İslam Tarihi'nde
Gerçeğe Giden Yol
Mehdi Aksu
Hamd Allah’a ki övenler O’nu layıkıyla övemezler; nitemetlerini sayıp dökenler
onları söyleyip bitiremezler; çalışıp çabalayanlar hakkını eda edemezler. Hamd
ederim Allah’a nimetlerini tamamladığı için, yüceliğine uymak için O’na isyan
etmekten kurtulmak için, yokluktan, yoksulluktan kurtulmak için. Hamd o Allah’a
ki, gözler onu apaçık görüşle göremez fakat gönüller iman gerçekleriyle görür.
Nimetlerine şükrederek O’nu överim, bana yüklediği vazifeleri yapabilmek için
O’ndan yardım dilerim.
Salat-u selam, alemlere rahmet ve ümmeti aydınlatan bir ışık olarak gönderdiği,
varlığını kerem hamurundan yoğur-duğu, ezeli ululuk soyundan getirdiği, yücelik
ağacının kökünden yaratıp, üstünlük dalında büyüterek dallarla, budaklarla,
meyvalarla yetiştirip geliştirdiği iki cihan güneşi olan resulüne ve günalhardan
mutahhar olan şerefli Ehl-i Beyt’ine, ulemaya, şühedaya ve Allah yolunda hiçbir
tağuti ve şeytani güce taviz vermeden yürüyen, yollar katederek ilerleyen
müminlere...
Ey tehlikeler ve belalar dolusu vadiye düşen misafir. İster istemez bu vadiye
geldin. Seni kendi isteğinle buraya getirmediler. Bu vadide 72 taraftan sana
yönelmeler ve seni kazanmak isteyenler vardır. Seni sadece bu vadide Allahın
emir buyurduğu sıratul mustakim kurtuluşa ve Allahın rızasına görürür.
İnsanlığın klavuzu ısrarla insanları şu sözüyle bu yola davet ediyor; “Benim
Ehli beytim Nuhun gemisine benzer, o gemiye binenler kurtulur, binmeyenler ise
helak olur.”
Yolun her ne kadarda uzun olsa korkmana ve vesvese-lere kapılmana hiç de gerek
yoktur. Çünkü bu yolda maksada varman için Rabbin tarafından yoluna dikilen 12
tane nur ve çerağ vardır. Bu yolda gördüğün herşey nur ve aydınlıktır.
Hidayetdir ve yol sırat-ul Mustakimdir.
Öyleyse durma vakdi değildir. Git, ilerle ve koş.....
Korkup vesveseye kapılma. Hennaslar seni aldatmasınlar, yoldan çıkarmasınlar.
Sen mübarek ağaca doğru yola koyulmuşsun ve Rabbinle ahitleşmişsin. Allahın
inayeti seninledir ve onun rızası seni beklemektedir.
Sen “Elestu” gününde Rabbinle ahitleşmedin mi ? Öyleyse bu ahdini bozma.
Sen Resulü Ekrem efendimize bel bağlamadın mı? Öyleyse bu bağlılığını gevşetme.
Sen Kuran a körü körüne taklidden ve cahilane taassupdan el çekeceğine dair söz
vermedin mi? Öyleyse sözünde dur ve şahsiyetini koru.
Sen kurtuluş gemisine Allah’ın evliyaları ile beraber olmayı istemedin mi?
Öyleyse gaflet ve cehalet deryasında kendini helak etme.
Kıyamet günü amel defterinin sağ eline verilmesini ve yüzünün ak olmasını
istiyorsan öyleyse vaktini biraz araştırmaya, incelemeye ve okumaya ayır ki lülu
ve mercan dolu cevherlere ulaşıp hayretten kurtulasın.
Allahu Teala sana akıl ve şuur vermiştir. Bu ulvi nimeti en önemli işlerinde
yani yaşam felsefesinde kullamalısın. Sakın, geçmişlerden bana ne, tarihde olup
bitenlerden bana ne demeyesin. Çünkü sen bu ümmetten bir parçasın ve bu tarihe
bağlısın. Öyleyse geçmişde olup bitenlerden haberdar olmalı ve büyük bir dikkat
ile doğruları ve yanlışları birbirinden ayırd etmelisin. Bu ancak çalışma ile,
ilim ve amel ile ve en önemlisi taassup ve körü körüne taklidden uzak durma ile
sağlanır.
Öyleyse yerinde sayma, yanlış ve çıkmaz sokaklara girme Salih ve Sadık
insanlardan sor ki seni tuba ağacına yönlendirsinler. Senki kendini kainatın
şerefli ünnetinin bir üzvu olarak görüyorsun, Senki yeryüzünde Allahın halifesi
olmak istiyorsun, Senki İslam peygamberinin arkasından gidip onun adımlarının
yerine adımlarını basmak istiyorsun..... Öyleyse düşün ve dikkat et, yanlış
yollara girme, Rabbini gazaplandırıp, Resulünün incitme, Kuran a yabancı olma ve
neticede Allahın feyizleri olan Ehlibeytle ilişkini koparma. Çünkü onlar
hidayett meş’aleleri, kurtuluş gemisinin sütunları ve Resullah (s.a.a)
efendimizin risaletinin ücret ve mükafatlarıdırlar.
Onlar Allahın muhkem ayetleridir.
Onlar ilmi ihya eden ve cehaleti yok edenlerdir.
Onlar insanların öncüleri, yeryüzünün sütunları, iman kapıları ve Allahın
emanetdarıdırlar.
Onlar Nubuvvet hanedanı, rahmet kapıları ve risaletin mekanıdırlar.
Onlar takva nişaneleri ve karanlığın aydınlatıcılarıdır.
Onlar Allahın beğenisini kazanmış ve gayb aleminin seçilmişleridir.
Onlar Resullah (s.a.a)’ın ilim hazineleridir.
Onlar dini muhalif ve muanid düşmanların tufanlarından korumak için, dinin yere
kök salmış sağlam dağlarıdır.
Onların vesilesi ile hak asıl mekanına geri döner ve batıl onun yerini büsbütün
terkeder.
Öyleyse onlara yönelmeli, onların tarz ve yönteminden ayrılmamalı, doğru yoldan
ve sırat-ul mustakimden çıkarılmamak için anlarda itaat etmelisin.
Aziz okuyucu bu elinizdeki eserde yıllardan beri müslümanların zihinlerini
meşgul eden ve ihtilaflara sebeb olan ve kimi zaman bu ihtilafların şiddetli
boyutlara çıkmasına sebeb olan konulara Kuran, sünnet ve akıl gölgesinde açıklık
getirilmeye çalışılmıştır. Bunca açık ve net delillerden sonra, bir araştırma
ürünü olan bu kitabın yıllardan beri süre gelen ve bitmeyen tartışmalara son bir
noktayı koyması ümidi ile eser kaleme alınmıştır. Her konuda olduğu gibi bu
konudada sağlam, sahih ve doğru bir inanç ve düşünceye ulaşmak için körükörüne
taklid ve cahilane taassup ve bağnazlıktan uzak durarak eserin okunmasının
faydalı olacağını tavsiye ediyoruz.
Müslümanlar arasındaki ihtilaflara son noktayı koyması ümidiyle.....
TATHİR AYETİNDE EHL-İ BEYT KİMLERDİR?
“Ancak ve ancak Allah, ey Ehl-i Beyt sizden her çeşit
pisliği, suçu gidermek ve sizi tam bir temizlikle tertemiz etmeyi irade eder.”[1]
Bu ayeti kerime Kur’anı
Kerim’in Ahzab suresindedir. Tefsir, Tarih ve hadisçi alimler arasında Tathir
ayeti diye meşhurdur. Tarih boyunca bu ayetteki Ehl-i Beyt’in kimler olduğu
hususunda büyük ihtilaflara düşülmüş ve bu ihtilafların da zararının faturası
ise Müslümanlar tarafından ödenmiş ve kârını ise islamın büyük ve azılı
düşmanları ve emperyalist güçler kazanmıştır.
Bazılarına göre Ehl-i
Beyt’ten maksat peygamberin hanımları, bazılarına göre Ali, Akil ve Abbas’ın
evlatları, bazılarına göre Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin ve bazılarına göre ise
hem peygamberlerin hanımları ve hem de Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’dir. Aklı selim olan birisi bu ihtilafların hallini Kur’an, sünnet
ve akıl gölgesinde aramalı ve bu kavramlar içerisinde hakka ulaşmalıdır.
Bu ayetin, Ehlibeytin fazilet
üstünlük, masumluk ve maddi–manevi noksanlıklardan uzak olduklarına delalet
ettiğine tered düt yoktur. Tathir ayeti, hakikati
gören, basiretli, imanlı ve ilahi yolu giden insanların gözlerini ismet ve
masumluk sıfatına sahip olan Ehlibeyte dikmelerine sebep olmuştur.
Ehli Sünnet ve Şianın hadis,
tefsir ve tarih kitaplarından haberdar olan birisi bu ayetin sadece peygamber,
Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin (a.s) hakkında nazil olduğunda zerre kadar bile
tereddüt etmemesi gerekir. Bunun böyle oluşu kesin ve mütevatir bilinen
meselelerden olup ve onu inkar etmek Kur’an’a, Peygambere ve Ehlibeyte karşı
yapılan inattan başka bir şey değildir. Bunun aksini
iddia etmek ya kör ve batıl taassuptan ya bir takım çıkarlardan veya da hadis,
tarih ve tefsir kitaplarından haberdar olmamaktan kaynaklanmaktadır ve bunun
başka bir alternatifi yoktur.
Ehli Sünnet’in bütün
fırkalarının kabullendikleri kaynaklara bakacak olursak delaleti açık olan bu
Ayet’in sadece beş kişi hakkında nazil olduğunu göreceğiz.
Ehli Sünnet’in değerli alimlerinden edebiyatçı ve
tefsirci olan Celaleddin Suyiti ‘Ed- dür- rul Mensur’ adlı tefsir kitabında Ehli
Sünnet ravilerinden bu ayetin beş kişi hakkında nazil olduğuna ve bir altıncı
şahsın bulunmadığına dair yirmi tane rivayet nakletmiştir. Aynı şekilde İbn-i
Carir-i Taberi tefsiri Taberi’de muhtelif senetlerle on beş rivayet nakletmiş ve
ayetin sadece beş kişi hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Bu ayetin Hz. Resulü
Ekrem, İmam Ali, Hz. Fatima, İmam Hasan ve İmam Hüseyin (a.s) hakkında nazil
olduğuna dair hiçbir delil bile olmasaydı, bu konuda Peygamberin sadece şu sözü
yeterli olurdu “Bu ayet ben, Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Hz. Fatima
hakkında nazil olmuştur.”[2]
Ahmed b. Hanbel Ebu Said’i Hudri’den naklederek şöyle
der: “Bu ayet Hz. Peygamber, Hz. Ali, Hz. Fatima, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin
hakkında nazil olmuştur.”[3]
Biz şimdilik Caferi ve Ehli
sünnet kaynaklarında ortak olarak zikrolunan bazı rivayetleri nakledecek ve daha
sonra ayetin tefsirine geçeceğiz.
Birinci Hadis: Peygamber (s.a.a)’in değerli zevcesi ve ümmül
muminin olan ümmü Seleme şöyle buyuruyor: “Hz. Resulü Ekrem (s.a.a) benim
odamdayken Hz. Fatima odaya geliverdi… ve peygamber Fatima’ya ey Fatima git
eşini ve iki evladını buraya getir (Hz. Fatimanın onları seslemesi üzerine) Ali,
Hasan, ve Hüseyin gelip odaya girdiler ve hepside birlikte yemek yemeğe
başladılar ve bu esnada peygamber tahtın üzerinde bulunan döşeğin üzerinde
oturuvermiş ve kendisininde bir Hayber kisası
(aba) vardı. Ümmü Seleme diyor ki; Ben o odanın bir köşesindeki hücreye çekilmiş
namaz kılmak ile meşgul iken Allah’u Teala bu ayeti nazil eyledi. “Allah siz
Ehl-i Beyt’ten her türlü pisliği gidermek ve sizi tertemiz etmeyi irade eder”
Ümmü Seleme diyor ki: Ben başımı odaya sokarak şöyle dedim; Bende sizden miyim
ey Allah’ın Resulü? Buyurdular ki; “sen hayır üzeresin, sen hayır üzeresin.”
İkinci Hadis: Ümmü Seleme şöyle diyor; Hz. Resulü Ekrem Fatıma’ya
şöyle buyurdular; “Eşin ve iki evladını buraya getir” Hz. Fatima onları
getirdiğinde Peygamber onların üzerine Fedek kisasını (Aba) atarak mübarek
ellerini onların başı üzerine kaldırıp şu duayı buyurdu;
“Allahım bunlar Al-i
Muhammed’dir bereket ve salavatını Muhammede ve onun Al-ine gönder, doğrusu sen
hamd-ü senaya layık ve yücesin, Ümmü Seleme diyor ki; Ben abanın bir köşesini
onların yanına girmek için kaldırdım, Peygamber abayı benim elimden çekerek “sen
hayır üzeresin” diye buyurdular.
Üçüncü Hadis: Peygamber (s.a.a) gökyüzünden feyz ve bereketin
aşağı indiğini görünce iki defa kim burda dua ediyor diye buyurdular, (Ümmü
selemenin kızı) Zeyneb benim ey Allah’ın Resulü diye seslendi, buyurdular ki,
Hz. Ali, Hz. Fatima, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyni benim yanıma sesle gelsin, onlar
geldiğinde Peygamber Hasanı sağ, Hüseyni sol, Ali ve Fatimayı da karşısına
oturtarak Hayber kisasını (Aba) onların üzerine atıverdi ve şöyle buyurdu; “Her
Peygamberin bir Ehlibeyti vardır ve bunlarda benim Ehlibeytimdir.” Bunun
mukabilinde Allah-u Teala şu ayeti nazil buyurdu: “………………………….”
Daha sonra Zeyneb, ey Allah’ın Resulü ben de sizinle olabilmem için abanın
altına gelebilir miyim? Diye sordu, Peygamber (s.a.a) sen yerinde kal senin
sonun hayır üzeredir inşallah diye buyurdular.
Dördüncü Hadis: Hamidi şöyle diyor; Sahihi Buhari ve Sahihi
Müslimi’in ittifak ettikleri Aişe’nin müsnedindeki şu hadistir, Aişe şöyle
diyor; Peygamber (s.a.a) sabah vakti evden dışarı çıktılar ve hazretin sırtında
siyah bir aba vardı…..Hasan geldi ve
Peygamber onu abanın altına aldı, sonra Hüseyin
geldi onuda abanın altına aldı, sonra Fatima geldi onuda abanın altına
aldı ve daha sonra da Ali geldi ve onuda abanın altına aldı ve şöyle buyurdu “
Allah siz Ehl-i Beyt’ten her türlü pisliği gidermek ve sizi tertemiz etmeyi
irade eder”
Beşinci Hadis: Aişe şöyle diyor; Peygamber evden dışarı çıktı ve
sırtında üzerinde nakışlar bulunan siyah bir aba vardı, Hasan geldi ve onu
abanın altına aldı, Hüseyin geldi onu da abanın altına aldı, sonra Fatıma geldi
onu da abanın altına aldı ve daha sonra da Hz. Ali geldi Peygamber (s.a.a) onu
da abanın altına aldı ve şöyle buyurdu: “ Allah biz Ehl-i Beyt’ten her türlü
pisliği gidermeyi ve bizi tertemiz etmeyi irade eder.”
Altıncı Hadis: Peygamber (s.a.a)’ın zevcesi Ümmü Seleme’den bu
ayetin onun evinde nazil olduğu naklolunmuştur. O, şöyle diyor; Tathir ayeti
nazil olduğunda ben odada kapının yanında oturuyordum, dedim ki ey Allah’ın
Resulü bende Ehlibeyt’ten değil miyim? “Sen hayır üzeresin sen Peygamberin
zevcelerindensin” diye buyurdular. Ümmü Seleme diyor ki; o odada sadece
Peygamber, Ali, Fatima, Hasan ve Hüseyin vardı. Peygamber (s.a.a) abayı onların
üzerine çekerek buyurdular ki; “Allah’ım bunlar benim Ehlibeytimdir onlardan her
türlü rics’i gider ve onları tertemiz eyle”.
Yedinci Hadis: Salebi kendi senetleriyle Avam bin Huşeb’in
amcasının oğlu Mecme’den şöyle rivayet eder; Annem ile birlikte Aişe’nin yanına
gittik, annem Aişey’e dedi ki, Cemel vakiası günü Ali’ye karşı kıyam ettiğini
gördüm “Aişe bunun Allah tarafından bir takdir olduğunu söyledi” Annem
(Aişe’den) Ali hakkında sordu, Aişe cevaben dedi ki; “İnsanlar içerisinde
Peygamberin yanında en fazla değer sahibi olanı sordun. Andolsun Allah’a
Peygamber (s.a.a)’in Ali’yi, Fatima’yı, Hasan ve Hüsey’ni kendi etrafına
topladığını ve onların üzerine bir örtü atıp şöyle buyurduğunu gördüm; “Allah’ım
bunlar benim Ehlibeytim ve bana has olanlardır, onlardan her türlü pisliği gider
ve onları tertemiz kıl.” Ben dedim ki ey Allah’ın Resulü bende senin
Ehlibeytinden miyim? Buyurdular ki; “uzak dur sen hayır üzeresin”.
Sekizinci Hadis: Tathir ayeti Ümmü Seleme’nin evinde Peygambere nazil
olunca, Fatima, Hasan ve Hüseyn’i çağırdı ve Ali’de onun arkasındaydı hepsinin
üzerini Aba ile örterek buyurdu ki; “Allahım bunlar benim Ehlibeytim’dir,
onlardan her türlü pisliği gider ve onları tertemiz kıl”. Ümmü Seleme, ey
Allah’ın Resulü! Bende mi onlardanım? Diye sorduğunda, “sen yerinde kal, sen
hayır üzeresin diye buyurdular”.
Dokuzuncu Hadis: Enes b. Malik şöyle diyor; Peygamber altı ay boyunca
sabah namazına giderken Fatima’nın kapısı önüne gelir şöyle buyururdu; “ey
Ehlibeyt Allah siz Ehlibeyti her türlü pislikten gidermeyi ve sizi tertemiz
etmeyi irade eder.”
Evet Ehli sünnet ve Şianın
kaynaklarında ortak olarak zikrolunan bu hadislerden ve daha zikrolunmayan bir
çok hadisten anlaşılan, bu ayetin nüzul sebebinin beş kişi olduğudur
ve onlarda Hz. Peygamber, İmam Ali, Hz. Fatima, İmam Hasan ve İmam Hüseyn
(a.s)’dır. Gerçi Tathir ayeti nazil olduğunda sadece hayatta bu beş masum
olduğundan, onların isimleri zikrolunmuştur ama diğer birçok hadislerde
Ehlibeytten maksadın on dört masum olduğu açıkça beyan edilmiştir. Zira Tathir
ayetinin nüzulu esnasında sadece beş masum hayatta idi ve diğer dokuz masumda
İmam Hüseyn’in sülbunda idi, dolayısıyla onlarda Ehlibeyt’ten dirler zira buna
sarih rivayetler vardır zikrolunmasının gereğini görmüyoruz. Dolayısıyla ilk
beşinin ispatı diğer dokuzunun da ispatıdır
kanısındayız. Zira “Ya eyyuhellezine amenu” Ey iman
edenler diye başlayan ayetlerin muhatabı o zamanki sahabe olmakla beraber
kıyamete kadarki tüm mu’minleride kapsamaktadır.
Zikrolunan ve olunmayan bunca
hadislerin ravilerinde, bir takım kelimelerinde, nüzul mekanlarında ihtilaf
olsada hadislerin birleşmiş oldukları tek bir ortak nokta Tathir ayetinin
haklarında nazil olduğu Hz. Peygamber, İmam Ali, Hz. Fatima, İmam Hasan ve İmam
Hüseyn (a.s)’dır. Bunca raviden ve rivayetten sonra şu iyice anlaşılmalıdır ki
Kisa (aba) hadisi yani Tathir ayetinin Ehlibeyt imamları
hakkında nüzul olduğunu açıklayan hadis mütevatir hadislerden olup inkar
edilmesi Kur’an’a, sünnete ve Ehlibeyte karşı bir inat ve düşmanlıktan başka
birşey değildir. Sadece bu konu hakkında çoğunluğu Ehli sünnet kanalından olan
yetmişten fazla rivayeti Ehli sünnetin büyüklerinden olan, tefsircileri,
tarihçileri, hadisçileri sahih, hasan ve muvassak senetlerle nakletmişlerdir.
Tarih, tefsir ve hadis kitaplarından haberdar olan ve mezheb taassubu olmayan
aklı selim birisi bu konunun böyle oluşunda asla tereddüte düşmez ve konuyu
olduğu gibi kabullenir.
Şimdi Tathir ayetinin
Ehlibeyt yani Hz. Resulü Ekrem (s.a.a) müminlerin emiri Hz. Ali, kadınların en
afdali Hz. Fatima ve cennet gençleri Hz. İmam Hasan ve Hz. İmam Hüseyn hakkında
olduğuna şahid olarak zikrettiğimiz ve daha zikredemediğimiz
birçok hadisin kaynaklarından bazılarına yer veriyoruz. Daha geniş bir şekilde
kaynak isteyenler Allame Şerefuddin’in türkçeye çevrilen El- Müracaat (mektuplar) adlı eserinin bir araştırma
bölümüne başvura bilirler.
1-
Sahih-i Müslim, Ehlibeyt’in
faziletleri babı. c.5. S.36, h.
2424
2- Sahih- Tirmizi, c.5. s.
351, h. 3205
3- Müsned-i Hanbel, c.4, s.
107
4- Müstedrek-i Hakim, c.3, s.
133 ve 147 ve c. 2, s. 416
5- Hasaisi Nesei, s. 33
6- İbn-i Hacer, El- İsabe,
c.2, s. 509
7- Tefsir-i Fahri
Razi, c. 25, s. 209
8- Tefsir-i Taberi, c. 22, s. 6
Ahzab süresinin ayetlerinin
tamamının Medine’de nazil olduğuna dair zerre kadar bir şüphe bile yoktur.
Özellikle Peygamberin hanımlarına hitap eden bölümleri Medine’de nazil olmuştur.
Ahzab suresinin ilk ayetleri Peygamberin hanımlarına hitap etmektedir. Ve onlara
yönelik bazı düsturları vermektedir. Bu ayetler Peygamberin hanımlarının
faziletlerinden söz etmemekte aksine onları fazilete davet etmektedir. Eğer
Peygamberin hanımları onun zamanında ondan sonra Peygambere layık olurda ilahi
cephede kalır ve ayetlere bilfiil riayet ederlerse, şüphesiz emir olunanı yapmış
ve fazileti kazanmışlardır. Ama aksine olurda ayetin belirttiği gibi dünya ve
dünyanın ziynetlerini ahirete tercih ederlerse şanına yakışmayanı yapmış ve
emirleri çiğnemiş ve davet olundukları fazilete sırtlarını dönmüş olurlar.
Bu ayetlerden iki nokta
anlaşılmaktadır:
1- Peygamberin hanımlarının
hassas ve siyasi işlere karışmamaları ve evlerinde oturup Peygamberden sonra
nasihatçi, barışçıl yolu seçmeleri ve ev içerisinde dahi batıl heveslerden, kötü
düşünce ve davranışlardan uzak durmalarıdır.
2- Allah’u Teala’nın ezeli ve
tekvini iradesinin Peygamberin hanımlarının paklığına, masumluğuna ve onların
fazilet üstü olduğuna dair gerçekleşmediğidir. Zira Peygamberin hanımları
fiillerinde temiz ve pak olmalarında, fazilet üstü olabilmelerinde muhtardırlar.
Peygamberin eşlik makamına daima sahip olma iftiharını taşımak için salih bir
yöntem ve ilahi bir çerçeveye girmeleri gerekmekdir. Zira onlara olan hitabın
başlangıcında ayet peygamberin hanımlarının iradesinden bahsetmektedir. (in
kuntunne Turidned-dünya. Eğer dünyayı irade
etseniz) oysa Tathir ayetinde ilahi iradeden bahsetmektedir. Anlaşılan
peygamberin hanımlarına yönelik olan ilahi irade teşri’idir çünkü onlara “Eğer
irade etseniz” şeklinde buyuruyor. Ama Ehlibeyt hakkındaki ilahi irade
tekvinidir. Zira peygamberin hanımlarına buyrulan irade onlara buyrulmamıştır.
Yani birinci hitapta peygamberin hanımlarının iradesinden ikinci iradede Allah’u
Teala’nın iradesi söz konusudur.
Şimdi Tathir ayetinin
Ehlibeyt hakkında nazil olduğuna dair bir kaç delili sunuyoruz.
1- Rivayetlere göre Peygamber
kendisi ile birlikte odada bulunanlardan sadece beş kişiyi bir araya toplamış ve
onların üzerine bir aba atmış ve onların pak, masum ve temizliğine dair dua
etmiştir. Odadakiler dağınık bir haldeyken, peygamber bu duayı etmediler, eğer
etseydiler odadakilerin hepsinin dua ve ayetin içerisine girdikleri
düşünülebilirdi. İşte bu düşüncenin meydana gelmemesi ve böyle bir safsatanın
iddia olunmaması için, Hz. Peygamber, (s.a.a.) Ehlibeyti bir örtünün altında bir araya
toplayıp da dua buyurmuşlardır.
2- Rivayetlerdeki peygamberin
Ümmü Selemeye olan sözüdür. “Hayır sen Ehlibeyt’ten değilsin ama senin sonun
hayır üzeredir.”
3- Rivayetlere göre peygamber
şöyle buyurmuştur; “Allah’ım bunlar benim Ehlibeytimdir.” Yani benim Ehlibeytim
sadece bunlardan ibarettir. Eğer bunlardan başkalarıda örneğin hanımları veya
diğer akrabalarıda Ehlibeyt’ten olmuş olsaydı “bunlar benim Ehlibeytimdir”
şeklinde değil de “Allah’ım bunlar benim Ehlibeytim’dendir” şeklinde buyurması
gerekirdi.
4- Rivayetlerden anlaşıldığı
kadarıyla, Peygamber (s.a.a) iki defa Ümmü Selemenin bir defada Hz. Fatimanın
evinde, Hz. Ali, Hz. Fatima, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyn (a.s)’ı abanın altına
alarak “Allah’ım bunlar benim Ehlibeytimdir” diyerek duada bulunmuştur. Tathir
ayeti bir defa nazil olmasına rağmen, Peygamber tarafından bu fiillerin
tekrarlanmasındaki sebep Ehlibeytin bu beş kişiden fazla olmadığının imajının
defalarca verilmesiydi.
5-
Hz. Peygamber (s.a.a) ömrünün son altı, yedi veya sekiz ayında hergün
sabah namazı vakti Hz. Fatıma’nın evi önüne gelir “ Namaz ey Ehlibeyt, Allah’ın
rahmeti ve selamı sizlere olsun” diye buyurur. Ve daha sonra Tathir ayetini
okurdu. Peygamber (s.a.a)’in yapmış olduğu bu fiilin ve sözlerin anlamı nedir ?
Tathir ayetini onlar hakkında bir defa okuması yeterli olmaz mıydı da! aylarca
ve defalarca okuyordu, bunların sebebi nedir ? Sebep, ister Medine’de ister
Medine dışında bulunan veya bu müddet içerisinde Medine’ye gelip giden
Müslümanların tamamının bu olaydan ve Tathir ayetinin kimler hakkında olduğundan
haberdar olmaları ve diğerlerine haber vermeleriydi. Hatta bazı rivayetlerde Hz.
Resulü Ekrem (s.a.a)’in Hz. Fatima (s.a)’nın kapısını iki eliyle tutup da “Namaz
ey Ehlibeyt….” Buyurduğu naklolunmuştur. Oysa eğer Peygamberin hanımları da
Ehlibeytten olmuş olsalardı bir defa dahi olsa Peygamber (s.a.a) Ehlibeyt
kelimesini onlar hakkında da kullanırdı. Oysa hiç kimse, hatta aziz ve muhterem
olmak isteyen Peygamberin bazı
hanımları ve bunların dışında, geneli bile böyle bir iddiada bulunmamış ve hiç
bir rivayette naklolunmamış ve hiç bir kaynak kitapta yazılmamıştır. Hatta bu
hadisin ravilerinden birisi olan Aişe dahi bu ayetin İmam Ali, Hz. Fatima, İmam
Hasan ve İmam Hüseyn (a.s) hakkında nazil olduğunu itiraf etmiştir. Hz. Resulü
Ekremin vefatından sonra da hanımları içerisinde hiçbirisinin Ehlibeytten olduğu
iddiası olmamış ve böyle bir iddiayı sahabe bile yapmamıştır.
6- Tathir ayetinden önce,
Peygamberin hanımlarına hitaben yirmi tane kadınların çoğulunu belirten (kunne-
kuntunne- turidune) zamir vardır. Ama Tathir ayetine gelince hitap olunanlarda
bir değişiklik olur ve kadınların çoğulu zamiri kalkar erkeklerin çoğulunu
belirten zamir (kum) o zamirlerin yerine geçer. Eğer maksat kadınlar idi ise
neden zamir erkeklerin çoğuluna dönüştü.
7- Diğer bir delilde Sahih-i Müslim’deki
rivayettir;…Zeyd b. Erkam’dan, Peygamberin Ehlibeyti kimlerdir ? onun kadınları
mıdır ? şeklinde sorulunca, o şöyle cevap vermiştir; Hayır, vallahi kadın eşi
ile birlikte belirli bir zamanda beraber olur. Daha sonra eşi onu boşarsa kadın
babasının ve kavminin yanına döner, Peygamberin Ehlibeyti onun aslıdır ve ona en
yakın olup ondan kopmayan akrabaları ve sadakanın haram olduğu kimselerdir.[4]
Neticede bu hadiste de hanımların Ehlibeytten olmadığı bahsedilmiştir.
Bu delillerden anlaşılan
Tathir ayetinin Peygamberin Ehlibeyti dışında hiç kimsenin hakkında nazil
olmadığı ve sadece Ehlibeyt hakkında nazil olduğudur. Şimdiye kadar söylenenler
ayetin nüzul şanı ve ayet dalında naklolunan bazı rivayetlerden ibaretti, şimdi
kısa bir şekilde ayetin tefsirine yer verilecektir.
Tathir ayetinin başında geçen
“innema” kapsam ve sınır edatlarındandır. Arap lisanı ediplerinin yanında en
kuvvetli kapsam ve sınır edatı “innema” dır. Anlamı ise Allah’ın iradesinin
Ehlibeytin ismet ve masumluğunda gerçekleştiğinin sınırlanmasıdır. Zira Allah’ın
iradesi ayetteki “Kum” zamirinde gerçekleşmiştir. Ayetteki Ehlibeyt ister
ihtisas (Ehlibeyte mahsus ediyorum) ister medihe ve övgü (Ehlibeyti övüyorum)
veya isterse de nida (ey Ehlibeyt) babından olsun, bu kelime “Kum” zamirini
beyan eder ve açıklar. Neticede Allah’ın ismet ve masumluk iradesi Ehlibeytin
üzerinde gerçekleşmiş olur. Gerçekte bu kapsam ve sınır iradesi iki alanda
gerçekleşmiştir; Birisi Allah’ın iradesinin sadece ismet ve masumlukta yani
ricsi ve her türlü maddi- manevi pisliği ortadan kaldırma ve tertemiz etme
iradesinin gerçekleşmesidir. Yani Allah’ın Ehlibeyt hakkında ismet ve
masumluktan başka bir iradesi yoktur. Allah’ın diğer bir iradesi ise bu sıfatın
bu ayette sadece Ehlibeyt için olupda başkası hakkında olmadığıdır. Örneğin
birisi eğer “ben sizin eve sadece ziyaret için geldim” derse, bu sözden iki
irade ve sınır anlaşılmaktadır. Birincisi sadece ziyaret için geldiğini ve başka
bir amaç için gelmediğini ve ikinci olarak da sadece senin ziyaretine geldiğini,
hem senin ve hem de başkalarının ziyaretine gelmediğini anlatmaktadır. Elbette
iki sınır ve kapsamın bir edatla anlaşılması biraz zordur ama beyan olunduğu
şekilde bir sakıncası kalmaz.
Bu ayette Allah’ın iradesi teşrii irade değil de
tekvini iradedir. Zira teşrii irade hüküm, kanun, emir ve nehiyden ibarettir ve
bunlarda sadece Ehlibeyte has değildir, aksine bütün insanlık teşrii iradeyi
içeren bütün bu sıfatların hepsinde eşittirler. Çünkü Allah-u Tealanın iradesi
ve her irade, ister tekvini olsun ister teşrii, irade olunanın aksine olmaz ve
ona hilaf etmez. Yalnız teşrii iradede hedef hükmün icad olması ve tekvini
iradede de amaç kovn (ol) ve dış alemde vakianın özünün gerçekleşmesidir. İşte
bunun için Allah’ın ismet iradesinin özü ve gerçeği Ehlibeyt hakkında
gerçekleşmiştir. Zira Allah-u Teala şöyle buyuruyor: “O’nun işi, bir şeyi yapmak
istediğinde ol der, o şeyde oluverir.”[5]
Diğer bir beyana göre,
varlığın yaratılması ve meydana gelmesinin illeti Allah-u Tealanın iradesinden
kaynaklanmaktadır. Ve illet’de asla malulüne muhalefet etmez. İşte bunun için
ismet ve masumluk iradesi onun gerçekleşmesinin gerekliliğidir.
Konumuzun bu bölümünde
deryadan yalnızca bir katre unva’nın da Ehlibeyt İmamlarının bazı fazilet ve
üstünlüklerini zikredeceğiz.
Günümüzde çeşitli
münasebetlerde Ehlibeyt hakkında sohbetler ve tartışmalar tertip edilmektedir.
Bu sohbetler ve tartışmalara katılanların bazıları ünvan ve şöhret sahibi
oldukları halde, bu konuda geniş bilgi sahibi ve konu hakkındaki ayet ve
hadislerden haberden olmadıkları ve dolayısıyla ünvan ve sıfatlarına yakışmayan
açıklamalarda bulundukları görülmektedir. Oysa insanın bildiği konuda konuşması
ve bilmediklerinde de susması aklın yoludur. Ama ne yazık ki, bazıları bazen bu
yolun dışına çıkmışlardır.
Ehlibeyt İmamlarının
faziletleri, makamları ve üstünlükleri hakkında, Arapça, Farsça, Türkçe,
İngilizce, Orduca, Almanca ve diğer bir çok dillerde binlerce cilt kitap
yazılmış ve tercüme edilmiştir. Bu da onların faziletlerinin nedenli büyük
olduğunu gösterir.
Salebi kendi tefsirinde,
İnsan suresinin tefsirini yaparken İbni Abbas’tan şöyle nakletmiştir; “Hasan ve
Hüseyn hasta oldular. Peygamber (s.a.a) Ebu Bekir ve Ömer’in de içlerinde
bulunduğu bir grup sahabesi ile beraber onların ziyaretine geldiler. Ve Hz.
Ali’ye şöyle dediler; Ey Ali keşke evlatlarının şifası için bir nezirde
bulunsaydın. Ali , Fatıma ve Fizze onların şifa bulması için üç gün oruç tutmayı
nezrettiler. (Bazı rivayetlere göre Hasan ve Hüseyn de oruç tutmak için
nezrettiler.) kısa bir zaman sonra ikisi de iyleşti. Yemek yönünden ellerinde
bir şey olmadığı için Hz. Ali, Yahudi olan Şem’un b. Haris Hayberinin yanına
gitti ve ondan bir miktar arpa borç aldı ve evine getirdi. Fatıma bu arpayı un
haline getirdi ve onun üçte birinden herkese bir adet olarak beş tane ekmek
pişirdi. Hz. Ali’de camide Allah Resulü ile birlikte namazı kıldıktan sonra eve
geldi. Sofrayı açtılar, tam iftar edeceklerken bir fakir kapının yanına gelerek
şöyle seslendi; Esselamu aleykum ya Ehlibeyt-i Muhammed (selam olsun sizlere ey
Muhammedin Ehlibeyti) ben fakir bir Müslümanım, yediğinizden bana da yediriniz
ki, Allah size Cennet yemeklerinden yedirsin. Hz. Ali bunu işittiğinde, yemeğini
ona vermek için emir buyurdu. Evdekilerin tamamı Ali’ye uyarak hepsi fakiri
kendilerinden öne düşürdüler ve kendi paylarını ona verdiler. Ve o akşam sudan
başka bir şey içmediler. İkinci günde aynı olay bir yetim ile tekrarlandı. O
akşam da sadece su içtiler. Üçüncü gün de aynı mesele bir esir ile tekrarlandı
ve üçüncü akşamda su ile iftar ettiler. Neticede üç gün aç kaldılar.
Peygamber (s.a.a) efendimiz
onlara baktığında onların açlıktan titrediklerini gördü. Şöyle buyurdu; Sizin bu
haliniz bana çok ağır geldi. Daha sonra kalkıp onlarla beraber hareket etti ve
Fatıma’nın evine girdiğinde onu ibadet mihrabında açlıktan perişan bir halde
gördü ve rahatsız oldu.
Bu esnada Cebrail nazil oldu ve şöyle dedi; Ey
Muhammed bu sureyi al. Allah böyle bir aile ile seni kutluyor. Daha sonra İnsan
suresinden on yedi ayeti okudu. “... Onlar kendi canları çekmesine rağmen yemeği
yoksula, yetime ve esire yedirirler. Biz size Allah rızası için yemek
yediriyoruz, sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz sert ve
belalı bir günde Rabb’imizden korkarız. İşte bu yüzden Allah onları o günün
fenalığından esirger, parlaklık ve sevinç verir. Sabretmelerine karşılık onlara
Cenneti ve ipekleri lütfeder. Orada koltuklara kurulmuş olarak bulunurlar. Ne
yakıcı sıcak görülür orada ve nede dondurucu soğuk. (Cennet ağaçlarının )
gölgeleri üzerlerine sarkar, kolayca koparılabilen meyveleri istifadelerine
sunulur.... Bu sizin için bir mükafattır. Sizin gayretiniz karşılığını
bulmuştur.[6]
Muhammed b. Ali Gazali:
“El-Belağet” adlı kitabında Salebinin naklettiği rivayeti zikretmiş ve şunu da
eklemiştir; Peygamber (s.a.a)’in Ehlibeytine semadan sofra nazil oldu ve onlar
yedi gün ondan yediler. Bu rivayeti Zamehşeride “El-Keşşaf” adlı tefsirinin c.4,
s.197’de nakletmiştir. Ve yine Vahidi’de “Esbab-un Nüzul”adlı kitabının s.
296’da nakletmiştir.
Evet, tefsirciler bu
ayetlerin Hz. Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyn hakkında nazil olduğunu
söylemişlerdir.
Ehlibeyt hakkında nazil olan diğer bir ayet ise
“Meveddet” ayetidir. Allah’u Teala Kur’an-ı Kerimde şöyle buyuruyor; “Deki ben
buna karşılık sizden akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemiyorum.”[7]
Peygamber (s.a.a) kendi
buyruklarında açık bir şekilde bu ayetin maksadının kimler olduğunu
belirtmişlerdir. İtaatleri ve sevgileri farz olan akrabalarının kimler olduğunu
söylemiştir. Tefsirciler, hadisçiler ve tarihçiler bu ayette geçen Peygamberin
yakınlarının Ali, Fatıma Hasan ve Hüseyin
olduğuna dair rivayetler nakletmişlerdir.
Zamehşeri El- Keşşaf adlı tefsirinde şöyle diyor;
“Müşrikler bir araya toplanarak bir birlerine şöyle diyorlardı; Acaba
Muhammed’in memuriyeti için bir ücret isteyeceğini düşünüyor musunuz? Bu esnada
“söyle sizden bir ücret istemiyorum...” ayeti nazil oldu. Daha sonra Zamehşeri
şöyle diyor. Rivayete göre, bu ayet nazil olduğunda, dediler ki; ya Muhammed
(s.a.a) muhabbet ve sevgileri bizlere farz olan akrabaların kimlerdir? O Hazret
şöyle cevap buyurdu; Ali, Fatıma ve onların iki oğlu.[8](Hasan-
Hüseyin)
Muhabbet ve sevgi insandan bir şeyler ister ve
muhabbetin şartları da vardır. Muhabbet sevginin insandan istediği en önemli şey
itaattir. Zira Kur’anı Kerim şöyle buyuruyor; (Resulüm) “deki, eğer Allah’ı
seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah’ta sizi sevsin”[9] işte bu itaat muhabbet ve sevginin
yanında olmadı mı o sevgi boş ve
yapmacık bir sevgi olur. Acaba Peygamber (s.a.a)’den günümüze kadar Peygamberin
yakınları olan Ehlibeyti hem sevip hem de itaat eden kimler olmuştur! Ve kimler
Ehlibeyti sevdiklerini iddia ettikleri gibi, onlarında yolunda gitmemiş ve
Ehlibeyte itaat edenlere de farklı gözlerle bakmışlardır? Ehlibeyt hakkında
nazil olan ayetlerden bir diğeride “Mubahale” ayetidir. Allah’u Teala şöyle
buyuruyor; “sana bu ilim geldikten sonra seninle bu konuda tartışanlara deki “gelin oğullarımızı ve oğullarınızı,
kadınlarımızı ve kadınlarınızı, nefislerimizi (kendimizi) nefislerinizi
(kendilerinizi) çağıralım, ondan sonra da dua edelim Allah’ın lanetini
yalancılara havale edelim.”[10]
Tarihçiler ve tefsircilerin
naklettiklerine göre Ehlibeytin makam, menzilet ve üstünlüğünü bildiren kalıcı
ve tarihi bir hadise vuku bulmuştur. Bu tarihi hadisenin adı Mübahale olayıdır.
Necran’lı bir grup Nesrani
Peygamber ile munazara ve muzakere etmek için O Hazretin yanına geldiler.
Allah-u Teala bu ayeti nazil buyurarak, Resulüne; Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyn’i
çağırıp onları yanına almasını ve bunlarla beraber belirlenen noktaya gitmesini,
Nasranilerin de kendi çocuklarını, kadınlarını alarak gelmelerini ve Allah’ın
lanet ve azabını yalancılara istemelerini emretmiştir.
Peygamber (s.a.a) onları
Mubahaleye davet ettiğinde onlarda dönelim ve düşünelim dediler. Daha sonra
kendi aralarında meşverete koyuldular ve söz sahipleri olan Akib’e şöyle
dediler; sen ne düşünüyorsun? O şöyle cevap verdi; Ey Nasraniler, and olsun
sizler Muhammed’in Peygamber olduğunu ve onun Allah tarafından bir kitapla
geldiğini biliyorsunuz. Peygamberi ile Mübahale edipte yaşlıları kalan çocukları
büyüyen hiçbir ümmet olmamıştır. Eğer böyle yaparsanız helak olacağız. Eğer
kendi dininizde ısrarlı iseniz bu adamı terk edin ve kendi diyarınıza dönün. Bu
esnada, Allah Resulü geldiler ve kucağında Hüseyin, Hasanın eli elinde, Fatıma
arkasında ve Ali’de Fatıma’nın arkasında idi. Peygamber şöyle buyuruyordu; Ben
dua ettiğimde sizler de amin deyiniz.
Necran Oskof’u bu manzarayı görür görmez Necran
Nasranilerine dönerek şöyle dedi; “Ben öyle simalar görüyorum ki, Allah dilese
bunların hürmetine dağları yerinden söker. Sakın Mubahale etmeyesiniz, helak
olursunuz ve kıyamete kadar yeryüzünde Nesrani kalmaz. Daha sonra şöyle dediler;
Ey Ebu-l Kasım, biz Mubahale etmemeye karar aldık, sen kendi dininde kal, bizde
kendi dinimizde kalalım. Daha sonra aralarında bir anlaşma yaparak bir
birlerinden ayrılmışlardır. Daha sonra Zamehşeri bu ayete dayanarak Ehlibeytin
yüce makam ve üstünlüğünün olduğunu söylüyor.[11]
Bu ayetin nüzul şanını bu
şekilde nakledip Hz. Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’in adını bu olayda
zikredenlerden bazıları şunlardır;
1-Hafız Ebu Naim İsfehani,
Nüzul-ul Kur-an
2-Tefsir-i İbni Kesir, c.1,
s. 370
3-Hafız Suyuti, Esbab-un
Nüzul Dürr-ul Mensur.
4-Sahih-i Müslim, c. 7, s.
120, h. 1871
5-Süneni Tirmizi, c. 4, s.
293, h. 4085
6-Müsned-i Ahmed, c. 1, s,
185
7-Süneni Beyhaki, c.7, s. 63
8-Müstedrek-u Hakim, c. 3, s.
150
9-El- İsabe, c.2, s. 503
10-Marifet-ul Hadis, Hakim,
s. 50
Ahmed b. Hanbel kendi müsnedinde şöyle naklediyor;
Peygamber (s.a.a) Hasan ve Hüseyn’in elini tutarak şöyle buyurdu; Kim beni ve bu
ikisini, bunların babasını ve annesini severse kıyamet günü benimle beraber
benim derecemde olacaktır.[12]
Şafii İbni meğazili Cabir b. Abdullah Ensariden şöyle
rivayet etmiştir; Peygamber bir gün Arafat’ta Hz. Ali’ye şöyle buyurdu; “Ey Ali
yaklaş, Ben ve sen bir ağaçtan yaratılmışız. Ben o ağacın köküyüm sen fer’isin
(gövdesisin), Hasan ve Hüseyn onun dallarıdır. Kim o dallardan birine tutunursa
Allah onu Cennete götürür.”[13]
Abdullah b. Abbas şöyle diyor; Peygamberden, Ademin
Rabbinden aldığı kelimeler hakkında sorulunca şöyle buyurdular; Adem Allah’a Muhammed, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyn’in
hakkına yemin etti ki, tövbesini kabul etsin, Allah’ta onun tövbesini kabul
etti.[14]
Zamehşeri
kendi tefsirinde Ehlibeyt hakkında bir rivayet nakletmiş ve bu rivayeti Fahri
Razi ve Kurtubi de kendi tefsirlerin de ondan iktibas etmişlerdir. Mezkur hadis
Ehlibeytin makam ve faziletini açıklamaktadır. O hadiste Resulü Ekrem (s.a.a)
şöyle buyuruyor; Kim Al-i Muhammedi sevdiği halde ölürse şahadet mertebesine
erişmiş olarak ölür. Bilin, kim Al-i Muhammedi sevdiği halde ölürse
bağışlanmış olarak ölür. Bilin, kim
Al-i Muhammedi severek ölürse tövbe etmiş olarak ölür.
