merhum Hac Mirza Hasan Şirazi'ye (Allah makamını yüceltsin) gönderdiği mektubu ve şia ulemasının önde gelenlerine, tanınmış olanlarına, mümtaz olanlarına bir genelge şeklinde gönderdiği mektu­bu, (bunu Tahran, Meşhed, İsfahan, Tebriz, Şiraz ve diğer şehirlerdeki ziyaretgâhlardaki âlimlere ve diğer alimlere yazmıştır) bu istenen şey tam olarak bellidir. Şia ruhani-yetinden bazı şahıslar eğer kendi zamanlarının istibdatçıları ile muhtemelen yakın bir ilişkiye girmişlerse, buna rağmen halk ve ruhaniyet ile bağlılıklarını korumuşlarsa, Seyyid Cemaleddin bunların fıkıhta söz konusu olan aslı, yani «düşman üssünden halkın faydasına istifade etme» esasını takip etmiş olduklarını teşhis etmişti. Eğer muh­temelen gerçekten bağımlı şahıslar olmuşsa (ki, elbette ol­muşlardır) istisnai bir durum teşkil etmişlerdir. Bunun için Şia halkı, bütün tarihi boyunca ruhaniyet ile olan kuvvetli bağını koparmamıştır ([6]).

Seyyid Cerhaleddin'in şia ruhaniyeti ile olan ilişkile­rindeki metodu geniş bir etki meydana getirdi. Hem ule­manın kendine özgü vesile oluşu ile meydana gelen, iç istibdadın ve dış sömürünün ağzına demir bir yumruk gibi vurulan Tömbeki kıyamında geniş bir etki gösterdi. Hem de ulemanın liderliği ve te'yidi île oian İran Meşrutiyet ha­reketinde geniş bir etki gösterdi. Devrimci ve bilinçlî bir müslüman şahsiyet olarak Seyyid Cemaleddin'in ruhaniye­ti ezdiği ve zayıflattığı asla görülmemiştir. Bazı bilgisiz­liklerin etkisiyle, kendisi şahsen bazı zararlar ve eziyetler de görmüştür.

Tabatabaî bey şöyle yazıyor;

«Seyyid Urvetul vuskayı neşrettiği birinci Avrupa seyahatinde, ıslahatın yerine getirilmesi için, ruhanilerin nüfuzunun önemini anlamıştı. O sıralarda, Mısırda mukim olan İranlılardan birine Avrupa’dan yazdığı mektupta (o zat kendini İranlı memurlardan kurtarmak için Dağıstanî diye isimlendirmişti) açık olarak diyor ki, «İran uleması kendi görevlerini yerine getirmede kusur etmemiştir, İran halkının ve   ülkenin geri kalmasına,   çaresizliğine, eziyet çekmesine, daima İran’ın devlet memurları (devlet idareci­leri) sebep olmuşlardır.

Tahran'da yaşadığı sırada hiç bir şekilde ruhanilere karşı bir durumu görülmedi. Belki aksine ulemaya güzel an­layış ile yaklaşmak ve bağlılığını artırmak için çaba göste­riyordu. Ulemaya karşı hüsnü anlayış göstermiştir. Onun, Nietzsche ile ilgili risalesi, Arapçaya tercüme edilmiş Beyrut’ta yeni yayınlanmıştı, o sırada Cemaleddin İran’a gel­mişti, risalenin bazı nüshalarını temin etmişti,- bunları öğrencilere ve âlimlere hediye ediyordu. Nakledilen makul müderrislerle yapmış olduğu konuşmalarda ve toplantılar­da gurur ve beğenilmişlik hissi verebilecek bir sözün söy­lenmemesine çaba gösteriyordu. Şunu işitmiştim; Merhum Celve birinci konuşmada Seyyid Cemaleddin'e «Sizin Mı­sırda Şeyhin sözlerini tedris ettiğinizi işittim» demişti. Ce­maleddin tevazu göstermek için uygun bir cevap vermişti, merhum Celve'nin de kendine muhalif olmamasını sağla­mıştı ([7]).

Aynı kaynaklar diyorlar ki:

«Seyyid Cemaleddin dili ve kalemiyle bir ortam mey­dana getirdi. Memleketin ruhani ulemasının zihninde yeni meşrutiyet hükümetinin asıl kabul planını hazırladı. Tahran'ın ve ziyaretgâhların büyük âlimleri meşrutiyet hareke­tini yapan unsurla ilgili hüsnü zannında ve isabetli tahmi­ninde yanılmadığı belli oldu. Tömbeki kıyamı hareketin­den, Kum'a hicrete kadar ve ulemanın Bağ-ı Şah askeri dar­besine karşı meşrutiyet isteyenleri desteklemesi, her yer­de birinin önder bir makamda yer alması, onun ruhunun kılavuzluk etmesiydi.» ([8])

Seyyid Cemaleddin'în diğer imtiyazı şudur; tabir yerindeyse yenilikçi bir şahıs idi. Müslümanlara yeni bilimlerin yeni tekniklerin, yeni batı medeniyetinin iktibas edilmesi­nin gereklerini söylüyordu. Müslümanların okuma yazma bilmemesi, bilgisizliği, teknik ve sanayi açısından acizliği­ne karşı savaş başlatmış idi, aşırı yenilikçiliğe yönelişlerin tehlikelerini anlıyordu. O Müslümanların batının ilimlerini ve sanayisini almalarını istiyordu, ama Müslümanların dü­şünce yöntemi, yani onların dünya görüşü batı dünya gö­rüşüne dönüşmemelidir. Müslümanların dünyayı batının gördüğü gözlükle görmesine karşıydı. O, Müslümanları ba­tı ideolojilerine bağlanmadan batı ilimlerini almaya davet ediyordu. Seyyid Cemaleddin batının siyasi sömürüsü ile savaştığı gibi, batının kültürel sömürüsüyle de mücadele halindeydi. Dünyayı, muhtemelen Kur'an'ı, İslamî kavram­ları, batılı görüş açısı ile tefsir eden modernistlerle mü­cadele ediyordu. Kur'an'ın tabiat ötesi kavramlarının te'vil ve açıklanmasını, onların duyusal ve maddî işlere tatbik edilmesini caiz görmüyordu.

Seyyid Cemaleddin Mısırdan Hindistan’a gidip bir za­manların Hindistan’daki İslamî ıslah kahramanı sayılan Sör Seyyid Ahmed Han Hindî'nin fikirleri ile tanıştı. Onun ta­biat ötesi meseleleri, ilim ismi ve bahanesiyle tabiî bîr şe­kilde açıklamak istediğini gördü. Sör Seyyid Ahmed gaybı ve ma'kulu hissedilen ve gözle görülen olarak sayıyordu, Kur'an'da nass ile sarih olarak bulunan mucizelere doğal ve adi renkler veriyordu, Kur'an'ın semavî tabirlerini maddileştiriyordu. Cemaleddin bütün bunlara karşı şiddetli bir şekilde durdu. Çağdaş yazarlardan biri Seyyid Cemaleddin'in Hind seyehati ve Seyyid Ahmed Han'a karşı olan konumu ile ilgili şunları yazıyor:

«Seyyid Ahmed dinin ıslahından bahsettiği zaman, Seyyid Cemaleddin bazı ıslahçıların aldatmalarından ve ıs­lahta ifratın tehlikelerinden bahsediyordu, Seyyid Ahmed Müslümanlar için yeni düşünceleri geniş tutmanın zarure­tinden bahsettiği zaman, Seyyid Cemaleddin dinî inanç­ların diğer her faktörden önce, insanlara doğru gidişatta kılavuz olduğunu söylüyordu, Seyyid Ahmed Müslümanların terbiyede yeni tarzları takip etmelerini söylediği zaman, Seyyid Cemaleddin bu tarzları Hind halkının dini ve kavmi için zararlı olarak gördüğünü söylüyordu. Böylece o zama­na kadar yeni düşüncelerin ve bilgilerin taraftarı olarak tanınmış olan Seyyid Cemaleddin Hind'de ikameti sırasın­da, Seyyid Ahmed gibi yenilik isteyen düşünürlere karşı zorunlu olarak Müslümanların eski geleneklerinin ve inanç­larının muhafızlığı ile meşhur oldu. Bu dönemde de bu vasfı ile dinî fikrin hareketlenmesi hakkındaki önceki gö­rüşünden yüz çevirmedi» ([9]).

Seyyid Cemaleddin'in İslam toplumunda teşhis ettiği dertler şunlardan ibaret idi :

1-  Devlet adamlarının istibdadı

2-  Müslüman halkın cehaleti, bilgisizliği, ilim ve medeniyet kervanından geri kalması

3-  Hurafe inançların Müslümanların düşüncesine nüfuzu ve onların ilk İslam’dan uzaklaşmaları

4-  Bir mezhebe mensup olma veya mensup olma­ma (dindar olma veya olmama) unvanlarıyla, Müslümanlar arasındaki tefrika ve ayrılık.

5-  Batı sömürüsünün nüfuzu

Seyyid bu dertlere ve talihsizliklere çare bulmak için mümkün olan bütün araçlardan, seyahatlerden, görüşmeler­den, konuşmalardan, kitap yayınından, dergi cemaat ve ce­miyet teşkil edilmesinden, askere giriş ve orada hizmetten faydalandı. Atmış senelik ömründe ([10]) evlenmedi, aile kurmadı. Zira sahip olduğu sabit olmayan durumuyla, her zaman başka bir ülkede kalıyordu, bazen sürgün halindeydi veya gözaltında idi, bir aile kurmanın sorumluluğunu uh­desine alamıyordu.

Seyyid Cemaleddin teşhis ettiği dertlerin çaresini aşağıdaki  işlerin yapılmasında görüyordu:

1-        İstibdatçıların, istibdadı ve bencilliği ile mücadele.

Bu mücadeleyi kimin yapması gerekir? Halkın. Halkı mü­cadele meydanına nasıl sokmak gerekir? Acaba haklarım hatırlatmak, ayakaltı oldukları yola karşı şuurlandırmak yoluyla mı? Hiç şüphesiz bu gereklidir, ama yeterli değildir. O halde ne yapmalı?

Temel iş; Halkın siyasi mücadelenin ve siyasi savaşın şer'i ve dini bir vazife olduğuna iman etmeleridir, (bu imanı bulmaları gerekir). Sadece bu yolla, hedefe ulaşana kadar oturmayacaklardır. Halk gaflet içerisindedir, İslam’a göre din siyasetten, siyaset de dinden ayrı değildir. O halde halkın, din ve siyasetin birbirine bağlı olduğunu anlaması­nı sağlamak gerekir.

Din ve siyasetin birbirine bağlı olduğunu ilanı, Müslüman fert için siyasi bilincin şer'i zaruretini ilanı, onun kendi ülkesinin ve İslam toplumunun siyasi kaderine müdahalesi, Seyyid'in mevcut dertlere çare aramak için planlarından birisiydi. Seyyid zamanın istibdatçıları tarafından fiilen muhasara edilmişti. Müritlerini mücadeleye teşvik ediyordu. Öyle ki Nasruddin Şah'ın öldürülmesi onun tahriki ile ilgili görüldü.

2-        Yeni ilim ve tekniklerle mücehhez olmak.

Seyyid bu konuda zahiri olarak medrese kurulması veya ilmî encümenler kurulması gibi, pratik adımlarda bu­lunmamıştır. Bu konudaki çabaları, hutbelerinde ve yazıla­rında halka okuduklarından ibarettir.

3-        İlk İslam’a Dönüş.

 

Hurafelerin, iftiraların, bütün tarih boyunca İslam’a yapıştırılmış ilavelerin ve tavizlerin atılması. Seyyid'e göre Müslümanların ilk İslam’a dönüşleri, Kur'an'a, muteber sünnete, selef-i salihin'in siretine dönüş anlamındadır. Seyyid İslam’a dönüşte, sadece Kur'an'a dö­nüşü söz konusu etmemiştir, zira o Kur'an'ın kendisinin sünnete müracaat edilmesini gerekli saydığını îyi biliyordu. Buna ilave olarak o her asırda ve zamanda İslam’ı unuttur­mak için bir bahane olmuş olan «hasbuna kitabullah»ın (Kur'an dışında İslamî kaynak kabul etmemenin) tehlikeler rini iyi biliyordu, bunu tam olarak izlemişti.

 

4-        Mektebe iman ve güven. Seyyid hutbelerinde ve yayınlarında Müslümanları derin şekilde mü'min yapmaya gayret gösteriyordu. İslam, bir mektep ve ideoloji unvanıyla Müslümanları kurtarmaya, iç istibdada ve dış sömürüye son vermeye, bilahare Müslümanlara izzet ve saadet bağışla­maya muktedirdir. Müslümanların kendi saadetlerini temin etmek için, diğer bir ideolojiye muhtaç olmadıkları konu­sunda mutmain olmaları gerekir, diğer bir ideolojinin ta­rafına el uzatmamaları gerekir.

Bu açıdan eserlerinde ve yazılarında, İslam’ın meziyet­lerini zikrediyordu: Akıl, burhan ve istidlale itibar etmesi, İslamî öğretilerin insanın şerefliliği ve kabiliyetinin nü­büvvet hariç her yükselişe ulaşmasına müsait olduğu esa­sına dayanması, İslam’ın ilim olması gibi. İslam amel dinidir, zorluklarla mücadele dinidir, cihad ve mücadele dinidir. Islah dinidir, fesatla mücadele, iyiliği emretme ve kötülü­ğü nehyetme dinidir. İzzet dinidir, zilleti kabul etmeyen bir dindir, sorumluluk dinidir...

Seyyid, özellikle İslamî tevhid üzerinde duruyordu.

İslam, tevhidi kesin ilkelere dayanan kabul edilmiş kafi bir delilden başka bir şey olarak kabul etmiyor. Tevhid, bü­tün batıl inançların kökünü kazıyan kesin bir delil ve istid­laldir. Seyyid pek çok dayanağa sahipti; inanan toplumun en temel inançlarını zan, tahmin, başkasına kulluk ve taklit ile değil yeterli elde etme ile sağlaması gerekir. Zira hu­rafe ve evham yükünün gitmemesi durumunda halkı apaçık bir delil olan tevhide davet etmek gerekir ki din nazırında akla itibar ve saygı, onlar için açıklığa kavuşmuş ve tescil edilmiş olsun.

Bu açıdan Seyyid İslamî ilahî felsefenin değerine ina­nıyordu, felsefe tahsil ediyordu. Kendisini takip edenleri, İslamî ilahî hikmeti öğrenmeye teşvik ediyordu. Vefalı ta­lebesi Muhammed Abduh'u felsefe mütalâa etmeye teşvik etti, Abduh'un İbni Sina'nın «işarât»ından iki cildi kendi el yazısıyla yazdığını, bu ciltlerden birini Seyyid'i överek bi­tirdiğini söylüyorlar. Zahiren Seyyid'in bu teşvikinin etki­si ile Abduh, bazı felsefî kitapları basmaya ve yayınlamaya başladı. İbni Sina'nın «Necat»'nı yine bunun gibi İbni Şeh­lan Saveci'nin «El-Besairul Nusayriyye»sini, İbni Sina'nın «Mantıkul Maşrikiyyin» eserinin bir kısmını ilk defa o bas­tı ve yayınladı. Ahmed Emin «İslam’ın zuhuru» kitabın­da ([11]), «felsefe, Şia fikrine Sünni fikrinden daha uygun­dur» diyor. Sonra şöyle delil getiriyor:

«Şii olan ve Mısıra hükmeden Fatımîler döneminde, Mısırda felsefe revaçta idi, Fatımîlerin gitmesi ve Sünni ruhunun girişi ile felsefe Mısır'dan gitti ve öldü. Son asır­da Şia’ya yönelişi olan Seyyid Cemaleddin Mısıra gelince, bir defa daha felsefe Mısırda ilgi buldu.»

İslamî tekrar derli toplu, muhtaç olmayan bir ideoloji olarak tanıtmak istediği bu programın ardından, Avrupa’da İslam’a karşı yöneltilen tenkitlere karşı İslam’ı savunmaya başladı. Avrupa’da: İslam’ın bir cebr, kaza ve kader dini olduğu, ferdin hürriyetini reddettiği, Müslümanların yıkıl­ma sebebi; onların cebre ve körü körüne kaza ve kadere inanmalarıdır, ([12]) şeklinde İslam aleyhine propaganda ya­pılıyordu. İslam ilme karşıdır diyorlardı. Müslümanların ilimden uzaklığını İslam’ın kendi öğretilerinde aramak ge­rekir diyorlardı.- Seyyid, Urvetul Vuska dergisinde ve müs­takil bir makalesinde İslam’ın kaza ve kader hakkındaki na­zariyesini savundu, onun İslamî şekliyle sadece yıkılma se­bebi olmamakla kalmadığını, aksine yükselme ve ilerleme faktörü olduğunu söyledi ([13]). Yine bunun gibi çağdaşı olan ve İslam’a saldırıp, islam’ı Müslümanların yıkılma sebebi sayan, İslam’ın ilme karşı olduğunu söyleyen Fransız filo­zofu Ernest Renan'a cevap verdi ([14]).

5-        Dış sömürü ile mücadele;

Bunun en genel şekli Müslüman ülkelerin iç meselelerine müdahale eden siyasi sömürü idi. İktisadi sömürü ise, zalimce imtiyazların elde edilmesi ve İslam ülkelerinin mali, iktisadi kaynaklarının yağma edilmesi ile sonuçlanıyordu. Kültürel sömürü ise, İslam kültürünün bir çeşit giderilmesi ve yok edilmesi şek­linde olmuştur, bu sömürü onları kendi sahip olduklarına ve geçmişte sahip olmuş olduklarına karşı inançsız yapı­yordu, aksine batı kültürünü ise biricik, insanî ve mutlu­luk bağışlayan kültür olarak tanıtıyordu. Öyle ki bazı Müslüman aydınlar bir doğulu medeni olmak istiyorsa, saç çiz­gisinden ayak tırnağına kadar Avrupaî olması gerekir diye inanmaya başladılar. Yazısının batılı yazısı, lisanının batılı lisanı, giyim tarzının batılı giyim tarzı, adabı, merasimi, edebiyatı, akaidi, felsefesi, sanatı ve ahlâkının hep batılı olması gerekir diye inanmaya başladılar.

Seyyid Cemaleddin din ve siyasetin birbirine bağlı olma­sı planını iki cephe için gerekli görüyordu: İç istibdat cep­hesi ve dış sömürü cephesi. İstibdat ve sömürü ile müca­dele edilmesi için, Müslümanların dinî şuurunu uyandır­mak için, çok geniş bir gayret gösterdi, bu programın di­ğer her ıslah programından önce gelen, bir öncelik hakkına sahip olduğuna inanıyordu.

Sonraları sömürü temsilcileri tarafından din ile siya­setin birbirinden ayırt edilmesi yönünde gösterilen çabalar (Sekularizm) «ilmaniyyet» ([15]) adıyla tanınmış oldu... (mevcut yasal çerçevenin sınırlamasından dolayı bu cüm­le verilmemiştir okuyucularımızdan özür dilerim - Ç) İlma­niyyet düşüncesini Arap dünyasında Hıristiyan Araplar teb­liğ ettiler. Din ve siyasetin bağlılığının aslı apaçık olarak anlaşılırsa, Arap Hıristiyanların toplumda artık bir fonksiyon taşımayacakları açıktır. Ama sadece Arap Hıristiyanlar il­maniyyet düşüncesinin propagandasını yapmadılar bazı Müslümanlar da bunun şiddetli taraftarı oldular. Hem de bunlar dindar aydın Müslümanlardı. Niçin?

Bu Müslümanlar hakikatte başka bir akımdan ızdırab çekiyorlardı. O da şuydu; Sünni aleminde halifeleri ve sul­tanları «ululemr» olarak biliyorlardı, onlara itaati dini yön­den vacip sayıyorlardı, dinin siyaset ile bağlılığı, dinin si­yasetin hizmetinde olması şeklinde kararlaştırılıyordu, di­nin siyasetten ayrılmasına taraftar olanlar böyle bir ayrı­lık istiyorlardı. Yani Osmanlı halifeliğinin ve Mısır devlet başkanlığının dünyevî bir makam olarak tanınmasını isti­yorlardı, dinî bir makam olarak değil. Halkın dinî ve ulusal vicdanının onu tenkit etmede hür olmasını istiyorlardı. Seyyid Cemaleddin ve benzerlerinin ortaya koydukları din ve siyasetin birbirine bağlılığı doğru bir sözdü. Kevakibi'nin deyimi ile siyasi istibdadın kendine (dinî kutsiyet» vermesi anlamında değildi. Belki aksine şu anlamdadır; Müslüman halkın kendi siyasi kaderine müdahaleyi önemli bir dinî görev ve sorumluluk sayması gerekir. Din ile si­yasetin bağlılığı, dinin siyasete bağımlılığı anlamında de­ğildir, siyasetin dine bağımlılığı anlamındadır.

