Tahrif İle Mücadele Peygamberlerin Risaletinin Gereklerinden Birisidir - 80

İslam Dini'nde Tahrif Söz konusu Olmuş mudur? - 81

Bir İslami Araştırmalar Merkezi Kurulmasının Gereği - 83

Yaratılış Âlemi ve Emr Âlemi - 88

Yaradılış ve Emr Nazariyesi - 88

Yaratılış ve Emr Nazariyesini Kur'an Ayetlerine Tatbik Etme - 89

Bu Tatbikin Temelsiz Oluşu - 90

Geçen Ayetlerde Enirden Maksat - 92

Kur'an Ayetlerinde Bu Konuya Niçin Bu Derece İnayet edilmiştir - 95

Bu Temelsiz Tatbiki Meydana Getiren Faktörler -100

 

 

 

 

Dizgi: Girişim 532 51 79

Kapak: Dönüş

Grafik Baskı: Yıldızlar Basım Yayın A.Ş

Nisan 1990, İstanbul


 

 

 

  

 

 

Şura yayınları

Beyazsaray, Zemin Kat No: 10

Beyazıt-İstanbul

Tel:527 39 76


 

 

ÖNSÖZ

Allah'ın Adıyla,

Aziz Arkadaşlar!

Sevinerek ifade edeyim ki, aylık ideolojik konularımızı işle­meye başlıyoruz. Bu çerçevede bizim asıl hedefimiz İslam'ın fikri ve akidevi sistemini gerçek yüzüyle tanımak olmalıdır. Ümidimiz, bu gayretin Allah'ın (c.c) rızasına uygun bir gidiş yolu üzerinde devam etmesi ve faydalı neticelere ulaşması­dır.

Hamburg İslam Merkezi'nin bu programı uygulama alanına koymasından dolayı çok memnun olduk. Bu, bir taraftan öğ­renci arkadaşlarımızın temel isteklerinden birisine cevap ve­recek, diğer taraftan da bu fikri ilişkinin ışığı altında geleceğin inşasında temel bir fonksiyona ve hisseye sahip olacak olan gençlerimize savundukları ideolojiyi daha iyi ve gerçekçi bir biçimde tanıma imkânı sağlayacaktır. Böylelikle kardeşleri­miz ve bacılarımız çeşitli ideolojik meseleleri yakinen tanımış olacaklardır kuşkusuz.

Bu çalışma, Hamburg İslam Merkezi bünyesinde ana dili Farsça olan İslami Encümenler Birliği mensuplarının birbirle­rini ve diğer kardeşlerini daha iyi tanımaları için de çok faydalı olacaktır. Bunlar karşılaştıkları çeşitli sosyal meselelere karşı daha köklü ve daha şuurlu bir tavır takınacaklardır.

İslami Encümenler Birliği'nin Fars dili gurubu, beşinci otu­rumda (29 Meh-Khordad-Hannover), Hamburg İslam Merke­zi'nin onayı ile bundan böyle merkeze üye olan tüm birimlerin dört haftada bir ideolojik konuları içeren seminerler/toplantı­lar düzenlemesine karar verdi.

Bu konular, özel ve düzenli bir şekilde hazırlanacaktır. Her dört haftada bir hazırlanan konular bütün birimlerin hizmeti­ne sunulacaktır.

Bu konulardan daha iyi faydalanılabilmesi için Encümen üyelerinden birisinin söz konusu toplantı ile ilgili konuyu daha önce mütalaa etmesi ve Encümen toplantısında hazırladığı mütalaayı bir konferans biçiminde sunması teklif edildi.

Her birimin kültürel sorumluları, gerek Encümenler bünye­sinde cevaplandırılan, gerekse cevapsız bırakılan soruları, gö­rüşleri, tenkitleri, toplantının bitiminde bir araya getirmek ve hemen Hamburg İslam Merkezi'ne göndermekle yükümlü kı­lındılar.

Yöneltilen sorulara, eğer konuşmacı arkadaşlar tarafından ikna edici cevaplar verilmişse bu soruların (+) işareti ile göste­rilmesi, diğerlerinin ise (-) işareti ile gösterilmesi gerekir.

Hamburg İslam Merkezi, soruları veya tenkide uğrayan gö­rüşleri daha hızlı bir şekilde incelemeye gayret edecek, incele­me sonuçlarını ise çoğaltılmak üzere birliğin Merkezine gönde­recektir. Bir başka deyişle, Merkez, bir sonraki toplantıdan ön­ce söz konusu incelemenin bütün encümenlerin elinde olmasını sağlamaya çalışacaktır.

Birliğe üye olan bütün kardeşlerin ve bacıların bilgisine sunmam gereken bir başka konu da şu: Bu tarz aylık bültenle­rin hazırlanıp gönderilmesi, hiç kuşkusuz özgün İslami araş­tırma ve incelemelerin yerini tutamaz. Bu bakımdan özgün İs­lami araştırmalara ayrıca önem vermek gerekmektedir.

Aziz Kardeşler!

Belirli konuların bu şekilde aylık düzenli programlar çerçe­vesinde işlenmesi; birliğin hem fikir ve hem de amel düzeyinde olgunlaşmasını, sosyal faaaliyetlerde ise uyumun gerçekleşti­rilmesini sağlamak amacına matuftur. Elbette bu amaca ulaş­mak, hepimizin elbirlik ortaya koyacağı gayretlere bağlı ola­caktır. Hepimiz bu konuda büyük bir azim içerisinde olmalı ve yüklendiğimiz bu sorumluluğun üstesinden alnımızın akıyla çıkmalıyız diyorum.

Yüce Allah'ın bu yolda bize yardımcı olacağına hiç kuşku duymamalıyız?

Ekim 1969 (Mehrmah 1348)

Birlik idare Heyeti


İMAN

Arapça bir sözcük olan iman, İslam toplumlarında adeta yerli bir kelimeye indirgenmiştir. Bu yüzden bugün Farsça, Türkçe veya Urduca konuşan bir Müslüman imanın anlamını bilebilmektedir.

İman Farsçaya genellikle "baver" (inanış) veya "gereviden" (İman etmek, inanmak) kelimeleri ile tercüme edilmiştir. Fa­kat bu kelimelerin hiç birisi tam olarak imanın anlamını ver­memektedir; Çünkü bu kelimeler imana denk kelimeler değil­dir ve ayrıca iman kelimesi kadar da sıklıkla kullanılmamak­tadır.

İman kelimesinin genel bir kelime olduğunu söyledik. He­men herkesin anlamını bildiği bir kelimedir iman. Bu kelime hakkında tam ve açık bir tasavvura sahip olmamız; verilecek birkaç örnekle kelimenin anlamını açıklığa kavuşturmamız­dan daha iyidir.

Dürüst olarak "iman ettiğine " inandığımız bir şahsa karşı, kuşku, tereddüt ve kuruntu duymadan itimat edebiliriz. Bu durumda söz konusu şahsa inanıyoruz demektir.

Bir konu, bütün yönleriyle kesin bir biçimde inanılacak ka­dar açık olduğu zaman, bu konuya "iman" ediyoruz demek­tir.

Bizler, düşünsel bir sisteme, Batılı tabirle "ideolojik" bir sis­teme veya kendi tabirimizle sağlam ve kuvvetli bir temele dayanan sırat-ı müstakim'e sahibiz. O kadar kuvvetli bir ilgi ve cezbe hissediyoruz ki, kendiliğinden bizi ona çekiyor. Bizi kesin bir biçimde emin olma derecesine ulaştırıyor. Hatta on­dan da ötesi yöneliş, rağbet, aşk ve sevinç ile onu, hayatımızın alt yapısı olarak kararlaştırıyoruz. Hayatımızın ve işimizin programını ona göre düzenliyoruz.

Bu örneklere dayanarak belirtmek gerekirse, imanı "itimat etmek" biçiminde tarif edilebiliriz. Veya "herhangi bir şahsın herhangi bir yol üzerinde bulunmaktan kalben mutmain ol­ması" şeklinde de açıklayabiliriz.

Kuşku ve Tereddüt

İman'ın karşıtı olan husus ise şudur: Gerek bir şahsa, gerek bir konuya ve gerekse bir yönteme karşı kuşku ve tereddüt için­de olmadır. Kuşku ve tereddüdün tam bir uyumsuzluk şeklinde olması mümkündür. Hoşgörü ile iç içe olması mümkün­dür. Ancak; her durumda tabii etkisi itimatsızlıktır/güvensiz­liktir.

Kuşku ve tereddüt içindeki bir şahıs, herhangi bir eğilime kalpten bağlı olamaz; birtakım "doğrular" ın ardından gide­mez, onlara teslim olamaz.

Dışarıdan Konuşma

İman konusu çok önemli bir konu olduğu için konu üzerinde dışarıdan konuşmak asla doğru değildir. Her şeyden önce bi­limsel bir yöntemle insanın hayatını inceleyelim ve imanın in­san hayatındaki işlevinin ne olduğunu kavrayalım. Geçmiş dö­nemlerde değil, "imansızlık asrı" olarak itham edilen şu yüz­yılda imanın fonksiyonunu görelim.

Acaba gerçekten biz, imansızlık asrında mı yaşıyoruz? İlim ve teknikte baş döndürücü ilerlemelerin olduğu, genel eğitim araçlarının yaygınlaştığı, bilgi düzeyinin üst seviyelere ulaştı­ğı, insanın kendisi ve çevresi hakkında daha çok bilgi sahibi ol­duğu bu asırda, insan hayatında bir fonksiyona sahip olabilecek iman için nüfuz edeceği hiç bir ortam kalmamış mıdır? Ger­çekten ilmin ilerlemesi ile "iman" dönemi sona ermiş midir?

Nereden Başlayalım?

Bu incelemeye nereden başlayalım? Kahraman Cezayir hal­kının heyecan dolu savaş sahnesinden mi? Filistin, Vietnam mücadelelerinden mi? Yoksa daha sıcak sahnelerden, sıcak ai­le ocaklarından veya medreselerden mi başlayalım?

Şayet bu konunun öğrenciler için birinci derecede önem arz ettiği yerden atlayarak sosyal bir savaşlar sahnesine gider­sek zamanın gerektirdiği sözü söylemiş oluruz. Fakat eğer sab­redecek olursanız imanın insan hayatındaki fonksiyonunu da­ha geniş bir şekilde inceleriz; böylece, konunun derinliğini da­ha iyi anlamış oluruz.

Çocukluk Devresi

Bu zamane çocuğunun hayatında yer alan birinci derecede­ki ruhsal faktör; ilim. teknik, uzayın fethedilmesi ve onun iman faktörleridir. Ve onun hayatı daha çok iman ekseni etra­fında dönmektedir.

Başkalarını taklit ederek, başkalarının telkini ile yaptığı iş­lerde; (anne, baba, kardeş, diğer yakın akrabalar, çocuk yuva­ları, eğiticileri ve diğerleri gibi) etrafındakilere iman etmek, kendi teşhisi ile yaptığı işlerde ise kendi yön buluculuğuna iman etmektir.

Örnek için belirtelim: Bugün ilim ve sanayi alanında geliş­miş ülkelerdeki ailelerden birisinin çocuklarını birkaç gün için imandan mahrum bırakınız, onun yerine kuşku ve tereddüt aşılayınız. O zaman bu masum çocukların hangi kara günlere mahkûm olacağını göreceksiniz.

Sonra asrımızın bütün bilimsel ve teknolojik güçlerinden, bu sevgileri sarsılmış kuşkulu ve mütereddit çocukları tekrar eski hallerine geri döndürmesi için yardım isteyiniz.

Bu güçler, kuvvetli bir ihtimalle ancak, bir tek yolla başarıya ulaşabilirler. O da, çocuklara imanın tekrar aşılanması ve kalplerindeki şüphenin giderilmesidir. Yani tekrar "iman"a dönüş yolu açıkçası ve hakçası.

Anne, Baba, Eğitici ve Öğretmenin İmanı

Çocuğun mutluluğu, hayatta doğru bir gelişme gösterebil­mesi, büyük ölçüde annenin, babanın, mürebbinin/eğiticinin, öğretmenin ve onu yetiştirmede sorumlu olan şahısların ima­nına bağlıdır. Böylesine önemli bir görevi, ancak sorumluluk­larının bilincinde olan inananlar yerine getirebilirler.

Öyle bir anne ki, kendi çocuklarının bedensel, ruhsal terbi­yesini ve bakıcılığını, aşk iman ve ilgi ile yapan, onlara karşı olan sorumluluğunu hisseden anne...

Aile fertlerinin refahını temin etmek, canlarını korumak için aşk ve iman ile gayret gösteren baba, sorumluluğunu aldı­ğı ve çok hassas olan eğitim ve öğretim işini iman ve fedakârlıkla yerine getiren öğretmen ve yetiştirici, hiç şüphesiz çocuğun mutluluğunda etkili bir fonksiyona sahiptir.

Aşkın, imanın anne-baba ve çocuklar arasında karşılıklı gü­venin gönülden bulunmadığı aile çevreleri, bugünkü ilerlemiş ilmin nazarında bile çocukları yaralayan en önemli faktörler olarak sayılmaktadır.

Böylesi ruhsuz ve karanlık bir aile ortamında çocuk kendisi­ni rahat ve güvenli bir biçimde hissetmiyor. Her şey hakkında ve hatta kendisi hakkında bile giderek karamsarlığa kapılıyor, en değerli ilerleme ve tekâmül faktörlerinden biri sayılan ken­disine ve çevresine inanmaktan yoksun kalıyor.

Çocuğun imanı bir ışık şeklinde ele alınırsa; bu ışık, anne ve babanın imanla karışmış şefkatli simalarından ve hayat tarz­larından, onların çocuğa karşı olan sevgi ve inançlarından veya birbirlerine karşı olan sevgilerinden doğarak çocuğun saf kal­bine yansımıştır.

Bunun gibi medresedeki/okuldaki öğretmenin ve eğiticinin imam da çocuğun kalbine yansımıştır. Bu durum, özellikle tah­silin ilk yılları olan ilkokullarda, ayrıca liselerde ve üniversite­lerde bulunan samimi, imanlı ve vazifesini bilen bir öğretme­nin, hiç şüphesiz en iyi hatıralarında saklıdır.

Kuşku ve Tereddüt Yağmuru

Akıl ve baliğ olma devresine girilince çocukluk devresindeki iman; kuşku ve tereddüt yağmuru ile karşı karşıya kalmakta­dır. Doğal olarak çocukluk devresinde de çocuk zaman zaman bazı hadiselerle karşılaşır. Bu onun herhangi bir şahsa veya bir şeye olan imanını yok edebilir.

Ancak bu dönemde ret ve inkâr edilmiş olan imanın yerine başka bir iman oturmaktadır. Aksi yönde bir iman ki kalbi imandır; kuşku ve tereddüt değildir.

Çocuk bazen hızla ve arka arkaya inanç değişimine uğra­maktadır. Kendi oyun arkadaşı ile bir saat dargın, bir sonraki saatte ise barış halindedir. Hem de bu, samimi bir barıştır. Ba­zen birkaç saatlik oyun süresi boyunca bu dargın olma ve barış­ma sahnesi birkaç defa tekrarlanmaktadır.

Bu devre tedricen bitiyor, rüşde ve buluğa erme devresine ulaşıyor. Buluğ çağında insanda ruhsal ve bedensel değişme­ler meydana geliyor. Bu cümleden olmak üzere çocukluk devre­sinde gerçek olduğuna inandığı çoğu konularda şüphe ve tered­düde mahkûm oluyor.

Bu şüphe ve tereddüdün ölçüsü şahıslara göre değişir. Bazı şahıslarda bunun sınırı o kadar geniştir ki, bu şüphenin etkile­mediği çok az şey kalır.

Yapıcı Şüphe

Ergenlik devresindeki şüphe, aynı zamanda insanın tekâmüle ermesinde oldukça etkili bir faktördür. Ancak şu şartla ki; o da, şüphenin bir çeşit aşk ve iman ile iç içe olma durumu­dur. Sadece bu çeşit şüpheye, "yapıcı şüphe" denilebilir.

Hâlbuki şüphenin yaptığı iş, tahrip etmektir, Şimdiye ka­dar inandığımız şeyleri tahrip etmek, araştırma ve tetkik ile il­gili olan yapıcılığa da bu tahribin ardından başlamak. Dikkat edilirse, çocukluk yapımızdaki gevşek inançlarımız tahrip ol­mayana kadar inceleme ve araştırma yoluna girmiyoruz. İşte ben bu anlamdaki şüpheyi "yapıcı şüphe" olarak adlandırmış oluyorum.


"Yeniden İman"ın Rolü

Buluğ devresindeki şüphe ile genel olarak insanda araştır­ma şevki harekete geçiyor ister istemez. İnsan buluğ devresin­de adeta daha önce yapılmış telkinleri kaldırıp atmak istiyor. Bu konuda da birçok diğer konular gibi, kendi ayaklarının üs­tünde durmak istiyor. Kendisinin ne anlayabildiğini görmek istiyor. Buluğ devresindeki şüphe ile kendimizi başka bir dün­ya ile karşı karşıya buluyoruz. Sonsuz bilinmeyenlerin ve ta­nınmayanların dünyasında.

O zaman bizde bilme şevki tahrik oluyor. Geniş bir ümitle, ümitten de öte, çoğunlukla kendi araştırma ve tetkik kuvveti­mize dayanabileceğimizi görmekle, bu bilinmeyenler hakkın­da saf ve kabul edilmesi mümkün bir bilgi elde edebileceğimize olan imanımız artıyor. Hakikati aramanın çabası içine giriyo­ruz.

Eğer tanımaya olan bu aşk ve araştırmaya olan bu iman ol­masaydı, artık bütün o şüphenin kıskacında bizim için ne bir kurtuluş kalırdı, ne de bir gayret. Dolayısıyla artık buluğ şüp­hesi de "yapıcı şüphe" olmaz; "tahrip eden şüphe" olurdu. Bu da her şeye olan güvenimizi sarsar, bizi azap dolu bir tereddüde mahkûm ederdi.

Böylece buluğ devresindeki ruhsal filizlenmelerde de temel fonksiyonu imandan bilmek ve her şeyi yeniden tanımak için gayret göstermek gerekir.

İlim ve Tekniğin İlerlemesinde İmanın Rolü

İlim ve teknikteki ilerlemeler, genel olarak peş peşe deney­ler yapan, bir konuyu keşfetmek için yüzlerce defa deney ya­pan, doğru veya yanlış olduğunu anlamak için bu işi tekrarla­yan, beyinlerinde oluşmuş olan yeni bir ilmi veya teknik fikri pratiğe döken kimselerin iş ve gayretlerinin neticesidir.

Ben kendim, ilim araştırma yapanların hangi gayret ve sa­bırla iş yaptıklarını, işlerini nasıl takip ettiklerini, ilme ve araştırmaya olan inancın onların simasında nasıl parladığını gördüm.

Siz dostlar da hiç şüphesiz çevrenizde ilme ve araştırmaya böylesi inanan çehrelerle karşılaşmışsınızdır. Söylediğim şeyi kendi gözlerinizle görmüşsünüzdür. Hatta kendiniz bile böy­lesi sevgiyi, sevinci, imanı elde etmiş ve onun zevkini tatmışsınızdır.

Örgütsel İman

Örgütsel iman, usul olarak iman temellerine dayanmakta­dır. İdeolojiye iman, teşkilatın hedef ve metoduna iman, herke­sin imkanlar ölçüsünde kendi yeteneğine uygun yerde olduğu­na iman, lidere iman, göreve iman... Eğer bu iman veya iman­lar dizgesi olmasa birkaç kişi bir araya toplanamaz, bir iş yapa­maz ve onların işi "örgütsel iman ve gurup işi" olarak adlandırılamaz.

Toplu işte her şeyden önce örgütsel düzen gereklidir. Örgüt­sel düzen; her üyenin, hedefe, lidere, gidiş yoluna imanını ge­rektirir. Ve iman ile iç içe olan itaat olmadan ise bu düzen ger­çekleşemez.

Örgütsel düzenin anlamı şudur: Üyelerden her birinin göre­vi, ilgili teşkilat merciinden gelen emirleri samimi bir şekilde uygulamaktır. Yoksa her emri bireysel olarak incelemek, "fay­dalı mı, değil mi?" sorusuna cevap aradıktan sonra onu eyleme dönüştürmek değildir.

 

Eğer herkes uhdesine verilmiş işin veya umum için verilmiş olan emrin neticesini incelemek ve açıklığa kavuşmasını bek­lemek için oturursa bu iş artık örgütsel iş olmaktan çıkar. Her ne kadar dış görünüşü ile toplu bir iş olsa bile; örgütsel iş değil; bir kargaşadır artık söz konusu olan. Kargaşa, yüzeysel süsle­meler ve örgütsel isimlerle bile yine kargaşa olacaktır ve örgüt­sel İş asla bir sonuç vermeyecektir.

İlmî ve Amelî Şüphe

Arkadaşlarımızın ilmi şüphe ile ameli şüphenin ayrı şeyler olduğu hususuna dikkat etmeleri gerekir.

Hiç kuşkusuz ilmi araştırma yolunda birinci adım, şüphe et­mektir. Fakat şüphenin hayatımızı tamamen kapsaması gerekmez, Biz bu şüpheye mahkum olmadan önce bu güne kadar aldığımız terbiyeye göre hayattaki bir takım düzenler silsilesi­ne riayet etmeyi gerekli görüyoruz. Kendimizi bazı işleri yap­mak ve bazı işleri de yapmamakla yükümlü hissediyoruz.

Şayet şüphe devresinin başlaması ile önceki devremizin bü­tün zorunluluklarını bir kenara atarsak, tedricen ipsizliği ve sorumsuzluğu, huy edinmiş oluruz. Bu sorumsuzluk âdetinin kendisi veya hiçbir sorumluluk taşımadan yaşamak, haliyle hemen her bir ideolojiyi - tabii sorumluluk yükleyen ideolojile­ri- kabullenmekten kaçınan bir insan olmak gibi olumsuz bir manzara ortaya çıkaracaktır.

Sorumsuzca yaşamaya yöneliş bizde her ciddi konuyu kabul etme özelliğini ortadan kaldıracağı gibi açık ve delile dayanan her değeri de zayıflatacak ve yok edecektir. Bu durumda sanki şüphe halinde kalmayı seviyormuşuz gibi bir duruma düşece­ğimize kuşku yok. Yani kesin bir biçimde sorumluluklardan kaçınmış olacağız.

Bu çeşit şüphe, artık ilmi şüphe değildir. Yani bir adet ve bir eğilim şeklinde ortaya çıkmış bir şüphedir. Sadece ilerlemenin özü olmadığı gibi, belki, aynı zamanda durgunluğun veya geri­liğin de sebebidir. Zira şüphe, ilmi şüphe olduğu sürece, ilmin ilerlemesine ve gelişmesine yardım eder.

Olumsuz bir zeminde ortaya çıkan şüphe artık, "yapıcı ilmi şüphe" değildir; "tahrip edici safsata ve vesvese"dir. Bir çeşit ruhi hastalıktır. Bazen bu durum, bulaşıcı sosyal bir hastalık şeklinde de ortaya çıkar.

Yöntemsizliğin Tehlikesi

Bu bulaşıcı hastalık; yani bir toplumda safsata ve vesvesele­re olan ilginin doğrudan neticesi, hedefsiz konulara ve gereksiz meselelere ilgi göstermek şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bu du­rum toplumu büyük bir tehlike ile karşı karşıya getirmektedir. Bu ise yöntemsizlik tehlikesidir. Yöntemsizlik hastalığına ya­kalanmış bir toplumda aynı fikirde olan dört kişi bile zor bulu­nabilir. Bunun için, dört kişi bir araya gelse bile her taraftan iç­lerine o kadar vesvese, safsata ve asılsız şüpheler nüfuz eder ki; taraftan içlerine o kadar vesvese, safsata ve asılsız şüpheler nüfuz eder ki; durum tersine döner. Bu yüzden bu konu üzerin­de durulması gereken bir konudur.

Bu toplumda artık ne birlik meydana gelir ve ne de belli bir yöntem ayakta kalabilir. Toplum; yöntemsiz olduğu zaman, rahatlıkla ve direnmeksizin başkalarının kölesi olur. Bu açı­dan sömürgecilerin, sömürgelerde uyguladıkları etkili prog­ramlarından birisi de; kötü şüphecilik eğilimlerine fırsat tanı­mayan "iman" düşüncesi ile savaşıma girmektir.

 

Sosyal Mücadelede İmanın Rolü

Sosyal mücadele; bünyesinde örgütsel liderliğin bulunduğu ve örgüt yapısını korumak için devrimci fedakârlığı gerektiren bir mücadele şeklidir.

Böylesi bir mücadele, birinci derecede ideolojik bir hedef ve muhteva ister. Yani mücadeleye katılan kişinin inanması ge­reken bir ideolojiyi ve ideolojik hedefi gerektirir.

Hiç kuşkusuz iman; mustazaf toplumlarda, çeşitli buhran­lar sebebiyle oluşamamış günübirlik mücadeleler için, özellik­le de sömürüye uğramış toplumlar nezdinde egemen sınıfın ve emperyalizmin temsilcilerinin aleyhine birinci derecede bir fonksiyon ifa etmektedir.

Yöntemli ve düzenli mücadelelerde imanın fonksiyonu el­bette bundan daha da etkilidir. Bu çeşit mücadelelerde, eğer mücadeleci unsurlar liderlere, liderler de mücadeleci unsurla­ra güvenmezlerse veya bir başka söyleyişle her iki grup da mü­cadelenin gidiş yoluna yöntemine ve hedefe iman etmezlerse mücadele kendiliğinden akamete ve kesintiye uğrayacak de­mektir. Bu durumda egemen sınıflar ve muktedirler karşısın­da dirençlerini yitirecekler ve ezilip gideceklerdir.

Asrımızda devam eden veya neticeye ulaşmış olan toplum­sal savaşlarda imanın hayret edilecek fonksiyonu görülebilir; idrak edilebilir.

Zamanımızdaki bu kahramanca savaşımların en meşhur örneklerinden birisi de Cezayir halkının Fransız sömürgeciliğine karşı yaklaşık yüz sene sürdürdükleri destansı mücadele­dir. Vietnam halkının Fransa, Japonya ve Amerikan sömürge­ciliğine karşı olan heyecan dolu ve çetin mücadelesinde, Ghandi ve yardımcılarının İngiliz sömürgeciliğine karşı azimli mü­cadelesinde, Filistin halkının Siyonist sömürgeciliğe karşı ver­diği mücadelede, imanın fonksiyonunu somut olarak görmek mümkündür.

Ameldeki Yapıcı ve Etkili İman

İmanın insan hayatındaki fonksiyonu ile İlgili olarak incele­meye başladığımız konu; amelde etkin ve yapıcı olması gere­ken imanın etrafında olacaktır.

Ama etkisi salt zorluk ve çaresizlik günlerinde insandaki ümidi korumak olan imanın da, insan hayatındaki yönünü ve hayatın çeşitli meseleleri karşısında etkili bir fonksiyona sa­hip olup olmadığını incelemek gerekir. Bu, elbette incelemeye değer bir konudur. Onun, insan hayatındaki olumlu ve olum­suz fonksiyonunu mutlaka araştırmak gerekir. Fakat bu, şim­dilik konumuzun dışında kalmaktadır.

Kur'an bu çeşit imanı, hatta kâinatın yaratıcısı olan Allah'a iman şeklinde dahi olsa, insanın saadeti için yetersiz ilan edi­yor. Kur'an'ın pek çok ayeti, açık olarak uygun bir hedef ve onun gerektirdiği amel ile beraber olan bir imanın, insanın sa­adetini sağlayabileceğini söylüyor. (Bakara suresi 25, 82, 277. ayetleri, Al-i İmran suresi 57. ayeti ve diğer ayetler)

Kur'an; Yunus Suresi ayet 22, Ankebut Suresi ayet 65 ve Lokman suresi ayet 32'de, mevsimlik olarak Allah'a teveccüh edip hayatta Allah'a karşı kudretli sultanlar oluşturanların ve sadece çaresiz kaldıkları anlarda, Allah'ı hatırlayanların yap­tıklarına sitemde bulunuyor.