Bilin, kim Al-i
Muhammedi severek ölürse imanı kamil mümin olarak ölür.
Bilin, kim Al-i Muhammedi severek ölürse ölüm meleği ona Cennet
müjdesi verir. Sonra da Münker ve Nekir onu Cennet’le müjdeler.
Bilin, kim Al-i Muhammed’i severek
ölürse gelin kocasının evine girer gibi Cennete gider.
Bilin, kim Al-i Muhammedi severek ölürse Allah kabrinde Cennete iki
kapı açar. Bilin kim Al-i Muhammedi
severek ölürse mezarı rahmet meleklerinin ziyaretgahı olur.
Bilin, kim Al-i Muhammedi severek ölürse
sünnet üzere gerçeğe uyan topluluktan olarak ölür. Şunu da
bilin, kim Al-i Muhammede buğz ederek
ölürse kıyamet günü iki gözü arasına, bu Allah’ın rahmetinden meyustur, sözü
yazılmış olarak gelir. Bilin
ki, kim Al-i Muhammede buğz ederek
ölürse kafir olarak ölür. Bilin ki,
kim Al-i Muhammede buğz ederek ölürse Cennetin kokusunu bile alamaz.[15]
İbni Abbas Resulü Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu
naklediyor; “Allah’ı nimetleri için seviniz, beni de Allah için seviniz ve
Ehlibeytimi de benim için seviniz.[16]
Resulü Ekrem (s.a.a) şöyle buyuruyor; Her kim benim
gibi yaşamak ve benim gibi ölmek ve benimle Allah’ın hazırladığı üstün Cennette
kalmak isterse benden sonra Ali’yi kendine veli kabul etsin, onu sevenleri
sevsin ve benden sonra Ehlibeytime iktida etsin, (uysun) . Çünkü onlar benim,
benim akrabamdırlar. Benim toprağımdan yaratılmışlardır. Benim ilmim ve fehmim
onlara verilmiştir. Vay olsun ümmetimden onların faziletlerini yalanlayanlara ve
benimle onların yakınlığını koparanlara, Allah benim şefaatimi onlara nasip
eylemesin.[17]
Daha sonra da zikrettiğimiz
“Sakaleyn” hadisi “Gemi hadisi”
“yıldızlar” hadisi Ehlibeytin faziletine delalet etmektedir.
Mukrizi, Müslümanların çoğunluğunu Ehlibeyt hakkında
suçlu ve kusurlu görmüştür. Ehlibeyt hakkında yazmış olduğu kitabın baş
bölümlerinde bu kitabı yazmanın sebebini şöyle açıklamıştır. “Müslümanların
çoğunluğunu Ehlibeyt hakkında kusurlu gördüğüm, onların hakkından yüz
çevirdiklerini ve onların haklarına cahil olduklarını gördüğüm için onların
(Ehlibeytin) yüceliğini ve makamını içeren bu özet kitabı telif ettim”[18]
Her dönemde Ehli Sünnetin
önde gelen meşhur alimleri tarafından Ehlibeytin makam ve faziletlerine dair
kitaplar yazılmıştır. Onlardan bir kaçı şunlardan ibarettir: Şeyh Süleyman
Belehi Hanefi, Yenabi-ul Mevedde, Cemaleddin Zerendi, Mirac-il Vüsul Fi Marifeti
Al-ir Resul Hafız Ebu Naim İsfehani, Menakib ve Fezail-u Ehlel Beyt- İbni
Meğazili Şafii, Menakib-i Ehlel Beyt- Seyyid Ebu Bekr b. Şihab-ud Din, Reşvetüs
Sadi Min behri Fezail-i Ben-in Nebiyyil Hadi – Şeyh Abdullah b. Muhammed b. Amir
Şüberavi, Kitab-ul ithaf bi Hubb-il Eşraf- Celaleddin Suyuti, ihya-ul Meyyit bi
Fezail-i Ehl-il Beyt- Şeyh-ül İslam İbrahim b. Muhammed Hemuyeni, Feraid-us Simtayn Fi Fezail-il Murteza
vez Zehra ves Sibtayn- İmam-ul Herem
Şafii, Zehair-ul Ukba- Nured- din b. Sebbah Maliki, Füsul-ul Mühimme Fi Fezail-il E’imme- İbni Cevzi,
Tezkiret-ul Hevas- Muhammed b. Yusuf
Genci Şafii, Kifayet-ut Talib Muhammed b. Talha Şafii, Metalib-us Süul Fi
Menakib-i Al-ir Resul Harazemi, El- Menakib Gazi Behlûl Behcet efendi, Teşrih ve
Muhakeme der tarihi Al-i Muhammed...
Zikretmiş olduğumuz en son
kitab, yakın tarihimizin, Türkiye’nin Anadolu bölgesinde ve İstanbul’da, akıl,
nakil, fıkıh ve irfan ilimlerinde meşhur olan Gazi Behlül Behcet efendi
tarafında kaleme alınmıştır.
Ehli Sünnetin dört mezhebinden birisi olan Şafii
mezhebinin imamı, İmam Şafii’ye şöyle dediler; Halk Ehlibeytin fazilet ve
makamlarını dinlemeye tahammül edemiyorlar. eğer, Bizden birisinin Ehlibeytin
faziletini söylediğimizi görürlerse bu Rafizidir derler. Şafii bunu duyar duymaz
şu şiiri okumuştur; “Bir mecliste
Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin zikrolunduğu zaman. Bazı düşmanlar halkı Ehlibeyt
zikrinden alı koymak için başka bir söz ortaya atarlar.... ve derler ki, bu
Rafizilerin sözüdür. Ben (Şafii) Fatima’nın muhabbetini Rafizilik görenlerden
Allah’a sığınırım. Rabbimin salatı Al-i Resule olsun ve onun laneti böyle bir
cehalete olsun.[19]
Daha sonra Şafii şöyle demiştir; Bana, Rafizi oldun dediler. Dedim ki, hayır Rafizilik benim dinim ve inancım değildir. Ama ben hiç şüphesiz en üstün imamı ve hidayetçiyi seviyorum. Eğer vasiyi sevmek Rafizilikse, öyleyse ben herkesten daha Rafiziyim.[20] Yine Şafii şöyle demiştir: Ey Resulullah’ın Ehlibeyti, sizin sevginiz Allah tarafından Farzdır ve O bunu Kur’anda nazil buyurmuştur. Sizin yüceliğinize eder ki, size salavat göndermeyenin namazı boştur.[21] Ehlibeyt imamlarının faziletlerini genişçe yazmaya kalkarsak ciltlerce kitap oluşur. Dolayısıyla konuyu fazla uzatmamak için Hz. Ali’nin sözleriyle bu bölüme son vereceğiz.
“Karanlıklarda yolu bizimle (Ehlibeyt) buldunuz.
Yüceliklere, üstünlüklere bizimle vardınız. Ayın sonlarındaki, karanlıklarda
bizimle aydınlığa çıktınız. Sağır olsun o kulak ki, yüksek sesi duymaz, bağrışı
duymayan hafif sesi nasıl duyar? Yatışsın o yürekler ki, boyuna titrer, boyuna
çarpar. Nereye gidiyorsunuz? Ne vakit döneceksiniz? Hidayet alametleri
dikilmiştir. Deliller apaçıktır. Nişaneler dikili durmaktadır. Ne diye başı
dönmüş bir halde çöllere dalarsınız. Neden ve niçin yeler- yortarsınız?
Peygamberinizin itreti aranızdadır. Onlar, sizi gerçeğe çeken iplerdir. Din
Bayraklarıdır, gerçeklik dilleridir. Onları Kur’anın en güzel konaklarına
indirin, kondurun. (Kur’anda anıldığı, emredildiği veçh ile onlara uyun) Susamış
develer gibi onların yanlarına, onların kaynaklarına koşun. Ey insanlar bu
sözleri, bu inancı Peygamberlerin sonuncusundan alın. Bilin ki, bizden olup da
ölen, ölü değildir, diridir, ölmez. Bizden olup da çürüyüp giden çürümez...Bilin
ki, Muhammed (s.a.a)’in soyu gökteki yıldızlar gibidir. Bir yıldız
yit timi öbürü doğar. Biziz Nübüvvet ağacı vahyin indiği mahal,
meleklerin inip çıktıkları yer biziz ilim madenleri, hikmetlerin kaynakları bize
yardım eden, bizi seven rahmeti bekler, bize düşman olan, bize buğzeden azabı
bekler.[22] Hz.
İmam Ali (a.s) başka bir sözünde Ehlibeyt hakkında şöyle buyuruyor, Onlar ilmin
hayatıdır, bilgisizliğin ölümü, Hilimleri ilimlerinden haber vermede, susuşları
söyleyişlerindeki, Hikmetleri bildirmelerdedir. Hakka karşı durmazlar, onda
aykırılığa düşmezler. Onlar İslam’ın direkleridir, onlar halkın sığınaklarıdır,
hak onlarla yerini bulur, batıl onlarla yerinden ayrılır, dili kökünden kesilir.
Onlar dini, onun hükümlerini kavramak, onlara riayet etmek suretiyle
anlamışlardır, duymak rivayet etmek
yoluyla değil. Çünkü ilmi rivayet edenler çoktur, ona riayet edenlerse
pek o kadar yoktur.[23]
“Biz Ehlibeytten ayrı olarak kendilerini bilgide
üstün sayanlar, yalan yere bize zulmederek bu zanna kapılanlar neredeler? Oysa
Allah bizim derecemizi yüceltmiş, onlarıysa alçaltmıştır. Bize ihsan etmiş,
onları mahrum bırakmıştır. bizi harimine almış, onları oradan çıkarmıştır.
Hidayet bizimle istenilir, körlük bizimle
giderilir. Bilin ki, İmamlar Kureyştendir, Kureyşinde Haşim soyunun bu
boyundan yöneticiler başkalarından olamaz.[24]
Biziz Resulullah’ın kendisinden hiç ayrılmayan,
sürekli onunla birlikte olan ashabı, biziz hazinesinin hazinedarları, ilminin
kapıları. Evlere ancak kapılarından girilir. Kapıdan girmeyene hırsız denir.
Kur’anın ayeti Kerimeleri Ehlibeyt hakkında nazil olmuştur. Onlardır Rahmanın
hazineleri, defineleri. Konuştuklarında doğru söylerler. Sustuklarında kimse
onlara karşı konuşamaz.
[25]
Peygamberin soyu soyların, ailesi ailelerin en
hayırlısıdır, ağacı ağaçların en iyisidir. Haremde bitmiş, Kerem alanında boy
atmıştır. O ağacın upuzun dalları, budakları vardır. Meyvesine herkesin
ulaşmasına imkan yoktur.[26]
Peygamberinizin Ehlibeytine dikkat edin, onların yolundan ayrılmayın, onlara
uyun. Onlar sizi asla doğru yoldan çıkarmazlar, sapıklığa sevk etmezler. Onlar
oturursa sizde oturun, onlar kalkarsa sizde kalkın. Onların önüne geçmeyin, aksi
taktirde yolunuzu kaybedersiniz, sersemleşir, sapıtır gidersiniz. Onlardan
geride de kalmayın, yoksa helak olur bitersiniz.[27]
İşte bunlar Hz. Ali’den Ehlibeytin fazilet ve makamı
hakkındaki, birkaç nurlu sözler idi.
“Ey iman edenler, Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin ki, Allah’ta işlerinizi
düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah ve Resulüne itaat ederse büyük
bir kurtuluşa ermiş olur.[28]
Rics kelimesinin izahına
geçmeden önce bu kelime üzerinde tefsircilerin ve büyük alimlerin görüşlerini
açıklayalım.
Kutade Tathir ayetinin tefsirinde diyor ki; onlar
ehlibeyttirler ve Allah onları her türlü kötülükten temizlemiş ve onları
rahmetine has kılmıştır.[29]
Taberi “Allah siz Ehlibeytten her türlü ricsi
gidermeyi irade eder” ayetinde şöyle diyor; Doğrusu Allah sizlerden her türlü
kötülüğü ve fehşayı gidermeyi irade eder ey Muhammed’in Ehlibeyti. Ve sizleri
günah ehlinde olan kir ve lekeden temizlemeyi irade eder.[30]
Zamehşeri günahların umumiyetini tanımlarken “rics”
kelimesini ve takvanın da umumiyetini belirtirken “temizlik” kelimesini
kullanmıştır.[31]
Fahri Razi “sizden ricsi gidermeyi irade eder”
ayetinde şöyle diyor; Yani, sizden günahı zail edip uzaklaştırmayı ve size
keramet elbisesini giydirmeyi irade eder.[32]
Meraği şöyle demiştir; Allah
sizden her türlü kötülüğü ve fehşayı gidermeyi irade eder ey Resulün Ehlibeyti
ve sizleri günah ve isyan ehlinde olan kirden, lekeden, fısk ve fücurdan
temizlemeyi ister.
Lügatçılarda “ rics ”
kelimesini öyle bir şekilde mana etmişlerdir ki, o manalara göre ricsden uzak
duran birisinin varacağı nokta ismet makamıdır.
Rağıb- el İsfehani şöyle diyor; Rics pisliktir.
Örneğin deniliyorki “pislik insan”
“pislik insanlar” Allah şöyle
buyuruyor; “…şeytanın amelinden bir pisliktir”[33]
Pisliğin dört surette olması mümükündür; Tabii
açısından veya akıl açısından yahut şeriat açısından veyahutta bu cihetlerin
tümünün açısından örneğin murdar (leş) gibi. Zira murdar hem şeriata göre hem
akıla göre ve hemde insan tabiatı açısından pisliktir. Şeriat açısından pislik
olan şeyler kumar ve içgi gibi şeylerdir. Bazıları bunları aklın muhakemesine
göre de pislik nitelemişlerdir…”[34]
Meşhur lügatçı ibni Esir şöyle diyor; “Rics
pisliktir. Bazen şöyle de denilmiştir, ondan maksat haram iş ve iğrenç
amellerdir.”[35]
Allame ibni Manzur şöyle diyor; “Rics pisliktir. Bazen harama, çirkin ve iğrenç işlere, azaba,
lanete ve küfrede rics tabiri kullanılmıştır.”[36]
Firuz Abadi şöyle diyor; pislik, her kötü ve bulaşık
amel ve azaba, şüpheye, kötü cezaya ve öfkeye
sonuç veren her iş rics’dir.”[37]
Vucuh-u Kur’an adlı kitapta şöyle denilmiştir.
“Ricsin Kur’anda üç ciheti vardır. Birinci surette rics; içki, kumar, but ve
şans oklarıdır…ikinci surette rics ; küfr ve nifak ‘dır… üçüncü surette ise
rics; kötü amel anlamındadır.”[38]
Rics kelimesi Kur’anı kerimde on yerde
zikrolunmuştur. Bazı tefsirciler bu ayetteki ricsi sadece şirk veya zina gibi
büyük günah olarak tanımlamışlardır. Oysa rics kelimesinin manasının bu şekilde
sınırlandırılmasına elde hiçbir delil yoktur. Aksine rics mutlak ve genel bir
kelimedir. Rics kelimesinde bulunan “elif ve lam” cins elif lamıdır. Yani
kelimeyi genel ve mutlak eden sebeplerden birisidir. Bu bakımdan rics her türlü
günah ve pisliği içermektedir. Çünkü bütün günahlar rics’dir. Bu kelime Kur’anda
şirk, alkollü içecekler, kumar, nifak, haram ve temiz olmayan etlere vb.
şeylerde kullanılmıştır. Allahu Teala şöyle buyuruyor; “…Rics (pislik) olan
putlardan kaçının…”[39]
“Ey inananlar!, şarap, kumar, tapınmak için dikilmiş
olan taşlar, fal için kullanılan oklar ancak şeytanın işlerindendir ve birer
rics (pislik) dir bunlar.”[40]
“...şüphe yok ki domuz rics (pis) dir.”[41]
“Amma gönüllerinde hastalık olanların pisliklerine
pislik katarak küfürlerini artırır ve onlar kafir olarak ölüp giderler.”[42]
Rics insanın tabiat ve
nefsinin normalde nefret ettiği ve nefsin tiksindiği şeylerdir. Türkçede
kesafet, pislik ve murdar olan herşeyi içeren şeye rics denir. Bu pislik ve
kesafet bazen zahiridir, Allahu Teala domuz hakkında O bir pisliktir şeklinde
buyurmuştur. Ve bazen de rics batinidir ve buda gerçekte Allahu Tealaya karşı
olan kafirlik, şirk, şek, tereddüt, kötü fiiller ve tüm şeytani ve rezil
sıfatlar gibi olan manevi pislik ve kesafetlerden ibarettir. Nitekim Allahu
Teala tevbe suresinde kalbi hastalıkları rics olarak nitelemiştir.
Bu manevi rics, pislik ve
kesafet kalbin batil inanca veya kötü ve çirkin fiile yönelmesinde eseri olan
bir haldir. Çünkü rics’in asıl ve kök anlamı gevşeme ve ızdırap…dır. insanın
bütün batıl inançları ve kötü amelleri nefsin ızdırabından, gevşekliğinden ve
mutmain olmayışından kaynaklanmaktadır. Öyleyse ricsin ortadan kalkmasıyla bütün
batıl inançlar, şek ve şüpheler, tereddütler, kötü, çirkin, rezil ve şeytani
sıfatlar, maddi ve manevi pislikler insana aşağılık ve noksanlık
getirecek her türlü rezil ve kötü sıfatlar ortadan kalkacaktır. Zira
ayetteki taharet ruhi, ahlaki, maddi ve manevi bütün pislik, kesafet, günah ve
noksanlıkların ortadan kalkması ve bunların olmaması ile Ehlibeytin genel
anlamda taharetin olduğunu göstermektedir. İşte bundan dolayı “yutehhirekum
Tethira” (sizi tertemiz ettim) cümlesi bütün güzel sıfatların, hak ve güzel
inançların, beğenilen her türlü davranış ve amelin, bütün pislik ve kesafet
mertebelerinin yerini aldığını göstermektedir. Yani şek ve tereddütün yerini
yakin ve itminan cimrilik, bencillik, kin… Makam perestlik, dünya, mal ve
riyaset aşkı… Yerini ise infak,
fedakarlık, cömertlik, bağışlama, kemal ilahi aşk ve itaat, kısacası ilahi
rızanın ve manaviyatın ve ilahi kanunların dışına çıkmamak alır ve bu da ayette
konu olunan ismet ve masumluk makamıdır. Öyleyse Ehlibeyt’ten günah zuhur etmez
ve onlar günaha müptela olmazlar. Zira onlar günahı yapmak bir tarafa dursun
günahı niyet ve tasavvur bile etmezler, çünkü günahın batınının çirkin ve
çirkefliğini onlar görmektedirler. Düşünün bir insan murdar ve leşi yemeği
tasavvur eder mi? Hayır, çünkü bunun nedenli çirkin bir iş olduğunu
derketmektedir. Ehlibeyt imamlarında da bu derk makamı, batını görme sıfatı
olduğundan ve onların nefsinde karanlık ve zulmet bir nokta veya pis ve
kesafetli bir leke bulunmadığından dolayı onlar değil günaha düşmek günahı
tasavvur bile etmezler. Ziyareti camieyi kebirede şöyle buyrulmuştur; “Allahu
Teala sizleri (Ehlibeyti) her türlü günaha ve hataya düşmeden ve fitnelerden
korumuş ve sizleri her türlü kesafet, pislik ve lekeden temizlemiş, sizlerden
ricsi gidermiş ve sizi tertemiz etmiştir.”
Bu anlatılanlarla Hz. İmam
Ali (a.s)’ın imametine istidlal olunabilir. Zira Hz. Ali (a.s)’ın kendisi olmak
üzere Hz. İmam Hasan, Hz. İmam Hüseyn ve Hz. Fatima Hz. Ali’nin Peygamberden
hemen sonra Peygamberin halifesi , veziri ve vasisi olduğunu iddia etmişlerdir.
Bu dördüde Ehlibeyt’ten olup Tathir ayetinin nüzul ve iktizasına göre
masumdurlar ve masumda asla yalan konuşmaz, çünkü yalan rics’dir, işte Hz. İmam
Ali (a.s)’ın imameti bu beyana göre sabittir. Ve Hz. İmam Ali(a.s)’ın imametini
Peygamber (s.a.a)’den hemen sonra kabullenmeyen insanlardan, bu istidlal
karşısında makul bir cevap bekliyoruz, aksine bu istidlalı kabullenmek zorunda
kalmaları gerekir.
Neticede, Ayetteki
Ehlibeyt’ten maksadın, Hz. Resulü Ekrem, Hz. İmam Ali, İmam Hasan ve İmam Hüseyn
(a.s) olduğu iyice anlaşılmıştır. Bu konuda ismet ve masumluk makamı ele
alındığından kısa bir şekilde bu konuya değinecek ve ismet makamına açıklık
getirmeğe çalışacağız.
Bu güne kadar ismet hakkında
birçok tanımlar yapılmıştır. İsmet (ESM) kökünden olup, men etme, çekinme ve
korunma anlamındadır. İsmet konusunda din alimlerinin çeşitli tanımları vardır.
Bunlardan birkaçını sizlere sunuyoruz;
Allame Meclisi (r.a) Hayat-ul
kulub adlı eserinde ismeti şöyle tanımlıyor; “ismet Peygamber ve İmamların
ömrünün başlangıcından sonuna kadar büyük, küçük tüm günahlardan korunmaları ve
bu günahları yapmamalarıdır.
Üstad Cafer Sübhani İlahiyat
adlı eserinde şöyle yazıyor; ismet nefsani bir sıfat ve
insanın içine ait bir güçtür. Bu sıfat sahibini sadece günah işlemekten değil
hatta günah işleme fikrinden bile uzak tutar.
Başka bir deyişle ismet
batini olarak Allah’tan korkma haletidir ki şahısı günah işleme fikrinden bile
korur.
Üstad Misbahi Yezdi Cafer
Sübhani’nin yukarıdaki tanımını kabul ederek, sonunda şöyle bir ekleme
yapmaktadır. “İsmetin sebebi Allah’ın temiz ve salih kullarına olan özel inayeti
sonucu onların güçlü bir imana sahip olmaları ve varlıkların gerçek yüzünü tam
olarak derketmeleridir.”
Bir başka tanımda şöyle
denilmiştir; “İsmet sahibini günah ve hataya düşmekten koruyan bir güçtür. Öyle
ki, bir vacibi terketmeye veya bir günahı işlemeye kudreti olduğu halde bunları
yapmamaktadır. Eğer bu kudret sözkonusu olmasaydı ismetin ne övülecek yönü olur
nede sevaba layık olurdu.”
Bir başka tanımda ise şöyle
denilmiştir; Masum takva açısından öyle bir hadde ulaşıyor ki, şehvet, heva ve
heves ona galip gelmiyor. Şeriat ve islami hükümlerde öyle bir ilmi düzeye
ulaşır ki, kesinlikle hiçbir şekilde hata ve yanlışlığa düşmemektedir.
Şehit Üstad Mürteza Mutahhari
(r.a) “vahy ve Nübüvvet” adlı eserinde şöyle diyor; “İsmet günah ve hatadan
mahfuz kalmaktır. Yani, masum ne nefsani isteklerinin arzusuna kapılır ne de
kendi işlerinde hata ve yanlışlığa düşer. Onların bu şekilde günah karşısında
mahfuz kalmaları onlarda tam bir güvenin doğmasına sebep olur.”
Üstad Muhammed Hüseyn Hüseyni
Tehrani “İmam şinasi (c.1, s.79) adlı eserinde ismeti şöyle tanımlıyor; “İsmet
gücü Allah’ın Peygamber ve imamlara olan bağışıdır. Diğer ilimlere benzemeyen
bir nevi marifet, gönül ve kalp ile ilgili bir halettir. Hiçbir zaman şuur ve
duygulara yenik düşmez. Hiçbir zaman, bir an bile olsa uykuda veya uyanıkken,
zorluk ve kolaylıkta, sıkıntı ve rahatlıkta doğal sebeplere mağlup olmazlar. Bu
tür bir ilim sadece şuur kuvvetine yenik düşmemekle kalmayıp bilakis onların
hepsini ele alarak kendi direktifleri doğrultusunda kullanır. Onların (şuur vb.
gibi güçlerin) hiçbir kaytarma güçleri yoktur. Bundan dolayı bu ilim ve nur
sahibini devamlı olarak günah ve yanlış yapmaktan korur.”
Yapılan tanımlardan genel
olarak şu tanımı çıkarmak mümkündür; İsmet, ilmi boyutta hata ve yanlışlıktan
beri olmaya ve aynı şekilde ameli boyutta günah ve hatadan uzak durmaya denir.
İsmetin üç boyut ve derecesi
vardır;
a) Vahyi alışta ismeti
Peygamberler Allah tarafından kendisine verilen vahiy hükümlerini harfiyen
almakta ve zaptetmektedir. Neticede, Peygamberler hakikatları tanıtmakta alimdir
ve hata yapmazlar.
b) Vahyi tebliğ etmedeki
ismet: Peygamberler ve ismet sıfatına sahip olanlar dinin hükümlerini tebliğ
ettiğinde asla hata ve yanlışlık yapmaz, hakkı saklamaz, dinini satmaz ve
Rabbinden ona vahyolan ilahi emir ve hükümleri harfiyen tebliğ ederler. Tek
kelime ile vahyi açıklamada en ufak bir yanlışlık yapmazlar.
c) Amelde ismet; Peygamberler
ve ismet sıfatına sahip olanlar Rabbi tarafından kendilerine vahyolunan emirlere
yani farzlara, sünnetlere, haramlara ve mekruhlara eksiksiz olarak riayet
ederler. Yani vazifelerine amel etmede en ufak bir yanlışlık yapmazlar.
Yukarıdaki bölümde ismet ve
masumluğun tanımını ve derecelerini açıklamıştık. Bir çok büyük ve gerçekten söz
sahibi alimlerin ismeti nasıl tanımladıklarını ve ismet hakkında bahsederlerken
az çok neyi kastettiklerini anlamış olduk. Şimdiki bölümde ise ismetin akli
delillerini ele alacağız.
İnsan tabiatı gereği
kendisiyle sonuçlanan konularda veya genel bir deyimle çevresinde olup biten
konular hakkında akli tahliller yapmakta, gelişen olaylara akli deliller bulmaya
çalışmaktadır. İnsan akli delillerle kabul ettiği konular hakkında kesinlikle
şüphe ve tereddüde düşmemektedir. Basit bir örnek verecek olursak; iki çarpı
ikinin dört (2x2=4) olduğunu gerçekten akılsal hesapla bulan bir şahıs bu
işlemin sonucunun hiçbir zaman ve kesinlikle değişmeyeceğini bilir. İnsan dünya
görüşünü şekillendirip biçime sokan inanç temelleri de aynı konuma sahiptir.
Allah’ın varlık ve birliğini akli delillerle kendisi için ispatlayan birisi onun
varlığı konusunda (ne kadar kötü bir ortamda dahi olsa) şüpheye düşmez. İnanç
esasları ile ilgili olan diğer konularda aynı şekildedir. Öne sürülen her
şüpheye ve soruya cevap verilebilir.
İnanç esasları ile ilgili
bilgiler iki kısma ayrılmaktadır. Kulaktan duyma bilgiler: İnsan Allah’ın
birliğini veya diğer inanç esaslarını oluşturan konuları akli yönden değilde,
şundan bundan duyduğu sözlerle kabul eder, veya bir takım gerçekleri gönül
gözüyle görüp yakin eder. Bu durum kendisi için yeterli olmasına rağmen
başkaları için delil olma rolünü üstlenemez. Örneğin nefis tezkiyesi ile belli
bir makama ulaşan bir arif bir takım ruhi haletlerle kıyamet gününün niteliğini
ve niceliğini görebilir. Bu yola “keşf ve şühüd” denir. Bu yol bir arif için
kıyamet gününün niceliği konusunda yeterli olmasına rağmen diğer insanlara
aktarılma hususunda hiçbir değere sahip değildir. Sadece keşf sahibinin kendisi
içindir. Diğerlerine aktarılma veya aktarılabilme özelliği ve kabiliyetine sahip
değildir. İnanç esasları hakkında ikinci kısım bilgi ise, insanın bu konuları
delil ve akli tahliller yoluyla bulması ve yakine ulaşmasıdır. Bu kısmın iki
ayrı özelliği vardır:
a) İnsanın kendisi için ilahi
gerçeklere ulaşmada en güvenilir yoldur. Esrar-ı ilahiye bu yolla ulaşan birisi
kendisine hücum eden her türlü şüphe ve soru karşısında sarsılmaz bir dağ gibi
ayakta durur. İşte bu yüzdendir ki Şia inancında “Usul-u Dinde” (inanç esasları)
bir başkasından taklid etmek caiz değildir. Usulu din’de bir müçtehidden veya
bir arif’den taklid eden birisinin inancı boştur. Kendisine yöneltilen küçük bir
soruda şüpheye düşer. Dolayısıyla hiçbir değere sahip değildir.
b) Diğerlerine aktarılabilir,
diğerlerine delil olarak getirilebilir. Bu yolla yakine varan birisi, yakine
ulaşmasında çok büyük rol oynayan delilleri diğerlerine sunarak onlarında yakine
ulaşmasında pay sahibi olabilir. Dikkat edilecek olunursa başkalarının bu
delillerle yakine ulaşması taklid değildir. Zira bu delilleri olan birisi
deliller üzerinde düşünmekte ve kendisinden önceki şahsın ulaştığı sonuca
varmaktadır. Bu durum ilk durumla çok farklıdır. İlk kısım bir arif veya
müçtehidin inançlarını kabul etmek veya taklid etmekti. Ancak bu bölümde ise
onların delillerini almakta, bu deliller üzerinde tahliller yapıp aynı sonuca
ulaşmaktadır. Bundan dolayı ismet –masumluk konusunda başkalarına taklit etmemek
veya başkalarının görüşlerini körü körüne kabul etmemek için bu konuda oldukça
fazla olan akli delillerden sadece bazılarını sunuyoruz.
Birinci Delil: Peygamberler ve imamların gönderilmelerinin sebebi
halkın hataya düşmemeleri ve gönderilen şahsiyetinde bu hataları düzeltmeleri ve
onları sırat-ı müstakime götürmeleridir. Buna göre, eğer İmam veya Peygamberde
hata yapacak olursa bu şahsiyetin kendiside kendi hatalarını düzeltecek birisine
muhtaç olacaktır. Bu durumun iki sonuca ulaşması mümkündür.
a) Bu durum sürekli olarak
zincirleme şeklinde devam edecektir. (Teselsül) yani gelen her şahsın hatakâr
olması durumunda, hatalarını düzeltecek bir başka şahısa muhtaç olacaktır. Bu
durum (Teselsül) akli yönden batıldır. Çünkü neticede, bu durum bir yerlerde
veya bir şahısta noktalanmalıdır.
b) Bu durum hataya düşmeyen,
hata yapmayan bir şahsiyetle sonuçlanacaktır. Böyle bir durumda ise önceki
şahıslar değil de bu şahıs Peygamber veya İmam olacaktır. (hataya düşmeyen
şahıs)
İkinci delil: İmam getirilen din veya şeriatı korumakla
görevlidir. Kur’anı kerimin zahirinden şeriatın hükümleri tam olarak
anlaşılmamaktadır. Bilindiği üzere, Peygamber efendimiz yeri geldiği zaman veya
bir olay olduğu zaman mezkur konu hakkında bilgi veriyordu. Böylece sünnet ve
hadislerden bu konularla ilgili hükümler çıkarılabilir. Ama Kur’anın üstü kapalı
olarak değindiği ve Peygamberinde yeri ve zamanı gelmediğinden dolayı
değinmediği konularda ne yapmak gerekir.? Eğer icmaya baş vuracak olursak,
icmayı teşkil eden her bir şahsın hata yapmaları mümkün olacağından yüzde yüzlük
tam bir güven doğmayacaktır. Eğer kıyas yoluyla meseleyi halletmeye kalkarsak
kıyasında “Usul” ilminde ispatlandığı gibi batıl olduğunu görüyoruz. Peki ne
yapılmalı? Tahmin veya inşallah böyledir görüşlerede amel edilemez. Zira eğer
bunlar güvenilir bir yol olsaydı Peygamberlerin gönderilmesine gerek kalmazdı.
Bütün bunlara dayanarak şöyle söylemek mümkündür: Şeriatın koruyucusu ve hafızı
Peygamberden sonra İmam olmalıdır. Ayet ve hadisin incelik ve detayına inmediği
konuları açıklamalı ve ümmete önderlik etmelidir. Eğer onunda hata yapması caiz
olursa, onun ilahi görevlerde söylediği söze ve yapmış olduğu amele güven olmaz.
Yani onunda bu gibi konularda hata yapmayacağı nereden malum olabilir?
Dolayısıyla güven ve itminanın doğması için bu şahsiyetin masum olması gerekir.
Üçüncü delil: Eğer İmam veya Resul hata yapacak olursa halkın ona
itiraz etmeleri ve şer’i görevlerini (emr-i bil maruf) yerine getirmeleri
gerekir. Bu durum ise Allah’ın onlara itaat etmenin vacip olduğu konusundaki
emri ile çelişmektedir. Zira Allahu Teala şöyle buyuruyor; “Allah’a Resulüne ve
içinizdeki emir sahiplerine itaat ediniz”[43]
Aynı şekilde o masum olmaz
ise ümmeti günaha yöneltmesi ve Alla’a itaatten alıkoyması mümkün olacaktır.
Böyle bir durumda da yukarıdaki ayetin hükmü ile ümmetin ona itaat etmesi vacip
olacaktır. O zamanda bir fiilin bir açıdan vacip olması diğer bir açıdanda haram
olması ortaya çıkacaktır. (ayetin emri ile, emir sahibine itaat vacip, emir
sahibinin direktifi ile günah işlemek ise haram olur) ki buda batıldır. yani bir
fiilin hem haram hemde vacip olması batıldır.
Dördüncü delil: Peygamberin ve İmamın gönderilmesinin sebebinin ümmeti
sırat-ı müstakime götürmeleri olduğunu söylemiştik. Bu doğrultuda insanların
Peygamberlere ve vasilerine vahyin tebliğindeki itimat ve güvencesi ismete
bağlıdır. Peygamberler Allahu Teala tarafından vahiy ve haber getirdiklerinden
dolayı vahyin tebliğinde ancak insanların yüzde yüz itimat ve güvencesini
celbederek ve kazanarak başarılı olabilirler. Bu güvence, itimat ve bu inanç
ancak Peygamberlerin günahtan ve hatadan uzak olması ve masum olmasıyla
gerçekleşir. Aksi taktirde her insanın yalan söylemesi ve yanlışlık yapmasına
ihtimal vermesi doğaldır. Bu halde de Peygamberler hakkında tam bir güvence
doğmaz. Bu güvencenin hasıl olmamasıda nübüvvetin felsefesi ile çelişmektedir.
Örneğin nehirde boğulan birisini kurtarmak amacıyla suya giren can kurtaranın
onu kurtarması yerine kendisinin boğulması veya onun boğazını sıkarak öldürmesi
abes karşılanan bir iştir.
Beşinci delil: Peygamberlerin gönderilmesinin sebeplerinden
biriside Allah’ın insanlara hücceti tamamlamak istemesidir. Nitekim Kur’anı
Kerim şöyle buyuruyor; “Müjdeleyici ve sakındırıcı olarak Peygamberler gönderdik
ki insanların Peygamberlerden sonra Allah’a karşı bir bahaneleri kalmasın.”[44]
Bu ayet şuna açıkça
gösteriyor ki, kıyamet günü Allah insanlara neden bu günahı işlediğini sorduğu
zaman cevabında bahaneleri olmasın diye Peygamberleri gönderdik. Onlara iyiyi,
kötüyü anlattılar. Buna göre kıyamet günü hiçbir kimsenin özür ve bahanesi
olmayacaktır. Ama eğer Peygamberin kendiside amelinde, sözünde vb. gibi şeylerde
hata yaparsa insanlar için Allah’ın hücceti tamamlanmamış olur. Zira kıyamet
günü özür ve bahaneleri vardır. Neden yaptın sorusuna karşılık, göndermiş
olduğun Peygamberinden böyle gördüm diyebileceklerdir. Buna göre onların bu
özürleri ve bahanelerinin olmaması için Peygamberlerin masum olması gerekir.
Altıncı delil: Eğer Peygamber hata yapacak veya günah işleyecek
olurlarsa aşağıdaki ayetin hükmü ile şahitlikleri kabul edilemez. Nitekim
Kur’anı Kerim şöyle buyuruyor; “Eğer bir fasık size bir haber getirirse onun
doğruluğunu araştırın.”[45]
Eğer Peygamberin borç,
evliliğin ispatı vb. gibi güncel meselelerde şahitliği kabul edilmeyecek olursa
kıyamet gününe kadar baki kalacak din ve ilahi konularda da daha şiddetli bir
şekilde kabul edilmeyecektir. Zira fasık günah işleyen herkese denir. Yukarıda
ki ayetin hükmü ilede Peygamberin şahitliği batıl olmuş olur. Buda gayri mümkün
bir şeydir.
Yedinci delil: Kuvvetli bir iman ve akli kamilin oluşu; Her insanda
üç boyut bulunmaktadır: Birincisi akıldır. Aklın hedefi gerçek ve hakikatleri,
hayrı ve şerri derketmektir. İkincisi şehvet boyutudur, Şehvetin hedefi bir
takım şeylere meyletmektir ki, bu insan vücudu için zaruridir. Örneğin, yemek,
içmek, giyinmek ve evliliğe rağbet etmek gibi olan şeyler. Üçüncüsü gazap
boyutudur; Gazabın hedefi tehlike ve tatsızlıklar karşısında savunmaya
geçmektir. Eğer bu iki kuvvet yani şehvet ve gazap kuvvesi beşerin aklının
kontrolünde olursa insanın kurtuluş ve saadetine sebep olur. Ve eğer bu iki güç
aklı kontrolü altına alırsa ve akla hakim olurlarsa insan bedbaht olur. Öyleyse
her günah ve hata gazap ve şehvetten doğmaktadır. Her itaat ve doğrulukta akıl
ve imandan doğmaktadır.
Peygamberlerde kamil bir akla
ve güçlü bir imana sahip olduklarından dolayı asla günah işlemezler. Zira
onların şehvet ve gazabı akıllarına mahkumdu.
Sekizinci delil: Risalet ve nübüvvetin hedef ve gayesi hidayettir.
Hidayet ise ismet ile gerçekleşir. Hidayetin iki aşaması vardır. Birincisi,
dinin emirlerini, hükümlerini insanlara talim etmek. İkincisi ise nefsleri
şeytani kötülük ve pisliklerden arındırmak ve tezkiye etmektir. Yani, öğretim ve
talim dışında insanları irfani ve manevi boyutta eğitmek Peygamberin görevidir.
İrfani ve manevi boyutta insanları yetiştirmede’de fiil ve amelin etkisi sözden
daha fazladır. Nitekim Hz. İmam Ali meşhur bir sözünde şöyle buyuruyor;
“İnsanları dillerinizden başka şeylerle (amellerinizle) davet ediniz.” Öyleyse,
eğer Peygamber masum olursa tebliğinde ve hidayette başarılı olur. Aksi taktirde
risaletin hedefi iki delile göre gerçekleşmez.
a)
Eğer Peygamber masum olmazsa asla hakiki bir eğitimci olamaz. Oysa nübüvvetin
hedefi öğretim ve eğitimdir. Öyleyse, ismetin olmayışı risaletin hedefiyle
çakışmaktadır.
b)
Eğer Peygamber masum olmazsa onun ameli batıl ve yanlışlığa davet eder ve sözüde
doğruya ve hakka davet eder. Bu surette ise tebliğinde tenakuz (çakışma) meydana
gelir. Allahu Teala Peygamberine çelişki ve tenakuzu emretmez. Zira bu hakkın
hilafınadır. Allahu Tela’da hak olduğu için onun emride hak olmalıdır.
Dokuzuncu Delil: Allahu Tealanın sıfatlarından birisi hikmettir. Eğer
Peygamber masum olmazda hatakar olursa Peygamberin ameli ve sözleri arasında
çelişki meydana gelecektir. Hikmet sahibi Allahu Teala’da Peygamberini
tebliğinde hataya ve çelişkiye düşmemesi için bir takım sıfatlarla vasıflandırır. Bu sıfatların
başında da ismet sıfatı gelir. Aksi taktirde Allahu Tealanın hikmet sıfatında
birçok şüpheler meydana gelecektir. Zira hikmet sahibi Allahu Tealanın
Peygamberleri göndermekteki amacı insanların hidayet bulmasıdır. Buda ismet ile
gerçekleşir. Eğer bu sıfat Peygamberde olmaz ise Allahu Tealanın hikmetinde
itirazlar doğar.
Onuncu Delil: İnsanın yaptığı her fiilin ilim ve iradeden doğduğu
görülür. İnsan önce düşünür sonra iradesi doğrultusunda haraket eder. Eğer
zihinde tasavvur olunan hayır olursa, yani ilim hayır olursa dışdaki fiil de
hayır olur ve eğer tasavvur şer olursa fiilde şer olur. Peygamberler inanç ve
fiilde son hadde ulaştıkları için veya başka bir tabire göre ameldeki
hakikatleri kalp gözüyle gördüklerinden günah, ruh için bir zehir olarak telakki
ederler. Neticede Peygamberlerin batını ve zahiri ilminin zihindeki tasavvuru
daima Rabbe itaattır. İşte bunun için hep itaatkârdırlar. Asla hiçbir günahı
yapmaz ve hatta günaha bile tasavvur etmezler. Örneğin, zehirin hakikatını
anlayan aklı selim bir insan onu içmeyi tasavvur eder mi? Veya kendi pisliğini
yemeği düşünen bir insan bulunabilir mi? Hayır; çünkü insan zehir ve pisliğin
hakikat ve batınını gördüğü için fiillerini zihninden geçirmez bile. Öyleyse
ismet inanç ve şuhudi ilmin neticesidir.
Onbirinci Delil: Allahu Teala da latif sıfatı vardır. Latif
sıfatından lütuf kaidesi doğmaktadır. Lütuf kaidesi şudur; İnsanı yaratan Allahu
teala bu insanın başı boş kalmaması ve hidayete erişmesi için hidayetçileri
göndermelidir. Aksi takdirde yolu bilmeyen yolcu kılavuzsuz kalır, buda allahu
tealanın hikmetine ters düşmektedir. Gönderilen bu elçi ve kılavuzlarda
vazifeleri olan hidayeti eksiksiz olarak yapmalıdırlar. Eğer onlarda hata veya
günah olmuş olsa insanları tam manası ile hidayet etmiş olmazlar. Vazifesi
Peygamberlere mutlak itaat olan insanda her alanda elçilere itaat emri gereğince
bir takım fiillerde onların doğrularına bir takım fiillerde de onların
yanlışlarına uyma neticesinde, kıyamette Allahu Teala beşeri o yanlışlıklarla
hesaba çekemez. Aksine beşer Allahım biz senin gönderdiğin Peygambere uyduk ve
vazifemize amel ettik. Neden bizi hesaba çekiyorsun derler. Eğer Allahu Teala
batılda hesaba çekmez ise Allah’ın adalet sıfatı şüphe altına girer ve eğer
hesaba çekerse sebepsez bir hesap olmuş olur. Buda Allahu Tealanın fiilinde bir
çelişki oluşturur. Allahu Tealanın fiilinde çelişkinin doğmaması için
Peygamberin mutlak olarak masum olmaları gerekir.
Bu bölümde ise ismet hakkında
oldukça fazla olan nakli delillerden sadece birkaçına değineceğiz.
1- Allahu Teala Kur’an-ı Kerimde şöyle buyuruyor;
“bir zamanlar Rabbi İbrahimi bir takım kelimelerle sınadı. Onları tam olarak
yerine getirince: Ben seni insanlara İmam yapacağım demişti. Soyumdan da (İmam
yap ya Rabbi) dedi. Allah: Ahdim zalimlere ermez buyurdu”.[46]
Ayeti Kerime’de görüldüğü
gibi Allah Hz. İbrahim’i bir takım belalar ile imtihan ettikten sonra ömrünün
sonlarına doğru bu sınavlardan başarı ile geçmesi sonucunda bir insanın
ulaşabileceği en son nokta olan İmamet makamını ona vermiştir. Bu makam bir
insanın ulaşabileceği en son noktadır diyoruz. Zira Allahu Teala imamet
makamından ahdim diye söz etmiştir.
İkinci olarak Hz. İbrahim
nebi ve resul olduktan sonra en son ve en zor sınavları kazandıktan (Hz.
İbrahimin oğlu İsmail’i kurban etmesine değinilmektedir.) sonra imamet makamı
ona verilmiştir.
Her
şeyden önce ayette adı geçen imametin ne anlama geldiğine bakmak gerekir. Bazı
tefsircilerin görüşüne göre İmametten maksat nübüvvettir. Çünkü onun ümmeti
dininde ona uyar. Zira Allah şöyle buyurmaktadır: “Biz her Peygamberi- Allah’ın
izniyle – ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik.”[47] Ama
bu görüş tam anlamıyla yanlıştır. Zira önceden de söylediğimiz gibi Hz.
İbrahimin ömrünün sonlarına doğru imamet meselesi meydana gelmiştir. Buna Hz.
İbrahim İmam olmadan önce nebi idi. Öyleyse İmam nübüvvet anlamındadır demenin
hiçbir anlamı yoktur. Ayette dikkati çeken ikinci nokta ise “Ahdim zalimlere
ermez” bölümüdür. Burada her şeyden önce zulmün nedemek olduğunu, genel olarak
kaç çeşit zulmün olduğunu ve son olarakta akıl hesabına göre kaç kısım
olduklarını bilmemiz gerekir.
Zülm (Z. L. M.) kökünden olup
güncel hayatta her yönüyle oldukça fazla kullanılır. Her türlü haddi, sınırı
aşan, insanların haklarına saygı göstermeyen kanunları ayaklar altına alan her
şeye zülm adı verilir. Zulüm genel olarak üç ana bölüme ayrılır.
a) Allah’a Zülmetmek: Bu konuya şahid olarak
aşağıdaki ayeti getirebiliriz. “ yavrucuğum! Allaha ortak koşma doğrusu şirk
büyük bir zulümdür, demişti.”[48]
Ayettende açıkçası anlaşılacağı üzere, Allahu Teala ona ortak koşmayı kendisine
yapılan büyük bir zulüm olarak nitelemektedir. İşte bundan dolayı Kur’anı Kerim
kafirleri, zalimler olarak isimlendirmiştir. “Gerçekleri inkar edenler elbette
zalimlerdir.”