İlmaniyyeti (secularizmi) dinin siyasetten ayrılması gerektiğini savunan bazı Müslüman Araplar, halkın siyase­te müdahalesini dini bir vazife unvanıyla inkâr etmek is­temiyorlardı, siyasi makamların dinî ve mezhebi itibarını reddetmek istiyorlardı. Elbette dinin siyasetten ayırt edil­mesi... İran’da uygulanan şekliyle dinin siyaset sahnesin­den uzaklaştırılması anlamında idi, bu İslam’ın en aziz or­ganlarından birinin İslam’ın vücudundan ayrılması ile aynıdır.

Bildiğimiz kadarıyla yukarıda söz konusu olan kavramı ile dinin siyasete bağımlılığı, yani devlet başkanlarının kutsal bir makam taşıması Sünni âlemine mahsustur. Şia’da böyle bir kavram, hiç bir zaman söz konusu olmamıştır. Şia'nın «ulul emri» tefsir etmesi asla yukarıdaki şekilde olmamıştır.

6-        İslam birliği (ittihad-ı İslam):

Batıya karşı, İslam birliği sesini açık olarak ilk defa Seyyid Cemaleddin yük­seltmiştir. ([16]) İslam birliğinden maksat, pratik olmayan, bir emir olan mezhebi bir birlik değildi. Birlikten maksat cephesel ve siyasi bir birlikti, yani yağmacı düşmana karşı bir tek safın teşkil edilmesiydi. ([17])

Seyyid, «Haçlı ruhu» Hıristiyan batıda, bilhassa İngiltere’de canlı ve alevli bir şekildedir» diye Müslümanları uyarıyordu. Buna rağmen batı, bize hür tabiatlı olduğunu müjdelemeye kalkışıyor ve taassubu azaltıyor, hâlbuki ken­disi taassup tuzağının şiddetli tutkunu olmuştur (özellikle Müslümanlar aleyhine dini taassubun). Seyyid, batıcıların «taassubu» kınamalarının aksine taassubun kötü olmadığını iddia ediyordu, taassup da diğer her şey gibi ifrat, tefrit ve itidal durumlarına sahiptir. Taassupta ifrat, insanda man­tıksız ve kör bir taraf tutma duygusu meydana getiriyor ve kötüdür. Ama «katılaşma» anlamındaki taassup, mutedil olursa makul ve mantıki itikadı olanları himaye etmede sertleşme sadece kötü olmamakla kalmıyor, çok güzel bir şeydir. Seyyid diyordu ki :

«Avrupalılar Müslümanlar arasındaki dinî inançları en sağlam bağlılık olarak biliyorlar, taassuba muhalefet adıyla bu bağlılığı gevşetmek istiyorlar, ama kendileri her grup ve her ülkeden daha çok taassuba tutkundurlar. «Gladston Petres» rahibin ruhuna bir tercümandır, yani haçlı sefer­lerinin tekrar görünüşüdür.» ([18])

Seyyid'in gerçekçi bir görüşe sahip olduğu, yarım asır sonra güzel bir şekilde açıklığa kavuştu. Yahudi ordusunun komutanı Avrupalı subay, Arapların, İsrail ile olan birinci savaşlarında Beytul Mukaddesi (Mescidül Aksa'yı Müslümanlardan alıp, Yahudilere teslim ettiği ve Siyonist İsrail devleti kurulduğu zaman dedi ki : «Şimdi haçlı seferleri sona erdi.»

Kavmiyetçilik ve ırkçılık düşünceleri, nasyonalizm kav­ramı ile: «Panarabizm», «paniranizm», «pantürkizm», «panhinduizm» v.b şekillerde Müslüman ülkelerde sömürü aracılığı ile tebliğ edildi. Yine bunun gibi şiddetli Şia ve Sünni mezhep kavgaları siyaseti, böylece İslam topraklarının kü­çük ve ister istemez birbirlerine rakip ülkelere ayrılması... Bunların hepsi sömürünün kökünü kazan o düşünce ile, yani «İslam birliği» düşüncesi ile mücadele için olmuştur ve oluyor.

7-        İslam toplumunun yarı canlı kalıbına cihat ve mü­cadele dolu bir ruhu liflemek: Seyyid Cemaleddin Mesihvari bir şekilde bir sefer daha Müslümanların vücuduna İslam’ın gerçek ruhunu üflemek ve onlardaki İslamî gayreti coşturmak istiyordu. Cihadın unutulmuş aslını ön plana çı­kardı, bu esasın unutulmuş olmasını Müslümanların yıkıl­masında büyük bir faktör olarak algıladı. Eğer batılının damarında ve bağlılığında henüz haçlı ruhu varsa, Müslüman mücahit ruhunu niçin unutsun? Arap siyasi düşünce­sinde bir seyir kitabı şöyle yazıyor:

«Seyyid İngiltere'yi sadece sömürgeci bir güç ola­rak değil, belki Müslümanlara karşı bir «haçlı düşman» olarak ta görüyordu, İngiltere’nin hedefi İslam’ı yok etmek­tir, bir defasında şöyle yazmıştı: İngiltere, Müslümanlara İslam dinini takip ettikleri için düşmandır, İngiltere daima çeşitli hilelerle İslam topraklarının bir kısmını alıp, başka kavimlere vermek için çaba sarf etmiştir ([19]). Sanki din ehli olanlara düşmanlık yapmayı seviyor, kendi saadetini onların düşkünlüğünde ve yok olmasında arıyor... Seyyid'in İngiltere’ye karşı olan düşüncesinin bir sonucu şu idi; İslam’ı bir savaş ve mücadele dinî olarak biliyordu.

Bu açıdan cihad farizası üzerinde çok duruyordu ve onu te'kid ediyordu. Ona göre; islamı yok etmek için azimli olan bir hükümete karşı, Müslümanların zora başvurmaktan başka bir yolu yoktur. ([20])

8-        Batıya karşı kendine güvensizlik ile mücadele:

Müslümanlar hicri onüçüncü asırda yani miladi ondokuzuncu asırda batıda olup bitenlerden habersiz idiler. Ba­tıya gittiklerinde az çok ilerlemiş batı toplumunda olanlardan haberdar oluyorlardı, şiddetli bir şekilde ürkü­yorlardı veya cezp edilmiş oluyorlardı. Müslüman doğunun, Hıristiyan batıya karşı gerek rekabet şeklinde gerekse ilmî sahada mücadele edemeyeceği konusunda adeta ümitsizliğe kapılıyorlardı. Diyorlar ki, Nasruddin Şah batıya yaptığı bir seyahatten döndüğü zaman, sadrazamına şöyle dedi; «Sad­razam! Biz asla batıya yetişemeyeceğiz, fakat sen öyle bir şey yap ki, ben sağ olduğum sürece kimsenin sesi yüksel­mesin!!!»

Kendi zamanında Hindistan’daki Müslümanların lideri sayılan Sör Seyyid Ahmed Han önceleri sömürü ile müca­dele ediyordu. Hicri 1284 yılında İngiltere’ye bir seyahate gitti. Dost ve düşmanın itirafına göre o seyahat onun ru­hunda derin bir etki bıraktı. İngiltere’nin yaygın ve geniş medeniyetinin siyasi, iktisadi, askeri ve kültürel kudretini müşahede edip görmesinden sonra, Sör Seyyid Ahmed Han'ın beyninden İngiltere sömürüsü ile mücadele tama­men çıktı. Batı medeniyetinden ve kültüründen o kadar ürktü ki niçin ve neden diye zihnini zorlamadan, İngiltere’nin kudretini karşı konulamaz kabul etti, onunla mücadeleyi boş bir şey olarak kabul etti. Ondan sonra, sadece Müslümanlarla aynı zinciri paylaşan ve İngiltere sömürgeciliği ile savaşan Hindularla dayanışma ve işbirliğini terk etmek­le kalmadı. İkbal'in de üyesi olduğu Müslim Liyk Partisi'nin mücadelesine darbe vurdu, zarar verdi, onlarla işbirli­ğinden ve onları te'yid etmekten çekindi. Kendisinde şu fikir oluştu; Müslümanlar için tek yol, Hindulara karşı İngiltere’nin himayesini celp etmektir. Sör Seyyid Ahmed Han bundan sonra, batının kültür ve medeniyetini tebliğ eden bir şahsa dönüştü. Kur'an'ı da duyusal görüşle, muhteme­len maddeci batı görüşü ile tefsir ediyordu. Ama Seyyid Cemaleddin aksine ne batı medeniyetinin meczubu (çarpıl­mışı) oldu, ne de ondan ürktü, Müslümanları daima kendi­lerinde korku ve ümitsizliğe yer vermemeleri için uyarı­yordu, batının sömürgeci kapılarına karşı duruyordu. Dr. Hamîd İnayet şöyle yazıyor:

«Seyyid Cemaleddin Urvetul Vuska (Arapça olarak Pa­ris'te yayınladığı dergi - ç) .yoluyla bu mücadeleyi (korku ve ümitsizlik ile mücadeleyi) İngiliz sömürüsünün Asya’da bü­yük ölçüde muradına erdiği sırada, artırdı ve mücadelenin zirvesine ulaştı. İran'ın Herat savaşında yenilmesi, (Hicri 1273, Miladi 1856), Hint ayaklanmasının sonuçsuz kalması (Hicri 1274, Miladi 1857) ve Mısırın işgalinin etkisiyle (Hicri 1300, Miladi 1882) Müslüman halkın nazarında İngil­tere yenilmez bir kudret olarak görünüyordu. Seyyid Cema­leddin, Müslümanların, İngiliz sömürüsüne karşı kendilerini çaresizlik ve zavallılık ukdesinden kurtarmayana kadar on­lardan yabancı sömürüye ve zalim idarecilere (iç istibdat) karşı savaşmak için ayağa kalkmalarının beklenemeyeceğini biliyordu. Bu açıdan bütün hayatı boyunca Müslümanları, İngiltere’ye karşı mücadele için cesaretlendirmeye gay­ret gösterdi. Eğer Müslümanlar gerçekten «birlik ve gönül­lü» olurlarsa (İslam birliği), genişlemeci ve zorba İngiltere’ye karşı koyabileceğini gösterdi. Seyyid'in bu inançları­nın bir örneği Urvetul Vuskada makale halinde «estore» başlığı ile yayınladı. Bunun özeti aşağıdaki şekildedir:

«Şehrin dışında büyük bir tapınak vardı, yolcular gece­leyin karanlığın korkusundan onun içine sığınıyorlardı, ama onun içine giren herkes esrarlı bir şekilde dışarı çıkıyordu. Yavaş yavaş bütün yolcular bu tapınaktan korktular, hiç-kimse korkusundan geceyi orada geçirecek cesareti kendin­de bulamadı, sonunda hayattan bıkmış, yorulmuş, ama kuvvetli bir iradeye sahip bir adam, tapınağın içine girdi, her taraftan onu ölümle tehdit eden korkunç ürkütücü sesler yükseldi, ama adam korkmadı ve şöyle bağırdı: «ortaya çıkın, zaten hayattan bıkmış ve yorulmuşum.» Bu bağırma ile birlikte birden bir infilak sesi duyuldu ve tapınağın tıl­sımı bozuldu, duvarlarının yarılmasıyla mabedin hazineleri adamın ayakları önüne döküldü. Böylece, yolcuları öldüren şeyin asılsız korkular olduğu belli oldu... Büyük Britanya böylesi bir tapınaktır, yolundan sapmışlar siyasi karanlık­tan korksunlar, karanlık varsın dizlerinin bağını çözsün, takatsiz kalsınlar. Korkarım ki bir gün yaşamaktan bıkmış, ama kuvvetli bir azme ve gayrete sahip adamın biri bu ta­pınağın içine gidecek ([21]) ümitsizlik feryadıyla birden ora­da bağıracak, sonra duvarlar yarılacak ve büyük tılsımı kıracaktır.» ([22])

Bu estore, tıpkı Mesnevi'nin üçüncü cildindeki misafir öldüren mescid hikâyesine benzer, şekli görünüşüyle Seyyid bu öyküyü o kitaptan iktibas etmiştir, ama İslamî ol­mayan bir çevrede bu estore'yi mescid adıyla açıklamak istememiştir.

SEYYİD’İN İDEALİ

Seyyid'in ıslah ideali ve ideal toplumu, birliğin tama­mına hâkim olduğu İslamî toplum ile özetleniyor denilebilir. Irksal ihtilafların, lisan, bölgesel, partisel, ihtilafların, onla­rın İslamî kardeşliğine üstün gelmediği, onların manevi, kültürel, ideolojik birliklerine zarar veremediği Müslüman halkın bilgili, alim, zamana vakıf olduğu, asrın tekniklerine ve sanayisine aşina olduğu, her çeşit sömürü ve istibdadın sınırlamasından özgür olduğu, batı medeniyetini batılı ru­huyla iktibas eden, egemen İslam’ın o ilk İslam olduğu, ta­vizsiz ve sapmayan İslam’ın olduğu bir toplum, sonradan tarih boyunca eklenen sapmaların ilavelerin olmadığı bir İslam, mücahit ruhun olduğu, Müslümanların izzet ve şe­refliliğinin tekrar hissedildiği, zulüm, istibdat ve kula kulluğun olmadığı bir toplum.

Bizim bildiğimiz ve haberdar olduğumuz kadarıyla Seyyid o günkü İslam toplumuna hakim olan efendiler ve raiyye düzeni, hanedan düzeni konusunda, o günkü top­lumdaki İslamî ilimler öğretim sistemi konusunda bir ideali ortaya koymamıştır. O sistemlerin İslamî ölçüler ve kıstas­lar ile intibakı açısından Seyyid'in nasıl düşünmüş olduğu belli değildir. Zamanın istibdatçı hükümetleri ile yaptığı mücadeleye rağmen, kendisinin beğenmiş olduğu İslam’ın siyasî felsefesini dikkatli ve ince bir şekilde arz etme­miştir. Hangi şekil ve modele sahip olduğunu sunmamış-tır. İstibdat ve sömürü ile olan mücadelesi bu meselelerle uğraşmasına, bunları incelemesine aman ve fırsat verme­miş olabilir. İslamî devrim ve kıyam konusunda, istibdat ve sömürü ile mücadeleyi ilk adım olarak görmüş olabilir. Müslüman millet, bu birinci adımı her zaman doğru atarsa ikinci adımda ne yapması gerektiğini kendiliğinden bilir diye düşünmüş olması da mümkündür; Bunları, Seyyid'in işinde bir çeşit noksanlık olarak algılamak gerekir.

SEYYİD'İN YETENEKLERİ

Seyyid Cemaleddin, bir dizi doğal ve ayrıca sonradan kazandığı meziyetlere sahip olmuştur, bunlardan faydalan­mıştır. Genellikle bulunduğu toplumda kendisi gibi biri bu­lunamazdı.

Doğal açıdan; evvela akıl ve yetenek açısından hari­kulade biri idi, insanlar arasında onun gibi biri çok nadir bulunur. Bu onu yakinen tanıyan herkesin itiraf ettiği bir şeydir. İkinci olarak fevkalade etkili bir ikna ve telkin ka­biliyetine, etkili bir söz söyleme kudretine sahip idil Mısır'­daki hitabeleri bazen gürültü koparmıştır, halkı toplumun içinde bulunduğu durum hakkında ağlatmış ve heyecana getirmiştir.

Çalışarak kazandığı yetenekler açısından ilk imtiyazı; kültürünün İslam kültürü olmasıdır. Seyyid ilköğrenimini Gazvin, Tahran ve Necef'te yapmıştır. Özellikle Necef'te iki büyük şahsiyetin ilminden faydalanmıştır, birisi Hatemül Fukaha Hac Şeyh Murtaza Ensari (Allah makamını yükseltsin), diğeri ise büyük hekim, filozof ve arif Molla Hüseyin Kulî Hemedanî'dir. Zahiren Seyyid Cemaleddin aklî ilimleri, Molla Hadi Sebzevarî'nin seçkin talebelerinden olan bu büyük adamdan öğrenmiştir. Bu büyük şahsiyet, ilaveten Seyyid'in hemşerisidir, manevi meselelere ve irfani ilimlere de vakıf idi. Necef’te iki büyük diğer şahsiyetle de arkadaşlığı ve dostluğu olmuştur, biri mer­hum Ağa Seyyid Ahmed Tehranî Kerbelaidir, asrının büyük bir arifi ve filozofudur, diğeri ise merhum Seyyid Said Habbubî'dir, bu zat şair, edip, arif ve büyük bir mücahit idi, Irak devriminde seçkin, bir fonksiyona sahip olmuştur, merhum Ahund Hemedanî'nin vesilesiyle de olgunlaşmıştır.

Seyyid Cemaleddin'in hal şerhini yazmış olanlar, mer­hum Ahund Hemedanî'nin ahlâkî mektebi, terbiyesi, meto­du ve felsefesini tanımadıkları için yine bunun gibi merhum Ağa Seyyid Ahmed Tehrani Kerbelaî'yi ve merhum Seyyid Said Habbubî'yi tanımadıkları için sade bir haber ve bilgi ile yetinmişlerdir. Bu konunun üzerinde durmamışlar ve süratle geçmişlerdir. Seyyid'in talebeliğinde ruhen merhum Ahund Hemedanî'in edebinden ve diğer iki büyük şahsi­yetten ne kadar derin etkilendiğine dikkat etmemişlerdir. Seyyid'in ruhundaki bu etki ömrünün sonuna kadar devam etmiştir. Seyyid'in hayatında bu noktayı gördükten sonra Seyyid'in şahsiyeti nazarımda başka bir boyut, başka bir önem kazandı.

Seyyid'in İslam kültürüne aşinalığı, bu kültürden şid­detli ve derin bir şekilde etkilenmesi, onun yeni Avrupa kültürüyle tanışmasından sonra, (bu tanışma zahiren Hind'-de meydana gelmiştir) kendisini kaybetmemiş o kültürün hayranı ve çarpılmışı olmamıştır.

Seyyid'in ikinci imtiyazı (avantajı) ise, kendi zamanı ve dünyası ile tanışmasıdır. Asar-ı Acemin naklettiği gibi o, İngilizce, Fransızca ve hatta Rusça da biliyordu. Asya, Avrupa ve Afrika’nın bir kısmına seyahat etmiş, dünyanın önemli ilmi ve siyasi şahsiyetleri ile karşılaşmıştır, onlarla müzakerelerde bulunmuştur, bütün bunlar ona geniş bir görüş ufku kazandırmıştır.

Seyyid'in üçüncü imtiyazı ise, kurtarmak yolunda çaba sarf ettiği İslam âlemini yakından tanıması idi. Bu ülke­lerin çoğuna seyahat etmiş, halkla yakın ilişkilerin içine girmişti. Hicaz, Mısır, Hind, İran, Türkiye ve Afganistan'a gitmiş, her birinde bir süre ikamet etmişti, o zaman İslam ülkelerinde mevcut olan hareketleri, akımları, şahsiyetleri izlemişti, diğer bazı ıslahçıların mahkûm olduğu yanlışlar­dan kendini korumuştur.

Dördüncü imtiyazı ise, İslam ülkelerinin siyasi, iktisa­di, coğrafi durumları hakkında geniş bir bilgiye sahip ol­ması idi. Merhum büyük lider Hacı Mirza Hasan Şirazi'ye yazdığı mektuplardan, Seyyid'in İran’ın genel durumu, siya­set perdesinin arkasındaki cereyanları ve sömürünün hi­lelerini, hangi sınıra kadar bildiğini göstermektedir.

ŞEYH MUHAMMED ABDUH

Sünni âleminde özellikle Arap toplumunda Seyyid Cemaleddin'den sonra ıslah edici şahsiyet olarak ismi geçen ikinci şahsiyet, Seyyid Cemaleddin'in müridi ve talebesi olan Şeyh Muhammed Abduh'tur. Abduh kendi şuur ve manevi hayatını Seyyid Cemaleddîn'e borçlu biliyordu.