 

Kur'an çoğu ayetlerde ameli, imanın deneme aracı olarak ta­nıtıyor. Ve İslami sloganlar haykıran ama fedakârlık ve şahadet gibi hassas anlarda, savaş masraflarından ve cihada katıl­maktan kaçınanlara veya mücahitlerin/savaşçıların saflarına katılmaktan yüz çevirenlere diyor ki: “İnsanlar, (yalnızca) İman ettik» diyerek, sı­nanmadan bırakılıvereceklerini mi sandılar?”(Ankebut: 2)

Bir Akideye Mensup Olmakla Sorumsuzluk Bağdaşmaz

Yapıcı ve etkili iman, pratikte ister istemez insan için birta­kım sınırlar ve görevler oluşturmaktadır. Her ciddi yolun ken­dine özgü bir düzeni ve esasları vardır.

Bir akideye "doğru" diye inanan kimsenin, artık sırf kendi isteğine göre ve dilediğince yaşayamayacağını bilmesi lazım­dır. Hatta "yöntemsizliği ve yolsuzluğu" kendine yol edinen, hiçbir sosyal düzene bağlı olmayan grupların bile, uymakla yü­kümlü oldukları kendine özgü kararları ve esasları bulunmak­tadır.

Her türlü sınırlama ve toplumsal kural ile mücadele ama­cıyla kurulan dostluk kulüpleri bile bünyesine hiç kimsenin adi bir etiketle katılmasını kabul etmiyorlar. Çünkü bir kişinin adi etiketle katılması onların "sorumsuzluk düzenini" rahatsız etmektedir.

Yöntemsizlik ve sorumsuz eğilimi bile kendine özgü görev­ler yükleyen bir düzen oluşturduğuna göre, nasıl olur da bazı­ları, "yapıcı ve devrimci bir akide"nin kendilerine bir takım so­rumluluklar yüklememesini bekleyebilirler? Bu akide nasıl olur da onlara bir sorumluluk ve görev yüklemez? Özellikle toplumumuzdaki aydın sınıfın bu hakikati daha iyi anlamaları gerekir.

Görev ve sorumluluktan kaçan, hiç bir kayda yanaşmayan ve hep muhalif kalmayı tercih eden aydınlar, sosyal bir müca­delede kendilerine özgü bir yerleri olması gerekirken basit bir ispat işinde bile önemli bir fonksiyon ifa edemiyorlar.

İşte Bir Soru:

Bu bölümde, yani "iman ve şuur'un son kısmım inceleme­den önce şu konudaki görüşlerinizi öğrenmek istiyoruz. Acaba sizler de şimdiye kadar yaptığımız açıklamalar ile, şu neticeye ulaştınız mı: "İman insan hayatının gereklerinden birisidir. Hatta iman, bugünkü insanın hayatı için daha bir gereklilik arz etmektedir."

Dikkat ediniz! Benim sorum geniş anlamı ile imanın aslı hakkındadır. Şu anda hangi şeye, hangi hedefe ve hangi yola iman edilmesi gerektiği henüz söz konusu edilmiş değildir.

Birinci adımda bir yola sahip olma veya olmama durumu karşısındaki teklifimizi açıklığa kavuşturmamız gerekir. Bu ideolojik konuların devam ettirilmesi, sadece yukarıdaki soru­ya olumlu cevap verenler için faydalı olabilir. Ciddi ve doğru bir şekilde şu sonuca ulaşmış kimseler için bunun anlamı; "Ha­yatta bir yola tabi olmak ve ipsizliği, sorumsuzluğu bir kenara atmak gerekir." anlayışıdır.

Bir insan ancak bu merhaleyi aştıktan sonra, sıra bir sonra­ki merhale olan "hangi yol?" sorusuna gelir.

 

 

Bilinçli İman

Çocukluk devresindeki iman bütün saflığına ve temizliğine rağmen şu noksanlığa sahiptir: daha çok çevrenin etkisi altın­da oluşma... Bu da bilinç ile içice olan çözümleme yeteneğinden kaynaklanmaktadır. Gerçekten bu bir çeşit yansımadır. Bu nedenle çocukluk devresindeki iman buluğ devresindeki şikâyetlere karşı bir direnme gücüne sahip değildir.

Daha önce de söylediğimiz gibi, çocukluk devresindeki iman, buluğ devresinde çoğu konularda sarsılmaya başlar. Ha­kikat şudur ki; çocukluk devresinde böylesi yüzeysel ve sade bir imandan öte bir iman beklenemez.

Ama biz buluğ devresinde ve ondan sonraki devrelerde bi­linçli bir imana sahip olma imkânına sahibiz. Muhasebe, ince­leme, çözümleme ve derin tahlil sonucu elde ettiğimiz imana yani.

"Bilinçli bir iman"ı elde etmede başarılı olmanın ölçüsü, çe­şitli fertlere göre değişiyor. Halkın büyük bir çoğunluğunu, bu­luğ devresindeki şüphe, çok sade ve sınırlı bir şekilde etkile­mektedir. Bu şüphe, çocukluk devresinde iman ettikleri çoğu meselelere sirayet etmektedir.

Böylelikle bu gibi şahısların bu çeşit meselelerdeki imanı, akli olgunluk yaşlarına erdikleri zamana kadar devam ediyor.

Bu iman, çocukluk devresindeki imanın devamıdır. Sonraki senelerde öz olarak daha çok destek kazanmış olmakla beraber bu iman; "bilinçli iman" olarak adlandırılamaz. Böylesi bir iman, çeşitli branşlarda tahsil yapmış olan seçkin şahıslar ara­sında bile oldukça fazladır.

Öyle seçkin bilginler vardır ki; kendi ilim ve fen dallarında gerçekten mümtaz örneklerdir. Ama bir yol ve düzen seçme ko­nusunda veya sosyal ve siyasi bir gidiş tarzı seçme konusunda, çözümleme ve tahlil yapmaksızın kendi ilmi makamlarına uy­gun olmayan bir şekilde çevrelerinin önlerine koyduğu yoldan gitmektedirler. Oysa İslam bu metodu benimsemiyor.

İslami öğretimin en yüce kaynağı yani Kur'an, bizi daima te­fekküre, düşünmeye görüş ve gerçek müşahede ile birlikte in­celemeye, çözümlemeye ve mantıki tahlile davet ediyor.

Kur'an yol ve düstur konusunda bilgisizliğin peşinden git­me tavrına serzenişte bulunuyor. Bunu kınıyor ve diyor ki: "Hayır; "Doğrusu biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerinden gitmekteyiz" derler." (Zuhruf-22)

"Senden önce herhangi bir memlekete gönderdiğimiz uyarı­cıya, oranın şımarık varlıkları sadece: "Doğrusu babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerini izlemekteyiz" derlerdi. Gönderilen uyarıcı: "Eğer size babalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirmiş isem de mi bana uymazsınız?" derdi. Onlar: "Doğrusu sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz" derlerdi." (Zuhruf-23,24)

Maide suresindeki şu ayet de bu konu ile ilgilidir: "Onlara, 'Gelin Allah'ın indirdiği Kitab'a ve peygambere uyun' dendi­ğinde 'Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter' derler. Ya ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler?" (Maide-104)

Kur'an özellikle iman konusunda, düstur ve yol seçme konu­sunda şu noktayı vurguluyor: "İmanın bilgiye ve tatmin edici incelemeye dayanması lazımdır Bilinçli bir alt yapı taşımayan imanın bir değeri yoktur.  Böylesi bir iman, insanı,  hakikati arama ve araştırmaya muhtaç olmaktan beri kılmı­yor."

Putperestlik hurafesi ile mücadele konusunda birkaç akli delil getirdikten sonra Yunus suresinin 36. ayeti şöyle der: "Onların çoğu zanna uyarlar. Gerçekte ise zan hakikat karşısın­da bir şey ifade etmez. Allah (onların) yaptıklarını şüphesiz bi­lir."

Necm suresinin 27. ve 28. ayetlerinde İslam'ın bu yüce fikri başka bir vesile ile tekrar edilmiştir:

'Doğrusu ahirete inanmayanlar, meleklere 'dişi'([1]) adını takarlar. Oysa onların bu hususta bir bilgileri yoktur, sadece zanna uyarlar. Zan ise şüphesiz gerçeği ifade etmez."

Bakara suresi ayet 78'de, En'am suresi ayet 116 ve 148'de, Yunus Suresi ayet 23'de, bilgisiz ve şuursuz iman; zan ve şüp­heye dayanan sağlam bir fikri alt yapıya sahip olmayan iman; çeşitli biçimlerde tenkit edilmektedir.

Kur'an'a göre insan, anne, baba ve çevresinin kendisine sun­duğu veya çocukluğunda çevresinden edindiği fikirleri bir ta­rafa bırakmak ve tanımayla donanmış cihazını (beynini-aklını) kullanmakla görevlidir.

İnsanın kendisine ve etrafındaki dünyaya dikkatle bakma­sı, sabırla düşünmesi ve bu düşünmeyi neticeye sonuna kadar sürdürmesi gerekir. Ancak o zaman, bu neticeye gönülden bağ­lanması ve iman etmesi, bunu kendi şahsi hayatındaki fikri düzenin, akidevi düzenin ve ilmi düzenin alt yapısı olarak ka­rarlaştırması gerekir:

Kur'an tabiat âleminin bizzat gözlemlenmesini tavsiye edi­yor. Bizden, vücudunun o bütün hayret verici ince yönleriyle insanı, bütün o rengârenk alametleri ile tabiatı, bütün o debdebesiyle yeri ve göğü, yaratılışındaki esrarla bitkileri ve hay­vanları dikkatle gözlemlememizi ve incelememizi istiyor. Onu düşünmemizi istiyor. Bu gözlem ve düşünme hakikatin çehre­sini tanımanın en doğru yoludur.

Bu şekilde Kur'an, bilimsel çalışmaya, araştırmaya daya­nan deneysel ilimleri antropolojiyi, tabiat bilimim ve hür dü­şünceyi sadece imanın faydasına saymakla kalmıyor, belki on­ları çok değerli olan iman incisini elde etmek için her insana açık olan en uygun yol olarak tanıtıyor. Yani bizi "bilinçli iman"a ulaştırması mümkün olan bir yol. Şimdi siz aziz dostla­rımızla birlikte o amacın (bilinçli imana giden yolun) peşinde­yiz.

 

İSLAM'I DAHA İYİ TANIYALIM.

Bismillahirrahmanirrahim

"Şeytana ve putlara kulluk etmekten kaçınıp, Allah'a yö­nelenlere, onlara müjdeler vardır. Dinleyip de, en güzel söze uyan kullarımı müjdele. İşte Allah'ın doğru yola eriştirdiği onlardır, işte onlar akıl sahipleridir. "(Zümer-17,18)

İslam hakkında konuşmam için beni toplantınıza ve mecli­sinize davet ettiniz. Bu davetinizle siz, İslam hakkında bilgi edinmek ve İslam’ı daha iyi anlamaktan başka bir amacınızın olmadığını göstermiş oldunuz.

Size müjde veriyorum ki, bu yolda hüsn-ü niyet ile adım atarsanız, işinizi samimiyet ve nefs temizliği ile devam ettirir­seniz, İslam’ı doğru olarak tanıma yolu önünüze açılacak ve İslam sürekli sizinle birlikte olacaktır.

Ben İslam'ın, aslını ve en önemli temel öğretilerinin özetini size anlatmaya gayret edeceğim. Söyleyeceğim şeyler üzerinde iyi düşününüz. Aklınıza gelen konuyla ilgili soruları sorun ki vereceğim cevaplarla konu daha bir anlaşılsın. Kuşkusuz soru cevap karşısında söyleyeceklerimiz daha bir açıklık kazana­caktır.

Soru sormada tam olarak rahat davranmanız için soruları­nıza göstereceğim alaka, cevaplara göstereceğiniz alakadan az olmayacaktır.

Şunu da ilave edeyim ki, bu konuşmamda İslam'ı tanıtmak için söyleyeceklerim sadece İslam hakkında yaptığım ilmi araştırmadan ibarettir. Geleneksel veya salt taklide dayalı fi­kirlere yaslanmadığımı belirtmeliyim.

Bu araştırmada her şeyden önce biz Müslümanların dini ve ilahi kitabı olan Kur'an'a dayandım. Allah tarafından H. Muhammed (s.a.a.)'e bütün dünya halkına ulaştırılması için vah-yedilen, daima her yerde ve herkes için, İslam'ı tanımada te­mel kaynak; Kur'an üzerinde asırlar geçtikçe nüshaları çoğal­tılan, bütün İslam ülkelerine ve diğer ülkelere yayılan, zaman­la herkesin eline ulaşan kitap...

Acaba İslam'ı tanımak için bundan daha iyi ve daha çok iti­mada layık bir kaynağa dayanılabilir mi? ([2])

Sadece Tevhid

İslam'da en öz ve en temel esas "tevhid" dir. İslam dini bu yüzden "tevhid dini" diye isimlendirilebilir.

"Tevhid", sadece bir tek Allah'a inanmaktır.

Dünyayı yaratan, varlık âleminin külli düzenini (bu cümle­den olmak üzere tabiat düzenini) onun azameti, tedbiri ve ida­resinden bir görünüş olarak bilmek, hamd ve senada O'na yö­nelmek, O'na tapmak, O'nun dışındaki herkese ve her şeye tap­maktan, hamd ve sena etmekten yüz çevirmek demektir Tev­hid inancı.

İslam'ın birinci ilkesi: "La ilahe illallah" dır.

İslam tarafından atılan birinci adım ise "Eşhedü enla ilahe illallah"dır.

"Dilim, kalbim, fıtri görüşüm ve bütün uzuvlarım kâinatın yaratıcısı Allah'tan başka bir ilah olmadığını söylüyor.

İslam'ın diğer bütün öğretileri tevhid esasına dayanıyor ve tevhid kaynağından besleniyor. Bu bakımdan ilahi İslam da­veti sadece ve sadece tevhidi kurtuluş yolu olarak tanıtır ve in­sanlara şöyle seslenir:

"Allah'tan başka ilah yoktur deyiniz. Ki kurtuluşa eresiniz."

"Bütün kalbi içtenliğinizle, amelinizi bu anlayışa dayandırı­nız ve Allah'tan başka hiçbir yaratıcı gücün bulunmadığım di­linizle ikrar ediniz. Ancak bu şekilde ebedi kurtuluşa erebilir-siniz."

İslam, bütün bir kâinatın yaratıcısı olan Allah'ı herhangi hurafeden uzak dosdoğru bir biçimde tanımayı her şeyden da­ha üstün tutmaktadır. İslam öğretisinin Allah'ı tanıma konusundaki ilgisi, diğer konulardan daha önce göze çarpmaktadır. Bu açıdan ben de bu akşamki konuşmamda sizin, İslam'ı daha iyi tanımanıza yardımcı olacağına inandığım bu konu üzerinde duracağım daha çok.

Gözle Görülmeyen Allah:

İslam'ın bütün bir insanlığa kendisini bilmeye davet ettiği Allah; gözle görülmeyen, kulakla işitilmeyen... Bir Allah'tır. Bir başka söyleyişle, duyu organlarımızdan hiçbirisiyle algıla­yamayacağımız bir Allah'tır.

"Gözler O'nu görmez, o bütün gözleri görür. O Latiftir, ha­berdardır" (En'am-103)

Bizim gözlerimiz renk ve şekil (kesit) taşıyan şeyleri görebi­lir. Ancak Allah ne renk, ne de şekle sahiptir. O, bunlardan da­ha üstündür, bizim görüş alanımızda, genel olarak duyuları­mızın alanlarında görünmekten ve ortaya çıkmaktan çok daha yücedir.

Benzersiz Allah

Tanıdığımız şeyler konusunda genelde zihnimizde bir ta­savvur vardır. Sözgelimi gül, ağaç, dağ, deniz, ay, güneş, kuş, insan... denildiğinde hemen bunlarla ilgili oluşmuş tasav­vurlar gelir.

Allah hakkında kafalarda oluşmuş bazı tasavvur var mıdır?

Allah hakkında zihnimizde bir tasavvura sahip olabilir mi­yiz? Asla!

Çünkü Allah, tek kelime ile her türlü tasavvurdan uzak­tır.

"Göklerin ve yerin yaratanı, size içinizden eşler, çift çift hay­vanlar var etmiştir. Bu suretle çoğalmanızı sağlamıştır. O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, işitendir, görendir." (Şura-11)

Allah bir şekil olarak veya büst olarak yapılamaz, tablonun üzerine resmedilemez. Aynı şekilde zihinde de resmedilemez Allah. Allah âlimdir, kadirdir, işitendir, görendir, şefkatlidir ve hiç kimseye muhtaç olmayandır.

Kur'an çeşitli münasebetlerle Allah için muhtelif sıfatlardan bahsetmiştir:

Âlim, muktedir, işiten, gören, gizli sırlan bilen, yeniden ya­ratan, işi bilen, kâinatı idare eden, rızık veren, bağışlayan, sa­bırlı, şefkatli, muhtaç olmayan... Bütün kulların duasını işiten Allah, herkese layık olduğu şeyi veren Allah, bize her şeyden ve herkesten daha yakın ve daha merhametli olan Allah...

 

Tesbih ve Tenzih

İnsan zihni alışılmış olarak nisbi değerlerle (nisbi gerçekleri idrak etmek için yapılmış olan değerlerle) meşgul olmaktadır. Kur'an'da Allah için söz konusu edilen sıfatları anlama konu­sunda da insan zihni çoklukla sapma ve yanlışa mahkûm ol­maktadır. Bu nedenle Kur'an'ın çoğu ayetlerinde teşbih ve ten­zih üzerinde Allah'a ulaşmayan, insan düşüncesinin dayandı­ğı sapkın tasavvurlardan uzak olarak, yani Allah'ın dosdoğru olarak tanınması gereği üzerinde durulduğunu görmekteyiz.

Allah'ın Oğlu veya Kızı Var mıdır?

Asılsız ve sapkın tasavvurlardan birisi de Allah'a çocuk isnat edilmesidir. Bazı kimseler İsa'yı (a.s.) Allah'ın oğlu olarak isimlendirmişlerdir ve hala da isimlendirmektedir. Bazı kim­seler de melekleri Allah'ın kızları olarak düşünmüşlerdir. Bu şekilde düşünenler bugün de mevcut olabilir.

Kur'an-ı Kerim bu konuda şöyle diyor:

"Cinleri -o yaratmışken- kâfirler Allah'a ortak koştular. Kö­rü körüne ona oğullar ve kızlar uydurdular. Hâşâ O, onların vasıflandırmalarından yücedir. O, gökleri ve yeri yoktan yaratan­dır. Zevcesi olmadan nasıl çocuğu olabilir? Oysa her şeyi O ya­ratmıştır, her şeyi bilir, işte Rabbiniz Allah budur. O'ndan baş­ka tanrı yoktur, her şeyin yaratanıdır. Öyleyse O'na kulluk edin; O her şeye de vekildir. Gözler O'nu görmez. O bütün gözleri görür. O Latiftir, haberdardır." (En'am-100,103)

"Allah'a oğul edindi" dediler; hâşâ, oysa göklerde ve yerde olanlar O'nundur. Her şey O'na boyun eğmişlerdir." (Bakara-116)

Kur'an, bizi, melekleri ve peygamberleri "Allah'ın oğulları­dır" biçiminde isimlendirmeyin diye şiddetle uyarıyor. Gerçek­te meleklerin ve peygamberlerin hepsi Allah'ın kullarıdır; sa­dece; seçkin ve yüce kulları. Ama hiçbir Unvanla onlara Al­lah'ın oğlu denemez: Âdem, Nuh, İbrahim, Lut, Hud, Salih, İs­mail, İshak, Yakub, Şuayb, Musa, Yusuf, İdris, Yahya, İsa, Mu­hammedi (s.a.a) ve bütün peygamberler bizim gibi insandırlar ve Allah'ın kuludurlar. Kuşkusuz Allah onları da diğer insan­lar gibi yaratmıştır.

İsa (a.s) "Allah'ın oğludur!" diyenler şayet "Allah, tıpkı biz­ler gibi çocuk sahibidir" demek istiyorlarsa, hiç kuşkusuz yakı­şıksız ve çirkin bir benzetmede bulunmuş oluyorlar. Allah böy­lesi ham düşüncelerden münezzehtir. Eğer başka bir anlamı kastediyorlarsa, o zaman bunu daha münasip bir tabirle beyan etsinler.

Benzetmenin Tehlikesi!

Allah'ın oğlu" gibi sözlerin kullanılması sürekli şu tehlikeyi içermektedir: Eşsiz ve benzersiz olan Allah'ı halk çok büyük, muktedir ve göklerin üstündeki bir insan olarak görür veya bu cinsten bir şey olarak tasavvur eder. Bu benzetmenin büyük tehlikesi, denilebilir ki, Allah'ı tanıma yolunda en büyük tehli­kedir. Çoğu sapmaların, hurafelerin Ve sersemce düşüncelerin kökenini burada aramak gerekir işte. Kişiler Allah'ı tanıma yo­lunda çoklukla bu tehlikeyle karşı karşıya kalmışlardır.

Çoğu mü'minlerin giriftar oldukları asılsız inançlar ve hu­rafeler, boş ve temelsiz şekiller, haliyle Allah hakkında çok sa­yıda inkarcının ortaya çıkmasına olanak sağlıyor. Bu durum genellikle uygun olmayan tasavvurlardan ve çoğu insanların Allah konusunda nisbi kavramlarla oynaması sonucunda orta­ya çıkıyor. Hâlbuki ne cahil mü'minlerin, Allah'a ilişkin olarak tasavvur ettiği şeyler doğrudur ve ne de inkârcıların tasavvur ettiği şeyler. Her ikisinin tasavvuru da Allah'a ilişkin doğru bir tasavvur değildir kuşkusuz. İslam'ın bize tanıttığı ve kendisine tapmamızı istediği biricik Allah, ne cahil mü'minin tasavvuruyla Özdeşleştirdiği Allah'tır, ne de inkârcının.

Bu açıdan İslam, Allah'ı, diğer mevcutlara benzetmekten sakındırmıştır. Şuna dikkat çekilmiştir. Özellikle: Allah eşsiz ve benzersizdir, her türlü tasvirden uzaktır, tasavvur kabul etmez. Bu, İslam'da Allah'ı tanımanın birinci usulüdür.

İslam, Allah, İnsan ve Dünya

İslam, Allah'ı dosdoğru tanımayı, insanı ve dünyayı doğru tanıma ile ilgili saymıştır.

İslam öğretisine uygun olarak, insani ve varlık âlemini tanı­ma eylemimiz ne kadar doğru olursa, Allah'ı tanımamız da o derece doğru olacaktır.

"Kendini bilen Rabbini de bilir."

Diğer mevcutlar konusunda da durum böyledir. Allah'ın ya­rattıklarını iyi ve daha doğru tanıdıkça, kuşkusuz yaratıcı olan Allah'ı da kendiliğinden daha iyi ve doğru tanımış oluruz. Bi­naenaleyh, "insan bilim" ve "dünya bilim" gibi gelişmiş ilim dalları elbette Allah'ı tanımaya uygun yardımcılardır, insan ve dünyaya ilişkin asılsız ve sapkın düşünceler ise Allah'ı doğ­ru tanıma konusunda ciddi bir engel teşkil etmektedir. (Özel­likle, Allah ve İnsan, Allah ve Tabiat, Allah ve melekler arasın­daki ilişkiler genel olarak Allah ile mahlûklar arasındaki ilişkiler konusunda asılsız düşünceler.) Sebep ve sonucun tanınma­sı, sebep ve sonucun birbiriyle tam bir ilişki taşıması meselesi açık ilmi bir esastır.

En'am suresinin 91. ayetinde Rabbimiz şöyle buyuruyor: "Allah hiçbir insana bir şey indirmemiştir" demekle, Allah'ı ge­reği gibi değerlendiremediler. De ki: Musa'nın insanlara nur ve yol gösterici olarak getirdiği Kitab'ı kim indirdi? -ki siz onu kâğıtlara yazıp bir kısmını gösterip çoğunu gizlersiniz, atalarını­zın ve sizin bilmedikleriniz size onunla öğretilmiştir-" Allah' de, sonra da onları daldıkları sapıklıkta bırak, oynasınlar."

Yahudilerden bir grup Mekke'ye geldi. Kureyş arasında bir peygamberin çıktığını ve şöyle dediğini işittiler: Allah'ın kıymetli yolunu iyi tanısın, dalaletten ve sapıklıktan kurtulsun." Bu hakikati, yani Muhammed (s.a.a.)'in Allah'ın resulü olduğunu kabul etmek Yahudiler için oldukça zor idi. Bu nedenle çeşitli yollardan İslam davetinin ilerlemesini ve nüfuz sahibi olmasını engellemek için çeşitli şekillerde çaba harcadılar ve sonunda İslam ile mücadele yoluna girdiler.

Bu muhalif grup, İslam ile mücadele yolunda çeşitli yöntem­ler kullanıyordu. Onların İslam ile mücadele tarzlarından biri­si şuydu: Arapların saf bir levha şeklindeki zihinlerinde şüphe­ler meydana getirmek. Bu cümleden olmak üzere diyorlardı ki: Usulen Allah'ın bir insana vahiy göndermesi mümkün değil­dir. Geçmişte Allah böyle bir şey yapmamıştır.

Kur'an bu Yahudilere, çeşitli ayetlerde geçen şu cevaplar ve­riyordu:

"O halde Musa'nın size getirdiği bu kitab-ı mukaddes nedir? Musa onu nereden getirdi? O da tıpkı Kur'an gibi, peygamber­lik makamında olan bir şahsa gelmedi mi? Tevrat Allah tara­fından seçilmiş bir peygambere halka kılavuzluk etmesi için na­zil olmuştur. Herkesin eline tam olarak ulaşmasını engelledi­ğiniz, bir kısmını kâğıt üzerine yapıp halka gösterdiğiniz, diğer kısmını ise gizlediğiniz. Hakikat şudur: Hem Musa'nın mu­kaddes kitabı vahiy idi, hem de Musa bir insan idi ve siz "Allah insan asla vahiy göndermemiştir sözünüzü" eğer kin ve garezi­nizden dolayı söylemediyseniz, Allah'a, Allah'ın işlerine karşı cahillik ve bilgisizliğinizden dolayı böyle konuşuyorsunuz.

Yahudilerin cahilce sözleri doğrudan Kur'an ile ilgiliydi. Kur'an bunu, Allah hakkındaki cehaletlerinden kaynaklandı­ğını belirtiyordu.

Bu ayeti, Allah'ı tanıma, kâinatı tanıma konusunda özel bir ahenge sahip olduğu için naklettim. Yoksa Kur'an'ın yüzlerce ayeti halkı, insan, dünya ve çeşitli varlıklar hakkında daha çok düşünmeye, bu yolla yaratıcı olan Allah’ı tanımaya davet edi­yor, kişi oğlunu.

"Göklerin ve yerin yaratılışında gece ile gündüzün birbiri ar­dınca gelmesinde akıl sahipleri için şüphesiz deliller vardır.

Onlar ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler; "Rabbimiz sen bunu boşuna yaratmadın. Sen münezzehsin. Bizi ateşin azabından koru." derler." (Al-İ İmran-190,191)

Bu ayetten ve bu konuda gelmiş olan diğer ayetlerden de an­laşıldığına göre, Kur'an nazarında Allah'ı tanımak ile dünyayı ve insanı tanımak arasında yakın bağlantı vardır.

İnsanı ve Kendi Dünyanı Tanı!

İslam insana diyor ki: "Ey insan! Ey Güneş, ay, yıldızlar, dağ, deniz, rüzgar ve tufana karşısında ürkek yaratılmış olan yaratık! Dünya, senin nazarında oldukça büyük ve kuvvetli olarak ortaya konmuştur. Ey azamet, kudret ve servet sahiple­ri! Kendi başlarına ve kendi isteklerine göre hareket eden hü­kümdarların, hükümdarların emirlerine göre hareket eden in­san! Bil ki, onlara karşı kendi şahsiyetini ve asaletini kaybet­mişsin. Zaman zaman onlara yalvarıp yakarıyorsun, onlara ta­pıyorsun^ Kendi elinle kendini onların kulu ve kölesi yapıyor­sun. Aklını başına topla! Yerdeki ve gökteki hiçbir yaratığın sa­na karşı bir üstünlüğü yoktur! Sen onlara karşı kudret ve kıy­metini tanımamışsın. Kendini karşılıksız onların ayaklarının altına atmışsın. Şimdi ayağa kalk! Allah'ını sana bağışladığı kuvvet ve yeteneklerin bilincine ulaş! Her birini kendi doğru sahasında işe başlat! O zaman sen, kabul ettiğin kadar küçük olmadığını, onların da öyle sandığın kadar büyük olmadığını göreceksin!