[49]
b) Başkalarına Zülmetmek: Bu bölümün şahidi ise
aşağıdaki ayettir: “ Ben istiyorum ki sen hem benim günahımı hemde kendi
günahını yüklenip ateşe
atılacaklardan olasın. Zalimlerin cezası işte budur.”[50]
Ayette sözü geçen olay Habil
ile Kabil olayıdır. Kabil kardeşinin kurbanının kabul edilmesini kıskanarak onu
öldüreceğini söylemiş, kardeşi Habil ise onun zalimlerdenolacağını belirtmiştir.
c)
İnsanın Kendi Nefsine Zülmetmesi: üçüncü ana bölümde insanın kendi nefsine
zülmetmesi sözkonusudur. Bu konuda Kur’anı Kerimin bir çok yerinde günah
işleyenlerin, asilerin, Rabbe itaat etmeyenlerin zalim oldukları ve kendi
nefslerine zülmettikleri: açıkça belirtilmiştir.
Zulmün anlam ve kısımlarını kısaca öğrendikten sonra insanların akıl
hesabıyla kaç kısıma ayrıldıklarına kısaca bir göz atalım. İnsanlar akıl
hasebiyle dört kısıma ayrılırlar:
1- Tüm ömürleri boyunca zalim
olanlar.
2- Tüm ömürleri boyunca
zulmetmeyenler.
3- Ömrünün başlarında
zulmedenler.
4- Ömrünün başlarında değil
de sonlarında zulmedenler.
Hz. İbrahimin şanı imamet
makamını, birinci ve dördüncü kısımdan olan soyu için istemekten oldukça
yücedir. Geriye ikinci kısımla üçüncü kısım kalmaktadır. Üçüncü kısım ise Allah
tarafından reddedilmiştir. Zira ayette sözü geçen “zalimlere” kelimesi kayıtsız
ve şartsız olarak getirilmiş ve onların İmam olmayacakları belirtilmiştir.
Geriye kalan kısım ise ikinci bölümdür. Yani İmam olacak şahıs ömrünün başından
sonuna kadar bir an bile olsun zulmetmemelidir. Aksi taktirde İmam olabilme
hakkını kaybedecektir. Zira böyle bir şahıs reddedilen üç kısımdan birisine
girecektir.
Şimdiye kadar
anlattıklarımızdan da anlaşılacağı gibi İmam kelimenin tam anlamıyla masum ve
ismet sahibi olmalıdır.
2- “Ey İman edenler! Allah’a itaat edin Peygambere ve
sizden olan ulülemre (idarecilere- emir sahiplerine) de itaat edin.”[51]
Ayette görüldüğü gibi Allah
kayıtsız ve şartsız olarak kendisine itaat edilmesini emretmektedir. Bunun
yanısıra hiçbir kayıt ve şart gösterilmeden Peygamberede itaat edilmesi
istenmektedir. Gerçekte Peygambere olan itaat Allah’a olan itaatmiş gibidir.
Hakikate göre de, Peygambere itaat etmek demek, Allah’a itaat etmek demektir.
Ayetin son bölümünde ise yine kayıtsız ve şartsız olarak emir sahiplerine de
itaat edilmesi isteniyor. Yani onların emir ve yasaklarına uymak aynen Peygamber
ve Allah’ın emir ve yasaklarına uymak gibidir. Bildiğiniz gibi yüce İslam
dininde anne ve babaya itaat farzdır. Ama bu farz kayıtlıdır. Anne ve baba islam
doğrultusunda evlatları için emir ve yasakları uyguladıkları müddetçe itaat
edilmelidirler. Ama anne ve babanın emirleri ilahi emirlerle çeliştiği zaman
çocuk anne ve babasını değil de alemlerin yaratıcısının emir ve yasaklarına
uymalıdır. Ama mevzu bahis olan konumuzda ise böyle bir durum söz konusu
değildir. Ayetten anlaşılacağı gibi onların hiçbir zaman Allah’ın emirleri ile
çelişecek direktifler vermesi düşünülemez. Aksine eğer böyle bir ihtimal olmuş
olsaydı mezkur ayette kayıt ve şartın belirtilmesi gerekirdi. Oysa Allahu Teala
onlara kayıtsız ve şartsız olarak uyulmasını ve itaat edilmesini istemektedir.
Eğer onların ilahi emir ve yasaklara aykırı direktifler vermesi ihtimali
bulunsaydı Allah onlara itaat edilmesi gerektiğini kendisine itaat edilmesi ile
aynı sırada ve aynı mefhumda belirtmezdi. Ayetin hükmü gereğince Allah
Resulünden sonra onun yerini alacak olan kimse aynen Peygamber gibi her türlü
günah, yanlışlık ve hatadan uzak ve mahfuz kalmalıdır. Yani masum olmalıdır.
3- “Peygamber size neyi verirse alın onu ve neden
vazgeçmenizi emrederse vazgeçin ondan”[52]
“Biz sana zikri (Kur’an-ı) gönderdik; İnsanlara nazil olanı onlara
beyan edesin”[53]
Peygamberin görevi Kur’an-ı
Kerimi beyan etme ve açıklama olduğu için ilahi emir ve iradenin dışına
çıkmamalıdır. Aksine bu beyan ve açıklamanın hiçbir faydası olmayacaktır.
4- “Yemin olsun
sizin için Allah’ı ve ahiret gününü arzu edenler ve Allah’ı çok ananlar
için Allah’ın Peygamberinde pek güzel bir örnek vardır.”[54] sözde
ve fiilde Peygambere uymak ve insanın onu kendisine olgu kabüllenmesi risaletin
eserlerindendir. Aksine risaletin hedefi tamamlanmış olmaz.
5- “O (Peygamber) hevadan söylemiyor. Söylediği her
şey bildirilen vahiyden başka birşey değildir.”[55]
Bu ayeti kerimeye binaen
Peygamber efendimizin sözlerinin tamamı daveti dahilinde genel olarak Allahu
Tealanın vahyidir. Bu yüzden mutlak olarak ona tabi olmak gerekir.
6- “Peygamberlerin aldıkları risaletleri tamamı ile
tebliğ ettiklerini meydana çıkarsın diye O, Peygamberlerin yanındaki ilmi
kuşatmış ve her şeyi sayıyla sıralamıştır.”[56] Bu
ayetin mefhumu şöyledir; Vahiy Peygambere nazil olduğu andan, Peygamber vasıtası
ile tebliğ olunana kadar Allahu Teala onun (vahyin) koruyucusudur.
Bu ayet vahyi alışda ve
tebliğ edişdeki ismetin ispatını sağlar. Ve aynı şekilde vahye amel edişdeki
ismeti de ispat etmektedir. Zira her Peygamberin fiili onun sözü gibi tebliğdir.
Eğer Peygamber günah işlerse amliyle sözünün dolayısıyla vahyin zıddına amel
etmiş olur ve hakikatte batıla tebliğ yapmış olur. Netice olarakda, hakka
tebliğde yanlışlığa düşmüş olur. Oysa Kur’an’ı
Kerim Peygamberin vahyi tebliğde masum olduğunu buyuruyor. Neticede bu açıklama
ile Peygamberin amelde de masumluğu ispatlanmış olur.
7- “Peygamberler Allah’ın hidayet ettiği kişilerdir
ve insanların öncüsü olmalıdırlar.”[57]
Başka bir ayette şöyle buyuruyor; “Allah kimi hidayet ederse artık onun için bir
zelalet edici olmaz.”[58]
Bu ayetlerden şunlar
anlaşılmaktadır.
a) Allah Peygamberler için
hidayeti sabit kılmıştır.
b) Her çeşit zelaleti ve
sapmayı onlardan nehyetmiştir.
c) Her günah zelalettir. Zira Allahu Teala şöyle
buyuruyor; “Şeytan sizlerden çoğunu yoldan çıkarmıştır”[59]
Öyleyse her günah şeytandandır ve şeytanda Peygamberlere yaklaşmaz. Neticede
Allah her çeşit günahı hem vahyi alışta
hem tebliğ edişte hemde vahye amel edişte onlardan nehyetmiştir.
7- “Kimi rahmet müjdecisi kimi azap habercisi
Peygamberler gönderdik ki bu Peygamberlerden sonra insanların Allah’a karşı
bahaneleri kalmasın”[60]
Bu ayetten anlaşılan şudur: Nübüvvet ve risaletin felsefesi Allah’ı hüccetini insanlara
tamam etmek ve bahane yollarını kapamaktır. Bu felsefede
ancak Peygamberlerin sözde ve amelde
masum olmaları ve günah işlememeleri ile sağlanır. Eğer Peygamber amelde
günah ve yanlışlık yaparsa insanlar ona uyar ve günah için bir bahane bulmuş
olurlar. Ve günah için ellerinde bir gerekçe olur. Böyle oluncada bu fiil risaletin hedefi ile çelişecek ve risaletin felsefesi sağlanamayacaktır.
Çelişkide Allahu Teala da muhal olduğu için neticede Peygamberin günah
işlemeside muhal olacaktır.
9- Peygamberler Kur’anı Kerimde muhlis olarak
tanımlanmışlardır. Allahu Teala Kur’anı Kerimde şöyle buyuruyor; “ izzetine
yemin olsun ki, muhlis kulların dışında onların hepsini yoldan çıkaracağım.”[61]
Şeytanın ihlaslı insanlarda (Peygamberlerde) günah planı olmayışı
Peygamberlerdeki ismet sıfatından kaynaklanmaktadır. Aksi taktirde şeytan
onlarada yaklaşmak isterdi. İşte bunun için muhlis kelimesi masum kelimesi ile
eşittir.
Konumuzun bu bölümünde ki
akışında ise Kur’an-ı delillere ek olarak iki tane hadisi
nakletmekle yetiniyoruz.
1- Emir-ül Müminin Hz. İmam Ali (a.s) kısa ama bir
dünya anlam ifade eden bir hadisinde şöyle buyuruyor: “Hikmet ve ilim ismet ile
birbirine yakındır.”[62]
2- Hz. İmam Cafer-i
Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: “Masum Allah’dan yardım alarak tüm
günahlardan korunandır. Allah(c.c) şöyle buyuruyor: Kim Allah’a bağlanırsa
kesinlikle doğru yola iletilmiştir.”[63]
İbni Ebi Ümeyr Hişam b. Hikem’den şöyle naklediyor:
Hişam ile arkadaşlığım boyunca ondan ismet hakında söylediği sözlerden daha
güzel söz duymadım. Bir gün ona, İmam masum mudur? Diye sordum. Oda evet dedi.
İsmet sıfatının nasıl olduğunu ve nasıl tanınabileceğini sordum. Bana cevaben
şöyle söyledi: “Tüm günahlar dört şeyden kaynaklanır, Hırs, Öfke, Kıskançlık ve
Şehvet. Bu dört sıfat imamda olmadığı için günah işlemez. Daha sonra şöyle devam
etti, İmamın dünya malına karşı hırslı olması mümkün değildir. Zira tüm dünya
onların elindedir. O Müslümanların önderidir. İmam neye karşı hırslı olsun ki,
(bir şeye sahip olmayan hırslı olur.)
Kıskanç da olamaz. Zira insan kendisinden yüksek birisine kıskançlık
duyar. Ama İmam her şeyden ve herkesten daha yücedir. Peki nasıl olurda
kendisinden aşağı olan birisine karşı kıskançlık duyabilir? Onun dünya işleri
ile ilgili bir şeye öfkelenmesi mümkün değildir. O sadece Allah için ve onun
rızası için öfkelenir. Onun kendi şehvetine uymasını beklemek oldukça yanlıştır.
Zira onun gözünde ahiret önemlidir. O ahirete bizim dünyaya baktığımız gibi
bakar. Acaba bir güzeli çirkin birisi için terkeden birisini gördünüz mü?
Devamlı ve kalıcı nimeti geçici dünya nimetlerine değişen birisini gördünüz mü?[64]
İsmetin akli ve nakli delillerinden sadece bukadarına değinmekle yetiniyoruz. Bu
konuda daha fazla bilgi edinmek isteyenler ilgili kitaplara, özelliklede “El-
Mizan fi Tefsir-il Kur’an” tefsirinin birinci cildine müracaat edebilirler.
Konumuzun bu bölümünde ise
ismetin cebri mi yoksa ihtiyari mi olduğunu inceleyeceğiz. Bu konuyla ilgilenen
şahıslar ismetin tanım ve delillerini gördükten veya duyduktan sonra
hemen şöyle bir soru yöneltmektedirler:
SORU: İsmet makamı zorunlu olarak Peygamberlere ve
İmamlara verilen ilahi bir bağıştır. Onlar bunun sayesinde günahlardan
korunurlar. Buna göre kim bu ilahi
lütuf ve bağışa sahip olursa günah ve hatadan korunur. Böyle bir durumda ise
hiçbir fazilet ve övgüye layık olmazlar. Kim bu ilahi inayete sahip olursa tüm
günah ve hatalardan uzaklaşır, bu ilahi bir zorunluktur.
Buna göre ismet makamının
varlığı ile günah ve hata işlemek muhaldır. Muhal bir şeyi terketmenin ise
hiçbir fazileti yoktur. Örneğin bizler yüzyıl sonra gelecek insanlara veya
yüzyıl önce yaşayan insanlara zulmetmiyoruz. Bu durum bizler için bir fazilet ve
üstünlük getirmez. Zira böyle bir şeyi yapmak bizim için muhaldır.
CEVAP: Gerçi bu soru ismet makamının ana temellerine
yöneltilmemiştir. Sorunun yöneltildiği bölüm ise onun fazilet olup olmadığıdır.
Ama yine de aşağıdaki iki noktaya dikkat edilecek olunursa sorunun cevabı
aydınlanacaktır.
1-Bu soruyu yöneltenler
ismetin ana temellerine dikkat etmemektedirler. Onlar ismet makamını aynen bazı
hastalıklar karşısında vurulan aşılara benzetiyorlar. Bu aşı yapıldıktan sonra o
hastalıklara isteselerde yakalanmazlar. Ama önceki konularımızda da
belirttiğimiz gibi masumların günah karşısında mahfuz kalmaları marifet, ilim ve
takvalarından kaynaklanmaktadır. Bu durum aynen bizlerin bir takım günahlar
karşısında iman, ilim ve marifetimiz olmasından dolayı o günahları terketmemize
benzemektedir. Örneğin, çıplak bir şekilde sokağa çıkmıyoruz. Aynı şekilde
uyuşturucu maddelerin tahrip edici etkilerini bilen birisi onun yavaş yavaş
ölüme neden olduğunu bildiği taktirde kesinlikle uyuşturucu madde kullanmaz. Bu
durum (uyuşturucu maddeyi kullanmayı terketmek) kesinlikle onun için bir
fazilettir ki, ona karşı olan ilminden kaynaklanmıştır. Bu ilme sahip olmakla
onu terketse de zorunluluk sözkonusu değildir. Bütün bunlara rağmen uyuşturucu
madde kullanma gücüne sahiptir. İşte bundan dolayı şahısların eğitim, öğretim,
marifet ve takvalarını çoğaltarak onları en azından büyük günahlardan ve kötü
amellerden alıkoymak istiyoruz. Acaba bazı şahıslar bu eğitim, öğretim ve
marifet sayesinde bir takım kötü davranışları terkederlerse bu fazilet ve
iftihar değilmidir!
Başka bir değişle
Peygamberler için günahı terketmek normal yönden
muhaldır ama akli yönden muhal değildir. Biliyoruz ki normal muhal ihtiyar
meselesi ile uyumluluk içerisindedir. Örneğin alim ve mümin bir şahsın mescide
şarap götürmesi ve namaz safında şarap içmesi normal muhaldır. Ama akli yönden
tasavvur olunabilir. Sözün kısası, iftihar ve fazilet olan Peygamberlerin ilmi
ve takva düzeylerinin oldukça yüce ve büyük olması bir başka iftira ve fazilete
sebep olmaktdır ki oda ismet makamıdır. (dikkat ediniz)
Eğer onların bu iman ve marifeti nereden buldukları
sorulacak olursa buna karşılık bu ilahi imdatlardandır deriz. Onlarda bir takım
liyakatlar mevcut idi. Öyleki Kur’an-ı Kerim Hz. İbrahim hakkında şöyle
buyuruyor: “Bir zamanlar Rabbi İbrahimi bir takım kelimelerle sınamış, onları
tam olarak yerine getirince: ben seni insanlara İmam yapacağım demişti. Soyumdan
da (İmam yap ya Rabbi) dedi. Allah, ahdim zalimlere ermez buyuruyoru.”[65]
Yani İbrahim bu marhaleleri kendi irade ve ihtiyarı
ile katettikten sonra o ilahi inayet ve bağışa sahip oldu. Hz. Yusuf hakkında
şöyle buyuruyor; (Yusuf) ergenlik çağına erişince ona (isabetle) hükmetme
(yeteneği) ve ilim verdik. İşte biz güzel davrananları böyle mukafatlandırırız.”[66]
“Güzel davrananları böyle
mukafatlandırırız” cümlesi bizim iddiamız bir tanıktır. Zira Yusuf’un güzel
davranışının onu bu ilahi nihayet ve bağış için hazırladığını söylemektedir.
Hz. Musa hakkında da bu gerçekleri aydınlatan
tabirler vardır. Kur’an şöyle buyuruyor; “Seni iyiden iyiye denemeden geçirdik.
Bunun için yıllarca medyen halkı arasında kaldın (bu makama) geldin ey Musa”[67]
ayetlerden de anlaşıldığı gibi bu büyük şahsiyetlerin vücudunda bu liyakat ve
yetenekler vardır. Ama bunların dallanıp budaklanması veya filizlenmesi
kesinlikle zorunluluk boyutu kazanmamaktadır. Onlar bu yolu kendi istek ve
iradeleri ile katetmişlerdir. Buna karşılık aynı yetenek ve liyakatlara sahip
bir çok insanlar vardır ki bu yeteneklerini kullanamazlar. Diğer taraftan, eğer
Peygamberlerden bu nihayet ve bağışlara mazhar olduysalar bunun karşılığında çok
ve ağır sorunlulukları da yüklendiler.
Başka bir değişle, Allah
hiçbir zaman insana kaldırabileceğinden fazla bir yük yüklemez. Sorumluluğu
ölçüsünde güç verir daha sonra bu sorumluluğun yapılmasında onu imtahan eder.
2- Bu soruya verilebilecek
ikinci cevap ise şudur; Peygamberlerin ilahi bir zorunlulukla günah veya hatadan
maruz kaldıklarını kabul etsek bile dikkat çekici nokta şudur: Terk-i evla (en
iyiyi terketme) yolu onlar için açıktır. Terk-i evla günah değildir. Ama bu iş
onların makamına yakışmaz.
Her şeyi bir kenara bıraksak
bile onların Terk-i evla yapmamaları onlar için bir iftihar ve fazilettir. Eğer
bazı Peygamberler Terk-i evla yapmışlarsa da bunun karşısında büyük bir
azarlanışla karşı karşıya kalmışlardır. Eğer azarlanmamışlarsa da bazen bir
takım sorunlar veya mahrumiyetlerle karşı karşıya kalmışlardır. Onların hak
Teala’ya itaat etmede Terk-i evla dahi yapmamalarından daha büyük hangi fazilet
vardır. Enbiyanın iftiharı şundadır ki bu ilahi bağışlar ölçüsünde sorumluluk
kabul etmişlerdir. Eğer bu yolda bazen Terk-i evla yapacak olurlarsa hemen onu
telafi ederler.
Bu başlık altında
inceleyeceğimiz konu görünüşte farklı olmasına rağmen içerik bakımından önceki
konumuzla hemen hemen aynıdır. Daha önceki konuda ismetin akli, nakli delilleri
konusunu incelemiştik bu konu içerisinde üç tane zulüm çeşidi bulunduğu, bu
çeşitler karşısında ise insan hakkında dört ihtimalin
bulunduğunu söylemiştik. Birinci ve dördüncü şıklar Hz. İbrahimin şanına
yakışmadığı için ve üçüncü kısım ise Allah’ın fermanı ile rededilmişlerdi.
Biz konumuzun bu bölümünde de
aynı meseleye değinmek istiyoruz. Şöyle ki, birinci ihtimal insanın bir ömür
boyu zalim olmasıydı. Ömür boyu zalim olan birisi hiçbir zaman ismet sahibi
olamaz. Dördüncü ihtimal ise bir ömür kazandığı ismeti (elbette ismetin sonradan
kazanılan bir makam olduğu kabul edilirse) ömrünün sonlarına doğru yaptığı zulüm
ile ortadan kaldıracaktır. Üçüncü ihtimale gelince, bu ihtimalde batıl ve
yanlıştır. Zira ömrünün başlarında zulmedipde sonlarına doğru zulmü terk eden
birisi Bakara suresi 124. Ayetin içeriği ile rededilmektedir. Zira şöyle veya
böyle zalim sıfatını kazanan birisi yüce ismet sıfatını kazanamaz. İkinci
ihtimal ise ömrünün başından sonuna kadar zulmetmeyenler ihtimali idi. Bu
ihtimalin en uygun ihtimal olduğunu söylemiştik. Zira ismete sahip olan
birisinin şimdiki haliyle üç ay sonrası veya beş yıl sonrası aynı olmalıdır.
Yani her an hakka uymalıdır. Eğer ismet sonradan kazanılan bir makam olsaydı, bu
makama gelen daha doğrusu bu makamı kazanan şahısın bu kazanma olayından önce
masum olmaması veya ismetin bir önceki yıla nazaran daha zayıf olması gerekirdi.
Bu durum ise ismetin hedefi ile çelişmekte ve amacın tersine haraket etmekdir.
Her türlü ayıp, noksanlık ve abes iş yapmaktan münezzeh olan yüce Allah böyle
bir işten uzaktır.
Bu açıklamalar göz önünde
bulundurulursa ismetin sonradan kazanılan bir makam olduğunu
söylemenin ne kadar gülünç olduğu ortaya çıkacaktır. Zira hem ismetin tanımında
hem de ismetin cebri mi ihtiyari mi olduğu konusunda ismetin ilahi bir bağış
olduğunu ispatlamıştık. Hal böyle iken ismetin sonradan kazanılan bir makam
olduğunu söylemenin ne anlamı vardır. Bu konuda en son Ehlibeyt imamlarının
ismetine delalet eden bir rivayeti nakledip bu konuyu burda kapatacağız.
“Peygamber (s.a.a) şöyle buyuruyor: Allah mahlukatı
iki kısıma ayırdı. Beni o iki kısmın hayırlısında karar kıldı. Bu Allah’ın şu
buyuruğudur; ashab–ul yemin ve ashab–uş şimal. Ben ashab–ul yemindenim. Ben
ashab–ul yeminin en hayırlısıyım….. sonra kabileleri ev haline getirdi ve bana
onların en hayırlısında beyt karar kıldı. Bu Allah’ın şu buyuruğudur; ancak ve
ancak Allah, ey Ehlibeyt sizden her çeşit pisliği suçu gidermek ve sizi tam bir
temizlikle irade eder. Ben ve Ehlibeytim günahlardan temizlenmişizdir.[68]
Okuyuculara ışık tutması
dileği ile...
Resulullah
(s.a.a)’in ümmeti arasında istinad edecekleri ve etrafında toplanacakları
bir esas bırakmadan gitmesi düşünülemez. Zira O alemlere rahmet olarak
gönderilmiş ve kendisinden sonra ümmetinin ihtilafa düşmemesini istemiştir. Bir
hadisi şerifde buyuruyor ki, “vasiyetsiz ölen benden değildir”[69] Çünkü
ölen veli geride kalan vasilerinin ihtilafa düşmemelerini irade etmeli eğer
onları seviyorsa ve ihtilaf etmemelerini istiyorsa vasiyet etmelidir, etmediği
takdirde onlara zulmetmiş olur. Bu sebepden dolayı Peygamber (s.a.a) “benden
değildir” buyurmuş olsa gerek. Şimdi soruyoruz, acaba bir velinin geride
bıraktığı üç beş varisin ihtilafa düşmesi mi daha zararlıdır yoksa ümmetin
ihtilafa düşmemesi mi? Tabi ki ümmetin ihtilafa düşmesi daha da zararlıdır. Eğer
Peygamber üç beş varisin ihtilafa düşmemesi için “vasiyetsiz ölen benden
değildir” şeklinde buyuruyorsa kendisi de bu ümmetin ihtilafa düşmemesi için
vasiyet etmelidir. Aksine kendi sözüne kendisi amel etmemiş olur ve bu da mümkün
değildir. İşte bu yasadan dolayı Resulü Ekrem (s.a.a)’in vasiyet etmeden gitmesi
düşünülemez. Muhaddisler mütevatir olarak naklettikleri hadisde Resulullah
(s.a.a)’in şöyle buyurduğunu naklediyorlar; “Ben sizin aranızda iki değerli
emanet bırakıyorum, onlara sarıldığınız sürece benden sonra asla sapıklığa
düşmezsiniz. Onlar Allah’ın Kitabı
ve benim itretim Ehlibeytimdir. Bu ikisi kevser havuzu üzerinde bana tekrar
dönünceye kadar asla birbirlerinden ayrılmazlar. Bakın görün benden sonra onlara
nasıl davranacaksınız”[70]
Bu hadis Şia ve Ehli sünnet
hadisçilerinin naklettiği sahih bir hadistir. Bu hadisi muhaddisler kendi müsned
ve sihahlarında otuzdan fazla sahabeden nakletmişlerdir. Mezkur hadisi nakleden
bazı Ehli sünnet kaynakları şunlardan ibarettir:
1- Sahih-i Müslim, Kitab-u
Fezail-i Ali İbni Ebi Talib
2- Süneni Tirmizi, c. 5, s.
328
3-Hasais-i Nesei, s. 21
4- Müsned-i Ahmed b. Hanbel,
c. 3, s. 17
5- Kenz-ul Ummal, c. 1, s.
154
6- Tabakat-ul Kübra, c. 2, s.
194
7- Cami-ul Usul, c. 1, s. 187
8- Müstedrek-i Hakim, c. 3,
s. 109
9- Cami-us Sağir-i Suyuti, c.
1, s. 353
10- Tarih-i İbni Asakir, c.
5, s. 436
11- Tefsir-i İbni Kesir, c.
4, s. 113
12- Mecme-uz Zevaid, c. 9, s.
163
Ancak Ehli sünnet
hadisçilerinden bazıları Sakaleyn hadisinde “itretim- ehlibeytim” yerine
“Sünnetim” kelimesini nakletmişlerdir. Onlara göre Peygamber (s.a.a) ümmetine
emanet olarak Kur’anı Kerimi ve sünnetini bırakmıştır. Yukarıda yazılanların
yanısıra bu bölümde bu soruya cevap vermeğe çalışacağız
(Ehlibeyt mi? Sünnet mi?)
Peygamber (s.a.a)’in buyurduğu ve hadisçilerin de
nakletmiş olduğu sahih, doğru ve mütevatir hadis “itret- Ehlibeyt” hadisidir.
Ehlibeytim kelimesinin yerine sünnetim kelimesinin naklolunduğu hadisler sened
yönünden zayıf ve dolayısıyla batıldır. Ama itret Ehlibeyt hadisinin senedleri
tamamen sahihdir. Ama yine de bazıları bu hadis konusunda şüphe icad edip onu
“Allah’ın Kitabı ve benim sünnetim” hadisine dönüştürmek ve erbapları olan
Emevilere hizmet etme gayreti içerisine düşmüşlerdir. Örneğin, Miftah-u Kunuz-is
Sünnet kitabının 478. Sayfasında Buhari, Müslim, Tirmizi ve İbni Maceden naklen
“Resululah’ın Allah’ın Kitabı ve kendi sünneti hakkındaki vasiyeti” başlığı
altında bir bölüm almıştır. Oysa mezkur dört kitapda onun naklettiği hadis
kesinlikle mevcut değildir. Evet Sahih-i Buhari’de ‘ Kitab-ul İtisam bil Kitab-ı
ve s-Sünne’ diye bir bölüm vardır, ama orada böyle bir hadis yoktur. Sahih-i
Buhari ve mezkur kitaplarda
sadece şöyle bir hadis yer almıştır: “Talha İbni müsarrif şöyle diyor:
Abdullah İbni Übeyyden, acaba
Resulullah bir vasiyette bulundu mu? Diye sordum, o şöyle dedi, “hayır” O zaman
ben ona, “o halde nasıl halka
vasiyette bulunmaları emredilmiştir” dedim. O “Resulullah Allah’ın kitabını
vasiyet etti”[71] diye
cevap verdi. Görüldüğü gibi “Ben sizin aranızda iki değerli emanet bırakıyorum,
Allah’ın Kitabı ve benim Sünnetim” diye bir hadis yoktur ve eğer bazı kitaplarda
böyle bir hadis olsada sened açısından bir değer ifade etmez. Zira icma bunun
aksini nakleder. Hadisleri sened yönünden incelediğimizde de doğru- yanlış ayet
iyi anlaşılacaktır.
Bu hadisi “İtret- Ehlibeyt”
olarak iki muhaddis nakletmiştir.
1-M üslim kendi sahihinde Zayd b. Erkam’dan şöyle rivayet ediyor;
Peygamber (s.a.a) bir gün Mekke ve Medine arasında “Hum” denilen bir mekanda hutbe okudu ve
o hutbesinde Allah’a hamdü sena ve halka nasihattan sonra şöyle buyurdu: “Ey
insanlar ben sadece bir beşerim Allah’ın memuru’nun gelmesi yakındır ve ben onun
davetine icabet edeceğim. Ben sizin aranızda iki değerli emanet bırakıyorum
onların birincisi Allah’ın Kitabıdır, onda hidayet ve nur vardır. Allah’ın
kitabını alın ve ona sımsıkı sarılın- Allah’ın kitabına amel etmeyi tekitle
vurguladıktan sonra şöyle
buyurdu “ve benim Ehlibeytim’dir.
Ehlibeytim hakkında Allah’ı size
hatırlatırım,
Ehlibeytim hakkında Allah’ı size
hatırlatırım, Ehlibeytim hakkında allah’ı size hatırlatırım.”[72]
Yukarıdaki hadisin metnini Daremi’de
kendi Süneninde nakletmiştir.[73]
Her ikisininde senedi güneş gibi açık ve hiçbirisinde zerre kadar zayıflık ve
şüphe doğuracak en ufak bir nokta bile mevcut değildir.
2- Tirmizi yukarıdaki metni “İtretim ve Ehlibeytim”
kelimeleri ile nakletmiştir. Hadisin metni şöyledir: “Ben sizin aranızda iki değerli emanet
bırakıyorum. Onlara sarıldığınız sürece benden sonra asla sapıklığa düşmezsiniz.
Biri değerinden büyük olan Allah’ın
Kitabıdır ki, semadan arza uzanan
Allah’ın ipidir ve diğeride İtretim Ehlibeytim’dir. Bu ikisi Kevser havuzu
üzerinde bana tekrar dönünceye kadar asla birbirlerinden ayrılmazlar. Bakın
görün benden sonra onlara nasıl davranacaksınız.”[74]
Ehli Sünnetin yanında çok
muteber ve değerli olan altı sahih Kitabın (Kutub-u Sitte- Sıhah-ı Sitte)
sahiplerinden olan Müslim ve Tirmizi her ikiside ve zikrolunan bu iki sahih
kitabın yanısıra diğer kaynaklar Ehlibeyt kelimesinde birleşmiş ve onu
nakletmişlerdir ve naklolunan bu rivayetin de senedleri tamamen doğrudur.
Sakaleyn
hadisinde İtretim Ehlibeytim kelimelerinin yerine sünnetim kelimesinin naklolunduğu hadis senedi zayıf, uydurma
ve düzmece olan bir rivayettir. Bu rivayeti Emevi tezgahına hizmet eden Kab-ul
Ahbar’lar, Ebu Hureyre’ler gibi şahıslar uydurmuşlardır.
Hakim
Nişaburi Müstedrek’inde naklolunan metni şu senedlerle nakletmiştir; Abbas İbni
Ebi Üveys, Ebi Üveysden oda Sevr
İbni Zeyd Deylemiden oda İkreme’den oda İbni Abbasdan Peygamberin şöyle
buyurduğunu nakletmiştir; Ey insanlar ben size iki şey bırakıyorum, o ikisine
sarıldığınız müddetçe asla sapıklığa düşmezsiniz, bunlar, Allah’ın Kitabı ve
Peygamberin sünnetidir.”
Bu metnin ravileri arasında bir baba oğul varki
hadisin seredinin afetidirler. Bunlar İsmail b. Ebi Üveys ve Ebu Üveys’dir. Bu
baba ve oğul sika (güvenilir) olarak vasıflanmadıkları gibi yalancılık ve hadis
uydurma ile ittiham olunmuşlardır. Hafız Mezzi Tahzib-ul Kemal adlı kitabında
Rical alimlerinden İsmail ve babası hakkında şunları nakletmiştir: Rical ilminin
büyük alimlerinden olan Yahya İbni Müin şöyle diyor; Ebu Üveys ve onun oğlu
zayıftırlar, bu iki şahıs hadisi çalmaktalar. Yahya b. Müin Ebu Üveysin oğlu
hakkında, buna itimat olunmaz ve güvenilmez diye demiştir. Nesai Ebu Üveys’in
oğlu hakkında, O zayıf ve sika değildir demiştir. Ebul Kasım Laleka şöyle diyor;
Nesai onun hakkında çok konuşmuş ve hatta onun hadisini terketmek gerekir
şeklinde demiştir. Rical alimlerinden olan İbni Adiyy şöyle diyor; İbni Ebi
Üveys kendi dayısı Malik’den hiçkimsenin kabullenmediği garip hadisleri
nakletmiştir.[75] İbni
Hacer Feth-ül Barinin önsözünde şöyle diyor; İbni Ebi Üveys’in hadisi ile asla
istidlal olunmaz…[76]
Bunların yanı sıra sıhah-ı sittenin (altı sahih kitab) hiçbirinde İbni Ebi
Üveys’den hadis naklolunmamıştır. Ebu Üveys hakkında Ebu Hatem Razinin Cerh ve
Tadil kitabında dediği yeterlidir; onun hadisi yazılmakta ama onunla istidlal
olunmamaktadır ve onun hadisi muhkem ve kuvvetli değildir.[77] Ve
yine Ebu Hatem İbni Müin’den Ebu Üveys’in güvenilir ve itimatlı birisi
olmadığını nakletmiştir. Bu iki şahısın senetlerinde bulunan rivayetler asla
sahih değildir ve bunun yanısıra (bunların rivayetleri) sabit rivayetlerle muhaliftir. Bu hadisi
nakleden Hakim Nişaburi de hadisin
zayıf olduğunu itiraf etmiş ve senedin
tashihine çalışmamış ama onun anlam ve manasının doğruluğuna dair bir
şahid ve delil zikretmemiştir. Zaten zikrolunan da sened yönünden gevşek ve
itibar derecesinden düşüktür. Hakimi Nişaburinin gevşek ve itibarsız şahidi
aşağıda zikrolunacaktır.
Hakim Nişaburi zikrolunacak senetlerle Ebu
Hureyre’den merfu[78]
olarak şöyle nakletmiştir; Ben size iki şey bırakıyorum... Allah’ın Kitabı ve
benim sünnetim, onlar havuz kenarında bana gelinceye dek birbirlerinden asla
ayrılmazlar.
Bu metni Hakim şu senedle
zikretmiştir: Zebi Salih b. Musa Talha’dan oda Abdul Aziz b. Rafi’den oda Ebu
Salih’den oda Ebu Hureyreden nakletmiştir. Bu hadisde bir önceki gibi uydurmaca,
düzmece ve yapmacık bir hadistir. Zira, bakınız rical alimleri Salih b. Musa
Talha hakkında neler demişlerdir;
Yahya b. Mü’in Salih b. Musa güvenilir değildir. Ebu
Hatem Razi onun hadisinin zayıf ve münker olduğunu demiş Nesai’de onun hadisi
yazılmaz ve onun hadisi terkolunmuştur diye demiştir.[79] İbni
Hacer Tahzib-ul Tahzib’de şöyle diyor; İbni Hibban diyor ki; Salih b. Musa
güvenilir ve sika olan şahıslara öyle sözleri nisbet veriyor ki o sikaların
sözlerine benzememektedir. Onun hadisi hüccet değildir. Ebu Naim, onun hadisi
terkolunmuştur o daima münker hadisleri nakletmiştir diye demiştir.[80]
Zehebi Kaşif adlı eserinde onun hadisinin gevşek olduğunu söylemiştir.[81]
Zehebi Mizan-ul itidal’da konu olan hadisi nakletmiş, munker (güvenilmeyen)
hadislerdendir.[82]
İbni Abdul Birr Tamhid adlı kitabında bu metni
aşağıdaki sened ile nakletmiştir.[83]
“Abdurrahman b. Yahya Ahmed b. Said’den, oda Muhammed b. İbrahim Dubeyli’den oda
Ali b. Zeyd-il Ferazi’den oda El- Hüneyni’den ode Kesir b. Abdullah b. Amr b.
Ovf’den oda babasından ve ceddinden nakletmiştir. İmam Şafii Kesir b. Abdullah
hakkında şöyle diyor; yalanın rükunlarından birisidir.[84]
Ebu Davud diyor ki; O çok yalan konuşanlardan
birisidir.[85] Nesai
ve daru Kutni Ahmed b. Hanbelin şöyle dediğini kaydetmiştir; O hadis münkeridir
güvenilir değildir. İbni Müin’de bu görüşdedir.
İbni Hacere şaşırmak gerekir
ki, bunca rical alimi onu çok yalancı
ve düzmececi olarak görmelerine rağmen o sadece zayıf olarak nitelemiş, onu
yalancı ve hadis düzmecesi olarak görenleri de ifratçı olarak yadetmiştir. Oysa
Zehebibile Kesir b. Abdullah’ın sözü gevşek ve güvenilmezdir diye demiştir.
Malik’de Muvatta adlı kitabında bu hadisi senedsiz olarak mürseldir şeklinde
nakletmiştir. Herkes böyle bir hadisin itibarsız olduğunu ve kayda değer
olmadığını gayet iyi bilmektedir. Görülüyor ki, icma sünetim hadisinin
hilafınadır. Eğer “Allah’ın kitabı ve benim sünnetim” diye nakledilen hadise
bakılacak olursa, bunun akil ve nakil ile de bağdaşmadığı görülür.
Zikrolunanların yanısıra böyle bir hadisin varlığı birkaç delil ile reddedilir.
Birinci delil: Bütün tarihçiler ve hadisçilerin yazdıklarına göre
Resulullah’ın kendi döneminde hadisler toplanıp yazılmamıştır ve bunu kimsede
iddia etmemiştir. O halde O hazretin ümmetine sünnetini bırakması nasıl
düşünülebilir. Çünkü Nebevi sünnetin Peygamber (s.a.a) zamanında yazılması söz
konusu değildi. Bu yüzden onun Kur’anı Kerim gibi merci olmasıda düşünülemez.
Netice olarak diyoruz ki, Peygamber (s.a.a) yazılmayan, ortada olmayan bir
sünneti nasıl ümmete merci olarak gösterebilir? Hatta Ehli Sünnet’in bazı
Sıhahlarında Peygamber (s.a.a)’in Sahabeyi hadislerini yazmaktan menettiği
naklolunmuştur. Öyleyse Peygamber (s.a.a)’in ben bilinmeyen ve yazılmayan
sünnetimi sizin aranızda bırakıyorum demesi nasıl düşünülebilir? Ve bir taraftan
menetmesi ve diğer taraftan da emretmesi düşünülemez.
İkinci delil: Bilindiği üzere Hz. Resulü Ekrem vefatından üç gün
önce hastalığı ağırlaşınca ümmetinin kendisinden sonra sapıklığa düşmelerine
engel olacak tavsiyelerini yazmak için kalem kağıt istemişti de, Ömer şöyle
diyerek karşı çıkmıştı; Resulullah hezeyana kapılmış (sayıklıyor). Bize Allah’ın
kitabı yeterlidir.[86]
Eğer Peygamber (s.a.a) daha önceden, ben sizin aranızda Allah’ın kitabı ve
sünnetimi bırakıyorum demişti ise Ömer’in Allah’ın kitabını sadece yeterli
görmesi yanlış olur ve aksine Allah’ın kitabı ve sünnet bize yeterlidir demesi
gerekirdi.
Üçncü delil: Eğer
Peygamber (s.a.a) yazılı sünnetini ümmetine bırakıp ve ümmet için tek mercinin
Kur’an ve sünnet olduğunu buyurduysa, Ebu Bekir
ve Ömer nasıl ve nerden hadisleri yakma ve dolayısıyla ümmeti sünnetten
uzaklaştırma iznini aldılar.
Dördüncü delil: Peygamber (s.a.a)’den sonra Sahabenin bir çok
karakterlerinin O Hazretin sünnetine aykırı olduğu bellidir. Örneğin Mut’a
Nikahı ve Temettü haccı Peygamber (s.a.a) ve Ebu Bekir zamanın da vardı ve meşru
idi ama onu Ömer yasakladı. Malik .b. Nüveyreyi öldürüp hanımı ile eden Halid b. Velid’in
içtihad ettiğini söyleyen Ebu Bekir’in karşısında Ömer Halide hadd vurulması
için ısrar ediyordu. Teravih namazı Peygamber ve Ebu Bekir döneminde ayrı ayrı
kılınıyordu, ama Ömer onun cemaet halinde kılınmasını emretmiş ve cemaete
dönüştürmüştü vb. Bu sahabeler ya O hazretin sünnetini bildikleri halde bilerek
veya Peygamberden naklolunan naslar karşısında içtihad ederek muhalifet
ediyorlardı ki, bu taktirde şu ayeti Kerimenin muhatabı olurlar. “Hiçbir mümin
erkek ve mümine kadın Allah ve Resulü bir konuya karar verdiler mi, içlerinde
seçim sahibi değillerdir. Ve kim Allah ve Resulüne isyan ederse gerçekten de
açık bir delalete düşmüştür.[87]
Ya da onlar Resulüllah (s.a.a)’in sünnetini bilmedikleri için böyle
davranıyorlardı. O zamanda Peygamber (s.a.a)’in “Ben sizin aranızda sünnetimi
bırakıyorum” demesi nasıl düşünülebilir.? Zira Peygambere zaman ve mekan
yönünden en yakın olan sahabenin hali böyleyken yani sünnete vakıf olmadıklarına
göre, o zaman ve mekanda olmayan ve Resulullah’ı görmeyenlerin hali nasıl
olabilir.?
Beşinci delil: Eğer Peygamber ümmeti için sünnetini bıraktı ise,
öyleyse neden Peygamberin hemen vefatından sonra Ebu Bekir şöyle diyordu;
Peygamber (s.a.a)’den bir şey nakletmeyin, eğer sizden bir şey sorsalar, siz ve
bizim aramızda Allah’ın kitabı vardır deyiniz. Onun helalini helal ve haramını
da haram biliniz.[88]
Altıncı delil: Eğer
Peygamber ümmetine sünnetini bırakmıştı ise, öyleyse neden Ebu Bekir Zekat
vermeyenlere karşı savaştı. Oysa Peygamber şöyle buyurmuştur; “her kim la ilahe
illellah Muhammed Resulullah derse, bir hak sözkonusu olmadığı taktirde mal ve
canını benden korumuş olur, onun hesabı ise Allah’a aittir.”
Yedinci delil: Bilindiği üzere sünnetin yazılmasına Abbasilerin
saltanat dönemlerinde başlanmış ve Ehli sünnette ilk olarak yazılan hadis kitabı
İmam Malik’in yazdığı “El-Muvatta” kitabıdır. Bu ise büyük fitne, Hirra olayı
Medine-i Münevverenin üç gün boyunca saltanat askerlerine helal kılınması ve
sahabelerin alçakça öldürülmesinden sonra gerçekleşmiştir. Durum böyle iken,
dünya malına ulaşmak ve zamanın zalim sultanlarına yaranmak için çalışan
ravilere nasıl güvenilebilir. İşte bunun için hadislerde çelişki ve ihtilaf
vücuda gelmiş ve islam ümmeti çeşitli mezheplere bölünmüştür. Öyleyse Peygamber
(s.a.a)’in “Ben sizin aranızda Allah’ın kitabını ve kendi sünnetimi bırakıyorum”
demiş olmasını nasıl kabul edebiliriz.? Oysa Peygamber kendisinden sonra
munafık, sapık ve islam düşmanlarının kendisine bir çok yalan şeyler isnad
edeceğini biliyordu. Bir hadisinde şöyle buyurmuştur; “Bana yalan şeyler isnad
edenler çoğalmıştı. Bana yalan bir şeyi isnad eden kimse cehennemde yerini
hazırlasın.” Peygamber (s.a.a)’in
kendi hayatında bile kendisine yalan şeyler isnad edenler çok olduğuna göre, O
Hazret nasıl Müslümanlara hayatından sonra sünnetini merci olarak gösterebilir?
Sekizinci Delil: Eğer Allah’ın Kitabı ve benim sünnetim hadisi doğru
ise, öyleyse neden Ebu Bekir, Ömer ve sahabeden olan onların yandaşları Hz.
Fatıma (s.a)’ya ihtiramsızlık edip onun evine baskın düzenleyip evinin kapısını
kırmaya kadar bile ileri gittiler....? Acaba bunlar Peygamber (s.a.a)’in şu
sözünü duymamışlar mıydı? ki, O
Hazret şöyle buyurmuştu; “Fatima benim vücudumdan bir parçadır, kim onu
gazaplandırırsa beni gazaplandırmış olur ve kim ona
eziyet ederse bana eziyet etmiş olur.” Evet, gerçekten de bu sözü gayet iyice
duymuş ve derketmişlerdi, ama hayret onlara ve sevenlerine...? Acaba Şura
suresinin 23. Ayetini Peygamberin yakınları ki, onlardan biride Hz. Fatıma idi
duymamışlar mıydı ki, Allahu Teala şöyle buyuruyor; “Deki sizde risaletim
karşılığında benim yakınlarımı sevmekten başka bir şey istemiyorum”
Dokuzuncu delil: Eğer Allah’ın Kitabı ve sünnetim hadisi sahih ise,
öyleyse neden bu sünnet bir çok sahabe tarafından bilinmiyordu ve netice itibari
ile onlarda dinde kendi reylerine göre fetva veriyorlardı.