Abduh, Seyyid Cemaleddin'in teşhis ettiği dertleri his­sediyordu. Abduh'u, Seyyid Cemaleddin'den ayıran şey; Abduh'un, rriüslümanların batı medeniyeti ile karşılaşmaları neticesi Müslümanlarda meydana gelen dini düşünce buh­ranı ve İslam dünyasının yeni gerekleri hakkındaki düşün­celeridir. Müslümanlar bir kaç asırlık durgunluk süresince, bu buhrana doğru bir şekilde karşı koymaya hazır olmamış­lardır. Başka bir tabirle: Abduh, Seyyid Cemaleddin'den ayrılıp Mısıra geri döndükten sonra ona düşünce planında eziyet veren ve çözüm yolu aradığı şey, İslam ve zamanın gerekleri meselesi idi. Abduh bir çözüm yolu arıyordu, bir taraftan fikri donukluğun etkisi ve bazı din alimlerinden bir zümrenin fikri donukluğu nedeniyle, İslam Mısır toplu­munun ilerlemesine ve tekâmülüne engel telakki edilme­meliydi, bu yüzden Müslümanların kendi kuvvetleri İslam’ın aleyhine tahrik edilmemeliydi Pek çok İslam toplumunda olan problem). Diğer taraftan İslam’ın ilim ile intibakı adı altında ifratçı hareketler oluşmamalıdır. İslamî yöntem ve esaslar günün zevkleri ve tabiatı ile tatbik edilmemelidir (bir sınıf arasında meydana gelen bu durum), İslam başka bir şekilde fiilen sahneden uzaklaştırılmamalıdır. Abduh (Seyyid Cemaleddin'in aksine) bir din âliminin hissettiği bu sorumluluğu hissediyordu. Bu açıdan ifrat ve tefriti ön­lemek için bir sistem peşinde idi.

Bu açıdan Abduh, Seyyid Cemaleddin'in ortaya koy­madığı meseleleri ortaya koymuştur. Dört mezhebin birbi­rine yakın fıkhi konuları, hukukun felsefi ilkelerinin içti­hada müdahalesi, fıkıhta günün meselelerine cevap vere­cek yeni bir hukukî sistemin icadı, manevî ve uhrevî işlerle hayat ve dünyevî işler arasındaki temayüze inanmak, başka bir tabirle, manevî ve uhrevî işler, hayat ve dünyevî işler arasında temayüze inanmak. Fakih ikinci kısımda bir çeşit içtihat hakkına sahiptir, birinci kısımda ise bu hakka sahip değildir. Böylece icma hakkında özel bir görüş be­yan edilmiş oluyor, icmanın itibarı, kamuoyunun itibarıdır, böylece İslam’da şuranın aslı, batının asırlarca sonra ortaya attığı demokrasinin aslıdır.

Abduh da Seyyid Cemaleddin gibi şunu ispatlamanın peşindeydi; İslam bir mektep ve ideoloji şeklinde, İslam toplumu düşüncesinin dayanak yeri olmaya, onları dünyevi izzete, uhrevî saadete ulaştırma gücüne sahiptir. İslamî esasların ve ahlâk usulünün sağlamlığını göstermek için, İslamî kararlar, namaz, oruç ,hac, zekat, infak gibi esasları açıklamaya çalışıyordu.

Abduh da Seyyid Cemaleddin gibi İslam dünyasının birliği peşindeydi, fırkalar arasındaki taassupları sevmiyor­du, kendi tabiriyle Nehcul Belağa'yı keşf ettiği zaman, onu şerh etmek ve yayınlamak istedi. O kitabın bütün haşiyesinde ve (gazete) tefrikasında, hatta halifeler aleyhinde olan hutbeleri bile yayınlamakta tereddüt etmedi. Böylece Hz. Ali'nin belağatlı ve eşsiz sözlerini övmekten çekin­medi.

Abduh, iki açıdan Seyyid Cemaleddin'den farklı görüş­lere sahipti: Biri şuydu; Seyyid Cemaleddin devrimci dü­şünüyordu. Abduh ise tedrici ıslaha taraftandı. Diğeri de şudur; Seyyid Cemaleddin programında istibdat ve sömürü ile mücadeleyi birinci plana almıştı. Fakat Abduh, önce fesadı oluşturan kaynağın kökünü kurutmanın gereğine ina­nıyordu. Toplumun dini terbiye ve öğretimi öncelik arz eder, siyasi öğretim ve terbiyeleri siyasi hareketten önce gelir, diye inanıyordu.

Arap siyasi düşüncesinde bir seyir kitabında, Seyyid Cemaleddin'in ve Abduh'un işinin neticeleri başlığı altında şöyle deniliyor:

«Seyyid ile Abduh'un işinin neticeleri ve ikisinin Müslümanların uyanış tarihi üzerindeki etkileri birbirinden çok farklı olmuştur. Seyyid Cemaleddin daha çok savaşçı ve güçlüklerle mücadele eden bir şahsiyetti. Abduh ise dü­şünce adamı ve ılımlı biriydi, Seyyid Cemaleddin Müslümanların özgürlüğünü sadece onların düşünsel yönden ha­rekete geçirilmesi yoluyla mümkün görüyordu. Abduh ise daha çok takva, ahlâkî ve dinî terbiye yoluyla mümkün gö­rüyordu. Seyyid Cemaleddin gayretlerini az çok bütün İslam âlemine yaymıştır. Abduh ise, daha çok Mısırlıların durumunun ıslahı için gayret gösterdi. Ama bu farklılıklar sebebiyle Seyyid Cemaleddin ve Abduh'un işlerinin mey­vesi birbirinin tamamlayıcısı olmuştur (hatta ikisi de ol­dukça mükemmel olmuştur.) Özellikle ikisi de; doğrudan dinî fikrin temel kaynaklarına ([23]), şer'i hükümlere, akli te­veccühe dönüş ([24]) tefrikadan ve fırka oyunlarından sakın­ma ([25]), içtihadın ihyası üzerindeki baskılarla mücadele, İslam dininin ruhu ve cevherinin tanınması için gayret gös­terme, hükümet uşağı âlimlerin kuru ve zümresel görüş­lerinin ötesinde, aynı düşünceleri, aynı destanı paylaşıyor­lardı. Bu istekler ve arzular, Sünniliğin yenilik arayış yön­teminin temeli adıyla kabul edilmiştir. ([26])

ŞEYH ABDURRAHMAN KEVAKİBİ

Sünni Arap âlemindeki üçüncü ıslah kahramanı Şeyh Abdurrahman Kevakibî'dir. Kevakibî Suriyelidir ve Safevi soyundandır, soyu Şeyh Safiyuddin Erdebilî'ye kavuşur ([27]). Farsça ve Türkçe biliyordu. Abduh'un takipçilerinden sa­yılır diğer bir açıdan da Seyyid Cemaleddin'i takip eden­lerden sayılır. Kevakibî, hicri kameri 1271 yılında Suriye'de dünyaya geldi, hayatının büyük kısmı Suriye'de geçti, son zamanlarında Mısıra geldi, bir kaç sene de Mısırda kaldı, hicri kameri 1320 yılında elli yaşındayken Mısırda vefat etti.

Kevakibi istibdada şiddetle karşı olan bir İslam düşü­nürü idi. Suriye'ye hükmeden istibdatla şiddetli bir şekil­de mücadele etti. Kevakibî'den iki eser kalmıştır. Biri «Te-bayiul istibdat» adlı eseri olup, İran Meşrutiyet hareketi sırasında Farsçaya tercüme edilmiştir, diğeriyse «Ümmül Kura»dır, Kevakibî'nin ıslah düşünceleri bu kitapta toplan­mıştır.

Kevakibî, Seyyid Cemaleddin gibi Müslümanlar için si­yasi şuuru vacip ve gerekli görüyordu. Siyasi rejimin meş­rutiyet veya başka bir şey olmasının tek başına istibdadı önlemeye yetmeyeceğine inanıyordu. Her rejimin, bir is­tibdat şekli meydana getirmesinin mümkün olduğuna ina­nıyordu. Sonuç olarak, istibdadı önleyebilecek şey; şuur, halkın siyasi ve sosyal şuuru, egemen duruma karşı görüş­leridir. Halk kitlesinde böyle bir şuur, ihsas ve bilgi mey­dana geldiği zaman siyah istibdat canavarı ipe çekilmiş olur. Şüphesiz bu, rejim ne şekilde olursa olsun, rejimlerle bir işin olmaması gerekir anlamında değildir. Belki şu an­lamdadır; iyi rejim halkın şuur düzeyi üst düzeye çıktığı zaman faydalıdır. Bunun için Kevakibî, (Abduh'un aksine) Seyyid Cemaleddin gibi Müslüman halk kitlesinin siyasi bilincinin üst düzeye çıkarılmasının ve siyasi faaliyetlerin, onların hayatının ıslahıyla ilgili diğer çeşitli konulardan önce geldiğine ve öncelik hakkına sahip olduğuna inanı­yordu. Siyasi bilincin onların dinî bilinçlerinin yardımıyla uyarılması gerektiğine inanıyordu. Kevakibî din ile siyasetin bağlılığına şiddetle inanıyordu. Özellikle İslam dinini si­yasi bir din olarak kabul ediyordu. Eğer İslam tevhidi doğru anlaşılırsa halk kelimeyi tevhidin, yani «La ilahe İllallah»ın anlamını kavrarsa istibdada karşı en sağlam mev­zilere sahip olacaktır, diye inanıyordu.

Kevakibî iki kıymetli selefi Seyyid Cemaleddin ve Abduh gibi, tevhidin temeli, siyasi ve pratik yönü üzerinde çok duruyordu ve ona dayanıyordu. «La ilahe illallah keli­mesinin anlamı İslam’daki zikirlerin en efdali sayılmıştır, İslam binası onun üzerine kurulmuştur. Mabutluk yüce Al­lah'tan başka hiç bir kimsenin hakkı değildir, ibadetin an­lamı tevazu ve alçak gönüllülüktür, o halde «La ilahe illallah'ın anlamı; biricik Allahtan başka tevazu ve eğilmeye lâyık hiç bir varlık yoktur, sonucu yüce Allah'ın emrine itaat olmayan, her tevazu ve alçak gönüllülük şirk ve put­perestliktir», diyordu. Kevakibî İslamî tevhidi sadece dü­şünce aşamasında sona eren düşünsel, teorik ve itikadi bir tevhid olarak kabul etmiyor, onu amel ve dışsal gerçeklik aşamasına kadar genişletiyor, yani tevhid sistemini ege­men kılmak gerekir diyordu.

İnsaflı davranmak gerekir, hiç kimse büyük allame, müçtehit merhum Mirza Muhammed Hüseyin Nainî gibi İslam’ın siyasi, sosyal ve ameli tevhidini Kur'an'dan ve Nehcul Belağa'dan iç içe sağlam deliller ve istidlallerle dikkatli ve güzel bir şekilde tefsir edip, açıklayamamıştır. Merhum Nainî, Kevakibî gibi düşünürlerin isteklerini İslamî belgelerle «Tenbihul Umme ve Tenzuhul Mille» adlı ese­rinde ispat etmiştir. Ama ne yazık ki çevremizin avamzedelik ortamı, o kitabın yayınlanmasından sonra merhumun dudaklarına sükût mührü vurdu, nefesi kesildi.

Kevakibî, her müstebitin tahakküm ve istibdadının te­mellerini sağlamlaştırmak için kendine kutsallık yönü ver­meye, dinî kavramlardan bu amaçla yararlanmaya çaba gös­terdiğini iddia ediyordu. Sadece halkın üst düzeyde dinî ve siyasi bilinci ve bilgisi bu suiistifadeleri önler.

Kevakibî (Ehli Sünnettin) önceki bazı İslam âlimlerini, düzen ve emniyete, adalet ve özgürlüğü feda edecek kadar değer verdikleri için tenkit etmiştir. Yani düzen ve emniyet bahanesiyle özgürlüğün gelişmesine engel olmuşlardır, bu müstebitlerin ve zalimlerin istediği şeydir. Zalim­ler ve müstebitler daima düzenin istikrarı ve emniyetin korunması bahanesiyle, en yüce ilahî bağış ve insanlığın cevheri olan hürriyeti öldürmüşler, adaleti ayaklar altına almışlardır.

Kevakibî, düzenle (intizam) hürriyetin ilişkisi açısın­dan hürriyetin öncelik hakkına sahip olduğuna inanır. Din ile siyasetin ilişkisi ve din ile hürriyetin ilişkisinde, gerçek hürriyetin elde edilmesinde, dini siyasi hissi uyandıran de­ğerli bir faktör olarak kabul ediyor. İlimle hürriyetin ilişki­sinde, ilimle siyasetin ilişkisinde bütün ilimlerin hürriyet ilhamı bahşedici olmadıklarına inanır. Bütün ilimler, sos­yal bilgi verme açısından aynı derecede değillerdir. Bunun için müstebit bazı ilimlerden korkmaz, belki kendisi o ilmi­leri teşvik eder ve onlara ilgi duyar. Ama diğer bazı ilim­lerden şiddetle korkar, zira bu ilimler halka bilgi, siyasi ve sosyal bilinç vermektedir. Bireylerin özgürlük isteğini, boğulma, baskı ve istibdatla mücadele azmini tahrik et­mektedir. Kevakibî diyor ki:

«Lügat ilminde cesaret artıran bir hikmet ve halkı tah­rik edecek bir şey, askerleri büyüleyecek bir durum yok­sa ([28]) istibdatçı, Lügat ilmi ve gramerden korkmasın. Çünkü nicelik açısından, Şair Hassan gibi doğmanın ha­sede karşı deneyimli olmak, şiirleriyle savaşçıları, askerleri harekete geçirmek olduğunu bilir ([29])... Böylece müstebit sadece ahirete yönelik dinî ilimlerden (ahiret ile geçim, hayat ile maneviyat arasında ayrılığa inanan ilimler) kork­maz... Despotun (istibdatçının) korktuğu ilimler hayat ilimleridir. Teorik hikmet, rasyonel felsefe, ümmetler hukuku, medeni siyaset, detaylı tarih, edebi hitabeler gibi ilimler­dir. Cehalet bulutlarını kaldıran, parlak güneşi gösteren ilimlerdir. Başlan hararetten yakan ilimlerdir.» ([30])

ARAP DÜNYASINDA ISLAH DÜŞÜNCESİNİN BATIŞI

Sünni Arap dünyasında ıslah kahramanı olarak sayılabi­lecekler bu üç kişidir. Yani Seyyid Cemaleddin, Muhammed Abduh ve Şeyh Abdurrahman Kevakibî'dir. Önem sırasına göre kahramanlığın bir, iki ve üçüncü derecelerini işgal etmişlerdir. Mısır, Suriye, Cezayir, Tunus ve Fas'ta, bunları takip eden şahsiyetler, (özellikle Seyyid Cemaleddin ve Abduh'u takip eden şahsiyetler) ortaya çıkmıştır, ıslah id­diasında bulunmuşlardır. Kendilerini Seyyid Cemaleddin ve Abduh yolunun devam ettiricileri saymışlardır, ama bun­ların hiç biri önceki üç kahramanla aynı safta zikr edile­cek kadar önem kazanmamıştır. Bunların bazıları belki bazı sapmalar nedeniyle ıslah edecekleri yerde bozmuşlardır, ıslah edici sayılacakları yerde müfsit sayılmışlardır. Sey­yid Muhammed Reşid Rıza da bu cümledendir. Reşid Rıza kendini Seyyid Cemaleddin ve Muhammed Abduh'un yolu­nun devam ettiricisi olarak saymaktadır, ama o, Seyyid Cemaleddin ve Muhammed Abduh'un fikirlerinin etkisi al­tında olmaktan çok, İbni Teymiyye ve Muhammed Bin Abdulvahab'ın düşüncelerinin etkisi altındaydı. Islah tebliğcisi olmaktan çok, vehhabiliğin tebliğcisi idi, özellikle Şia hakkındaki garazkâr görüşleri ve düşünceleri onun ıslahçı liyakatine sahip olmadığını gösteriyor. Islahı talep etme­nin ilk şartı özel bir fırkaya nispetle başka fırkanın aleyhhine ifrat taassuplardan kurtulmuş olmaktır, Reşid Rıza'da bu durum yoktu. Keşke Reşid Rıza, üstadı Muhammed Abduh derecesinde kendini cahilane taassuplardan kurtarabilseydi.

Yukarıda zikredilen üç kahramandan sonra, Arap âleminde kahraman sayılabilecek bir şahsiyet zuhur etmedi. Adı geçen ülkelerde zuhur eden bütün bu ıslah iddiacıları niçin doğru bir iş yapmadılar? Örneğin Abdulhamid Bin Badis Cezayirî, Tahir El-Zehravi, Cezayir-i Surî, Abdulkadir Mağribî, Cemaleddin Kazımî Surî, Muhammed Beşir İbrahimî ve diğerleri. Aslında İslam ülkelerinde ıslah isteyen islamî ıslah hareketi niçin cazibesini yitirdi? Arap gençleri arasında niçin Baasçılık, Nasırcılık gibi kavmiyetçi/ırkçı hareketler, sosyalist, Marksist hareketler daha çok ilgi topladı?

Herkesin bu konuda bir sebep göstermesi, özel bir sebebe dayanması mümkündür, ama bendeniz Seyyid Cemaleddin'le başlayan İslamî hareketin parlaklığını kaybet­mesine sebep olan temel faktörün, Seyyid Cemaleddin ve Muhammed Abduh'tan sonraki ıslah iddiacılarının şiddetle vehhabilik tarafına yönelmesi olduğuna inanıyorum. Bu yöntemdeki dar görüşlü ve sınırlı düşünceleridir. Bunlar, bu hareketi bir çeşit selefiliğe yönelişe dönüştürdüler, sünnet-i selefi takip etmeyi Hanbelî İbni Teymiyye'yi takip etme sınırına kadar indirgediler, ilk İslam’a dönüşü gerçek­te islam mezheplerinin en kabuksal mezhebi olan Hanbelîliğe dönüş şeklinde yorumladılar. İstibdat ve sömürü ile devrimci bir şekilde mücadele ruhu, Hanbelilerin inançlarına özellikle İbni Teymiyye'nin inançlarına aykırı olan inançlarla mücadele ruhuna dönüştü.

İKBAL

Arap âlemi dışında da az çok ıslah edici olarak isimlendirilebilecek kahramanlar zuhur etti. Lahor'lu İkbal'in kesin olarak İslam âleminde bir ıslah kahramanı sayılması gerekir. Onun ıslah düşünceleri ülkesinin sınırlarını aştı. İkbal, birtakım meziyetlere ve noksanlıklara sahiptir.

İkbal’in başlıca meziyetlerinden biri; batının felsefi ve sosyal düşünceleriyle derin bir şekilde tanışmış ve bun­lara batılı bir düşünür ve filozof sayılacak derecede vakıf olmasıdır.

Diğeri de şudur; batı kültürünü bütün tanıma ve aşi­nalığına rağmen, batıyı toplu bir insanî ideolojiye sahip olmayan bir âlem olarak kabul etmesidir. Aksine Müslümanları, böyle bir ideolojiye sahip ve ondan faydalanan bir halk olarak kabul ediyordu. İkbal aynı davette Müslümanları, batı ilim ve tekniğini alırken, batıya ve batı «izm»lerine her türlü yönelişten sakındırmıştır. İkbal diyor ki:

«Avrupa’nın idealizmi hiç bir zaman onların hayatında canlı bir unsur şeklinde ortaya çıkmamış ve netice olarak şaşkın ve avare bir «ben» ortaya çıkarmıştır. Uyumsuz de­mokrasiler arasında kendini aramaya başlamıştır. Onlara özgün iş; zenginlerin dervişlerden yararlanmasıdır. Bugün­kü batı, insanlığın ahlâkî yönden ilerlemesine en büyük en­geldir dersem, sözüme inanın. Diğer taraftan Müslümanlar vahye dayanan mutlak, nihaî konu ve düşüncelere sahip­tir. Çünkü hayatın en içten derinlikleri açıklanıyor. Hayatın zahirî oluşuna Bâtıni bir renk veriyorlar.» ([31])

İkbal'in diğer bir meziyeti de şudur. Muhammed Abduh'un zihnen tutkun olduğu muhasaralara o da tutkun ol­muştur, yani Müslümanların İslamî hüküm ve yöntemin te­meline dayanmaksızın, zamanlarının siyasi, iktisadi ve sosyal problemlerine çözüm yollan bulmaya ve hal etmeye kalkışması yanlışı üzerinde çok düşünmüştür. Bu açıdan içtihat, icma v.b. meseleleri çok incelemiştir. İkbal «içtihat»ı İslam hareketinin motoru sayıyor.