Tabiatın Zapt edilmesi

İslam açıkça insanın tabiata ve onun kuvvetlerine hakim olabilecek kadar gerçek bir azamete ve değere sahip olduğunu, çalışırsa tabiatı kendi hizmetinde kullanabileceğini söylü­yor.

Lokman suresinin 20. ayetinde şöyle deniliyor:

"Allah'ın göklerde olanları da yerde olanları da buyruğunuz altına verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmez misin? İnsanlardan Allah hakkında hiçbir bilgisi olmadan, doğruluk rehberi ve aydınlatıcı bir kitap bulun­madan tartışanlar vardır."

İbrahim suresinin 32,33 ve 34. ayetlerinde ise şöyle denili­yor: "Gökleri ve yeri yaratan, gökten indirdiği su ile sizin için rızık olarak türlü ürünleri bitiren, denizde seyretmek için emrini­ze veren ve nehirleri de (faydalanmanız için) emrinize veren Al­lah'tır. Güneş'i, ay'ı adetlerinde daim olarak (emrinize) musahhar kıldı ve geceyi ve gündüzü de sizin (faydanız için) musahhar kıldı. O (muhtaç olup da) istediğiniz şeylerin hepsinden size verdi. Eğer Allah'ın (size verdiği bunca) nimetini birer birer saymak isterseniz, siz (onları) sayamazsınız. Gerçekten, insan (nefsine) çok zulmedici ve çok nankördür."

Bu ayetler ve Kur'an'ın diğer birçok ayeti, insanın dünyaya ve tabiata hâkim olmasının mümkün olduğundan bahsedi­yor.

Ondört asır önce insan; koyun, inek, at, deve, fil ve bunların benzeri dört ayaklı hayvanları ehlileştirmişti. Bunların bir kısmının etinden ve derisinden faydalanıyor, sırtlarına bini­yor ve yük yüklüyordu. Dalgalı ve sakin olmayan denizlere bir dereceye kadar hükmedebilmişti. Büyük ve küçük gemilerle dalgaların üzerinde yolculuğa çıkmış, ticari malları denizin bir tarafından diğer tarafına götürebilmişti. Coşan nehirleri, önle­rinde oluşturduğu setler ve yanlarından açtığı kanallarla sakinleştirebilmişti. Su ile bağlar ve bahçeler yetiştirmiş ve on­lardan faydalanmıştır.

Ama acaba insan ilk günden itibaren bu şeylere hâkim ol­muş muydu? Hayır! İnsanların bu şeylere hâkim olmadığı bir gün de vardı. Aksine insanoğlu tabiattakilerden çoğundan kor­kuyordu. Hatta onlara yaklaşmaya bile cesaret edemiyordu.

Zaman geçti. Yavaş yavaş bunlardan boşuna korktuğunu anladı. Asılsız korkudan uzaklaştıktan sonra insanın iç kuv­vetleri işe koyuldu. Çalışma ve gayretin ışığı, çare, düşünme ve tedbir ile bunların hepsine hâkim oldu. Hepsini yumuşattı ve emri altına aldı.

Şimdi Kur'an insana ilham ediyor; kendi nüfuz alanını bun­dan daha geniş olarak "bil" diyor. Gece, gündüz, güneş, ay ve yıldızlar, tek kelime ile çok geniş tabiat âlemi bütün yaratıkla­rı ile insan tarafından zapt edilmeye ve onun hizmetinde olma­ya hazırdır. Yalnız kendisine zulmetmemesi, bilgisizlikten, tembellikten, gevşeklikten kaçınması, her şeyi kendi nefsani hevesleri doğrultusuna çekmemesi şartıyla. Böylece metotsuz olarak bir yola koyulmaması, bilakis Allah'ın kendisi için tayin ettiği yoldan gitmesi, zulümkar ve nankör olmaması gerekir.

İnsan ve Allah

İslam insana "akıllı ol!" diye kudret ilham ediyor ve bu konu­da şöyle sesleniyor:

"Ey insan! Sakın kuvvet ve kudret hissi; seni mağrur edip, aşırı bir sapmaya mahkûm etmesin!"

Bir kez daha kendine bak ki (bütün güçlülüğünle) ebedi ol­mayan bir varlıksın! Çok geçmeden gençliğini, dinamikliğini, iş gücünü, gayretini, hatta düşünce ve tefekkür gücünü kaybe­deceksin! Güçlü olma yolunda gösterdiğin ve şu anda gösteri­yor olduğun bütün ilmi ve teknik gayretlerle tekrar zaman za­man nekahet ve hastalık veya ihtiyarlık ve işe yaramaz hale gelmekle o kadar güçsüz ve zayıf oluyorsun ki; üzerine konan bir sineği bile kovamıyorsun. Sendeki bu kudretin ve güçsüzlü­ğün neyin işareti olduğunu biliyor musun? Sen bile bütün kud­ret ve gücüne rağmen ebedi olmayan varlık âleminden bir par­çasın. Bütün varlıklardan hiç birisinin ebedi olmadığı varlık âlemi, yegâne varlık olan ve zatı ile kaim olan yaratıcının zatından bir ışıktır.

Ey Allah’ım! Biz seninle ayaktayız, sen ise zatın ile kaim­sin.

Ey insanoğlu! İşte bu yüzden varlığın dayanak yeri olan Al­lah' ı daima hatırla. O'nunla olan bağlılığını kuvvetli olarak muhafaza et ve O'na yakın ol!

Allah'a Yaklaşmak

Allah; mutlak kemal, mutlak varlıktır. Diğer bütün görece varlıkların varlığı ve kemalidir. Görece varlıkların hepsi tekâmülün gidiş yolunda hareket halindedirler ve bunların mükemmelleşmeye yönelişleri fıtridir. Her görece mükemmelli­ğin değeri ne kadar çok olursa, onun mutlak mütekemmelliği, yani Allah'a yaklaşması ve yakınlığı o ölçütler çok olacaktır.

İnsan da bu görece varlıklardan birisidir. Fıtratı fazilet ve mükemmellik ister. O ne kadar çaba sarf etse de, görecelik elbi­sesini kendi bedeninden çıkaramaz ve mutlak mükemmel ola­maz. Ancak daima Allah'a doğru, yani mutlak manada mü­kemmelliğe doğru yol alabilir. İslam'da insanın Allah'a yaklaş­masının sahih anlamı budur. İslam öğretisine uygun olarak tahmin edeceğiniz her ibadet ve göz önüne alacağınız her ilim insanın Allah'a yaklaşmasına bir vesile olabilir. Doğru olarak onun tekâmülünde (veya en azından onun mükemmelliğini korumada) etkili olabilir.

Dua

İslam diyor ki:

Allah'ın her zaman ve her yerde herkesin yardımına ulaş­ması imkan dahilindedir. Herkes O'na yönelip, O'ndan yardım isteyebilir.

"Kullarım sana beni sorarlarsa, bilsinler ki, Ben, şüphesiz, onlara yakınım, benden isteyenin, dua ettiğinde duasını kabul ederim. Artık onlar da davetimi kabul edip bana inansınlar ki doğru yolda yürüyenlerden olsunlar." (Bakara-186)

Ama duada temel şart; insanın doğru olarak Allah'a yönelip dua etmesidir. Bu şekilde O, insanin çağrısına cevap vermekte­dir. Muhtaç olan bir şahsa hiç kimsenin, müdahale etmemesi gerekir.

Günah, Tövbe ve Öğretim:

Günahkârlar da her an ve her yerde günahtan vazgeçebilir­ler, mükemmellik ve fazilet yolunu takip edebilirler ve ilahi rahmetten ümitli olabilirler. Yalnız şirkle karışık asılsız işleri yapmamaları, tekrar günah işlemeye dönmemeleri şartıyla.

"De ki: Ey kendilerine kötülük edip aşırı giden kullarım! Al­lah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Doğrusu Allah gü­nahların hepsini bağışlar. Çünkü o bağışlayandır, merhamet­lidir. Rabbinize yönelin. Azap size gelmeden önce O'na teslim olun; sonra yardım görmezsiniz." (Zümer-53,54)

Allah ve Kâinat

Dünya ve var olan her şeyin yaratıcısı Allah'tır. Dünyanın düzen ve kanunları (tabiat düzeni ve kanunları) Allah'ın bir di­zi kanunları, sünnetleri ve tarzlarıdır. Âlemin yaratıcısı olan Allah tabiattaki ayetlerin de yürürlüğe koymuştur.

Kur'an'ın çoğu ayetlerinde, tabiat olayları olarak bilinen iş­ler (bir açıdan da böyledir) Allah'ın işi olarak isimlendirilmiş­tir. Rüzgâr ve yağmurun gönderilmesi, bitkilerin yeşertilmesi gibi

Bu ayetler bize şunu hatırlatıyor: İslam'ın Allah'ı tanıma bilgisinde tabiat ve onun kanunları, Allah'a ve Allah'ın kanun­larına karşı bir nokta olarak sayılmamıştır. Belki yaratılıştan ve ilahi düzenden bir bölüm olarak tanıtılmıştır. Bu açıdan Al­lah'a ve O'nun sonsuz kudretine iman, tabiatı önemsiz görmeyi ve inançsızlığı gerektirmez; tabiatı ilmi yönden incelemeyi ve onu kabul etmekten sakınmayı gerektirmez. Tabiat ve tabiat düzenini kabul etmek elbette Allah'a inançsızlığı gerektir­mez.

Allah'a inanan bir tabiat bilgininin tabiatı tanıması ile Al­lah'ı inkâr eden bir tabiat bilgininin tabiatı tanıması gerek ilmi açıdan, gerekse pratik ve teknik açıdan hiç de farklı değildir. Tabiatın tanınmasında ve onun teknik olarak istihdam edil­mesinde her ikisi birbirinin izinden gitmektedir. Sadece arala­rındaki fark şudur: Allah'ı tanıyan tabiat bilgini ilmi araştır­masını, tabiatın pratik olarak istihdam edilmesi ile süslediği zaman, kendini tabiatı bilmez bir konuma oturtmuyor. Tabia­tı, Allah'ın varlığını gösteren bir ayna olarak değerlendiriyor. Ama Allah'ı inkâr eden tabiat bilgini, tabiata öylesine bağlanı­yor ki, artık tabiatın örtüsünden dışarı çıkamıyor ve tabiatın yaratıcı olduğuna inanmaya başlıyor.

Mucize

Allah'a inanan bir Müslüman’ın bir tabiat bilgininin mucize­ye inanması ilmi ve teknik yönden ilerlemesinde bir boşluk ve sarsıntı meydana getirmiyor. Zira mucizeler çok istisna olay­lardır. Kendine mahsus bir nizama uygun olarak gerekli konu­larda meydana gelmişlerdir. Bu istisna olayların alelade do­ğal olaylara oranı milyarda bire bile ulaşmaz. İlmi mantıkta şu esas kabul edilmiştir: Oldukça az bulunan bu istisnalar deney­sel bilimlerin doğruluğuna ve itibarına, bu ilimlerden alınması gerekli ilmi neticelere darbe vurmazlar. Bundan dolayı ne mu­cizeye inanmak tabiatı ve tabiat ilimlerini inkâr etmeyi gerek­tirir, ne de tabiata ve tabiat ilimlerine inanmak mucizeyi inkâr etmeyi gerektirir.

Allah'ın Emrinde Olan Faktörler

Tabiat ve onun çeşitli unsurlarının hepsi Allah'ın emrinde olan faktörlerdir. Hayret verici bu tabii düzen Allah'ın iradesi­nin bir cilvesi ve tedbiridir. Her alamet aynı zamanda bir tabiat işaretidir. Bir dizi sebep ve sonuç ilişkisi maddi ve tabii bir fiil ve infialin etkisinden sonra meydana geliyor. Allah'ın kudretinden, hikmetinden ve iradesinden bir ışık oluyor bu da. Çünkü tabiattaki sebep ve faktörlerin hepsi Allah'ın hizmetin­de ve O'nun emrinde olan faktörlerdir. Her biri Allah'ın onlara ezelde verdiği görevi sonuçlandırıyor.

Sonsuz Dünya:

Kur'an ayetleri açık olarak içinde yaşadığımız dünyanın sonsuz olduğunu söylüyor. Ebedilik anlamındaki bir sonsuz­luk değil bu.

"Allah'ın verdiğini sayacak olsanız bitiremezsiniz; doğrusu Allah bağışlar, merhamet eder" (Nahl-18)

Buna ekolarak ilahi yaratılış, sürekli yeni yaratma işini icra etmektedir.

"... yaratmada dilediğini artırır. Doğrusu Allah her şeye ka­dir olandır." (Fatır-1)

Bundan dolayı, ilmi tanıma, pratik ve teknik işletme yolun­da ne kadar ileri gidilse de kâinatın sonsuz kaynaklan bitmez. Ebede kadar iş ve gayret yolu açıktır ve bu yol sürekli bir çaba­ya, sürekli bir eyleme teşvik edecek kadar geniştir.

 

İnsan ve Alınyazısı:

İslam öğretisi kaza ve kader, cebr ve irade, alın yazısı konu­sunda şu nükteye karşı özel bir inayete sahiptir. O inayet ise, insanı doğru düşünmeye yönelten sağlam iş ve gayrete, bilgi­nin büyük kuvvetlerinden istifade etmeye, Allah'ın ona verdiği değerlendirme ve icat yeteneğinden istifade etmeye teşvik et­mektedir. Diğer taraftan onun iş ve amelinin gidiş yolunda is­ter istemez ortaya çıkan ve karşılaştığı zorluklara/şiddetlere karşı dirençli ve sabırlı olmasını vurgulamaktadır. Bu öğreti, olayları tabii ve sosyal zorluklara karşı, tembellik ve teslimiyet göstermeyi, zorluklar karşısında pes etmeyi de şiddetle kına­maktadır.

İslam ve Bugünkü Teknik Derlemeler.

Buraya kadar söylediklerimizden, İslam öğretisinin hiçbir çeşit ilmi ve teknik ilerlemeye karşı olmadığını, tersine ilmi ve teknik gelişmelerle uyumlu olduğunu, bu gelişmeleri sadece anlamakla kalmayıp bu tür işlerde icat gayreti içinde bulun­mayı gerekli gördüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz, İslam bu ko­nuda şu iki önemli esasa dayanmaktadır:

Birincisi. İlmi, teknik, sanatsal ve sosyal ilerlemelerin in­sanda bencillik, gurur, gaflet meydana getirmemesi esasıdır. İkincisi ise, bütün bu gayretlerin ve ilerlemelerin her açıdan insan toplumunun hayrına olması, onun kurtuluşuna yönel­mesi gerektiği esasıdır. Bu çabaların hiçbir zaman zulüm ve fe­sadı yaygınlaştırma yönünde kullanılmaması gerektiği hassa­ten vurgulanan bir ilkesel duyarlılıktır.

Peygamberler

İnsanın, tabiatı ilmi olarak tanıma konusundaki fikir ve düşüncesi, gittikçe artan bir şekilde kendini eğitmesini, bu yol­da kendi kuvvetine dayanması gerektirir. Bu nedenle bu konu ile ilgili olarak peygamberlerin özel görevleri yoktur. Ama in­sanın, tabiat ötesi meseleleri idrak edebilmesi, insanın ve onun nihai hedefini tanınması için kendine özgü bir ilahi hidayete muhtaç olduğu hiç kuşkusuzdur. Bu yardım ve hidayet, Al­lah'ın insanoğluna vahiy gönderdiği kimseler eliyle yapılmak­tadır. Allah bunları halka kılavuzluk etmeleri, halkı irşat et­meleri ve Allah'ın vahiy yoluyla onlara gönderdiği öğretileri halka öğretmeleri için görevlendirmiştir. Bunlar peygamber­lerdir.

Peygamberler Hakkında Aşırılık;

Kur'an ayetleri peygamberler hakkında şu nükteyi sürekli hatırlatmaktadır: Onlar da sizin gibi insanlardır, onların di­ğerlerine oranla imtiyazları, vahiy almaya layık oluşları, onu halka ulaştırmaları ve rehberlik yapmalarıdır. Diğer insanlar­dan hiçbir farkları yoktur. Onlar da herkes gibi bir anneden do­ğuyorlar, yiyorlar, içiyorlar, uyanıyorlar, evleniyorlar, çocuk sahibi oluyorlar, bir müddet yaşıyorlar ve sonra da vefat edi­yorlar.

Kur'an, Hz. Muhammed (s.a.a.) hakkında şöyle diyor:

"De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım, ancak bana tanrı­nızın tek bir Tanrı olduğu vahyolunuyor. Rabbine kavuşmayı uman kimse yararlı iş işlesin ve Rabbine kullukta hiç ortak koş­masın." (Kehf-110)

İslam'ın peygamberler hakkındaki öğretisi, bu cümleden ol­mak üzere Âdem, Nuh, İbrahim, Musa, Isa hakkındaki öğretisi budur. Onların hepsi peygamberlik makamına seçilen insan­lardır. Onların diğer insanlara karşı imtiyazlı olmaları vahiyle, olmakta ve aldıkları vahyi halka ulaştırmakla görevli kılınma­larından dolayıdır.

Peygamberlerin Mucizeleri

Peygamberler zaman zaman mucizelere de sahip olmuşlar­dır. Kur'an-ı Kerim bize Peygamberlerden sadır olan çeşitli mucizeleri nakletmektedir. Ama çoğu ayetlerde şu ince nokta­ya dayanılmaktadır: Mucizeyi yapma kudreti peygamberlerin inisiyatifinde değildir. Onların emrine, istedikleri zaman ve dilediğince mucize gösterme kudreti verilmemiştir. Bu da son tahlilde yine Allah'ın yardımı ve inayetiyle ortaya çıkan bir ol­gudur.

İslam'a karşı olanlar defalarca İslam peygamberlerinden harikulade işler ve mucizeler istemişlerdir. Onlar diyorlardı ki; "Eğer sen peygambersen bizim istediğimiz harikulade işleri bekletmeksizin göstermen lazım." Peygamber onlara cevap olarak "Mucize göstermek benim elimde midir ki; gönlünüz is­teyince size mucize göstereyim" diyordu. Peygamberlerden işittiğiniz mucizelerin hepsi Allah'ın işidir elbet. Zaruretin ge­rektirdiği yerde istisnai bir şekilde bir peygamberin eliyle şekil almıştır, ancak peygamberin şahsi isteğinin veya şahsi kudre­tinin o mucizenin meydana gelmesinde bir katkısı olmamıştır. Binaenaleyh harikuladelik ile karışmış, peygamberlerin elleri ile gerçekleşmiş işler de kendilerini insan olmanın ötesine ve basit kudretlere sahip olmanın ötesine götürmüyordu. En'am suresinin 109. ayeti ve İsa suresinin 90'dan 93'e kadarki ayet­leri bu konularla ilgilidir.

İlim-Akıl- Vahiy

Peygamberleri tanımadan önce hakikatleri tanımak için sa­dece bir yola sahibiz; tecrübe ve düşünce yolu, ilim ve akıl yo­lu.

Ama peygamberleri tanıyıp söyledikleri şeyin Allah tarafın­dan olduğunu bildikten sonra, hakikatleri tanımak için önü­müze yeni bir yol açılıyor: Kesin ve tatmin edici bir yol; vahiy yolu; peygamberlerin Allah'tan getirdikleri sistemlerin ve öğ­retilerin yolu.

İnsan, Allah'ı tanımak ve ahiret ile ilgili meseleleri anla­mak, hayatta O'nun ebedi saadetinin mayası olacak bir yol bul­mak konusunda peygamberlerin getirdiği esaslardan daha açık, daha kesin, daha çok itimada layık bir vesileye sahip de­ğildir.

Bütün Peygamberlere İman ve Saygı

Kur'an açık olarak İslam'ın sadece Hz. Muhammed'in (s.a.v.) dini olmadığını, bütün peygamberlerin dini olduğun ilan etmiştir. Zira İslam, (lügatte teslim olmak anlamındadır) Kur'an'da hakka teslim olmak, Allah'ın öğretisini kabul et­mek, onu doğru olarak tanımak ve itaat etmek, bu yolda her türlü taassuptan ve kendine tapmaktan sakınmadır. Bu şekil­de İslam, sadece bütün peygamberlerin dini olmakla kalma­yıp, belki hakkı isteyen ve insafı arayan bütün halkların da di­nidir. Bu yüzden Müslümanlar Allah'ın bütün peygamberleri­ne, Allah'ın peygamberlere gönderdiği bütün kitaplara iman etmektedirler ve saygı göstermektedirler.

 

"Peygamber ve mü'minler O'na Rabbinden indirilene inan­dı. Hepsi Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine inandı. 'Peygamberlerin arasında hiçbirini ayırt etmeyin, işit­tik, itaat ettik, Rabbimiz affını dileriz, dönüş ancak sanadır' de­diler. (Bakara-285)

Tahrif

Her peygamberin getirdiği öğretiler zamanla tahrife uğra­mıştır. Çeşitli hurafeler ve sapmalar ne yazıktır ki onların öğ­retilerinin içine nüfuz etmiştir. İş öylesi bir yere ulaşmıştır ki, tecrübeli araştırmacılar bile araştırma ve incelemeleri ile o peygamberin Allah'tan getirdiği öğretinin gerçek esasını tanı­yamaz hale gelmişlerdir. Zira cahil dostlar veya kin dolu düş­manlar dini kaynaklarda hatta peygamberlere gelen semavi kitaplarda tahrifatlar yapmışlardır. Böylesi bir durumda tek çare; Allah tarafından yine bi peygamberin gönderilmesi, ilahi gerçekleri vahiy yoluyla alması ve onları halka ulaştırması olu­yordu. Kur'an geçmişteki çoğu peygamberlerin kıssalarında bu ince noktaya işaret etmiştir.

Hz. Muhammed (s.a.a.) ve Kur'an

M. S. Yedinci asırda bütün dinler şu vaziyette idi: Biri çıkıp da gerçekten İbrahim'in, Musa'nın, İsa'nın veya diğer peygamberlerin getirdiği esasları elde etmek isteseydi, bunlara ulaşa­mazdı. Zira bu iş için itimada değer belgeler ve kaynaklar yok­tu. Ne Tevrat açık ve kabule değer bir tarihe sahipti, ne İncil, ne de diğer peygamberlere gelen kitaplar. Tahrif eli, bütün bu kitaplarda işe girişmiş, bunların dini itibar ve değerini, tarihi önemini ortadan kaldırmıştı.

Böylesi bir zamanda Hz. Muhammed (s.a.v) Allah tarafın­dan ilahi hakikatleri vahiy yoluyla almak ve halka ulaştırmak­la görevlendirildi.

Tarihin kesin şahitliği ile Hz. Muhammed'in (s.a.v.) Al­lah'tan getirdiği ayetler tam olarak mucizevî bir şekle sahipti. Hiç kimse onları taklit edemiyordu ve bir benzerini getiremi­yordu. Bu özellik, ayetlerin tahriften korunmasında çok etkili idi. Buna ilave olarak, o asırda bu ayetlerin hemen tamamı Kur'an adıyla herkesin eline ulaştı ve hıfzedilerek sür'atle ya­yıldı. Bu süratli yayılma ve düzenlilik, ondört asırlık zaman bo­yunca Kur'an'ı, her türlü tahrifattan korumaya yetti. Bugün Kur'an ondört asır önceki haliyle apaçık bir belge olarak ortada durmaktadır.

Böylesi tahriften uzak birinci derecedeki otantik bir kayna­ğın elde olması Müslüman olsun veya olmasın herkes için bir imtiyazdır. Bu durum insanlara her alanda ve her zaman Kur'an'ı anlamak, İslam'ı doğrudan Kur'an'dan tanımak ve İs­lam'ı her türlü hurafeden uzak bir biçimde aslından öğrenmek imkânını vermektedir.

Ahiret

İslam'ın temel öğretilerinden birisi de ölüm denilen olay ile insan varlığının kökünün kurumadığı, yani ötede başka bir ha­yatın sürüp gideceği gerçekliğidir... Varlığının kökleri kesil­mediği İslam öğretisine göre, ölüm, bir hiçlik değil; sadece in­sanı faaliyet ve gayret devresinin sonudur. Elbette insan varlı­ğının sonu değildir bu. İnsan hayatı, ölümden önce daima faa­liyet ve gayret ile iç içedir. Onun bu devrede, kendi teşhis kuv­veti ile iyi ve kötü yolu, gidişatı tanıması ve bu yollardan birisi­ni seçmesi gerekir. Bu devrede o kendi durumunu daima değiş­meye maruz görmektedir. Bu bakımdan şayet iyi bir duruma sahipse onu korumaya çaba sarf ediyor. Eğer kötü ve uygun ol­mayan bir duruma sahip ise onu ıslah etmeye ve iyileştirmeye çaba sarf ediyor. Ölümün gelmesiyle birlikte insan iş ve gayret kıskacından çıkıyor, ebediyet havzasına bağlanıyor. Bundan sonra ebediyete kadar başka bir siret üzerinde kalıyor. Artık kendi durumunu değiştirmek için başka bir yola sahip değildir insanoğlu. Onun suret ve sireti her zaman için budur. Ölüm­den önceki gayret ve telaş devresinde kendi eliyle bunu yapmış ve tercih etmiştir. Bu nedenle, insanın yaşarkenki devresi teş­his, değerlendirme ve gayret devresi; ölümden sonraki devresi ise yaşarkenki devrede kazandığı mahsulün ebedi neticesine ulaşma devresidir.

İşte İslam'ın hayat, ölüm, ahiret ve ölümden sonraki diriliş hakkındaki öğretisi budur: "O gün insanlar işlerinin kendileri­ne gösterilmesi için bölük bölük dönerler. Zerre kadar iyilik ya­pan da, zerre kadar kötülük yapan da karşılığını görür." (Zilzal-6,7,8)

Cennet ve Cehennem

Cennet nedir? Hayat dönemlerinde, doğruluk ve dürüstlük­le Allah'ın beğendiği yolda, O'nun istediği doğrultuda hareket eden insanların öte dünyada kavuşacakları ebedi bir huzur, ni­met ve saadet evidir.

Cehennem nedir? Kötülük yapanların, hayat dönemlerinde kendileri için yaptıkları eğrilik, sapıklık zulüm ve fesadın kar­şılığı olarak ötede kalacakları ebedi bir eziyet, işkence ve azap yurdudur.

İslam'ın Diğer Öğretileri

Şimdiye kadar söylediklerimiz, İslam öğretisinin alt yapısı konusundadır. İslam diğer konularda da geniş ve ayrıntılı bir yapıya sahiptir. Bir taraftan bu usule, diğer taraftan ise insa­nın şahsi, ailevi, sosyal, maddi, manevi ihtiyaçlarına dayanı­yor.

İslam öğretisinin bazı konuları; Namaz, oruç, hacc, zekât, sosyal giderler, Allah yolunda infak, Allah yolunda cihad, hükümet işine nezaret etmek, doğru olan, adil bir sosyal ve iktisa­di sistemin hakim kılınması için gayret sarf etmek, düşkünle­rin yetimlerin, zavallıların elinden tutmak, onlara yardımcı ol­mak, doğruluk, dürüstlük, temizlik, canın ve bedenin sağlıklı korunması için devamlı gayret göstermek.

Şüphesiz bütün bu konuları bir veya iki konuşma süresi bo­yunca tam ve geniş olarak açıklamak, tanıtmak zaman açısın­dan mümkün değildir. Çeşitli konuşmalarla, İslam hakkında size arz etmekte olduğumuz yayımlarla bunları tanıyacağınızı ümit ediyoruz.

Allah'ın selamı doğru yolda olanların üzerine olsun.

 

 

İSLAM'DA VE MÜSLÜMANLAR ARASINDA RUHANİYET

Tarih incelendiğin görülüyor ki, semavi ve semavi olmayan dinlerin takipçileri arasında çoğunlukla "ruhani sınıf olarak adlandırılan özel bir grup var. Bu sınıf doğası gereği özel bir ko­num ve görevler üstlenmiş, boyuna ekonomik ve sosyal imkânlardan yararlanmıştır.