Sahabeden
sonraki mezhep İmamları da bu yolu takip etmişlerdir. Eğer ümmetin yanlışlık,
sapıklıktan kurtulması için Peygamber (s.a.a) kendi sünnetini bırakmışsa, kıyas
yolu ile, şahsi fetvalar ile fetva vermeğe ve dini harap etme uğraşına girmeğe
gerek yoktu. Zira eğer sünnet ortada ise, sünnet dışı her şey bidat olur ve
hadise göre de her bidat ateştedir.
Onuncu delil: Eğer “Allah’ın Kitabı ve sünnetim” hadisini kabul
edecek olursak, hem Kur’anı Kerim’de ve hem de sünnet’te yanılgıya düşer ve bir
yere varamayız. Dolayısıyla kendimize güvenilir ve sağlam bir merci ve ölçü
bulmuş olayız. Zira Peygamber (s.a.a)’den sonra ümmet için en önemli olan,
insanları ihtilaflardan uzak tutup ihtilafların itifaka dönüşmesini ve insanları
gerçek Nebevi sünnet doğrultusunda ve Kur’an kanunları içerisinde yüce manevi
mertebelere ulaştıracak ve en güzel haliyle insanlara hidayetçi görevini yapacak
bir ölçüye ihtiyaç vardır. O ölçüde “Sünnet” olamaz. Zira eğer sünnet, bir ölçü
olsaydı Müslümanlar arasında bunca ihtilaf ve çelişki olmazdı. Örneğin, Sünneti
Nebevide Ebu Bekir ile Ömer zekat vermeyenlerle harbetmek konusunda ihtilaf
etmişler, Hz. Fatıma ile Ebu Bekir Fedek hurmalığı konusunda Ebu Bekir
tarafından Peygambere nisbet verilen “Biz Peygamberler miras bırakmayız...”
hadisinde ihtilaf etmiş, Ebu Bekir onu Peygambere nisbet vermiş ama Hz. Fatıma
bunun Peygambere ait olmadığını buyurmuştur, Peygamber (s.a.a)’in hanımları
kendi aralarında ihtilaf etmiştir. Yine Ebu Hureyre gibi meşhur bir ravi
çelişkili konuları nakletmiş ve Peygamberin Ramazan ayında cünub olarak
sabahladığını ve o gün oruç tuttuğunu bildiren hadiste ve dolayısıyla sünneti
Nebevide Aişe ile ihtilaf
etmişlerdir. Yine Aişe ile İbni Ömer arasında ihtilaf çıkmıştır. İbni
Ömer Peygamber Receb ayında Ümre etmiştir konusunda hadis nakletmiş ama Aişe onu
tekzib etmiştir. Yine Abdullah İbni Abbas ile İbni Zübeyr muta nikahı hakkında
ihtilafa düşmüşlerdir.[89]
Yine Hz. Ali ile Osman arasında Hac mutası hakkında ihtilafları çıkmıştır.
[90] Ve diğer sahabeler kendi aralarında
abdest konusunda, yolcu namazında, Besmele denilip denilmemesinde... bir çok
ihtilaflara düşmüşlerdir. Tabiin arasında bu konudaki ihtilaflar okadar
çoğalmıştı ki, yüzlerce mezheb ortaya çıkmıştı. İbni Mesud’un bir mezhebi var
idi, İbni Ömer’in bir ayrı mezhebi, ve nihayeten İbni Abbas, İbni zübeyr, İbni
Uyeyne, İbni Cureyr, Hasan-ul Basri, Sufyanı Sevri, Malik, Ebu Hanife, Şafii,
Ahmed b. Hanbml ve daha bir çoklarının ayrı ayrı mezhepleri vardı.
Elbette siyasi etkenlerin
zoruyla sadece dört mezhep resmileşmiş, bu yüzden Ehli sünnet fikrinden doğma bu
dört mezhep haricindeki bir çok Ehli sünnet mezhebi yok olup gitmiştir. Yine de
geriye kalan bu dört mezhep Fıkhi mezheplerin bir çoğunda birbirleriyle ihtilaf
etmektedirler. Bütün bunların sebepleri ise onların Peygamber(s.a.a)’in
sünnetindeki ihtilaflarıdır. Birisi kendi nmzdinde sahih olan bir sünnete
dayanarak bir konuda bir fetva verirken diğeri ya başka bir sünnet ile veya
kendi reyine göre içtihat ederek veya onun Nass olmadığını iddia ederek, onu
diğer bir meseleyle kıyas ediyor ve buna göre hüküm veriyor.
Eğer bir müslüman bu karışıklık ve ihtilaflar
içerisinde o alimin veya bu alimin sözünü delilsizce kabullenir veya körü körüne
geçmişlerine taklit eder veyahut’ ta
taassubundan dolayı önceden girmiş olduğu belirli bir kalıp içerisinden
dışarı çıkmıyorsa hak yolun dışında yanlış yolu gitmiş ve şu ayete mazhar
olurlar: “Onların çoğu ancak zanna kapılmışlardır. Şüphe yok ki zan gerçek
karşısında hiçbir şeye yaramaz.”[91]
Hal böyleyken bu ihtilaflar
içine düşen ve bu ihtilaflar içinde olan bir müslüman ne yapsın? Bunların
hangisi gerçek sünnettir? Bunların hangisi ümmeti tereddüt’ten, ihtilaftan
kurtarıp ittifak vadisine götürür? Biz diyoruz ki, gerçekte sünnet ölçü değil de
aksine insanları Peygamber (s.a.a)’in gerçek ve hakiki sünnetine götürecek ve
Kur’anı Kerimi olduğu gibi insanlara açıklayacak vesileler ölçüdür. Bu ölçülerde
Peygambere en yakın olan ve vahyin kendi evlerinde Peygambere nazil olduğu ve
Tathir ayetine göre günahlardan arınan EhliBeyt imamlarından bakası değildir.
Zira ev halkı evde olup bitenleri dışarıdaki insanlara nazaran daha iyi
bilirler. Örneğin, anahtarı olmayan kilitli bir evin kapısına ilerlemek
yanlıştır. Eğer anahtar varsa ancak kapıyı bu suretle açabiliriz aksine kapıyı
tabii yolla açamayız, gayri tabii yolla da kırmaktan başka çare yoktur. Eğer
Ehlibeytsiz olarak sünneti Nebeviye ulaşacağımızı sanıyorsak onu aynen o kapı
gibi kırmış oluruz ancak. Çünkü Ehlibeyt imamları vahyin ve Sünnetin
kilitleridir. Bu araştırmadan ve beyandan sonra bu hadisi son tabakalarda yer
alan bazı Ehlibeyt düşmanı alimlerinin uydurduğunu anlıyoruz. Çünkü Ehlibeyti
hilafetten uzaklaştırdıktan sonra böyle bir şeyi uydurmaları gerekirdi. Bu kısa
araştırma, açıkça tüm gerçekleri ortaya koymuş
ve “benim sünnetimdir” olan hadisin Emevilerin tezgahı tarafından
kiralanan yalancı ve menfaatçi raviler tarafından “benim itretim Ehlibeytim” dir
hadisi karşısında uydurulduğunu ispatlamıştır. İşte bundan dolayı hakkı görüp,
duyup bir çırpıda kabullenecek basiretli insanlar, yazarlar, alimler ve
vaizlerin Peygamberden naklolunmayan hadisi terk etmeleri, anlatmamaları aksine
onun uydurma ve düzmece olduğunu söylemeleri ve asıl gerçek olan sahih hadisi
nakletmeleri gerekir. Ve yine müslim’in kendi sahihinde “benim Ehlibeytim’dir”
Tirmizi’nin kendi sünenin de “Benim itretim
ve Ehlibeytim’dir” kelimeleri ile naklettikleri hadisi anlatmaları,
yazmaları ve Müslümanları bu sahihlerle tanıştırmaları gerekir. Bütün bunlardan
sonra “Allah’ın Kitabı ve benim Ehlibeytim” diye bilinen Sakaleyn hadisi Ehli
sünnetin kabul etmediğini ve Şianın uydurmalarından olduğunu kabul etmek kişinin
kendi cehaletini, taassubunu veya inadını gösterir. Allahu Teala dan cahillikten
doğan bağnazlık, batıl inat ve kör taassuptan Allah’a sığınır ve bunları tüm
kalplerden uzaklaştırmasını niyaz ederiz.
Peygamber (s.a.a) itret ve
Ehlibeyti Kur’anın yanında kur(anla birlikte zikredip her ikisini de insanların
içinde Allah’ın hücceti diye tanımladığı için, ondan iki neticeye varılabilir.
1- Peygamber (s.a.a)’in
itretinin sözü Kur’an gibi hüccettir. Dini konuları içeren akidevi,
fıkhi, kelami... konularda onların emirlerine, sözlerine göre haraket edilmeli
ve onların dışındaki insanlara rücu edilmemelidir. Zira Ehlibeyt imamlarının
hiçbir alanda bıraktıkları bir boşluk bulunmaz ki bir başkası gelip de o boşluğu
dolduruversin. İmam Mehdi (a.f) bir hadisi şeriflerinde şöyle buyuruyor: “bizim
yolumuzun dışında ilim aramak bizi inkara sebep olur.”İmam burda aranması,
öğrenilmesi gereken bütün ilimlerin kendilerinde mevcut olduğunu ve insanlığı
ilahi ve manevi mertebelere sadece kendilerinin ulaştıracağını vurgulamıştır.
Zira onlar her dalda bütün ilimlerin babaları ve üstatları olmuşlardır. Her
dönemde halifelerin, insanların ilmi sıkıntılarla karşılaştıklarında imamlar
rücu ettiklerini tarih tamamen kaydetmiştir. Müslümanlar Peygamber(s.a.a)’in
vefatından sonra hilafet konusu hakkında ihtilafa düştüler ve hepsinin de
kendilerine göre delilleri var ama Ehlibeyt imamlarının ilmi bir merci ve
maneviyat ve irfanın simgesi olmalarında hiçbir ihtilafa düşülmemiştir. Zira
herkes Sakaleyn hadisinin sahihliğinde ittifak etmiştir ve bu hadis dinin bütün
olanlarında rücu olunması gereken merkezin Kur’an ve Ehlibeyt imamları olduğunu
göstermektedir. Eğer islam ümmeti bu hadise amel etseler ihtilaf dairesi
fazlasıyla küçülecektir.
2- Kur’anı Kerim Allah’ın kelamı olduğu için hatadan
uzaktır. Zira Allahu Teala şöyle buyuruyor: “ ne önceden onun hükümlerini iptal
eden bir kitap gelmiştir ne de ondan sonra gelir ve batıl ona zarar veremez.
Hüküm ve hikmet sahibinden, hem de layık mabud tarafından indirilmiştir.”[92]
Eğer Kur’anı Kerim hatadan
beri ise Kur’anın yanında onunla beraber zikrolunan Ehlibeyt te hatadan beri
olur. Zira hatalı insanların, Kur’an ile rücu makamında eş değerde tutulmaları
ve Kur’an gibi onunda mutlak itaatinin belirtilmesi ve onunla birlikte
zikrolunması sahih ve doğru değildir. Elbette şunu da belirtelim ki, İsmet ve
masumluk sıfatı Peygamberliği gerektiren sıfatlardan değildir. Zira Hz. Meryem
‘Al-i İmran 42. Ayetin “An o zamanı
da hani melekler Meryeme ya Meryem Allah gerçekten de seni seçti, temizledi...”
hükmüne göre masumdu ama Peygamber değildi. Netice olarak diyoruz ki, Peygamber
efendimiz, Kur’an ve sünneti değil de, Kur’an ve Ehlibeytini islam ümmetine
bırakmıştır. Bu araştırmanın okuyuculara ışık tutması ümidiyle.
Bu bölümde 12. İmam Mehdi
(a.s)’ın hayatına kısa bir şekilde değinip daha sonra asıl konumuz olan
Mehdeviyet meselesini ele alacağız. İmam Hasan Askeri (a.s)’ın oğlu İmam Mehdi
(a.s) hicret 255’de
Şaban ayının 15’inde Cuma sabahı Irak’ın Samirra şehrinde dünyaya
gelişiyle Cihanı nurlandırmıştır. O Hazretin doğum yılının hicri 254, 256, 257
ve 258’de de olduğu zikrolunmuştur. Bu ihtilaf O Hazretin gizli bir şekilde
dünyaya gelmesinden kaynaklanmış olabilir. İmam Mehdinin dünyaya gelişi tarihte
kesin bilinen meselelerdendir. Bu konuyu Şia alimleri dışında bir çok Ehli
sünnet muhaddisi, müverrihi ve müfessiri de kabullenmiştir. O hazretin ismi Muhammed’dir. Bütün
hadisçiler bu ismin, ceddi Resulullah tarafından O Hazrete bırakıldığını
kaydetmişlerdir. Peygamber ve 12. İmamın isimlerinin bir olması bir rastlantı
değil de aksine bir hikmeti ve sırrı içermektedir. Zira Peygamber efendimiz
gelişiyle cihanı nura boğup insanlığı cehalet bataklığından çıkarıverdi. İmam
Mehdi (a.s)’da zuhur ettiğinde insanlığı cehalet bataklığından, kula kulluk
esareti zinciri altından zulmet ve zulümden heva, heves ve nefsi ilah edinmeden
çıkarıp onlara seadeti sunacak ve tüm yeryüzüne ilahi hükümleri hakim kılacaktır.
O Hazretin meşhur lakapları
şunlardan ibarettir; Mehdi, Kaim, Muntezer, Halefi, Salih, Bakiyetullah, Mensur,
Sahib-ul Emr, Veliyyi Asr ve Sahib-uz Zamandır. Bunların en maruf ve meşhuru
Mehdidir. Bu lakapların her birinin ayrı bir sebebi vardır. Örneğin, O Hazret
hakka doğru hidayet edeceği için O Hazrete
“Mehdi” denilmiştir. Müminler O Hazretin zuhurunu ve mübarek adımlarını
bekledikleri için O Hazrete “Muntezer” (beklenilen) denilmiştir. Allah’ın
kullarına yeryüzünde delil ve hücceti olduğu için O Hazrete “Hüccetullah”
denilmiştir.
O Hazretin annesi hakkında farklı farklı rivayetler
vardır. Mes’udi, onun Annesinin Nergis adında bir keniz olduğunu nakletmiştir.[93] Şeyh Tusi bir rivayette O Hazretin
annesinin isminin Reyhane olduğunu demiş ve hemen arkasından Nergis, Sukeyl,
Susan isimlerini de eklemiştir.[94]
Şeyh Mufid O Hazret için sadece “Nergis” ismini zikretmiştir.[95]
Bazı araştırmacılar O Hazretin asıl isminin Nergis olduğunu söylemişler ve
Sukeyl ismi haricindeki diğer isimlerin O Hazrete İmam Cevad (a.s)’ın kızı
hekime hatun tarafından bırakıldığını zikretmişlerdir. O zamanın insanları
kendilerine gelen şahısa hoşnutluklarını belirtmek için çeşitli güzel isimlerle
hitap ediyorlardı. Nergis, Reyhane ve Susan’da gül isimleridir.
İmam Mehdi (a.s)’ın annesinin milliyeti hakkında
muhtelif görüşler vardır. Bu görüşler içerisinde en meşhuru şudur; İmamın annesi
Rum Padişahının kardeşi Yesu’nun kızıdır. Keniz kılığında Bağdata köle pazarına
gelmiş ve İmam Hadi (a.s)’ın emriyle İmamın huzuruna getirilmiştir. Bazı
tahlilcilerde Şeyh Tusinin naklettiği şu rivayeti tercih etmişlerdir; İmam Mehdi
(a.s)’ın annesi İmam Hadi (a.s)’ın kız kardeşi Hekime’nin evinde büyüyen bir
keniz idi. İmam onun simasını gördüğünde Allah’ın has inayetiyle ondan bir erkek
çocuk dünyaya geleceğini biliyordu.[96] Nergis hatun fazilet ve manevi olgunlaşma
bakımından bir dereceye varmıştı ki, İmamet ailesinin en saygıdeğer
hanımefendisi, İmam Hadi (a.s)’ın kızkardeşi Hakime hatun onu ailenin
hanımefendisi ve kendisini de onun hizmetçisi diye sunmuştur.
İmam Mehdi (a.s)’ın
viladetini anlatan ve Mes’udinin (vefat h. 345) zamanında da güvenilir ve
muvassak rivayet Hakime hatunun naklettiği
rivayettir. Şeyh Saduk o rivayeti İmam Cevad (a.s)’ın kızı Hakime hatunun
dilinden şöyle nakletmiştir; Ebu Muhammed Hasan b. Ali (a.s) beni kendi yanına
seslediler ve şöyle buyurdular; Bibi, bu akşam iftara bizim yanımızda kal, zira
şaban ayının 15’dir. Bu akşam Allahu Teala kendi hüccetini yeryüzünde zahir
edecektir. Ben imamdan onun annesinin kim olduğunu sual eyledim; Nergis olduğunu
buyurdular. Dedim ki fedan olayım hamilelik belirtileri onda mevcut değildir.
Şöyle buyurdular; dediği şey gerçekleşecektir. Bunun için içeri girip selam
verdim. Nergis hatun benim ayakkabımı çıkarmak için ileri geldi ve hanımım
nasılsınız diye halimi sordu. Dedim ki sen benim hanımım ve hanedanımsın O benim
sözümden sarfı nazar ederek bibi ne diyorsunuz diye sual eyledi. Dedim ki, kızım
bu akşam Allahu Teala sana bir erkek evlat
inayet edecek ve O bu dünya ve o cihanın mevlası olacaktır. Onun utancından yüzü
kızarıverdi. Daha sonra akşam namazını kılıp iftar eyledim ve sonrasında uyudum.
Gece yarısı yatsı namazımı kılmak için uyandım. Nergis’de hamilelik belirtileri
yokken ve uykudayken namazımı kıldım ve daha sonra nafile namazımı da kıldım ve
yatağıma gittim ama bir daha uyandım henüz o uykudaydı bir ara yerinden kalkıp
nafile namazını kıldı ve tekrar yatağına uzanı verdi.
Hakime şöyle devam ediyor;
Fecrin evvelini görmek ve derk etmek için odadan dışarıya çıktığımda, o halen
uyuyordu. Bu sebep den dolayı İmam Hasan Askeri (a.s)’ın beklentisinden
tereddüte kapıldım. Bu esnada İmam durduğu yerden şöyle seslendi; Hala acele
etme iş yakındır. Ben oturdum “Ha-Mim-Secde” Yasin surelerini okudum. Bir ara
Nergis uykudan uyandığında ben onun yanına gidip “Allah’ın selamı sana olsun,
bir şey mi hissediyorsun? Diye sual eyledim. Evet diye cevap verdi. Dedim ki,
kendini toparla kalbini sakin ve ferah tut. Daha sonra uyku bizi bastırdığı için
uykuya daldık ve sonrasında ben mevlamın sedasıyla uyandım... Onun üstündeki
örtüyü aldığımda Hazreti yerde secde halinde gördüm. Onu kucağıma aldığımda onun
temiz ve pak olduğunu anladım.
Ebu Muhammed bana seslenerek şöyle buyurdu; Bibi
evladımı bana getir... Daha sonra İmam ellerini onun gözleri, kulakları ve
omuzlarına sürdü ve şöyle buyurdu; “Ey oğlum konuş, çocuk ağzını açarak şöyle
konuşmaya başladı “Eşhedü enla ilahe illellah vehdehula şerikeleh ve Eşhedü enne
Muhammeden Resulullah ve Eşhedü enne Aliyyen veliyyullah” Daha sonra babasına
kadar olan bütün imamların adını zikrederek şehadet getirdi. Ebu Muhammed şöyle
buyurdu; Bibi onu selam vermesi için annesine götür ve daha sonra onu tekrar
benim yanıma getir, bende böyle yapıp onu İmamın yanına getirdim. İmam Hasan
Askeri bana buyurdu; Bibi yedi gün sonra onun görüşüne geliniz. Ertesi gün
mevlama selam vermek için geldim ve perdeyi açıtığımda onu göremedim ve imama
mevlamın ne olduğunu sual eyledim, Hazret buyurdular ki, Ey bibi onu Musanın
annesinin oğlunu emanet ettiğine emanet ettim. Hakime hatun diyor ki, yedinci
gün gelip ona selam verdim ve oturduğumda Ebu Muhammed şöyle buyurdu; oğlumu
bana getir, onu kundağının içine bırakarak imamın huzuruna getirdim. İmam ilk
günde yaptıklarının aynısını yaptı, oda ilk günde söylediklerini tekrar
söyledikten sonra şu ayeti Kerimeyi okudu; “Biz ise istiyorduk ki, o yerde
güçsüz düşürülenlere lütufta bulunalım, onları önderler yapalım, onlara
(ötekilerin) yerine aldıralım . ve o yerde onları hakim kılalım”[97]
İmam Hadi ve İmam Hasan
Askeri(a.s)’ın imamet dönemlerinde Abbasi oğulları hakimleri arasında sonsun bir
endişe ve telaş vardı. Onların bu endişesi Peygamber ve diğer imamlardan
naklolunan, İmam Mehdi (a.s)’ın gelip zalim ve tağutlara son vereceği, yeryüzüne
adil düzen, ilahi hükümleri yayacağı... konusunda naklolunan rivayetlerdir. Bu
sebepten dolayı o iki imam özellikle de imam Hasan Askeri hilafet tezgahı
tarafından nazar ve takip altındaydı. Zalim hilafet tezgahı böyle bir imamın
dünyaya gelmesine engel olmak istiyorlardı, işte bunun için İmam Mehdi (a.s)’ın
hamilelik ve viladet dönemi halktan gizli tutulmaktaydı.
İmam Rıza (a.s) şöyle buyuruyor; O Hazretin (İmam Mehdi (a.s)
özeliklerinden birisi gizli dünyaya gelişidir. Bir çok hadiste de İmam Mehdi’nin
Hz. İbrahime ve Hz. Musa’ya benzediği naklolunmuştur.[98] İmam
Mehdi (a.s) dünyaya geldikten sonra babasının özel yaranları dışında kimse o
Hazreti görmüyordu.
İmam Mehdi (a.s) Peygamber
efendimizin soyundan Hz. Fatımanın evlatlarından ve İmam Hüseyn (a.s)’ın
neslinden dokuzuncu imam ve vasilerin hatemi dir. Onun iki gaybet dönemi vardır.
Küçük gaybet (Gaybet-i Suğra) büyük gaybet (Gaybet-i Kübra). O dünya alemi zulüm
ve haksızlıkla dolduktan sonra göller ülkesinde bir ada timsali insanlığın
kurtarıcısı ünvanın da zuhur edecektir. Bunlar İmam Mehdi (a.s)’ın sadece birkaç
sıfatıdır.
İmam Mehdi (a.s) şimdilik
kayıptadır. O hak halife, hakkın halifesi ve mutlak veliyullahtır. O evliyaların
hatemi evsiyaların vasisi, son kurtarıcı, dünyanın Kâimi, yüce inkilabın sahibi
ve büyük ıslahçıdır. İmam zuhur ettiğinde sırtını Kabe’ye verecek, Peygamberin
sancağını eline alıp, Allah’ın dinini ihya edecek ve ilahi ahkamı bütün her
tarafta icra edecektir. İmamın yaşantı bölümünü üç devrede ele almak mümkündür;
Baskı dönemi, küçük ve büyük gaybet dönemleri. İmamın zuhurundan sonraki
dönemini de bir devran hesap etmek mümkündür. İmam Mehdi (a.s)’ın yaşantısının
ilk dönemi İmamın doğumundan babasının şehadetine kadardır. Beş yıllık bu müddet
zarfında İmam babasının zamanında yaşıyordu. İmam Hasan Askeri (a.s) o dönemde
iki tane esaslı önemli vazifeyi üstlenmişti; Birincisi kendisinden sonraki İmam
evladını Abbasi halifelerinin şer ve desiselerinden korumak, İkincisi de o
İmamın vücudunu, imametini ispat etmek ve insanlığa duyurmaktı. İmam Hasan
Askeri (a.s) her ikisini de en iyi bir şekilde
gerçekleştirmiş oldu. İmam hem evladını korudu hem de münasip fırsatlarda
yaran ve dostlarına kendisinden sonraki imamı tanıtıyordu, ama Abbasilerin
şiddetli takip ve baskılarından dolayı Ebu Haşim Caferi, Ahmed b. İshak
Hakime... gibi imamın yaran ve yakınları dışındaki az bir grubun haricinde kimse
o Hazretin doğumundan haberdar değildi.
Muaviye b. Hekim, Muhammed b. Eyyüb b. Nuh, Muhammed
b. Osman Amiri şöyle diyorlar; İmam Hasan Askeri (a.s)’ın Şialarından kırk kişi
o Hazretin etrafına toplandık o Hazret evladını bize göstererek şöyle buyurdu;
Bu sizin imamınızdır, benden sonra benim halifimdir, ondan itaat ediniz ve onun
etrefından dağılmayınız ki, helak olursunuz, dininiz berbat olur...[99]
İmam Hasan Askeri evladının canını korumak için onu daha emniyetli ve güvenilir bir yere
gönderme kararı aldı. Tarihin naklettiğine göre İmam Hasan Askeri (a.s) evladını
önce Samirraya ve daha sonra Medine de sakladı. İmam Mehdi Medine de baba
annesinin yanında yaşıyordu.[100]
Şeyh Saduğun naklettiği rivayete göre İmam Hasan
Askeri (a.s) evladının doğumundan kırk gün sonra onu bilinmeyen bir yere
gönderdi ve daha sonra annesine geri getirildi[101] bazı
muhakkiklerin görüşüne göre İmam Mehdi (a.s) çocukluk döneminin büyük bir
bölümünü Medine de geçirmiştir. Çünkü İmam Hasan Askeri (a.s) oğlunun Medine de
kalmasını tehlikeli bulmuyordu.
İmam Hasan Askeri (a.s)’ın Hicri 260 yılında
şehadetiyle İmam Mehdi (a.s)’ın küçük gaybet dönemi başlamış ve Hicri 329 yılına
kadar, toplam 70 yıl boyunca devam etmiştir.[102] Bu
gaybetin müddeti sınırlı ve az olduğu için buna gaybeti suğra ismi verilmiştir.
Bu dönemin Şialar tarafından gaybeti kübrayı kabullenmede büyük rolü olmuştur.
Bu müddet zarfında İmam Mehdi (a.s) hususi ve özel naiplerin dışında bütün
gözlerden gizliydi. Zorluk ve sorunlarla karşı karşıya kalan insanlar veya bir
şey sormak- öğrenmek isteyenler bu özel naipler vasıtasıyla sorunlarını o
Hazrete iletiyor ve cevap alıyorlardı. Bazen bazı gruplar o naiplerin aracılığı
ile İmamın huzuruna gidiyor ve İmamla görüşüyorlardı. Bu özel naipler dört (4)
tanedirler. Bunlar kendi zamanlarında Şianın büyük alim ve zahitlerindendirler
ve isimleri şunlardan ibarettir;
1- Ebu Amr Osman b. Said
Amri, hicri 260 yılından vefat yılı 267’ye kadar naiplik yapmıştır.
2- Ebu Cafer Muhammed b.
Osman b. Said Amri; Birinci naibin vefat yılından Hicri 305 yılına kadar naiplik
yapmıştır.
3- Ebu’l Kasım Hüseyn b. Ruh
Nubahti (h. 305-326)
4- Ebu’l Hasan Ali b.
Muhammed Semeri (h. 326-329)
İmam Mehdi (a.s)’ın
yaşantısının üçüncü bölümünü müddeti uzun olan büyük gaybet dönemi teşkil
etmektedir. Bu dönem gaybet-i suğra bittikten sonra başlamış ve şimdiye kadar
devam etmiştir ve yüce Allah’ın muradı olan zuhur zamanına kadar da devam
edecektir. İmam Mehdi (a.s)’ın hayatının bu aşamasını bütün insanlar özellikle
de Müslim ve müminler için amel ve inanç yönünden en büyük imtihan vesilesidir.
Bu aşama içerisinde ilahi hüccet İmam Mehdi (a.s) bulutun arkasındaki güneş
misali aleme feyzini ve nurunu saçmaktadır.
Gaybetin iki aşaması olduğu
için niyabetin de iki aşaması vardır; Bunlar ise gaybet-i suğra döneminde hususi
niyabet ve gaybet-i Kubra da umumi
niyabetten ibarettir. Hususi niyabette İmam Mehdi (a.s) muayyen şahısları
kendisine naip tayin etmiş onları isim ve sıfatları ile tanıtmıştır. Ama umumi
niyabet döneminde naiplik için İmam tarafından bir takım kanun, sıfat ve esaslar
belirlenmişti. Kim o kanun, sıfat ve esaslara sahip olursa o İmamın naibi olarak
tanınmakta ve dünya, ahiret işlerinde insanlara İmam tarafından naip olarak
kabul edilmektedir. Bu makam ve naiplik İmam Mehdi (a.s)’ın bizzat kendisi
tarafından sıfat ve şartlara haiz olan fakihe verilmiştir.
Şeyh Tusi, Şeyh Saduk ve Şeyh Teberisi İshak b.
Ammarı’dan şöyle nakledilmiştir; Mevlamız Hz. İmam Mehdi (gaybet döneminde
Şiaların vazifesi hususunda) şöyle buyurdular; “Ortaya çıkan hadislerde, bizim
hadislerimizi rivayet eden ravilere müracaat ediniz. Onlar benim size olan
hüccetimdir ve bende Allah’ın size olan hüccetiyim.[103] Şeyh
Tusi kendi ihticacın’da İmam Cafer Sadık (a.s)’dan şöyle nakletmiştir;
“Fakihlerden nefsine hakim olana dinini koruyana heva hevesine muhalifet edene,
mevlasının emrine itaat edene avam (insanlar) taklit etmelidir.”[104] İşte
bunun için gaybet-i Kubra zamanında Müslümanların işleri veliyyi fakih
tarafından koordina edilmektedir.
Bu faslın son bölümünde İmam
Mehdi (a.s)’ın hadislerde yer alan zuhuru ve sıfatları hakkında kırk (40) tane
özelliği hadis sayılarıyla birlikte kısa bir şekilde zikretmeyi uygun gördük;
1- 12. İmam Mehdi (a.s)
Resulullah’ın Ehlibeytinden ve insanlar içerisinde Peygambere en çok
benzeyendir.(389 hadis)
2- Adı ve künyesi Peygamberin
adı ve künyesinin aynısıdır.(48 hadis)
3- Beden, boy, şekil ve
kıyafet açısından Peygambere benzemektedir.(21 hadis)
4- Ali (a.s)’ın
evlatlarındandır.(214 hadis)
5- Hz. Fatıma’nın
evlatlarındandır.(192 hadis)
6- İmam Hasan (a.s) ve İmam
Hüseyn (a.s)’ın evlatlarındandır.(107 hadis)
7- İmam Hüseyn (a.s)’ın
evlatlarındandır.(165 hadis)
8- İmam Hüseyn(a.s)’ın
evlatlarından dokuzuncusudur.(145 hadis)
9- İmam Zeynel Abidin
(a.s)’ın evlatlarındandır.(185 hadis)
10- İmam Muhammed Bakır
(a.s)’ın 7. Evladıdır.(103 hadis)
11- İmam Cafer Sadık (a.s)’ın
altıncı evladıdır.(99 hadis)
12- İmam Musa İbni Cafer
(a.s)’ın 5. Evladıdır.(98 hadis)
13- İmam Ali Rıza (a.s)’ın 4.
Evladıdır.(95 hadis)
14- İmam Muhammed Taki
(a.s)’ın 3. Evladıdır.(60 hadis)
15- İmam Ali Naki (a.s)’dan
sonraki İmam olan, Hz. İmam Hasan
Askeri (a.s)’ın oğludur.(146 hadis)
16- Babasının adı Hasan
(a.s)’dır.(147 hadis)
17- Annesi kenizlerin
hanımefendisi ve onların en üstünüdür.(9 hadis)
18- İmamların on ikincisi ve
sonuncusudur.(136 hadis)
19- İki defa gayba
çekilecektir.(10 hadis)
20- Gaybeti o kadar uzayacak
ki, marifeti az olan ve imanı zayıf olanlar şek ve tereddüte düşeceklerdir.(91
hadis)
21- Ömrü çok uzundur.(318
hadis)
22- Yeryüzü zulüm, haksızlık,
fitne, fesat ve cinayetle dolduktan sonra
yeryüzünü hak ve adaletle dolduracaktır.(123 hadis)
23- Günlerin geçmesi onu
ihtiyarlatmaz ve genç bir simaya sahiptir.(8 hadis)
24- Doğumu gizli
olacaktır.(14 hadis)
25- Allah’ın düşmanlarını
öldürecek ve yeryüzünü şirk ve zulümden, tağutların ve diktatörlerin
hükümetinden temizleyecek ve ta’vil için cihad edecektir.(19 hadis)
26- Allah’ın dinini aşikar
edecek ve islamı bütün yeryüzüne yayacak ve yeryüzünün amiri olacak ve Allah
yeryüzünü onun vasıtası ile ihya edecektir.(47 hadis)
27- İnsanları hidayet, Kur’an
ve Sünnete doğru geri çevirecektir.(15 hadis)
28- Enbiyanın sünnetlerine
sahiptir ki, onlardan bir tanesi gaybettir.(23 hadis)
29- Kılıç ile kıyam
edecektir.(Hadis sayısı fazladır.)
30- Onun yöntemi Peygamberin
yöntemi gibidir. (30 hadis)
31- İnsanlar zor imtihanlara
düşmedikçe zuhur etmeyecektir.(24 hadis)
32- Hz. İsa (a.s) nazil
olacak ve onun arkasında namaz kılacaktır.(25 hadis)
33- Onun zuhurundan önce
bid’atlar, zulüm, günah, sitem, fasıklık, fesat, zina, faiz, dansözlük, kumar,
rüşvet, emr-i bil maruf ve nehy-i ez münkerin nehy olunması ve diğer bir çok
günah yaygın olacaktır. Açık saçık kadınlar erkeklerin işlerine karışacaklar,
boşanmalar çoğalacaktır, dans, müzik ve eğlence merasimleri açıkça
yapılacaktır.(37 hadis)
34- Zuhur ettiği zaman semavi
bir münadi onun ve babasının adı ile nida edecektir ve onun zuhurunu herkese
duyuracaktır ve herkeste o sesi duyacaktır.(27 hadis)
35- Zuhurundan önce fiyatlar
yükselecek, hastalıklar çoğalacak, kıtlık olacak, büyük savaşlar olacak ve bir
çok insan öldürülecektir.(23 hadis)
36- Zuhurundan önce nefsi
zekiyye ve yemani öldürülecek ve Mekke ve Medine arası olan “Beyda” da Deccal ve
Süfyani kıyam edecekler ve İmam her ikisini de öldürecektir.
37- Onun zuhurundan sonra yer
ve göğün bereketi zahir olacak. Allah’tan başkasına ibadet olunmayacak, zor ve
kolay işler terakki edecektir.
38- O’nun ‘313’ özel Ashap ve
yaranı bir saat içerisinde O’nun huzurunda hazır olacaklardır.(25 hadis)
39- O’nun dünyaya geliş şekli
ve yaşantısının tarihi ve annesinin durumunun nasıl oluşunun bazı durum ve
halleri.(214 hadis)
40- Babasının zamanında,
O’nun bir takım mucizelerinin oluşu, gaybet-i Suğra ve
gaybet-i Kubra’nın tafsilatı.(Bir
çok hadis)
Kör bir taassuba kapılan
bazıları, Şia mektebine olan menfi tavrından dolayı dini ve ilmi hakikatleri
okumaları ve bilmelerine rağmen ve cehaletlerinden dolayı İslam
düşmanları ve emperyalistlerin hedeflerine ters düştüğü için o hakikatleri
zehirli düşünceleri ile bulanık bir hale getirme girişiminde bulunmuş ve bunları
ya inkar etmişlerdir veya o inancın Şia’ya mahsus bir inanç olduğunu
savunmuşlardır. Bazıları da bilmeyenlerden olup ta kendilerini bilenler
kisvesinden sayarak kaleminin kırık ucu ile dinde hakikati olan ve İslam-i bir
inanç bilinen akideleri ya inkar etmişler veya belli bir fırkaya mahsus olduğunu
savunmuşlardır. İslam düşmanları veya taassupçu insanlar veya bilmeyip de
kendilerini bilenlerden zanneden kırık uçlu kalem sahipleri tarafından inkar
olunan veya Şialığa haslaştırılan ve gerçekte genel ve İslam-i bir akide olan
inançlardan biriside Mehdilik konusudur. Bazıları da öğrendikleri üç beş tane
İslam-i ilim ıstılahı veya öğrendikleri üç beş maddi ilim ile İslam-i konuların
hepsine maddi sebepler ve pencerelerden girmek istemişler, maddi ve zahiri
sebeplerle halledemedikleri ve felsefe yolu ile de derkinden aciz kaldıkları
konuları yorum ve tahrif yapmışlar veya kökten inkar etmişlerdir. Kapısı kapalı
olan dört duvar arasında oturan bu insanlar ellerine aldıkları kalemlerle kendi
hadlerini aşan İslam-i konularda görüş bildirmiş ve Müslümanların ayetler ve
hadisler ışığında ittifak ettikleri konuları inkar etmişlerdir. Bu tür inançlar
genelde Kur’anın ilmi mucizeleri, İslam-ın teşri ettiği şeyler hakkında konuşmak
isterler ama Peygamberler ve ilahi insanların madde üzerinde yapmış oldukları
mucizevi tasarrufları konu etmek istemezler. Bunu yaparken de gaye, İslam-ı
maddi ekol ve sebeplerle kabullenen ve genelde İslam ile yeni tanışan,
İslam da kendisine yeni ilim kapılarını açan neslin beğenisini, sevgisini
kazanmak ve kendisini onlara kabullendirmektir. Veya kısa yoldan çabuk meşhur
olmaktır. Zira, İcma ya muhalifet etmek insanı çabuk meşhurlaştırır. Deyimi
doğru bir gerçektir. Hatta bu tür zihniyetler Peygamberleri dahi normal
insanlarmış gibi tanıtmak istemiş ve onların akıllar üstü mucizelerinden sohbet
olunmasından rahatsızlık duymuşlardır. Bu zihniyetler genelde alemde vuku bulan
olayları Allah’a değil de maddiye veya tabiata nispet vermek istemişler.
Allah’ın Hikmet, Kudret, ilim kaza kaderini vs. açık bir şekilde konuşulmasından
rahatsız olmuş ve onları kulak ardı etmişlerdir. söylenilen her şeyin
sebeplerinin maddeye ve tabiata ait olmasını istemişlerdir. Dostları olan üç beş
kelimelik ilim adamları ile aynı renge girmek için, utanmasalar Allah yerine
adeta tabiata şükredecekler. Bu inanç ne yazık ki,
bir çok yerde salgın bir hastalık gibi yayılıvermiştir. Bu tür zahiri güzel ve
içi boş ve anlamsız şeylere de genelde eski ve yeni ilimlerde araştırması
olmayan insanlar kapılmışlar ve bazı basın organları da bunlara alet veya destek
olmuşlardır.
Mehdilik konusunda da Ehli
sünnet alimleri arasında batının rengine bürünen Ahmed Emin ve Abdul Hüseyn Taha
Hamide gibileri, son zamanlarında kendilerini aydın, İslamın, Kur’anın tek
temsilcisi ve sözcüsü zannederek Şia bu inançta tekmiş gibi Şialığa saldırmış ve
bu inanca dair Kur’anda, Sünnet te, sahabe ve tabiinin sözlerinde bir sened,
medrek, dayanak yokmuş gibi örümcek ağı gibi gevşek ve boş itirazlarda bulunmuş
ve bu köklü Mehdilik inancının inkarına kalkışmışlardır.
İlk defa Mehdilik hadislerini
taz’if etmeye kalkışan ve bunu da başaramayan ilk şahıs İbni Haldun dur, diye
biliriz. İbni Haldun Emevi düşünceleri ve Ehlibeyt büğzu dairesi içerisinde
İslami konuları ele almıştır. Mahmud ikad’ın sözüne göre Emevilerin Endülüs
devleti İslamın doğu yakası için tarihte öyle yüz karası şeyleri yaptılar ki,
onların tarihçileri bunları yazmadılar, yazanları da olduğu gibi konuyu ele
almadılar. Endülüs muhiti öyle tarihçiler yetiştirdi ki, Emevilerin görüşlerini
tenkit ve reddetme gücüne sahip değildiler. İbni Haldun da siyasilerin düşünce
ve hedeflerinin etkisinde kalan bu alimlerden biri olduğu için bu tür konularda
gerçeği görmekten mahrum kalmıştır. O Ehlibeyt İmamlarının faziletlerini inkar
veya onları bir yolla taz’if etme ve Beni Ümeyye’yi savunma, onların lekelerini
unutturma girişimi içindeydi. Hata Muaviye’yi sahip olmadığı sıfatlarla
anlatmıştır. O, Risalet ailesinin en büyük iftiharlarından ve Fatıma’nın
evlatlarından olan İmam Medinin de zuhurunu Ehlibeyte olan düşmanlık ve buğz
ruhiyesi ile konu etmiş ve buna dair hadisleri tahric etmesine rağmen onları
tenkit ve taz’if edemediği için bu inancın uzak bir görüş olduğunu savunmuştur.
Ehli Sünnetin bazı
araştırmacı büyük alimleri İbni Haldun ve benzerlerine keskin cevaplar vermiş,
kendilerini aydın zannedip böyle tanıtmak isteyen insanların plan veya
hatalarını su üstüne çıkarmışlardır. Mısırın önde gelen alimlerinden Üstat ahmed
Muhammed Şakir Mekalid-ul Künuz adlı kitabında şöyle diyor;İbni Haldun bilmediği
şeylere itaat edip kendisini helakete atmıştır. Siyasetçiler, sömürücüler,
bulanık zihinli padişahlar... ona galebe etmişler ki, oda Mehdilik inancının
Şialığa mahsus bir inanç olduğunu savunuyor. İbni Haldun kendi mukaddimesinde
uzun bir fasıl açmış, orda acaib akıl almaz tezatlara düşmüş ve açık
yanlışlıklar yapmıştır. Üstat Şakir onun bazı yanlışlıklarını naklettikten sonra
şöyle diyor; O, ayrı bir siyasi görüşe sahip olduğu için Mehdi hakkındaki
hadisleri taz’if etmiştir. Onun mukaddimesinin bu faslı yanlışlıklarla dolu
olup, hadis ricallerinin isminde bile bir çok yanlışlıklar yapmıştır. İşte bunun
için kimsenin ona itimat etmemesi gerekir.
Üstat Ahmed Muhammed Sıddık
bu konuda “İbraz-ul Vehmil meknun En Kelami İbni Haldun” adında, onu reddetme
unvanında bir Kitap yazmıştır. Ehli Sünnet ve Şia alimleri bu tür geçersiz, boş
ve asılsız iddia ve görüşlere her ne kadar genişçe cevap vermiş ve Mehdilik
inancının sadece Şia’ya mahsus değil de bütün Müslümanların kabüllendiği bir
inanç olduğunu ispat etmişlersede bizde ilaveten bunları ekliyoruz.
1- Şia’nın bütün düşünce ve
inançları mekteb ekolü olarak islami bir inançtır. Şia islami inançtan başka
hiçbir inanca sahip değildir. Şia akaid ve inançlarının tek sened ve medreki
Allah’ın kitabı ve Peygamberin sünnetidir. İşte bunun için bir şeyin Şia inancı
olupda islami inanç olmaması mümkün değildir.
2- Hz. Mehdinin zuhuruna olan
inanç Şia’ya mahsus bir inanç değil de genel bir inançtır. Nitekim EhliSünnet
alimleri de islami bir inanç oluşunda ittifak etmişlerdir.
3- Sizce bir inancın islami
olmasının ölçüsü nedir? Eğer Kur’anı Kerimin bazı ayetleri bu inanca işaret
etmiş ve böylece tefsir olmuşsa bu inanç yinede mi islami sayılmaz?
Ehli sünnet kaynaklarında bu
inancın sahih oluşuna dair naklolunan mütevatir sahih rivayetlerde mi bu inancı
islami etmez?
Eğer sahabeler, tabiinler,
tabiinlerin tabiinleri bu inancı kabullenselerde mi islami sayılmaz? Eğer bütün
şahitler, kanıtlar, deliller, tarihi hadiseler bu inancın bütün İslam ümmetine
ait genel ve makbul bir inanç olduğunu ispat etsede mi, bu islami bir inanç
sayılmaz?
Eğer Mehdi konusu
hakkında Ebi Davuda ait olan Kitab-ul Mehdi, Şevkaniye ait olan Et-
Tevzih ve İslamın birinci asrında yani asr-ı Saadet de Mehdi hakkında İslam
büyükleri tarafından Mehdiliğin makbul bir inanç olduğuna dair yazılan kitaplar mevcut
olsada mı bu inanç islami sayılmaz?
Öyleyse lütfen siz
söyleyiniz; Bir inancın islami inanç olması için ölçü nedir? Lütfen bunu
söyleyiniz ki, bizde bu ölçüye göre sizinle konuşup, size cevap verelim. Elbette
sizlerde çok iyi biliyorsunuz ve aynı şekilde Müslümanlarda biliyorlar ki,
saydığımız mezkur şeylerin dışında islami inançları tanımanın başka bir yolu ve
ölçüsü yoktur. Siz isteseniz de, istemeseniz de zikrolunan yolların hepsinde
Mehdilik inancı ispat olmuş, tüm Müslümanlar tarafından kabullenilmiştir.
EHL-İ SÜNNET ALİMLERİNİN MEHDİLİK HADİSLERİNİ NAKLETTİKLERİ BAZI SAHABELERİN
İSİMLERİ
1- Hz. İmam Ali (a.s)
2- Hz. İmam Hasan (a.s)
3- Hz. İmam Hüseyn (a.s)
4- Hz. Fatıma (s.a)
5- Aişe
6- Abdullah b. Mesut
7- Abdullah b. Abbas
8- Abdullah b. Ömer
9- Abdullah b. Amr
10- Selman-i Farisi
11- Ebu Eyyubi Ensari
12- Ebu Ali Hilali
13- Cabir b. Abdullah Ensari
14- Cabir b. Semure
15- Sevban
16- Ebu Said-il Hudri
15- Abdurrahman b. Avf
16- Ebu Selma
17- Ebu Hureyre
18- Enes b. Malik
19- Avf b. Malik
20- Huzeyf b. Yemani
21- Ebu Leyli Ensari
22- Cabir b. Macid Sedefi
23- Adiyy b. Hatem
24- Talha b. Ubeydullah
25- Abdullah b. Haris
26- Ebu Emame
27- Amr b. As
28- Ammar b. Yasir
29- Ebu Tufeyl
30- Ümmü Seleme
31- Üveysi Sakafi.