İkbal'in meziyetlerinden biri de, batı kültürü ile öğrenin, görmüş olanların aksine, maneviyata yönelen biri olması­dır. Ruhî, irfanı, işrakî boyuttan kuvvetli bir tarzda yararlanmıştır. Bu açıdan ibadetin, zikrin, fikrin, nefis murakabe ve muhasebesinin, bilahare hareketin, davranışın, maneviya­tın bugün içe yöneliş saydıkları (ve muhtemelen kusurlu buldukları) konunun geniş bir değere sahip olduğuna inan­mıştır. Dinî fikri ihya sorunları cümlesinden olarak ortaya koyduğu şeyler bu meselelerdir. İkbal dinî fikri ihya etmeyi İslamî maneviyatı ihya etme olmaksızın faydasız saymak­tadır. İkbal'in bir diğer meziyeti de şudur; sadece düşün­ce adamı değil aksiyon ve mücadele adamı da olmuştur. Pratikte sömürü tarafından kuşatılmıştır. İkbal, Müslüman Pakistan devletinin kurucularından biridir.

İkbal'in bir diğer meziyeti de onun şairlik gücüdür. Bu gücü onun İslamî hedeflerinin hizmetinde olmuştur. İkbal. Kevakibî'nin övdüğü Kumeyt-i Esedi, Hassan Bin Sabit Ensari, Da'bel Bin Ali Hezaî gibi şairlerdendir. İkbal'in urduca ilahileri, devrimci marşları Arapça ve Farsçaya tercüme edilmiştir, böylece kahramanlık ve heyecan yaratan etkisini korumuştur.

İkbal resmen Sünni mezhebine mensup olmakla bera­ber, peygamberin ehli beytine karşı özel bir alaka ve sev­giye sahiptir. Onları öven farsça devrimci ve eğitici şiir­ler söylemiştir. Farsça konuşan bütün Şiî şairler arasında bu şiirlerin benzeri şiirleri olan şairlerin bulunacağını zan­netmiyorum. Her halükârda şiir İkbal için hedef olmamış­tır, Müslüman ümmeti uyandırması için bir araç olmuştur.

İkbal'in «kendimizin (hodi) felsefesi» diye adlandırdığı bir felsefesi vardır. O, Müslüman doğunun gerçek kimliği olan İslamî kimliğini kaybettiğine, onu tekrar bulması gerektiğine inanır. İkbal bireyin muhtemelen şahsiyet sarsıl­masına veya şahsiyet kaybetmeye mahkûm olduğuna, kendinden uzaklaştığına, kendine yabancılaştığına inanıyor. Fert kendinden başkasını, kendi yerine koyuyor. İkbal'in şiddetle etkisi altında kaldığı, cazibesinin etkisinde olduğu Mevlana'nın sözüyle «başkasının toprağında ev yapıyor, kendi işini yapacağı yerde, yabancının işini yapıyor.» Top­lum da böyledir, fert gibi ruh ve şahsiyet sahibidir, muh­temelen fert gibi şahsiyet zaafı ve kişiliğini kaybetmeye mahkûm oluyor. Kendine olan inancını, şahsına olan say­gıyı, zatının asaletini kaybediyor, birden düşüp, aşağı doğ­ru iniyor. Kendine olan inancını, zatına olan saygısını, za­tının asaletini kaybeden her toplum, düşmeye mahkûmdur. İkbal, İslam toplumunun şu anda batı kültürü ve medeni­yeti ile karşılaşma neticesi, şahsiyet sarsılması hastalı­ğına ve kişiliğini kaybetmeye mahkûm olduğuna inanıyor­du. Bu toplumun «özü», asil «kendisi», topluluk ruhunun sağlam temeli İslam ve İslamî kültürdür. Islatıcıların yap­maları gereken ilk şey; toplumun gerçek kendisine, gerçek benliğine, tekrar iman ve inancını kazandırmalarıdır. Yani topluma İslamî kültür ve maneviyatı tekrar kazandırmak­tır, «hodi (kendimizin) felsefesi» dediği felsefe, budur.

İkbal şiirlerinde, makalelerinde, konuşmalarında kon­feranslarında daima bu ümmetin şerefinin büyüklüğünü, kültürlerini, liyakatlerini, uygunluklarını hatırlatmaya gay­ret gösteriyor. Bir kez daha onu kendine inandırmaya ça­lışıyor. İkbal'in tarihle iç içe olan İslam kahramanlarını, tarihin derinliklerinden çıkarıp Müslümanların gözleri önü­ne koyması bu amaçladır. Bu açıdan İkbal'in, İslam toplu­mu üzerinde büyük bir hakkı vardır.

İkbal, Seyyid Cemaleddin ölçüsünde olmamakla birlik­te, ıslah düşüncesini şiar ve faaliyetlerini ülkesinin sı­nırları dışına çıkarmış, bütün İslam dünyasını az çok etki­lemiştir.

İkbal'in yaptıklarında iki temel noksanlık görülmektedir : Biri; İslam kültürüyle elerin bir şekilde tanışmamış olmasıdır. Batılı deyimiyle gerçekten bir filozoftur, fakat İslam felsefesini tam bilmiyor.

İkbal'in iki kusuru vardır:

1-        İkbal, İslâm, kültürünü derinden bilmiyor. Buna karşın tam bir Batılı filozoftur. İslâm felsefesini doğru dürüst bilmiyor. Bundan dolayı İkbal'in felsefî yorumları ve muhakemesi kendi görüşlerinin aleyhine neticelenmiştir.

Meselâ, hatemul Nübüvvetin ispatlaması, hatemul di­yanete varmıştır. Bu, onun görüşünün tam tersidir. Aynı zamanda ispat-ı vacib'de de böyledir. «Kable'l îcad» ilmî hakkında -ki, ilahiyatın en önemli konusudur- aynı hataya düşmüştür. Bu hatalar, İkbal'in İslâm felsefesini bilme­diğinden meydana gelmiştir. Hatası yalnız felsefede olma­mıştır. Tüm İslamî ilimler hakkındaki görüşleri de yüzey­seldir.

İkbal, irfana çok bağlı olduğu halde (ruh bakımın­dan bir Hindli ve işrakîdir.) Mevlâna’ya tüm bağlılığına rağ­men İslam irfanını tanımıyor. O'nun derin ve girift fikir­lerine yabancıdır.

2- İkbal, Seyyid Cemaleddin'in tersine İslâm ülkelerine seyahat etmemiş, onları yakından görmemiştir. O ülkelerdeki siyasî ve fikrî hareketleri tanımamış ve yakınlık oluşturmamıştır. Bundan dolayı İslâm dünyasının bazı şahsiyetleri hakkında ve İslâm dünyasını sömüren sömürü akımları karşısında korkunç derecede hataya düşmüştür. O,
Hicaz'daki vahhabiliği, laikliği, İran’daki Bahaîliği ([32]) İslamî hareketlerin ıslahına yönelik bir hareket sanmıştır. Hatta
bazı şiirlerinde İslam dünyasının diktatörlerini övmüştür. Bunlar Müslüman, ihlâs sahibi, ıslahçı İkbal'in affedilme­yecek kadar büyük hatalarıdır.

Osmanlılarda (Bugünkü Türkiye'de) da az çok ıslah id­diasında olanlar ortaya çıkmıştır. İkbal din fikrini ihya ki­tabında sık sık Ziya isimli bir şairin görüşlerini nakleder, fakat onun düşünceleri, o kadar aşırı düşünceler ki, İkbal bile bütün felsefî hoşgörüsüne rağmen, bütün bunların yü­kü altına girmiyor.

Şİİ ISLAH HAREKETLERİ

Şimdiye kadar söylediklerimiz Sünnî âlem ile ilgiliydi. Her ne kadar Seyyid Cemaleddin ıslah hareketi dizisinden bir ıslahçı ise de, kendisi İranlı ve Şii’dir. Ama şimdiye ka­dar söylediklerimiz, hatta Seyyid Cemaleddin konusunda söylediklerimiz de Sünni dünyasındaki ıslah hareketleriy­le ilgiliydi. Şii dünyasındaki ıslah hareketlerinin kendi'ne özgü başka bir durum ve vaziyeti vardır, Sünni dünyasında olan şeylerden farklıdır. Islah kavramı Şii dünyasında da­ha az söz konusu olmuştur. Islah planı ve tasavvuru daha az verilmiştir, «ne yapmalı?» hakkında daha az düşünce sunulmuştur. Ama bütün bunlara rağmen, Şia’da ıslah hare­ketleri (özellikle istibdada ve sömürüye karşı olan hare­ketler) daha çok, daha derin ve daha köklü bir şekilde, oluş­muşlardır. Sünni âlemi tarihinde dinî liderin rehberliği ile sömürüye karşı, İran’daki tütün tekelinin lağvedilmesiyle sonuçlanan, dış sömürü ve iç istibdadın diz çöktüğü Töm­beki kıyamı (tütün ayaklanması) gibi bir hareket veya Müslüman Irak halkının bağımsızlığı ile sonuçlanan İngiliz man­da idaresi aleyhine olan devrim gibi bir devrim, İran’daki istibdatçı saltanat rejiminin meşrutiyet rejimine dönüşmesiyle sonuçlanan İran meşrutiyet kıyamı gibi bir hareket veya dinî liderlerin rehberliğinde bugünkü İran’da olan İslamî hareket gibi hareketler göremiyoruz.

Bu devrimlerin hepsi Şia ruhaniyetinin rehberliği Ne şekillendi, ıslah ve ıslah planları hakkında daha az konuş­muş olan bu ruhaniyet ve İran uleması Tömbeki hareketini başlattı, büyük lider merhum Hac Mirza Haşan Şirazi'nin müdahalesiyle nihai zafere ulaştı, başlarında değerli bü­yük müçtehit Mirza Muhammed Taki Şirazi'nin bulunduğu Irak Şii uleması Irak devrimine rehberlik etti. Gerçekten hayret edilecek ve ders alınacak bir şeydir; merhum Mir­za Muhammed Taki Şirazi gibi zühd, takva, nefs ıslahlı sembolü, içe dönük bir şahsiyet, belli bir aşamada özel şartlarda mücahit bir şahsiyet olarak doğuyor, tıpkı bütün ömrü cihad ve mücadele ile geçmiş olan bir lider gibi olu­yor. İran meşrutiyet hareketine, birinci derecede merhum Ahund Molla Muhammed Kazım Horasanî, Necef taklid merci'lerinden olan merhum Şeyh Abdullah Mazenderanî ve Tahran ulemasının iki büyük şahsiyeti merhum Seyyid Abdullah Behbehanî ve merhum Seyyid Muhammed Tabatabaî rehberlik ettiler.

Sünni dünyasında sadece yukarıda zikredilen dinî ıslah hareketleri gibi, (Sünni ruhani makamların önderliği ile) olmamakla kalmayıp, aynı zamanda, Isfahan hareketi, Teb­riz hareketi ve merhum Hac Hüseyin Kumî'nin birinci de­recede rol oynadığı Meşhed hareketi gibi hareketler de olmamıştır ve şekillenmemiştir.

Sünni âleminde, ıslahtan, sömürü ve istibdatla müca­deleden daha çok bahsedildiği ve bu konular daha çok or­taya konulduğu halde, ehl-i sünnet uleması niçin daha az harekete liderlik yapabilmiştir? Büyük devrimleri meydana getirmiş olan Şia ulemasının aksine dertler hakkında niçin düşünmeye daha az hazır olabilmiş daha az görüş açıklamış, daha az ıslah planı göstermiş ve İslam’ın siyasi felse­fesini daha az açıklayabilmiştir?

Bu durum, şia ruhaniyetinin kendine özgü sistemi ve Sünni ruhaniyetinin kendine özgü sistemiyle ilgilidir. Sünni ruhaniyet sistemi, onları devlet başkanlarının, idarecilerin elinde az veya çok bir oyuncak olarak ortaya çıkarmıştır, böyle bir tarzı vardır. Mesela, Muhammed Abduh gibi bir şahsiyet eğer fetva makamı olmak isterse bunun Hidiv Abbas’tan geçmesi ve onun bunu bildirmesi gerekir veya fetva makamı, Ezher camiası reisi Şeyh Mahmut Şeltût gibi ıslahçı büyük bir şahsiyetin, Cemal Abdulnasır gibi politi­kacı ve asker bir şahsın tasvibinden geçmesi (onun refe­ransını alması) gerekir. Sünni ruhaniyeti bağımlı bir ruha-niyettir. Bağımlı bir ruhaniyet, bağlı olduğu gücün aleyhine ilmi yönden baş kaldıramaz, halk kitlesinin desteğini ala­maz ve peşinden sürükleyemez.

Ama şia ruhaniyeti, kendi başına bağımsız bir kurum­dur. Ruhsal açıdan Allah'a dayanmıştır, sosyal açıdan ise halkın gücüne dayanmıştır. Bunun için tarih boyunca, tari­hin zorbaları karşısına rakip bir güç olarak çıkmıştır. Daha önce, Seyyid Cemaleddin'in Sünni ülkelerde doğrudan hal­kın ardından gittiğini (halkla muhatap olduğunu), İran’da ise ulemanın peşinden gittiğini söylemiştik, orada devrimi halktan başlatmak istiyordu, İran’da ise ulemadan başlat­mak istiyordu. Şia ruhaniyeti Sünni ruhaniyetin aksine ege­men İdareden bağımsız olmuştur. İlk önce Marks'ın tezi üzerine bir iptal çizgisi çekmiştir. Bu tez «Din, devlet ve sermaye üçlüsü, bütün tarih boyunca el ele verip işbirliği ve dayanışma içinde olmuşlardır, halka karşı bir sınıf mey­dana getirmişlerdir,» diyor, Marks bu üç etkeni halkın ken­dine yabancılaşma sebebi sayıyor.

«Ruhaniyet teşkilatında temel problem» adlı makalemizde, Şii ve Sünni ruhaniyeti hakkında kısa bir incele­me yaptık. Her ikisinin kuvvet ve zaaf noktalarına işaret ettik. Gerçi Sünni ruhaniyetin zaaf noktalarında başarıya ulaşabileceği konusunda ümitli değiliz, ama Şia ruhaniyetinin zaaf noktaları konusunda zafere ulaşacağından ümitli olduğumuzu arz ettik, bu arzunun yakın bir gelecekte ger­çekleşeceğini tahmin ettik. Sanırım şimdi bunun üzerinden onbeş seneye yakın zaman geçti zaaf noktalarına karşı ga­lip gelmek için daha uygun şartların ortaya çıktığını düşü­nüyorum.

Aynı zamanda ıslah düşüncesi ve planı açısından, Şii dünyasında da bazı konularda ıslah düşüncelerine sahip şahsiyetler çıkmıştır. Merhum Ayetullah Burucerdi, Allame Şeyh Muhammed Hüseyin Kâşifül Gıta, Allame Seyyid Muh­sin Amilî, Allame Seyyid Şerifuddin Amilî ve özellikle Al­lame Nainî'yi bu açıdan gözden uzak tutmamak gerekir. Her ne kadar bu şahsiyetlerin ıslah düşünceleri sınırlı ko­nularla ilgiliyse de incelenmesi, tahlil edilmesi uygun ola­caktır. «Ayetullah Burucerdî'nin meziyetleri ve hizmetleri» adlı makalemizde bu zatın ıslahçı düşüncelerinin bir kıs­mını, özellikle İslam birliği ile ilgili düşüncelerini açıkladık. «Dairetül Mearifül İslam» da bunların hepsi iktibas edil­miştir.

İRAN İSLAM HAREKETİ

Çağdaş tarihçilerin ve bilginlerin itiraflarına göre, bü­tün İslam ülkelerinde veya çoğunda bu asrın ikinci yarı­sında, İslamî hareketler gizli ve açık bir şekilde şekillen­me halindedir. Şu anda, İslamî gruplarla istibdat güçleri, kapitalist sömürü güçleri veya yeni sömürüye bağlı olan maddeci ideolojiler (çoğu kez her ikisi) arasında müca­dele ve muhasaralar fiilen cereyan etmektedir. Uzmanlar, Müslümanların bir çöküntü ve zihinsel çözülme dönemin­den sonra, kapitalist batı ve komünist doğuya karşı, bu defa daha kendi İslamî hüviyetlerini aradıklarını itiraf edi­yorlar. Ama hiç bir İslam ülkesinde, 1342 yılında (miladi 1963) başlayan gün geçtikçe genişleyen, İran İslam hare­keti gibi köklü ve geniş bir hareket mevcut değildir. Bu çok değeri hareketi incelememiz gerekir:

Halk fiilen hareketin gidişatı içinde yer almaktadır. Bu durum onları hareketin mahiyetini tahlilden yoksun etmemektedir. Cereyan halinde olan her hareket bünyesinde yer alan halk için daha çok incelenmeye ve tahlile muh­taçtır, onun dışında veya içinde olan halk için oluşum aşa­masında sonuç aşamasından daha çok incelenmeye muh­taçtır.

Hareketin gidişatı sırasında müşahede etmek veya gö­rüntülemek istediğimiz zaman meydan toz duman içindeki bir sahne gibidir. Elbette hareketin sona erdiği toz dumanın çekildiği sahne ve biraz da zordur. Her halükârda bu hareketin gerek katılan çağdaş halk, gerek tarihin gelecek nesillerinin onun hakkında hüküm vermeleri, gerekse şim­di için oldukça zaruri ve hayatîdir. Aşağıdaki meselelerin incelenmesi gerekir.

      Hareketin mahiyeti

      Hareketin hedefi

      Hareketin rehberi

      Hareketi bekleyen felâketler.

 

HAREKETİN MAHİYETİ

Sosyal ve tarihsel olaylar, doğal işaretler gibi mahiyet açısından muhtemelen birbirleriyle farklıdırlar. Bütün tarihî hareketler, mahiyet açısından aynı kabul edilemez­ler. Peygamber dönemindeki İslamî devrimin mahiyeti ile, Büyük Fransız Devriminin mahiyeti veya Rusya Ekim Dev­riminin mahiyeti asla bir değildir.

Bir hareketin mahiyetini çeşitli yollardan teşhis etmek mümkündür: Hareketin yükünü omuzlayan şahısların ve grupların yoluyla, hareketin alanını genişleten sebep ve kökenler yoluyla, o hareketin takip ettiği hedefler yoluyla, o harekete güç, hayat ve dinamizm bahşeden sloganlar yoluyla...

Şimdiki İran İslam hareketi, İran halkının özel bir sı­nıfına veya özel bir zümresine mahsus bir hareket değildir. Ne işçi, ne çiftçi, ne öğrenci, ne kültür ve ne de burjuvazi hareketidir. Bu harekette zengin-fakir, kadın-erkek, şehirli-köylü, medrese öğrencisi-okul öğrencisi, esnaf-sanatkâr, tüccar-çiftçi, ruhani-öğretmen, tahsilli-tahsilsiz, hepsi eşit olarak katılmıştır. Hareketin rehberliğini yapan kıymetli büyük merciler tarafından yayınlanan bir bildiri ülkenin ta­mamında ve bütün halk arasında eşit ve aynı şekilde yan­kılanıyor. Şehirlerde, köylerde aynı etkiyi gösteriyor. Ho­rasan'ın, Azerbaycan’ın her yerinde Avrupa ve Amerika'nın en uzak şehirlerindeki İranlı öğrenciler arasında aynı ahenge sahiptir. Mazlumu, ezileni aynı ölçüde heyecana getiri­yor. Kenarda kalmışlarda, sömürüye uğramamışlarda bile, ezilenler kadar sömürüye karşı bir duygu meydana getiri­yor.

Bu hareket, her toplumsal hareketi sınıfsal çelişkilerin bir yansıması kabul eden, her şeyin sebebini kendi tarafı­na yontan, bütün yollar mide ile sonuçlanır diyen, mater­yalist tarih yorumcularının, iktisadı toplumun alt yapısı olarak alan, tarihsel materyalizm taraftarlarının, nazariyelerinin asılsızlığını apaçık ortaya koyan, yüzlerce tarihî gerçek olaydan yalnızca bir tanesidir.