Ruhaniyet, bu çeşit toplumlarda az veya çok diğer sınıflara nazaran seçkin bir sınıf ve toplumun sınıfsal yapısında da ba­yağı etkili bir unsur olmuştur.

Bu dönemin anlaşılması özellikle dinler tarihi ve sosyolojik araştırmalarla ilgilenenler için oldukça kolaydır. Bu apaçık bir konu sayılmaktadır çünkü. Hatta dikkatli ve meseleye vakıf bir araştırmacı, çağdaş toplumun konumunu incelerken bu ko­nuyu anlaşabilir. Ama bu konu hakkında okuyucunun başka yere havale edilmemesi için Will Durant’ın "Medeniyet Tarihi" adlı eserinin birinci cildinde yer alan konuyla ilgili bölümleri aşağıda alıntılanmıştır:

Yahudiler Arasında:

... Ruhaniyet birimi kapalı bir birim idi. Lavi çocukları dışın­da hiç kimse bu sınıfa giremiyordu. Bu sınıf miras alma hakkı­ma sahip değildi. Ama mali ödemelerden, vergiden, nüfus başı vergiden ve diğer özel vergilerden muaftı. ([3])

Brehmiler Arasında:

... Manu kanunu, padişahı; Brehmenden asla vergi almama­sı için uyarıyor. Onun (padişahın) bütün gelir kaynakları orta­dan kalkmış olsa bile. Zira eğer Brehmen gazaba gelirse, padi­şahı ve askerlerini lanetle ortadan kaldırabilir ve sırlarını gi­derebilir.

... Brehmen'in kudreti, bilginin inhisarı temeli üzerinde ka­rar kılmıştır. Brehmenler, geleneklerin yorumcularıdırlar, ço­cukların terbiye edicileri, edebiyatın müellifleri ve bir araya toplayıcıları, harikulade uzmanlar, önemli ve hata etmez ka­bul edilen dâhilerdir Eğer alt gruplardan bir kişi kutsal kitap­ların okunmasına kulak verseydi Brehmen Kanunlarına uy­gun olarak, onun kulaklarına erimiş kurşunun dökülmesi ge­rekiyordu. Eğer kutsal yazıları okusaydı dilinin yarıdan kesil­mesi gerekiyordu. Eğer onlardan biri konuyu ezberleseydi bir kez vücudunun iki parçaya ayrılması gerekiyordu. ([4])

... Eğer Brehmen cinayet işleseydi, öldürülmemesi gereki­yordu. Padişahın onu sürgün etmesi mümkündü. Fakat bu du­rumda Brehmen'in mallarını beraberinde götürmesi gereki­yordu. ([5])

Veda'ların mükerrer okunması Brehmen'i ebedi saadetten faydalandırıyordu. Hiçbirisi dini adaba göre amel etmese bile durum böyle idi. Eğer bir Veda'yı ezberleseydi en küçük günah işlememiş olmak şartıyla bütün dünyayı viran edebilirdi. Breh­men'in kendi fırkası (sınıfı) dışında kimse ile evlenmemesi ge­rekiyordu. ([6])

Bu ayrıcalıkların ve imtiyazların İran, Roma ruhaniyetinde doğu ve batıdaki diğer büyük ve küçük toplumlarda, özellikle ortaçağdaki Hıristiyanlık ruhaniyetinde de meydana gelmiş ol­ması mümkündür.

Her ne kadar bu imtiyazlar, haklar ve tekelcilik sınırı dinle­rin aslı ve dini temel kararları ile bir irtibat taşımamışsa da, makam düşkünü ve dünyaya tapan ruhanilerin istekleri bun­ları meydana getirmiştir. Bilahare yavaş yavaş adet ve gelenek halini almıştır bu yaklaşımlar. Sonra dinin belirlenmiş esasla­rı ve ayinleri olarak ortaya çıkmıştır.

Şimdi İslam'ın bu konudaki görüş nedir? Diye bizden soru­yorlar. Acaba İslam, Müslümanlar arasında bu türden bir sını­fın meydana gelmesini, bunların dinin, dini ilimlerin özel mu­hafızları olmasını, Kur'an ve hadisi bilmenin salt bunlara mahsus olduğunu, söylemiş midir? Dini muhafızlığın, dini na­musu korumanın, bunların özel görevi olduğunu söylemiş mi­dir? Acaba diğerlerinin bu konuda bir görevi ve sorumluluğu olmadığı hakkında bir şey söylemiş midir? Bu sorumluluğa ve bu tarz ilmi, ameli tekellere karşılık, İslam kanunlarında bun­lar için mali ve diğer özel imtiyazlar kararlaştırılmış mıdır? Bütün bunlara vereceğimiz cevap tek kelime ile olumsuzdur. Zira İslam, her türlü sınıfsal imtiyazları ve ırksal imtiyazları ortadan kaldıran bir dindir. İslam'ın toplumsal yapısında ilmi ve ameli tekelciliğe sahip sınıflara yer yoktur.

Bu cevabın doğru olarak açıklığa kavuşması için ilk önce sı­nıf ve sınıfsal toplumun ne demek olduğunu bilmemiz gerekir. Sınıfsal imtiyazlar nedir? İmtiyazlar ile, doğal ihtilaflar veya buna benzer ihtilaflar arasında ne fark vardır?

Doğal İmtiyazlar ve Benzer İmtiyazlar

İnsanın veya insan toplumlarının içinde bulunduğu durum­lar incelendiğinde görülüyor ki, fertler maddi ve manevi nimet­lerden/bağışlardan faydalanma konusunda yüzde yüz eşit ko­dumda bulunmuyorlar. Onlar arasında bir takım imtiyazlılar vardır.

Bu gerçeklik en sade, ilkel veya yarı ilkel toplumlardan tu-Unuz da en karmaşık medeni ve ilerlemiş toplumlara kadar hemen her toplumda daima mevcut olmuştur. İlmi dikkatin ışığı ile insanın hücre, kemik, adale ve sinirsel yapısında onun uygun etkisini, onun alın yazısında görmek mümkündür. Doğal çevrenin derin etkisini insanın can ve bedeninde ve ayrıca alın yazısında görmek mümkündür. Geniş yer küresi üzerinde yaşayan insanlar arasında bu konudaki ihtilaflar, elbette kaçı­nılmaz bir zorunluluktur.

Bundan maksat, toplumda mevcut olan şekliyle fertler ara­sındaki bütün ihtilaflar bir zaruretten doğmuştur demek de­ğildir. Bu ihtilaflarda insanların eliyle yapılmış veya onlar ara­cılığıyla değişmesi mümkün olan hiçbir insani etken mevcut değildir anlamında da değildir, demek istediğim. Bunun aksi­ne sosyal çevrenin ıslahı gayret ve terbiye ile, tabii çevrenin şartlarından tasarruf ile, insanın güçlü eli ve özellikle ilmi ıs­lah eden insanın eliyle, fertler arasındaki çoğu ihtilafları (imtiyazları-ayrıcalıkları) ortadan kaldırmak mümkündür demek istiyorum. Toplumun mahrumları arasında çok yetenekli in­sanlar vardır. Fakat sosyal dengesizlikler onları köşeye, yal­nızlığa ve talihsizliğe itmiştir. Nimetlerden faydalananların büyük bir kısmı ise yönsüz ve yardımsızdır. Sosyal idarelerin fesadı onları sınırsız nimete, azamete, makama, mevkiiye ve mala ulaştırmıştır. Bu türden sahte imtiyazlar, sadece tabiliğin dışında değil ayrıca tabii zaruretlere de aykırıdır.

Burada kabul etmek istediğimiz şey; doğal ihtilafların aslı ve benzer imtiyazlardır. Bunun inkârı ise mümkün görünmü­yor. Zira sözgelişi konuşmaları, deneyleri, ilmi istatistikleri, doğal mirasın taraftarlarını yetersiz sayarsak bile, çevrenin asaletinde ve onun etkilenmesinde böyle bir yere kadar ilerle-sek bile, çevreden tasarruf, mevcut bütün özellikleri, hatta onun tabii yapısını değiştirebilir. Binaenaleyh bir insanın be­densel ve ruhsal yapısında değişme kabul etmez hiçbir unsur mevcut değildir. Sonra bütün fertlerin çevrelerinin tamamı üzerinde, tekrar tam bir hakimiyetin elde edilmesi oldukça uzak ihtimal olarak göze çarpıyor. Acaba insanın çeşitli çevre­leri koruyup eğitim ile tam olarak yeknesak ve eşit beslenen in­sanlar tabiatı meydana getirebilmesini mümkün kılabilecek şekilde bütün çevre şartlarına egemen olması mümkün mü­dür? Veya bütün doğal çevre şartları farklılığını ortadan kaldı­rarak eşit şartlarda herkes eşit olarak beslenebilir mi? İnsanın tabiata bu derecede hâkim olması mümkün değildir demek için, elde kesin bir delil yok. Ama bu hâkimiyet o kadar uzak ihtimal ve rüya olarak göze çarpmaktadır ki, biz fiilen kendi sos­yal araştırmalarımızda, en azından bir konunun aslı olarak kabul etmek durumundayız, insanlar arasındaki ihtilafın bu cümleden olmak üzere tabii zarureti vardır.

Bunu da geçin, her toplumun hayat çarklarının dönüşü, ta­savvur edilebilecek her şekilde, belli bir iş yapmalarını gerekti­recektir. O halde herkesin çaresiz olarak uhdesine alacağı iş için eğitilmesi, hazırlanması ve terbiye edilmesi gerekir. Söz gelişi bir gün bütün fertlerin tabii yetenekler açısından yekne­sak olduğunu ve herkesin bütün işlerde her çeşit ilerleme için hazır olduğunu farz edin, toplumsal zaruretler tekrar bu yek­nesaklığı ihlal edecektir. Öyle yapacaktır ki; bu eşit yetenekle­re rağmen eşit olmayan çeşitli faaliyetler ortaya çıkacaktır; çe­şitli işleri idare edenler bu işleri görmek için çeşitli şekillerde beslenmiş olacaklardır. Biri çiftçi olacaktır, biri hakim, öbürü asker vs., olacaktır. Hatta belirli bir iş kolunda bile, birisi mü­hendis ve plancı olacak, yani daha çok beyni ile iş yapacak, di­ğeri ise, işi takip eden işçi olacaktır. İşçi olanın iş ve hareket için kaslarını daha çok hazırlaması (kuvvetli beslenmesi) gere­kecektir.

O halde bu ihtilaflar eğer tabii zaruretlerin sonucu değiller­se bile en azından toplumsal zaruretlerin bir sonucudurlar. Toplumsal zaruretler, tabii zaruretlerden daha az değillerdir. Dikkatli bir şekilde bakılacak olursa, tabii bir zaruretten kay­naklandıkları görülecektir.

Bu sebeple, insanlar arasındaki imtiyazların bir bölümü do­ğal veya benzer imtiyazlardır dedik.

Söz konusu imtiyazlar, toplumda fertler arasında ister iste­mez çeşitli gruplar meydana getiriyor. Bir doktor, bir çiftçi ile farklılık taşıdığı zaman, tabii olarak doktorlar grubu ile çiftçi­ler grubu arasında da farklılıklar oluyor; birbirinden ayrılıyor­lar bunlar. Ama bu ayrı gruplar, sınıfsal imtiyazlardan ayrı bir özellik ifade etmektedirler.

Sınıfsal İmtiyazlar

Bazen toplumun bu teşkilatlanmış gruplarının birbirlerinden ayrılması, sınıfsal ayrılma ile karıştırılıyor. Hâlbuki bun­lar sınıfsal imtiyazlar temelinde ayrışan gruplar değildirler. Sınıfsal imtiyazlar ıstılahta, yapay ve anlaşılmaya dayanan meziyetlerle ifade edilmektedir. Bütün bir insanlık tarihi bo­yunca, bir grup insan bencilliği ve ihtirası adına geniş halk kit­lelerinin zararına olan bir takım ayrıcalıklar ve imtiyazlar oluşturmuşlardır. Sınıfsal imtiyazlar, çeşit olarak aşağıdaki özellik ve nitelikteler ile iç içedir.

1-             Uygun olmayan hukuki imtiyazlar

Sınıflı toplumların çoğunda, sosyal hakların birçoğunun ge­nelliği yoktur. Yani mesleklere, yeteneklere, tecrübeye, iş için gerekli formasyona ve bilgiye göre taksim edilmiyorlar.

Her sınıfın fertleri, sadece kendilerini o sınıfın özel işleri için hazırlama hakkına sahiptirler. Daha üst sınıfa özgü olan daha iyi ve daha uygun işleri elde etmek için bir imkâna sahip değil­lerdir. Daha çok malın ve daha çok imkânın elde edilmesine müsait olan çok değerli işler, yüksek sınıfı teşkil eden ailelerin emrindedir ve onlara mahsustur. Bunlar diğer zahmetli ve önemsiz işleri ise, alt sınıf olarak saydıkları halk kesimine bı­rakmışlardır. Hatta ilim tahsili bile yüksek sınıfa mahsus bir olay anlaşılmıştır. Bu bilgi tekeli de onların kudretleri için bir alamettir.

Ruhaniler sınıfı konusunda, Hintli Brehmenlerin dini ilim­ler hakkını, nasıl kendi tekellerinde saydıklarını gördük. Alt sınıflardan birisi, kutsal yazıları okuduğu zaman dilini yarı­dan kesiyorlardı. Eğer onlardan biri konuyu ezberleseydi, vücu­dunu parça parça ediyorlardı.

 

 

2-       Haksız olan kanuni imtiyazlar:

Sınıflı toplumların çoğunda kanunların çoğu herkes için ge­çerli değildir. Bunun örneklerini ruhbanlar sınıfı konusunda zikrettik.

Yahudi lobisi vergi ödemekten muaftır. Hatta memleketin hazinesi bomboş olsa bile yine muaftır. Hint Brehmeni sadece vergilerden muaf olmakla kalmıyor, aynı zamanda şiddetli ce­zalardan da muaf bırakılıyor. Eğer biri diğerini öldürürse cezası idamdır. Fakat Brehmen birini öldürürse idam edilmiyor, sadece padişah onu sürgün etme hakkına sahip olarak kabul ediliyor.

Hatta Brehmen, ibadette bile başkasının girmesinin yasak olduğu yerlere girme hakkına sahiptir. İsterse hiçbir ibadet bi­le yapmayabilir, onun yerine ardından veda okuyabilir.

Sınıfsal toplumlarda saltanat hanedanları, askerler, zen­ginler, büyük kapitalistler ve benzeri gruplar, bu çeşit hukuki ve kanuni imtiyazlara sahiptir. Sıradan halk kitleleri ise sade­ce bu imtiyazlardan ve unvanlardan mahrum olmakla kalma­yıp, aynı zamanda yüksek sınıfın imtiyazlarından doğan geniş baskıya katlanmaya da mahkûm edilmişlerdir.

3-      Bir sınıfın kapalı olması ve üyeliğin veraset yolu ile geç­mesi.

Sınıfsal toplumlarda her sınıfa üyelik veraset yoluyladır; unvanlar, lakaplar, meslekler, irsiyet ile babadan oğla intikal etmektedir. Bunun açık bir örneği, Yahudi ruhaniliği bahsin­de zikredildi. Ruhaniyet makamı bir hanedana mahsustur. Yani lavilere mahsustur. Lavi çocukları İsrail oğullarının onikili oluşlarının ispatıdır. Bazen de özel teşrifatlar bir kimse, bir sınıftan daha üst bir sınıfa girebiliyor ve onu üst sınıfa üye yapabiliyorlar.

Yüksek Sınıfın Kendi Eliyle Kendileri İçin İcad Ettiği Mahrumiyetler:

Yüksek sınıf, kendi imtiyazlarını korumak için kendisi ile alt sınıf arasında geleneklerden, adaptan ve eşraflık bağların­dan oluşan bir hisar meydana getirmeye mecbur idi. Böylelikle kendisini eş seçme, ev, elbise ve benzeri ferdi hürriyetleri ter­cih etmekten yoksun bıraktı.

Bunlar çeşitli sınıflamalarla halka hakim kılınmış yapay sı­nıfsal imtiyazlardır. Bunları yıkmak için çeşitli eğilimdeki in­sanlar ayağa kalkmışlardır.

İslam'da Durum

İslam dini, bu tür haksız ve zalimce imtiyazları tamamen ortadan kaldırmış ve lağvetmiştir.

İslam'da hiçbir şekilde renk ve sınıfsal imtiyaz mevcut değil­dir.

Beyaz ve siyah, Arap ve Acem, doğulu ve batılı, şehirli-ve köylü, âlim ve cahil, fakir ve zengin, komutan ve asker, hüküm­dar ve vatandaş, kısmen herkes bütün sosyal ve hukuki hak­lardan yararlanma konusunda eşittirler.

İşlerin ve mesleklerin elde edilmesinin delili kişisel yete­nek, bilgi ve formasyondur. Hiçbir ailevi ve irsi faktörün bu ko­nuda dayatması ilkeesel olarak kabul edilmemektedir. Herkese sen kimsin ve nesin? diye sorulur. Baban kimdir, hangi kabile­densin, hangi ailedensin, hangi sınıftansın? diye sorulmaz. Herkes, Allah'ın kendisine verdiği yetenekleri çalıştırdıktan sonra istediği ve layık olduğu işi yapabilir. Hatta en yüksek sosyal ve siyasal makamlar, en yüce ilmi ve manevi makamlar için liyakat dışında hiçbir şey aramaz.

İslam'da ilim ve eğitim belli bir sınıfın tekelinde değildir. Herkes dini bilgileri, Kur'an'ı ve diğer ilimleri öğrenmeye, on­ları tanımaya teşvik edilmiştir. Kur'an ayetlerini veya rivayet­leri okuduğu için kimsenin dili kesilmiyor. Kur'an ve hadis ha­fızları iyiden iyiye övülmektedir. Ona saygı gösterilmektedir. Kur'an ayetlerini veya hadisi ezberlediği için hiç kimsenin vü­cudu parça parça edilmemektedir. Çünkü bu herkesin hakkı­dır. Bu genel teşvik, İslam'ın ilk dönemlerinden şimdiye kadar herkes için korunmuş bir haktır.

İslam'da bütün herkes kanunlar karşısında eşittir. İslam kanunları; hiç kimseye ne ölçüde yetkili olursa olsun kanun eşitlik konusunda bir imtiyaz tanımamaktadır. Hükümet baş­kanının sıradan bir insanla, zengin bir tüccarın çiftçi ile, büyük işverenlerin sıradan işçilerle, alimin cahil ile, taklit merciinin onu (alimin) taklit eden ile, hükümdarın raiyye ile kanun önünde ve kanunu icra edenler önünde farkı yoktur. Mahke­melerde ve diğer hükümet teşkilatlarında şahıslar için özel muamelelerin yapılması yasaktır.

Mahkemede dava konusu olan iki tarafın yerinin eşit olması ve hâkimin her iki taraf ile konuşmasının tam anlamıyla eşit olması gerekir. İsterse biri Müslümanların başkam, diğeri ise, sıradan bir insan olsun.

Vergi meselesine gelince... İslam'ın vergileri geneldir. Hiç kimse, hiçbir unvanla vergileri ödemekten muaf tutulmamış­tır.

İslam'da verasetle intikal eden şeyler sadece şahısların menkul ve gayrimenkul mülkleridir. Şahısların makam ve mevkileri verasetle kimseye intikal etmemektedir. İslam'da makam ve mevki, anne ve babadan verasetle çocuğa intikal eden bir şey olarak kabul edilmemektedir. Makam ve mevkii­nin elde edilmesinde sadece veraset değil, hiçbir ailevi ve sınıf­sal faktör kabul edilmemektedir.

Ehl-i Sünnet'in bir kısmı, hilafetin Kureyş'e bir kısım ise Beni Haşime' ait bir hak olduğunu, Şia fırkasından bir kısım ise Ali (r.a.) nin soyuna mahsus bir hak olduğunu kabul etmişler­dir. Böylelikle bunlar İslam'da ailev ve sınıfsal hakların kapısını açmışlardır.

Ama oniki imam şiasının bu konudaki akidesi başka şekil­dedir. Onlar (oniki imam şiası) imamlığı, bir ailenin tekelinde olan bir hak olarak bilmiyorlardı. Onların akidesine göre, ima­metin Ali'nin soyundan oniki kişinin hakkı olmasının sebebi; ilahi bağış dolayısıyladır. Yani Vahiyle birleşmiş bir takva, ilim, masumiyet ve onlardaki ismet derecesinden dolayıdır. Nübüvvet makamının belli sıfatlarla ve özelliklerle belirli şa­hıslara münhasır olmasının benzeri gibi bir şeydir bu. Bunun sınıfsal imtiyaz yönü taşımaması gerekir.

Oniki imam Veliyyi Asr'ın (a.f.) gaybubeti (kayb olması) halkın, o hazretin ilim ve adalet hükümetinden mahrum olma­sıyla, imametin şartlarını taşıyan herkese imamet intikal eder (imam olabilir.) Bu şartlar kazanılan şartlardır. Herkesin ulaşabileceği şartlardır. Onların elde edilmesinde, en küçük bir ailevi veya irsi faktörün müdahalesi yoktur. Ne taklit mercii'nin oğlu verasetle bu makamı babasından alır, ne de hâkimin oğlu verasetle bu makamı babasından alır. Eğer evladı ge­rekli şartlara haiz değilse, diğerlerine karşı hiçbir önceliğe sahip değildir.

İslam'da hiçbir şey sınıfsal değildir. Makamlar, mevkiler, haklar, çeşitli meslekler ve her tabakanın meziyetleri fertlerin doğal veya doğala benzer durumu ile uygundur. Bir gerçek ola­rak fertler, sahip oldukları özelliklere ancak çalışma ve gayret­le ulaşmışlardır.

Ruhaniyet ve onun çeşitli durumları da belli bir sınıfa ve so­ya mahsus değildir. Bir ruhani için, hiçbir şekilde sınıfsal imti­yaz söz konusu değildir.

Bundan da ötesi, İslam'da ruhaniyet isimli bir mevki ve özel bir konum yoktur. Diğer dinlerin takipçilerinin arasındaki gi­bi, takriben özel bir meslek ve iş olan, ruhaniler olarak adlandı­rılan sınıf gibi bir sınıf yoktur.

İslam'da olan şey, bir dizi genel farz veya müstahap sorum­luluklardır. Bir kısmı farz-ı ayın, çoğu ise farz-ı kifayedir. Hiç­bir mesleğin ve bunun mahiyetinin onlara en ufak bir müdaha­lesi yoktur, herkes bu emirlerle yükümlüdür.

Kifaye Oluşun Gereği veya Müşterek Sosyal Sorumlu­luk

Müslüman toplumun maddi veya manevi ihtiyaçlarının te­min edilmesi tüm Müslümanlara vaciptir. Bu şekilde, bütün Müslümanların gayreti ile genel ihtiyaçların temin edilmesi gerekir. Temin edilmeyen veya yerine getirilmeyen her bir ihti­yaç için; onu karşılayacak durumda olan, fakat gidermek için teşebbüs etmemiş olanların hepsi sorumludur ve bu yüzden sorguya çekileceklerdir.

Toplumun zaruri işlerini yerine getirmek için bu müşterek sosyal sorumluluk, İslam'ın en yüce talimatlarından birisidir. Bizim âlimlerimiz bunu açıklamak için, çok özlü bir biçimde "vacibi kifaye" (farzı kifaye anlamında) ıstılahını kullanmış­lardır.

Ama bir şahıs tek başına bütün ihtiyaçları gidermek için ça­ba sarf edemez ve şahsen bütün zaruri işlerle uğraşamaz. O halde bütün işlere oranla sorumlu olması nasıl mümkündür?

Bu sorumluluğun anlamı nedir? Hangi yoldan bu sorumluluğu yerine getirebilir?

Bu sorumluluğun anlamı, bütün Müslümanların gayret harcamaları ve ortaya bir plan/teklif koymaları ve her grubun uhdesindeki işi daha iyi neticelendirmesi, herkesin bir çeşit otokontrol mekanizmasının içinde olması gerekir ki, toplumun zaruri işleri bir sonuca bağlanabilsin. Ve bir işi uhdesine alan her fert veya her toplum onu doğru dürüst yerine getirebilsin. Bu sosyal yardımlaşmanın rehberliği, işleri ve görevleri tak­sim etmek için program hazırlanması, hükümetin görevlerin­dendir. Bütün Müslümanların, hükümetin bu vazifeyi yerine getirmesi konusunda da, denetleyici olma sorumlulukları var­dır. Eğer hükümet uhdesindeki işlerde ihmalkârlık gösterirse Müslümanların elbirlik gayret harcaması, İslam kanunların­da kararlaştırılan her yoldan istifade ederek hükümeti o işleri yerine getirmeye teşvik ve mecbur etmeleri gerekir. Eğer bu mümkün olmazsa, o zaman kendiişlerini yerine getirebilecek daha güçlü bir hükümetin iş başıa gelmesini sağlama yoluna gitmeleri bile gerekir.

Kifaye vaciplerin önemi; onların toplumun ilerlemesi, duru­mun iyileşmesi ve sosyal bağlılıkların sağlamlaştırılmasında-ki etkisi, daha geniş bir izahat ve onların bir bir sayılması ile, daha iyi açıklığa kavuşmuş olmasından ileri gelmektedir. Ama şimdi başka bir konuyu incelediğimiz için onu geçiyoruz. Sade­ce şu anda üzerinde durduğumuz konuyla ilgili olan şeyleri in­celiyoruz.

Toplumun zaruri ihtiyaçlarından birisi; dini eğitimi ve hü­kümleri öğrenmek ve öğretmektir. Dini eğitim ve ahkâmı öğ­renmenin iki merhalesi vardır.

Önce şahsi ihtiyaç sınırları içinde kalan bu merhale herkese farz-ı ayndır.

"İlim talep edilmesi, bütün Müslümanlar üzerine farzdır."

İkincisi ise; şahsi ihtiyaca ek olarak, gerekli ölçüde başkalarına da bunları öğretmek için çaba harcamaktır. Bu, farz-ı kifa­ye olan merhaledir, İslam'da buna büyük bir önem verilmiştir.

Müslümanlar arasında dini esasları ve ilimleri bilen yeterli sa­yıda insanın diğerlerine öğretmenlik yapabilmeleri için mü­kemmel bir biçimde yetiştirilip teçhiz; edilmesi gerekir.

Bu amaca ulaşılması için iki şekilde hareket edilmesi edil­mesi mümkündür: Birisi toplum fertlerinin her birinin vakit­lerinin bir kısmını eğitime, ayırmalarıdır. Diğeri ise, bazıları­nın sadece bir kısmı bilmesi, diğerlerinin ise diğer kısmı bilme­si ve o konuda şuurlu olmalarıdır. İslam eğitim ve öğretimin hükümlerinin toplamını, şuurlu bir şekilde, hep beraber bil­meleri lazımdır. Herkesin kendi tahsil etmediği kısmı, tahsil eden diğer şahıstan sorabilmesi ve yeterli cevabı alabilmesi ge­rekir.

Sonuç olarak; İslam topraklarının her köşesinde, dini ilim­lerin ve ahkâmın Müslümanlara ulaştırılması gerekir. Eğer bir yerde bu imkân ve vesile yok ise, bir grubun oraya gidip ge­rekli malumatı oraya kadar ulaştırmaları ve sonra kendi yer­lerine geri dönmeleri gerekir. Kendi bilgilerini diğerlerinin de istifadelerine arz etmeleri gerekir. Bu ilahi görevlerin yerine getirilmesinin, onları iş ve hayattan uzaklaştırmaması için sonraki nöbette de, başka bir grubun gitmesi gerekir.

Tövbe suresinin 122. ayeti bu emri şöyle açıklıyor:

"İnananlar toptan savaşa çıkmamalıdırlar. Her topluluktan bir taifenin dini iyi öğrenmek ve milletleri geri döndüklerinde onları uyarmak için geri kalmaları gerekli olmazını? Ki böylece belki yanlış hareketlerden çekinirler."