1- Müsned-i Ahmed
2- Süneni Tirmizi
3- Kenz-ül Ummal
4- Müntehab-ı Kenz-ül Ümmal
5- Süneni Ebi Davud
6- Süneni İbni Mace
7- Sahih-i Müslim
8- Sahih-i Buhari
9-Yenabi-ul Mevedde, Kunduzi
Hanefi
10- Meveddet-ul Kübra,
Hemedani
11- Feraid-us Simtayn,
Hemuyeni Şafii
12- Menakib-i Harezmi
13- Mektel-i Harezmi
14- Erbain-i Ebil Fevaris
15- Mesabih-us Sünnet, Beğevi
16- Et- Tac-ul Cami-ul Usul,
Şeyh Mensur Ali Nasif
17- Sevaiku İbni Hacer
18- Cevahir-ul Akdeyn, Şerif
Semhudi
19- Süneni Beyhaki
20- Cami-us Sağir, Siyuti
21- Cami-ul Usul, İbni Esir
22- Teysir-ul Vusul, İbni
Deybe Şeybani
23- Müstedrek-i Hakim
24- Mu’cem-i Kebir Teberani
25- Mü’cemi Evset-u Teberani
26- Mü’cemi Sağiri Teberani
27- Dür-rul Mensur, Siyuti
28- Nur-ul Ebsar, Şeblenci
29- Esafur- rağibin, Sebban
30- Metalib-us Süul, Muhammed
b. Talha Şafii
31- Tarih-i İsfehan, İbni
Mende
32- Hilyet-ül Evliya, Hafız
b. Naim
33- Tefsir-i Salebi
34- Firdev-sül Ahbar, Deylemi
35- Zehair-ul Ukba,
Muhubbiddin Taberi
36- Tezkiretul Havass, Sebt
İbni Cevzi
37- Fevaid-ul Ahbar, Ebi Bekr
El-İskaf
38- Şerh-i İbni Ebil Hadid
39- Ğeraib-u Nişaburi
40- Tefsir-i Fahri Razi
41- El- Beyan vet-
Tebyin,Cahiz
42- El- Fiten, Naim Tabii
43- Avali, İbni Hatem
44- Telhis-ul Hatib
45- Bedayi-uz Zühur, Muhammed
b. Ahmed Hanefi
46- El- Füsul-ül Mühimme,
İbni Sebbah Malik-i
47- Tarih-i İbni Asakir
48- Siretul Halebiyye, Ali b.
Bürhan-id Din Halebi
49- Sünen-i Ebi Amr Dani
50- Sünen-i Nesei
51- El-Cem-u Beyn-es
Sahiheyn, Abderi
52- Fezail- us Sahabe,
Kurtubi
53- Tahzib-ul Asar, Taberi
54- Tarih-i İbni Cevzi
55- El-Melahim, İbni Münadi
56- Fevaid-i Ebi Naim
57- Usd-ül Ğabe, İbni Esir
58- El-Alam Bi- Hukmi İsa
Siyuti
59- El- Fiten, Ebi Yahya
60- Künuz-ul Hakaik, Münadi
61- El-Fiten, Selili
62- Sahih-i İbni Hubban
63- Müsned-i Ruyani
64- Menakibi İbni Meğazili
65- Mekatil-ut Talibin, Ebil
Ferec-i İsfehani
66- El-İthaf
Bi- Hubbil Eşraf, Şüberavi Şafii
67- Gayet-ül Me’mul, Mensur
Ali Nasif
68- Şerh-u Siret-ur Resul,
Abdurrahman Hanefi
69- Garib-ul Hadis, İbni
Kuteybe
70- Sünen-i Ebi Amr
71- Tezkir-u Abdul Vehhab
Şirani
72- El-İstiab, İbni Abdul
Birr
73- Müsned-i Ebi Avane
74- Mecme-uz Zevaid, Haysemi
75- Hücec-ul Keramet, Seyyid
Muhammed Sıddık
76- İbraz-ul Vehmi-il Meknun,
Seyyid Muhammed Sıddık
77- Müsned-i Ebi Yali
78- El- Müsennef, Beyhaki
79- El-Harbiyyat, Ebil Hasanı
Harbi
80- Et-Tesrih Bima Tevatere
Fi Nüzul-ul Mesih, Şeyh Muhammed Enver Keşmiri
81- El-Menar, İbni Geyyim
82- Mekalid-ul Künuz, Ahmed
Muhammed Şakir
83- Şerh-i Divanı Meybedi
84- Mişkat-ul Mesabih Hatib
Tebrizi,
85- Menakib-i Şafii Muhammed
b. Hasan
86- Müsned-i Bezar
87- Delail-un Nübüvvet,
Beyhaki
88- Cem’ul Cevami, Siyuti
89- Talhis-ul Müstedrek,
Zehebi
90- Talhis-ul Muteşabih,
Hatib,
91- Levami-ul Ukul, Keşğanuy
1- El- Bürhan Fi Alamati
Ahir-iz Zaman, Alimuttaki (v. 975)
2- El-Beyan Fi Ahbari
Sahib-iz Zaman, Kenci Şafii (v. 658)
3- Akd-ud Duren Fi Ahbar-il
İmam-il Muntezer, Şeyh Cemaleddin Yusuf Demişki
4- Menakib-ul Mehdi, Hafız
Ebi Naim İsfehani
5- El-Kevlul Muhteser Fi
Elamat-il Mehdi- El Muntezer İbni Hacer, (v. 974)
6- Mehdi Al-ir Resul, Ali b.
Sultan Muhammed-il Herevi Hanefi
7- Fevaid-ul Fikir Fi
Zuhur-ul Mehdi-el Muntezer
8- Feraid-u Fevaid-il Fikr
Fil- İmam-il Mehdi-el Muntezer, Mukaddesi
9- Talhis-ul Beyan Fi Elamati
Mehdi Ahir-iz Zaman İbni Kemal paşa Hanefi (v. 940)
10- İrşad-ul Mustehda Fi
Nakli Be’zil Ehadis vel Asar-il Varideti Fi Şe’nil İmam-il Mehdi, Muhammed Ali
Hüseyn Bikri El-Medeni
11- Ehadis-ul Mehdi ve
Ahbar-ul Mehdi, Ebu Bekr b. Hasime
12- Ehadis-il Gaziye bi
Huruc-il Mehdi, Muhammed b. İsmail Emir Yemani (v. 751)
13- En-Nezm-ul Vazih-ul
Mubin, Şeyh Abdul Kadir b. Muhammed Salim.
14- Ehval-u Sahib-iz
Zaman,Şeyh Sad’ud-Din.
15- Erbain Hadis Fil Mehdi,
Ebul Ala Hemedani
16- Tehdig-un Nezer Fi
Ahbar-il Mehdi-el Muntezer, Muhammed b. Abdul Aziz.
17- Talhis-ul Beyan Fi
Ahbar-i Mehdi Ahir-iz Zaman, Ali Muttaki
18- Risaletun Fil Mehdi,
(Türkiyede olan Esat Efendi Süleymaniye Kütüphanesi’nin 3758. numaralı
Mecmuasında yeralmıştır.)
19- Elamat-ul Mehdi, Siyuti
20- Kitab-ul Mehdi, Ebu Davut
21- El- Mehdi, Şemseddin b.
El-Geyyim el- Cevaziye
22- El-Mehdi ila Maverede,
Fil Mehdi, Şemseddin Muhammed b. Tulun
23- En-Necm-us Sagıb Fi
Beyan-i Ennel Mehdi Min Evladi Ali b. Ebi Talib
24- El- Hediyyet-ul
Mehdeviyye, Ebu-r Reca Muhammed Hindi
Hz. Peygamber (s.a.a)
efendimizden naklolunan bazı hadislerde Hz. Mehdi ve kıyamını inkar eden
kimselerin küfrünü açıkça ortaya koymaktadır.
1- “Mehdinin çıkışını inkar
eden Muhammede indirileni inkar etmiştir...”
2- “Mehdiyi inkar eden
şüphesiz kafirdir.” Bu tür mezkur hadisleri nakleden Ehli sünnet kaynakları
şunlardan ibarettir.
Fevaid-ul Ahbar, Ebu Bekir
Ahmed b. Muhammed İskafi(v.h. 260)
Cem’ul Ahadis-il Varide Fil
Mehdi, Hafız Ebu Bekir b. Haysemi(ölüm. h. 279)
3- Meanil Ahbar, Ebul Bekir
Muhammed b. İbrahim Kelabazi Buhari(ölüm. 380)
4- Ravd-ul Enf ve Şerh-us
Sire, Ebu Kasım Abdurrahman Süheyli(ölüm.581), c. 2, s. 431, (Malik b. Enes
Muhammed b. Münkedir’den oda Cabirden rivayet etmiştir)
5- İkd-ud Dürer Fi ,ahbar-il
Mehdi Muntazar, Yusuf b. Yahya Makdisi Eş- Şafii (ölüm. 685), s. 157, Fevaid-ul
Ahbar, İskafi ve Şerh-us Sire Ebul Kasım Süheyliden naklen
6- Feraid-us Simtayn, Şeyh
İbrahim b. Muhammed Hamvini (ölüm. 730), c. 2, s. 337, No. 585, Maanil Ahbar,
Ebu Bekir Muhammed b. İbrahimden naklen.
7- Lisan-ul Mizan, İbni Hacer
Askalani (ölüm. 852, c. 4, s. 147, Mısır Baskısı, s. 130, Haydarabad baskısı,
Maanil Ahbar’dan naklen)
8- El- Kavl-ul Muhtasar Fi
Alamat-il Mehdi-il Muntazar, İbni Hacer-eş Şafi-el Mekki (ölüm. 974), s. 56,
9- El- Fetavel Hadise, İbni
Hacir-i Mekki, s. 37,
10- El-Bürhan Fi Alamat-i
Mehdi Ahir-iz Zaman Muttaki Hindi (ölüm. 975)
11- Levaih-ul Envar-il
İlahiye, Şeyh Muhammed b. Ahmed Sefarini El- Hanbeli (ölüm. 1188)
12- Yenabi-ul Mevedde,
Süleyman b. İbrahim Kunduzi (ölüm. 1294)
13- El- İzaeli Ma Kane ve Ma
Yekunu Beyne Yedeyis-Sa’eh, Seyyid Muhammed Sıddık Kanuci Buhari (ölüm. 1307)
14- El- Mehdiyyul Muntazar,
Ebul Fazl Abdullah b. Muhammed Sıddık (ölüm. 1308)
Kur’anı Kerim ilahi bir kelam
olup, onda tek bir batıl bile bulunmamış ve bulmakda mümkün değildir. Bu kitap
bütün hakikatleri beyan etmiştir. Bu kitapta zikrolunmayan
hiçbir kuru ve yaş bulunamaz. Hiçbir mesele ve
konunun beyanını kapalı bırakmamıştır. İslam dinlerin sonuncusu olduğu gibi bu
kitapta semavi kitapların sonuncusudur. Bu tafsilata göre acaba beşer
yaşantısında değişim ve dönüşüm getirebilecek bu denli önemli bir konudan
Kur’anın söz etmemesi mümkün müdür? Rumun İrana galip geleceğinin haberini veren Kur’an, büyük devletler
vasıtası ile Yahudilerin devlet teşkil edeceğinin haberini veren Kur’an,[105]
Yecuc ve Mecuc’un gelecekdeki akibetlerinden haber veren Kur’an, Uzay
yolculuklarının mümkün olduğunun haberini veren Kur’an,[106] bu
denli önemli olan Hz. Mehdi ve Cihanı ve ilahi hükümetin tecelli etmesinden söz
etmemesi mümkün müdür acaba? Bu gayri mümkündür.
İslamın en önemli kaynağı
Kur’anı Kerim bütün konularda olduğu gibi Mehdilik konusunda da ayrıntılara
girmeden genel olarak adeta mihenk taşlarını belirtircesine bu konudan söz etmiş
ve yeryüzünde geniş çaplı bir ıslah haraketinin başlayacağı, Allahu Tealanın
şeytan ve tağutların hakimiyetine son verip, salih, sadık kullarını bütün
yeryüzüne hakim kılıp dünyanın hakimiyetini onlara vereceğini ve neticede
yeryüzünün tamamında adil ve ilahi bir hükümetin gerçekleşeceğini haber
vermiştir.
Hz. Mehdi ve ashabı ile
ilgili, bazı ayetleri Hz. Peygamber (s.a.a) efendimiz ve onun pak soyu olan
Ehlibeyt İmamlarının hadisleri gölgesinde naklediyoruz.
1-“O bir mabuddur ki, Peygamberini müşrikler
istemesede dini bütün dinlere üst olsun diye doğru yolla ve gerçek dinle
göndermiştir.”[107]
Büyük Şafii alimlerinden Ebu Abdullah Muhammed b. Yusuf Genci “El- Beyan fi
Ahbar-i Şahib-iz Zaman adlı kitabının 103. Sayfasında şöyle naklediyor; Said
b. Cübeyr, bu ayetten Hz. Fatımanın neslinden olan Hz. Mehdi (a.s)’ın
kastedildiğini söylemiştir.”
2-“Onun gökten inmesi kıyametin yaklaştığını
bildirir...”[108]
Mukatil b. Süleyman ve tefsir hususunda ona tabi olan bir grup tefsir yazarları,
bu ayetten ahir zamanda zuhur edecek olan Mehdi (a.s)’ın kastedildiği
inancındadırlar. Yine Ehli sünnetin geçmiş ve günümüz alimlerinden kalabalık bir
grup bu ayeti Kerimenin İmam Mehdi(a.s) hakkında olduğunu bildirmişlerdir. Bu
kalabalık Ehli sünnetin alimlerin den bir kaçı şunlardan ibarettir;
1- Kadı Beyzavi (h. 585-691)
Envar-üt Tenzil adlı kitabında
2- Ali b. Bürhan-ı Halebi,
Siret-ül Halebiye, c. 1, s. 226
3- Muhammed
b. Ali Sabban, İs’af-ür Rağibin, s. 156
4- İbni Hacer, Sevaik-ul
Muhrika, s. 96
Ehli Sünnet tefsircilerinden de Carullah Zamehşeri,
El- Keşşaf adlı tefsirinde, bu ayeti tefsir ederlerken, Hz. İsa’nın İmamın (Hz.
Mehdi) arkasında namaz kılacağını belirtmişlerdir. Alusi Ruh-ul Meani adlı
tefsirinde bu ayeti tefsir ederken şöyle diyor; Meşhur görüşe göre, Hz. İsa Şam
şehrinde Halk sabah namazını kılmak isterken inecektir. Bu arada İmam Mehdi
(a.s) geri çekilecek ama Hz. İsa Onu öne geçirip arkasında namaz kılacaktır. Ve
senin için kamet getirilmiştir diyecektir.[109]
3-“...Onlara dünyada horluk var ahirette de pek büyük
bir azap.”[110]
Hafız Muhammed b. Cariri Taberi şöyle diyor; onların
(Hırıstıyanların) aşağılanma ve zilleti Hz. Mehdi (a.s)’ın zuhur ettiği zamanda
olacaktır. O Kastantineyi Fethedecek ve onları katledecektir. İşte onların
dünyada aşağılanma ve zilleti budur.[111]
4-“Göklerdeki ve yeryüzündekiler istekleriyle ve
zorla ona teslim olmuşlardır ve herşeyde geriye dönüp onun tapısına varacaktır.”[112]
Hace Kelam Kunduzi Hanefi şöyle diyor; Rifaa b. Musa
mezkur ayetle ilgili olarak Hz. İmam Cafer Sadık (a.s)’ın şöyle buyurduğunu
rivayet eder; “Hz. Mehdinin Kıyam ettiği zamanda yeryüzünde la ilahe illellah
Muhammed Resulullah nidasının yükselmediği hiçbir belde kalmayacaktır.”[113]
5-“Ve biz yeryüzünde zayıf bir hale getirilmesi
istenenlere lütfetmeyi ve onları Halka rehber kılmayı ve yeryüzüne onları miras
bırakmayı dilemedeyiz.”[114] İbni
Ebil Hadid bu ayetle ilgili şöyle diyor; Bizim büyük alimlerimiz, bu ayetin
bütün ülkeleri Fethedecek bir İmam’ın zuhur edeceğinin vaadi olduğu
görüşündedirler.[115]
6-“Öyle bir mabuddur ki, Müşrikler istemesede,
zorlarına gitsede, Peygamberlerini insanları doğru yola sevkeden apaçık ve kesin
delillerle ve bütün dinlere üst olmak üzere gerçek dinle göndermiştir.”[116]
İbni Sebbağ Maliki bu ayetin tefsirinde Said b.
Cübeyr’den şöyle naklediyor; Bütün dinlere galip olacak olan şahıs Fatımanın
evlatlarından Mehdi’dir. O şahsın Hz. İsa olduğunu savunanlar ile bizim sözümüz
arasında bir çelişki yoktur. Zira Hz. İsa Mehdi (a.s)’ın himayetçisi ve
yaveridir. Müfessirlerden ona tabi olanlar “Odur ilmin Saati”[117]
ayetinin tefsirinde onun, ahir-uz Zamanda Mehdi olduğunu söylemişlerdir.
7-“Rabbinin bazı delilleri geldiği gün hiç kimseye
önceden iman etmemişse, yahut inancından bir hayır kazanmamışsa o günkü inanması fayda etmez. Deki
bekleyin ve bizde beklemekteyiz”[118] Hace
Kelam Kunduzi Hanefi bu ayetin tefsirinde İmam Cafer Sadık (a.s)’dan şöyle bir
rivayeti nakletmektedir; “Ayetten
(delillerden) maksat Ehlibeyt imamlarıdır, Rabbinin bazı delillerinden de maksat
beklenilen Mehdidir. O Hazretin kılıçla zuhur edeceği ana kadar iman getirmeyen
insanın o an getireceği imanın faydası olmaz ve hatta o hazrettin babalarına
imanı olsa dahi o imanın faydası olmaz. ”[119]
8-Öyle bir mabuddur ki, O, Peygamberini doğru yolu
göstermek üzere gerçek dinle bütün dinlere üstün olmak için göndermiştir.”[120]
İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyuruyor; “Andolsun
Allah’a İmam Mehdi (a.s) zuhur etmeyinceye kadar bu ayetin tevili zahir olmaz. O
Hazretin zuhur ettiğinde bütün müşrikler onun zuhurundan rahatsızlık duyacaklar,
hiçbir Kafir kalmayacak ve hepsi öldürülecek. Hatta bir Kafir taşın içine de
saklansa, O Hazrete ve yaranlarına, ey mumin ben de bir Kafir saklanmaktadır,
beni kır ve onu öldür diye seslenecektir.”[121]
9-“Allah sizden inanıp iyi işlerde bulunanlara,
onlardan önce gelip geçenleri nasıl
yeryüzüne sahip ve hakim kıldıysa onları da mutlaka yeryüzüne sahip ve malik
kılmayı ve onlara razı ve hoşnut oldukları dini nasip edip o dini bütün
dinlerden üstün etmeyi, korkularını emniyete tebdil eylemeyi vaad etmiştir. Bana
kulluk etsinler ve hiçbir şeyi bana eş tutmasınlar.”[122]
İmam Zeyn-ül Abidin (a.s) şöyle buyuruyor; Bu ayet
İmam Mehdi (a.s) hakkında nazil olmuştur.”[123]
10-“O kişilerdir onlar ki, onları yeryüzünde
yerleştirdik mi Namaz kılarlar, Zekat verirler, iyiliği emrederler, kötülükten
vazgeçirmeye çalışırlar ve bütün işlerin sonucu Allah’a varır.”[124]
İmam Muhammed Bakır (a.s) şöyle buyuruyor; Bu ayet
İmam Mehdi (a.s) ve ashabı hakkında nazil olmuştur. Onlar doğu ve batının hakimi
olacaklardır, Allah onların vesilesi ile dini zafere erdirecektir ve yeryüzünde
zulüm ve bid’attan bir eser dahi kalmayacaktır.”[125]
11- Onların uğrayacakları azabı muayyen bir ümmetin
zamanına kadar geciktirirsek bunun teahudduna da sebep nedir derler. Bilin ki,
onlara azabın gelip çattığı gün o azap artık geriye bırakılmaz ve alay ettikleri
müsibet onları çepe çevre kuşatır.”[126]
Emir-ül Müminin Hz. Ali (a.s), “sayılı ümmet İmam
Mehdinin 313 tane ashabıdır şeklinde buyurmuştur.”[127]
Tefsir-i Ayyaşi’de İmam Cafer Sadık (a.s)’dan şöyle naklolunmuştur; Allahu Teala
bizim Kaimimiz’in (İmam Mehdi) ashabını bir anda sonbaharın dağınık bulutları
gibi bir araya toplayacaktır. Gaybeti Numanide İshak b. Abdul Aziz
O Hazretten yukarıdaki ayetin tefsirinde şöyle nakletmiştir; Bu İmam Mehdi ve
onun Bedir ashabı ile eşit olan ashabının 313
kişi azabıdır.
12- Andolsun ki, Musayı
kavmini karanlıklardan nura çıkar ve onlara Allah’ın günlerini an diye
delillerimizle gönderdik” Şeyh Saduk Hisal ve Meani-ul Ahbar adlı kitabında İmam
Muhammed Bakır (a.s)’dan şöyle naklediyor; İlahi günler üç gündür, Al-i
Muhammedin Kaimi (Hz. Mehdi) ettiği gün Ric’at ve kıyamet
günüdür.
13- Allahu Teala Kur’anı
Kerimde İsrail oğullarına hitaben şöyle buyuruyor; “Ve isril oğullarına Kitapta
şu haberi vermiştik.” Bu hitaptan sonra Allahu Teala Müslümanlara hitaben şöyle
buyuruyor; “ yeryüzünde mutlaka iki defa bozgunculuk edeceksiniz” ve siz ey
Muhammed ümmeti İsrail oğulları gibi iki defa fesat çıkaracaksınız. Maksat,
falan ve falan ve onların ashabları ve bozmuş oldukları ahdlerdir. “Büyük bir
taşkınlıkta bulunacaksınız” yani, uzma ve büyük hilafet makamı iddiasında
bulunacaksınız. “O iki taşkınlıktan birisinin mukadder zamanı gelince size”
yani, Cemel savaşı vüku bulduğunda.
“Azab etmede çetin, kuvvetli kullarımızı gönderdik” Bunlar müminlerin emiri Hz.
Ali (a.s) ve onun ashabıdır. “Yurdunuzun ta içine girip sizi araştırdılar ve bu
yerine getirilen bir vaitti”. “Sonra
onlara karşı size yine devlet ve kudret verdik” yani, Peygamber (s.a.v)’in
Ehlibeytine zulmeden Ümeyye oğullarına...
“Mallar, oğullar ihsan ederek yardım ettik size ve sizi topluluk bakımından da
pek çoğalttık” yani; Bu miktarla kendi vadelerini Muhammed (s.a.v)’in
Ehlibeytine nazaran iyi, üstün görüp onlarla mücadeleye kalkacaklar ve neticede
İmam Hüseyn ve onun yaranını şehit edip ve Peygamberin hanedanının kadınlarını
esir alacaksınız. “İyilik ederseniz faydası kendinize,
kötülükte bulunursanız zararı yine size. İkinci vaadimizin mukadder zamanı
gelince” yani Al-i Muhammedin Kaimi (Hz. Mehdi) ve yaranı kıyam ettiğinde,
“yüzünüzü karartacaklar, ilk defa girdikleri gibi yine mescide girecekler”.
Peygamber (s.a.v) ve Hz. Ali (a.s) ve İslam ordusunun ilk defa Mescidul harama
girdikleri gün gibi, oda (Hz. Mehdi) yaranı ile birlikte Mescidul harama
girecektir. “üst geldiklerini büsbütün mahv ve helak edeceklerdir.” Yani, size
galip gelip hepinizi kılıçtan geçirecekler. Sonrasında Allah Muhammed (s.a.v)’in
Ehlibeytine teveccüh ederek şöyle buyuruyor; “Rabbinizin size rahmedeceği umulur.”
Daha sonra beni Ümeyye’ye hitaben şöyle buyuruyor;
“tekrar kötülüğe dönerseniz bizde döner....” yani, eğer siz Süfyani
görkemi ile zuhur etseniz, hak hükümette Al-i Muhammedin Kaimi ile kıyam
edecektir.
Tefsir-i Ayyaşi’de bu ayetin
tefsirinde İmam Cafer Sadık (a.s)’dan şöyle bir rivayet naklolunmuştur; “ve
İsril oğullarına kitapta şu haberi vermiştik, yeryüzünde mutlaka iki defa
bozgunculuk edeceksiniz.” Bu ikiden maksat, Hz. Ali (a.s)’ın şehadeti ve İmam
Hasan (a.s)’ın zehirlenmesidir. “Büyük bir taşkınlıkta bulunacaksınız.” Yani,
İmam Hüseyni öldüreceksiniz. “O iki taşkınlıktan birincisinin mukadder zamanı
gelince size” yani, O Hazretin intikamını alma zamanı gelince.. “Azab etmede
çetin kuvvetli kullarımızı gönderdikte yurdunuzun ta içine girip sizi
araştırdılar.” Yani, Allahu Teala Hz. İmam Mehdi (a.s)’ın kıyamından önce bir
topluluğu seçer, gönderir, ve onlar Muhammed ve Ehlibeytinin düşmanlarını ve
zalimleri nerede görseler öldürürler. “Ve bu yerine getirilen bir vaiddi” yani,
bu İmam Mehdi (a.s)’ın kıyamından önce vade verilen bir şeydi. “Sonra onlara
karşı size tekrar galibiyet ve zafer verdik; servet ve oğullarla gücünüzü
artırdık, sayınızı dahada çoğalttık.” Yani, o zaman İmam Hüseyn (a.s) Kerbelada
kendisiyle birlikte şehit olan yetmiş yaranı ile Ric’at edecek (geri gelecek)
...Daha sonra İmam Hüseyn zamanın imamını herkese tanıtacak ve iman ehlide O
hazreti tasdik edecekler...
Eğer Kur’anı Kerimde
evliyaları ve diğer şahsiyetleri sadece isim ile tanıtmış olsaydı bu soru
yerinde bir soru olurdu. Ama eğer Kur’anı Kerime dikkat edecek olursak. Allahu
Teala Kur’anda şahısları farklı farklı uslublarla tanıtmıştır. Zira şahısların
tanıtılmasının sadece bir yolu yoktur. Kur’an şahısları tanıtırken genelde üç
üslub kullanmıştır. Her üç üslub da maslahatlara göre özel yöntemleri
kullanmıştır.
Kur’anı Kerim Peygamber efendimizi gelecek zamandaki
insanlar için ismi ile tanıtmıştır, ki, şöyle buyuruyor; ve an o zaman ki hani
Meryem oğlu isa, ey İsrail oğulları demişti, şüphe yok ki, ben size elimdeki
Tevratı doğrulayan ve benden sonra gelecek ve adı Ahmed olacak bir Peygamberi
müjdeleyen Allah elçisiyim...[128]
Allhu Teala Kur’anı Kerimin bazı yerlerinde de Peygamberlerinin ismini bir husus
kaydederek zikretmiştir; örneğin şöyle buyuruyor; “Ey Davud biz seni yeryüzüne hakim
ettik, artık insanlar arasında adaletle hükümet ve dileğine uyma ki seni Allah
yolundan saptırır...”[129]
“Muhammed ancak bir Peygamberdir, ondan önce nice Peygamberler geldi geçti..”[130]
Kur’anı Kerimin tanıtım için yöntemlerinden biride
rakam ile tanıtmadır. Zira Kur’anı Kerim Beni İsrail Nükebalarını (eminlerini)
rakam ile tanıtmıştır. “Ve Allah İsrail oğullarından kuvvetli söz almıştı ve
onlardan on iki emin adam göndermiştik..”
[131]
Hz. Musa tarafından dağa gitmek için seçilen grup
Kur’anı Kerim’de rakam ile tanıtılmıştır. “Musa kendisine vade verdiğimiz yere
götürmek üzere kovminden yetmiş kişi seçti..”
[132]
Şahısların tanıtılmasının üslublarından biride sıfat
ile tanıtılmasıdır. Nitekim Peygamber (s.a.v)’in İncil ve Tevratta isim ile
tanıtılmasının yanısıra sıfat ilede tanıtılmıştır. Kur’anı Kerim bu konuya şöyle
şehadet etmektedir. “Onlar öyle kişilerdir ki, ellerindeki Tevratta ve İncilde
yazılmış olarak bulacakları şeriat sahibi ümmi Peygambere uyarlar ve O, onlara
iyiliği emreder, kötülükten nehyeder onları ve temiz şeyleri onlara helal eder
ve kötü şeyleri de haram eder..”[133]
Bu ayeti Kerimede Hz. Muhammed (s.a.v) on tane sıfat
ile tanıtılmıştır. Ayetin akışından anlaşıldığına göre Peygamber efendimiz bu
iki kitapta (İncil- Tevrat) bu sıfatlar veya genelde bunlarla tanıtılmıştır.
Zira ayet, “Tevratta ve İncilde
yazılmış olarak bulacakları” şeklinde buyuruyor. Allahu Teala Kur’anı Kerimde
Müslümanlar tarafından itaat olunmaları gereken insanları ulul Emr (emir
sahipleri) sıfatı ile tanıtmıştır ki nitekim buyuruyor; “ey iman getirenler,
Allaha Peygambere ve içinizdeki emir sahiplerine itaat edin.”[134]
Hz. Musa’dan sonra İsrail oğullarından birisi
Peygamberliğe seçilmişti millet ona; Allah yolunda cihad etmemiz için bize bir
emir tayin et diye dediler. Allahu Teala onların isteğine müsbet cevap vererek
bütün şüphe, tereddüt ve suistifalerin bertaraf olması için bu emiri isim ile
tanıttıktan sonra sıfat ile de tanıttı. Peygamberinin vasıtası ile onlara; Allah
sizler için Talutu emir olarak seçti diye haber verdi ve şöyle buyurdu; Gene
Peygamberleri demişti ki: onun padışahlığının apaçık alameti, Rabbinizden size
itminan ve sükun veren, içinde Musa ile Harun soyundan arta kalanlar bulunan ve melekler tarafından
taşınan tabutla gelmesidir. İnanmışsanız, işte bunda size kesin bir delil var”.[135]
Hz. Talut ile ilgili ayette de görüldüğü gibi sıfat
ile tanıtma uslübunda bazen isimde zikrolunur, ama bazen sadece sıfat ile
tanıtılır. Örneğin Allah’u Teala şöyle buyuruyor, “Ey inananlar, içinizden kim
çıkarda kim dönerde, Allah onlara bedel olarak öyle bir kavim getirecektir,
yakındaki o onları sevecek, onlarda onu sevecek, inananlara karşı alçakgönüllü,
kafirlere karşı yüce olacak, o kavim Allah yolunda savaşacaklar ve hiçbir
kınayanın kınanmasından korkmayacaklar. Bu Allah’ın lütfu ve inayetidir ki;
dilediğine verir.”[136]
Aynı üsluplar rivayetlerde de yer almıştır. Örneğin
Hz. Peygamber (s.a.a), Hz. Fatıma (sa.) hakında, Sahih-i Buhari’de naklolunan
bir rivayete göre şöyle buyuruyor; “Fatıma benim vücudumdan bir parçadır, kim
Onu gazaplandırırsa beni gazaplandırmış olur.” “Fatıma benim bir parçamdır, Onu
üzen şey, beni üzer. Onu inciten şey, beni de incitir.”[137]
Diğer bir taraftanda, Allah’u Teala, Kuran’ı Kerim’de
şöyle buyuruyor; “Gerçektende Allah’ı ve Peygamberini, Allah dünyada lanet
etmiştir, ahirette de. Ve onlara horlayıcı, aşağılatıcı bir azap hazırlamıştır.”[138]
Dikkat edilecek olursa,
laneti hakkeden insanların bu laneti hakketmedeki ölçülerden biriside Hz. Fatıma
(sa.)’dır. Artık bu hadis ve ayetten sonra, Hz. Fatıma (sa.)’ya eziyet eden ve
Onu inciten birisi Allah Resûlünü inciltmiş olur. Onu incitene de Allah lanet
eder. Ve onun için horlayıcı azabını hazırlar, bu şahıs kim olursa olsun, bu
inciltme sıfatına şamil oldu mu lanetede şamil olmuş olur. Dikkat olunursa,
Peygamber Efendimiz yukarıdaki hadisi şerifte sıfat üslubunu kullanmışlardır.
Bu hadis ve ayetleri
zikretmedeki maksat sıfat ile tanıtma üslubunun doğru ve sahih bir üslub
olduğudur. Hz. Mehdi (a.s)’ın ismi Kur’anda her ne kadarda yer almamışsada ama
onun ve hükümetinin sıfatları, özellikleri Kur’anda zikrolunmuştur. Usule göre
Kur’anı Kerim şahısların tanıtımında en iyi maslahatları göz önünde
bulundurmuştur. Bazen maslahat gereği şahsın ismi ile tanıtılması icabeder.
Bazende maslahat gereği şahsın sıfat ile tanıtılması gerekir. Nitekim Hz. Mehdi
(a.s) hakkında da mesele sıfat ile tanıtmadan ibarettir. Zira;
1-Böyle bir hükümetin teşkil olması Kur’anın bazı
yerlerinde açık ve serih bir şekilde ve bazı yerlerinde de işaret olunarak
zikrolunmuştur. Tevbe ve Saf suresinde İslamın bütün cihana yayılacağının
müjdesini veren ayetler ki, şöyle buyuruyor; “Müşrikler istemesede zorlarına
gitsede Peygamberini insanlara doğru yola sevkeden apaçık ve kesin delillerle ve
bütün dinlere üst olmak üzere gerçek dinle göndermiştir.”[139] Bu
ayet o cihani hükümetin kurulacağına işaret etmektedir. Zira müfessirlerin
açıklamasına göre bu ayetin müjde verdiği hakikat yani cihan şümul olan İslam
dini henüz tüm dünya’ya yayılmamış ve hakim olmamıştır. Bunun yanısıra allahu
Teala Enbiya suresinin 105. Ayetinde şöyle buyuruyor; “Andolsun ki, biz
Tevrattan sonra Zebur’da da yazdık şüphe yok ki yeryüzü temiz kullarıma miras
kalır.”
Bu ayet Salihlerin,
yeryüzünün varisi olup, cihani hükümeti ellerine alacağının haberini
vermektedir. Beşer tarihinin ittifakına göre bu ilahi vade daha vûku
bulmamıştır.
2-İslam’ın, Kuran alanında ihtisas sahibi olan derk
ve fazilet ehline göre, Allah’u Teala, Hz. İmam Ali (as.)’ın ismini bir takım
maslahatlara dayanarak nasıl Kuran’da zikretmemişse, aynı maslahatlar
doğrultusunda İmam Mehdi (as.)’ın ismini de zikir buyurmamıştır. Eğer bu ilahi
liderlerin ismini zikretseydi, Bedir, Uhud, Huneyn vb.’nin eski ve derin kinleri
yeniden canlanır ve dolayısıyla vahim sonuçlara sebep olabilirdi. Bu sebepden
dolayı, konuyu genel olarak “Yeryüzünün varisi Salih kullarım olacak” şeklinde
buyurmuştur. Allah’u Teala’nın, Hz. Lokman, Hz. Zilkarneyn gibi geçmiş
insanların ismini zikretmesiyle gelecekteki insanların isimlerinin zikrolunması
mukayase edilemez. Zira geçmiş insalar hakkında kıskançlıklar, kinler tahrik
olmaz, alevlenmez ve menfaat talep suistifadeci insanlarda ondan
yararlanamazlar. Ama gelecekteki insanların ismini zikretmek bu tehlikelerle
karşı karşıya kalabilir. Her şeyi bir kenara bırakalım, acaba sadece ismin
zikrolunması bütün dertlere deva ve çare olur mu? Acaba zamanın imamının ismi
Kuran’da zikrolunsaydı, tarih boyunca cellatların, zalimlerin, tağutların,
şöhret avcılarının ondan kötü bir şekilde yararlanmayacaklarına ve onu
kabulleneceklerine kanaat getirilebilir mi? Veya bazılarıda, şahsi menfaat,
hedef veya şöhret avcılığından dolayı onu inkar etmeyecekler miydi? Tarihi
tecrübe buna şahit olmuştur ki; eğer zamanın imamının ismi Kuran’da ismi
zikrolunsaydı bile, yine de Mehdilik inancının ters, yalancı iddiacıları, şöhret
avcıları ve mefaat talepler kalkıp bulanık sudan balık tutmak ister gibi,
kendilerinin zamanın imamı olduğunu iddia edip ve insanlığın intizarından kötü
bir şekilde yararlanacaklardı. Acaba Allah’u Teala, son peygamberinin ismini
Kuran’da zikr buyurmadı mı? Ama yine de inatçı ve kör insanlar, orada kötü
yararlanmaları sağladılar. Bu konuda Kuran’ı Kerim şöyle buyuruyor; “Ve an o
zaman ki; hani Meryem oğlu İsa; Ey İsrail oğulları demişti, şüphe yok ki ben
size elimdeki Tevrat’ı gerçekleyen ve benden sonra gelecek ve adı Ahmet olacak
bir Peygamberi müjdeleyen Allah elçisiyim. Fakat O, Onlara apaçık delillerle
gelince; dediler bu apaçık bir büyüdür.”[140]
Bu sebepten dolayı önemli
olan, Kuran’a bağımlı ve bilinçli insanlar tarafından gerçek Mehdi ve
sıfatlarının yalancı iddiacıların, bulanık düşüncelerinden ayırt edilmesi için O
Hazretin sıfat ve özelliklerinin beyan olunması yeterlidir. Bu sıfat ve
özelliklerinde bir bölümü Kuran’ı Kerim’de ve diğer bir bölümü de sahih
hadislerde yer almıştır. Bu sıfat ve özelliklerle, Kuran ve sünnete bağımlı
mümin, bilinçli insanlar hem Mehdilik konusunu savunacak ve hem de yalancı
iddiacıların foyası su yüzüne çıkmış olacak.
Mehdilik konusunda ki icma ve ittifaktan maksat,
Şia’nın icması değildir. Zira bundan maksat Şia’nın icması olmuş olsaydı,
zikretmeye gerek bile duymazdık. Zira bütün Caferi-Şia camiasında İmam Mehdi
(as.)’ın bir gün zuhur edeceği inancı kesinlik kazanmış konulardan birisidir.
Bizim burada kastettiğimiz icma, tüm Müslümanların icmasıdır. Bu icmanın ispatı
hakkında, Ehl-i Sünnet alimlerinden olan İbn-i Ebi’l Hadid Mutezili şöyle diyor;
“Dünyanın teklifi O hazretin (İmam Mehdi (as.)’ın) zuhurundan sonra son
bulacaktır, Şia ve Sünni Müslümanları bunda ittifak etmişlerdir.”[141]
Tarihten iyi bir şekilde
haberdar olan insanlar daha İslam’ın birinci asrından günümüze kadar bu inancın
Müslümanların dillerine olduğunu ve İslam’i akidelerden birisi olduğunu daha iyi
bir şekilde anlar. Nitekim dört mezhebin önde gelen büyük alimleri örneğin;
İbn-i Hacer Şafii “El-Kevlu’l Muhtasarun” sahibi, Ebu’s Sürur Ahmed b. Ziya
Hanefi, Muhammed b. Ahmed Maliki, Yahya b. Muhammed Hanbeli’den bu konuda soru
sorulmuş ve Ehl-i Sünnetin bu önde gelen alimleri şöyle fetva vermişlerdir:
“Mehdi’nin Ahiru’z zamanda zuhur etme inancı asıl ve
sahih inançlardandır. O zuhur edecek ve alemi hak ve adaletle dolduracaktır ve
İsa (as.), O Hazrete iktida edecektir.”[142]
Bunların yanı sıra O Hazretin birkaç tane sıfatını da zikretmiş ve bu konuya
kesin gözüyle bakmışlardır.
Neticede İslam’ın birinci
derecede gelen alimleri, hangi fırka ve mezhepten olursa olsunlar, bu meseleye
sıhhat ve kesin gözüyle bakmışlar ve böylece bu konuyu bir İslam inancı olarak
kabullenmişlerdir.
Cihani
ıslahçıya olan inanç İslam’ın asıl konularından ve Kuran’ı Kerim’de köklü olan
ve rivayetlerde mütevatir olarak anlatılan inançlardan biridir. Diğer kavimlerde
kendi kitaplarının iktizasına göre böyle bir inancı kabullenmişlerdir. Dünyanın
bütün kavimleri de, alemin ıslahçısının bir gün geleceğine inanıyor ve insani
camianın her yönüyle tekamülünü ve zulümler, adaletsizlikler, tatsızlıklar
karanlık ve sömürülerin.... yerini bir gün huzur, adalet, hak ve nurun
dolduracağını, ruhlara hayat bahşeden bahar yeli gibi bir günde o ıslahçının
gelip camiaya insanlığa manevi ve huzur ruhunu bahşedeceğine inanmaktalar.
Islahçı esasına göre, zamanın
imamı ve alemin ıslahçısının adalet, hak, eşitlik, beraberlik, ruhi ve maddi
temizlik... nidalarıyla gelmesi, yeryüzüne hakim olan zulüm haksızlık ve tağuti
düzenlerin tezgahına son vereceği inancı köklü ve yaygın bir inançtır. Dünyanın
ıslahçısına olan bu inanç, dünayada Şia alemine olan bir inanç olmayıp, sadece
onlar böyle bir ıslahçının ve kıyamının bekleyişi içinde değilde aslında
dünyadaki tüm milletler böyle bir inançta ittifak etmişlerdir. Elbette vade
verilen ıslahçının tüm özelliklerini öğrenmek sadece semavi kitaplar ve hadisler
kanalıyla gerçekleşir. Ama bir ıslahçının varlığı ve onun dünyanın ahir zamanın
da zuhur edeceğini akli ve diğer toplumsal incelemelerle ispat etmek mümkündür.
Beşer dünyaya adım bastığı günden bu yana, maddi alanlarda her gün bir adım
ilerledi. Meskeninde, yolunda, havasında, denizinde, uzayında, tıbbi alanlarda,
bilimsel alanlarda maddeye yönelik tüm dallarda müthiş ilerlemelere şayan oldu.
Beşer maddi alanlarda, karşı karşıya kaldıkları bir çok sorunları bu tekamül ve
teknoloji vasıtasıyla halletti. Ama acaba tek taraflı olan bu maddi tekamül
demek doğru mudur? Veya tek boyutlu olan tekamül, camianın son olabilir mi?
Camiayı yok edebilir mi? Bir varlığın, bir camianın sahih tekamülü tek boyutlu
değilde, tüm boyutlarıyla olursa, gerçekte tekamül olur. Gözlerini dünyaya yeni
açan bir bebeğin, salim ve sahih tekamülü her azanın kendisine özgü makul bir
şekilde ilerlemesiyle olur. Ama eğer o çocuğun sadece birkaç azası ilerler ve
diğerleri yerinde sayarsa istenilen netice alınamayacağı gibi, makul şeyler
yerine menkus (ters) neticelere de sebep olacaktır. Bu sebepten dolayı eğer
tekamül hem maddi ve hem de ruhi, manevi alanlarda olursa gerçekten tekamül
olmuş olur. Zira insanın maddi boyutuna bu kadar teveccüh eden teknoloji veya
maddeciler, insanın ruhi boyutunu da düşünmelidir. Çünkü insanın insanlığını
teşkil eden asıl etken ruhdur ve madde ruh için
bir vesiledir. Aslında maddeden tekamülde ruhun tekamülü kastolunmuştur.
Ama ne yazık ki bu gün tam aksi yapılmaktadır. Eğer tekamül tam boyutlarına göre
olursa insanlığa ideal bir toplum kazandırır.
İnsanlık tarihinde tam
boyutlu bir tekamüle sahne olan bir topluma rastlamamaktayız. Gerçekte o tam
boyutlu tekamül alemin ıslahçısının zamanında gerçekleşecektir. İncilde,
Tevratta, eski tarih kitaplarında tahrif olunmalarına, noksanlaştırılmalarına
rağmen, bu kitaplarda cihanın ıslahçısını açıkça görmek mümkündür. Biz sadece bu
kısa araştırmada Hz. Davudun Zeburundan birkaç örnek zikredeceğiz.
Kur’anı Kerim şöyle buyuruyor; “Andolsun ki, biz
Tevrattan sonra Zeburda da yazdık; şüphe yok ki yeryüzü temiz kullarıma miras
kalır.”[143]
Bu ayeti Kerime salihlerin yeryüzünün varisi ve
sahibi olacaklarının haberini açıkça beyan etmektedir. Ayete göre tarihde öyle
bir zaman gelecektir ki, o zamanda yeryüzünün tamamı Allah’ın salih kullarının
ihtiyari altında olacaktır. Nitekim başka ayetlerde de bu vadeyi şöyle
buyurmuştur; “Allah sizden inanıp iyi işlerde bulunanlar yeryüzünün hakimi
olmayı vaad etmiştir.”
[144]
Ve yine şöyle buyuruyor; “ve biz yeryüzünde zayıf bir
hale getirilenlere lütfetmeyi ve onları halka rehber kılmayı ve onları
yeryüzünün mirasçısı etmeyi irade ettik.”
[145]
Bu müjdenin yer aldığı
Zeburdan maksat Hz. Davuda nazil olan Semavi kitaptır, ve zikredende maksat
müfessirlere göre Tevrattır. Neticede bu ayete göre bu vaad hem Tevratta ve hem
de Zeburda zikrolunmuştur.
Tevrat genel olarak yeni ve
eski ahd olmak üzere birçok tahrife maruz kalmıştır. Aynı tahrif İncil’de de
görülmektedir. Buna rağmen Yahudi ve Nesranilerin elinde olan fiili Tevrat ve
İncil İslam Peygamberi ve Ehlibeytin zühur edeceğinin müjdesini birkaç yerde
vermiştir. Örneğin kitap ehlinden olan Fahr-ül İslam yazmış olduğu Enis-ul A’lam
adlı kitabında İslamı kabullendikten sonra bu konu etrafında hakkını eda ederek
araştırmalar yapmış ve mezkur kitapda
bu konulara yer vermiştir. Biz burada sadece Tevrat ve Zeburun beşaretine işaret
edeceğiz.