Bu hareket peygamberlerin hareketleri tipinden bir harekettir, yani «ilahî bilinçten», «Allah bilincinden» aya­ğa kalkmış ve hareket etmiştir. Kendini bilmenin bu kökü, insan fıtratının derinlikleridir, insanın içyüzünden kaynak­lanıyor. Peygamberi çizgideki hatırlatmalar yaratıcısına, aslına, kökenine, geldiği diyara, gizli bir aşinalık hissettiği beldeye karşı insanın fıtrî bilincini uyarır. Bu uyarı kendi­liğinden yüce zata yönelişle sonuçlanıyor. Allah'a gönül bağlama, değerler dizisinin başıdır. Gönül bağlamak, peşin­den mükemmellik, adalet, eşitlik, fedakârlık, faydalandırma ve hayır işleme meydana getirir

Peygamberlerin insanda uyandırdıkları hissetme, yani her insanın fıtratında gizlenmiş olan, onu yüce olanı ara­maya teşvik eden noksan ve aşağılık olan her zuhur kay­nağından nefret ettiren, insana ide veren, onu menfaatlerine bağlı yöne değil, hak ve hakikat taraftarı eden, insanı batıl ve hiçliğe düşman eden, her menfaatten uzak olarak batılı batıl, hiçi hiç görmesini sağlayan, ilahî değerler olan adalet, eşitlik, doğruluk ve dürüstlüğe taraftar eden, sırf hayattaki kavga için bir zafer aracı olarak değil, kendiliğin­den bir hedef ve istenilen olarak ortaya çıkmasını sağlayan Allah’ı arama ve Allaha tapma hissidir.

İlahî bir uyanışa erişen, yüce insanî değerleri kendine hedef edinen insan, bir şahsa şahıs olarak taraftar veya düşman olma konusunda özgür oluyor. O şahıs artık ada­letin taraftarıdır, adilin değil. Zulmün düşmanıdır zalimin değil. Adil olana taraftarlığı ve zalime düşmanlığı bireysel ve ruhsal problemlere, sorunlara dayanmıyor, sistemli ve metotsaldır.

Toplumumuzun uyanan İslamî vicdanı onu İslamî değerleri aramak için ayağa kaldırmıştır. Bu ortak vicdan ve coşan ruh, toplumdur. Çeşitli sınıflar (muhtemelen zıt sı­nıflar) uyum içerisinde oldukları bir hareket için yola düş­müşlerdir.

Bu hareketin kökenine gelince: Hareketin kökenini, ülkede son yarım yüzyılda olan çeşitli olayların kaynağını, toplumun İslamî ruhunda aramak gerekir.

Son yarım yüzyılda İslam’ın yüce hedeflerinin aksine hareketler meydana gelmiştir, bunlar son yüzyıldaki ıslahçıların ideallerinin aksine olmuştur, böyle hareketler şimdi de vardır, doğal olarak toplumumuz bu tarz hareketlere sürekli tepkisiz kalamazdı.

Son yarım asırda İran İslam toplumunda şunlar olmuş­tur:

   Her çeşit özgürlüğü inkâr ve reddeden vahşi bir istibdat.

   Yeni sömürünün nüfuzu, yani gerek siyasi, gerek iktisadi, gerekse kültürel yönden tehlikeli bir sömürü.

   Dinin siyasetten uzaklaştırılması, belki de dinin siyaset sahnesinden uzaklaştırılması.

   İran'ın, İslam’dan önceki cahiliye ye geri dönüşü için çaba sarf edilmesi. Mecusi sloganların ihya edilişi, İslam’ın asil sloganlarının sahneden uzaklaştırılması, Hicri Muham­medi takvimin, Mecusi takvimi ile değiştirilmesi bunun bir örneğidir.

Değerli İslam kültürünün değiştirilmesi, tahrif edilme­si, bu kültüre asılsız İran kültürü adıyla sahte bir hüviyet çıkarılması ve uydurulması

          Devlet Marksizm’inin yayılması ve propagandasının yapılması Yani Marksizm’in mülhit siyasi ve sosyal yönlerinin yayılması; Çünkü biliyorum, satılmış Marksist un­surlar hükümetle yaptıkları bir mutabakat gereği istekleri­ne nail oldular. Bu propaganda mülhit ve materyalist Marksizm’in dine karşı olan yönlerinin propagandasıdır, siyasi ve toplumsal yönlerin durduğu bir propaganda. Biz üniversitede egemen yönetimin himayesi ve şemsiyesi altında gelişen, mutlu olarak yaşayan Marksist unsurların, bu tarz faaliyetlerine şahit oluyorduk.

   Acımasız katliamlar, İranlı Müslümanların kanları­nın bir değere haiz olmadığına inanılması. Zindanlar, siya-si tutuklulara yapılan işkenceler.

   Gün geçtikçe artan ayrıcalıklar. İddia edilen şekil-sel reformların aksine sınıfsal uçurumun artması;

— Müslüman olmayan unsurların, devlette ve sair^ makamlarda Müslümanlara musallat ve egemen olması;

   İslamî kanunların ve esasların gerek doğrudan doğ­ruya, gerekse yayılma neticesi çiğnenmesi, ihlal edilmesi. Bütün kültürel ve sosyal konularda fesat propagandasının yapılması, fesadın yaygınlaşması,

   Dildeki yabancı kelimelerle mücadele adı altında, farsça İslam edebiyatı ile mücadele edilmesi. Hafız, ede­biyatta İran'ın İslamî ruhunun bekçisidir.

   Gayrı İslamî (ekseriya İslam’a karşı olan) ülkelerle ilişkiler, İsrail bunun bir örneğidir.

Bu işler ve benzerleri, yarım asır boyunca toplumumu­zun dinî vicdanını yaraladı, bunlar patlamaya hazır sorun­lar, problemler şeklinde ortaya çıktı.

Diğer taraftan gelişen bir takım gidişat ve olaylar batının yalancı, liberal siyasi propaganda çehresini ve sos­yalist doğu bloğunun çehresini açıklığa kavuşturdu. Aydın sınıfların bu iki kutba bağladıkları ümit, ümitsizliğe dö­nüştü.

Üçüncü olarak da, geçen otuz küsur yıllık zaman zar­fında, yani 20 şehriverden bugüne kadar, Müslüman ya­zarlar, konuşmacılar ve araştırmacılar gerçek İslam’ın çe­kici güzel çehresini bir sınıra kadar çağdaş nesle tanıt­mayı başardılar.

Geçmişteki nahoş hareketlerden eziyet görmüş İran’ın bilgili, cesur ve mücadeleci ruhaniyetinin ayağa kalkması için uygun bir fırsat meydana geldi. Bu şartlarda ruhaniyet ayağa kalktı. Batıcılığa kaymış veya batıya yönelmiş, elli senedir eziyet çekmiş ve bezmiş olan nesil, İslam’ın kurtuluş bağışlayan öğretisi ile tanıştı. Bütün vücut ve varlığı ile ruhaniyetin sesine lebbeyk dedi, böylesi kök­lerle İran İslam hareketi maya tuttu.

Hareketin İslamî sloganları, merkezden en uzak sınır köylerine kadar ülkenin her tarafını sarmıştır. Kimse bunu halka dikte etmemiş ve halk için slogan seçmemiştir. Halk bu sloganları kendi bünyesinin İslamî derinliklerinden il­ham alıyor. Bu halkın kendiliğinden icat ettiği sloganların tümünde, acaba İslamî olmayan bir tek slogan görülmüş müdür?

HAREKETİN HEDEFİ

Bu hareket hangi hedefi takip ediyor ve ne istiyor? Demokrasi mi istiyor? Sömürünün bu ülkedeki kolunu mu kesmek istiyor? Bugün insan haklan olarak adlandırılan şeyleri savunmak için mi ayağa kalkmış? Ayrıcalıkları ve eşitsizlikleri mi yok etmek istiyor? Zulmün kökünü mü ka­zımak istiyor? Materyalizmi mi yok etmek istiyor?...

Bu soruların cevabını, hem hareketin mahiyeti ve kökenleri konusunda açıkladıklarımızdan, hem de hareketin liderlerinin açıklama ve bildirilerinden elde etmek müm­kündür. Burada, bu sorulara verilebilecek kısa cevaplar şudur: Evet ve hayır.

Evet, yani bütün bu hedefler hareketin hedeflerinin bir parçasıdır. Hayır, yani onların hiç birisi ile sınırlı değildir İslamî bir hareket, hedef bakımından sınırlı olamaz. Zira İslam kendi şahsında «parçalanma kabul etmez bir bütün»dür, o hedeflerden hiç birisinin elde edilmesiyle sona ermez.

Elbette bu, hareketin taktik ve strateji açısından diğer bazı hedeflere göre öncelik taşıyan bir takım hedeflere sa­hip olmadığı anlamında değildir. İslam’ın kendisi de taktik açısından tedrici olarak yürürlüğe, konmadı mı? Bugün ha­reket inkâr ve ret aşamasındadır, sömürü ve istibdadı ez­mektedir ve kendi yolunda yürümektedir. Yarın bu aşama­dan geçip yapıcılık ve ispat aşamasına ulaştığı zaman di­ğer hedefleri takip edecektir.

Konuşmanın başlangıcında muttakilerin efendisinden, onun ıslah hedefi ile ilgili Nehcül Belağa'dan cümleler naklettim. Hem de onun seçkin evladı Hüseyn'in (R.A) de maksadı olan hareket için, hac mevsiminde Muaviye'nin ahdinde olan sahabelerin önde gelen seçkin İslam şahsi­yetlerine aynı cümleleri söylediğini nakletmiştim. Bunlar, bütün İslamî hareketlerin kısaca bütünsel hedeflerini açık­layan cümlelerdir. Elbette her dönemde, her hareketin ken­dine özgü bir takım fer'i ve cüz'i hedefleri de vardır. Külli hedefler dört cümlede açıklamıştır : (İslam’ın gerçek usu­lünden bir parça olma dışında bir şey olmayan) Allahın yo­lunun mahvedilmiş işaretlerini geri getirmek. Yani fikir­lerde ve düşüncelerde bir ıslah, İslam’ın kendi ortamında, ruhlarda, insanın içyüzünde hüküm verme ve adaleti icra etmede bir değişme.


 

Beldende gözle görünen bir ıslah: Ona bakan her şahsın nazarını celp eden köklü, belli ve göze çarpan bir ıslah. Şehirlerde, topluluklarda, yaşayış bölgelerinde halkın yaşayış durumunun iyileştirilmesi işaretlerinin tam olarak açığa çıkması; Bununla ilgili işleri icra edelim. Yani Allah'ın halkının yaşayış durumunda, yapısal bir değişiklik

Kullarından mazlum olanların eman bulması: Allah'ın mazlum kullarının zalimlerin şerrinden korunması ve eman bulması. Zalimlerin tecavüzkâr ellerinin, mazlumların ba­şından uzaklaştırılması ve kısaltılması Yani insanların sosyal ilişkilerinde ıslah

Senin atıl bırakılmış sınırlarını ikame etmek: Allah'ın tatil edilmiş esaslarının, İslam’ın çiğnenmiş ve bir kenara kaldırılmış kanunlarının bir kez daha ayağa kaldırılması ve halkın sosyal hayatına hakim kılınması. Yani toplumun medeni ve sosyal sistemlerinde İslamî ve faydalı bir de­ğişme.

Bu dört esası pratikte icra etmeyi başaran her ıslah edici fikirleri ve düşünceleri gerçek İslam’a yöneltirse, aidatları ve hurafeleri beyinlerden dışarı atarsa, genel ha­yatı, beslenme ve konut açısından iyileştirip, eğitim ve öğ­retimi faydalı, verimli yaparsa, insanların insanî ilişkilerini kardeşlik duygusu ve eşitlik esasları üzerinde tayin eder­se, toplumun yapısını İslamî, ilahî modelin sistem ve esa­sına göre kararlaştırırsa, azamî ölçüde başarıya ulaşmıştır.

HAREKETİN REHBERLİĞİ

Her hareket bir rehber ve rehberliğe (liderliğe) muh­taçtır, bunun gereği konusunda söz söylemeye bile ihtiyaç yoktur. İslamî bir mahiyete sahip olan ve bütün hedefleri İslamî olan bir harekete, kimler ve hangi grup tarafından rehberlik yapılabilir? Ve ya rehberlik yapılması gerekir?

Liderliğin genel şartlarına ilave olarak, gerçekten is-lamı apaçık olarak bilen, İslam’ın ahlâkî felsefesi, sosyal, siyasî ve manevî hedeflerine tam olarak vakıf olan, bun­ları bilen, tanıyan, İslam’ın dünya görüşünü, yani İslam’ın varlık alemi yaratılış, başlangıç, varlığın yaratıcısı, varlı­ğın yönü' ve zarureti hakkındaki görüşünü bilen, insan ve insan toplumu hakkında İslam’ın görüşünü tam ve mükemmel olarak bilen, İslam’ın ideolojisini, yani insanın nasıl olması gerektiği, nasıl yaşaması gerektiği, kendisini ve kendi toplumunu nasıl yapması ve eğitmesi gerektiği, kendi hareketini nasıl devam ettirmesi gerektiği, hangi şeylerle savaşması gerektiği konularında İslam’ın planını bilen, kısacası hangi yolu seçmesi gerektiğini, nasıl git­mesi gerektiğini, nasıl yapması gerektiğini, nasıl yaşaması gerektiğini... Bilen ve idrak eden şahsiyetler lider olabilir.

Hiç şüphesiz böylesi rehberliğin, sorumluluğunu ala­bilecek fertlerin İslami kültürün içinde eğitilmiş ve ter­biye edilmiş olmaları gerektiği apaçıktır. Kur'an'ı, sünneti, fıkhı, İslamî maarifi bilmeleri ve tam olarak vakıf olmaları gerekir. Bu açıdan sadece ruhaniyet (İslam uleması), İslamî harekete liderlik yapabilir.

Bundan bir yıl sekiz ay kadar önce, yani hicri 1397 yı­lında Muharremin onikinci gecesi bazı Müslüman beylerin ve hanımların bulunduğu bir toplantıya davet edilmiştim. Özel dostlarımdan meydan gelen üç dört kişilik bir toplan­tıya gitmem gerektiğini düşünmüştüm. O toplantı da görüş sahibi İslam düşünürlerden üç dört kişi daha vardı, onların bazıları şimdi İran dışında bulunuyor, bazıları sürgün edil­miş durumda, bazıları ise Allah'ın rahmetine kavuştu.

Doğal olarak konum ve zamanın durumu, toplantıda bu­lunanların hepsinin Müslüman ve ilgi duyanlar olması, ha­zır bulunanlardan bir kaç şahsiyetin görüş sahibi olması nedeniyle, o üç dört kişiden ve bönden, hazır bulunanlar için faydalı olacak bir konunun ortaya konulması rica edildi. Diğer arkadaşların her biri faydalı ve istifade edilecek ko­nular açıkladılar, kendi şahsıma onlardan istifade ettim.

Bendeniz, hangi meseleyi ortaya koyayım diye düşü­nüyordum. Bütün söylenenlerin özellikle kaydedilmesi ve bu sözlerin öğrencilere mesaj olması kararlaştırılmıştı ([33]). Bu arada toplantının sorumlularından olmayan biri bir cüm­le söyledi, bu cümle benim konuşmamın önemli bir kısmı oldu.

O şahsın dediği cümlenin özeti şöyleydi: Halkı bu eğitim deryasının (İslamî maarif) şerrinden rahatlatmak gerekir.

O toplantıda söylediğim şeyleri faydalı olacağı düşün­cesiyle burada tekrarlıyorum. Dedim ki: Aristo'nun bir cümlesi var, felsefe hakkında diyor ki : «Eğer filozofluk yapılmak isteniyorsa felsefe yapmak gerekir, eğer felsefe yapmamak gerekiyorsa, yine felsefe yapmak gerekir. Aris­to'nun maksadı şudur; felsefe ya doğrudur, onu te'yid et­mek gerekir veya yanlıştır onu reddetmek gerekir, diye açıklama yaptım. Eğer doğruysa ve te'yid edilmesi müm­künse filozof olmak gerekir, filozoflukla felsefeyi te'yid et­mek gerekir. Eğer yanlışsa ve reddedilmesi gerekiyorsa yi­ne filozof olup, felsefeyi öğrenip felsefeye yönelişi reddetmek ve tard etmek gerekir. O halde her durumda felse­feyi öğrenmek, zımnen bilmek gerekir, felsefenin her çe­şit inkârı da bir çeşit felsefedir. Bazı ilimleri felsefeyle iç içe olmadan, sadece felsefeden kopararak alma şeklinde düşünen, felsefeyi ret ve inkâr eden bazı kişiler şiddetli bir yanlışın içerisindedirler. Şunları da ilave ettim. Benim şu anda, İslam âlimlerinin bin küsur yıllık zaman zarfında dünya kültürüne, eği­timine, medeniyetine, matematik ilimlere, beşeri ilimlere, tabiat ilimlerine, felsefi ilimlere, hukuka... ve edebiyata bir hizmet yapıp yapmadıkları ile bir işim yok, ama elbette hizmet yapmışlardır.

Ama diyorum ki bizim fıkhımızı, felsefemizi, irfanımızı, hareketimizi, ahlâkımızı, yaşayış felsefemizi, eğitim ve öğretim felsefemizi, tefsirimizi, hadisimizi, edebiyatımızı, hukukumuzu kabul etmek ve benimsemek gerekir, fakih olmak gerekir veya filozof olmak gerekir, arif ve sâlik ol­mak gerekir veya... Eğer reddetmek gerekiyorsa yine on­ları öğrenmek, anlamak gerekir, o zaman onları reddetmek, inkâr etmek gerekir, bu ret yönleri ile süslemek gerekir.

Eline verilen bir fıkıh kitabını sağdan mı soldan mı tutacağını bilmeyen bir adamın, reddetme ve tard etme tekliflerinde bulunması doğru bir şey değildir.

O zaman şöyle dedim: Şu anda fiilen mevcut olan bir harekete sahibiz, her toplumsal hareketin fikri ve kül­türel harekete sahip olması ve onlar tarafından desteklen­mesi gerekir, eğer bu olmazsa kültürel sermayeye sahip akımların tuzağına düşer, onların cazibesine kapılır, gidiş yönü değişir, gidişat sapmasına uğrar.

İslam’ın kültürel sermayesinden faydalanmamış bir grubun sinekvari şekilde diğerlerinin örümcek ağı tuzağı­na nasıl yakalandıklarını gördük. Diğer taraftan toplumsal hareketimizin ardında gerçekten onun destekçisi olmak is­teyen her İslamî kültürel hareketin eski kültürümüzden vücuda gelmesi ve beslenmesi gerekir, diğer kültürden değil. Eğer biz diğer kültürlere, mesela Marksist kültüre, egzistansiyalist kültüre v.b kültürlere bulaşırsak bunlardan bazı kısımlar alırsak, bunların üzerine İslam’dan bir kılıf geçirirsek, hareketin İslamî gidişat yolunda bunun kılavuzluk yapmasını istersek, bu İslam’a aykırıdır ve yetersiz bir harekettir.

Bizim, ahlâk felsefesini, tarih felsefesini, siyasi felse­feyi, iktisadi felsefeyi, din felsefesini, İslam’ın talimatla­rından, İslam öğretisinden, İslam’ın kendi ilahî felsefesin­den almamız ve tedvin etmemiz gerekir, bunu bireylerimi­ze sunmamız gerekir.

Rehberliğin görevini açıklığa kavuşturmak için, bugün de bizim İbni Sina'lara, Hoca Nasiruddün'lere, Molla Sadra'lara, Şeyh Ensari'lere, Şeyh Behai'lere, araştırmacı ve Allame Hillilere ihtiyacımız var, ama hicri ondördüncü asır­daki (miladi yirminci asır) Hoca Nasiruddine ihtiyacımız var hicri yedinci asırdaki Hoca Nasiruddine değil, hicri ondördüncü asırdaki İbni Sinaya ihtiyacımız var, hicri dör­düncü asırdaki İbni Sina'ya değil, hicri ondördüncü asır­daki Şeyh Ensarî'ye ihtiyacımız var, onüçüncü asırdaki Şeyh Ensari'ye değil, dedim. Yani bütün o kültürel ölçülere ilave olarak bu asır ile ilgili kültürel gerekleri bilen bu asrın kültürel ihtiyaçlarını hisseden Hoca Nasiruddin, İbni Sina ve Şeyh Ensari.