Müfessirler bu ayetin nazil olmasından sonra her seferde bir taifenin gittiğini, önceki sefere gidenlerin ise geride kaldık­larını, bu şekilde bir grubun daima dini hükümleri ve ilimleri öğrenmek için peygamberin yanında kaldıklarını naklediyor­lar.

O dönemde Allah'ın yüklediği görev şöyle yerine getiriliyor­du: Müslümanlardan her biri İslam'da bir şey öğrenmek ve di­ğerlerine öğretmek için çaba sarf ediyordu. Eğer onlar bir şey biliyorsa, biri bunu bilmiyorsa, onlardan sorması ve öğrenmesi gerekiyordu. Hem öğretiyordu, hem öğreniyordu. Hepsi kendi payına bu ciddi vazifeyi yerine getirmeye çalışıyordu.

Daha çok yetenek ve alakaya sahip olanlar Kur'an ve hadisi çok daha fazlasıyla tanımaya çaba gösteriyorlardı. Bazıları Kur'an'ın bütününü ezberliyorlardı, bazıları ise birkaç ayetten fazla bilmiyorlardı. Bazı kimseler yüzlerce hadis biliyorlardı, bazıları ise birkaç hadisten fazla bilmiyorlardı. Elbette Kur'an ve hadisi daha çok bilenler özel bir taife idi. Bu fazilet onlar için bir imtiyaz sayılmış oluyordu, ama bu, hukuk ve kanun bir imtiyaza sahip olmalarına sebep teşkil etmiyordu. Veya İslami hakikatleri öğrenmek ve öğretmek onlar için ailelerinin geçim­lerini sağlayan bir meslek ve iş değildi. Hind Brehmeni ve Ya­hudi lavisi için söz konusu ettiğimiz durumun benzeri burada söz konusu değildir işte.

Peygamber (s.a.a.) ve imamlar (a.s.) zamanında bu ölçü ye­terli idi. Bizim asrımızda ise bu ölçü gereklidir, ama yeterli de­ğildir.

Her yerde halkların İslam ilimlerini ve ahkâmını bilmeleri gerekir. Eğer yeni bir konu ortaya çıkarsa ve onlardan hiç birisi bunu bilmezse, onlardan birisinin mutlaka bunu araştırıp öğ­renmesi gerekir. Ama kimden sorması gerekir? Peygamberden veya imamdan mı? Veya bu konuyu peygamber ve imamla ko­nuşmuş olan kimseyle mi? Hayır. Çünkü artık bunların hiç bi­rine ulaşabilecek bir durumda değildir. Ne peygamber, ne imam, ne de bunlarla görüşmüş kimseler doğrudan onlara bir-şey ulaştıramaz. O halde ne yapmalı? Burada üçüncü bir mer­hale ortaya çıkıyor; O da, söz konusu mesele için hepsinin aynı fikirde olması (ittifak etmesi) gerekir. Müslümanlar arasında imamın ilmi yönden vekili olan, onun yerine geçen kimselerin olması lazımdır. Bu kimselerin aynı zamanda Müslümanların sorularına cevap vermeleri ve din problemlerine çözüm getir­meleri gerekir.

İslam peygamberi (s.a.a.) vefat eti, imamların zuhur devresi sona erdi. Onikinci imama halk ulaşamıyor ve yeni bir durum ortaya çıkıyordu. Kur'an'ın anlaşılması, rivayetlerin anlaşıl­ması, doğru rivayetlerin sahte ve doğru olmayan rivayetlerden ayırt edilmesi, hem konu hakkındaki çeşitli delillerin karşılaştırılması, hem de onlar arasından hakikatlerin çıkartılması gerekiyordu. Bunun neticesinde belki bir veya birkaç ilim ve ihtisas alam ortaya çıktı. Tefsir, fıkıh, ilmi rical... bunlara tam olarak ulaşmak için diğer ilimlere de vakıf olmak gerekmekte­dir. İslam'ın hakikatlerini İslam'a muhalif çeşitli kalemlerin saldırılarına ve çeşitli dil saldırılarına karşı savunmak için di­ğer bir ilim dalı olan İslami kelam ilmi ortaya çıktı. Müslüman­lar arasında bazı kimselerin bu ilimleri geniş şekilde öğrenmek için gayret göstermeleri ve bu alanlardı müçtehit veya görüş sahibi olmaları gerekir.

Belirtilen branşların her birinde ihtisas, diğer ilmi branşlar ölçüsünde çaba, fırsat, (imkan) feragat, kitap ve diğer araçlara gerek vardır.

Bizim geçmişimizde, bu ilimlerde çok değerli araştırmacılar çıkmıştır. İslam'ın ilk dönemlerinden şimdiki asra kadar bu araştırma ve incelemeler daima devam etmiş ve hiçbir zaman kesilmemiştir. Bizim rivayetlerimizde, hak yolunun bu müca­hitleri geniş bir saygı, ta'zim ve teşvik görmüşlerdir. Bu vazife ve mukaddes cihadın yerine getirilmesi için eşsiz sevaplar müjdelenmiştir. Onların mükâfatı dünya malı değildir. Ömürleri­ni mukaddes bir görevi yerine getirmek için harcayan kimseler işlerinin semeresini yer ve makamla değiştirmeyi aşağılık ve değersiz bir şey olarak telakki etmişlerdir. Buna ek olarak ri­vayetlerimizde; dini ilimler yoluyla dünyayı talep etmek şid­detli bir şekilde kınanmıştır ve kötü bir eylem olarak kabul edilmiştir. Dini ilimleri tahsil, bir farz-ı kifayedir. Ama bu ko­nuda fark vardır, yaşayışla ilgili fen ilimleri ve teknik ilimleri tahsil edenler tahsilin sona ermesinden sonra onu kendilerine bir meslek ve iş olarak edinebilirler. Kendi iş ve bilgilerini para ile mübadele edebilirler, geçimlerini bu yoldan temin edebilir­ler. Ama İslami ilimleri tahsil edenlere böylesi bir hak verilme­miştir. Onların işinin daha üstün ve daha temiz olması gerekir. Onlar meslek ve geçim temini düşüncesiyle ortaya çıkmamalı­dırlar. Fetva vermek veya dini meseleleri/hükümleri, açıkla­mak için ücret talep edilmesi bizim fıkhımızda haram olan şey­lerden sayılmıştır.

Bu açıdan çeşitli dini ilimler dalında araştırma ve inceleme yapanların hayat için gerekli geçimlerini başka yollardan te­min etmeleri gerekir. Eğer Müslümanlar arasında yeterli ölçüde bu tür insanlar bulunmazsa umumun maslahatlarım temin etmekle sorumlu olan İslami hükümetin bir taifeyi bu önemli görevi yerine getirmek için görevlendirmesi ve onların iş araç­larını ve hayatları için gerekli olan geçimlerini beytül mal'den karşılaması şarttır.

Eğer hükümet, İslami hükümet değilse ve İslam esaslarına bağlı değilse veya kendi görevini yerine getirmezse Müslü­manların diğer konularda olduğu, bu konularda da yetkilileri gibi, bu teşebbüse zorunlu kılmaları gerekir. Eğer olmazsa, bu önemli işi uhdesine alacak ve yerine getirecek bir teşkilat kur­maları ve bu teşkilatın masraflarını da kendilerinin karşıla­maları gerekir.

Böylece dini ilimlerin ve ahkâmın öğrenilmesi ve öğretilme­si gerek ikinci merhalede, gerekse üçüncü merhalede ilahi bir vazifenin yerine getirilmesidir ve her çeşit maddi düşünceden uzaktır. İslam bu konuda bir durum kararlaştırmıştır; eğer Müslümanlar uyanık ve akıllı olurlarsa, din ve dini ilimler hiç­bir zaman şahısların su-i istifadelerinin ve dünyayı talep etme­lerinin aracı olmaz. Bu yolla kutsal olan sosyal konularda özel mali ve mali olmayan imtiyazlara haiz, bunları kendisi için meydana getiren özel bir sınıf meydana gelmesi engellenmiş olur.

Kur'an'ın özellikle Yahudi ve Hıristiyan ruhanilerine ilişkin kısımları ve bizim rivayetlerimiz, ilim kapılarında, alim ma­kamında, hak ulemaya ve batıl ulemaya, İslami beğenen alim­lere, İslami beğenmeyen ve onu dışlayan alimlere işaret edil­miştir. İlim ve zühd satan, dini, ilmi ve takvanın tezahürünü diğer halka karşı mal ve şöhret kazanma aracı yapanların yü­züne İslam tüm kapıları kapamıştır. Ama her doğru planın icra edilmesi, elbette her zaman ve mekânda kamuoyunun uyanık olmasını ve otokontrol mekanizmasına ilerlik kazandırmasını gerektirir. Bu ve benzeri konularda eğer amelde bir sapma ve bozukluk meydana gelirse bu Müslümanların hakikatleri tanımamasından ve onların amelde yetersiz olmalarından dola­yıdır. Bu sapmalarla mücadele için ilk adım, İslami hakikatleri ilahi liderlerin (peygamberlerin) söyledikleri şekilde, umu­ma söylemektir. Bugünkü iletişim araçları ile tabiatıyla yayın ve fikirlerin ayılmasını kolaylaştıran diğer araçlarla, fikirlerin uyanışına yardım etmek daha da kolaylaşmıştır. O ölçüde de zaruri olmuştur.

Şu andaki şartlarda, mevcut imkânlara dikkat edilmesi ile dinin doğru olarak anlaşılması, halkın gönlünde doğru iman fi­danının dikilmesi, onun meyvelendirilmesi, İslam'ın dışarıda tebliği, Müslümanların dini vaziyetlerinin daha da iyileştiril­mesi zaruri ihtiyaçlar cümlesindendir. Herkesin bunlar için çalışması vaciptir (farz anlamında) Her kısım için, mücehhez fertler ve teşkilatlar meydana getirmeleri gerekir ki, uhdele­rinde ki işin üstesinden iyi gelebilsinler ve aşağıdaki açıklama­larla ile mevcut başsızlıklara ve sorumsuzluklara son verebil­sinler:

A- İlmi İşler

1-        Fıkıhta ve diğer ilimlerde içtihat, buna bağlı olarak fetva için taklit mercii.

 

2-        Akaid, usul, ahlak, tarih, tefsir vb. İslami meselelerde araştırma ve içtihad.

 

3-        Adı geçen ilimlerin çeşitli derecelerde tedrisatı İlk (giriş­ler), orta (yüzeysel), yüksek (dış) derecede bu ilimleri isteyen­ler için tedrisat.

B- Tebligat (Propaganda)

4-       İslam ülkeleri dışında İslami propaganda Dışarıda ika­met eden bir kısım Müslümanların korunması, diğer kısmın ise İslam'ın dışarıda genişlemesi ve halkın İslam'a cezp edilmesine yönelik olması gerekir.

 

5-   İslam beldelerinin içinde dini tebligatın devam ettirilme­si ve iyileştirilmesi Meselelerin/hükümlerin açıklanması, mescitlerde, tekkelerde ve diğer toplu yerlerde dini hitabeler ve konuşmalar. Halkın anlaması için İslami makaleler yazılması ve bunların kitap, dergi, gazete vb. yollarla yayınlanması. Sözlü ve yazılı olarak veya kitaplar şeklinde halkın dini soru­larına cevaplar olarak ortaya konması.

C) Eğitim ve Öğretim

6-     Anaokullarında, ilkokullarda, ortaokullarda, liselerde çocukların, öğrencilerin din eğitimi ve terbiyesi, dini yönden yol gösterilmesi. Üniversitelerde köklü, etkili ve amel ile içice öğrencilere dini yönden yol gösterilmesi ve onların din ile ıslah edilmeleri.

7-     Bütün herkes için, dini ıslah görevini üstlenen encümen­lerin kurulması.

Diğer önemli bir vazife:

Halkın farzları yerine getirmeye teşvik edilmesi, onların günahları ve haramları işlemesinin uygun ve etkili yollarla ön­lenmesi. Dini işlerin gidişatı sırasında genel gözetleme, yani iyiliği emretme ve kötülüğü nehyetme (emr-i bil ma'ruf, nehyi anil münker).

Bunlar Müslüman toplumun önemli ve hassas dini ihtiyaç­larından bazılarıdır. Bu işlerin her birinin yerine getirilmesi için yeterli bir grubun terbiye edilmesi, eğitilmesi gerekir. Her grup için uygun ve mükemmel şahısların yetiştirilebilmesi için, hedefleri açık ve metotları belli, ciddi kuruluşların oluş­turulması gerekmektedir.

Tüm bunlar İslami ilimlere derinlikli bir biçimde sahip ol­mayı gerektirir. Özellikle birinci ve ikinci maddeler için bilgili seçkin uzmanların terbiye edilmesi gerekir. Zira gerek fıkıh, gerekse diğer İslami konularla ilgili meselelerde görüş açık­lanması; oldukça karmaşık ve zor bir iştir. Bugün halk arasın­da, özellikle diğer çeşitli ilim dallarında tahsil yapmış olanlar arasında revaçta olan şey şudur: Kur'an, hadis, İslam tarihi hakkında özet ve kısır bir bilgi sahibi olmakla, kendilerinde il­mi ve fıkhi meseleler üzerine fetva verme hakkını görmektir. Bu cümleden olarak itikadi ve tarihi meselelerde görüş açıkla­mak, bazen geçmişteki bilginlerin veya çağdaş İslam bilginle­rinin görüşlerini kusurlu görmek ve bunları çirkin bir sapma olarak değerlendirmek de zikredilebilir. Oysa bu son derece za­rarlı bir tutumdur. Bu şekildeki tavırların önlenmesi için etkili adımlar atılmalıdır. Bence bu sapma bir sınıra kadar diğer bir sapmaya tepkidir. Dindarların bazıları hatta bazı dini yazar­lar ve konuşmacılar, her kitapta hadis ve rivayet diye zikredi­len bütün şeyleri İslami hakikatler olarak naklediyorlar ve çoklukla bu rivayetlere yaslanıyorlar. Bu türden sapmalar kimden gelirse gelsin, hangi etiket altında olursa olsun hoş ol­mayan bir şeydir ve zararlıdır. Nasıl ki tıp bir doktoru meslek erbabı olmayan, ama tıbbi meselelerde kısmi ve çözük bilgilere sahip bir kimsenin tıp konusundaki çok iddialı konuşmalara değer vermez ve bu iddiaları dudak altından gülümsemelerle değerlendirişe; bir fakih ve İslam bilgini de, İslami meselelerde ihtisası olmayan kimselerin çok iddialı sözlerini bu şekilde de­ğerlendirir. Her ne kadar görüş açıklayan kimse, bir doktor, bir kısmını da mühendis veya tecrübeli bir siyasetçi olsa bile. Eğer bir doktor, bir mühendis veya benzer kimseler gayret gös­terip bir kısmını da vaktinin kendi branşı dışında İslami ilim­lerden bir branşa ayırırsa, tahsil devresini geçirdikten sonra hayatının asi hedefini o branşta araştırma olarak kararlaştırırsa, görüş sahibi bir fakihin veya bir müfessirin makamına ulaşırsa, hiç şüphesiz, araştırdığı ve incelediği meselelerde gö­rüş açıklamaya hakkı vardır. Onun doktor veya mühendis un­vanı, onun yaptığı işin değerini artırmasa bile hiç şüphesiz, de­ğerini azaltmayacaktır. Nitekim geçmişte birçok kimse bu şe­kildeki çabalarıyla tanınmışlardır. Bunların araştırmaların­dan arta kalan çok kıymetli ve faydalı eserler, İslami eserler hazinesinde kendine has bir parlaklığa sahiptir. Bu bakımdan dini ve sosyal ıslahatlara ilgi duyanlar bu çeşit şahısların terbi­ye edilmesi için açık ve nispeten olgun planlar hazırlamışlar­dır. Eğer onların emrine gerekli araçlar ve geçim kaynağı veri­lirse, onbeş yıllık mükemmel bir planın yerine getirilmesi için mükemmel insanlar terbiye edilir. Böylelikle eğitilir ve işe ha­zır hale gelmiş olurlar.

Sekizinci madde konusunda şu noktanın ifade edilmesi ge­rekir; "İyiliği emretme, kötülüğü nehyetmenin birkaç merha­lesi vardır. Onun bazı merhaleleri İslami hükümetin özel yasal vazifeleri arasındadır ve bununla kesişmektedir. İslami hükü­met tarafından her grup için ilgili şahıslar görevlendirilir. Ama bunun diğer merhalesi ise, genel bir vazifedir. Sadece halkın bir kısmına veya ruhanilere mahsus bir görev değildir, iyiliği emretme ve kötülüğü nehyetmenin genel merhalelerinin te­mel şartlarından birisi; maruf ve münkeri, yani iyiliği ve kötü­lüğü dürüst ve doğru olarak tanımaktır. Bu ise cahil kimsele­rin başkalarının işine müdahale etmesi anlamında değildir. Diğer şartı ise doğru metodu tanımak ve kullanmaktır. Bu bağlamda ortaya konulacak tavırların şahıslar üzerinde güzel etki bırakması gerekir. Onları daha da kötü yapacak, dini vazi­felere karşı isyan ettirecek, onların imanını zayıflatacak bir üslup ve tavır benimsenen bir tavır değildir. Bu büyük vazife­nin yerine getirilmesi için bütün Müslümanların gerekli dini bilgileri öğrenmesi gerekir.

Belirttiğimiz kısımların her birinde programların esaslı ve köklü olması gerekir. Programlar da öz ve kısa olmalıdır, ama derin, meseleye vakıf ve yetkili insanlar vasıtasıyla düzenle­nip icra edilmelidir. Gerekli bütün araçlar ve masraflar bu işle­re içtenlikle gönül veren Müslümanların dayanışmasıyla kar­şılanmalıdır.

Bankacılık ve İslam'ın Mali Kanunları:

Faiz meselesinin incelendiği bir kaç din toplantıya katıl­dım. Bu konu çeşitli yönleriyle görüşülüyordu.

Faiz, çok önemli din ve iktisadi konulardan birisidir. Bu ba­kımdan konu hakkında geniş araştırmaların yapılması gere­kir.

"İslam'da Faiz" konusu çerçevesinde konuşulması gereken çok sayıda meseleler vardır. Bunların incelenmesi gerekir. Şimdi burada özet olarak bunlara işaret etmeye çalışacağım:

1   - Faiz nedir? Bugünkü dünya örfünde, İslam dışındaki gay­rimüslim milletlerde, acaba faiz gerçek anlamda tanınıyor mu? Mesela buğdayın tedavül fiyatı (narhı) kilo başına 6 riyal, arpanın fiyatı 3 riyal ise, eğer bir şahıs başka birine 20 kg. buğdayı 40 kg. arpaya satarsa onu tefeci sayarlar mı?

 

2   - İslam'dan önceki semavi dinlerde faiz

3      - Kureyş'te, Mekke'de, Medine'de, Hicaz'ın diğer bölgele­rinde Hıristiyanlar ve Yahudiler dışındaki kabilelerde faiz.

4      - İslam dinin de faiz

5      - Borçta ticarette ve diğer işlerde faiz

6      - Ölçü (işlem için ölçek yaptıkları şey) denk (işlem için çek­tikleri şey) iki para (altın, gümüş sikkeleri)

7   - Bu üç kısım dışında sayılı şeyler (işlem için saydıkları şey)

8-   Acaba borçta sayılı oluşluk da, faiz değil midir? (borçlan­ma ve sayıldık ile ilgili rivayetlere dikkat ediniz.)

9-   Acaba kâğıt para, iki paranın (altın ve gümüş) hükmünde mi, yoksa diğer malların hükmüne mi sahip?

 

10-  Diğer kıymetli evraklarda durum nasıldır?

11-     Acaba kâğıt para işleminde mutlaka faiz söz konusu ol­muyor mu?

12-     Hile vari bir şekilde faizden kaçmak nedir?

13-     İtibari işler farazi işler ve bunlar arasındaki farklar

14-  Bankacılık ve İslam'ın mali kanunları

Bunlar bu konunun esas meseleleridir, bunların bir kısmı işaret ettiğim birkaç dini toplantıda incelendi tartışıldı. Bu cümleden olmak üzere son mesele bir iki toplantıda incelendi, bu incelemenin neticesi bu yazıda görüş sahiplerinin inceleme­si e bilgisi için yayınlanıyor ki, onların çözümlemesi, tahlili, tartışma ve tenkitleri ile konu tamamlansın.

Faiz konusunun bütün sayılan yönlerden tam olarak ince­lenmesi ilmi, İslami araştırmaların gereklerden ve vacipler­den birisidir. Azim ve çaba gösterilerek ayetlerde, rivayetlerde gelen şeylerin, sünni ve şii fakihlerin söyledikleri, yazdıkları şeylerin, sosyologların, hukukçuların yaptıkları ilmi inceleme­lerin, faizin haram edilmesi ile ilgili rivayetlerle mukayese edilmesi ile, bu konuda mükemmel ve toplu bir araştırmanın yapılmasını, bunun ışığı ile faizle ilgili şüpheli konuların hep­sinin veya büyük bir kısmının açıklığa kavuşacağını ümit edi­yoruz.

Banka faaliyetlerini genel olarak iki gruba ayırmak müm­kündür: Biri, kar ve kazanç ile içice olmayan faaliyetler. Öbürü ise kazanç ve kar ile içice olan faaliyetler...

Birinci gruptaki faaliyetler; havale, cari hesap, çek, faizsiz tasarruf hesabı, diğer kıymetli ve parasal mübadeleler olarak zikredilebilir.

İkinci grup faaliyetler ise; ticari, zirai, sanayi, konut, mesle­ki, işletme, kredilerin verilmesi gibi işlemlerdir.

Birinci gruptaki faaliyetler hayatı, ticaret ve alışverişi kolay­laştırmada çok etkilidir. Yalnız şahsa veya topluma bir zarar getirmeksizin bu kolaylığı sağlaması gerekir.

Mesela, Abadan'daki bir baba, Kum ilim havzası veya Tah­ran Üniversitesi gibi ilim merkezlerinde okuyan bir çocuğu­nun aylık tahsil masraflarım göndermek istiyor.

Diyelim ki Zahidan'daki bir tüccar İsfahan'dan birisinden ödünç aldığı parayı sahibine göndermek istiyor.

Bu durumda bunların ya bulundukları yerden hareket edip, onca zahmete ve masrafa katlandıktan sonra, parayı yerine ulaştırması veya oraya giden bir başkası aracılığıyla borcunu iade etmesi gerekir. Her iki halde de zahmet ve huzursuzluk söz konusudur oysa. Bu durumda insan için en elverişli ve gü­venli yol; aracı kuruluşlarla çalışmasıdır. Bu tür kuruluşlar daha az bir masrafla bu işleri gören ve kolaylık içerisinde yeri­ne getirebilir.

Aracı kuruluşlara olan ihtiyaç ortadadır. Mesela, bir kişi dü­şününüz ki biriktirdiği paraları hırsız korkusu taşımadan gü­venli bir yere emanet olarak bırakmak istiyor. Bu durumda iti­mada layık kuruluşlar tasarruf sahipleri için hayati öneme sa­hip kuruluşlardır. Tasarruf sahipleri paralarım istedikleri za­man tekrar çekmek suretiyle bayağı rahatlamış ve her türlü endişeden uzak kalmış olurlar.

Yine satın alma veya alışverişte yüksek meblağdaki parala­rın sayımı bile başlı başına bir problemdir. Hem zaman kaybı açısından ve hem de muhtemel sayım hataları açısından bu böyledir. Onun için bu şekildeki alışverişlerde çek kullanmak daha bir kullanışlıdır.

Bu ve benzeri sebepler yüzünden bankaların değeri inkâr edilemez. Hayatta bunları göz ardı etmek hiç de akıllıca değil­dir.

Bankalar geniş ve düzenli teşkilatlarıyla, güven verici ko­numlarıyla, faydalı işleri organize ediyorlar. Bu ihtiyaçlar banka kuruluşlarının varlığının gerekliliğini ispatlamaya ye­terlidir.

Ama faizin haram oluşunun sınırları ne kadar geniş sayılır­sa da, bu saydığımız cinsten banka işlerine en küçük bir darbe vurmuyor ve zarar vermiyor. İslami bir toplumda gerek devlet, gerekse fertler bu çeşit işleri yerine getirmek için gerekli ku­rumları kurabilirler, yaptıkları işlere karşılık olarak da yeterli bir ücret almak suretiyle faize bulaşmayabilirler pekala.

Bankaların cari hesaplarla ilgili muameleleri bedava olarak yerine getirmelerinde hiç bir engel yoktur. Tasarruf hesapla­rında buna ek olarak bir kar vermeleri, bu karın ve diğer mas­rafların, kazanç biriminden ödenmesi ayrı bir konudur. Büyük banka sahiplerinin tefecilik yoluyla borç alanlardan kazanç al­maları, kar temin etmeleri konusu ile faizsiz cari muameleler ve tasarruf hesapları ayrı konulardır. Havale gibi işlerde yeter­li bir iş ücreti alırlar, teşkilatın masraflarını ve banka sahiple­rinin masraflarını bu yoldan temin ederler.

Elbette cari hesaplarla ilgili muameleleri bedava yapan ve tasarruf hesabına kar veren şimdiki faizci ve tefeci bankaların varlığı ile, bu plan ve esas dâhilinde bir banka meydana getiri­lemez. Ama eğer ilahi konumlara uygun olarak her yerdeki fa­izcilik/tefecilik yasaklanırsa, hatta devlet bankalarında da ya­saklanırsa, banka kuruluşlarının hepsi cari hesaplar ve tasar­ruf hesapları için de iş ücreti almaya mecbur olacaklardır.

Halk, işin rahat ve güvenli olmasını istediği için bu kuruluşla­ra ilgi gösterir ve gerekli ücreti çaresiz olarak öder. Böylelikle faize bulaşmayan bankacılık sistemi kendiliğinden gelişir.

Demek ki İslam'da faizin yasaklanması ile birinci gruptaki işlemlerin önü hiçbir şekilde alınmamış oluyor. Tersine Müs­lüman toplum, bu şekildeki kolaylıklardan, faydalı ve güvenli yöntemlerden mahrum edilmemiş oluyor.

İkinci gruptaki işlere gelince... Bugün dünyanın çeşitli yer­lerinde icra edildiği şekliyle bu tarz faaliyetlerin hedefi, sadece iktisadi durumu iyileştirmek değildir. Bu tür banka faaliyetle­rinin asıl hedefi; çoklukla faizcilik ve tefeciliktir. Ama şekli teş­kilat ve düzeni ile saygın bir imaj oluşturmaya çalışıyorlar. Eğer iktisadi durumun iyileşmesi, ilim ve sanayinin ilerlemesi üzerinde bir etkiye sahip olmuş olsalar bile, bu etki ikinci dere­cededir.

Bu bankalar, gerek özel, gerek devlet, gerekse uluslararası bankalar olsun, daima faizcilik yolunda kendi sermayelerini işe sokmak ve bu iş için en iyi ortamı ve fırsatı yakalamak telaşı içindedirler.

Eğer bunların bazı konularda borç vermeye veya kredi ver­meye çaba gösterdikleri görülmüşse, bu bankanın itibarını yükseltmek içindir. Bu, bir müessesenin, bir milletin veya dün­ya halkının iktisadi durumunu iyileştirmek ve sağlamlaştır­mak için değildir. Kendileri içindir, kendilerinin reklamları içindir. Bunlar kendi fayda ve kar ortamlarını her zaman için korumak isteyen kurnaz kapitalistlerdir. İşin sonunu düşünen parazitlerdir. Çünkü kredi verdikleri insanların kanlarını o kadar emiyorlar ki, ayağa kalkacak takat bırakmıyorlar onlar­da. Ancak nefes alacak derecede hayat bırakıyorlar. Böyle ya­pıyorlar ki avuçlarına düşenler ölüm ile yaşam arasında bitki­sel bir hayat sürsünler ve sürekli kendilerine muhtaç olsun­lar.

İslam’ın mali ve ticari kanunları, hiç kuşkusuz bu türden (ikinci grup) faaliyetleri haram kılmıştır.

Bu haram kılma ile beraber artık, özel sermayedarlar kendi sermayelerini kredi, banka borcu şeklinde vermeye veya faizsiz borç şeklinde vermeye yanaşmıyorlar.

O zaman şu soruları ön plana çıkarıyorlar.