Enis-ul
A’lam’da Tevrat’ın 17. Bölümünün, 20. Ayetinde Allah’u Teala’nın Hz. İbrahim’e
olan sözünü şöyle naklediyor: Allah’u Teala Hz. İbrahim’e on yedi tane müjde
verdikten sonra Hz. İbrahim şükür secdesinde bulunarak şöyle temenna etti. Keşke
İsmail yaşıyor olsaydı, zira onun yaşaması için bu on yedi müjdeden daha iyidir.
Allah’u Teala, senin duanı İsmail hakkında kabul
eyledim. Ona bereket verip, onun evlatlarını fazlalaştıracağım, büyük Arap
kabilesi onun sülbünden gelecektir. Biz onu yücelteceğiz. Zira, Muhammed ve Onun
on iki tane vasisi onun sulbündendirler dedi.[146]
Ama Zebur’da kırk ayet olan
Hz. Davud’un mezamirinde şöyle buyuruyor; “...9- şerli insanların sonu kesilecek
ama Allah’a tevekkül edenler, yeryüzünün varisi olacaklar. 10- Çok kısa bir
zaman sonra şerliler yok olacak, onu mekanında arasanda, bulunmayacak. 11-
Mütevazı insanlar, yeryüzünün varisi olacaklar... 16- Doğruların azlığı,
şerlilerin fazlalığından iyidir. 17- Şerlilerin gücü yok olur ve Allah sadıkları
himayet eder. 18- Allah Salihlerin günlerini bilmektedir, onların mirası ebedi
olacaktır. 23- Allah, adaleti sever ve kendisine sadık olanları kaldırmaz. Onlar
ebedi olarak korunacak ama şerlilerin soyu kesilecektir. 29- Sıddıklar yeryüzüne
varis olup, ebedi olarak onda sakin olacaklar. 31- Allah’ın şeriatı, sıddıkın
kalbinde, ayakları titremez.
Dikkat olunursa, yukarıdaki
Tevrat’ın ibareleriyle, Kuran’ın ayeti olan “Biz Tevrat’tan sonra, Zebur’da da
yazdık....” ayeti bağdaşmaktadır. Tevrat’ın 31 beşaretine zikrolunan Sıddık
Kuran’ı Kerim’in bahsettiği İmam Mehdi (as.)’dır.
Şüphesiz, tarih boyunca bir
çok salih hükümetler gelip, geçmiştir. Ama şimdiye kadar salih bir hükümetin
gelip de, bütün cihana hükmetmesi ve alemde barışı, iffeti, takvayı ve
doğruluğu... sabitleştirdiği görülmemiştir. Bu sebepten dolayı, Zebur’a ve
Kuran’ı Kerim’e inanan insanların, dünyanın ıslahçısını beklemeleri ve bu
inançla yaşamaları gerekir. İslam-i kaynak ve hadislerde, dünyayı zulüm ve
haksızlık hakim olduktan sonra, gelip salih cihani bir hükümet kurup ve tüm
dünyada ilahi hükümleri hakim kılacak olan bu ıslahçının asrın sahibi İmam Mehdi
(af.)olduğu kaydedilmiştir. Bu araştırmanın okuyucular ışık tutması ümüdüyle...
Secde, lügatte eğilmek, alçalmak yahut meyletmek
manalarına gelir. Şeriatta ise, alnın bir kısmını açık olarak yer üzerine yahut
namaz kılınan diğer maddeler üzerine koymaktan ibaret bir harekettir. Çünkü
haberde şöyle gelmiştir. “Secde ettiğin zaman alnını yere yerleştir. Kargaların
gagalaması gibi, secde etme.”[147]
Diğer bir ifadeyle, secde
kulun Rabbine olan en yüce eğilim ve alçalmasıdır. Zira insan secde halinde
vücudunda bulunan, en şerefli azasını yani alnını Rabbi için en değersiz şeyin
üzerine bırakmaktadır. İşte bu alçalma ve eğilimden yani hüzu ve huşudan dolayı
yüce yaratıcı bu tür secde eden insana, feyzini, bereketini, lütuf ve inayetini
çoğaltır. Zira, bazı rivayetlerde şöyle naklolunmuştur; “Kulun Rabbine en yakın
olduğu an, secde halidir.” Bütün bu ibadetler arasında, insanları birbirinden
ayıran ve onların gerçek kimliklerini ortaya koyan tek ibadet namazdır. Secde
ise, namazın erkanlarından birisidir. Secdeler içerisinde de en fazla hüzu, huşu
ve eğilime delalet eden secde de toprağa, taşa, yerden bitip de yenilmeyen ve
giyilmeyen değersiz şeylere yapılan secdedir. Değerli eşyalara, elbise
köşelerine halıya, kilime, altına, gümüşe yapılan secde, secde sayılsa bile
yukarıda zikrolunan secdenin yerini asla dolduramaz. Zira toprağa yapılan secde,
insanın Rabbine olan gerçek kulluğunu tecelli eder. Ama toprak veya değersiz
şeylerin, dışındakilere yapılan secde de bu mana açık bir şekilde
görülmemektedir. İşte bu sebeplerden dolayı, Caferiler nerede olurlarsa
olsunlar, ister evlerinde olsunlar isterse de seferde toprağa secde etmeyi
gerekli görmektedirler. Toprak ve topraktan biten, yenilmeyen ve giyilmeyen
şeylerin dışında başka bir şeye secde etmezler. Şia inancına göre, mezkur
şeylerin dışında herhangi bir şeye namazda secde etmek sahih değildir. Buna
delil ise, Peygamber efendimizden, Ehl-i Beyt ve sahabesinden naklolunan
mütevatir derecesinde olan rivayetlerdir. Zira toprağa veya topraktan bitip
yenilmeyen ve giyilmeyen şeylere secde etmek sahabelerin arasında bile gerekli
ve şart görülmekteydi. Ama sonraki zamanlarda, toprağa secde etmekten vazgeçilip
günümüzde de görüldüğü gibi başka şeylere secde ettiler. Bu esaslara göre,
İslam’da teşri olunan secdenin toprağa olduğu görülmektedir. Zira, Peygamber
Efendimiz ve Sahabesi de mezkur şeylerin dışında, kilime, bez parçasına, elbise
veya emmamesinin köşesine secde etmiyorlardı.
Meseleye başka bir boyuttan bakacak olursak şunu
söylememiz gerekecektir; bütün Müslümanlar ve fırkalar namazın her rekatındaki
secdenin farz oluşunda ittifak etmişlerdir. Ve secde olunan zat hakkında ise,
ihtilafa düşmemişlerdir. Zira bütün Müslümanların ibadetlerinde, secde ettiği
Allah’u Teala’dır. Zaten “göklerde ve yerde olanlar, ister istemez Allah’a secde
ederler.”[148] Ve
“Güneşe de, aya da secde etmeyin. Onları yaratan Allah’a secde edin.”[149]
Ayeti de tüm Müslümanların Şiarı olmuştur.
Fakihler secde olunan şeyin
kendisi ve şartlarında ihtilaf etmiştir. Şia inancına göre, secde olunan şeyin
zemin (toprak) veya yerden biten yenilmeyen ve giyilmeyen şeylerden olması
gerekir. Ama bu konuda diğer mezhepler, mezkur şeyer hususunda muhalefet
etmişlerdir. Şia mezhebi dışında olan, bütün fakihler secdenin ketene, kilime,
halıya, yün ve pamuk cinsinden olan şeylere yapılabileceğine dair caiz fetvası
vermişlerdir. Hatta bazı Ehl-i Sünnet alimleri demişlerdir ki; “Kalabalıktan
veya başka bir özürden dolayı dizler üzerine secde caizdir. Yine kalabalıktan
dolayı aynı namazın birbiri arkasına secde etmeleri de caizdir.”
Bir kimse başında ki sarığın,
büklümü üzerine veya elbisenin fazla kısmı üzerine secde ettiği takdirde eğer
bunlar temiz bir şey üzerine konulmuş olur ve sarığın büklümü de alna bitişik
bulunursa secde caiz olur, değilse olmaz. Herhalde yerin sertliğini duymaktan
gerekir. Bu sertliğin duyulmasına engel olacak pamuk ve benzeri bir şey üzerine
secde edilmez.
Atılmış yün ve pamuk, saman ve kar gibi bir şeyin
üzerine secde edildiği takdirde eğer bunların boşlukları kaybolurda
sertleşirlerse üzerlerine secde caiz olur. Fakat bunların içinde yüz kaybolup
sertlikleri duyulmazsa ve yüz yere inip kararlaşmazsa secde caiz olmaz.[150]
Şafiiler şöyle demişlerdir, eğer secdeye varan kişi,
uzun olan yeninin yahut sarığının bir tarafı üzerine secde ederse, kendisinin
hareketi sebebiyle eğer bu elbisenin bir tarafı hareket etmeyecek şekilde ise,
caizdir. Çünkü böyle bir durumda, elbisenin yeni yahut sarığın uzayan kısmı,
kendisinden ayrılmış bir elbise hükmündedir. Eğer kıyam oturuş yahut başka
sebeplerle hareket edecek olan boynuna sarılı mendil ve benzeri şeyler
olurlarsa, bunu yapmak caiz değildir. Bilerek kasten böyle yaparsa namazı batıl
olur. Eğer kişi bunu unutarak yahut bilmeyerek yaparsa, namazı batıl olmayıp
secdeyi iade eder. Bir kimse secdeye vardığı zaman, giymiş olduğu herhangi bir
elbisenin bir tarafı üzerine secde ederde bu elbisenin bir tarafı kişinin
hareketi sebebiyle hareket etmiyorsa, namazı sahih olur. Şafiiler sarığın kıvrım
üzerine secde etmekle, ilgili hadisleri zayıf kabul etmişlerdir. Yahut özür
durumunda yapılması caizdir manasına tevil etmişlerdir.[151]
Hanefi, Maliki ve Hanbelilere göre sarık kıvrımı
üzerine yahut elbisenin fazlası üzerine secde etmek caizdir.[152]
Malikilere göre yer ve yerin bitirdikleri dışında kalan şeyler üzerinde namaz
kılmak mekruhtur.[153]
Şialar secdenin toprağa yapılması hususunda, icma
etmişlerdir ve bu konuda Peygamber Efendimizden ve Sakaleyn hadisinde Kuran-ı
Kerim ile birlikte adı geçen Ehl-i Beyt imamlarından hadisler nakletmişlerdir.
Bir rivayette Hişam bin Hikem’den şöyle naklolunmuştur. “İmam Cafer Sadık
(as.)’a, nelere secde etmek caiz ve nelere secde etmek caiz değildir? Diye bir
sual eyledim. O Hazret şöyle buyurdular; secde topraktan başka yahut topraktan
biten yenilmeyen ve giyilmeyen şeylerin dışında bir şeye caiz değildir. Ben
dedim ki; sana feda olayım. Bunun böyle olmasının sebebi nedir? İmam şöyle
buyurdu, secde Allah huzurunda eğilmedir. Bunun için yenilen ve giyilen şeylere
yapılması layık değildir. Çünkü dünya evlatları yedikleri ve giydikleri şeylerin
kuludurlar. Secde eden ise, secdesinde Allah’a ibadet etmektedir. İşte bunun
için, insanın secdesinde alnını dünya evlatlarının mabudunun üzerine bırakması
uygun değildir.”[154]
Şialar kendi mezhep imamlarına uyup, toprağa veya
topraktan bitip yenilmeyen veya giyilmeyen şeylere secde ediyorlarsa
eleştirilmemeleri gerekir. Zira Caferilerin yaptığı şey, ileride hadislerde de
belirtileceği gibi Peygamber Efendimizin sünnetine uygundur. Çünkü İslam’ın ilk
dönemlerinde toprağa secde etmek sünnet idi. Ama daha sonraları secdenin hasıra
ve benzeri şeylere yapılmasına ruhsat vermiştir. İmam Cafer Sadık (as.) bu
konuda şöyle buyuruyorlar: “Namaz kılanın alnını ve yüzünü toprak üzerine
bırakması güzel bir şeydir. Çünkü bu Allah huzurunda hüzuya delalet eder.”[155]
Bazıları Caferiler toprağa veya mühüre secde
ettiklerinden dolayı zannediyorlar ki, Caferiler puta tapmaktalar ve namaz
esnasında Caferilerin secde etmek için önlerine bıraktıkları mühürün put
olduğunu tasavvur etmekteler. Bu tür zihniyetler, düşünce ve tasavvurlarında
katiyen yanılmakta ve Müslüman olan büyük bir kesim hakkında su-i zan
etmektedirler. Bu tür insanlar, su-i zannın ceza ve günahını ve hükmünü
bilmiyorlarsa, eğer bu ayeti burada zikretmeyi vazifeyi bildik ki, yüce Allah
şöyle buyuruyor. “Ey iman edenler zandan çokça kaçının. Çünkü zannın bir kısmı
günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın, biriniz diğerinizi arkasından
çekiştirmesin. Biriniz ölmüş kardeşinin etini, yemekten hoşlanır mı? İşte bundan
tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun.”[156]
Öncelikle şunu belirtelim ki;
namazında Allahu Ekber, Elhamdulillah, Subhanallah... zikirlerini diyen bir
Caferi Müslüman nasıl puta tapmış olabilir? İkinci olarak da, bütün Müslümanlar
namaz kılarlarken herhangi bir şeye secde etmekteler. Kimisi halıya, kilime,
hasıra kimisi de toprağa, taşa, mühüre secde ederler. Eğer Caferiler sırf,
toprağa veya taşa yahut mühüre secde etmeleri ile puta tapmış oluyorlarsa, bu
mantığı savunan insanlara soruyoruz. Öyleyse, halılara, kilimlere secde
edenlerde onlara mı tapmış oluyorlar. Bu soru mezkur mantığı savunanlardan cevap
istemektedir. Bu mantık bulanık sudan balık tutmaya benzer. Oysa bulanık sudan
balık avlama düşüncesini kendisi de bulanıktır. Diğer bir konuda “toprağa secde
etmek” ile “toprak için secde etmek” meselesidir. Eğer bir insan namazında secde
ederken, sadece toprak için secde etmiş olursa, tamamen İslam dışı bir şey
yapmış olur. Ama eğer toprağa Allah için secde ederse yani, alnını taşa,
toprağa, mühüre bırakır. Ama Allah için bırakırsa, İslam dışı hareketle hiçbir
alakası yoktur. Zira bütün Müslümanlar namazlarında secde ederlerken, alınlarını
bıraktıkları şey için secde etmezler. Aksine alınlarını ona bırakarak, Allah
için secde etmiş olurlar. Allah’ın beytine Hacca giden bütün Hacılar Mescid-ul
Haram’ın taşlarına secde ederler. Onların bu secdesi eleştirilmemektedir. Zira,
onların yapmış oldukları bu secdelerin de ki hedef ve gaye, Allah-u Teala’dır.
Caferileri bu konularda eleştiren ve onlara itirazlar savuran dar görüşlü,
insanların “Mescud-u leh” toprak için secde ile “Mescud-un aleyh” toprağa secde
arasında ki farkı, araştırıp dar görüşlerini genişletmelerini tavsiye eder. Ve
kör taassuptan kurtulmalarını temenni ederiz.
PEYGAMBER (S.A.A)
ZAMANINDA VE SONRASINDA SECDE
Peygamber Efendimiz ve
sahabesi asr-ı saadet döneminde toprağa secde ediyorlardı. O dönemlerde
taşların, toprakların , kumların şiddetli bir şekilde sıcak olmasına rağmen bu
sıcağa tahammül ediyor ve yine de toprağa secde ediyorlardı. O gün onların
hiçbirisi dahi elbisenin bir köşesine, halıya, kilime, sarığın kıvrımına secde
etmiyorlardı. O gün onların yaptığı en son şey aşırı sıcaklarda eziyet olmamak
için bir miktar toprağı ellerine alıp, onu ellerinde soğutuyor ve sonrası da ona
secde ediyorlardı. Bazı şiddetli sıcaklardan dolayı Peygambere şikayet
ettiklerinde, Peygamber efendimiz cevap vermiyorlardı. Zira Peygamber İlahi emri
kendi tarafından değiştiremezdi. Ama daha sonraları hasıra, hurma ağacından
yapılan bir çeşit life secde olunması için ruhsat verildi. Böylelikle
müslümanlar aşırı sıcaklarda secde konusunda rahatlamış oludular.
Kısacası, bu dönemde iki
aşamayı rastlamak mümkündür;
1-Birinci aşamada, secde
sadece zemine ve yer cinsinden olan toprağa, taşa, tuma, kurumuş, çamura vb.
şeylere yapılması vacipti.
2-İkinci aşamada ise, secde konusunda kolaylık olsun
zorluk ve meşakkat aşırı sıcaklıktan dolayı kaldırılsın diye secdenin yerden
biten yenilmeyen şeylere yapılması ruhsatı verildi. Birinci aşama hakkında hem
Ehl-i Sünnet ve hem de Şia’nın sahih kaynaklarında Peygamber (s.a.a)
Efendimizden şöyle bir hadis naklolunmuştur. Toprak benim için temizleyici ve
secde mekanı kılındı.[157]
Yukarıdaki hadisi şeriften
anlaşılan şudur, arzın (yerin) lütfün cüzleri secde mekanı, temiz ve
temizleyicidir. Dolayısıyla hem secde için hem de teyemmüm için kullanılır.
Rivayetten anlaşılan diğer
bir mana ise şudur; Allah’u Tealaya yapılan ibadet ve secdenin özel ve mahsus
bir mekanı yoktur. Oysa bazı kitlelere baktığımızda ibadeti bir takım özel
mekanlara haslaştırmışlardır. İslam’daki inanç bunun tam aksinedir. Hadisi şerif
de yer secde mekanı belirtilmişse, ibadetin yeryüzünün tamamında olabileceğini
mescid, mabed ve evlerin dışında da yapılabileceği göstermektedir.
Muhterem okuyucu, Peygamber Efendimiz ve sahabesinin
zor şartlarda ve sıcaklarda dahi topraklar veya taşlar üzerine secde ettikleri
naklolunmuştur. Cabir b. Abdullah El-Ensari şöyel diyor; Peygamber (s.a.a) ile
birlikte öğlen namazını kılarken yerden bir miktar çakıl taşı alıyor ve onu
aşırı sıcaktan dolayı elimin içine bırakıp bir elimden diğer elime, soğusun diye
bırakıyordum. Sonra onu secde etmek için alnıma bırakıyordum.[158]
Elbise ve bez parçalarına secde etmek, çakıl
taşlarını soğutmaktan daha kolaydır. Eğer, elbiseye, emmameye veya bez
parçalarına... secde etmek caiz olmuş olsaydı, neden onlar çakıl taşlarını
soğutmak yerine mezkur şeylere secde etmiyorlardı? Küçük bir bez parçası veya
mendili insanın yanında taşıması mı zordur yoksa çakıl taşını soğutması mı
zordur? Elbette ki çakıl taşını soğutması daha zordur. Peki, eğer secde genel
olarak bez parçalarına, elbise ve emmame köşelerine caiz idiyse, neden o gün o
mübarek zatlar bu tür zorluklara katlanıyorlardı? Bu konuda Enes b. Malik’den
şöyle bir rivayet naklolunmuştur. Hava aşırı sıcak iken, Peygamber Efendimizin
yanındaydık, bizden birisi eline çakıl taşı alıp, onu soğutuyor, sonrasında onu
(secde mekanına) bırakıp ona secde ediyordu.[159]
Bu rivayette şunu gösteriyor ki, namazda secde
mekanının sadece toprak olması Peygamber zamanında vazgeçilmez bir inançtı. Zira
Peygamber Efendimiz müminlere mihriban olmasına rağmen aşırı sıcaklarda müminler
eziyet ve zorlukla karşı karşıya kaldıklarında bile onlara elbiselerine veya
herhangi bez parçalarına secde etme ruhsatı vermemiştir. Halid Ceheni şöyle
rivayet ediyor; Peygamber Sahibin adında bir sahabenin topraktan kaçınırcasına
secde ettiğini gördüğünde ona şöyle buyurdu; Ey Sahib yüzünü (alnını) toprağa
bırak.[160]
Ebu Salih şöyle rivayet eder; Ümmü Seleme’nin
evindeyken onun kardeşinin oğlu oraya geldi ve onun evinde iki rekat namaz
kıldı. Secde edeceği zaman önündeki toprağı üfleyiverdi. Bunun üzerine Ümmü
Seleme şöyle buyurdu; Kardeş oğlu toprağı üfleme, doğrusu ben Peygamberden Yesar
adında ki kölesine şöyle buyurduğunu duydum; Allah için yüzünü toprağa bırak.[161]
Bir hadisi şerifte de şöyle naklolunmuştur:
“Peygamber Efendimiz secde ettiğinde, alnından seccadesini kaldırıyordu.”[162]
Hz. Ali şöyle buyurmuştur; “Namaz kıldığınızda
alnınızdan emmamenizi kaldırınız. Yani emmamenin köşesine secde etmemek için
alnınızdan kaldırınız.”[163]
Başka bir rivayette ise, İyaz b. Abdullah Kureyşiden
şöyle naklolunmuştur; Peygamber Efendimiz emmemesine secde eden birisini
gördüğünde ona eliyle, emmameni alnından kaldır diye işaret ettiler.[164]
Bu rivayetler açıkça
göstermektedir ki, o gün Müslümanlar topraktan başka bir şeye secde
etmiyorlardı. Çünkü o gün emmame veya elbise köşelerine kilimlere, secde olunmuş
olsaydı, Peygamber Efendimiz alınlara düşen emmame parçasını alınlardan kaldırma
emrini vermez ve sıcak havalarda çakıl taşlarını soğutmazdı. Bu meselenin bu tür
oluşu Sihahlarda, Müsnedlerde ve diğer sahih hadis kitaplarında bu şekliyle
ispat olmuştur. Sadece o günün zor, sıcak ve soğuk şartlarından dolayı ikinci
aşamada secde konusunda kolaylık ruhsatı verilmiş ve secdenin topraktan biten
yenilmeyen ve giyilmeyen şeylere ve hasıra yapılabileceğine dair cevaz
verilmiştir.
Enes b. Malik, İbn-i Abbas,
Aişe, Ümmü Seleme, Meymune, ümmü Selim, Abdullah b. Ömer hepsi ayrı-ayrı şöyle
rivayet etmişlerdir.
“Peygamber humreye (hurma çöpünden örülmüş küçük
hasıra[165])
secde ediyordu.”
Aişe şöyle rivayet eder; Peygamber (s.a.a) bana şöyle
buyurdular; “Bana camiden humremi (hasırdan seccade) getir, ben hayız olduğumu
söyledim. Buyurdular ki, hayızlı olmak senin elinde değildir.”[166]
Ehl-i Sünnetin bazı sahih kitaplarında elbiseye veya
emmamenin bir köşesine secde yapıldığını görmekteyiz. Bu secde normal şartlarda
yapılan bir secde değildir. Aksine o gün havanın aşırı sıcak olmasından dolayı
sahabe zorluk ve meşakkatlerini Peygamber Efendimize bildirdiklerinde o Hazret
kolaylık olsun diye zor ve meşakkatli durumlarda elbise veya emmamenin bir
köşesine secde izni vermiştir. Bu konuya açıklık getiren bir rivayette Enes bin
Malik’den şöyle naklolunmuştur. Peygamber ile birlikte namaz kılarken biz
elbisemizin bir tarafını aşırı sıcaktan dolayı secde mekanını bir tarafını
koyuyorduk.”[167]
Başka bir rivayette Buhari şöyle nakleder; Biz
Peygamberle namaz kılarken aşırı sıcaklardan dolayı elbisemizin bir tarafını
secde mekanına bırakıyorduk. Bizden birisi alnını toprağa (yere) bırakmadığı
zaman elbisesini açıp ona secde ediyordu.[168]
Bu rivayetler, normal
hallerde toprağa yere secde etmenin gerekliliğini ispat etmektedir.
Emmame veya Elbisenin
köşesine yapılan secdeleri belirten rivayetler mazeret ve zarurete
hamlolunmuştur. Çünkü normal şartlarda elbiseye, emmameye secde etme konusu
toprağa secde etmenin gerekliliğini bildiren hadislerle çakışmaktadır.
Konunun özeti: Konu etrafında
naklolunan secde hakkında ki hadisi şerifleri iyi bir şekilde tahlil edenler
secde konusunda üç aşama ve merhalenin olduğunu görürler. O aşamalar şunlardan
ibarettir;
Birinci aşamada secdenin
toprağa yapılması farz idi ve topraktan başka bir şeye de secde yapılabileceğine
dair Müslümanlar için ruhsat verilmemişti.
İkinci aşamada secdenin
topraktan biten yenilmeyen ve giyilmeyen şeylere yapılmasına dair Peygamber
tarafından ruhsat verilmiştir.
Üçüncü aşamada ise aşırı
sıcak olduğu zamanlarda zorluk ve meşakkatin kaldırılması için mazeret ve
zaruretten dolayı emmame ve elbisenin bir köşesine de secde caiz kılındı.
Bunlardan da anlaşılan şudur ki; Caferiler eğer bugün toprağa secde ediyorlarsa,
o gün Peygamberin ve sahabesinin namazda secdeye giderlerken toprağa secde
etmelerinden ve o gün toprağa secdenin teşri olunmasından kaynaklanmaktadır.
Açıkça şunu belirtiyoruz ki; Peygamberin ameli namazda toprağa secde etmek ve
kendisinin de sünnetinde emrettiği gibi toprağa secde olunmasıdır. Bu
sebeplerden dolayı, Caferiler istisna durumların dışında topraktan başka bir
şeye, secde etmezler. İstisnai hallerde de yerden biten yenilmeyen ve giyilmeyen
şeylere secde ederler.
Bu açıklamalardan sonra,
secdenin yere, toprağa, taşa, hasıra, topraktan bitip de yenilmeyen ve
giyilmeyen şeylere yapılmasını sünneti Nebevi olduğu açıklığa kavuşmuştur. Ama
ne yazık ki; secdenin halılara kilimlere vs. şeylere yapılması İslam’da ortaya
çıkarılan bidatlardan sadece bir tanesidir. Çünkü Peygamberinde toprağa secde
sünneti ile geldiği hadisler ışığında görülmektedir. Ama şaşırılacak şey ki;
Peygamber Efendimizden sonraki tarihlerde bazı alanlarda sünnet bidatın ve
bidatta sünnetin yerini alıverdi. Birçok alimin görüşüne göre halılara,
kilimlere yapılan secde bidattır. Aynı meselenin bidat oluşunu, Abdurrezzak’da
kendi “Müsennef”inde belirtmiş ve halılara, kilimlere secdenin sonradan ortaya
çıktığını açıklamıştır.
Bugün bir Müslüman,
Peygamberin sünneti üzere camilerde namaz kılarken, hedef toprak olmak kaydıyla
topraktan yapılan mühürlere secde ettiğinde onun ameli bidatla
vasıflandırılmakta ve kendisi de bidat ehli olarak gösterilmektedir. Oysa
Müslüman olduklarını gören bu vasıflandırılmaların sahipleri kendilerinin de
iman getirdiği İslam Peygamberinin sözlerini kulak ardı etmezseler, mesele
etrafında ihtilaf çıkarmayacaklardır. Ama ne yazık ki; kalıplaşmış kör taassuba
kapılmış zihniyetler, tarihler boyunca Caferi mezhebinin güneş gibi açık ve net
olan delilleri karşısında muhalefet etmiş ve tarih boyunca Müslümanlar
içerisinde bozgunculuk yapmışlardır.
Biz bu konuda hakikate
ulaşmak isteyen insanları tefekküre davet eder ve gözleri taassup dumanlarıyla
kapanan insanlarında taassuplarını bir kenara bırakıp ilahi değerlerle hareket
etmelerini ve konuşmalarını ve hakkın dışına çıkmamalarını yüce Allah’tan
temenni ederiz.
TOPRAĞA SECDE ETMEK ŞİRK MİDİR?
Taklit mercilerinden birisi
şöyle anlatıyor: Bir gün Mescid-i Nebi’de sabah namazını kılmış ravza-i
mukaddese’nin yanındaki minberin yakınında oturmuş, Kuran tilavet ediyordum. O
esnada Şialardan birisi gelip, benim sol tarafıma geçerek namaz kılmaya başladı.
Benim sağ tarafımda ise, zahiren Mısır’lı olan iki şahıs sütuna sırtlarını
vermiş oturuyorlardı. Namazla meşgul olan o Şia, namaz esnasında elini cebine
götürüp cebinden secde etmek için mührünü (küçük toprak parçası) çıkardı.
Sütunun kenarında oturan, iki kişiden birisi diğerine şöyle dedi; şu aceme
baksana! Taşa secde etmek istemektedir. Şia olan şahıs, rükuya indikten sonra
secdeye gitti. Ve alnını küçük bir taş veya toprak parçasına bıraktı. Bu esnada
o iki kişiden birisi, süratle yerinden kalkarak Şia’nın secde ettiği mührü,
alnın altından almak için ona doğru ilerlediğinde ben yerimden kalkarak onun
elinden tutup sinirli bir halde ona şöyle dedim.
-Neden bu mukaddes mekanda
namaz kılan ve namazla meşgul olan bir Müslüman’ın namazını bozmak istersin?
-O taşa, toprağa secde etmek
istemektedir.
-Neden? Onun taşa secde
etmesinin bir sakıncası mı var! Bak bende taşa secde ediyorum. Neden? Ve niçin
taşa secde ediyorsun?
-O Şia ve Caferi
mezhebindendir. Ben de Caferi mezhebine mensup, olanlardan biriyim. Acaba sen
İmam Cafer Sadık (as.)’ı tanıyor musun?
-Evet
-O Resulullah’ın Ehl-i
Beytinden midir?
-Evet
-O bizim Mezhebimizin İmamı
ve lideridir. Ve şöyle buyuruyor. Kilimlere, halılara secde etmek caiz değildir.
Secde yer zeminin eczasına yapılmalıdır.
O Sünni olan şahıs, bir
müddet düşündükten sonra şöyle dedi:
-Dinde birdir, namazda
birdir.
-Eğer dinde bir ise ve
namazda bir ise, öyleyse siz Ehl-i Tesennün neden namazda kıyam halinde
farklı-farklı şekillerde namaz kılıyorsunuz?
Örneğin Maliki mezhebine
mensup olanlar, namazda elleri açık bir halde durup elleri bağlamazlar.
Sizlerden bazıları ellerini sinelerinin üzerine bırakıyorlar. Oysa din birdir ve
Peygamberinde kıldığı namaz bir şekildedir. Sizler bu soruların karşısında
diyorsunuz ki; Ebu Hanife, Şafii, Maliki ve Ahmed b. Hanbel bu konularda şöyle
veya böyle demişlerdir.
-Evet onlar böyle demişlerdir
-Senin de Ehl-i Beytten
olduğunu kabullendiğin ve bizim mezhebimizin imamı olan Caferi Sadık’da bu
konuda bizim yaptığımız gibi buyurmuştur. Zira “Ehl-ul Beyt Edra bi-ma fi’l
beyt” Ev ehli evde olup bitenleri daha iyi bilir.
Peygamberin yakınları ve
Ehl-i Beyti o hazretin emirlerine ve sünnetine diğerlerinden daha iyi
haberdardırlar. İmam Sadık (as.)’ın sünnete olan ilmi, Ebu Hanife’den az
değildir. O Hazret buyuruyor ki; Namazda zeminin cüz’üne, yer parçasına secde
olunmalıdır. Ama yüne, pamuğa... secde caiz değildir.
Biz ve siz arasında olan
ihtilaf sizin kendi aranızda olan namazda elleri açma ve bağlama ihtilafı
gibidir. Bu tür ihtilaflarda Usul-u dinde değil de, Fürü-u dinde olan
ihtilaflardır ve fürü-u dinde olan ihtilaflarında şirk ile hiçbir bağlantı ve
ilişkisi yoktur.
Söz buraya gelince, bizi orada dinleyen ve Ehl-i
Sünnet mezhebine mensup olanlar, bana hak verip beni tasdik ettiler. Bu esnada
ben namaz kılan Şia’nın mührünü almak isteyen şahısa sinirli bir şekilde şöyle
dedim; Allah ve Resûlünden haya etmiyor musun? Peygamberin mübarek kabri
kenarında, namaz kılan bir Müslüman’ın namazı batıl etmek için onun üzerine
yürümekten utanmadı mı ki, oysa o Müslüman, kendi mezhebine yani burada yatan
Ehl-i Beytinin mezhebine göre namaz
kılmaktadır. Orada bulunanların hepsi onu azarladılar. Ve neden kendi mektep ve
mezhebinin inançlarına göre namaz kılan bu Müslüman’a hakaret ettin diye ve
benden özür dilediler.[169]
İMAM
HÜSEYİN’İN TÜRBETİNE
secde etme hakkında bir münazara
Mısır El- Ezher
üniversitesinden mezun olan Şeyh Muhammed Mür-i Antaki Suriyeli Ehl-i Sünnet
alimlerinden birisi idi. Derin ve geniş alışmalar neticesinde Şia mezhebini
seçmiş ve Şia mektebine geçişini anlatan sağlam delil ve senetlere dayalı “Neden
Şia oldum?” isminde bir kitap yazmıştır. Bu kitabında İmam Hüseyin’in türbetine
secde etme hakkında Ehl-i Sünnet alimleri ile yapmış olduğu bir münazarayı
nakletmiştir. Bizde o münazarayı burada zikretmeği uygun gördük.
Şeyh Muhammed Mur’i bir gün
evinde iken, içlerinde öğrencilik yıllarından arkadaşlarının da bulunduğu bir
grup Ehl-i Sünnet alimi onun evine gelirler. Aralarında şöyle bir münazara
geçer.
-Alimler: Şialar, İmam
Hüseyin türbetine secde etmektedirler işte bu sebepten dolayı onlar
müşriktirler.
-Ş. Muhammed: Türbete secde
etmek şirk değildir. Zira Şia’lar türbete Allah için secde ediyorlar türbet için
değil. Eğer sizin düşüncenize göre Şia’lar secde toprak ve türbet için secde
etmiş olsalar, o zaman sizler haklısınız. Ama onlar tam aksine sadece ve sadece
tek mabutları olan yüce Allah için secde ediyor ve secde esnasında alınlarını
Allah için toprağa bırakıyorlar.
Başka bir tabire göre,
secdenin hakikati, toprak huzurunda değil de Allah huzurunda sonsuz bir şekilde
eğilmektedir. Orda bulunanlardan Hamid isminde birisi şöyle dedi; Allah senden
razı olsun çok güzel bir şekilde
meseleyi açıklığa kavuşturup tahlil ettiniz, ama şunu merak ediyoruz, neden
Şialar İmam Hüseyin’in türbetine secde etmede bu denli ısrar etmedeler.
Neden başka bir şey değil de, sadece İmam Hüseyin’in türbeti?
- Ş. Muhammed: Bizim toprağa
secde etmemizin sebebi bütün Müslümanların da kabullendiği Peygamber efendimizin
hadisi şerifleridir ki, o Hazret şöyle buyuruyor; “yer benim için secde mekanı
ve temiz karar kılındı.” İşte bu sebepten dolayı, bütün Müslümanların ittifakına
göre halis toprağa secde etmek caizdir. Bunun için biz toprağa secde ediyoruz.
- Hamid Müslümanlar bu konuda
nasıl görüş birliğine varmışlardır.
- Ş. Muhammed: Peygamber
(s.a.a) Mekke’den Medine’ye hicret ettiğinde, ilk iş olarak orada bir Cami
yaptırdı. Acaba bu Camide halı veya kilim var mıydı?
- Hamid: Hayır, halı veya
kilim yoktu.
- Ş. Muhammed: Öyleyse,
Peygamber ve Müslümanlar neye secde ediyorlardı.
- Hamid:
Toprağa secde ediyorlardı.
- Ş Muhammed: Peygamber
efendimizin vefatından sonra, Ebubekir, Ömer, Osman’ın hilafet dönemlerinde
müslümanların namaz kıldıkları Camilerde halı veya kilim var mıydı? Ve o dönemin
Müslümanları neye secde ediyorlardı?
- Hamid: Hayır onların da
döneminde camilerde halı veya kilim yok idi, o dönemin de müslümanları zemine
yani toprağa secde ediyorlardı.
- Ş. Muhammed: Öyleyse sizin
itirafınıza göre peygamber bütün namazlarında toprağa secde ediyorlardı, aynı
şekilde onun zamanındaki ve ondan sonraki Müslümanlarda toprağa secde
ediyorlardı. İşte bu esasa göre toprağa secde etmek sahih ve caizdir.
- Hamid: Benim kafama takılan
şudur; Şialar sadece ve sadece toprağa secde ediyorlar, hem de topraktan
yaptıkları mühürleri ceplerinde taşıyor ve ona secde ediyorlar.
- Ş. Muhammed: Öncelikle şunu
belirteyim ki, Şialar ister taş olsun isterse de toprak, yere secde etmeyi caiz
görüyorlar.
İkinci olarak da , secde
mekanının temiz ve pak olması gerekir. İşte bunun için necis yere veya necasetle
karışmış toprağa secde etmek caiz değildir. İşte bu sebepten dolayı onlar
kesinlikle temiz olduğuna kanaat getirdikleri topraktan mühür yapıyor ve onları
yanlarında taşıyor ve namazda onlara secde ediyorlar.
- Hamid: Eğer Şia’nın maksadı
toprağa secde etmek ise, öyleyse neden mühür yerine bir miktar toprağı
yanlarında taşımıyorlar?
-Ş. Muhammed: Toprak taşımak
elbisenin toz toprak olmasına sebep olur, işte bunun için Şialar o toprağı su
ile karıştırıp onu çamur yapıp sonra da onu güzel bir şekilde mühür haline
getirip kurutuyorlar ve neticede yine toprağa secde etmiş oluyorlar ve
elbiselerinin toz toprak olmasını da bu vesileyle
engellemiş oluyorlar.
- Hamid: Neden siz Şialar
topraktan başka bir şeye secde etmiyorsunuz?
-Ş. Muhammed: Secdeden
maksadın, Allah huzurunda sonsuz eğilme ve alçalma olduğunu belirtmiştik.
Toprağa yapılan secde ister mühür halinde olsun, ister olmasın Allah huzurunda
daha fazla hüzuya delalet eder. Zira toprak en değersiz şeydir ve biz en yüce
azamız olan alnımızı secdeye giderken en değersiz şeyin üzerine bırakıyoruz.
Bunda ki gaye ise, huşu ile Allah’a ibadet etmektir. İşte bundan dolayı, huşuya
delalet olarak secde mekanının el ve ayaklardan aşağıda olmasının müstehap
olduğu belirtilmiştir. Aynı şekilde secde de burnunun da toprağa temas etmesi
müstehaptır. Bu da hüzu için müstehap edilmiştir. İşte bundan dolayı toprak
parçasından yapılan mühre secde etmek diğer şeylere secde yapılmasından reva ve
daha uygundur. Çünkü insan secde ederken, eğer alnını pahalı bir seccadeye,
halıya, altına, gümüşe veya değerli olan herhangi bir eşyaya bırakırsa bu fiil
onun hüzu ve huşusunu azaltır. Ve bu tür bir fiil kulun Allah huzurunda ki,
küçüklüğüne delalet etmez.
-Hamid: Öyleyse Şia’ların
secde ettiği mühürlerin üzerine yazılan kelimeler nelerdir?
-Ş. Muhammed: Birincisi,
onların secde ettikleri mühürlerin tamamı yazılı değildir. İkinci olarak da
onların bazılarına secde zikri yazılmış bazılarına “bu türbet Kerbela
toprağından alınmıştır” diye yazılmıştır. İnsaflı olunuz! Bu tür yazılar, şirke
sebep olur mu? Acaba bu yazılar, secde yapılması caiz olan mührü topraklıktan
çıkarır mı?
-Hamid: Hayır, kesinlikle
şirke sebep olmaz. Ve onu secdenin yapılması sahih olan o caizlikten de
çıkarmaz. Ama yine de, kafamda bir soru var. O da şudur; Şia’ların bir çoğu,
Kerbela türbetine secde etmekteler. Acaba, Kerbela toprağının ayrı bir özelliği
mi var?
-Ş. Muhammed: Onun sırrı şundadır. Bizim
rivayetlerimizde Ehl-i Beyt imamlarından şöyle naklolunmuştur; İmam Hüseyin’in
türbetine yapılan secde diğer türbetlere yapılan secdeden daha faziletlidir.
İmam Cafer Sadık (as.) şöyle buyuruyor; İmam Hüseyin’in türbetine yapılan secde
yedi kat olan hicapları parçalar.[170]
Yani, namazın makbul olmasına arş alemine yücelmesine sebep olur. Bunlardan anlaşılan şudur ki; diğer
türbetlerde olmayan özellikler, İmam Hüseyin’in türbetinde mevcuttur.
-Hamid: Kılınan namaz, batıl
dahi olsa İmam Hüseyin’in türbetine secde olunduğu için, o namaz makbul mu olur?
-Ş. Muhammed: Şia mezhebi
şöyle diyor; Namazın sıhhat şartlarından olan bir şey, eğer yapılmaz ise, o
namaz batıl olur. Ama bütün sıhhat şartlarına haiz olan bir namazı insan kılarsa
bu namaz kabuldür ve İmam Hüseyin’in de türbetine namazda secde ederse, bu
namazın sevabını çoğaltır.
-Hamid: Acaba Kerbela
toprağı, Mekke ve Medine toprağından da üstün müdür ki, sizler diyorsunuz, O
toprağa secde yapılarak, kılınan namaz diğer bütün topraklara secde yapılarak
kılınan namazdan sevabı daha da fazladır?
-Ş. Muhammed: Allah’u
Teala’nın böyle bir özelliği, Kerbela toprağına vermesinin ne sakıncası
olabilir?
-Hamid: Mekke toprağı, Hz.
Adem’den günümüze kadar Kabe mekanıdır. Medine toprağına da Peygamberimizin
mübarek bedeni defin olunmuştur. Bunlara rağmen, değerleri Kerbela toprağından
az mıdır? Bu şaşılacak şeydir! Acaba Hüseyin, ceddi Resulullah’tan daha mı
üstündür?
-Ş. Muhammed: Hayır,
kesinlikle. Eğer İmam Hüseyin’in azamet ve değeri varsa, bu Peygamberin
makamının azamet ve değerinden doğmaktadır. Ama o toprağın üstünlük kazanmasının
sırrı şudur; İmam Hüseyin, o topraklarda ceddinin dini uğruna şehit edildi. İmam
Hüseyin’in makamı, risalet makamının bir cüzüdür. Zira İmam Hüseyin, yakınları,
akrabaları, Ehl-i beyti ve yaranı ile birlikte oyuncak haline getirilen İslam
dinini kurtarmak için kıyam edip ve bu uğurda kendisi ve yaranlarını feda ettiği
için Allah’u Teala; O hazrete üç tane özellik bahşetmiştir.
1- Onun kabri kenarında
yapılan dua, müstecap olur.
2- Ehl-i Beyt imamları onun
soyundandır.
3- Onun türbetinde şifa
vardır.
Acaba bu tür özelliklerin
İmam Hüseyin’in türbetine verilmesinin bir sakıncası mı var? Acaba, Kerbela’nın
türbetinin Medine türbetinden üstündür derken, akla İmam Hüseyin’in,
Peygamberden üstün olduğu mu anlaşılmaktadır? Siz neden meseleyi anlamadan bize
itiraz ediyorsunuz? Aslında mesele tam tersinedir. Onun için, İmam Hüseyin’in
türbetine yapılan ihtiram, O hazretin kendine yapılan ihtiramdır ve O Hazrete
yapılan ihtiram ve verilen değer Resulullah’a ve Allah’a yapılmış demektir.
Söz buraya gelince, orada bulunanlardan birisi ikna
olmuş bir halle ayağa kalkarak, beni ve sözlerimi tasdik etti ve bana
methiyelerde bulundu ve benden Şia kaynaklarını istedi ve şöyle dedi; Senin
sözlerinin hepsi, yerinde olan sözlerdir. Ben Şia’ların Hüseyin’i, Peygamberden
üstün gördüklerini zannediyordum. Ama gerçekleri şimdi öğrendim. Sizin güzel
beyanat ve açıklamalarınıza teşekkür ederim. Şu andan itibaren, bende küçük bir
Kerbela mührünü cebimde taşıyacak ve secde ederek namazımı kılacağım.[171]
Namazda Ehl-i Sünnet
mezhebinden olan bazılarının yaptığı gibi elleri bağlamak, yani kıyam halinde
sağ eli sol eli üzerine bırakmak Müslümanlar arasındaki ihtilaflı meselelerden
birisidir.
Bütün Müslümanlar namazda el
bağlamanın vacip olmadığına dair ittifak ve icma etmişlerdir. Ama bu amelin
hükmünde bütün İslam mezhepleri, umumen ihtilaf etmişlerdir hatta Ehl-i Sünnet
mezhepleri bile bu ameli farz bilmemelerine rağmen bu konuda ittifak
etmişlerdir. Ehl-i Sünnet hem bu amelin hükmünde ve hem de keyfiyetinde ihtilaf
etmişlerdir. Ehl-i Sünnet mezhep alimlerinin bu konudaki görüşleri
aşağıdakilerden ibarettir;
Hanefilere göre, bu amel sünnettir ve farz değildir.[172]
Şafiilere göre de, namazda elleri bağlamak sünnettir
ve farz değildir.[173]
Hanbelilere göre de, bu amel sünnet amellerindendir.[174]
Malikilere göre, namazda ki elin vakarlı bir biçimde
salı verilmesi memdubdur. (müstehaptır.) Nafile namazlarda ellerin göğüs
üzerinde bağlanması ve tutulması caizdir. Çünkü bu namazlarda zaruretsiz olarak
bir yere dayanmak caizdir. Fakat farz namazlarda elleri bağlamak mekruhtur.
Çünkü bu durum bir yere dayanmak gibidir.[175]
Caferiler arasındaki meşhur
görüş bu amelin haram ve namazı batıl eden bir fiil olmasıdır. Bazıları da, bu
amel haramdır ama namazı batıl etmez diye demişlerdir. Bazılarına göre ise bu
amel mekruhtur.
Bu ihtilaflar açıkça şunu
göstermektedir ki; bu amelin kitap ve sünnette sağlam bir delili yoktur. Aksine
böyle açık bir ihtilaf onlar arasında vuku bulmazdı. Bu ihtilaflara rağmen ve
Ehl-i Sünnet mezhep alimleri de bu ameli de farz bilmemelerine rağmen, bu mesele
Müslümanlar arasında uçurumlara ve gediklerin açılmasına sebep olmuştur.