Yine ilave ettim, dedim ki: Şu anda hissettiğim gidişat, kalbimde büyük bir ümidi aydınlatmaktadır. Üniversite devresini bitirmiş veya bitirmekte olan bazı imanlı genç­lerimiz üniversite sertifikası alıyorlar veya pek yakın bir zamanda alacaklar. Bu gençler benimle meşveret ediyor­lar, talebe olup İslamî ilimleri öğrenmek istiyorlar. Bazıları öyle huzursuzlar ki üniversite öğrenimlerini bırakıp onun yerine İslamî ilimleri tahsil etmeye başlamak istiyorlar. Elbette ben üniversite öğrenimlerini bırakmak isteyenleri men etmişimdir ve ediyorum, üniversite öğreniminin bili­minden sonra bu öğrenime başlayınız diyorum. Çoğuna üni­versite öğrenimlerinin bitmesinden sonra vakitlerinin bir bölümünü bu branşa (İslamî ilimleri öğrenmeye) sarf etmelerini söylemişimdir. Bu branşta öğrenimi tamamlamış­lar diğer bir kısmı ise sırf İslamî ilimler branşında çalış­malarını genişletmişlerdir. Zira geçimlerini temin etmeleri açısından, ilim havzasının genel bütçesine muhtaç olmala­rını tasvip etmiyorum.

Dedim ki netice şu olmuştur; bugün lisans diploması almış olanların bir kısmı İslamî ilimleri tahsil etmeye yö­nelmişlerdir, gerçekten bunlar İslamî ilimlerle asrın ilim­lerinin irtibat halkasıdır, bu mübarek bir bağlılıktır, çok de­ğerli İslamî kültürün daha da meyveli olmasına sebep olur.

O toplantıda söylediklerim bunlardı, aldığım netice şuydu:

«Bu zengin ve büyük İslamî kültürün gerçek hareketin destekçisi olması gerekir ve İslamî kültür bu güce sahip­tir. Bu büyük kültürde ihtisas sahibi olan, zamanı bilen, zamandan haberdar olan İslam âlimlerinin harekete lider­lik yapmaları gerekir ve bu liderliği yapabilirler.»

Birkaç gün önce arkadaşlardan biri bana bir kitap gös­terdi, bazı makalelerin bir toplamıydı. Beni o makalelerden birinin okumaya ve hakkında görüş açıklamaya teşvik etti. Makalenin başlığı «Metodun içinden» adını taşıyordu. Yıl­lardır Avrupa’da olan seçkin dostlardan biri tarafından ya­zılmıştı, gıyaben kendilerine sevgim vardır, zira işittiğim ve bilgi edindiğim kadarıyla hüsnüniyet sahibi Müslüman bir adamdır. Bu makalenin bir kısmında «sözde gelenekçi liderlik» adıyla meseleyi tenkit etmişti.

Makalenin başlangıcında «hareket» ve «yapı», hareke­tin yapıya dönüşmesi konusu ortaya konmuş. — Hangi tarz hareketler ve akımlar mahiyet değişimine uğruyor, nizam­lar ve kalıplar şeklinde ortaya çıkıyorlar, «hareket eden» bir emir ve iş, «duran» bir işe dönüşüyor. — Sosyal kuvvet­lerimiz eğer böyle bir hareket için ayağa kalkıyorsa, hareketin yapıya dönüşmesi sebebiyle cezp oluyorlar, bu dü­şünce ve hareketin kalıp bulması sebebiyledir, o halde ilk iş kalıp veya kalıpları kırmamız gereğidir. O zaman şu mesele ortaya konmuş oluyor; İslam gençlerin dinidir, genç kalıp kırandır, o halde İslam kalıp kırma dinidir, söz şu anda söz konusu olan rehberlik meselesine çekilmiş ve «geleneksel liderlik» ile başlamış:

Makale şöyle diyor:

«Kültürel yapıların muhafızı olan geleneksel liderlikle bir iş yapılamamıştır. Çünkü geçen iki asırlık süre zarfın­da bütün düşünce alanlarını ondan almış ve alıyorlar.

Bu rehberlik bazen işi kabul eden direnişlerde bulunu­yor ve teslim oluyor. Bu rehberliğin arasında elbette Seyyid Cemaleddin, Müderris, Humeyni, Taleganî... gibi lider­ler de çıkmışlardır, ama bu gelenekçi liderlik, düşmanı zor durumda bırakacağına, bunları (bu liderleri) aciz bırakmış ve bırakıyor, bunlar dosttur, bunlara yardım ulaştırması gerekir ve bunlardan yardım alması gerekir.»

Bu seçkin aziz dostun konuşmasında ilmî bir tahlil ve tespit ortaya konursa, biz kendi payımıza şayet konuşma­larımızda bir zaaf müşahede ettilerse hatırlatmalarına ha­zırız. Hatırlatmalarından memnun olacağız.

Aziz dostumuz ilk önce güya hareket ve aksiyonun gereği olarak işde hiç bir sabitliğin olmaması gerektiğini düşünmüştür. Kendileri şuna dikkat etmemişlerdir; eğer hareket olup, hiç bir şekilde bir sabitlik olmazsa bu karmakarışıklıktır, düzensizliktir, tekâmül değildir. Kur'an ha­reket ve tekâmülü öğretiyor, sırat-ı müstakimi (doğru yo­lu) de gösteriyor. İnsan sırat-ı müstakimde araştıran, ha­reket eden bir duruma sahiptir, ama sırat-ı müstakimin kendisi nasıldır?

Acaba sırat-ı müstakimin kendisi de hareket eden, sabit olmayan bir durumda mıdır? Acaba yol içinde yol var mıdır? Acaba sırat-ı müstakimin muhafızı olan araş­tırmacıların ve hareket halinde olanların denetleyicisi mi­dirler ki, sırat-ı müstakimden sapmasınlar? Bu, hareketin yapıya dönüşmesinin etkeni midir? Acaba geleneksel li­derliğin sırat-ı müstakim üzerinde olan hareket ve tekâmül kültürünün, kültürel muhafızı olması günah mıdır? İkbal ne kadar güzel diyor : «Hayatın özünün değişmesinin basit bir şey olmadığını unutmayalım, kendi içinde beka ve devam unsurlarına da sahiptir» Yine o diyor ki «İslam Allah'a karşı vefakarlığı değil, çünkü Allah, her hayatın nihai ruhani temelidir, Allah'a karşı vefakarlık ameli olarak onun kendi misali tabiatına ve zatına vefakarlık gibidir, gerçeklerden böyle bir tasavvur üzerine bina edilmiş bir topluluğun ken­di hayatında «ebediyet» ve «değişme» konularını birbiriy­le uygun bir hale sokması gerekir. Kendi sosyal hayatı için ebedi bir yönteme sahip olması gerekir. Ebedî ve daimi olan şey bu daimi değişim dünyasında bizim için sağlam temeli olan bir yer yapmaktadır.»

Azız dostumuz sabit olmayı, sakin (hareketsiz) olma ile karıştırmıştır, eğer İslam kültürüne vakıf olmuş olsaydı sabitlik olmadan değişimin olmayacağını, değişimin de sa­bit olan olmadan mümkün olmadığını bilirdi. Her hareketli, (en azından, yer ve aşama değişimine uğrayan her hare­ketli), tekâmül hareketinde belli ve müşahhas bir arz daire­sinde, yani sabit bir arz dairesinde, kendi hareketini de­vam ettiriyor. Hareketle mevcudun geçtiği ve geride bı­raktığı şey, aşama ve menzildir, arz dairesi ve geçiş yolu değildir.

İkinci olarak, eğer aziz dostumuz her şey için, hatta usul, hakikatler, ideolojiler, kültürler (her köküyle her kül­tür) için «tarihi bir vücuda» inanıyorsa, o halde canı gönül­den savunduğu bindörtyüz yıl önceki İslam’dan ne istiyor?

Diyeceksiniz ki: İslam’ın kendisi hareket ve aksiyondur, kendi varlığını devam ettiriyor, temel ve nizam ile de­ğil. Buna cevap şudur; İslam ne harekettir, ne hareketlidir ne kımıldanıştır, ne kımıldanandır, İslam’ın arz dairesinde ve sırat-ı müstakimde hareket halinde olan İslam toplu­mudur veya İslam toplumunun hareket halinde olması ge­rekir, İslam’ın değil.

Üçüncü olarak, şüphesiz bazen bir akımın aksiyoner ve sosyal hareket doğuran ruhunu kayb ettiği doğrudur, o hareketten geride bir dizi adâb ve merasimden başka bir şey kalmıyor. Müminlerin Emiri şöyle buyurdu; İslam Emevilerin elinde içindeki muhtevası dökülen bir kap gibi ola­cak, kabın kendisinden başka geride bir şey kalmayacak­tır.» Tepe takla oluyor ve muhteva dökülüyor. Biz sizin­le dostluk yapıp bu sosyal işareti, hareketin temele dönüş­mesi olarak isimlendiriyoruz. Bir örnek vererek açıklıyo­rum:

Geleneksel olarak İmam Hüseyn'in yasını tutma, bugün hareketin temele dönüşmesi olmuştur. Ağlama ve ağlar hale gelme için büyük bir değere inanılmıştır. Bunun fel­sefesinin aslı, hislerin Hüseyn ve Hüseynîlerin lehine, Yezidlerin ve İbni Ziyadların aleyhine coşturulması olmuştur. Hüseyn belli bir zamanda, bir mektebin sahibidir, belli bir toplumsal yolun ve metodun sahibidir. Bu yol ve metot, mevcut olan diğer bir yol ve metodu reddetmektedir. Bu yol için bir damla gözyaşı dökmek, gerçekten bir nevi asker olmaktır, acımasız Yezidî şartlarda, Hüseynîlerin hiz­bine katılmak, şehitlere ağlamak şeklinde iştirak etmek hak ehli grubuna bir çeşit bağlılığını ilan etmektir, batıl eh­line bir çeşit savaş ilan etmek ve kendini feda etmektir. Burada Hüseyn İbni Ali'ye tutulan yas bir harekettir, bir aksiyondur, sosyal bir mücadeledir.

Fakat tedricen bu düsturun, ruhu ve felsefesi unutuluyor, bu kabın kapsamı dökülüyor, mesele bir gelenek şek­lini alıyor, halk birbiri etrafında toplanıyor yas tutma merasimiyle meşgul oluyor, sosyal bir taraf tutmayı ifade et­meyen, toplumsal açıdan anlam taşımayan bir hareket olu­yor, sadece sevap kazanmak için bir hareket (elbette bu­rada artık işin içinde bir sevabın olması da söz konusu olmayacaktır), sosyal mücerret bir görev olarak yerine ge­tiriliyor. Zamanın Hüseynleri ile ilgisiz, zamanın egemen Yezidleri ve Ubeydullahları ile ilgisiz mücerret bir sosyal görev. Burası hareketin temele dönüştüğü yerdir. Yani adetin olduğu, kabın muhtevasının döküldüğü yerdir, sa­dece boş bir kabın kaldığı yerdir. Yezid Bin Muaviye kab­rinden ayağa kalksa böyle bir merasime katılmaya hazır olur, belki de böylesi merasimlerin en büyüğünü düzenler, ona mükâfat verir, tonlarca göz yaşı döksek bile böyle me­rasim bir işe yaramaz.

Bu konu doğrudur, defalarca bunun hakkında konuş­tuk ve açıklama yaptık. Ama bizim aziz dostumuza sorumuz şudur; acaba geleneksel liderliğin muhafızlığını yaptığı «eski kültürümüz» böyle şeyler midir? Acaba Seyyid Cemaleddin, Müderris, Ayetullah Humeyni, Talegani... gibi­ler bu merasimin ve geleneklerin muhafızı mıdırlar?

Dördüncüsü hangi liderlik, bu geleneksel liderlik gibi bir hareket ve aksiyon yaratabilmiştir? Bu son yüzyıl zar­fında batıya gitmiş geleneksel olmayan modern aydınlar­dan hangisi geleneksel liderliğin meydana getirdiği, hare­ketin onda biri kadar bir hareket meydana getirebilmiştir?

Bazı kimseler de, başka bir şekilde İslamî hareketin liderliğinin ruhaniyetten (ulemadan), sözde «aydın» sınıfa geçmesi gerektiğinin zarureti konusunda inançlarını açık­lamışlardır. O da şudur; bugünkü İran toplumu dinî bir toplumdur, bugünkü İran sosyal zaman açısından onbeşinci ve onaltıncı asırdaki Avrupa gibidir, o dönemin Avrupa’sı dinî bir atmosferi teneffüs ediyordu, sadece dinî sloganlarla coşuyordu. Diğer taraftan, bu halkın dini İslam’dır, özellikle devrimci, hareket yaratan Şiî İslam mezhebidir. Üçüncü olarak (her toplumda» insanî bilgiye sahip olan ve bugünkü insanın dertlerini hisseden aydınlar grubu, ken­di toplumlarını kurtarma konusunda sorumlu olan tek grup­tur. Bugün İran toplumundaki aydınların, İran'ı bugünkü Avrupa’yla karıştırmamaları gerekir. Sartre ve Russel gibi­lerin çağdaş Avrupa için uygun gördükleri reçeteleri İran için uygun görüp önermemeleri gerekir, onların ilk önce bugünkü İran toplumunun onbeş, onaltıncı asırdaki Avru­pa düzeyinde olduğunu bilmeleri gerekir. Yirminci asırdaki Avrupa düzeyinde değil. İkincisi İslam Hıristiyanlık değildir. İslam, özellikle Şii İslam; hareket, devrim, kan, özgürlük, cihat ve şahadet dinidir. İranlı aydın bugünkü Avrupa’da dinin bir fonksiyon ifa etmediği ve fonksiyonunu geçmişte ifa ettiği ithamıyla, İran’da da dinin fonksiyonun tamamlan­mış olduğunu zannetmesin, ne İran Avrupa’dır, ne İslam Hıristiyanlıktır. İranlı aydının kendi halkının kurtuluşu için, bu büyük kaynaktan enerji alması gerekir. Bu, elbette bir takım şartlan gerektirir: İlk şart şudur; dinî fiilen savu­nanlara ve dinin temsilcilerine sahip çıkması gerekir.

Bu saygıdeğer aydınlara cevaben arz etmem gerekir ki evvela İslam kendi zatında bir hakikattir, bir maslahat değil. Bir hedeftir, araç değil. Sadece İslam’a bir hedef ve hakikat gözüyle bakanlar, sosyal bir enerji kaynağı olarak ondan faydalanabilirler, maslahat ve araç gözüyle bakan şahıslar değil. İslam bir alet ve araç değildir ki onaltıncı asrın gereklerine göre ondan faydalanılabilsin ve yirminci asrın gerekleri ile birlikte tarihe gömülsün. İslam insanlı­ğın sıratı müstakimidir, medeni insan da yarı vahşi insan ölçüsünde ona muhtaçtır. Uygar insana da ilkel insan ka­dar kurtuluş ve saadet bahşetmektedir. İslam’ı bir araç ve maslahat gözüyle gören bilahare geçici bir emir ve iş gözüyle bakan, sadece özel evrensel ve sosyal şartlarda işin içine sokan ilkel insan İslam’ı doğru tanımamıştır ve ona yabancıdır. O halde, onu bir hakikat ve hedef olarak görenlere bırakmamız, onu bir araç ve maslahat olarak görenlere bırakmaktan daha iyidir. Onu mutlak görenlere bırakmak gerekir, nispi görenlere değil.

İkincisi İslam bir araç ve alet olarak becerikli olursa kesinlikle gerçek İslam ve doğru İslam’dır, basmakalıplığa uğramış İslam adıyla anılan şey değildir. Her araç ve aletten faydalanma ihtisas gerektirir de nasıl bu araçtan faydalanma ihtisas gerektirmez? Falanca profesörle bir kaç gün sa­bah kahvaltısı yaptığı iddiasında bulunan her aydının, ger­çek İslam’ı sahte İslam’dan ayırabileceğini ve toplumun fay­dasına ondan istifade edeceğini mi zannettiniz?

Üçüncüsü, arz etmem gerekir ki maalesef bu muhte­rem aydınlar biraz geç uyanmışlardır. Zira bu hareket ve enerjinin büyük kaynağının eski temsilcileri, bu büyük kaynaktan istifade etme yöntemini çok iyi bildiklerini1 gös­terdiler, binaenaleyh el koyma fırsatını kimseye vermeye­ceklerdir.

Her sabah el koyma ümidiyle kalkan, her gece bunun rüyasını gören aydınların, insanlık âlemine başka bir hiz­mette bulunma düşüncesinde olmaları daha iyi olacaktır. Bıraksınlar İslam, İslamî enerji ve ruh kaynakları bu tem­silcilerde kalsın. O atmosferde eğitim ve terbiye görmüş, o rengi ve kokuyu bulmuş şahıslarda kalsın. Halkımız da onların (ulemanın) sesi ve ahengiyle daha iyi tanışmıştır.

«İslam Binasını yenileyen Mimar Seyyid Cemaleddin» ve onun geniş, yaygın hareketinin kapsamı, ayrıca tek bir gömleğinden başka şeyi olmayan bu kişinin İslam dünyasında uyandırdığı hareket için İkbal şöyle der :

«Bütün bu güç ve nüfuz neden? Bu tek başına insanın feryadının, kalplerin derinliklerine ve en uzak yerlere ka­dar ulaşmasına, nüfuz etmesine hangi etken neden oldu?

Müslüman ulusların bu davet sesini, tanıdık bir ses olarak hissetmelerinden başka hiç bir şey değildi. Bu sesin, ken­dilerinin iftihar ve kahramanlık dolu tarihlerinin ve kültür re! ruhlarının derinliklerinden geldiğini hissettiler. Bu ses, Hira'da, Mekke'de, Medine'de, Uhud'da, Kadisiye'de, Beytül Makdis'te (Mescidi Aksa'da), Cebelitarık'ta, haçlı savaşla­rında yankılanan sestir. Bu ses cihada, izzete, kudrete da­vet eden, hayat bahşeden sestir. İslam’ın kahramanlık do­lu tarihinin kulaklarında çınlamaktadır.»

Evet, dostumuzun sözü bu, Seyyid Cemaleddin'in sesi kulaklarda, zihinlerde, kalplerde çınlıyordu, İslam’ın ifti­har dolu tarih ve kültüründen ayağa kalkıyordu. Bu ses niçin böyle bir ruhun derinliklerinde ayağa kalktı? Zira Seyyid Cemaleddin'in kendisi de bu kültürle terbiye edil­mişti. Ruhunun boyutları bu kültürün atmosferinde yapıl­mıştı.

Şu anda liderliğini şuurlu, cesur, savaşçı merciler uh­desine aldıkları için İran İslam hareketi iftihar ediyor. Za­manın ihtiyaçlarını teşhis ediyorlar, halkla aynı derdi pay­laşıyorlar, İslam’ın yükselmesi sevdasını taşıyorlar, kendi­lerinde, İblis askerlerinin vasıflarından olan korku, ümitsiz­lik ve ye'se yer vermiyorlar.

Bugün hareketin liderliğini uhdelerine almış olan mer­ciler ve bunlara bağlı olan merciler oldukça genişlemiştir. Taklit edenlerin sayısı ise oldukça artmıştır. Ama şimdiye kadar bu derece sevgi, nüfuz, halkın ruhu ve canıyla, bu derece kaynaşmış olma durumu yoktu veya önceleri daha zayıftı.

Bu büyük liderlerin liderliğini değerli ve saygın görü­yoruz, takdir ediyoruz, hayırla zikredilmelerini tarihe bı­rakıyoruz. Güçlüklerle mücadelede daha başarılı olmalarını, keskin görüşe sahip olmalarını yüce Allah'tan temenni edi­yoruz. Hak kelimesinin yüceltilmesi için faydalı ve etkin adımlar atan Kum'un büyük mercileri; Ayetullah Uzma Şeriat Medari, Ayetullah Uzma Gulpayeganî, Ayetullah Uzma Mer'aşi Necefî, İslam’ın ve Müslümanların iftihar özü olan bu şahsiyetlerin, memleket tarihinde isimleri her zaman iyilikle hatırlanacaktır.

Ama yüzlerce gönül kafilesinin yoldaş olduğu şahsiyet, adı, hatırı, sözleri, sıcak ve coşan ruhu, çelikten azmi, iradesi, yönü, cesareti, imanı, açık ve net görüşü, herkesin dilinde olan, gönülden sevilen şahsiyet, kahramanlar kah­ramanı İran milletinin aziz göz nuru, büyük üstad Ayetullah Uzma Humeyni (Allah ömrünü uzatsın), Allah'ın asrımıza, zamanımıza inayet ettiği bir hasenedir. Oniki yıl bu büyük üstadın feyzinden ruhsal ve manevi yönünden faydalandık­tan sonra, bu fazilet ve cömertlik kaynağından istifade et­tikten sonra kalem, bu çoğu şeyin az bir kısmını ifade et­meme yetersiz kalıyor.