1-   Büyük sanayi, ziraat, nakliye ve ticari faaliyetler büyük sermayeler istiyor. Bu borçların bir kısmı alışılmış olarak ban­ka borçları aracılığı ile temin ediliyor. Eğer kazançlı, karlı borçlar haram sayılırsa, bu faaliyetlerin genişlemesi ve sonuç­ta ilim, sanayi ve iktisadın ilerlemesi darbe yemiş olur.

2-   Çok sık olarak bir işçi, esnaf, çiftçi veya sanatkâr sıkıntıya düşüyor, çok az bir borçla bir takım işlere açılıyor. Bu borç ücre­ti faizli bir borç bile olsa, onun için büyük bir nimet oluyor, an­cak faizli borcun haram edilmesi ile bu grubun işlerinin geliş­mesi engellenmiş oluyor. Çoğunlukla zararlı çıkan zavallı hil­alle oluyor.

3-   Konut kredileri ve iş kurma kredileri adı altında borç ve­ren müesseseler her ne kadar kazanç (faiz) ile içice olsalar da, yoksul sınıfın refahı için birer araç oluyorlar; bu faizli bor­cun/kredinin haram sayılması ile bu araç da, yoksul sınıftan alınmış olur, onlar zavallılık ve çaresizlik içinde bırakılmış olur, deniliyor.

Problemin Çözümü

Büyük sermaye veya büyük sermayedarlık... Birinci soruda bu iki kavram yanlışlıkla birbiri yerine kullanılmıştır, (kav­ramlar karıştırılmıştır.)

Hiç şüphesiz geniş, yaygın sanayi, zira işleri ile ilmi ve tek­nik ilerlemeler konusunda büyük sermayeler lazımdır, ama büyük sermayedarlar lazım değildir. Durum daima, belli ve sı­nırlı bir şahıs veya şahıslarla ilgili değildir. Büyük sermayeleri meydana getirmenin yolu, sadece bu alışılmış tarzıyla, (kapi­talist ülkelerde olduğu gibi) bankalardan az faizli krediler, çok faizli krediler veya borçlar almak değildir.

Büyük sermayelerin meydana getirilmesi için bundan baş­ka yollar da vardır. Bu uzun bir süre dünya iktisat uzmanları­nın dikkatini çeken bir konu olmuştur.

Büyük anonim şirketlerinin kurulması, üretimde yardımlaşma, masrafta yardımlaşma, hem üretim hem masrafta yar­dımlaşma kuruluşları... İle küçük sermayedarlarla büyük ser­mayedarlar bir araya getirilebilir, ilerleme ve iktisadi faaliyet­lerin genişletilmesi yolunda işe girişebilirler. Yalnız bu, kapi­talistlerin ve faizcilerin işin içine girmemeleri şartıyla olmalı­dır.

Bu tarz şirketlerde eğer bir kazanç elde edilirse bu kazanç, daha çok şahıs arasında bölünmüş olur. Servet birikimi sonuçta az sayıda bir grubun elinde toplanmamış olur, bu şahıs, ikti­sadi ve sosyal adaletin gerçekleşmesine yardım etmiş olur. Toplumda tahakkümcü, ayyaş, israfçı, lükse tapan büyük ka­pitalistlerin meydana gelmesi bu yolla kapatılmış olur. Bunun bu şekilde meydana gelmesi, ümmetin fertleri arasında büyük bir yakınlaşma doğurur, fertler arasındaki iktisadi uçurumu kapatır.

Bu nedenle, faizin haram kılınması büyük sermayenin mey­dana gelmesini değil, büyük kapitalistin meydana gelmesini engelliyor. Bu da, çok iyi bir şeydir şüphesiz. İslam'ın bu görü­şünü son asırların ileri sosyal görüş sahiplerinin çoğunluğu da paylaşmamaktadır.. Eğer bu icra edilseydi şu an görülen; yeni yetme, asık çehreli, ifrat rejimlerinin ortaya çıkması engellen­miş olurdu.

Bunu da geçelim, sağlam ve dürüst devletler, özel kapitalist­lerden çok daha iyi bir şekilde büyük sanayi yolunda geniş su­lama ve zira projelerine sermaye koyabilirler. Çünkü dürüst devlet, milletin işçisi ve temsilcisidir. Bu sermayeyi koymak milletin menfaati ve maslahatı icabıdır.

Kapitalist ülkelerde; büyük sanayilerin millileştirilmesi, baraj, yol ve demir yollarının yapımı ile deniz yollarının devlet tarafından işletilmesi, bunun yanında sosyalist ülkelerin de ilim, teknik ve iktisadi yönden hayret edilecek derecede ilerle­mesi, büyük sermayeleri oluşturma yolunun sadece faizci bü­yük kapitalistlere mahsus bir girişim olmadığım göstermekte­dir.

Söz gelişi, devletler iyi bir tüccar ve iyi bir müteşebbis değil­dir diyelim. Ayrıca iktisadi işlerin idaresini, kültürel işleri, sağlık ve bayındırlık işlerini özel teşebbüslere devredelim ve dolayısıyla serbest rekabetin olması iyidir diyelim; hatta dev­letlerin bu tür meselelere doğrudan girişmekten sakınması, şahsim yeteneklerin ön plana çıkması için özel teşebbüse yolu tamamen açmaları gerekir diye düşünelim. Onlar özel faali­yetleri, doğru yollarla geniş halk kitlelerinin menfaatlerine ve maslahatlarına uygun olarak yerine getirmekle görevlidirler. Bu durumda, özel bankaların genel bütçelerinden bu çeşit ikti­sadi yardımları tesis etmek de devletlerin görevidir. Bu saye­de, şahıslara ve özel kuruluşlara büyük ve küçük faizsiz kredi­ler vermek memleketin iktisadi nabzını daha iyi bir şekilde el­de tutmak demektir. Bu durum kendi kendine, hükümetin ül­ke iktisadına hâkim olmasını ve ülke iktisadına uygun olan yardımı yapmasını sağlar. Devlet için oldukça hassas ve uygun bir fırsat meydana getirir, böylece ümmetin maslahatlarını, özel borç alanların menfaatlerinden önceye almasını sağlar. Milletin sermayesi, kendi fertleri ve kendi eliyle kurulmuş olur; şahsi servet arzusu, hazine talep etme ve hazine oluştur­ma yolunda değil. Devletler, şahısların bu kredilerle elde ettik­leri menfaatlerden faydasına ağır vergiler alabilir ve milletin refahı yolunda harcayabilirler. Bu da tekrar, tahakkümcü, ay­yaş, lükse tapan, saçmalayan kapitalistlerin meydana gelme­sini önlemek için gereklidir, bu durum, bir ümmet içinde kor­kunç denilebilecek sınıfsal uçurumları kapatmaya yardım et­miş olur. İkinci ve üçüncü sorular konusunda da iki yol var­dır.

1- Karz-ı hasene (borç) veren şahıs, grup veya kuruluşlar:

Allah karz-ı hasene için kararlaştırdığı ve buyurduğu bü­yük sevap ile onu sadakadan ve karşılıksız yardımlardan daha üstün ve daha iyi saymıştır. Eğer müspet yönde çalışmalar yapılırsa bu şekildeki müesseselerin meydana gelmesi için yol açılmış olacaktır.

Karz-ı hasene kuruluşları, kendi cari masrafları için uygun bir iş ücreti olarak belli bir yüzde veya belli bir miktar alabilir­ler. Ama borcun aslı için ücret yoktur. Karzı hasene kuruluşu­nun bilançosu sene sonunda bir kazanç ve kar göstermekte­dir.

Karz-ı hasene konusunda dikkat çeken bir noktanın varlığı şimdiye kadar fark edilmemiştir.

Zekât kanunlarına uygun olarak, para, gümüş ve altın nisab miktarına ulaşırlarsa, onbir aydan fazla, durgun olarak durur­larsa bunlardan zekat, yani İslam'ın ebedi vergisinin alınması gerekir. Bu ilahi vergi (zekât), yüzde ikibuçuktur. Eğer o sene zarfında bu para üzerinde, bir defa bile yapılırsa -mesela, borç olarak verilmiş olursa- artık ona bu vergi taalluk etmez.

Eğer kağıt para, zekat konusunda altın ve gümüş para hükmünü taşırsa veya kağıt para konusunda ihtiyat edilirse, İs­lam devleti ve hükümeti nisab miktarına ulaşmış ve durgun olan bu kağıt paralardan zekat gibi bir vergiyi almayı vaz eder­se, bu durumda kendiliğinden, şahsi, grup veya yarı devlet tü­ründeki karz-ı hasene kuruluşlarının kurulması için sermaye temin edilmiş, milli sermayeler işe koyulmuş olur. Milli tasar­rufların da faizsiz olmaları kararlaştırılmış, bu kuruluşların sermayesini temin etmek için diğer bir yol açılmış olur.

2- Devlet bankaları

Eğer birinci yoldan yeterli netice elde edilemezse, tekrar ge­nel bütçeden esnaf, sanayi, ziraat, konut yapımı, iş kurma için kredi veren bankalar teşekkül ettirmek devletin görevidir. Bu bankalar da kendi cari masrafları için uygun bir iş ücreti alır­lar, ama borcun aslı için bir ücret alınması söz konusu değil­dir.

İran ziraat bankalarının kurulması, ipotek alan ve iş kuran, kredi veren bankaların kurulması ise önce bu amaçla ve bu tarzda olmuştur. Bu bankaların devlet için bir fayda temin et­mesi kararlaştırılmamış, hatta borç veren bankanın cari mas­raflarının bu yolla temini yoluna da gidilmemiştir.

Maalesef son birkaç senede bu bankalar, sermaye artışı ba­hanesiyle özel sermayeleri milletin sermayesine ek olarak kendi bankalarına ilave ettiler ve bu değişikliğin karşılığı ola­rak da faizci kuruluşlar olarak ortaya çıktılar. Artık bu banka­lar yardımlaşma ve kredi verme özelliklerini kaybettiler.

Sonuç:

Faizin haram sayılması, bankaların sosyal, iktisadi ve milli herbiri menfaatlerine darbe vurmamaktadır.

Bankacılığın bu şekilde kazançsız ve faizsiz olarak, yalnız iş ücreti olarak faaliyet göstermesi, milletlerin refahı ve saadeti yolunda, sadece, haram olan bir işten sakınmış olmakla kalmı­yor, belki kifaye olan gereklerden, vaciplerden ve devletlerin yükümlülüklerinden biri oluyor bu durumda.

Faizin haram edilmesi ile, faizci kazanç yolunda olan faizci kapitalistlerin menfaatlerini temin eden, sermaye tahakkü­münde, bulunan israfçı, ayyaş, lükse tapan kapitalist sınıfın meydana gelmesine aracı olan bankacılık haram edilmiştir as­lında. Bu durum İslam'ın mali ve ticari kanunlarının en büyük meziyetlerinden birisidir.

Tahrif ile Mücadele İslam Peygamberinin Hedeflerinden Birisiydi

Tahrif, dinin tahrifi, tahrif faktörleri, Hıristiyanlık ve Yahu­dilik dininde tahrif, Tahrif, bir dinin takipçileri arasındaki ih­tilaflarda önemli bir faktördür. Tahrif ile mücadele, peygam­berlerin bi'setinin gereklerinden biridir.

Acaba İslam dinine tahrif nüfuz etmiş midir? Eğer nüfuz et­miş ise bunun için neler düşünülmüştür? Bir İslami araştırma­lar merkezi kurulmasının gereği ve bu merkezlerde riayet edil­mesi gerekli şeyler.

Hicri, kameri 1382 yılında (1962) bi'set günü, Tahran Üni­versitesi Öğrencileri İslami Encümenleri, son bir kaç yılda alı­şılmış şekle uygun olarak öğrenci evlerinde, yani Emirbad'da-ki Tahran Üniversitesi mahallinde bir merasim ve şenlik ter­tiplemişlerdi. Bu kutlu İslami toplantıya katılmam ve Resulü Ekrem (S.A.A) in bi'seti ile ilgili bir konuda sohbet etmem için beni de davet etmişlerdi. Bu çeşit davetleri kabul etmek imkânım bulunmadığından bunu kabullenmek benim için zordu. Müslüman öğrenci kardeşlerin, bu çeşit etkili, faydalı, mera­sim ve faaliyetler tertiplenmelerindeki kusursuz ve samimi il­gileri, kendi hedefleri yolunda böylesi gayretleri, bende öylesine bir etki bıraktı ki, davetlerini kabul etmemezlik ve onların isteklerinden dolayı gitmemezlik etmedim.

Allah'ın yardımıyla o gün, talebe arkadaşların o sıcak, çok şuurlu ve heyecanlı toplantı yerlerinde hazır bulundum, Top­lantı yerine büyük bir mutlululuk hakim idi.Tahran üniversi­tesindeki bir grup faal Müslüman genç, üstü kapalı ve onların en büyük salonu olması muhtemel bir yeri hazırlamışlardı. Bu salonun kapasitesi beş yüz dinleyiciden fazlasını almaya mü­sait değildi. Bir araya toplanmışlar ve en büyiik dinin ayağa kalkış günleri olan peygamberin risaletinin binüçyüzdoksandört veya doksanbeşinci yıl dönümünü kutluyorlardı. Toplu­mun bu verimli evlatlarının kutlama törenine katılmak için, Tahran ve Kum ulema ve bilginlerinden bazılarını, birkaç tane profesör ve halkın çeşitli tabakalarından da bazı şahıslar, bu kutlama toplantısına büyük bir ilgi duyup katılmışlardı. Bu kutlamanın şuur ve heyecanı hazır olanları etki altına almıştı. Katılanların çoğu yer darlığı nedeniyle dışarıda ve ayakta kal­dı. O gün üniversite mahallini gezmeye ve talebelerce bu tarz toplantı ve anma merasimleri için daha uygun bir yerin ön görülüp-görülmediğini araştıramadım. Her halükarda Tahran Üniversitesi mahallinde asgari iki bin kişilik münehhez, bir geniş bir salonun inşa edilmesi zaruridir. Böylesi bir salon, öğ­renci evinde kutlanan bu tarz dini kutlamalara ve toplantılara daha çok sayıda insanın katılması ve talebelerdeki dini şuur ve ilgiyi kuvvetlendirmek için etkili bir faktör olacaktır.

O gün bir saat kadar "Tahrif ile mücadele İslam peygambe­rinin (S.A.A) risaletinin hedeflerinden birisiydi" konusunda bir konuşma yaptım. Bu konu arkadaşların ilgisini çekti. Bir süre sonra "şia mektebi'nin muhterem yayıncıları bu konuş­mayı mektebin beşinci yıl dönümünde yayınlamak istedikleri­ni teklif ettiler, ama maalesef o günkü konuşma kayda alınmış olduğundan, mecburen konunun daha olgun bir şekilde yazıl­mış olması gerekiyordu. Bu şekilde yazılanlar konuşma metni­nin dışına çıktı ve ayrı bir makale oluştu, ancak o söylediğim konuların çoğunu az veya çok ihtiva etmesi mümkündür bu makalenin.

İslam peygamberinin (S.A.A) risaleti çevresinde oldukça ge­niş manevi, maddi, ferdi ve sosyal meseleler mevcut idi. İslam’ın bütün bunları incelemesi ve bunları nihai çözümünü kendi hedefi olarak kararlaştırması gerekir. Bu meselelerden birisi, dini, tarihi, sosyal gerçeklerin ve olayların tahrif edilme­si idi. Özellikle Ehli Kitabın, yani Yahudilerin ve Hıristiyanların dini talimleri, asıl şekillerinin dışına çıkarılmış ve çirkinleştirilmişti.

İslam öğretisinin halkın kalbine nüfuz etmesi için bu ters ve alaşağı edilmiş ve ayrıca "din" unvanıyla halka şiddetli bir şe­kilde nüfuz etmiş öğretilerle mücadele edilmesi ve onun en hassas örneklerinden bazılarının tanıtılması gerekirdi. Zira bu tahrif olmuş öğretilerin kökleri, halkın kalbinden sökülüp atılmayıncaya kadar, hakikatleri kabul etmeleri için gerekli boş­luk oluşmuyor kalplerinde.

Tahrif

Tahrif, inhiraf, harf aynı köktendir. Harf, yani yön, taraf, kenar ve ağız demektir. Masanın harfi, masanın dörtkenarı olması, yani masanın dörtkenara sahip olmasıdır. Yerin üze­rinde olan her cismin birkaç kenarı, yani birkaç yanı vardır. Cismin yeryüzündeki vaziyetinin dengeli olması için etrafının ve kenarlarının dengeli bir duruma sahip olması gerekir. Eğer bir taraf veya kenar, eğik durumda olursa, o cisim dengesini kaybeder ve düşer. Bu durumda cisim inhirafa mahkûm ol­muştur, diyoruz. Tahrif, bozmak, yoldan çıkarmak, sapmak demektir.

Dinin Tahrif Edilmesi

İnsanlık tarihinin inkâr edilemez gerçeklerinden birisi şu­dur: Her din, her mezhep, her felsefi ekol, her ahlaki veya sos­yal ekol zamanla sapıyor, insan elinin değmesi ile birlikte ilk zamanki şeklinden çok şey kaybediyor. İlk haliyle kalmış, ilk kurucusunun meydana getirdiği asıl şekliyle baki kalmış, de­ğişikliğe uğramamış hiçbir yöntem ve yol bulamazsınız.

Bu değişme ve dönüşme bazen tekâmül yolundadır. Yani din ve yol o asli rotasında ilerliyor, kemale eriyor, buna "tekâmül" diyoruz. Bazen bu ilerleyiş tekâmül yönünde değildir. Belki ak­sine, din ve yol kendi yönünden sapmakta ve asıl istikametin­den çıkmaktadır ki, buna "tahrif diyoruz.

Tahrif faktörleri

Bir dini, bir mezhebi, bir fikri veya bir yolu tahrif eden çeşitli faktörler vardır. Bunları aşağıdaki dört kısımda özetlemek mümkündür.

A- Halkın yıllarca sürekli olarak huy edindiği ve kolaylıkla kurtulamadığı adetler ve yönelişler. Bu çeşit adetlere ve yöne­lişlere tutkun olan bir halk, yeni bir dine veya yola girerse, bazen yüzde yüz, dininin kendileri için seçilmiş olan sünnetleri­ne, kanunlarına veya girdikleri yolun kanunlarına, gelenekle­rine teslim olacakları yerde, ondan bir kısmını te'vil ve tefsir ediyorlar, azaltıp veya çoğaltıyorlar. İşi öylesi bir yere vardırı­yorlar ki, kendi gönüllerinin istediği şekle uygun yapıyorlar, kendi alışılmış adetlerini ve yönelişlerini son sınıra kadar ko­rumak istiyorlar.

B- Sermaye, baskı, servet ve kudret sahibi zorba efendilerin müdahalesi ve nüfuz ettiği işler. Kendi servet ve kudretlerini korumak veya genişletmek için bütün araçlardan hatta din ve mezhepten bile faydalanmak istiyorlar. Bunlar kendi maksat­larına ulaşmak için hiçbir şeyi esirgemiyor, gereken her yerde bir takım araçları, dini hakikatleri yorumlayarak, te'vil ede­rek, azaltıp veya çoğaltarak yerinden oynatıp koparıyorlar. Böylece kötülüklerinin beslenmeye üremesine bir engel olan dinin yaratıcı kudretini azaltmak, mümkün olduğu ölçüde onu ellerinin altında mütevazı bir şekilde, kendi emellerine alet olacak ve kendi haksız tecavüzlerine göz yumacak şekilde ol­masını arzu ederler.

 C- Diğer inançlar ve görüşlerle karşılaşma. Her din ve yol kendi nüfuz alanında, kaçınılmaz olarak diğer dinler, akideler ve yollarla karşılaşmaktadır. Bu karşılaşmada ister istemez o görüşlerin bir kısmı bu dine yapışıyor, başka bir tabirle, ona nüfuz ediyorlar. Hatta bu karşılaşmada, bu yeni din ve yol, di­ğer dinlere ve yollara galip geldiği zaman dahi o dine sirayet etmiş noktalar yabancı inançların nüfuzundan tam olarak koru­namıyor.

D- O dinde ve yolda hükmü tam olarak açıklanmamış olan yeni meseleler ve yeni konularla karşılaşılması. Bir dinin ve o yolun istikrara kavuşmasından sonra onu takip edenler, yeni meselelerle karşılaşmaktadırlar. Bunlar dinin meydana geldi­ği zamanda mevcut olmayıp, sonradan ortaya çıkarılmışlar­dır.

Şu anın ve geleceğin bütün meselelerini ve bütün konularım tek tek ortkaya koyan ve onların hükümlerini tam bir açıklıkla belirten hiç bir din ve düzen yoktur. Bu şekildeki mevzuat hük­münün bir dinin veya düzenin külli kanunlarından alınıp hü­küm çıkarılması gerekir. İşte burası şahsi ve sınıfsal zevklerin etkisinin arttığı bir sahadır. Böylesi bir durumda, o dinde veya yolda ekseriya tahrif (sapma) meydana gelmektedir.

Yahudilik ve Hıristiyanlık Dinlerinde Tahrif

İslam'ın ortaya çıktığı çevrede, yani Hicaz'da özellikle Mek­ke, Medine, Taif ve bu beldelerin etrafında, dikkati çeken bir din de ehli kitap dini, yani Yahudilik ve Hıristiyanlık dinleri idi. Sınırlı sayıdaki bazı insanlar da kendilerini İbrahim (Â.S) m dininin varisleri olarak tanıtıyorlardı. Diğer kesim ise muhte­lif görüşlere sahip idi, ama putperestlik hepsinin ortak özelliği idi. Yahudiler ve Hıristiyanlar kayda değer, bir dini değere sa­hip idiler. Irak, Şam, Yahudi hahamlarının, Batı Roma ve Do­ğu Roma tarihi kaynaklarının nakline göre bazı Yahudi ha­hamları ve bazı Hıristiyan ruhbanları avamdan idiler, okuma yazma bilmiyor, hemen hemen Hicaz'da okuma yazma bilme­yenlerin başında geliyorlardı.

Yahudi hahamları ve Hıristiyan keşişleri bu iki dinin takip­çilerine, bu iki semavi dinin hakikatlerine oldukça aykırı olan inanç ve hükümler sunuyorlardı.

Bazı konularda bildikleri dini hakikatleri gizleyip, halka söylemiyorlar, gerçek vesikaların halkın eline geçmesini en­gelliyorlardı. Görevleri dini hakikatleri ilan etmek olduğu hal­de onların üstünü örtüp, gizliyorlardı: "Allah, Kitap verilenlerden, onu insanlara açıklayacaksınız ve gizlemeyeceksiniz diye ahid almıştı. Onlar ise, onu arkalarına atıp az bir değere değiş­tiler. Alışverişleri ne kötüdür." (Al-i İmran-187)

Yahudi ve Hıristiyan din adamlarının dini hakikatleri gizle­mesi çeşitli ayetlerde nakledilmiş ve kınanmıştır. "Onların bir kısmının okuyup yazması yoktu, Kitab'ı bilmezlerdi; bildikleri sadece bir takım yalan ve kuruntulardı. Onlar ancak vehim içindedirler. Vay, Kitab'ı elleriyle yazıp, sonra da onu az bir değere satmak için, "Bu Allah katındandır" diyenlere! Vay elle­rinin yazdıklarına! Vay kazandıklarına!" (Bakara-78,79)

Sonraki üç ayette menfaatperest ve yalancı hahamlar ve ke­şişler anlatıldıktan sonra bu yalancı din adamlarının, din adıy­la yaptıkları ve Allah'a karşı iddia ettikleri sözlerinden örnek­ler verilmektedir: "Ateş bize sadece sayılı birkaç gün değecek­tir?" derler; sor, A "Allah katından bir söz mü aldınız ?" (Bakara-80)

"Hayır, öyle değil; kötülük işleyip suçu kendisini kuşatmış olan kimseler; Cehennemlikler işte onlardır. Onlar orada te­mellidirler. " (Bakara-81) "İnanıp yararlı işler yapan kimseler cennetlik olanlardır, onlar da orada temelli olanlardır." (Bakara-82)

Bazen de doğru olmayan tefsir ve te'viller de bulunuyorlar­dı. İlahi ayetleri kendi heva ve heveslerine göre uyguluyor, ger­çek ve asıl anlamlarından saptırıyorlardı.

"Size inanacaklarını umuyor musunuz? Oysa onlardan bir takımı Allah'ın sözünü işitiyor, ona akılları yattıktan sonra, bile bile onu tahrif ediyorlardı." (Bakara-75)

Bu çeşitli tahrif konulan: Dinin hakikatlerinin gizlenmesi, çeşitli konulan din adıyla ortaya koymaları, dini rivayetlerin ve ayetlerin uygun olmayan bir şekilde tefsir ve te'vil edilmesi olarak ortaya konabilir. Tahrifatçılar bunu sadece kudret ve mülk sahiplerinin hatırı için yerine getiriyorlar, bu mütecaviz­lere hoş görünüp, onların hizmetinde bulunuyorlardı. Onlar da bunlara para veriyorlar, hem bunlara, hem de bunların halkı aldatma pazarı yaptıkları sıcak mabetlere hürmetkârlık gös­teriyorlardı. Onları sade ve boş bir levha gibi olan halkın sırtı­na bindiriyorlardı.

Semavi kitapta tahrif ve bozma öylesi bir yere varmıştı ki, birinin, ondaki hakkı; batıldan ayırıp, tanımayı başarması mümkün değildi. Dini kitapların metinlerine de el uzatılmış ve tahrif edilmişti. Tevrat ve İncil tefsirleri daha da kötü yapıl­mıştı, bunlar tahrifi arttırıyorlardı. Meşhur her rahibin söyle­diği çoğu şeyler Allah'ın kelamından ve vahyinden sayılıyordu. Hatta tecrübeli olan araştırmacıların ve görüş sahiplerinin bi­le işin içinden çıkması mümkün değildi.

Tahrif Bir Dinin Takipçileri Arasındaki ihtilaflarda Önemli Bir Faktördür.

Bu sersemletici tahrifler, bir dinin takipçileri arasındaki şiddetli görüş ayrılıklarında, ihtilaf kaynağı olmaktadır. Birli­ğin kökünü bu tahrifler kazıyor, onları muhalif ve zıt gruplar şeklinde ortaya çıkarıyor. Bu tefrika bir taraftan onları zelil ve düşkün yapıyor, çeşitli sosyal fesatlar ortaya çıkarıyor, diğer taraftan menfaatperest mollaların yalan hadis ve ayetler uy­durmaları için zemin hazırlıyor. Din adıyla çeşitli hurafelerin meydana gelmesine ve ilgi toplamasına ortam hazırlıyor.

Tahrif ile Mücadele Peygamberlerin Risaletinin Gereklerinden Birisidir

Tahrif ile, dinde çatlak meydana getirip, o dinin mensupları arasında ihtilaf ve bozgunculuk ortaya çıkan ve dini hakikatle­rin üzerindeki perdeyi kaldırmak için bir vasıta gerekir. Dün­yayı seven âlimlerin, gizlediği hakikatlerin açıkça bilinmesi gerekir, kendi yanlarından uydurup Allah'a nispet ettikleri şe­yin tanınması gerekir. Uygun olmayan haksız tefsir ve te'vil ile asıl anlamından tahrif edip bozdukları şeyi, kendi gerçek anlamına döndürecek ve bu şekilde dini konuları rayına otur­tup, keşmekeşliğe son verecek, sapmış dindar kitlenin sapıklı­ğına son verecek bir vesile olmak gerekir.

İslam'dan önce buna özgü yol; Allah-u Teâlâ’nın böylesi bir konumda yeni bir peygamber görevlendirip halkın arasına göndermesi idi. Bu peygamber ihtilaf ettikleri meseleleri onlara açıklıyordu; zira tahrif bütün din kaynaklarına nüfuz etmiş oluyordu. Hatta, dinin semavi kitabı bile tahrif edilmiş oluyor­du.