Caferiler, Ehl-i Beyt
imamlarının namazda elleri bağlama hususunda, açık nehiylerin olduğundan dolayı
namazda ellerini salıvermekte ve eli açık bir şekilde namaz kılmaktalar. Ehl-i
Sünnetten bunu gören bir çok avam tabakası bu amele ve failine, farklı bir gözle
bakmaktalar. Bazıları da, namazda eli açık bir vaziyette eli açık duran
insanları bidat ehli olarak nitelemek ve suçlamaktalar. Oysa Ehl-i Sünnette
göre, elleri bağlamak sünnet bir ameldir ve sünneti de terk etmek bidat olarak
görülmez. Oysa Ehl-i Sünnet mezhep imamlarından olan İmam Malik dahil, namazda
el bağlamayı mekruh olarak kabullenmiş ve özellikle de Peygamberin soyundan olan
pak Ehl-i Beyt imamları bu ameli tamamen nehy etmişlerdir.
Bu mesele Caferiler arasında hiçbir zorluk, ihtilaf
ve sıkıntı icat etmemiştir. Zira fetvalarda bir takım farklılıklar olsa bile,
uygulamada dünyanın neresinde olursa olsun bütün Caferiler eli açık olarak namaz
kılmaktalar. Ama Ehl-i Sünnet kardeşlerimizin arasında bir takım sıkıntılara
sebep olmuştur. Kimleri bu imam ellerini göbeği üzerinde, diğer camimin imamı
altında, bir başkası da yukarısında bağladı sözleri onlar arasında ne yazık ki,
ayrılma ve bozuşmalara sebep olmuştur. Hatta bu mesele İslam’ın rükunlarından,
farzlarından, vacibatlarından biri olmamasına rağmen ve sünnet olmasına rağmen
bazı taife ve kabileler bir takım ufak-tefek ihtilaflı uygulamalar neticesinde
birbirlerini tekfir etmişler ve birbirlerine lanetler yağdırmışlardır.[176]
Oysa sünnetin terki, bunları
asla meşrulaştırmaz. Aslında bu ihtilaflardan dolayı bu tür bölünme ve
zararların faturasını, huzursuzluk ve keşmekeşlik çıkaran insanlara kesilmemesi
aksine ilk aşamada alimlere, hatiplere ve yazarlara kesilmesi ve onların
suçlanması gerekir. Zira, bazı alim, hatip ve yazarlar vardır ki, neticede
sünnet olan bu amele vacipmiş gibi emretmişlerdir.
Buna binaen
avam tabakası da bir çok sünneti farz olarak talakki etmişlerdir. Sünneti farz
olarak gören bu avam tabakasından birisi de sünneti terkeden bir müslümanı
gördüğünde farzı terketti kaygısıyla ona saldırmaya başlamış ve müteakibinde bir
çok zarar ve ihtilaflara sebep olmuştur.
Namazda el bağlamanın sünnet
olduğunu savunanların dayanak ve delilleri üç tane rivayetten ibarettir:
1- Buharinin naklettiği Sehl
b. Sa’d’ın hadisi.
2- Müslimin rivayet ettiği ve
Beyhakinin de üç senedle naklettiği Va’il b. Hucr’un hadisi.
3- Beyhakinin kendi sünenin
de naklettiği Abdullah b. Mesud’un hadisi. Şimdi bu üç rivayeti tekrar tekrar
inceleyeceğiz.
1-
SAHL B. SA’D’IN HADİSİ: Ebu Hazim Sehl b. Sad’dan şöyle rivayet etmiştir;
“İnsanlara namazda sağ ellerini sol ellerinin üzerine bırakması emrolunuyordu.”
Ebu Hazim şöyle demiştir; Bu amelin Peygambere nisbet
verilmesinden başka bir şey bilmiyorum. İsmail de demiştir ki; Bu amel
Peygambere nisbet verilmiştir.[177]
Bu rivayet sadece el
bağlamanın şeklini ve keyfiyetini belirtmiştir. Ama iki delile göre bu sözün
Peygamber tarafından buyrulmadığına delalet etmektedir.
Birinci delil: Eğer Peygamberin kendisi el bağlamaya emretmiş
olsaydı, rivayetin, insanlar şu şekilde emrolundu şeklinde değil de Peygamber
şöyle emrettişeklinde olması gerekirdi. Rivayetteki, “İnsanlar emrolundular sözü
şunu açıkça göstermiyor mu ki,bu hüküm Peygamberin vefatından sonra
verilmiştir.zira halifeler ve amirler insanları daima namazda el bağlamaya
emrediyorlardı. Zira onlar kendi akıl ve mantıklarına göre bu amelin hüşu ve
hüzuna daha yakın olduğunu zannediyorlardı. İşte bu sebepten dolayı Buhari bu
babdan sonra kitabında hüşu babını bırakmıştır.
İkinci delil: hadisin
senedi Hadisin senedi şunu gösteriyor ki, bu amel emredenlerin (Amirlerin)
amelidir. Peygamberin ameli değildir. Zira İsmail diyorki; Bu hadisin Peygambere
nisbet verilmesinden başka birşey bilmiyorum. Bu sözün anlamı şudur; bu amelin
namazda sünnet oluşu belli değildir. Bu amel sadece Peygambere nisbet verilmiş
ve Sehl b. Sad’da bu rivayeti merfu[178]
olarak rivayet etmiştir. Bu açıklamalar hadisdeki fiil mechul olduğu
yakdırdedir. Ama fiil malum okunduğu takdırde şu cevabı vermek mümkündür. Bu
fiili Sehl Peygambere nisbet vermiştir. Faraza bu kıraat saıh olmuş olsa bile ve
bu kıraat ile hadıs merfulukdan çıkmış olsa bile, bu hadısdeki “ bundan başka
bir şey bilmiyorum” sözü onu bir şahisdan duyup o şahsın adının geçmemesi
hadisin gevşeklik ve zayıflığını gösterir.
2-
VAİL B. HUCR’UN HADİSİ:
Vail’in hadisi farklı şekillerde rivayet olunmuştur.
1- Müslim Vail b. Hucr’dan şöyle
rivayet ediyor; O, Peygamberi namaza girerken ellerini kaldırıp tekbir
getirdiğini ve elbisesine sarıldığını ve daha sonra sağ elini sol elinin üzerine
bırakırken, gördüğünü söylemiştir. Peygamber efendimiz rükuya gitmek istediğinde
ellerini elbisesinin içerisinden çıkarıyor sonra her ikisini de kaldırarak
tekbir getirip rükuya gidiyordu.[179]
Bu hadisde
ihticac olunan ve dayanılan delil yapılan fiildir. Oysa bu fiilde bir konuya
delil getirip onu sabitleştirmek doğru değildir. Zira hadiste geçen fiilin
sebebi meçhuldur. Çünkü Peygamberin, ellerini sırf sünnet olduğu için mi yoksa
soğuktan korunmak için mi? elbisesini toparlayıp ona bürünmesinin sebebi
meçhuldur. Sebep hangisidir bilinmemektedir.
Resulü
Ekrem (s.a.a) hem muhacirlerle ve hemde ensar ile on yılı aşkın bir bir müddet
namaz kıldılar. Eğer Peygamber efendimiz namazda ellerini bağlamış olsaydı, bu
meselenin nakli fazla olur, konu asrı seadet dönemindeki Müslümanlar ve sahabe
arasında meşhurlaşmış olur ve bunu sadece Vail b. Hucr değilde başkalarıda
nakletmiş olurdu.
Bu rivayet başka bir şekilde de
naklolunmuştur. Ve naklolunan bu farklı rivayette “sonra elbisesine sarıldı”
kelimeleri mevcut değildir. Beyhaki Musa b. Ümeyr’den nakletmiştir ki; Alkame b.
Vail, Vail’de babasından şöyle nakletmiştir; Peygamber namaza durduğunda sol
elini sağ eliyle tutardı. Ben Alkameninde öyle yaptığını gördüm.[180]
Birincisi:
ilk rivayette olduğu gibi bu rivayette de fiilin sebebi belli değildir.
İkincisi:
hadisin senedinde Abdullah b. Cafer vardır. Eğer bu şahıs İbni Necih ise, Muin
onun hakkında şöyle demiştir; Bir itibar ve değeri yoktur. Nesai ise şöyle
demiştir; onun hadisleri terkolunmalıdır.
Üçüncüsü
de: eğer Peygamber böyle bir ameli yapmış olsaydı insanlar arasında meşhur
olurdu. Oysa Vail diyorki; “Ben Alkamenin de böyle yaptığını gördüm” Buradan
anlaşılan şudur ki; Ravi sünneti Alkame tariki ile tanıyormuş Resulullah tariki
ile değil.
Beyhaki İbni Mesud’dan müsned bir
hadisde şöyle nakletmiştir; İbni Mesud namaz kıldığında sol elini sağ elinin
üzerine bıraktı, Resululla bunu görünce onun sağ elini alıp sol elinin üzerine
bıraktı.[181]
Beyhakinin
naklettiği bu rivayet İbni Mesud ve onun gibilerine en büyük ihanet
ve hakaretlerden birisidir.
Zira eğer bu fiil Peygamber tarafından açıkça yapılmış olsaydı, sahabelikte
fazla geçmişi olan ve İslamda ilklerden olup da sabigin ünvanını alan İbni Mesud
gibi birisinin bu ameli bilmemesi ve dolayısıyla vazife ve teklifine cahil
olması ve neticede sünnete alim olmaması mümkün değildir.
İkinci bir
şey ise bu hadisin senedinde Heşim b. Beşir vardır, oda tedlislik ve
güvençsizlikle meşhurdur.
Namazı eli bağlı olarak kılmak
Caferi fıkhına göre bid’at ve haramdır. ehlibeyt İmamları bu ameli Mecusilerin
amellerine benzettikleri için daima bu amelden nehyetmişlerdir. Hz. Ali (a.s) bu
konuya binaen şöyle buyuruyorlar; Müslüman Allah’ın huzuruna (ibadete) çıktığı
zaman ellerini üstüste bırakmasın (bağlamasın) zira bu ameliyle Mecusilere
benzer.[182]
Büyük ve değerli sahabelerden olan
Ebu Hamid Saidi, içlerinde Ebu Hureyre, Sehl Saidi, Ebu Useyd Saidi, Ebu Kutade,
Haris b. Rebei ve Muhammed b. Meslemeninde bulunduğu bir grup sahabeye, “Resulü
Ekrem’in namazının keyfiyetini en ufak ayrıntı ve müstehaplarına kadar beyan
ettiğinde el bağlamaktan kesinlikle söz etmemiştir.”[183]
Eğer,
gerçekten Peygamber efendimizin üslub ve sünneti namazda el bağlamak olsaydı
yukarıdaki rivayette zikrolunmuş olurdu. Ebu Hamid’de bu ameli unutmuş olsaydı
eğer, orada bulunan sahabelerinde bu konuyu ona hatırlatmaları gerekirdi, oysa
hadiste böyle bir şey de mezkur değildir. Ebu Hamid Saidinin hadisine benzer
hadisler Şia kaynaklarında Hamid b. İsa tarafından naklolunmuştur.
Sehl b. Saidin hadisindende
anlaşılan şudur ki; namazda elleri bağlamak Peygamberden sonra ortaya çıkarıldı.
Zira O diyor ki; “İnsanlara emrediyorlardı” Eğer bu emir Peygamberin emri olmuş
olsaydı onu Peygambere nisbet verir ve Peygamber insanlara şöyle emrediyordu,
tarzında nakletmesi gerekirdi. Böyle olmadığına göre de , Peygambere nisbet
verilen bir hadisin itibar derecesi nedenli olur siz düşünün...
Sayın okuyucu bu konuyu
kapaymadsan önce Vehbe Zuhaylinin İslam Fıkıh Ansiklopodisi adılı eserinin 1.
Cilt sayfa 381 de yer alan Hz. Peygamberin Namaz Kılma Şekli başlığı altında
yukarıdada işaret ettiğimiz gibi Ebu Humeyd’den nakledilen hadisi bilginize
aktaracak ve muhakemeyi size bırakacağız.
Buhari, Ebu Davud ve
Tirmizinin Muhammed b. Amr b. atadan tahriç ettikleri bir hadisi şerifde şöyle
denilmekdedir: “İçlerinde Ebu Katade’ninde bulunduğu on kişilik bir sahabe
meclisinde Ebu Muhammed es-Saidi’den işittim Ebu Ume şöyle demiştir: “ben
Resulluh (a.s.)’ın namaz kılma şeklini en iyi bilenizim. Sahabe: Neden? Allah’a
yemin olsunki sen onunla bizden çok beraber bulunmadın, Hz. Peygamber (a.s.) ile
beraber sohbetin bizden daha eski deyildir dediler. O bunu doğruladı. Sahabe: O
halde anlatda görelim dediler. Ebu Humeyd şöyle dedi Resulullah (a.s.) naaza
kalktığı zaman ellerini omuz hizasına kadar kaldırır tekbir alırdı. Sonra bütün
kemikler normal duruma gelinceye kadar bekler, sonra okumaya başlardı sonra
ellerini tekrar omuz hizasına kadar kaldırarak takbir alır sonra rukuya vararak
avuçlarının içini dizlerinin üzerine koyardı. Sonra başını ne aşağıya nede
yukarıya kaldırmaksızın düzgün bir şekilde dururdu. Daha sonra başını rukudan
kaldırarak : “Semiallahu limen hamideh” der, sonra mutedil bir vaziyette olarak
ellerini onuz hizasına kadar kaldırır, sonra Allahu Ekber derdi. Sonra yere
inerek iki elinin arasını anlının sığacağı şekilde açar sonra başını kaldırırdı.
Sonra sol ayağını bükerek onun üzerine otururdu. Secdeye vardığı zaman iki
ayağının parmaklarını büküp kıbleye çevirerek secde eder sonra Allahu Ekber
diyerek kalkar yine sol ayağını büker ve onun üzerine otururdu. Bu hareketi
yaparken bütün kemikler, azalar yerine oturur, sükün bulurdu. Sonra diyer
rekatdada aynı şeyleri yapardı. İki reketdan sonra ilk namaza başlarken yaptığı
gibi, iki ellerini omuz hizasına kadar kaldırarak tekbir getirir, sonra namazın
diyer rekatlarındada aynı şeyleri yaparak namazını tamamlardı.
Kendisinden sonra selan
vereceği secdeye gittiği zaman ayağını geri çeker ve teverrük şeklinde sol
oturağı üzerine otururdu.” Sahabe Ebu Humeyde: “ Doğru söyledin Resulullah
(a.s.) böyle namaz kılardı dediler.”
Sayın okuyucu görüldüğü gibi
yukarıda adı geçen kaynakların naklettiği bu rivayetde Peygamber efendimizin
namazda azalarının, hareketlerinin en ince ve ufak ayrıntılarına dahi inilmiş
ama el bağlamadan söz edilmemişdir. Bunca kanıtdan sonra biz diyoruz ki gelin
namazlarımızda Allah Resulune benzeyelim, Peygamber efendimizin uygulamasının
aksini yapan bazı sahabelere ve bazı fetva makamlarına benzemeyelim...
Bütün Müslümanlara bir gece
ve gündüzde beş defa namaz kılmaları farzdır. Bu namazları şer’i vakitleri Kuran
ve sünnette açıklanmıştır. Öğle ve ikindi namazının vakti, zeval vaktinden
güneşin batışına kadar olan zamandır. Akşam ve yatsı namazlarının vakti güneşin
batışından gece yarısına kadardır. Fecrin doğuşundan güneşin doğuşuna kadar olan
zamanda sabah namazının vaktidir.
Cafer inancına göre
namazlarının bir hususi vakti vardır, bir de müşterek vakti. Öğle namazının
hususi vakti güneşin zeval vaktinden dört rekatlık namaz kılınacak kadarki
bölümdür. İkindi namazının hususi vakti güneşin batmasından önce dört rekatlık
namaz kılınacak kadar vaktin kalmasıdır. Bu iki namazın müşterek vakti ise öğlen
namazının hususi vaktinin bitiminden ikindi namazının hususi vaktinin
başlangıcına kadardır. Akşam namazının hususi vakti akşamın şer’i vaktinin
girişinden sonra üç rekatlık namaz kılınacak kadarki vakittir. Yatsı namazının
hususi vakti ise şer’i gece yarısına girilmeden önce dört rekatlık namazın
kılınmasına vaktin yeterli olduğu zamandır. Akşam namazlarının muşterek
vakitleride akşam vaktının hususi vaktinin bitiminden yatsı namazının hususi
vaktinin başlangıcına kadar ki zamandır.
İşte Caferi inancına göre bu
dört namazın mezkur müşterek vakitlerinde birleştirilerek kılınmasında hiçbir
sakınca yoktur ve bu fiil ve uygulama sünneti nebevi de caiz görülmüştür.
Bunların yanı sıra, bütün
İslam mezhepleri Arafat ve Müzdelife’de öğlen ile ikindi ve akşam ve yatsı
namazlarının cem edilmesini caiz görmüşlerdir.
Ehl-i Sünnet mezheplerinin görüşleri şunlardan
ibarettir. Hanefilere göre: Arife günü sadece
hacılar için öğle ile ikindi namazını cem’i takdim tarzında tek ezan ve iki
kametle kılmak caiz olur... müzdelife gecesinde akşam ile yatsı namazı
birleştirilerek kılınır.[184]
Malikilere göre:
Öğle namazı ile ikinde namazını, akşam ile yatsı namazını birleştirerek Cem’i
takdim yahut cem’i tahir tarzında kılmanın altı sebebi vardır (yani altı sebeple
caizdir). Bunlarda, yolculuk, yağmur, karanlıkla birlikte çamur ve bayılmak ve
benzeri hastalıklar, Arafatta Arife gününde bulunmak; Müzdelife’de bayram gecesi
bulunmak. Bu durumların hepsinde birleştirerek kılmaya ruhsat vardır. Ancak
Arafat ile Müzdelife’de birleştirip kılmak sünnettir.[185]
Şafiilere göre:
Namazların birleştirilerek kılınmasını sadece seferde, yağmurlu havada ve hacda
Arafat ile Müzdelife’de caiz görmüşlerdir.[186]
Hanbelilere göre: Sekiz durumda namazları hem Cem’i takdim hem de
cem’i tahir tarzında birleştirerek kılmak caizdir. O haller şunlardan ibarettir:
Yolculuk anında, hastalıkta, çocuk emzirme durumunda, her namaz için su ile
yahut teyemmüm yaparak temizlenmekten aciz olmak, vakti bilmekten aciz olmak,
istihaze ve benzeri durumlar, özürlü olmak yahut meşgul olmak.[187]
Özetleyecek olursak; bütün
bunlar mezhepleri namazların birleştirilerek kılınmasının zaman ve mekanında
genelde üç ihtilafa düşmüşlerdir. Hanefiler haccın dışında cem olunmayacağına,
Şafiiler, Hanbeliler ve Malikilerde mezkur özel şart ve mazeretlerde cem oluna
bileceğine, Caferiler ise mutlak olarak cem olunabileceğini caiz görmüşlerdir.
Neticede Ehl-i Sünnet ile Şia
arasında bu konudaki ihtilaf şundan ibarettir; Ehl-i Sünnet öğlen ile ikindi ve
akşam ile de yatsı namazlarının her yerde ve her vakitte mutlak olarak cem
edilmesini caiz görmüyorlar. Caferiler ise tam aksine bu cem’in caiz olduğunu
kabulleniyorlar. Oysa bu ihtilaflı konuda hem Caferilerin hem de Ehl-i Sünnetin
uygulaması doğrudur. Yalnız Ehl-i Sünnetin bu konuda ifrata kapılıp Caferilere
saldırmaları yanlıştır. Zira Peygamber Efendimiz Müslümanlara genişlik, rahatlık
ve kolaylık olsun diye onların namazları cem etmelerine izin buyurmuşlardır ve
bilakis kendileri de kimi zamanlar bu işin cevaz ve meşruluğunu vurgulamak için
namazları birleştirerek kılmışlardır. Peygamber Efendimizin namazları
birleştirdiğine dair Ehl-i Sünnetin Sihah ve Müsnedlerinde toplam yirmi bir
taneden fazla rivayet vardır. Bu rivayetlerden bazıları sefer hakkındadır ve bir
bölümü ise yolculuk, hastalık ve yağmur dışı zamanları içermektedir. Bu
rivayetlerin bazılarında cem’in sebebinin Müslümanlara kolaylık olduğu
bildirilmiştir. İşte Caferi Müçtehitleri de Ehl-i Sünnetin kaynaklarında da
mevcut olan bu tür rivayetlere istinaden namazın gelen anlamda cem’ini caiz
görmüşlerdir. Cem etme keyfiyeti ise Müslümanların Arafat ve Müzdelife’de veya
yolculukta cem ettikleri gibidir.
Bazıları cem hakkında ki
rivayetlerden cem’i tahir neticesine varmışlardır. Yani ilk namazı son vaktine
kadar bekletip ikinci namazda tam vaktinde kılınır; böylelikle ilk namaz son
vaktinde ikinci namazda ilk vaktinde kılındığında, dolayısıyla iki namaz
arasında cem yapılmış olur. Rivayetlerdeki cemden maksat işte bu cem’i tahirdir
diye demişlerdir.
Bu görüş rivayetlerin zahiri
ile muhalif ve çelişmektedir. Zira daha öncede
zikrettiğimiz gibi cem’in keyfiyeti Müslümanların Arafata ve Müzdelife’de
yaptıkları gibidir. Müslümanlar Arafat’ta öğlen ile ikindi namazlarını öğlen
vaktinde, Müzdelife’de ise aşkam ile yatsı namazlarını akşam vaktinde cem ederek
kılmaktadırlar. İşte bundan dolayı Resûlü Ekrem’in dilindeki cem, cem’i tahir
değilde bu tür bir cem olsa gerek. Zira cem’i tahir hakkında bir ihtilaf söz
konusu değildir. Bunların yanı sıra, bazı rivayetlerde namazları cem etmenin
hikmet ve sebebinin ümmete genişlik ve rahatlık olduğu göze çarpmaktadır. Bazı
rivayetlerde ise herec ve zorluğun kalkması kelimesi yer almıştır. Bu tür
şeylerde namaz kılan insanın namazları cem etmede serbest olması ile sağlanır.
Yani zorluğun ortadan kalkması için öğlen ve ikindi veya akşam ile yatsı
namazlarını bu namazların geniş vakitlerinde istediği zaman kılabilmelidir.
Aksine zorluk, rahatlık ve genişlik kelimelerinin anlamı kalmaz. Cem hakkında bu
yanlış tefsirinin esasına göre, Peygamber Efendimizin yeni bir şey getirmediğini
söylemek ve kabullenmek gerekir. Zira bu tür bir cem (cem’i tahir) peygamberin
amelinden öncede caizdi. Zira her Müslüman öğleni son vaktinde ikindi namazında
ilk vaktinde kılarak bu iki namazı cem edebiliyordu.
Bu konuyu hadiler vadisinde
incelediğimizde konu gayet açıklığa kavuşacaktır. Rivayetlerde de göreceğiniz
gibi cem’den maksat Caferilerin söylediği cemdir, Ehl-i Sünnet’in söylediği
cem’i tahir değildir.
NAMAZLARI BİRLEŞTİME HAKKINDA HADİSLER:
1-Maliki mezhebinin imamı, Malik ibni Enes Muvatta
adlı kitabında şöyle nakleder: Peygamber korku ve seferi dışında öğlen namazı
ile ikindi namazını, akşam namazı ile de yatsı namazanı birleştirip kıldı.[188]
2-Malik ibni Enes, Muaz b. Cebel’den şöyle rivayet
eder; Peygamber öğlen ile ikindi ve akşam ile de yatsı namazını cem ederek
kılıyordu.[189]
3-Malik ibni Enes Nafi’den oda Abdullah b. Ömerden
şöyle rivayet eder; Peygamber bir yere gideceği zaman acelesi olduğunda akşam
ile yatsı namazını bileştirerek kılıyordu.[190]
4-Malik ibni Enes, Ebu Hureyre’den şöyle rivayet
eder; Peygamber Efendimiz Tebük seferinde öğlen ile ikindi namazını
birleştirerek kıldı.[191]
5-Malik ibni Enes, Nafi’den şöyle rivayet eder;
Amirler akşam ile yatsı namazını yağmurda birleştirerek kıldıklarında Abdullah
b. Ömer’de onlarla birleştirerek kılıyordu.[192]
6-Malik ibni Enes Ali ibni Hüseyin’den şöyle
nakleder; Peygamber (s.a.a.) gündüz yola gitmeyi irade ettiğinde öğlen ile
ikindiyi birleştirip kılıyordu. Akşam yolculuğa gitmek istediğinde akşam
namazını birleştirip kılıyordu.[193]
7-Hanbeli mezhebinin İmamı Ahmed b. Hanbel kendi
müsnedinde Cabir b. Zeyd’den şöyle nakleder; Cabir b. Zeyd, ibni Abbas’tan şöyle
işittiğini söyledi; Peygamber ile birlikte sekiz rekatı (öğlen-ikindi) ve yedi
rekatı (akşam-yatsı) birleştirerek kıldım. Ben Ebu Sasa’ya dedim ki zannedersem
Peygamber öğlen namazını tahir edip ikindi namazını da erken kıldı ve akşam
namazını da tahir edip yatsı namazını erken kıldı. Ebu Sasa dedi ki bende böyle
zannediyorum.[194]
8-Ahmed b. Hanbel Abdullah b. Şakik’den şöyle rivayet
eder; Bir gün ikindinden sonra İbni Abbas bize konuşma yapmaya başladı. Ama
güneş batıp yıldızlar çıkmasına rağmen konuşmasına devam ediyordu. Halk namaz
diye söylenmeye başladı. Bu arada Beni Temim’den olan biriside durmadan namaz
diyordu. İbni Abbas ona hitap ederek; ‘Ey biçare, bana sünneti mi
öğretiyorsun?’dedi. Sonra şunları ekledi. Ben Hz. Resûlü Ekrem’in öğlen ile
ikindi ve akşam ile de yatsı namazlarını birlikte kıldığını gördüm. Abdullah
şöyle diyor; Ben bu meselede tereddüde kapıldığımdan dolayı Ebu Hureyre’yi
gördüğümde bu konuyu ondan sual eyledim. Ebu Hureyre’de İbni Abbas’ın sözünü tasdik etti.[195]
Ayrı bir nakle göre de İbni Abbas’ın o şahsa şunları
dediği naklolunmuştur; Ey zavallı bize namazı mı öğreteceksin? Oysa biz
Peygamber zamanında iki namazı birlikte kılıyorduk.[196]
9-Muhammed Zerkani Muvatta’nın Şerhinde Ebu Sasa’dan
şöyle nakleder. Abdullah b. Abbas Basra’da öğlen namazı ile ikindi namazını
aralarına fasıla düşürmeden kıldı. Akşam namazı ile de yatsı namazını
birleştirerek kıldı.[197]
10-Zerkani Tebarani’den oda ibni Mesud’dan şöyle
nakleder: Resûlü Ekrem öğlen ile ikindiyi akşam ile de yatsı namazlarının
birleştirerek kıldı. Bu konuda ondan sorulduğunda buyurdular ki; Ümmetim zorluk
ve sıkıntıya düşmesin diye böyle yaptım.[198]
11-Müslüm b. Haccac, İbni Abbas’dan şöyle nakleder.
Resûlü Ekrem Medine’de bir korku ve sefer olmadan öğle ile ikindi namazlarını
bir arada kıldı.[199]
12-Müslim kendi sahihinde Said b. Cubeyr ve İbni
Abbas’dan şöyle nakleder; Hz. Resulullah Medine’de bir korku ve yağmur olmadan
öğle ile ikindi, akşam ile de yatsı namazlarını birleştirip kıldı. Ravi diyor
ki; İbni Abbas’dan Onun niçin böyle yaptığını sorduğumda, ümmetinin bir zorluğa
düşmemesi için böyle yapmıştır cevabını verdi.[200]
13-Buhari’nin nakline göre İbni Abbas şöyle diyor;
Hz. Peygamber yedi rekatı (akşam ile yatsı) ve sekiz rekatı (öğlen ile ikindi)
birlikte kıldılar.[201]
14-Müslüm b. Haccac kendi sahihinde şöyle nakleder;
Bir şahıs İbni Abbas’a namaz, namaz deyip susuyordu; Bunun üzerine İbni Abbas o
şahısa şöyle dedi; Ey biçare, bize namazı mı öğretiyorsun, oysa biz
Resulullah’ın zamanında namazları birleştirip kılıyorduk.[202]
15-Müslüm b. Haccac Meaz’ın dilinden şöyle nakleder;
Peygamberle birlikte Tebük seferi için yola koyulduğumuzda, Peygamber öğle ile
ikindiyi ve akşam ile de yatsı namazını birleştirerek kıldı.[203]
16-Malik bin Enes Muvatta adlı kitabında diyor ki;
ibni Şihab Salim b. Abdullah’tan yolculukta öğle ile ikindi namazının bir arada
kılınabileceğini sorduğunda o da evet sakıncalı değildir dedikten sonra ekledi,
acaba sen Arife günü insanların namazını görmüyor musun?[204]
Arafat’ta Arife günü
Müslümanlar öğle ikindi namazının cem edilerek kılınacağını caiz görmüşlerdir.
Yukarıdaki rivayette Salim b. Abdullah’ın dediği şudur; Arafat’ta insanlar her
iki namazda birlikte kıldıkları gibi Arafat’ın dışında da bu iki namazı
birleştirerek kılabilirler.
17-Muttaki Hindi Kenz-ul Ummal adlı hadis kitabında
şöyle nakleder; Abdullah b. Ömer şöyle diyor; Hz. Peygamber seferde değilken
öğle namazı ile ikindiyi ve akşam namazı ile de yatsıyı bizlere birleştirip
kıldı. Bir şahıs İbni Ömer’e Peygamberin niçin böyle yaptığını sorduğunda o
şöyle cevap verdi; (o) ümmetini zorluğa düşürmemek için böyle yapmıştır, eğre
birisi namazını birleştirmek istiyorsa[205],
yani eğer bir kişi namazı sebepsiz birleştirmek istiyorsa zor durumda kalmadan
bunu yapabilsin. Zira Peygamberde bunun için namazları bazen cem edip de
kılmıştır.
Netice itibarı ile şunları
söylemek mümkündür; İşlerin kolaylaşması, meşakkat ve zorluğun ortadan kalkması
için namazları bir vakitte birleştirip kılmak caizdir. Rivayetlerde de görüldüğü
gibi Peygamber Efendimiz bu kolaylık ve ruhsat kapısını açmış ve o kapıdan içeri
girmiştir. Dolayısıyla Peygamberin girdiği kapıdan içeri giren Caferileri sırf
bu amellerinden dolayı irdeleyen ve eleştirenler gerçekte Peygamberi irdelemiş
ve eleştirmiş olurlar. Zira böyle bir şey O Hazret tarafından cevaz görülmüşse
ümmete haliyle o Hazretin gösterdiği ve bilakis uyguladığı amele uyabilir ve bu
tür bir kolaylıktan yararlanabilirler. İşte bu tür konularda güneş balçıkla
sıvanmaz diyor, bunun aksini iddia edenleri düşünce ve tefekküre davet ediyoruz.
Sayın Okuyucu, kitabın bu
bölümünde Merhum Sullanul Vaizin Şirazi Hazretlerinin konu hakkında Hindistan’da
bir grup Ehl-i Sünnet ulemasıyla yaptığı münazarayı nakledeceğiz. Ümit olunur ki
hak yolun yolcularına ışık tutar.
...NEVVAB-Benim sualim az
olacaktır. Uzun bir müddetten beridir ki; Şia alimlerinden iri ile karşılaşıp
kafamdaki soruya cevap bulma arzusu içindeyim ve o arzumda inşallah bugün
gerçekleşecektir. Sualim şudur; Neden Şia’lar Resulullah’ın sünnetinin hilafına
göre öğle ile ikindi ve akşam ile yatsı namazlarını bileştirip kılıyorlar?
DAİ-Beyler, öncelikle şunu
iyi biliyorsunuz ki; fer’i meselelerde alimler arasında birçok ihtilaf
bulunmaktadır. Nitekim sizin dört mezhep imamları arasında da ihtilaf vardır.
İkinci olarak da, bizim yaptığımızın Sünneti Nebeviye muhalif olduğunu
söylediniz. Siz bu konuda yanılıyorsunuz. Çünkü Hz. Resûlü Ekrem namazları bazen
birleştirip kılıyor ve bazen de ayrı ayrı kılıyordu.
Bu esnada Nevvab kendi
arkadaşlarına dönerek bunun böyle olup olmadığını sual etdi.
HAFIZ-Peygamber sadece
yolculukta ve yağmur gibi mazeretli zamanlarda ümmet zorluk ve meşakkate
düşmesin diye namazları birleştirip kılmıştır. Ama sefer dışında kendi şehrinde
mukimken ayrı ayrı kılıyordu. Zannıma göre Dai seferi hezer (şehrinde mukim)
olarak telakki ettiler.
DAİ-Hayır kesinlikle
yanılmıyorum. Hatta kendi hadis kaynaklarınızda rivayetlerde dahi Peygamberin
şehrinde mukimken, hiçbir mazeret olmaksızın namazlarını cem ettiği
naklolunmuştur.
HAFIZ-Zannedersem Şia
rivayetleri ile bizim rivayetlerimizi karıştırdınız.
DAİ-Şia kaynaklarındaki
rivayetler bu manada ittifak etmişlerdir. Sohbet sizin rivayetleriniz
üzerindedir ki; sahih ve muteber kaynaklarınızda birkaç rivayet bu konuda
naklolunmuştur.
HAFIZ-Onlardan bir kaçını
buyurmanız mümkün mü acaba?
DAİ-Müslim ibni Haccac kendi sahihinde İbni Abbas’dan
şöyle nakleder; Peygamber korku ve sefer dışında öğlen ile ikindi namazını akşam
ile yatsı namazını birleştirip kıldı.[206]
Bu hadisi Ahmed ibni Hanbel’de Müsnedinin c.1, s.221
de nakletmiştir. Yine nakletmişlerdir ki; Peygamber Efendimiz sefer dışında
Medine’de mukimken yedi rekatlık namaz ile sekiz rekatlık namazı birleştirip
kıldılar. Başka bir rivayette ise, şöyle naklolunur; Ravi şöyle diyor; Bir gün
ikindinden sonra İbni Abbas bize konuşma yapmağa başladı. Ama güneş batıp
yıldızlar çıkmasına rağmen konuşmasına devam ediyordu. Halk namaz-namaz demeye
başlamıştı. Bu arada Ben-i Temim’den olan biriside durmadan namaz namaz diyordu.
İbni Abbas ona hitap ederek, ‘Ey biçare, bana sünneti mi öğretiyorsun?’ dedi.
Sonra da şunları ekledi. ‘Ben Hz. Resulullah’ın öğle ile ikindi ve akşam ile
yatsı namazlarını birlikte kıldığını gördüm.’[207]
Abdullah diyor ki; bu sözden
dolayı kalbimde bir kırgınlık olduğu için meseleyi, Ebu Hureyre danışıtığımda, o
da ibni Abbas’ın sözünü tasdik etti.
Ayrı bir nakilde de ibni
Abbas’ın Abdullah b. Şakike şunları dediği kaydolunmuştur.
Ey zavallı, bize namazı mı öğreteceksin? Oysa biz Hz.
Resulullah’ın zamanında iki namazı birlikte kılıyorduk.[208]
Yine sizin büyük alimlerinizden olan Zerkani Ebi
Şasa’dan şöyle nakleder; İbni Abbas Basra’da öğle ile ilkindi ve akşam ile de
yatsı namazlarını aralarında fasıla bırakmaksızın birleştirip kılıyordu ve şöyle
diyordu; Peygamber namazlarını bu şekilde kılıyordu.[209]
Yine Müslim kendi Sahihinde,
Malik Muvatta’sının Cem’u beyne-s Selateyn babında ve Ahmed b. Hanbel
Müsnedinde, Said b. Cubeyr’den, o da İbni Abbas’dan şöyle rivayet eder;
Peygamber Sefer dışında ve korku olmaksınız Medine’de öğle namazı ile ikindi
namazını birleştirip kıldı. Ebu Zubeyr diyor ki; ben Said’ten Peygamberin
namazları neden birleştirdiğini sual ettim. Said dedi ki; aynı soruyu bende ibni
Abbas’a yönelttiğimde, o şöyle cevap verdi;
Ümmetinin zorluğa düşmemesini irade ettiği için böyle yapmıştır... Bu babdaki
rivayet ve haberleri fazlasıyla nakletmişlerdir. Bu konuya en açık delil ve
hadis kaynaklarında ‘Cem-u Beyne-s Selateyn’ (Namazları cem etme-birleştirme)
bablarının bırakılması ve bu bablarda bu konulara binaen hadislerin
naklolunmasıdır. Eğer bunu aksine olmuş olsaydı; bu konuda hadis kitaplarında
‘Hezerde namazları birleştiren, seferde namazları birleştirme babları gibi
hususi, babların olması gerekirdi.
İşte sahih ve muteber
kitaplarda naklolunan bu rivayetler namazların Hezerde de (vatanda) seferde de
cem’inin cevazlığını göstermektedir.
HAFIZ-Sahih-i Buhari’de böyle
bir bab ve bu tür rivayetler mevcut değildir.
DAİ- Öncelikle şunu
belirteyim ki, Müslim Nesa-i, Müsned-i Ahmed, Müslim ve Buhari’nin şerhleri gibi
kaynakların nakilleri ve büyük alimlerinizin bu konudaki müspetli satırları
bizim hedef ve maksadımız için yeterlidir.
İkincisi de; başkalarının
naklettiği bu rivayetleri de Buhari kendi sahihinde getirmiş ama bir ustalık ve
uyanıklıkla hadisleri asıl mahallinden başka bir mahalle intikal etmiş ve o
bab’a da şu ismi vermiştir; ‘Bab-u Tahir-uz Zuhr ile’l Asr Min Kitab-i
Mevagit-is Selat’ Yani namaz vakitleri kitabının öğleni ikindeye tahir etme
babı. Eğer bu babı dikkat ile alırsanız diğerlerinin naklettiklerini orda da
bulmanız mümkündür.
Bu hadislerin cem’u Beyn-es
Selateyn babında izin ve ruhsat unvanında naklolunması her iki fırkanın
ulemasının akidesidir ve bunun yanı sıra kendi sıhhahlarında bu hadislerin
sıhhatini de kabullenmişlerdir.
Nitekim Allame Nevevi Sahih-i
Müslimin şerhinde, Askalani, Kastalani ve Zekeriya Ensari Sahih-i Buhari’ye
yazmış oldukları şerhlerinde, Zerkani Malik’in Muvattası’nın şerhinde ve diğer
büyük alimleriniz bu konuda hadisleri nakletmiş, özellikle de İbni Abbas’ın
hadisinin sahihliğine itiraf ettikten sonra bu hadislerin namazların hezerde ve
sefer dışında ümmet zorluk ve meşakkatte olmasın diye bu hadislerin cem
meselesine ruhsat ve izin delili olduğunu söylemişlerdir.
NEVVAB-Nasıl mümkün olabilir
ki; Resûlü Ekrem zamanından cem meselesine amel etmeye dair hadislerin bize
ulaşıp da özellikle alimlerin hüküm ve amellerinde ihtilafın olması
düşündürücüdür.
DAİ-Sadece bu konu etrafında
değil de, diğer birçok konu etrafından ihtilaflar vardır. Özellikle Ehl-i Sünnet
alimleri dahi bu konuda ya düşünce kusurluğundan veya benim almadığım ayrı bir
sebepten dolayı muteber hadisleri yanlış yorumlar neticesinde hadislerin
zahirini kaybettirmişlerdir. Örneğin diyorlar ki; Bu hadisler korku, yağmur gibi
mazeretli zamanları kastetmiş olsa gerek. Sizin geçmiş alimlerinizden İmam
Malik, Şafii ve bir grup Medine alimleri gibi alimlerde bu tevil ve yoruma göre
fetva vermişlerdir. Oysa bu görüşü İbni Abbas’ın naklettiği hadis
reddetmektedir. Zira hadis de buyuruyor ki; ‘Korku ve yağmur olmadığı zaman’
namazları birleştirerek kılıyorlardı. Bazıları da kendi zanlarınca fikir üretmiş
ve demişlerdir ki, Şayet Havanın bulutlu olduğu bir zamanda vakti tam olarak
bilemeyip öğlen namazına başlamış ve öğlen namazından sonra bulut kaybolunca
hava aydınlanmış ve aydınlanınca ikini namazının vaktinin girdiğini görüce öğle
namazın da hemen sonra ikindiyi kılmışlardır. Böylelikle öğlen ile ikindi namazı
birleştirilmiş demektir. Bu yorum safsatadan başka bir şey değildir. Zira yorum
sahipleri galiba namaz kılanın Peygamber olduğunu unutmuşlar. Çünkü Peygamber
için bulutun olması veya olmamasının bir eseri yoktur, çünkü o hazretin ilmi,
sebepler bağlı deyildi aksıne o hazrettin ilmi bütün sebep ve eserleri
kuşatmaktaydı. Diğer bir konu ise; taakkul ve tefekkür ölçüsü noksan olan bu tür
yorum sahiplerinin elinde anlattıkları gibi bir delil mevcut değildir. Bu
yorumun batıllığına, cem esnasında bulutun olduğuna delilin olmayışıdır. Zira
böyle bir yorumu kabullenmek hadislerin zahirinin hilafınadır... Bütün yorumlar
araştırmacılar ve muhakkiklerce merdudtur. Sizin kendi büyük alimlerinizde
hadislerin zahirinin hilafına olduğunu söylemişlerdir. Sizin büyük
alimlerinizden olan Şeyh-ül İslam Ensari ‘Tuhfet’ul Bari fi Şerhi Sahih-i
Buhari’nin ikinci cildinin Selat-uz Zuhr mee-l esr vel mağrib mee-l işa ‘(Öğle
namazı ile ikindi namazı ve akşam namazı ile de yatsı namazı) babının sayfa
292’de ve Allame Kastalani İrşad-us Sari fi Şerhi Sahih-i Buhari’nin 2. Cildinin
293. Sayfasında ve Buhariye şerh yazan diğerleri ve diğer bir çok muhakkileriniz
de bu tür yorumların hadislerin zahirinin hilafına olduğunu söylemişlerdir.
NEVVAB-Öyleyse kardeş olan
iki Müslüman kitleyi birbirlerine düşüren ve birbirlerine adavet ve düşmanlık
gözüyle bakmalarına sebep olan ve birbirlerinin ameline itiraz etmelerine sebep
olan bu ihtilaf nereden çıktı?
DAİ-Müslümanlardan kardeş
olan iki kitlenin birbirlerine düşmanlık gözüyle baktıklarını söylediniz.
Öncelikle ben Ehl-i Beyt Şia’ları adına burada onlar adına söylenen yanlış
şeylerde onları savunmak zorundayım. Şunu iyi biliniz ki; biz Şia’lar Ehl-i
Sünnetten olan avam ve ulema tabakasından hiç kimseye düşmanlık ve hakaret
gözüyle bakmamakta aksine onları kendimize Müslüman kardeş olarak görüyoruz.
Ama ne yazık ki; yabancılar,
hariciler, nasibiler, Emeviler, ins ve cin şeytanlarının Şia’lar aleyhine
yaptıkları tebligatlar ve tahrikler bir çok Ehl-i Sünnet kardeşimizin kalbine
tesir etmiş ve böylelikle onlarda kıblede, kitap da, Nübüvvette, Ahkâma, vacip
ve müstehaplara amel etmede ve günahları terk etmede onlarla müşterek olan
Şia’lara ve Ehl-i Beyt taraftarlarına farklı bir gözle bakmış ve onları
‘rafizi’, müşrik ve kafirlikle nitelemişler ve onlara düşmanlık gözüyle
bakmışlardır. Bu tür ihtilafların nereden çıktığını sordunuz, inşallah ileri ki
sohbetlerimizde de bu konuya açıklık getireceğim.
Diğer bir mesele ise, Ehl-i
Sünnet alimleri namazın cem meselesinde ki, ümmete kolaylık, rahatlık olsun ve
bu meseleye mutlak olarak cevaz anlamını ifade eden hadisleri ruhsat ve kolaylık
ve rahatlık unvanında naklettikleri hadisleri ne hikmetse farklı bir şekilde
yorumunu yapmışlar ve mazeret ve özür dışında cem’i caiz görmemişlerdir. Ebu
Hanife ve ona tabi olanlarda mutlak olarak ister mazeret halinde veya mazeret
dışında, seferde veya hezerde cem’i men etmişlerdir. Ama usul ve fur’u ilminin
tamamında birbirleriyle ihtilafı olan Şafii’ler, Maliki’ler ve Hanbeli’ler, Hac,
Umre, Savaş ... gibi mubah yolculuklarda cem meselesine cevaz gözüyle
bakmışlardır. Ama Ehl-i Beyt Şia’ları, Peygamber Efendimizin, buyruğuna göre
‘Ehl-i Beyt hakkı batıldan ayıranlardır ölçüsüne dayanarak onlara itaat ederek
mutlak olarak namazı birleştirmeyi caiz görmüşlerdir...
HAFIZ-Bizleri bu konuda
aydınlattığınız için size minnettarım...
Halifeler mektebine tabi olan
Ehli Sünnet camiası ile Ehlibeytin kanalıyla Peygamber efendimizin sünnetine
tabi olmayı prensip edinen Caferiler arasında abdest meselesinde iki ana ihtilaf
vardır. Bu ihtilaflarda, abdestte ayağın meshedilmesi veya yıkanması ile ellerin
yukarıdan aşağıya mı yoksa aşağıdan yukarıya doğru yıkanması hususunda dır.? Biz
her ihtilaflı meselede olduğu gibi, bu konuda da tek kaynak Kur’an ve sonrasında
da Ehli Sünnetin Sıhah ve kaynaklarının naklettikleri hadisler olmak kaydıyla
açıklık getirmeğe çalışacağız.
Abdestte ayaklar konusunda
Müslümanlar arasında toplum dört tane görüş vardır.
Birinci görüş; Abdest alırken
ayakların meshedilmesinin farzı tayinidir. Bu görüş Ehl-i Beyt mektebinin
görüşüdür.
İkinci görüş; Abdeste
ayakların yıkanması farzı tayinidir. Bu görüş Ehl-i Sünnet mezhebinin dört
fakihi olan Ebu Hanife, Şafii, Malik, Ahmed b. Hanbel ve Onların tabiilerinin
bir grubunun görüşüdür.