«Bu nefs canımın, eteğine ışık saçmıştır

Yusuf'un gömleğinin kokusunu almıştır

Yıllarca «hakikatin sohbeti» için büzülüp,

O sevinçlerden bir remzi ifşa etmek;

Ta ki yer ve gök şen ola Akıl, ruh, göz yüzlerce ola

Dedim ki ey sevgiliden uzak düşmüş olan

Doktordan uzak hasta gibisin.

Bir damarım uyanık değil, ben ne diyeyim?

Ona dost olmayan, dostun izahı

Bu hicranın ve ciğer kanın izahıdır

Bu zamanı bir diğer zamana kadar bırak

Fitne, kan dökücülük, karışıklık arama

Bundan fazla Şems-i Tebrizî'den söz etme

 

O halde:

Bu İslamî harekete katılmış olan ruhani şahsiyetler ve diğer insanların, her birinin büyük bir katkısının olduğu apaçıktır. Bazı şahıslar ve gruplar, hareketin başlamasın­dan önceki yıllar verimli İslamî, fikrî ve amelî faaliyetlerde bulunmuşlardır, bu çalışmalar bugünkü neslin büyük İslamî katılımında etkin ve kesin bir rol ifa etmiştir. Diğer bazı­ları fedakârlıklara, zindanlara, sürgünlere katlanmakla bu harekete kesinlik ve değer bahşetmişlerdir. Bazıları ise hareketi zirveye tırmandırma ve genişletme konusunda muhtemelen ona kendine özgü bir yön vermede etkin bir faktör sayılıyorlar. Bazıları yolun ortasında kalmış, yere düşmüş veya geri dönmüşlerdir, bazıları gidiş yollarını de­ğiştirmişler, diğer ideolojilerin cazibesine kapılmışlar, kendi saflarına darbe vurmuşlardır. Bu hareket hakkında, itham ve taassuplardan uzak, ilmî araştırmaya dayanan bir, tarih yazılacak olsa bunun büyük bir kitap hacminde ola­cağı kesindir. Şimdi bu kısa konuda, o mevzulara girmeye­ceğiz. Bu İslamî hareketin kutsal hedeflerinin devamı uğ­runda doğruluk ve iyi niyetle gayret göstermiş olanlara yüce Allah'tan hayır, sevap, başarı ve rahmet temenni edi­yoruz.

HAREKETİ BEKLEYEN FELÂKETLER

Hareketlerin de diğer bütün işaretler gibi sapma ve fesa­da mahkûm olması mümkündür. Bunu önlemek hareketin li­derinin görevidir. Eğer afet, nüfuz ettiyse emrinde olan ve olması gereken araçlarla afetle mücadele etmesi gere­kir. Bir hareketin lideri belaya dikkat etmemişse, belayla mücadelede gevşeklik göstermişse, o hareket kesinlikle kısırlaşır ve kendine zıt bir harekete dönüşür, aksi yönde etkiler gösterir. Gözümüze çarpmış olan tehlikeleri (hepsi hakkında derin bir incelemede bulunduk iddiasında bulun­madan) hatırlatalım:

1-        Yabancı düşüncelerin nüfuzu (sızması): Yabancı düşünceler iki yoldan sızıp, nüfuz ediyorlar : Biri düşman­lar yoluyla; Sosyal bir hareket zirveye ulaşıp, cazibe kazan­dığı, diğer ideolojileri ışınlarının etkisi altına aldığı zaman, diğer ideolojileri takip edenler o harekete sızmak, onda bir gedik açmak, onu içten çürütmek için, o harekete yaban­cı düşünceleri hareketin ve mektebin içine sokarlar. O ha­reketin özelliğini, bu şekilde yok ederler veya azaltırlar.

Bunun örneğini İslam’ın ilk asırlarında görüyoruz. İs-lamın yayılmasından ve dünyanın büyük bir kısmını zapt et­mesinden sonra, İslam’a muhalif olanlar, İslam’la mücadele­ye tahrif yoluyla başladılar. Düşüncelerini hileli yollarla İslam’a sokmaya başladılar. İsrailiyat, Mecusiyat, Manûiyat çeşitli yollarla hadise, tefsire, Müslümanların fikirlerine ve düşüncelerine sızıp nüfuz etmeye başladı. İslam’ın ba­şına gelenler bundan sonra geldi. Memnuniyetle söylemek gerekir ki İslam âlimleri bu noktayı anladılar, bu afet ve tehlikeyle mücadelede büyük ölçüde muvaffak oldular. Bu mücadele şimdi de devam ediyor.

Diğer yol ise, dostlar ve takipçiler yoluyla nüfuz et­mesidir. Bazen ideolojinin kendi mensupları ideolojiyi doğ­ru tanımamaları nedeniyle bir dizi yabancı düşüncelerin cazibesine kapılırlar, bilinçli veya bilinçsiz o nazariyelere kendi ideolojilerinin rengini verip, onları sunarlar.

Bunun örnekleri de İslam’ın ilk asırlarında görülmekte­dir. Örneğin Yunan felsefesinin, İran âdâb ve gelenekleri­nin, Hint tasavvufunun çarpılmışları, bu düşünce ve naza­riyeleri ihanet maksadıyla değil, hizmet amacıyla İslamî düşüncelere soktular, sevinerek belirtelim ki, keskin görüş­lü İslam uleması bu noktayı da gördü. Bu konularda da dü­şüncenin araştırılması, iyi ve kötü yönlerinin ortaya kon­masıyla ilgili bir akım görüyoruz, bu çalışma düşünceler­deki değişmelerin seyrini göstermiş, yabancı düşüncelerin silinmesi konusunda yol göstermiştir.

Bugün İran İslam hareketi zirveye ulaşmıştır, «İzm»leri ve ideolojileri ışınlarının etkisi altına almıştır, şimdi adı geçen bu akımların her ikisini de müşahede ediyoruz. Bir grubun gerçekten diğer ideolojilere, özellikle materyalist ideolojilere bağlı olduğunu görüyoruz, bunlar İranlı genç­leri, materyalist slogan ve işaretlerle daha az avlayabileceklerini biliyorlar, yabancı düşünceleri İslamî işaretlerle sunuyorlar. Materyalist bir muhtevayla bir gencin beynine aşılanan İslam’ın, sadece İslam’ın kabuğunu taşıyacağı ap­açıktır, bu düşünce o genci süratle İslam’dan uzaklaştır­maktadır. Yine şunu da görüyoruz; Bazı Müslüman, ama İslam’ın öğretisine vakıf olmayan, İslamî bilmeyen, başka ideolojilere aşık olmuş şahısların, İslam adıyla ahlâk yaz­dıklarını, bunun propagandasını yaptıklarını görüyoruz, fa­kat yabancı ahlâk, yabancı tarih felsefesi yazıyorlar aynı şekilde, din ve nübüvvet felsefesi yazıyorlar aynı şekilde, iktisat yazıyorlar aynı şekilde, dünya görüşü yazıyorlar, aynı şekilde, Kur'an tefsiri yazıyorlar aynı şekilde...

Ben, ilahî sorumlulukla yükümlü bir fert olarak büyük saygı duyduğum İslam hareketi liderlerinin hepsini uyarı­yorum, kendimle yüce Allah arasında delili tamamlıyorum, İslam’a yabancı düşüncelerin İslam düşüncesi adıyla ve İslamî işaretlerle yayınlanması, bunların harekete nüfuzu, is­ter kötü niyetle olsun, ister olmasın bir tehlikedir ve İslam’ın temelini tehdit ediyor.

Günün lisanıyla çeşitli İslamî konularda yeterli kitap arz etmediğimiz için sorumluyuz. Eğer biz yeterli miktarda berrak ve temiz su sunmuş olsaydık insanlar bulaşık sula­rın ardından gitmezlerdi. «Eğer bu arklar boş olmasaydı Hoca, bu sokaklarda neden susuz koşup dururdu.»

Mücadelenin yolu, bu ideoloji ve mektebi bütün ko­nularda günün lisanıyla doğru sunmaktır. Böyle şuur ve heyecana erişmiş, sosyal faaliyetlerde bulunan ilim hav­zalarımızın bugün büyük bilimsel ve düşünsel sorumluluklarından haberdar olmaları gerekir. Bilimsel ve düşünsel çabalarını on misli artırmaları gerekir. Sadece fıkıh ve resmi usul ile uğraşmanın çağdaş neslin problemlerine ce­vap veremeyeceğini bilmeleri gerekir.

2-        Aşırı bir yenileşmeye yöneliş. (Aşırı bir rönesansa yöneliş). Her işte ifrat ve tefritten sakınmak, itidale yönelmek, o kadar basit ve kolay bir şey değildir. İtidal yolu daima ince bir yoldur, küçük bir dikkatsizlik ondan sapmaya sebep olur. Dinî eserlerde «sırat» kıldan daha incedir denilmesi bu nükteye işaret etmektedir, her işte itidale riayet etmek zordur.

İnsanlık toplumunda yeni problemlerin doğduğu, yeni problemlerin de yeni çözüm yolları gerektirdiği apaçıktır. «El havadisul vakıa», yeni zuhur eden işaretlerden başka bir şey değildir, İslamî bilgilere sahip olanlar bunları hal­letmekle yükümlüdür. Her dönemde müçtehidin olması za­ruretinin sırrı, taklidin zarureti ve sağ olan bir müçtehide müracaatın sırrı budur. Ancak bazı meselelerde ölü veya sağ müçtehitlerden birini taklit etme arasında bir fark yoktur. Eğer müçtehit günün problemlerine ve zorlukları­na dikkat etmezse, onlara ilgi duymazsa, onu da ölüler sa­fında saymak gerekir. İfrat ve tefrit burada belli oluyor.

Bazıları o kadar avamzede ki ölçüleri sadece halkın zevkidir. Halk ise geçmişe yönelir, şimdi ve gelecekle bir işi yoktur. Günün sorunlarına dikkat eden, gelecek hakkın­da düşünen bazılarıysa maalesef cömertçe İslam’ı harcı­yorlar, günün zevkini de ölçü ve mihenk taşı alıyorlar ve «hür içtihat» adıyla açıklama getiriyorlar, İslam’ı zamanın hak ve batılına mihenk taşı ve ölçü yapacaklarına, zamana egemen zevk ve ruhu İslam’a ölçü yapıyorlar. Örneğin «Mehirin olmaması gerekir, çünkü zaman beğenmiyor» diyorlar. «Teaddüd-ü zevcât (birden dörde kadar kadınla evlenebil­me - Ç) kadının kölelik ahdinin bir anısıdır, örtünme aynı şekilde, kirayı mudarebe (sermaye, emek ortaklığı) muzare'e (ziraat antlaşması) feodalizm döneminin hatırasıdır, falan hüküm filan ahdin hatırasıdır. İslam akıl ve içtihat dinidir. İçtihat böyle veya öyle hükmediyor» diyorlar.

Dikkat etmemiz gerekir, hatta Abduh ve İkbal gibi ehl-i sünnetin ileri ve bilgin aydınlarının yeni problemlerin çö­zümünde gösterdikleri mihenk taşlan bile, örneğin ibadet­ler ve muamelat arasında temayüze inanmaları, icma içti­hat, şûra ve diğer sorunlar için yaptıkları özel yorumlar, yine onların sunmuş olduğu İslamî dünya görüşünün, ileri İslamî Şia kültürüyle beslenmiş olan bizler tarafından ka­bulü mümkün değildir, bizim için model olamaz. Şia fıkhı, Şia hadisi, Şia kelamı, Şia felsefesi, Şia tefsiri, Şia’nın sos­yal felsefesi, Sünni dünyasındakilerden daha çok gelişmiş­tir ve problemleri daha çok cevaplandırıyor.

Her ne kadar Sünni dünyası (coğrafi ve diğer sebep­lerle yeni medeniyet ve bu medeniyetin meydana getirdiği sorunlarla şii dünyasından önce tanımış, çözüm yollarını aramaya başlamış, şia kendi nazariyelerini daha geç arz etmişse de, bu son seneler zarfında şia dünyasında arz edilmiş olan şeylerle Sünni dünyasında arz edilmiş olan şeylerin mukayese edilmesi şu sonuca ulaştırıyor; ehli beyti takip eden Şii nazariyeleri daha köklü ve daha man­tıklıdır. Bizim, Abduh, İkbal, Ferid Vecdi, Seyyid Kutub, Muhammed Kutub, Muhammed Gazali ve benzerlerini ör­nek (model) almaya ihtiyacımız yok.

Her halükarda hem Şia hem de Ehl-i sünnette olmuş ve hâlâ olan aşırı yenileşmeye yöneliş, hakikatte şundan ibarettir; İslam’da yok zannettikleri meseleleri İslam’a ilave etmek ve İslam’da olan da çağa uymuyor diye çağın ren­gine boyamaktır. İşte bu hareket için en büyük afettir. Ön­derin görevi bunları önlemektir.

3-        Yarıda bırakmak. Son yüzyıldaki İslamî hareketler tarihi maalesef, ruhaniyetin rehberliğinde bir noksanlığı gösteriyor. Bu noksanlık, ruhaniyetin düşmana karşı zafer aşamasına kadar liderliği devam ettirmesi, ondan sonra bırakıp işine dönmüş olmasıdır. Ruhaniyetin zahmetlerinin neticesini başkaları (muhtemelen düşmanları) almışlardır. Tıpkı gasp edilmiş toprağını, şiddet ve güçle elinden alın­mış olan hakkını, kuvvetini, malını, canını harcayarak düş­manın elinden alan, fakat aldıktan sonra ona bir tohum bile ekmeden evine gidip oturan kimsenin durumu gibi. Ardın­dan başkalarının gidip ondan faydalanmaları gibi

Irak devrimi, Şia ruhaniyetinin yardımıyla neticeye ulaştı, ama ruhaniyet onun neticesini değerlendirmedi, devam ettirmedi, bu devrimin bugün nasıl bir sonuca dö­nüştüğünü maalesef görüyoruz. İran meşrutiyetini, ruhani­yet sonuca ulaştırdı, fakat onu devam ettirmedi işe sahip çıkmadı, bu nedenle kısa bir süre sonra acımasız bir dik­tatörlük iş başına geldi. Meşrutiyetten geride kalan, sa­dece bir isim oldu. Belki de halkta zamanla, «istibdat re­jimi meşrutiyet rejiminden daha güzeldi, meşrutiyet gü­nahtır» fikri meydana geldi. Hatta Tömbeki hareketinde bi­le şu üzüntü açıklanıyor; imtiyazların iptal edilmesiyle ru­haniyet işinin tamamlandığını sandı, hâlbuki ondan sonra halkın gerçekten İslamî bir düzene hazır oluşunu değerlen­dirip, böyle bir düzen kurabilirdi.

İran İslam hareketi şu anda ret ve inkâr aşamasında­dır, İran halkı birleşip baskı ve sömürüye karşı kıyam et­miştir. İnkâr ve ret aşamasının ardından yapım ve ispat aşaması gelir. «La ilahe» aşamasından sonra «illallah» aşa­masının gelmesi gerekir. Her harekette, yapım ve ispat aşaması, ret ve inkâr aşamasından daha zordur. Zeki ve uyanık halkta şimdi şu merak ve endişe ortaya çıkmış­tır; acaba ruhaniyet (ulema) tekrar işini yarıda mı bıraka­cak?

4-        Fırsatçıların sızması: Fırsatçıların bir harekete sızması o hareket için büyük bir tehlike ve beladır. Ger­çek liderlerin büyük görevlerinden biri de böyle şahısların sızmalarına set çekmektir.

Zor olan birinci aşamayı geride bırakan her hareketin ağırlığı mü'min, ihlâslı ve fedakâr insanların omzundadır, Fakat semeresini vermeye başladığı zaman veya en azın­dan meyve verme işaretleri görülüp ağacın çiçekleri belli olmaya başladığı zaman, fırsatçı şahıslar türemeye başlar. Zorluklar günden güne azalmaya başlar, vaat edilen mey­velerin derilmesi daha da yaklaşır, fırsatçılar daha sağlam ve daha bilinçli bir şekilde hareketin bayrağını göğüslerin­de taşımaya başlarlar, bu duruma hareketin ilk mü'min devrimcilerini ve fedakârlarını tedricen sahneden atana kadar devam ederler. Bu gidiş öylesine genellik kazanmış­tır ki şöyle diyorlar: «Devrim kendi evlatlarını yer», güya devrimin özelliği şudur: neticeye ulaştıktan sonra kendi evlatlarını tek tek yok eder. Hâlbuki devrim, evlatlarını yiyen bir hareket değildir, bu faciaya sebep olan şey; fır­satçıların sızmalarına^ nüfuz etmelerine karşı gaflet gös­terilmesidir.

Uzağa gitmeyelim, İran meşrutiyet devrimini kimler neticeye ulaştırdı? Devrimin neticeye ulaşmasından sonra, makam ve mevkileri hangi çehreler işgal etti? Nihai so­nucu ne oldu?

Özgürlük kahramanları, ulusal liderler hep bir köşeye dağıldılar ve unutulmaya mahkûm oldular, sonunda açlık ve sefalet içinde öldüler. Ama düne kadar istibdat bayra­ğı altında devrimcilere karşı savaşan ve devrimcilerin boy­nuna idam ipi atan sair devletliler sadrazamlık makamına ulaştılar. Nihai sonuç, meşrutiyet şeklindeki bir istibdat oldu.

Yüce İslam tarihinde de fırsatçılık uğursuz etkisini gösterdi. Osman döneminde fırsatçılar, İslam’a ve İslam’ın hedeflerine inanmış fertlerin yerini aldılar «Tarid»ler ve­zir oldu, Ka'bul Ahbarlar, müşavir oldu. Ama Ebu Zer'ler, Ammar'lar sürgüne gönderildiler veya ayakaltı oldular.

Kur'an'ı Kerim niçin Mekke'nin fethinden önceki infak ve cihad ile Mekke'nin fethinden sonraki infak ve cihad, Mekke'nin fethinden önce infak eden mücahit mü'minle Mekke'nin fethinden sonraki infak eden mücahit mü'min arasındaki farkı gösteriyor? «Göklerin ve yerin mirasçısı» Allah olduğu halde Allah yolunda siz niçin sarf etmiyorsunuz? İçinizden Mekke'nin fethinden önce sarf eden ve savaşan kimseler, daha sonra sarf edip savaşan kimseler­le bir değildirler, berikiler daha üstün derecededirler. Allah hepsine cenneti vaat etmiştir. Allah işlediklerinizden haber­dardır.»      (Hadid; 10)

İşin sırrı açıktır, Mekke'nin fethinden önceki şey zor­luk ve meşakkate tahammül idi, imanlar daha halisti, infaklar ve cihatlar şaibeden daha uzaktı, fırsatçılık ruhun­dan daha uzaktı. Aksine Mekke'nin fethinden sonraki infak ve cihat onun kadar şaibeden uzak değildi.

Kur'an önceki mücahitler hakkında şöyle buyuruyor : «Sizin yirmi kişiniz kâfirlerin ikiyüz kişisine karşıdır (eşit­tir).» Fakat İslam ruhunu tam anlamıyla kavramamış, İslam devriminin hedeflerine tam olarak inanmamış unsurlar işin içine girince (bunların o sırada İslam’ı zaman zaman bir fır­sat saydıkları görülüyordu), sizin yüz kişiniz onların ikiyüz kişisi ile karşılaşır, diyor.

Hareketi ıslahçı başlatır, fırsatçı değil. Yine hareketi, hareketin hedeflerine inanan ıslahçı devam ettirir, çıkar­larının peşinde olan fırsatçı değil.

Fırsatçıların aldatıcı görünüşlerine rağmen her halü­kârda onlarla mücadele edilmesi, bir hareketin asıl gidiş yolunda devam edebilmesinin temel şartlarından biridir.