Kur'an-ı Kerim Hz. İsa'nın (AS) peygamberliği konusunda şöyle buyuruyor :"İsa belgeleri getirdiği zaman demişti ki: 'Size hikmetle ve ayrılığa düştüğünüz şeylerin bir kısmını açıkla­mak üzere geldim. Allah'a karşı gelmekten sakının, bana itaat edin." (Zuhruf-63)

İslam peygamberinin risaleti konusunda şöyle buyuruyor: "Sana Kitab'ı, ayrılığa düştükleri şeyleri onlara açıklaman ve inanan kimselere de doğru yol rehberi ve rahmet olarak indir­dik." (Nahl-64)

İslam peygamberi Allah tarafından, Ehli Kitabın ameli ve itikadı meselelerde yaptıkları tahrifleri açıklığa kavuşturan, çok sayıda ayet getirdi. Yahudi mollalar,faiz gibi çoğu haram­ları helal etmişlerdi. Pratikte haramları helal kılmışlar, çoğu helal işleri ise ikinci derecede şeyler veya benzeri unvanlarla kendilerine ve halka haram etmişlerdi. Halk için bir kolaylık ve halkın faydasına olan Allah'ın dinini ağır bir yük şeklinde ortaya çıkarıp, halkın sırtına yüklemişler, O'nu fıtrat yolun­dan saptırmışlardı. İslam peygamberi bütün bu eğrilikleri so­na erdirdi ve doğru yolu halkın önüne koydu.

 

Acaba İslam Dininde de Tahrif Söz konusu olmuş mu­dur? Eğer Söz konusu olmuşsa Bunun için. Ne Düşünülmüştür?

Burada şu soru ön plana çıkıyor, acaba İslam dinine de tah­rif nüfuz etmiş midir?

Başlangıçta denildiği gibi, tahrif dinlerin, mezheplerin, gi­diş yollarının genel bir afetidir. İslam dini de bu genel afetten korunmuş olarak kalamazdı. İlk halifelik tartışmalarından sonra tahrifat daha da arttı.

Emevilerin ve Abbasilerin eşraflık hükümetleri iş başına geldi. İslam ülkelerini genişlettiler, İslam medeniyetini ilerlet­tiler ama, İslam'ın esasını ve kökünü, yani hükümet reisi ile halk arasındaki eşitliği, kardeşliği, beraberliği ortadan kaldır­dılar. Arap ve Acem kargaşasını başlatıp, kendileri için heybet­li saraylar yaptılar ve hükümeti halktan ayırdılar. Saltanat ve sabit hükümet, verasetle geçen devlet başkanlığı, İslam ölçüle­rine uygun değildi. Bunu kökleştirdiler ve İslami hükümet me­todunu tamamen tahrif ettiler.

İşaret edildiği gibi, hadis uydurulması ve Allah'ın Resulüne (SAA) yalan hadis isnat edilmesi daha peygamberin yaşadığı dönemde başladı. Peygamberin vefatından sonra da devam et­ti. Çok geçmeden hadis uydurulması ve peygambere yalan ha­dis isnat edilmesi arttı. İslam itikatları ve hükümleri ile ilgili konularda tahrif şiddetli gedikler açtı. Bu tahrifatlarda daha önce saydığımız faktörlerin hepsi etkili oldu: Hem Müslüman milletlerin eski adetleri ve yönelişleri, şahsi menfaatler, hem kudret ve servet sahiplerinin müdahalesi hem diğer dinlerle ve ekollerle karşılaşma hem de, dinde belirtilmemiş. Yahut hük­mü tam olarak açıklanmamış olan yeni meselelerle karşılaşıl­ması bir diğer faktörler dizisini oluşturur.

Bu faktörler ondört asır boyunca İslam’a o kadar taviz ve bid'at yüklemiştir ki, bugün Müslümanlar arasında yüze yakın fırka ve grup meydana gelmiştir. Her fırka ve her çevrede İs­lam özel bir renk almıştır.

Bundan dolayı bu tarz tahriflerin İslam'da da çatlaklar açtı­ğına dair bir şüphe yoktur.

Şimdi Bunun İçin Ne Düşünülmüştür?

Eğer dindeki tahrif, halkın ilahi dinin hakikatlerini tanıma­yacağı bir boyuta ulaşırsa ve bu hakikatleri tanımak için hiçbir aracın bulunmadığı bir boyuta varırsa, elbette, Allah’u Teâlâ tarafından halkı doğru yola iletmek için vahyi alan bir pey­gamberin gelmesi gerekir. Hakikatleri araştırmayı, nazari ve ilmi yollarla değil, vahiy yoluyla alması ve bunu şaşkın, sap­mış halka iletmesi gerekir. Ama İslam'da diğer dinlerin hiç bi­risinde olmayan bir büyük imtiyaz vardır:

Bu büyük imtiyaz şudur; İslam dininin asıl kaynağı Kur'an-ı Kerim'dir. Kur'an Peygamber (SAA) zamanından bugüne ka­dar mükemmel olarak gelmiş ve el değmemiş bir halde herke­sin elindedir. Tahrife ve hileye duçar olmuş olan şey rivayetler­dir. Rivayetler konusunda da peygamberden ve din liderlerin­den toplu emirler gelmiştir ki, bunlar vaziyeti tam olarak açık­lığa kavuşturabilirler.

Rivayetlerin ilk olarak Kur'an'a sunulması ve Kur'an'a uy­gun olması gerekir. Kur'an'a aykırı olan bütün rivayetleri uza­ğa atmak gerekir. Kur'an'a aykırı olmayanları, daha meşhur olanlarını alıp, eğer bu cihetle birbirleriyle uyuşuyor iseler ravileri daha çok iyi ve doğru olarak tanınmış olanları ön plana almak gerekir. Eğer bu yönde de beraber ve eşit iseler, yani hiç­birisi hiçbir şekilde Kur'an'a aykırı değilse, herhangi birisi ile amel edilirse o da yeterlidir. Böyle bir konuda iki Müslüman şa­hıstan birisi bu hadisle, diğeri de öteki hadisle amel edebilir. Böyle bir durumda biri diğerine benim seçtiğimi sen niçin seç­medin diyemez.

Bu çeşit ihtilaflar cüz'i ve önemsizdir, ama zararlıdır, bu ne­denle hiçbir şekilde Müslümanların İslami vahdeti bozulma-malıdır. Dolayısıyla Müslümanlar için yol açıktır. Belirtilen esas üzerinde, çeşitli konularda İslami meselelerde meydana gelmiş ve bazı Müslümanlar arasında şiddetli görüş ayrılıkla­rına sebep olmuş tahrifatların tamamım ortadan kaldırmak mümkündür. Bu işi ehil, uygun ve dürüst birkaç kişi, güzel bir şekilde sonuçlandırabilir. Hem de yeni bir peygambere ihtiyaç olmadan, çünkü İslam en son dindir, Hz. Muhammed de en son peygamberdir.

Bir İslami Araştırma Merkezi Kurulmasının Gereği

Bu önemli işin istenen şekilde sonuçlanması ve elde edilen neticelerin Müslümanlar tarafından kabul ve itimada layık ol­ması için İslami yeterli derecede bilen araştırmacıların katıl­ması ile mükemmel bir araştırma merkezinin kurulması gere­kir. Bütün İslami konularda, itikadi işlerde, ameli işlerde, iba­det, muamelat ve ahkâm konularında bir araştırma merkezi. Gerek sünnetler gerekse ahlakla ilgili konularda... Bu merkezin yeterli ve toplu bir araştırma yapması gerekir. Özellikle modern asrın sorunlarına dini açıdan cevap vermelidir.

Hepimiz şu gerçeği iyice kavramak zorundayız ki; bugün İs­lam adıyla, bizim halkımıza, İslam beldelerinin Müslüman halkına, gayrı Müslim olan beldelerin halkına sunulan şey; bü­tün halkı, özellikle bugünkü ilimle, bugünkü dünya ile daha çok ilmi, ameli teması olan halkı ve kimseleri tam olarak kimse kendi yönüne çekemez.

Bu durumun birtakım sebepleri vardır. Bunların en önemli veya en önemlilerinden birisi yetersizliktir. İslam öğretisinin halka sunulmasında bu yetersizlik bir vak'adır. Bu yetersizli­ğin bir kısmı İslam'ın tam ve doğru olarak anlaşılmaması ile il­gilidir, diğer bir kısmı ise, İslam'ın tam ve net olarak tanıtılmaması ile ilgilidir.

İslam'ın anlaşılmaması ile ilgili yetersizlik de iki sebepten kaynaklanır.

1- Bugün halka sunulan İslam, akaid, adab ve sünnetler, hatta fıkhi hükümler, ibadet ve sosyal hükümlerle ilgili bazı kısımlarda da tahrife duçar olmuş veya müphem kalmıştır. İs­lam öğretisinin parlak çehresi üzerinde galiz evham tozları çe­şitli eski, yeni ve modern hurafeler, müphemlikler ve karma­şıklıklar oturmuştur. İslam’ı, fertlerin fıtri dikkatlerini kolay­lıkla tahrik edebilecek, onların uyanık fıtratları tarafından ka­bul edilebilecek mantıklı, makul, sade, akıcı bir din olma özelli­ğinden dışarı çıkarmıştır böylece bu durum.

Karşılaşılan yeni meseleler hakkında sağlam ve açık bir so­nuç çıkarmak için, İslam'ın kararlaştırmış olduğu usûl ile ye­terli gayret gösterilmemiştir. Ayrıca fakihlerin für'u ile ilgili bazı meselelerdeki takdire şayan telaş, gayret ve çalışmaları sonucu ortaya çıkardıkları neticelerde noksanlıklar ve yeter­sizlikler de hissedilmektedir.

Şia fıkhı, üzerinden geçen bütün asırlar boyunca mükem­mellik devrelerinden geçmiş ve ona yaraşır ilerlemeler nasip olmuştur bu fıkha. Ancak olmuş şeyin olacak şeylerden bizi alı­koymaması gerekir.

Bizim fıkhımız olduğu aşamada durmamalı, tekâmül sey­rinden geri kalmamalıdır.

Asrımızda merhum araştırmacı üstat, fakih Ayetullah Burucerdi, fıkıh ve onun ilkelerinde uygun bir ilmi metot seçti. O, doğru, ilmi metotlardan dikkate değer ölçüde faydalanıyordu. İslami ilim havzalarında, özellikle Kum ilim havzasında çevre­sine geniş bir etkide bulundu. O zat bu metodun icat edicisi ve ilk kullananıdır demek istemiyorum. Hayır, bu metodun geç­mişi vardı, ama bu zat onu mükemmelleştirip, ilmi havzada ya­yılmasını sağladı.

Bu değerli fakihin yaptığı işi takip etmek, tamamlamak ol­dukça yerinde ve gerekli bir harekettir, özellikle de tamamla­mak. Şu noktaya dikkat edilmelidir ki, Bu çalışma toplu, geniş bir istikamete vakıf, kıymetli, fakih bir âlimin uzun seneler bo­yunca devamlı mütalaa, tedrisat, araştırma ve çabası sonucu yaptığı bir çalışmadır. Ama bu işi yalnız yerine getirmiş ve ne­ticelendirmişti. Ancak sahip olduğu bütün değere rağmen, onun çalışması çok sayıda araştırmacının, fakihin ve görüş sa­hibinin yardımlaşarak, teşrik-i mesai yaparak, her birinin bel­li bir konuyu toplu ve mükemmel bir araştırma ile diğerlerinin işini kolaylaştıracak tarzda, yaptığı zor bir ilmi faaliyetin değe­rini asla taşıyamazdı.

Şu noktaya da dikkat edilmesi gerekir ki, genel dini liderlik ile ilgili işler ve dini konulardaki liderlik, özellikle son yıllarda o büyük üstadın vaktini de, enerjisini daha çok alıyordu. O'nda vakit açısından sınırlılıklar ortaya çıkarıyordu. İş ve gayret yıllarında üzerinde durduğu, devam edilmesi gerekli araştır­malarını idame ettirip, açık ve mükemmel olarak başkalarına arz edemiyordu. Bunun dolayısıyla kendisi de bir diğer nok­sanlıktır, İslami araştırma faaliyetlerinin gruplara taksim edilerek bu pürüzün giderilmesi gerekir.

Merhum Ayetullah Burucerdi'nin Kum ilim havzasındaki birkaç senelik fıkıh ve fıkıh usulü tedrisatı süresi içinde kul­landığı ve geliştirdiği metot, fıkıh ve diğer İslami ilimlerdeki görüş sahiplerine ve araştırmacılara sunuldu. Eğer ilmi, fikri yardımlaşma ve dayanışmanın aslından istifade edilip, takip edilir ve tamamlanır, bunun amel sahası genişlerse bütün İslami ilmi ihtiyaçlarda itikadi, ameli, ibadi hukuki, ahlaki, ferdi, içtimai, iktisadi, siyasi meselelerde canlı ve Müslüman mille­tin ihtiyaç duyduğu sonuçlara ulaşılacak ve parlak neticeler alınacaktır.

Bu dini, ilmi ve özellikle sosyal risaletin yerine getirilmesi için Müslüman İran ülkesinin sosyal hayatı, kıymeti kaynak­lara sahiptir. Bu yüzden mükemmel bir merkezin meydana ge­tirilmesi gerekir. O merkeze Necef, Kum ve İslam beldelerinin diğer şehirlerinde bulunan ilmi havzalar merkezlerinden ol­dukça yetenekli ve faziletli şahısların katılması ve yardımlaş­ması ile bu çok değerli, ağır, ilahi görevi uhdelerine almaları gerekir. Bu müessesede iş araçları özellikle el yazması, matbu kaynaklar, belgeler ve diğer araçlarla her açıdan mücehhez ol­ması gerekir. Gerekli ilmi seyahatlerin yerine getirilmesi için imkân sağlanmalı, kendilerini bu hizmete hazırlayan ve bu işi bilen kimselerin emrine arz edilmelidir.

Böylesi bir merkez, Müslümanların hayatında zuhur etmiş, çoğu İslami meselelerle ilgili açığa kavuşmamış, karmaşık ha­le gelmiş problemleri kesinlikle halledebilir. Çoğu henüz orta­ya konmamış, konmuşsa bile açık ve yeterli cevap verilmemiş olan meselelere açık ve yeterli cevap verebilir. Bu merkez, dü­zenli, mantıklı, makul, müşahhas, doğru ve belli bir şekilde akaid, kanunlar, hükümler, adab, sünnetler ve bütün İslami konularda sonuç çıkarıp halka sunabilir. Dini, tam ve mükem­mel bir ideoloji şeklinde bugünkü ve yarınki hayatlarında reh­berlik edecek şekilde Müslümanlara tanıtabilir.

Bu durumda, fıtratların böylesi bir akide ve amel düzenine teslim olacaklarından emin olunabilir. Onun hukuki, ahlaki kanunlarının açık ve yeterli olarak uygulanmasıyla, bu mer­kez manevi, maddi, ferdi, ailevi, sosyal, iktisadi meselelerini hal edecek ve istenen saadete nail olacaktır. Bu İslami araştır­malar merkezinin kurulmasında riayet edilmesi gereli husus­lar şunlardır:

 

İnsanlık hayatında, özellikle Müslüman milletlerin haya­tında risaletini yerine getirebilecek bir İslami araştırmalar merkezinin, aşağıdaki sıfatlara ve özelliklere sahip olması ge­rekir.

1-    Çeşitli İslami ilimlerde, yani İslam'ın doğru ve mükemmel olarak tanınması için gerekli olan ilimlerde, yeterli sayıda araştırmacıların ona katılmaları gerekir.

2-    Adı geçen bütün şahısların, ilmi salahiyetlerine ilave ola­rak, uhdelerine alacakları ve inceleme yapacakları konularda içtihat derecesine sahip olmaları gerekir. Diğer İslami ilimler dalında da kabul edilebilir derecede inceleme ve bilgiye sahip olmaları gerekir.

3-    Tarihi ilimlerde ve rivayet ilimlerinde, gerek çeşitli İsla­mi ilimler devresinde yapılmış olan, gerekse diğerlerinin yap­mış oldukları araştırma metotlarını, Özellikle batılıların son araştırma metotlarını tam olarak tanımaları ve bilmeleri ge­rekir.

4-    Yeni tabii ilimler, hukuk, psikoloji ve sosyolojide yeterli bilgiye sahip olmaları gerekir.

5-    Halkın yaşadığı çevredeki olaylarla ve gerçeklerle temas halinde olmaları gerekir. Hayatın zaruretlerim idrak etmeleri gerekir. İnsan hayatının çeşitli çevrelerinde olan, hayatın çe­şitli şartlarını, problemlerini, engellerini, kolaylıklarım tanı­maları gerekir. Gerektiği durumlarda bu gerçeklerle daha ya­kın bir şekilde temas kurmaları için uzak ve yakın seyahatlere gitmeleri, halkın yaşantısını yakından görmeleri gerekir.

6-    Bu merkezin araştırmacılarının hepsinin, gerçekten doğ­ru olarak İslam'ı incelemek ve tanımak amacında olması gere­kir. Kendi isteklerine, onun veya bunun isteklerine, halkın ve­ya özel grupların isteğine uygun olarak değil. Eski veya yeni şeyler getirmesi, çevrenin beğenmesi şeklinde değil, gerçek İs­lam'ı araştırmaları gerekir.

7-    Bu önemli işin yerine getirilmesinde, her şeyden önce Al­lah'ın rızasına ilgi duymaları gerekir. Mal, servet, makam, şöhret, başkanlık, liderlik maksatları taşımamalıdır. Böylece, kendiliğinden ilmi sapmaların çoğundan korunmuş olurlar.

8-    Bir araştırmacı için gerekli olan ilmi cesarete ve açıklığa sahip olmaları ve bundan faydalanmaları gerekir. Çeşitli kud­retlerin nüfuzu altında olmaktan korunmuş olmaları gere­kir.

Bu planın uygulanmasıyla İslam'ın anlaşılmasından kay­naklanan noksanlık bertaraf edilmiş olur. Gerek içeride gerek­se dışarıda İslam'ın daha iyi tanınması için, daha iyi bir ortam hazırlanmış olur. Biz pratikte şu anda İslam'ın tanıtılmasında ve tebliğinde çıkan güçlük ve eksikliklerin çoğunun İslam'ın iyi anlaşılmamasından kaynaklandığını anladık. O halde ilk önce bizim İslam'ı iyi tanımamız gerekir ki onu başkalarına iyi tanı­tabilelim.

İslam'ın güzel tanıtılabilmesi ve bugün Müslümanların dini tebliğ, davet, eğitim ve öğretim metodunda görülen noksanlık­ların giderilmesi için, bu meselenin bağımsız ve yeterli bir ko­nu şeklinde incelenmesi gerekir.

Yaratılış Âlemi ve Emr Âlemi

Yaratılış ve emr nazariyesi - Yaratılış ve emr nazariyesini Kur'an ayetlerine tatbik etme. Bu tatbikin temelsiz olduğu -Geçen ayetlerde ve diğer ayetlerde emrden maksat - Bu temel­siz tatbiki meydana getiren ve takviye eden faktörler.

Yaratılış ve Emr Nazariyesi

İlahi âlemde, mevcudu, çeşitli kısımlara ayırmışlardır. Va­cip ve mümkün, cevher ve araz...

Bu gruplandırmalardan birisi mücerret ve maddi taksim­dir. Maddi varlık, hareket, değişme ve dönüşme halinde olan varlıktır. Mücerret varlık, yani "maddeye muhtaç olmayan varlık" ise; hareket, değişme ve dönüşme kabul etmeyen var­lıktır.

Maddi varlık zaman ve mekân ile kuşatılmış ve bağlanmış­tır. Mücerret varlık ise, zamandan ve mekândan bağımsızdır; sınırlayıcı bu iki faktörün etki alanı dışındadır.

Mücerret mevcutların toplamına emr âlemi deniliyor. Emr âleminde her mevcut, ilahi irade ve emrin sarfı ile kesinleşiyor.

Maddi ortamın hazır olmasına, zamanın ulaşmasına veya mekânın engel olmasına ihtiyaç kalmıyor.

Her mevcudun meydana gelmesi ve gerçekleşmesinde, zati imkân geçerlidir. O şey, ister bizzat imkânsız ve varlık kabul etmez olsun, ister mücerret, ister maddi olsun, Allah, varlığına emr etmezse, ancak zati imkânı, daima zatı ile beraberdir, za­man ve mekânın ona müdahalesi yoktur.

Emr âleminin karşıtı, yaratılış âlemidir. Maddiyat âlemine, yaratılış âlemi demişlerdir. Bu alemde her mevcudun gerçek­leşmesi için, zati imkanına ilave olarak yetenekli bir mekana gerek vardır. Yani maddenin kabulüne, şartlarına müsait ol­ması ve ortamın hazır olması gerekir.

Burada da her mevcudun gerçekleşmesi Allah'ın iradesi ve fermanı iledir. Ama maddi bir varlığın meydana gelmesi için ortam (mekân) hazır olmayıncaya, gerekli şartlar oluşmayıncaya ve engeller bertaraf edilmeyinceye kadar, Allah onun var­lığını irade etmez, onun gerçekleşmesini emretmez.

Yaratılış ve Emr Nazariyesinin Kur'an Ayetlerine Tatbik Etmek

Dünyanın yaratılışının ve başlangıcının, kısa bir şekilde hü­lasa edildiği Kur'an ayetlerinden birisi A'raf suresinin 54. aye­tidir:

"Rabbimiz, gökleri ve yeri altı günde yaratan ve sonra arşa hükmeden, gündüzü-durmadan kovalayan-gece ile bürüyen; güneşi, ay'ı, yıldızları, hepsini buyruğuna baş eğdirerek var eden Allah'tır. Bilin ki yaratma da da emir de O'nun hakkıdır. Âlemlerin Rabbi olan Allah Yüce'dir."

Bu ayette "bilin ki yaratma da emir de onun hakkıdır" cüm­lesindeki emirden maksadın bir şey, yaratmadan maksadın ise başka bir şey olması gerekir veya böyle anlaşılırsa daha iyi­dir.

Bazı müfessirler bu görüşü temin etmek için yukarıda geçen cümlenin anlamında şöyle demişlerdir, "alemul halk, yani madde âlemi, alemül emr yani mücerretlikler âlemi, her ikisi O'ndandır. "Örnek için Safı Tefsirindeki ibareyi naklediyoruz: Ela lehul halk; cisimler âlemi, vel emr: (Ruhlar âlemi. Sayfa: 193)

Diğer İki Ayet

A'raf suresinin zikredilen ayetinde bu görüşün seçilmesi tefsircilerin diğer çoğu ayetlerde de geçen "emr" kelimesini "emr âlemi" anlamında almalarına sebep olmuştur. Bu cümleden ol­mak üzere İsra suresinin 85. ayetin "Sana ruh'un ne olduğunu soruyorlar, de ki: 'Ruh, Rabbimin emrinden ibarettir. Bu hu­susta size pek az bilgi verilmiştir"

"De ki: "Ruh, Rabbimin emrinden ibarettir" cümlesinin an­lamında, yani "ruh emr âlemindendir." demişlerdir.

Diğer çoğu ayetlerin anlamında da bu görüş göz önüne alın­mış ve bu açıdan müdahale etmişlerdir. Bu cümleden olmak üzere Yasin Suresinin 82. ayeti: "Bir şeyi dilediği zaman, O'nun emri sadece, o şeye "Ol" demektir, hemen olur."

Bu ayette maksat, icadın en hızlı örneklerine işaret etmek­tir, yani emr âlemindeki mücerret mevcutlar ve yaratmalar­dır. Allah emr ettiği için; "Ol" dediği için hemen mevcut oluyor, meydana geliyor. Ama yaratılış ve tekvin aleminde, maddi mevcutların aleminde bir varlığın meydana gelmesi için çevre hazır olmayıncaya kadar ona "Ol" demek olmuyor.

Bu Tatbikin Temelsiz Oluşu

Ben İslam felsefesi konularında A'raf suresinde yaratılış ve emr anlamında zikr edilen ayetle karşılaşmıştım.

İsra süresindeki ayeti de "ruh emr âlemindendir" anlamı ile düşündüm. Bu anlamda bu iki ayet için bende bir sarsılmanın olduğu aklıma gelmedi.

Ama Yasin süresindeki ayeti emr âlemindeki mevcutlara özgü kabul etmek ise hiçbir zaman, sarsılmadan kabul edebile­ceğim bir şey olmadı. Bu tarz anlamlarda olan İslam felsefesine ait kitapları okumayla meşgul olduğum sırada, sık sık Kur'an ayetlerine, kalbe hoş gelmeyen anlamların verildiği ile karşılaştım. Bu karşılaşmalar art arda değişen bir şekildeydi. Bir süre sonra bu ayetlerin manasını anlamak için tekrar ayetleri gözden geçirmek istedim.

Kur'an ayetlerinin o kısmı ile ilgili ayetleri, yani tabiat ötesi ile ilgili meseleleri, en genel ve en özel anlamıyla ilahiyat ve bu ikisi ile ilgili konuları şimdi birkaç senedir inceliyorum.

İşin metodu şudur, önce her konu ile ilgili ayetleri bir araya topluyorum. Sonra tefsircilerin ve diğerlerinin akidelerinden ve mezheplerinden uzak bir anlam elde etmek için ayetlerin anlamlarını birbiriyle karşılaştırıyorum. Daha sonra diğer tef­sircilerin, hadisçilerin, kelamcıların, filozofların, ariflerin, gö­rüş sahiplerinin, görüşlerini inceliyorum, ayetlerin anlamları­nı bu görüşlere göre inceliyorum ki, o zaman her konuda hangi şeyin Kur'an'ın hesabına koyulabileceği, Kur'an'a dayanıyor kabul edilebileceği bilinebilsin, bu görüşlerde diğer faktörler­den doğan öncelikler, hadisler ve müfessirlerin görüşleri gibi hususlar anlaşılabilsin. Ve yine kelam, felsefe, irfan gibi ilini dalları Kur'an ayetlerinin tefsir ve te'vilinden, ayetlerin Kur'an dışındaki konulara tatbik edilmesinden ve onun muh­kem anlamından ayrılmış olsun. İlahi meselelerle ilgili bir ko­nuda o veya bu delile dayanarak doğru ve itimada layık bir ko­nuya tatbik etmemiz, sonra da tartışma sonrasında o ayeti kendi delillerimizin özü diye ifade etmemiz, kendi yaptığımız bu işi Kur'an'ın hesabına isnat etmemiz, o konuyu Kur'an'a da­yanıyor diye bilmemiz, çok kötü ve asla beğenilmeyecek bir ha­rekettir.

Geçmiş ayetleri bu esas üzerinde inceliyordum. İncelemeyi yaparken "emr" kelimesi ile ilgili diğer 75 ayete, bu kelimeden türemiş olan diğer kelimelere, az çok bu konuyla ilgili olan bu maddenin müştakına dikkat ederek yaptım.

Tevhid konusunda bir araya toplanmış olan diğer çoğu ayet­ler ve konunun esası ile ilgili olan ayetler gösterdi ki, bazı ke­lamcıların, filozofların, ariflerin dilinde gelmiş olan manada ve konunun başlangıcında özeti geçen "emr âlemi" kavramı Kur'an'a isnat edilemez. (Bu kavram, Kur'an'a dayandırıla­maz.)

Geçen Ayetlerde Emr'den Maksat

Emr kelimesi ve bu maddeden türemiş olan diğer kelimeler, Kur'an-ı Kerim'de çok yerde geçmektedir. "El-Mu'cemül Müfehres'in çıkardığı kadarıyla 248 yerde kullanılmıştır.

Bu maddenin Kur'an'da kullanıldığı bütün yerlerin, ince­lenmesi ile şu sonuç elde ediliyor: "Emr" kelimesi Kur'an'da iki temel anlamda kullanılmıştır: Birisi, ferman anlamında. A'raf suresinin 77. ayeti gibi: "Derken o dişi deveyi, ayaklarını kese­rek öldürdüler. Rabbinin gönderilmiş peygamberlerinden isen tehdid edip durduğun azabı getir bize" dediler."

Diğer, genel ve geniş anlamı ise; "Şe'n" (makam, itibar, mev­ki) kelimesine yakındır, onun sınırlarına yakın bir anlam taşır. Bu kelime (zevat, zatlar kelimesinin karşılığıdır), eşyanın du­rumunu, onlar arasındaki oran ve ilişkileri iş, iş düzeni vb. an­lamlarda söylenmiş oluyor. Nisa suresinin 83. ayetinde "Ken­dilerinde güven veya korku hususunda bir haber geldiğinde onu yayarlar..." Emr kelimesi bu ayette haber kelimesi anla­mında kullanılmıştır ki, bir ikinci anlamına uygundur.

Arapçada emr kelimesi birinci anlamı ile "ferman" ve "Ona emr" anlamında kullanılır. İkinci anlamda ise "Şe'n" anlamın­da kullanılır, çoğulu ise "Umur" olarak gelir.

A'raf süresindeki ayette emr kelimesi iki cümlede arka ar­kaya kâfirlere yöneliktir. "... Güneşi, ay 'ı, yıldızları hepsini em­rine baş eğdirerek var eden Allah'tır. Bilin ki yaratma da emir de, onun hakkıdır. Âlemlerin Rabbi olan Allah Yüce'dir." (A'raf-54) Birinci cümlede "emrine baş eğdirerek" ifadesindeki emir, ferman anlamındadır, bunda bir tereddüt görmedik, peki ikinci cümledekinin anlamı nedir?

Kısaca ayetin kendisine dikkat edilecek olursa bu ayet, an­lamı açıklığa kavuşturuyor. Ayetin birinci kısmı diyor ki; gök­lerin ve yerin yaratılması Allah'ın işidir, Allah yaratmadan sonra, 'ne yaptı', arş'a hükmetti, 'Ne yapsın diye!' Söz gelişi bir padişahı düşünün, kendisi için bir memleketin sınırlarını ge­nişletiyor, memleket genişledikten sonra tahta oturuyor. Niçin tahta oturuyor? Niçin oturduğu açıktır. Kendi memleketi­ne hükmetmek, bütün işleri ele almak, memleket işlerini dü­zenlemek ve idare etmek için padişahlık tahtına oturuyor. Al­lah dünyayı yaratmıştır, sonra niçin taht üzerinde karar kıl­mıştır? "... ve sonra arşa hükmeden, gündüzü-durmadan kova­layan, gece ile bürüyen; Güneşi, Ay'ı yıldızları hepsini emrine baş eğdirerek var eden Allah'tır..." Gündüzü durmadan kova­layan gece sistemini (bu sistem, insanın hayatı ve onun çeşitli ihtiyaçlarını temin etmesi için en temel faktörlerden biridir, yerküredeki sıcaklığın değişmesi, bitkilerin yeşermesi, genel olarak canlıların köküdür ve dinlenme saatlerinin düzenlen­mesinde, gökyüzündeki cisimlerin incelenmesi açılarından tam anlamıyla etkiye sahiptir) kararlaştırmaktadır.

Bu düzen, güneş ay ve yıldızlarla da ilgili değil mi? İlgilidir. Ama güneş, ay ve yıldızların hepsi onun buyruğuna baş eğmek­tedirler.

Netice şudur; kâinatın yaratıcısı ve ona hükmeden Allah'tır, her iki iş de Allah'tandır. Ne hiçbir şey kendi kendine meydana gelmiştir, ne de, hiçbir şey onun fermam dışında gerçekleşir.

"... Âlemlerin Rabbi olan Allah Yüce'dir."

Bir defa daha ayeti okuyunuz: "Rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yaratan ve sonra arşa hükmeden, gündüzü -durmadan kovalayan- gece ile bürüyen; güneşi, ayı, yıldızları, hepsini em­rine baş eğdirerek var eden Allah'tır. Bilin ki yaratma da emir de O'nun hakkıdır. Âlemlerin Rabbi olan Allah Yüce'dir. (A'raf-54)

Ayetin anlamına, dediğimize uygun olarak dikkat ediniz. Cümlelerin birbiriyle ne kadar irtibatlı ve bağlı olduğuna bakı­nız.

Dünyanın yaratılması Allah'a mahsus bir iştir. Dünya yara­tıldıktan sonra da Allah'ın kudreti ve idaresi altındadır. Gü­neş, ay, yıldızlar, gece ve gündüz sistemi ve bütün kâinatın ya­ratıcısı ve idarecisi Allah'tır. Bunların hiçbirisi kendilerinden bir idareye ve bağımsızlığa sahip değillerdir. Hepsi Allah'ın fermanına baş eğmektedirler ve ona göre hareket etmektedir­ler. Sadece güneş, ay ve yıldızlar değil, kâinatın bütün mevcut­ları onun emrine boyun eğmiştir. Hatta denizdeki gemi bile onun emrine uygun olarak gitmektedir: "Allah'ın yerde olanla­rı ve emriyle denizlerde yürüyen gemileri buyruğunuz altına vermiş olduğu, buyruğu olmaksızın yere düşmemesi için göğü onun tuttuğunu görmez misin..." (Hacc-65). Müsait ve hazır ortamlarda bitkiler O'nun emriyle yeşeriyor. "İyi toprak -Rabbinin izniyle- bitki verir, çorak toprak kavruk bitki verir..." (A'raf-58).

Şimdi yaratılış âlemi, madde alemi nazariyesi, "kün feye­kûn" emrinin şekil almayacağı ve olmayacağı bir alemde bu şe­ye ol derlerse ve muhakkak olarak olmazsa, emr alemini (mü­cerretlerin olduğu "kün feyekûn" ün nüfuz ettiği alemdir), söz konusu olan ayete arz ediniz, bakınız sadece bu nazariyenin Kur'an'a dayandırılamayacağını görmekle kalmayacaksınız. Belki bu nazariyenin ayetin içindekilere bile tatbik edilmesi­nin mümkün olmadığını da göreceksiniz. Zira yaratılış ve emr ayette iki anlama sahiptir; yaratılış anlamı, ferman veya hü­kümet anlamları. Ama her ikisi de bütün âlem ile ilgilidir, biri­si maddiyatla diğeri ise mücerretlerle ilgili değildir.

Belirtildiği gibi bu ayetin diğer cümlelerine dikkat edilirse, konu açıklığa kavuşacaktır. Bu durumda konu ile ilgili diğer ayetlere de dikkat edilmesi gerekir.

"Doğrusu sizin Rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yaratıp, sonra arşa hükmeden, işi düzenleyen, Allah'tır, izni olmadan hiç kimse şefaat edemez. İşte Rabbiniz olan Allah budur. O'na kulluk edin. Nasihat dinlemez misiniz?" (Yunus-3)

 

"Gökleri gördüğünüz gibi, direksiz yükselten sonra arşa hük­meden, her biri belli bir süreye kadar hareket edecek olan güneş ve ay'ı buyruğu altına alan, işleri yürüten ayetleri uzun uzun açıklayan Allah'tır. Ola ki Rabbinize kavuşacağınıza kesin ola­rak inanırsınız." (Ra'd-2)

"Gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yaratan, sonra arşa hükmeden Allah'tır. O'ndan başka bir dostu­nuz ve şefaatçiniz yoktur. Düşünmüyor musunuz?" (Secde-4)

"Gökten yere kadar, olan bütün işleri Allah düzenler, sonra, işler -sizin hesabınıza göre bin yıl tutan- bir gün içinde O'na yükselir. (Secde-5)

Bunlar yaratma ve emr kelimelerinin her ikisinin birlikte kullanıldığı ayetlerdir. Bunlara ilave olarak Yunus suresinin 31. ayeti, Hud suresinin 123. ayeti, Nahl suresinin 12. ayeti, de "emr" meselesi ile ilgilidir ve "emr"i güzel bir şekilde açıklığa kavuşturmaktadır.

Kur'an Ayetlerinde Bu Konuya Niçin Bu Ölçüde İna­yet Edilmiştir?

Kur'an'da; İslam'ın, davetin başlangıcında daha çok karşı­laştığı konulara, genellikle daha çok yöneldiği görülmektedir. Geçmişte İslam'ın geliştiği çevrede, yaşamış olan halkın inanç­larını Hıristiyan ve Yahudi inançları, sabiilikten daha çok ilgi­lendiriyordu. Halkın inançları daha çok bu görüşlerden kay­naklanıyordu.

Mes'udi, Nurucuuz Zehebi'n bir bölümünü (cilt.2 sh.126) Arapların dini görüşlerini ve inançlarını nakletmeye ayırmış­tır. Onun anlattığı şeylerden ve diğer kaynaklardan, özellikle Kur'an'ın kendisinden çıkarılan sonuç şudur; Araplar genellik­le dünyanın yaratılmasını Allah'ın işi olarak biliyorlardı. Ya­ratıcı Allah'a inanmışlardır, ama bu konuda yaratılıştan sonra dünyanın işinin nasıl olduğu ve dünyanın işlerim kimin idare ettiği konusunda çeşitli inançlara sahip olmuşlardır.

Onlardan bir kısmı diyordu ki: Allah, dünyayı istediği şekil­de yarattı, sonra dünyanın işini dünyada yaşayanlara bıraktı, artık ondan sonra dünyanın küçük veya büyük işlerine bir mü­dahalede bulunmadı. Bu nedenle ona tapmak, onun dergâhında ihtiyaçlara ulaşmak için dua etmek boştur ve ilga edilmiş­tir.

Bu konunun böyle tasavvur edilmesinden sonra artık, pey­gamberlik, ahiret, görev, sevap ve cezanın bir yeri ve anlamı kalmıyor. Eğer Allah'ın, dünyanın işine hiçbir müdahalesi yoksa artık peygamber göndermesi, beli bir teklifte bulunma­sı, sevap ve cezası nerede kalacaktır?

Diğer bir kısmı da diyordu ki, Allah dünyayı yarattı onun idaresini ve işlerini dünyada yaşayanlara vermedi, belki me­leklerin eline, çeşitli ilanlara, güneşe, aya, yıldızlara veya bu kürelerde bulunan ruhlara, özel kulların ruhlarına, ona yakın ruhlara... Bırakmıştır ki kendi temayüllerine göre dünyada is­tediklerini yapsınlar.

Bu yüzden kulların, kendi problemlerinin çözümünü, dün­yanın irade sahibi idarecilerinden istemesi gerekir. Allah'ın kendisi ile bir işlerinin olmaması gerekir, aksine halkın bunla­rı sorması ve bunları hoşnut etmesi gerekir. İşleriyle ilgili bir çıkmaza girdiklerinde, kendilerinin yapmış oldukları heykel ve şekillerinin önünde durup tapma merasimini, yalvarma ve ihtiyaçta bulunmayı yerine getirmeleri gerekir. Onların ayak­larına kurbanlar ve adaklar kesmeleri gerekir ki, gazaba gel­mesinler, insanlara gazap etmesinler...

Başka bir kısmı da, diyordu ki; Allah dünyayı yarattı, dün­yadaki işlerin idaresinin kaynağını kendi eline aldı, ama ken­disinin dünyanın büyük ve küçük işleriyle uğraşması için de­ğil. Bu, büyük bir padişahın çok geniş olan memleketini idaresi ile ilgili işler için kendi temsilcilerinden yardım alması ve dün­ya işlerini idare etmesi için ona yardım etmeleri, onun dostları ve yardımcıları olması gibidir.

Tıpkı basit halkın kendi konularını ve maksatlarını büyük padişahlara arz edememesi ve ulaştıramaması gibi; İnsanla­rın da kendileri, doğrudan Allah'a ulaşamıyorlar ki, bütün ihti­yaçlarını ondan istesinler, diyorlardı.

Allah'ın, bu yardımcılarına ve temsilcilerine sığınılmak ge­rekir, bu memurların kendilerine lütuflu olmalarını sağlaya­cak bir iş yapmak gerekir ki, gerekli konumlarda onların ihti­yaçlarını Allah'a ulaştırsınlar, onlarla Allah arasında vasıta olsunlar ve şefaat etsinler. Bu aracıların eşiklerine yüz sürül­mek gerekir ki Allah'ı kendilerine yaklaştırsınlar ve ihtiyaçlarını gidersinler, diyorlardı.

Bu inançlara bakınız; Kur'an çoğu ayetlerde bu inançların tamamen boş ve asılsız olduğunu ilan etmiştir. Nakledilen ayetlerde ve diğer çoğu ayetlerde şöyle kararlaştırılmıştır:

1-    Allah dünyayı yarattı, dünyanın meydana gelmesiyle Al­lah'ın bu geniş mülke hükmetmesi (onu idare etmesi) gerekti. Sonra kendisi, bütün kâinatın idare tahtında (arşta) karar kıl­dı. Bu, bütün küçük ve büyük işlerin onun fermanıyla netice­lendiği bir idaredir, hiçbir faktör kendiliğinden, en küçük bir bağımsızlığa sahip değildir.

2-    Melekler, güneş, ay, yıldızlar ve diğer bütün mevcutların hepsi onun emrinin altındadır. Onların en küçük hareketi onun izni ve fermanı iledir. Kendiliğinden en küçük bir kudret ve istiklale sahip değillerdir. Kendi eğilimlerine göre hiçbir iş yapamazlar, ne kimseye karşı öfkelidirler, ne de kimseye karşı şefkatlidirler...

3-    Bu mevcutlar; dünya işlerinin idaresinde Allah'ın yar­dımcıları, ortakları, "hatta en zayıf ortaklan" bile değillerdir. Allah diğer idareciler ve hükmedenler gibi değildir ki, yardım­cılara ve yaverlere muhtaç olsun. Bunlar yüzde yüz ona itaat eden muti işçilerdir, kendileri de bu yüce yaratılış âleminin bir parçasıdırlar.

4-    Allah kullarına her şeyden daha yakındır, onların ihtiyaç­larını diğer bütün mevcutlardan daha çok bilir. Onların duası­nı kendisi işitir, artık birinin kulların isteklerini ona sunması­na, onun dergâhında vasıta olmasına, şefaatçilik yapmasına ne gerek vardır. Kulların aracıların eşiğine yüz sürmelerine, aracıya tapmalarla aracı için kurban ve adak adamalarına, onun kendilerini Allah'a yaklaştırması için yardım etmesine ne gerek vardır.

Acaba akıl, kendiliğinden zerre kadar bir iradeye sahip ol­mayan, her konuda asıl sahibinin izni ve iradesi dışında aracı­lık yapmaya gücü yetmeyen aracıya tapar mı?

Dünyanın idare işi bu şekildedir; ne Allah dışında birinden bir şey isteyebilir ve ne de, O'nun dışında bir şeye tapılabilir.

Çünkü yaratma ve emrin her ikisi de O'ndandır. Bu dünyanın işinde O'ndan başka etkili olan biri yoktur.

Yasin Süresindeki Ayet

Bu ayet, cismani diriliş ile ilgili ayetlerin arkasından geli­yor

"insan kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki he­men apaçık bir hasım kesilir ve kendi yaratılışını unutur da: "Çürümüş kemikleri, kim yaratacak" diyerek, Bize misal verme­ye kalkar? De ki: "Onları ilk defa yaratan diriltecektir, O her türlü yaratmayı bilendir". Yaş ağaçtan size ateş çıkarandır. Ondan ateş yakarsınız. Gökleri ve yeri yaratan, kendilerinin benzerini yaratmaya kadir olmaz mı1? Elbette olur. Çünkü o, ya­ratan ve bilendir. Bir şeyi dilediği zaman, O'nun emri sadece o şeye "Ol" demektir, hemen olur. Her şeyin hükümranlığı elinde olan ve sizin de kendisine döneceğiniz Allah münezzehtir." (Ya-sin-72,83)

İyi bakınız, bütün konular yaratma ve cismani diriliş ile ilgi­li şüpheleri gidermek içindir. "Onun emri sadece..." diye başla­yan ayet şunu ifade etmek içindir: Sizin nazarınıza göre olduk­ça uzak saydığınız, kıyametteki ayağa kalkma sahnesi ve cisma­ni diriliş Allah için oldukça kolay ve rahat bir iştir.

Bu maksadın aynısı benzer tabirlerle çoğu konularda gel­miştir. Ekseriya bu, tabiat aleminin olaylarıdır.

Bunun örneği Al-i İmran suresinin 47. ayetinde Meryem'in (AS) kıssasında gelmiştir: "Meryem: Rabbim! Bana bir insan dokunmamışken nasıl çocuğum olabilir? demişti. Melekler şöy­le dediler: "Allah dilediğini böylece yaratır. Bir işin olmasını di­lerse ona "Ol" der ve olur." İbrahim'in (AS) kıssasındaki gibi: "Biz: "Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve zararsız ol" dedik." (En-biya-69) Bu şekilde acaba "Kün fe yekün"ü emr âlemine özgü saymak ve "yaratılış" âleminin karşısında bir yerde bilmek, "hatta" söz gelişi emr alemi yaratılış aleminin üzerinde olsa bu durumda ne denilebilir?

İsra Süresindeki Ayet

"Sana ruh'un ne olduğunu soruyorlar: de ki: "Ruh, Rabbimin emrinden ibarettir. Bu hususta size pek az bilgi verilmiş­tir. " (İsra-85)

"De ki "Ruh Rabbimin emrinden ibarettir" cümlesi soru so­ranlara cevap olarak ne maksatla söylenmiştir? Gerçekten on­ların sorusuna açık bir cevap vermek maksadıyla, bir bilinme­yeni bilinen yapmak için veya onların sorusu asılsızdır, demek için. Çünkü öylesi bir şey hakkında soru sormuşlardır ki, çoğu diğer şeyler gibi hakikatim Allah'tan başka kimse bilmiyor, Onun hakikatini anlamayı Allah dışında kimse başaramaz, insanın bilgisi ne kadar gelişirse gelişsin tekrar o meçhullere kar­şı ona, "az bir ilim dışında bir şey verilmemiştir" O halde kuvve­tini, bilgi elde edebileceği şeyler konusunda harcamalıdır, onun usul olarak idrakinin dışında olan konulardan çekinme­lidir. Bu işlerde onun hissesi, kendi fıtri görüşünün yol gösterdi. ölçüyü bilmesidir. Böylesi mevcutlar dünyada vardır. Bilin­diği gibi onların yaratıcısı vardır, ama hakikatini insan bile­mez.

Ayetin son cümlesi "... Bu hususta size pek az bilgi verilmiş­tir" İkinci üsluba daha uygun olan ise bu cümledir.

Binaenaleyh "De ki: Ruh Rabbimin emrinden ibarettir" cümlesi, bu, benim Rabbimle ilgili işlerin gurubundandır, onunla ilgili bilgiyi kendisine mahsus kılmıştır, insana ver­diği bilgi az bir şeyden fazla değildir, oluyor.

Ayetin birinci üslupta anlamı şu oluyor " De ki, Ruh Rabbi­min emrinden ibarettir ." (Ey bu sorularıyla peygamberimizi denemek ve onun söylediklerini kendi kitabınızda gördükleri­nizle tartmak isteyen yahudiler) (biliniz ki) hu hususta size pek az bir bilgi verilmiştir" Ama ayetin cümlelerinin uyumu ikinci üslupta daha fazladır.

Birinci üslupta, "Ruh Rabbimin emrinden ibarettir" cümle­sinin anlamı ne oluyor? Ruh Allah'ın işi ve yapısı mıdır? Rabbi­min emrinden midir? Veya Ruh, emr âleminden midir? Bu anlamların hiç birisi, ayetin kendisinden açık olarak anlaşılmı­yor.

Ruhtan maksat nedir? İnsanın ruhu, Ruhu temin ve Ruhul-kudüs anlamında ruh, vahiy anlamında ruh, Kur'an anlamın­da ruh, Meryem oğlu İsa anlamında ruh, "Ruhullah", Kur'an'da çeşitli ayetlerde ruh bu anlamlar için kullanılmıştır. Soruyu soranların bunlardan hangisini sormuş oldukları belli değildir; umumun dilinde insan ruhu anlamında olması müm­kündür. Ama eğer Yahudiler veya Yahudilerin fikri etkisi altın­daki müşrikler bu soruyu sormuş iseler, bunların hepsine nispetledir veya diğer bazı anlamlarla da eş anlamlıdır.

Bu şekilde acaba bu ayete dayanarak "emr âlemi" veya yara­tılış nazariyesi usulünü Kur'an'a dayandırmak veya Kur'an'a dayanıyor diye bilmek olur mu? Hayır.

Bu Temelsiz Tatbiki Meydana Getiren Veya Takviye Eden Faktörler

Tefsir kitaplarına bakılması, felsefe, kelam ve irfan fikirleri­nin etkisiyle yazılmış olan tefsirler ile bu fikirlerden uzak ola­rak yazılmış olan tefsirlerin mukayese edilmesi, "ela lehul halk vel emr" (bilin ki yaratma da emir de O'nun hakkıdır) cümlesinin yaratılış ve emr nazariyesine tatbik edilmesi, em­rin bir kelam konusundan kaynaklandığını ve kökenini ondan aldığını gösteriyor.

Kelam ilminin meydana geldiği o ilk sıralarda Allah'ın zatı ve sıfatları konusunun ardından, Allah'ın kelamının kadim mi, hadis (sonrradan olma) olduğu konusu ortaya çıktı.

Bu mesele, İslam medeniyetinin ve kültürünün seçkin oldu­ğu dönemlerde, asırlarca kavgacı düşünürlerin etki sahasında idi. Kadim, hadis olma veya mahlûk olma, olmama meselesi te­mel ve meşhur bir mesele idi, neticede, Mu'tezile ve Eş'ari ol­mak üzere iki tarz kelami düşünce ortaya çıkardı. Bu iki teori­nin her biri diğer birçok teorinin de temeli oldu. Bu iki teori dik kafalı, kavgacı ve inatçı taraftarlar ortaya çıkardı. Gerek, din ve siyaset adamlarının huzurunda oluşturulan büyük meclis­lerde, gerekse toplantılarda görüş sahipleri arasında şiddetli kavgalar ve husumetle karşılık münakaşalar oluyordu.

Bu kavgalarda iki taraf sözlü veya yazılı olarak ellerine fır­sat geçtiğinde, kürsüden veya başka yerlerden kendi teorileri­ni göstermek için çaba gösteriyorlardı. Fikri kudretler, yeni araçlar ve yeni deliller elde etmek için işe koyuluyorlardı.

Sırf yeni deliller elde etmek için olan bu telaş ve gayretlerde hakkı talep etme endişesi oldukça zayıf idi. Kavgacılık ve inat­çılık bir insanı, düşüncesini ne kadar kuvvetlendirirse kuvvet­lendirsin, o insan akıllı, zeki, bilgi dolu biri de olsa, onu, doğru yoldan saptırır ve onu tahrif eder. Onu akli meseleleri idrak et­mede ve nakille ilgili olan ibareleri anlamada şiddetli bir yol­suzluğa ve yöntemsizliğe götürür.

Böylesi bir fikri tufan sırasında, ilahi ayetler konusunu tar­tışmaya başlıyordu taraftarlar. Bu tartışmalarda onların ilgisi daha çok şuna idi. Önceki nazariyeleri için deliller, karineler bulmak ve kendi zamanlarındaki fikri savaşa ve mücadeleye katılmak için yeni bir silah elde etmekti...

Her ayette kendi nazariyeleriyle ilgili en küçük bir lafzi ilgi gördükleri zaman öylesine şaşırıyorlardı ki; onu kendi görüşle­rle uygun olacak şekilde yorumluyor ve anlam veriyordu. Fi­kirler ekseriya bir ayetin bir cümlesine teveccüh ediyordu. Hatta bu ayetlerin diğer cümleleri ile ilişkisine de riayet edil­miyordu.

Yeni anlam, ağızdan ağza dolaşıyor, seleften halefe ulaşı­yordu. Sonraki nesillerde de bu ekseriya ayetin kendine özgü bir anlamı olarak telakki ediliyordu.

A'raf süresindeki "ala lehul halk ve emr" "Bilin ki, yaratma da emir de onun hakkıdır" cümlesinde de bu hadise söz konusu oldu. O ilk asırlarda, Allah'ın kelamını mahluk olarak kabul et­meyenler bu cümle ile şu şekilde akıl yürütüyorlardı: Yaratma ve emrin karşılaştırılmasından şöyle istifade ediliyordu: Al­lah'ın kelamı mahluk değildir, çünkü yaratma sonradan olma (hadis) tir. O halde onun karşılığı olan "emr'in kadim olması gerekir, mahlûk olmaması gerekir. O halde Allah'ın kelamı olan emr "ferman" kadimdir, mahlûk değildir.

Bu cümlenin anlamında söylenen bir çeşit düşünce, felsefe­de mücerret ve maddi (müşahhas) anlamda söylenmiş olanlar­la karıştırılmıştır.

Daha sonra Yasin süresindeki "onun emri sadece...." diye başlayan ayet mücerretlerin yaratılış tarzına tatbik edildi. "Yaratılış âlemi" ve "emr âlemi" kavramları "madde âlemi" ve "mücerret âlem" kavramlarının yerine geçirildi. Sonra konu­nun aslı, yani Allah'ın kelamının mahlûk olmadığını ispat et­mek için ayetle akıl yürütme bir tarafa itildi. Bu ayette emr'in mahluk olmaması gerekir diyen düşünce şu netice ile sonuç­landı, "yaratma ve emr" yaratılış âlemi ve emr âlemidir. İşte bu sonucu Allah'ın kelamını hadis (sonradan olma) ve mahlûk ola­rak bilen kimseler de kabul ettiler.

Bu noktayı anlamak için, ilk önce felsefe, irfan ve kelam gö­rüşlerinden uzak tefsirlere, sonra da bu görüşlerin etkisiyle ya­zılmış tefsirlere, özellikle İman Fahrur Razi'nin Mefatihül Ğayb'ına (4. cilt sh.286, sonra 5. cilt sayfa 446'ya) sonra Nizam Nisaburiddin tefsirine, (3. cilt sayfa 143 ve sayfa 266'ya) Sad-nul Mete'lihin 'in tefsirine (sayfa 488'e) müracaat ediniz. Buna ilave olarak emr âleminden ve yaratılış aleminden bahseden felsefe, kelam, kelam ve felsefe tarihi kitaplarına, özellikle "Milel ve Nihal" sahibi unvanıyla Şehristani'nin İbni Tere-ki'nin farsça tercümesinin mukaddimesi olan makaleye ve ko­nuşmaya, Celali Naini'nin tashihi ile basılmış olan "Milel ve Nihal" kitabına (35,36 ve 39. sayfaları yaratma ve emir ile ilgi­lidir) müracaat ediniz. Adı geçen konuşmada, işaret edilen sap­malarla ilgili çeşitli ilginç örnekler bulunmaktadır.

Kısa oluşa riayet ve umumun bu konudan yararlanmasını sağlamak için konu mümkün oldukça kısaltıldı. Başkalarının yazdıkları ve özel kavramları nakletmekten, kaynakları zikretmekten kaçınıldı. Bu konunun, uygun bir fırsatta, daha ge­niş bir açıklamaya, ihtiyaç gösterdiğini ilgilenenlere arz edil­mesini ümit ediyorum.

 

 



[1]-  Kadın tanrıların benzeri bir şey, Yunan ve Roma'daki tanrıça­lar örneği

[2]-  Kur'an İslam'ın temel kaynağıdır derken maksadımız, "ha­dis... gibi diğer İslami kaynaklar tamamen kıymetsizdir, "demek değildir elbet. Hiç şüphesiz İslam'ın büyük bir kısmını bu kaynağın yar­dımıyla tanımak gerekir. Ama hadis ve onun benzeri İslami kaynak­lar, İslam peygamberi tarafından söylendiği kesinlik kazandığı za­man İslami bir değere ve senet olma özelliğine sahip olur. Yoksa şüp­heli rivayetlerin ve şüpheli hadislerin senet olma özelliği yoktur. Şüp­heli hadislerin İslam'ı doğru olarak tanımaya zarar vermemeleri için İslami esaslar şöyle kararlaştırılmışlardır; Her hadis ve rivaye­tin delil olabilmesi için, ilk önce Kur'an'ın öğretilerine uygun olması gerekir. Kur'an 'a uygun değilse bir kenara atılır. Bu nedenle İslam ve İslami öğretiler hakkında gerçekten doğru ve sağlam araştırmalar yapmak isteyen bir âlimin, ilk olarak Kur'an 'ı ilmi ve toplu bir şekil­de incelemesi gerekir. Her konunun Kur'an nazarındaki hükmünü anlaması, sonra hadis, tarih ve diğer kaynakların sahasına girmesi lazımdır.

"İslami ilimler için temel senet Kur'an'dır. " dememiz, bunu için­dir.

[3]- (Ahmed Aram'ın tercümesi, safya 466)

 

[4]- A.g.e. sh. 696

 

[5]- A.g.e. sh. 697

 

[6]- A.g.e. sh. 697