5-        Gelecekle ilgili planların müphemliği: Eskimiş, güçsüz bir yapıda rahatsızlık olduğunu gördüğümüzü ve bu binayı yıkmak istediğimizi düşünelim. Onun yerine, yeni ve önceki noksanların olmadığı ve huzurumuzu tam olarak temin edecek güzel bir bina yapmak istiyoruz. Burada iki duyguya sahibiz; biri bir an önce şerrinden kurtulmak is­tediğimiz eski yapı, diğeriyse yapmak istediğimiz bina hakkındaki olumlu duygudur. Bu yeni binada mümkün olduğu kadar erken ve ideal bir aile yaşantısı meydana ge­tirmek istiyoruz. Olumsuz duygu açısından yıkılacak bi­nayla ilgili görevimiz açıktır, bunun yıkılması için geniş
bir izahatın yapılmasına ihtiyacımız yoktur, zira pratikte rahatsızlıklara dokunup, onları müşahede ediyoruz. Fakat olumlu duygu açısından önümüze belli bir plan ve proje
koyup gelecekteki apartman budur diye ayrıca bir maket hazırlayıp önümüze korlarsa, bu meziyetlerde, güzelliklerde ve toplamında bir noksanlık görmezsek kesinlikle tes­lim olur. Kabul ederiz. Fakat eğer bir plan ve proje göste­rilmez ancak kısaca; güvenilir uzmanlarca bina yıkıldıktan sonra onun yerine çok muazzam bir bina yapacağız deni­lirse şevkimizin artacağı ama aynı zamanda kalbimizde bir çeşit titremenin de olacağı  apaçıktır.

İki grup mühendisin yeni bina için tekliflerini verdiklerini düşünelim. Bir grup mühendis kapının, mutfağın, misafir salonunun, banyonun, lavabonun şeklini ölçülerini ve nerede olduğunu gösteren belli bir planı şimdi verir, ama şahsiyetlerine güvendiğimiz diğer grup plan ve projelerini hiçbir zaman göstermiyor, sadece en iyi binaları biz yapacağız diye vaat ediyorlarsa bu grubun planının açık olmayışı bu noktada bizi diğer grubun tarafına çekebilir.

Ruhaniyet toplumun güvendiği sosyal mühendis gibi­dir, özel nedenlerle geleceğin planında yetersiz davranmış veya en azından imza aşamasına ulaşmış bir plan göster­memiştir. Fakat buna karşı, planları ve projeleri belirgin gruplar vardır, onların ideal toplumlarının hükümet, kanun, özgürlük, mülkiyet, ahlâk... açısından nasıl bir toplum olduğu bellidir. Deneyimler, gelecekle ilgili planın açık ol­mayışının insanî zayiat oluşturduğunu göstermiştir.

Hareketin kesinlikle açık, müphemliklerden uzak, ka­bulü mümkün ve liderler tarafından gösterilen planlara sahip olması gerekir ki, zayiatlar önlenebilsin. Kültürel materyaller açısından oldukça zengin olduğumuz için se­vinçliyiz, Allah'a şükrediyoruz, bu açıdan başka hiç bir kaynağa ihtiyacımız yok. Yapmamız gereken tek şey hü­küm çıkarmak, tasfiye etmek ve bu kültürel materyalleri istifade edilebilir şekle sokmak için gerekli kalbî uyanık­lığı göstermek, iş yapmak, vakit ayırmaktır.

İlim havzalarımızda bu uyanış başlamış olduğu için sevinçliyiz. Gün geçtikçe bunun artmasını, bir an önce arzu ettiğimiz dereceye ulaşmasını ümit ediyorum. Allah’ım ümidimizi gerçekleştir, amellerimizi kabul et.

6-        İlahî bir hareketi tehdit eden altıncı felâket ise, düşüncelerin bir nevi yön değiştirmesidir. Niyetlerin gidiş yolunun bir nevi sapmaya uğramasıdır. İlahî hareketin, Allah için başlaması ve Allah için devam etmesi gerekir. Ona ilâhî olmayan hiç bir hatıra ve düşüncenin sızmaması gere­kir ki ilâhî inayet ve yardım, hareketi kapsasın. Eğer böyle olmazsa, «ilâhî gayret rüzgârı» yüzlerce dikenle onu peri­şan bir leş görünümüne çevirir. İlâhî hareketi başlatan kimsenin Allah dışında hiç bir şeyi düşünmemesi gerekir, Allah'ın kutsal zatına tevekkül etmesi gerekir. Daima zihninde Allah'ı hatırlaması ve ona dönüş haline hazır olması gerekir. Kur'an Şuayb peygamberin dilinden şöyle diyor: «... Gücümün yettiği kadar ıslah etmekten başka bir dile­ğim yoktur. Başarım ancak Allah'tandır. O'na güvendim O'na yönetiyorum, dedi.» (Hûd; 88). İslam mücahitlerinden bir grup bir savaştan sonra Medine'ye döndükleri zaman Allah'ın Resulü onlara hitaben şöyle buyurdu : «Küçük cihadı yerine getirip, büyük cihadı henüz kalmış olan gruba (kavme) se­lam olsun», Ya Resulallah en büyük cihat nedir? dediler. «Nefisle cihaddır» buyurdu.

Ret ve inkâr aşamasında, dış düşmanla olan muhasa­ralarda, güçlüklerde, düşünce ve niyeti temiz tutmak da­ha kolaydır. Hareket sonuca ulaştığı, sıra yapım, ispat ve ganimetlerin taksimine geldiği zaman İhlâsın korunması daha zordur.

Kur'an'ı Kerim'in son surelerinden biri olan Maide su­resi, peygamberin ömrünün son iki-üç ayında nazil olan bir suredir, bu dönem müşriklerin dize geldiği ve İslam’ın on­lar tarafından tehdit edilmediği bir zamandır, bu sırada Gadir-i Gum ile Ali'nin (A.R.) imameti ve hilafeti Allah'ın emriyle ilan edilmiştir. Bu sırada bütün Müslümanların bir tehlikeye karşı Allah tarafından ikaz edildiğini görüyoruz. O da şudur; şimdiye kadar düşmanın kökünüzü kazımasın­dan korkuyordunuz, şimdi o tehlike ortadan kalkmıştır, bundan sonra kâfirlerden ve dış düşmanlardan korkmayınız, Allah'tan korkunuz: «... Bugün, inkâr edenler sizi dininizden etmekten umutlarını kesmişlerdir., onlardan kork­mayın, Benden korkun. Bugün size dininizi bütünledim, üzerinize olan nimetimi tamamladım, din olarak sizin için İslamiyet’i beğendim...» (Maide; 3).

Yani İslam toplumu, bundan sonra içten tehdit ediliyor, ihlâs dolu Allah yolundan sapıp, Allah'ı unutma teh­likesiyle karşı karşıyadır. Allah'ın, ahlâkî yönden içten de­ğişen bir toplumun alın yazısını değiştirmesi değişmez bir ilahî sünnettir. «... Bir millet kendini bozmadıkça Allah onların durumunu değiştirmez. Allah bir milletin fenalığını
dileyince artık onun önüne geçilmez...»
(R'ad; 11)

ISLAHÇININ BAŞARI ŞARTLARI

Şimdi yolun sonuna geldik. Sözlerimizi ıslahçıların başarıya ulaşmasıyla ilgili muttakilerin efendisinin Nehcül Belağa’da geçen bir cümlesiyle süsleyelim, onun tefsirine başlayalım.

«İnnema yukîmu emrellahi sübhanehu men la yusaniu vela yudariu vela yettebiul metâmia.» Bu cümlelerde Al­lah'ın fermanının egemen kılınmasından söz edilmektedir, yüz yıl önce İslamî düşünceleri ihya etmek isteyen İslam ıslahçılarının bahsettiği konulardan söz edilmektedir. Al­lah'ın emirlerinin yere düştüğü bir toplumda, yeniden te­mel olarak alınmasından söz edilmektedir. Bu peygamber işi kimin yapabileceğinden mi söz ediliyor? Acaba bütün ruhsal ve ahlâkî şartlar çerçevesinde her fert, uygun her çeşit manevi şahsiyetle böyle peygamberi bir adımın so­rumluluğunu kaldırabilir mi?

Ali'nin (R.A.) kullandığı «innema» kelimesinin sınırla­masıyla böyle bir başarıyı elde edecek şahsın şu üç sı­fattan uzak olması gerekir; Mesania, medaria ve tamaha kulluk.

Mesania kelimesinin tam karşılığı Farsça bir kelime henüz bulamadım. Bu kelimeye yakın kelimeler olarak tâvizkârlık, mülahazakârlık, davranışçılık kelimeleri kullanı­labilir, fakat bunların hepsi mesania olmasına rağmen onu tam olarak ifade etmiyor, mesania bunlardan fazla bir şey­dir. Ali'nin, Muaviye'yi azletmede kusurlu davrandığı id­diası ortaya atılınca, bu durum Ali ve dostlarının ifadele­rinde «Mesania» olarak geçiyor, hatta Ali «maslahat» için olsa bile (politikacıların uyguladıklarını söyledikleri maslahatlar), işinin başında kalması için Muaviye'ye bir saat izin vermesinin bile «mesania» (taviz) olacağını kabul edi­yordu.

Muhtemelen ashap ve dostlar gelip, huzurunda onu övüyorlardı, onu muhteşem sayıyorlardı, bazı unvan ve lakaplarla anıyorlardı, işlerde gözlerine bir noksanlık çar­parsa bunu söylemekten sakınıyorlardı. Ali onların bu metotlarını şiddetle yasaklıyordu, reddediyordu, onların bu durumunu bir nevi «mesania» (taviz) sayıyordu. Diyordu ki : «Benimle mesania (taviz) yöntemiyle konuşmayın, benim­le cebbarlar ve zalimlerle konuşulan bir tarzda konu­şun» diyorum. Yani dalkavukça konuşmayın, yaldızlı, tantanalı, haşmetli lakaplarla konuşmayın. Açıkça benimle karşı karşıya geldikleri zaman halkın sıkılma ve övgüler ye­rine, gözlerine çarpan eksikliklerimi, ayıplarımı tam bir açıklıkla söylemelerini seviyorum diyordu.

Allah'ın emirlerini icra ederken tavizkâr davranmak «mesania»dır. Dost, arkadaş, evlat ve müridin işlere mü­dahalesine göz yummak, onları gözetlemek mesaniadır (tavizdir).

Kur'an'ı Kerîm «İdhan» kelimesini kullanmıştır. Bu ke­lime bugünkü örfte, genellikle  «meddahça»  (dalkavukça) kelimesi ile ifade edilmektedir.

İdhan, yani yağ çekmedir, bugün Farsça konuşanların dilinde bu kelimenin karşılığı örtbas etme ve yağcılıktır. Bu kavram genellikle bir işin ciddi olarak yapılması yeri­ne özüne riayet edilmeksizin şeklen yapılmasını ifade eder, Kur'an, kâfirler senin övülmeyi sevenlerden olmanı ister­lerdi, diyor. O zaman meddahlık ve dalkavukluk yaparlar­dı. Mesela tevhidin, kardeşlik ve eşitliğin, faizin yasaklan­masının şeklî korunmuş idi. Ama hakikat ve muhteva? Hayır. Kısacası kâfirler, peygamberin tavizkâr olmasını ister­lerdi, peygamber öyle değildi. O halde şekilciliğe rıza gös­termek mesaniadır.

Arkadaş kayırmanın, dostları gözetmenin, arkadaş ak­raba ve müritlerin Allah'ın emrinin icra edilmesinde mü­dahalelerine göz yummanın «mesania» olduğunu söyledik. Ali'yle (R.A.) ilgili bir kıssayı tarih de naklediyor, bu kıs­sa oldukça eğitici ve faydalı:

Ali (R.A.) komutasındaki bir orduyla Yemen'den dön­düğü zaman beraberinde Beytülmal'e ait Yemen hırkaları (elbiseleri) vardı, bunlardan herhangi birini ne kendisi giy­di ne de kimsenin almasına izin verdi. Mekke'ye bir iki menzil yaklaştılar (Allah'ın peygamberi o zaman hacc ne­deniyle Mekke'ye gelmişti) Ali rapor vermek için peygam­berin huzuruna geldi, sonra askerlerinin yanında döndü, birlikte Mekke'ye girdiler, askerlerin yanına vardığında askerlerin bu hırkaları çıkarıp giymiş olduklarını gördü. Ali bir an bile tereddüt etmeden, politik yarar düşünce ve endişesinden uzak olarak hepsini onların bedenlerinden çıkardı, önceki yerlerine koydu. Askerler rahatsız oldular. Allah'ın resulünün huzuruna vardıkları zaman, peygambe­rin onlara sorduğu şeylerden biri de komutanınızın gidişa­tından memnun musunuz? Sorusuydu. Evet dediler ama... Hırka hikâyesini anlattılar. Allah'ın peygamberi burada Ali hakkındaki tarihi cümlesini söyledi : «İnnehu leuhayşinun fi zatillah.» (O Allah'ın zatında (nazarında) en haşin ferttir.) Yani A!i, Allah'ın emrinin söz konusu olduğu yerde her çeşit tavizden (mesaniadan) ve müsahamahadan uzaktır. Taviz (mesania), tavizseverlik bir nevi zaaf ve zillettir, sertlik ve sert yöntemli oluşun karşı noktasıdır. Sert yön­temi i olma bir nevi cesaret ve kuvvettir.

Medaria'ya gelince: Medaria, benzerlik demektir. Bir toplumu ıslah etmek ve değiştirmek isteyenin kendisininde o halkın aynısı ve benzeri olmaması gerekir. Halktaki zaaf noktalarının onda olmaması gerekir. Zaaf noktalarını ıslah etmeyi ancak ondan arınmış kimse başarabilir.

«Hasta biri, maddi hastalıklarda muhtemelen diğer bir hastayı tedavi edebilse de ruhsal ve sosyal tedavilerde bunu başaramaz. Kendini eğitmek toplumu eğitmekten ön­ce gelir. Ali (R.A.) şöyle buyuruyor : «Allah'a yemin ol­sun ki kendim yapmadığım hiçbir şeyi size emretmedim, daha önce kendime de men ettiğim şeyler dışında hiç bir şeyi size men etmedim.» Yine Hz. Ali şöyle buyuruyor : «Halkın imam ve liderliği makamında olan kimsenin önce kendisini, sonra halkı eğitmesi gerekir. Kendisinin öğret­meni ve terbiye edicisi olan başkalarının öğretmenime ter­biye edicisi olandan daha çok hürmet ve saygıya layık- ' tır.»

Tamaha kulluk konusunda Ali şöyle buyuruyor : «Et-tameun rikkun muebbedun.» «Tamah ebedi bir kölelik­tir.» Diğer her çeşit kölelikten kurtuluş ümidi vardır. Fakat tamah ve açgözlülüğe olan kölelikten kurtuluş ümi­di yoktur. Burada kurtulma isteği kölenin elinde­dir, efendinin elinde değil. Allah'ın emrini yerine getirmek isteyen kimsenin bu esaretten kurtulması gerekir. Özgürlük ve manevi bağımsızlık, dinî ıslatıcının, bağımsızlık şartıdır. Bir zilletin ilâhî ıslahta başarısızlık sebebi olması gibi, hastalığa tutkun birinin kendi toplu­munu tedavi etmeyi başaramaması gibi, kendi nefsanî aç­gözlülüğünün esiri ve kulu olan biri de başkalarını sosyal ve manevi esaretlerden kurtaramaz.

Allah’ım kalplerin sahibi sensin, kalplerdeki bütün en­dişeler senin elindedir, bizi sabit ve doğru yol üzerinde muhafaza et, nefsi emmarenin şerrinden koru.

Şaban 1398 (1978)



[1]- Bu hitabenin hicri kameri 1398 yılında ikindi vakti genel bir kon­feransta okunması düşünülüyordu, fakat polisin engel olması ne­deniyle okunamadı

 

[2]-  Nehcul Belağa'dan

 

[3]-  Bakara suresi 11 ve 220. ayetlere, A'raf suresi 56, 85 ve 170. ayet­lere, Hûd suresi 88 ve 111. ayetlere ve Kasas suresi 19. Ayete bakınız

[4]-  On Konuşma - Dinî fikrin ihya edilmesi makalesi. (Şehit Mutahhari'nin bir eseri- Çeviren)

[5]-  Gazali'nin hareketi elbette bazı yönlerden ilerici ve öncü olmuştur, fakat diğer bazı yönlerden değil. Merhum Feyz'in «Mahcetul Beyza» kitabı Gazali'nin yaptığı işin iki yönünü de açıklığa kavuşturmak­tadır.

[6]-  «İran Meşrutiyet hareketinde öncü ruhaniyetin fonksiyonu»  kita­bına müracaat ediniz. Te'lif: Hamid Algar, Tercüme: Ebul Kasım Sırrî

 

[7]- Seyyid Cemaleddin'in doğunun uyanışındaki rolü sayfa 39-45

 

[8]-  Seyyid Cemaleddin'in doğunun uyanışındaki rolü sayfa 52

[9]-  Dr. Hamid İnayet, Arap siyasi düşüncesinde bir seyir, sayfa 86

 

[10]-  Doğumu kameri 1254, vefatı (şehadeti)  1314 yılında olmuştur

[11]-  1. cild sayfa 190

 

[12]-   İnsan ve alın yazısı kitabına bakınız. Te'lif:  Murtaza Mutahhari

 

[13]-  Seyyid Cemaleddin Hüseyni’nin o kitabı ve belgesi,  İslamî ha­reketlerin temelleri, te'lif:  Sadr Vasıkî

 

[14]-  İslam ve ilim risalesine bakınız, yazarı; Seyyid Hadi Hüsrevşahi

[15]-  Bu kelime yukarıda belirtilen anlamdadır, her ne kadar Arapça kökenli gibi görünüyorsa da sözlükte buna dair bir işaret bula­madık

[16]-  Üstad, M. Tabatabaî «Doğunun uyanışında Seyyid Camaleddin'in rolü» kitabında, bu konuda ilginç bir hususu incelemiş ve onu öncü biri saymıştır

 

[17]-  Allame Emininin hatıraları kitabının «Gadir ve İslamî vahdet» makalesine, M. Tabatabai'nin «Doğulunun uyanışında Seyyid Cemaleddin'in fonksiyonu» (S. 77, 128) kitabındaki konulara mü­racaat ediniz

 

[18]-  Arap siyasi düşüncesinde bir seyir,  sayfa 102

[19]-  İngiltere'nin Balfur bildirisi ile, Filistin konusunu Siyonistlerin lehine sonuçlandırmasında olduğu gibi

 

[20]-  Arap siyasi düşüncesinde bir seyir, sayfa 101-102

[21]-  Bu adam hiç şüphesiz Seyyid Cemaleddin'in kendisiydi

 

[22] - Arap siyasi düşüncesinde bir seyir, sayfa 99-100 Urvetul Vuska'dan nakil sayfa 223-224

[23]-  Yani, bugün müslümanlarm elindeki şey gerçek islam değildir, bunun kavranması gerekir. Tahrif edilmiş, çirkinleştirilmiş bir şekildir

 

[24]-  Yani Müslümanların İslam’ı tanıma tarzı, mantıklı ve akıl yürüt­meyle iç içe olmalıdır. Mirasla devralınan adetlerin körü körüne taklidi şeklinde olmamalıdır ki, gerekli mantıkî hareketliliğe sa­hip olabilsin. Aksine bugün Müslümanların İslam’ı tanımaları körü körünedir, akılcı ve mantıkî değildir

 

[25]-  Seyyid Cemaleddin'in; «Müslümanlar sadece bir şey konusunda görüş birliği ve ittifak içerisindeler; o da hiç bir şey konusunda görüş birliği ve ittifak içerisinde olmadıkları konusudur,» dediğini naklediyorlar  (anlaşamama konusunda ittifak)

 

[26]-  Arap siyasi düşüncesinde bir seyir, sayfa 156

 

[27]-  Doğunun uyanışında Seyyid Cemaleddin'in rolü, s. 113

[28]-  Seyyid Cemaleddin'in askerleri büyüleyen bir üslubu ve durumu vardı

 

[29]- Kevakibî'nin Hassan'ın yerine Da'bel'i örnek vermesi daha uygun olurdu, kendi deyimiyle: «Elli sene dünyasını (ve kendi darağacını) omzunda taşıyordu», her halde Kevakibî'nin amacı devrimci şairlerdir

 

[30]-  Arap siyasi düşüncesinde  bir seyir, sayfa  169

[31]-  Dinî fikrin ihyası, sayfa 204

[32]-  Kitabın farsça tercümesi... Dinî Fikrin ihyası, buna rağmen bazı kısımlardaki mülahazalar kaldırılmıştır, bu kitabın Arapça tercümesine müracaat ediniz

[33]-  O toplantıda yapılan konuşmanın teksir edildiğini ve yayınlandı­ğını duydum. Biraz düzeltme yapılıp yapılmadığı veya bazı kı­sımların çıkarılıp çıkarılmadığını bilmiyorum