Üçüncü görüş; Her ikisinin de
cem etmeyi yani hem yıkama ve hem de meshetmeyi kabullenmişlerdir.
Bu görüş de Zeydiye İmamlarından olan Davud b. Ali,
Nasiruril Hak ve Zeydiye alimlerinin çoğunluğunun görüşleridir.[210]
Dördüncü görüş; onlardan
birinin yapılmasını (yıkamak veya meshetmek) gerekli görenlerin görüşüdür. Bu
görüş de Ehl-i Sünnet mektebinden olan Hasan-ı Basri Muhammed b. Ceriri Taberi
ve Ali Cubbai gibi alimlerin görüşüdür. Şeyh Muhyiddin Arabi de Fütuhat-ı Mekki
adlı eserinde bu görüşü zikretmiş ve şöyle demiştir:
‘Bizim mezhebimiz (görüşümüz) ihtiyarıdır. Meshetme
Kuran’ın zahirine göre, yıkamak ise sünnete göredir.”[211]
Yukarıdaki dört görüşü
savunanların kendilerine göre şahit ve deliller vardır. Ama biz bu görüşler
içerisinde Müslümanlar arasında en fazla taraftarı olan birinci ve ikinci görüşü
Kuran ve Sünnet ışığında inceleyeceğiz
ve hangisinin Kuran ve Sünnete mutabık olduğunu açıklamaya çalışacağız. Her iki
görüşü savunanların deliline geçmeden önce şunu belirtelim ki; Peygamber
Efendimizin defalarca ister hezerde, ister sefer, savaş, gece ve gündüz abdest
alması bir çok sahabe tarafından görülmesine rağmen Müslümanların bu tür açık
bir meselede ihtilafa düşmüşleri şaşılacak şey doğrusu. Anlaşılıyor ki; şahsi
içtihat zihniyeti bu konuya da el uzatmış ve ihtilafın doğmasına sebep olmuştur.
Bu tür açık meselelerde içtihadın bir oyun olduğu bu ihtilaftan gayet iyi
anlaşılmaktadır.
Kuran’ı Kerim her konuda
olduğu gibi bu konuda da hüküm direktifini koymuştur. Eğer Asr-ı Saadet
döneminde herhangi bir konu Müslümanlarca müphem olsaydı, o konuyu Peygambere
sual eder ve beyanını isterlerdi, çünkü Peygamberlerin vazifesi tebliğ ve
tebyindir. Asr-ı Saadet dönemindeki Müslümanlar Abdest ayetinden ya yıkamayı
veyahut meshetmeyi algılamışlardır. Denilebilir mi ki; onlarda bu konuda
ihtilafa düşmüşlerdi? Cevap menfidir. Zira eğer Peygamber Efendimizin kendi
zamanında böylesine ameli ve açık bir konuda müphemlik veya ihtilaf olursa
Peygamber Efendimizin vefatından sonra ki Müslümanların hali nasıl
düşünülebilir!
Kuran’ı Kerim konu hakkında
Maide süresinin 6. Ayetinde şöyle buyuruyor; ‘Ey inananlar, namaza durmak
istediğiniz zaman yüzlerinizi ve dirseklerinizi ellerinizden yıkayınız,
başınızın bir kısmını ve üzerindeki çıkıntıya kadar ayaklarınızın bir kısmını
meshediniz.’
Ehl-i Sünnet alimleri genelde
yukarıdaki ayete ve bazı çelişkili rivayetlere istinaden abdeste ayakların
yıkanmasının gerekliliğini söylemişlerdir. Çünkü kıraatçi Asımın ravileri olan
Nafi, İbni Amir, Kesai ve Hafs bu ayetteki Ercul kelimesinin vucuh kelimesine
atfederek üstün ile “Erculekum” şeklinde okumuş veyahut takdirde (gizli) iğsilu
fiilini tutmuş onun için erculekum okumuşlardır. Dolayısıyla her iki takdirde
meshedin başınıza yıkayın ayaklarınız şeklinde olur.
Bazıları da Cerri Cevar
kaidesine göre Erculikum olarak ayeti okumuşlardır. Yani Ercul kelimesinin
esreyle okunması ruusi kum’a atfolduğundan değildir. Hakikatte o vucuhe kum’a
atf olduğu için üstündür (mensubtur) ama ruusikum’la hem cevar olduğu için
esreli okunmuştur. Bu açıklama neticesinde ayaklar yıkanmalıdır.
Ehl-i Sünnet ulemasının
ayetteki istinbat şekli yukarıdakilerden ibarettir.
Ama hadisler konusundan, Ehl-i Sünnet tariklerince
onların kaynaklarında naklolunan bazı rivayetlerde Peygamberin abdest alırken
ayaklarını yıkadığı naklolunmuştur.[212]
İbni Abbas Peygamberin aldığı abdesti beyan ederken
onu ayakları yıkamakla tamamlamıştır diye açıklamıştır.[213]
Buhari Abdullah b. Ömer’den şöyle rivayet eder;
Peygamber bir yolculuğunda bizden ayrıldı, bizim yanımıza vardığı zaman biz
ikindi namazını kılmamış geciktirmiştik, namazı kılmak için abdest almaya
başladık ve abdest alırken ayaklarımıza meshettik, Peygamber bunu görünce yüksek
sesle şöyle buyurdu; vay olsun cehennem ateşinden dolayı ayaklarınızın altına.
Hazret bu cümleyi iki veya üç kez tekrarladı.[214]
Hazretin bu sözü yıkamaya bir uyarıydı.
Ebu Muhammed Huseyn b. Mesud
b. Muhammed Şafii Beğevi Mesabih adlı eserinde ve diğerleri
Hz. Ali’nin ashaplarından olan Ebu Heyye’den şöyle naklederler.
‘Hz. Ali’nin şu şekilde abdest aldığını gördüm, önce
ellerini yıkayıp temizledi ve ağzına su alıp, üç defa mazmaza etti ve arkasından
burnuna su aldı daha sonra üç defa yüzünü ve üç defa da kollarını yıkadı ve
sonrasında bir defa başına meshetti ve daha sonra da ayağının çıkıntısına kadar
olan bölümü yıkadılar, daha sonra ayağa kalkıp abdestten arta kalan bir miktar
suyu içtiler ve oradakilere dönerek şöyle hitap ettiler; sizlere Peygamberin
nasıl abdest aldığın göstermek için böyle yaptım.[215]
Bu tür rivayetler mezkur
konuda fazlasıyla naklolunmuştur.
Bunlardan anlaşılan netice
şudur ki; Kuran ve hadis yıkamaya delalet etmektedir. Buna göre ayaklarını
meshedenlerin delilleri batı ve kendileri yanlış yolda olup bu konuda Kuran’ı
Manevi tahrife maruz bırakmışlardır.
Sayın okuyucu yukarıdaki
zikrolunanlar, ayak yıkanmalıdır görüşünde olanların delilleridir.
Konu hakkındaki ayetin
yorucularına deriz ki; gerçekten sizler insaflıca ayeti tahkik etseydiniz
görürsünüz ki o ayet bizim sizlere olan delil ve hüccetimizdir. Zira görülüyor
ki; sizler ayetteki ercul kelimesinin üstünlü yani “ercullekum” şeklinde
okunmasına iki sebep gösteriyorsunuz. Biz ve sizler ikinci sebepte müşteriğiz.
Zira gizlilik elin haddi geniştir. Sizler ‘iğsilu’ yıkayınız fiilini takdirde ve
gizlide tutup erculekum olarak okuyorsunuz ve bunu delil olarak gösteriyorsunuz,
o zaman biz de deriz ki; hayır iğsilu fiili değilde ‘imsehu’ meshedin fiili
taktir ve gizlidedir. Dolayısıyla imsehu’da sizlerin taktirde tuttuğunuz
iğsulu’ya karşı bizim delilimiz olacaktır. Çünkü ‘Erculukum’ a yakın olan
‘imsehu’ karinesi ona uzak olan ‘iğsilu’ karinesinden uzak bir ihtimali yoktur.
Ama ‘erculekum’un üstünlü şekilde okunmasının birinci sebebine gelince, Birinci
sebebe göre sizler ‘ercul’u ‘vucuhekum’a atfettiğiniz için üstünlü olduğunu
söylüyorsunuz. Oysa bu tür bir atf Arap lisanı gramerine göre bozuk olup kelamı
düzen dışına iter. Örneğin, eğer birisi Velid’in vurulmasını kastederek şöyle
söylerse ‘Zerebtu Zeyden ve Emren ve Ekremtu Haliden ve Veliden’ (Vurdum Zeydi
ve Emri ve ikram ettim Halide ve Velid’e) ve söylediği bu cümlede de Velid’i
Halid’e değil de Zeyd’e atfetmeyi irade ederse cümle şu şekilde olur, ‘Vurdum
Zeydi ve Emri ve İkram ettim Halide ve vurdum Velid’i’. Bu tür cümleler Arap
lisanında Fesahat ve Belagatı olmayan cümlelerdir. Kuran’ı Kerim ise her zaman
Arap Lisanının belagat ve fesahatinin üstünde olup ister Müslim ister gayri
Müslim Arap edipleri kalbinde bu yönüyle taht kurmuştur.
Diğer bir konu ise, Arapça
lisanı edebiyatına göre ‘erculekum’un ‘vucuhekum’a atıf olunması yanlıştır. Zira
Arap lisanı edebiyatına göre ‘el-Egrebu yemne-ul eb’ad’ Yani yakın uzağı men
eder. Bu kaideye göre Halid’in kendisine yakın olan ‘ikram’ fiiline mef’ul
olması ona uzak olan ‘vurmak’ fiiline mef’ul olmasından daha iyi ve edebiyat
kurallarına da uygundur. Dolayısıyla, ‘Ercul’ (ayaklar) kelimesinin kendisine
yakın olan ‘imsehu’ (meshedin) fiiline mef’ul olması onun kendisine uzak olan
‘iğsilu’ (yıkayın) fiiline mef’ul olmasından daha iyi, uygun, fasih, beliğ ve
edebiyat kurallarına mutabıktır.
Sayın okuyucu! Dikkat
edilecek olunursa abdest ayetinde iki fiil vardır, yıkayın ve meshedin fiileri.
Böylelikle ayette iki cümle vardır. Biz o iki cümleyi ayetteki kelimeleri ileri
geri oynatmadan olduğu gibi kaydediyoruz.
Birinci cümle: ‘Yıkayın
yüzlerinizi ve ellerinizi dirseklerinizden’
İkinci cümle: ‘Ve meshedin
başlarınıza ve ayaklarınıza çıkık kemiklerinize kadar’
Bu iki cümleye bu şekilde
bakan ve bu haliyle okuyan birisi ister Arap olsun, isterse de gayri Arap hiç
şüphesiz tereddüt etmeden şöyle söyler; Bu ayete göre abdestte bizim yüz ve
ellerimizi yıkamamız ve baş ve ayaklarımıza meshetmemiz gerekir. Bunu aksini de
söylerse ya lel aceb demek zorunda kalırız.
Ehl-i Sünnet alimlerinden
olan bazılarının cerri cevar kaidesine göre ayetteki kelimeyi ‘erculikum’
okumalarına gelince;
Nahivcilerin, edebiyatçıların
çoğunluğu bu kaideyi inkar etmiş ve onun caiz olmadığını söylemişlerdir. Caiz
bilenleri de iki şarta göre caiz görmüşlerdir. Birincisi kelamdaki maksadın
yanlışlıkla algılanmaması, ikincisi de hemcevar olan kelimelerin arasında atıf
harfinin olmamasıdır.
Abdest ayeti hakkında ve hem
cevar kaidesinin yanlışlığına dair Ehl-i Sünnet kitlesinin büyük
tefsircilerinden Fahri Razi tefsirinde şöyle diyor; Meshi
farz bilenlerin delilleri ‘ercul’ kelimesin de naklolunan iki meşhur kıraate
bağlıdır. Kıraat imamlarından, İbni Kesir, Hamza, Ebu Amr ve Ebubekrin
rivayetine göre Asım bu kelimeyi esreyle ‘ercilukum’ şeklinde okumuştur. Nafi,
İbn Amr ve Hafsın rivayetine göre de Asım üstünle ‘erculekum’ olarak
okumuşlardır. Ercul kelimesi esreyle ‘ercilukum’
şeklinde okunursa o zaman ‘rüus’ kelimesine atfedilir. Yani başın
meshedilmesinin farz olduğu gibi ayaklarında meshedilmesi farz olur. Eğer bir
kimse şöyle derse, Evet ‘ercul’ kelimesi meksurdur fakat, ‘rüus’ kelimesine
atfolduğundan değil, ‘cerri civar’ dan dolayıdır. Örneğin ‘cuhru zubbin haribin’
(Kertenkelenin yuvası haraptır) cümlesindeki harib kelimesi zubbin kelimesine
yakın olduğundan dolayı meksur olmuştur. Veya ‘Kebir-u unasın fi bicadin
müzzemmelin’ (Bir kabilenin büyüğü nakışlı elbiseyle bürünmüştür) cümlesindeki
‘müzzemmil’ kelimesi
‘bicadin’ kelimesine yakın olduğu için meksur olmuştur.
Cevabında deriz ki, bu birkaç
delile göre doğru değildir;
1-Şüphesiz cerri civar kuralı
gereği meksur olan kelime çok azdır. Ancak şiirlerde zaruret dolayısıyla
olabilir. Kuran’ı Kerim’de böyle bir zaruret yoktur.
2-Cerri Civar kuralı gereği
esre ‘cuhru zabbin harib’ gibi şüphe ve tereddüt doğurmadığı bir yerde gelir. Şu
kesindir ki; ‘harib’ ‘zabbin’ kelimesine sıfat olamaz, sadece ‘cuhrun’
kelimesinin haberi olabilir. Ama abdest ayetinde de şüpheye düşmekten bir
güvence yoktur.
3-Cerri civar kaidesi gereği
esre atıf harfi olmadığı yerde olur. (Abdest ayetinde ise atıf harfi mevcuttur).
Harfi atıfla birlikte cerri civar kaidesinin de gelmesini hiç kimse
söylememiştir.
Daha sonra Fahri Razi
sözlerine şöyle devam ediyor; Bazı alimlerde ‘ercul’ kelimesinin üstünle
okunmasının meshetmeyi gerektirdiğini söylemişlerdir. Çünkü ‘erculekum’
‘bi-rûusikum’ kelimesinin yerine matuftur. Bu kelime mef’ul- bih olduğundan
dolayı mahallen mensuptur, fakat lafzen ba-i carreyle mecrurdur. ‘Erculekum’un
‘rûus’ kelimesinin mahalline atf olunup üstünle okunması caiz olduğu gibi
‘ercul’ kelimesini ‘rûus’ kelimesinin zahirine atfederek mecrur okunmakta
caizdir.
Buna göre ‘ercul’ kelimesini üstün eden amilin
‘vemsehu’ veya ‘feğsilu’ olduğunu diyebiliriz.[216]
Ama eğer iki amil bir mamul’da toplanırsa en yakın amilin amel etmesi daha
uygundur. Öyleyse bu açıklamalarımızın doğrultusunda Allah’u Teala’nın
buyruğundaki ‘erculekum’ kelimesine nasb (üstün) veren ‘vemsehu’ (meshedin) dur.
Buna göre ‘erculekum’ kelimesindeki ‘lam’ harfini (nasb) üstün ile okumakta
ayakların meshedilmesini gerektirmektedir.[217]
Ehl-i Sünnetin fıkıh ve Arap edebiyatı hakkında görüş
sahibi olup da mahukkik olan bir grup, örneğin, Şeyh İbrahim Halebi, Gunyet’ul
Mutemelli fi Şerhfi muniyet-il Musalli Elal Mehahib-il Hanefi adlı kitabından
abdest ayetinde mezkur konudan bahsederken şöyle demiştir; Abdest ayetinde
‘Erculekum’ kelimesi yedi kıraatçi arasında hem esre hem de üstünle okunmuştur.
Nasble okunması ‘vücuhekum’ yerine aftedilmesinden cerle okunması da cerri
civarından dolayıdır. Ama doğru olan ‘ercul’ kelimesi her iki kıraatta da ‘rûüs’
yerine matuftur. Nasble okunduğu takdirde mahalline cerle de okunduğu taktirde
lafzına matuftur. Daha sonra şöyle ekliyor; ‘erculekum’u ‘vucuhekum’ atfetmek
caiz değildir. Çünkü matufla matufu aleyh arasında mu’terize (yabancı) bir cümle
(yani, vemsehu bir rûusikum) geçmiş olur, bu da onların arasında ayrılık meydana
getirir. Kurala göre onların arasında bir kelime dahi fasılaya sebep olmalı,
nerede kaldı ki bir cümle fasıla olabilsin! Fesahatli hiçbir kimsenin sözünde
‘zerebtu zeyden ve merentu bi Halidin ve Amren’ diyerek, Amrı Zeydin yerine
atfetmesini duymamışım. Cerri civara gelince bu kural sıfatta çok nadir
kullanılmaktadır... Atıf harflerinde cerri civar kuralını uygulamak kesinlikle
caiz değildir. Çünkü atıf cerri civarı men eder.[218]
Sindi ismiyle tanına Ebul Hasan Muhammed b. Abdulhadi
Sünen-i İbni Maceye yazdığı haşiyede, Kuran’ın zahirinden meshin anlaşıldığına
yakin ettikden sonra şöyle diyor. Kuran’ın zahiri meshi göstermektedir. Çünkü
‘erculikum’ esreyle okunduğunda ‘rûusikum’ yerine atfedilir ‘erculekum’ üstünle
okunduğunda ‘rûusikum’ mahalline atfedilir. (Her iki takdirde meshi gösterir) ‘Ercul’ kelimesinin üstünle
okunup mahalline atfedilmesi cerri civar denilip, ‘vücuh’ kelimesine
atfedilmesinden daha uygundur. Nitekim Nahv ilminin bilginleri de bunun böyle
olduğunu vurgulamışlardır. Zamehşari’de cerri civarın yerine, mahalle atfetmeyi
uygun görüp, Kuran’ın zahirinin meshetmeye delalet ettiğini söylemiştir.[219]
İbni Hemmam, Sahabi ve tabiun silsilesine dayanarak
verdiği tanıma göre iki organın (eller-kollar ve yüz) yıkanmasıyla iki organın
(baş ve ayaklar) meshedilmesinden ibarettir şeklinde açıklamıştır.[220]
Sayın Okuyucu;
Ehl-i Sünnet değerlerinden ve
büyük alimlerinden olan Fahri Razi, Halebi, Sindi, İbni Hammam ve İbni Hazm
Endulüsinin sözlerini teyit ve tasdik eden bilginler oldukça çoktur ama bu beş
şahsiyet bizler ve maksadımız için yeterlidir.
Carullah Zemahşari Keşşaf
adlı tefsirinde abdest ayetine nadirin bile yapmadığı bir tefsir getirmiştir. O
şöyle diyor;
Yıkanan üç arza arasında yer
alan ‘Ercul’ün (ayaklar) yıkanması suyun onun üzerine dökülmesiyle gerçekleşir.
Yıkanmasının nehyedilmesi israfa yol açacağı zannından dolayı abdeste meshedilen
üçüncü azaya (rûusa) atfedilmektedir. Bu atıf onun meshedilmesi için değil
sadece suyun onun üzerine dökülmesinde iktisatlı davranmanın gerekliliği
içindir. Allah’u Teala ile-l kabeyn tabiriyle de, ayağın meshedilmesini
zannedenin zannını gidermek için onun nihayetini belirtmiştir. Çünkü meshetmenin
İslam dininde nihayeti belirlenmemiştir.
Evet bu tür bir açıklama
safsata ve edebiyat ayaklarına girmeden başka bir şey değildir. Görüldüğü gibi
bu sözlerin şer’i hükümleri Kuran’dan istinbat etmek ve Kuran tefsiriyle hiçbir
ilgisi yoktur. Onun kendi sözünü ispat edecek hiçbir delilde mevcut değildir.
Zemahşari dini meseleleri asıl kaynağından istinbat edip İslam ümmetine sunma
yerine ayeti kendi meşrebine ve mantığına göre tefsir etmiştir. Bu safsatasında
öyle garip bir söylemiştir ki; ayakların yıkanmasının farzlığın kendi inancına
yerleştiren birinden başkası onun bu safsatasına aldanmaz ve onu dinlemez. Oysa
ki ayağı yıkamak ihtilaflı bir meseledir. O bu ihtilafa teveccüh bile
etmemiştir. Oysa ki onların din bilginleri Kuran’ın zahirinden meshin
anlaşıldığını söylemişlerdir.
Bu konuda ‘ercul’ kelimesinin
‘rûus’ kelimesine atfedilmesiyle ilgili edebiyat nahiv kurallarının gerektirdiği
şey bizim için yeterlidir. İslam alimleri bundan ittifak etmişlerdir. Bazı Ehl-i
Sünnet alimleri diyorlar ki; yıkamak meshi de kapsar. Ama mesh yıkamağı
kapsamaz. Yani, ayaklarımızı yıkadığımızda onlara meshetmişde oluruz, ama
meshettiğimizde yıkamış sayılmayız.
Bu tür görüş sahiplerine
cevap olarak diyoruz ki; ‘yıkamak ve mesh’ iki ayrı söz ve iki ayrı hakikattir.
Bunları birbirinin yerine bırakmak doğru değildir. Çünkü yıkamak, yıkanan azanın
üstüne su dökmekle mesh ise mesh olunmasın istenen azanın üstüne el
çekmekle-sürmekle gerçekleşir. Bu halde yıkadığımız takdirde mesh etmiş
sayılmayız.
Bazıları, efendim ayakları
mehsetmenin ne faydası olabilir! Oysa yıkamak maslahata daya uygun ve temizliğe
de mutabıktır. Ayakları terli, kirli birisinin meshetmesi yoksa yıkaması mı daha
makuldur?
Cevaben deriz ki; öncelikle
dini ve şer’i meselelerde neyin daha uygun maslahat ve makul olduğunu beşer
değil de Allah bilir. Eğer insan dini meselelerini bazılarının yaptığı gibi
kendi mantığından yola çıkararak algılarsa, bu tür bir insan dini İlahilikten
çıkarmış, beşerleştirmiştir demektir. Oysa yeryüzünde İslam’dan önce ki dinlerin
tahrif olmasının ana sebep ve virüsü de işte bu tür hastalıklar olmuştur. Eğer
Allah’ın Kitabı meshi emretmişse o yapılır, yıkamayı da emretmişse yıkanılır.
Evet yıkamanın temizliğe
uygun olduğu bir gerçektir. Ama şahıs Rabb’inin emrini yapmak istiyorsa kirli,
terli olan ayaklarını önce yıkasın ve kurulasın sonrasında abdestini alsın ve
alırken de Kuran’ın emri gereği ayağına meshetsin. Böylelikle hem temizlik
ilkesine hem de Kuran’ın emrine uymuş olur. Nitekim bu esnadan dolayı
Caferilerin ziraat vb. işlerde yalın ayak çalışan işçi ve çiftçileri veya ayağı
kirli veya terli olanlar abdest almak isterlerken önce ayaklarını yıkayıp
temizlerler. Daha sonra yüz ve kollarını yıkayarak abdest almaya başlarlar,
sonrasında kuru ve temiz ayaklarının üzerine elleri ıslaklığıyla meshederler.
Neticede, bu konu hususunda
‘ercul’ kelimesinin ‘rûus’ kelimesine aftedilmesiyle ilgili edebiyat nahiv
kurallarının gerektirdiği şey konunun açıklığı için yeterlidir. İslam alimleri
de bunda ittifak etmişlerdir.
Ayağı yıkamakla ilgili
hadislere gelince, bu hadisler iki kısımdır. Onlardan bazıları, Abdullah b.
As’ın hadisi gibi kesinlikle yıkamaya delalet eden hadistir. Müslim ve
Buhari’nin Abdullah’tan naklettiği hadisi bir daha zikrediyoruz;
‘Peygamberle birlikte
yolculuktaydık... Abdest alırken ayaklarımızı meshediyorduk. Peygamber ateşten
dolayı vay topukların haline’ diye seslendiler.
Bu hadisten yıkama neticesini
alanlara sormak lazım, Peygamber onları görüp vay topuklara dedikten sonra
sebebinde meshi göstermiş ve sonrasında yıkamayı emretmiş midir? Hayır, hadisi
şerifte böyle bir kayıt yoktur. Oysa bu hadis sahih olduğu takdirde ayaklara
meshetmeyi gerektirir. Çünkü Peygamber onları bu amelden nehyetmemiş aksine
onların bu amelini onaylamıştır. Ama burada bir şeye karşı çıkmıştır. Buda
topukların kir veya necaseti olsa gerek. Zira o günün koşullarında Hicaz
bölgesinde yolculuk yapan insanların hali nasıl düşünülebilir. Özellikle onların
içerisinde bir grup yalın ayaklı cahil bedevi Arab’ı varsa, bunları temizliğine
dikkat etmeyen, yolculukta idrar ederlerken üzerlerine, ayaklarına sıçramasın
diye titiz olmayan insanlar olmaları mümkündür. Bundan dolayı necis veya kirli
ayaklarıyla namaz kılmamaları için Peygamber onları ateşle tehdit etmiştir.
Onlarda bu sözü duyunca maksadı anlamamış ve Peygamberin bu sözü meshi gördüğü
için buyurduğunu ve abdeste ayakların yıkanmasının gerekliliğini
zannetmişlerdir.
Abdullah bin. Ömer ve onunla
birlikte abdest alan bir grup sahabe ki abdestlerinde ayaklarına
meshediyorlardı, Peygamberin seçkin sahabelerindendi. Dini vazifelerini ve ilahi
kuralları direktif olarak Peygamber Efendimizden öğreniyorlardı. Hiç şüphesiz bu
tür sahabeler dini meseleleri ve abdest alma şeklini bizlerden ve sizlerin dört
mezhep imamınızdan daha iyi biliyorlardı. Zira onlar bir ameli Peygamber
Efendimizden görmeyene veya duymayana kadar ona amel etmiyorlardı. Çünkü onlar
insanı kimi zaman zanna sürükleyen içtihattansa yakine amel etmeyi tercih
ediyorlardı. Zira o zaman ve mekan yakini hasıl etmek onlar için mümkündü.
Binaenaleyh, Peygamberle birlikte yolculuk yapan sahabelerin meshin farz
olduğunu bilmeyerek ayaklarını meshetmeleri şaşılacak şey olur doğrusu ve bu
aklende gayri mümkündür. Bu hadis ayakların meshedilmesinin farz olduğuna delil
olarak yeterlidir. Eğer ayakları yıkamak farz idiyse neden sahabe yıkama yerine
meshi yapıyorlardı. Bu açıklamalardan sonra anlaşılan şudur ki; Abdest ayetinin,
mesh ashabının yıkamak ashabına delil olması gibi yukarıdaki hadiste yıkamak
ashabının değil de mesh ashabının diğerlerine olan delildir.
İbni Abbas’dan nakledip ona
nisbet verdiğiniz şey ise, meşhur ve sahih kaynak ve nakillere muhaliftir. Zira
kendi sahih kitaplarınız ve sizlerin Fahri Razi gibi büyük alimleriniz ve
diğerleri İbni Abbas’ın görüşünün mesh olduğunu söylemişlerdir.
Ayağın yıkanmasına delalet
eden hadislerden biri de Hz. İmam Ali (as.)’dan nakledilen hadistir. Hz. Ali’nin
adına naklolunan hadisin benzerleri de Ehl-i Sünnetin kaynaklarında Osman’ın
kölesi Hamran’dan, Abdullah b. Zeyd b. Asım-el Ensari’den ve diğerlerinden bu
anlamda hadisler naklolunmuştur. Bu hadisler birkaç yönden doğru değildir:
1-Hz. İmam Ali’den ayağın
yıkanmasına dair naklolunan hadisin hilafına Ehl-i Beyt kaynaklarından hem o
hazretin kendisinden ve hem de pak ve temiz olan evlatlarından rivayetler
naklolunmuştur. Sizin kaynaklarınız dahi İmam Muhammed Bagır ve İmam Cafer-i
Sadık (as.)’dan bu hususta hadis nakletmişlerdir. Hiç şüphesiz bu yüce zatlar
kendi babalarının yolunun sizden ve sizin dört mezhep imamınızdan daha iyi
biliyorlardı.
2-Bu tür hadisler hem Kitapla
ve hem de Ehl-i Beyt imamlarının uygulaması ile muhaliftir. Zira Ehl-i Beyt
imamlarının tamamı istinasız olarak ayağa meshediyorlardı. Kuran ve Ehl-i
Beytte, sakaleyn hadisine binaen birbirlerinden ayrılmaz iki sağlam
emanettirler. İslam Ümmeti bunlara sarıldığı müddetçe kesinlikle sapmaz ve
dalalete düşmezler. Dolayısıyla bu ikisine muhalif ve ters olan her şey ve her
hadis terk olunandır. Çünkü bunlar sünneti öğrenme ve dini Rabbin istediği gibi
yaşamada en sağlam ve en iyi ölçülerdir.
3-Eğer ayakları yıkamakla
hususundaki hadisler doğru olsaydı tevatürle nakledilmiş olurdu. Zira abdest
gibi zahirde gözüken ve namaza basamak olan bir ameli kadın, erkek, köle, büyük,
küçük herkesin bilmesi veya en azından büyük bir kitlenin Peygamberden görmesi
gerekir. Eğer yıkamak Müslümanlar arasında kesin olsaydı, tüm Müslümanlar hem
asr-ı Saadette ve hem de sonra ki zamanlarda onu iyice öğrenip her dönemde onu
tevatürle nakletmiş olurlardı. Böylelikle bu tür tartışma ve ihtilaflarda çıkmaz
ve kimsede onu reddetmeye kalkışmazdı. Durun böyle olmadığından dolayı bu çeşit
hadislerin zayıf oluşu ve konu hususundaki yetersizlikleri meselenin nasıl
olduğu gayet açığa vurmaktadır.
4-Yıkamak hususunda
nakledilen hadisler birbirleriyle çelişmektedir. Bazıları Hz. Ali, Hamran ve
İbni Asim’in hadisleri gibi yıkamayı emretmektedir. Buhari, Müslim ve diğer
hadis kaynaklarının İbni Abbas’dan ve diğerlerinden naklettikleri hadislerde
meshi göstermektedir. Sahih-i Buhari’nin naklettiği hadisi Ahmed, İbn Ebi Şeybe,
İbni Ebi Ömer, Beğavi Tabarani ve Maverdi de nakletmişlerdir. Bunların her
birisi güvenilir bildikleri kişiler kanalıyla Ebu Esved’ten o da Ubdad b.
Temim’den o da babasından şöyle nakletmişlerdir; ‘Resulullah (s.a.a)’i abdest
alırken ayaklarını meshettiğini gördüm.’
Buhari’nin Sahihinde naklettiği gibi A’yen’in iki
oğlu Zürare ve Bukeyr’de İmam Muhammed Bagır (as.)’ın Peygamberin nasıl abdest
aldığın amelen gösterirken, abdeste ellerinin ıslaklığıyla yeniden elini suya
dokundurmaksızın başına ve ayaklarının üzerine meshettiğini nakletmekteler.[221]
Ehl-i Beyt kaynaklarında
Ehl-i Beyt imamlarından bu şekilde naklolunan rivayetlerin sayısı oldukça
fazladır. Ama her ne hikmetse, bir çok konuda sünneti devre dışı bırakmaya
çalışıp ‘Hesbuna Kitabullah’ Allah’ın kitabı bize yeterlidir görüşünü savunan
zihniyet, abdest konusunda sünnet vesilesi ile Kuran’ı Kerim’in hükmünü devre
dışı bırakmaya çalışmıştır. Abdest meselesinde meshi hem Kuran ve hem de Ehl-i
Beyt ve Ehl-i Sünnet kaynaklarında naklolunan hadisler göstermektedir. Yıkamayı
ise sadece Ehl-i Sünnet kaynaklarında geçen birkaç hadis göstermiştir ki o
hadislerinde araştırma neticesinde hallerinin ne olduğu gayet açıkça ortaya
serilmiştir. Bu konuda hadisler çelişkili olduğundan dolayı baş vurulması
gereken tek kaynak Kuran’ı Kerim ve Peygamber Efendimizden naklolunan sahih
sünnet olmalı ve bu ikisinden asla yüz çevrilmemelidir. Aksine ümmet bu konuda
dalalete düşmüş olur.
Sayın Okuyucu; Kuran’ı
Kerim’in açıkça ayağınıza meshedin buyurmasına rağmen Ehl-i Sünnet alimleri
yıkama konusunda direnmiş ve bu doğrultuda fetvalar vermişlerdir. Ama ne yazık
ki; her ne hikmettense Kuran’ın mevzu bahis bile etmediği meste ve çoraba
meshetme hususunda fetvalar vermişlerdir. Bazıları mutlak olarak meste ve çoraba
meshin caiz olduğunu ve bazıları da sadece yolculukta caiz olabileceğine dair
fetvalar vermişlerdir. Bu konuda Ehl-i Sünnetin fıkıh hadıs, tefsir kitaplarına
bakabilirsiniz. Neden Kuran mesh dediği halde sizler illa da yıkama diyor ve
Kuran mest ve çorap meshinden bahsetmediği halde sizler bu doğrultuda fetvalar
veriyorsunuz?
Acaba Kuran’ı Kerim’in Maide
süresi veya o sürede geçen abdest ayeti mensuh mu oldu? Hayır, kesinlikle böyle
değildir. Bu ayet kesinlikle nesh olmamıştır.
Peki, sizler bu konuda sünnet ve hadise göre fetva
verdiğinizi mi savunacaksınız? Bu savunmayı da yapan sizler bu hadisi de
duymadınız mı acaba ki, Peygamber şöyle buyurmuştur; Benden size bir hadis
nakledildiğinde onu Allah’ın kitabına sunun, onunla uyum içerisinde olursa onu
kabul edin. Aksi takdirde onu reddedin.[222]
Acaba bu doğrultuda sahih
olmayan düzmece rivayetler Kuran’da meste ve çoraba mesh isminin bile geçmediği
Allah’ın kitabı ile uyum içerisinde midir? Sünnete de baktığımızda, bu tür
konularda hadisler arasında çelişkili hadisler vardır. Şimdi biz Müslümanların
hükmü açık olduğu halde Kuran’ı bir kenara bırakıp bu çelişkili hadislerden
hüküm çıkarma uğraşımız ne derece doğru olabilir acaba?
Hadis uydurma makinesi haline gelen düzmece raviler,
bir çok düzmece hadisler uydurmuşlardır. Bu düzmecelerden birisi de ‘ben mestine
mesh etmeyenin kafir olacağından korkuyorum’[223]
sözüdür.
Acaba bu düzmece sözlere ve
uydurma rivayetlere mi inanalım, konu hakkında Ehl-i Sünnet kaynaklarında
naklolunan ve Kuran’la uyum içerisinde olan diğer rivayetlere mi inanalım?
Peygamberin zevcesi Aişe ve
amcasının oğlu, ümmetin bilgini, kitap ve sünnetin müfessiri İbni Abbas meste
meshetmeyi şiddetle reddetmişlerdir. Aişe ve İbni Abbas ayağa meshetmeyi inkar
edene kızgın bir halde karşı koymuş ve meste meshetmeyi de sert bir şekilde
reddetmişlerdir.
Aişe bu hususta diyor ki; Mestlerime meshetmektense
ayaklarımın kesilmesi bence daha iyidir. İbni Abbas mezkur konu hususunda da
şöyle diyor. Eşeğin derisine meshetmek benim için mestlere meshetmekten daha
iyidir.[224]
Hakikat şudur ki; meste
meshetmek ne usulü dindendir, ne de furu-u dindendir. Ne de ümmetin icmasıyla
kitap ve sünnetin farz kıldığı şeylerdendir. Öyleyse abdest ayetinin emrettiği
üslupça ayağa meshetmek mi doğrudur yoksa yukarıda geçen bir takım düzmecelere
uymak mı doğru olur? Neden bazı bağnazlar abdest ayetinin farzı gereğince
mestlerine meshetmeyip de ayaklarına mesh eden müminlere kem gözle bakmaktalar.
Bu tür zihniyetlerin hidayetini yüce Allah’tan dileriz.
Sayın Okuyucu konunun bu
bölümünde abdeste ayakların meshedilmesine ilişkin Ehl-i Sünnet Sıhhah ve
tefsirlerinde naklolunan birçok hadisten sadece bir kaçının nakledip konuyu
hakikaten hidayet olmak isteyen insanların insafına bırakacak ve abdesteki diğer
ihtilafı konuyu ele alacağız.
1-Ümmetin alimi kitap ve sünnetin müfessiri olan
Abdullah bin Abbas şöyle diyor;
Allah’u Teala abdeste iki yıkamayı ikide meshi farz etti; görmez misin teyemmümü
zikrederken iki yıkama yerine iki meshi zikretmiş öbür iki meshi (baş ve
ayakları meshetmeyi) ise terk etmiştir.[225]
2-İbni Abbas başka bir rivayette buyuruyor ki;
‘Abdest iki yıkayış iki meshediştir.’[226]
3-Kenz-ul Ummal Şobi’den şöyle nakleder; ‘Doğrusu
Cebrail ayaklara meshetme ile nazil oldu.’[227]
4-Abdullah b. Abbas’a, Ensar’dan Muavvız b. Afranın
kızı Rabia Peygamberin onun yanında ayaklarını yıkadığını sanmaktadır,
dediklerinde: İbni Abbas Rabia’nın
yanına gelerek durumu ondan sordu ve onun sözünü kabul etmeyip abdest alırken
ayaklarını yıkayanlara şaşırdığını dile getirmiş ve şöyle buyurmuşlardır; Ben
Allah’ın kitabında meshden başka bir şey görmüyorum.’[228]
5-..Ebi Sehre diyor ki; Hümran’ın camide Ebu Berde’ye
şöyle dediğini işittim; Osman bin Affan Peygamberin şöyle buyurduğunu diyordu;
Kim abdestini Allah’ın emrettiği gibi tamamlarsa farz namazlar onun keffaresi
olur[229].
6-Rifahe b. Rafi Peygamberin yanında oturuyorken o
hazretin şöyle buyurduğunu söylemiştir; ‘Kim abdestini Allah’ın emrettiği gibi
almazsa onun namazı tamam değildir; yüzünü ve ellerini dirseklerinden yıkamalı
başına ve ayaklarına mafsala kadar meshetmelidir.[230]
Celaleddin Siyuti yukarıda verilen adreste mesh hakkında çeşitli rivayetleri de
nakletmiştir.
Sayın Okuyucu! Önceki
konularda da gördüğünüz gibi Allah’ın Kuran’da emrettiği abdeste ayakların mesh
olunması genişçe ve sağlam delillerle ortaya koyulmuştu. Yukarıdaki son iki
hadisle Ehl-i Sünnetin uygulanmasını düşünmek lazım...
Netice olarak diyoruz ki; Bu
ihtilaflı meselede de dört görüşün olduğunu konunun başında belirtmiştik. Bu
ihtilaflı görüşler içerisinde Caferilerin yaptıklarının Kuran ve sünnete mutabık
ve Ehl-i Sünnetin mezheplerinin bazı büyük ve değerli şahsiyetlerinin
görüşleriyle de muvafık olduğu açıkça görülmektedir.
Sayın Okuyucu Abdest
konusunda önemli olan ikinci ihtilaflı konuyu (ellerin yukarıdan aşağıya mı,
aşağıdan yukarıya doğru mu yıkanmasını) sadece maddeler halinde vurgulayacağız;
1-Bu konudaki ihtilafların sebebi abdest ayetinde
geçen ‘ila’ harfinin tefsiri ve açıklamasıdır. Şia’lar ayetin ‘ile’l merafik’
bölümündeki ‘ila’ harfinin ‘mee’ (ile) anlamında olduğunu söylemişler ve buna
Kuran’ı Kerim’den de delil getirmişlerdir. Örneğin; ‘La te’kulu emvalehum ila
emvalikum’ (Mallarınızı onların malları ile yemeyin)[231]
veya ‘men ensari ile-llah’ ayetlerinde ‘ila’ harfi ‘mee’ harfi yani Türkçe’de ki
ile anlamında geçmiştir.
2-Ehl-i Sünnet alimleri
arasında ‘ila’ nın ‘mee’ anlamında olduğunu söyleyenler olmuştur. Örneğin Ehl-i
Sünnet alimlerinden olan Şafii Sağir Muğnil Muhtac aldı kitabında ‘ila’ nın
‘mee’ anlamına geldiğini söylemiştir.
3-Ehl-i Sünnet mezheplerinin bazıları abdest alırken
elleri aşağıdan yukarıya doğru yıkamayı müstehap bilmişlerdir vacib değil.
Bazıları da yukarıdan aşağıya doğru yıkamayı müstehap bilmiştir. O mezheplerden
bazıları da ellerin tamamen yukarıdan aşağıya doğru yıkanmasını abdestin
adaplarından saymışlardır.[232]
4-Ehl-i Sünnetin naklettiği
hadislerin çoğunluğunda Peygamber Efendimizin aldığı abdest şeklinde yukarıdan
aşağıya veya aşağıdan yukarıya usulü mevcut değildir.
5-Ehl-i Sünnetin dört mezhep
alimlerinin açıklamalarının ve fetvalarının çoğunluğundan anlaşılan şeyin bu
konuda ihtiyar oluşudur. Şöyle ki; şahıs abdest alırken
ellerini yukarıdan aşağıya veya aşağıdan yukarıya doğru yıkamada ihtiyar
sahibidir. Dilediği gibi yıkayabilir. Ve yukarıdan aşağıya doğru yıkamak onların
vermiş olduğu fetvaya göre batılda değildir.
6-Ehl-i Beyt imamlarının, hem
Ehl-i Sünnetin yanında ve hem de Şia’nın kaynaklarında sahih ve mütevatir olan
Sakaleyn hadisine binaen itaatleri gerekli vaciptir. Sakaleyn hadisine göre biz
Müslümanlar onlarında emrine uymalıyız. Zira onlara itaat Resûle ve dolayısıyla
Allah’a yapılan itaattir. Onlarda bu konuda buyurmuşlardır ki; Abdest alırken
ellerinizi dirseklerinizden başlayarak yukarıdan aşağıya doğru yıkayınız.
Nitekim Şia’larda bu şekilde abdest almaktalar.
7-Abdest ayetinde geçen
‘ila-l Merafik’ de ki ‘ila’ hanfini intiha (son) anlamında değil de yıkanan
azanın haddi ve sınırı anlamında görmek daha doğrudur. Yani ellerinizi
dirseklerinize kadar yıkayınız. Bu mana ellerin aşağıdan-parmak uçlarından
yukarı-dirseklere doğru yıkanması anlamına gelmez. Dolayısıyla ‘ila’ harfi
mağsulun (yıkanan aza) haddini ve sınırı bildirmektedir, yıkamanın haddini ve
şeklini değil. Zira yıkamanın şekli ve keyfiyeti insanların örfüne göredir.
İnsanlarda temizlik yaparlarken yukarıdan başlayarak aşağıya doğru temizlik
yaparlar. Örneğin; eğer doktor hastanın ayağını dizine kadar yıkayın derse, onun
ayağını yukarıdan aşağıya doğru yıkarlar, aşağıdan yukarıya doğru değil. İşte bu
mezkur sebeplerden dolayı Caferiler abdest alırlarken yüzlerini ve ellerini
yukarıdan aşağıya doğru yıkarlar ve bunun aksini de sahih olarak kabul etmezler.
Bu araştırmanın okuyuculara
ışık tutması ümidiyle...
Ehl-i Sünnet alileri arasında
bazıları Ebu Talib’in imanın da şüpheye düşmüş, bazıları onun kafir olarak bu
dünyadan gittiğine inanmış bazıları ise onun mümin olduğunu kabullenmiştir.
Ehl-i Beyt camiası olan Şialar ise Ebu Talib’in imanında zerre kadar bile
tereddüt etmemişlerdir.
Muhibbid-din Taberi tarihinde Abdulmuttalib’in
çocuklarının ismini kaybettikten sonra şöyle diyor, Abdulmuttalib’in
evlatlarından Hamza ve Abbas’dan başkası İslam getirmedi.[233]
Şeblenci de Abdulmuttalib’in evlatlarından
bahsederken, şöyle yazıyor; Abdulmuttalib’in evlatlarından, Hamza ve Abbas’dan
başkası İslam getirmedi.[234] Bu tür
sahih olmayan rivayetlerin yanı sıra Hz Ebu Talib’in ölüm esnasında düzmece olan
bir rivayeti o hazretin kafirliğine delil olarak getiriyorlar.
İnkar edilmez bir gerçek
şudur ki; Hz. İmam Ali (as.)’ın şahadetinden sonra halifelik Emevilere ve
sonrasında da Abbasi’lerin eline geçti. Bunlar da, Haşimoğullarını ve özellikle
de Hz. Ali’nin evlatlarını hilafette tek rakipleri görüyorlardı. İşte bunun için
kendi makamlarını ve konumlarını sağlamlaştırmak ve rakiplerini de saf dışı
bırakmak için ellerinden geleni esirgemediler. Bu uğurda kendi çıkar ve
faydalarına ve rakiplerinin zararına onları lekeleyecek
düzmece hadisleri iftiraları uyduruyorlar. Ve bu tür zihniyetlerin tek gayesi
hükümet ve riyasetti, diğer geri kalan her şey vesileydi.
İslam tarihinden azda olsu
haberdar olan bir kişi için yukarıdaki satırları ispat etmek için delil ve
hadise lüzum olmasa gerek.
Zira tarihe baktığımızda
açıkça şunu görmekteyiz ki; Onlar Hz. Ali ve O Hazrete yakınlığı ve bağlılığı
olan herkesin faziletlerini inkar ettiler ve karşılığında kendilerine yakın ve
bağlı olan insanlar hakkında, faziletlerine dair hadisler uydurdular.
İbni Ebil Hadid şöyle diyor; Muaviye Şam ve Irak
halkını ve diğerlerini, minberlerde, toplantılarda Ali’ye sebb ve ondan teberri
etmeleri için memur kıldı. Bu iş amele döküldü ve Emeviler zamanında sünnet
halini aldı. (En sonunda) Ömer b. Abdulaziz bunu yasakladı.[235]
Ebu Osman’dan şöyle rivayet
olunur; Emevilerden bir grup Muaviye’ye dediler ki; Sen artık kendi arzularına
kavuştun, bu adamın lanetini yasaklasan artık.
Muaviye şöyle dedi; Hayır Allah’a andolsun ki,
çocuklar onun laneti ile büyümedikçe, büyüklerde böylelikle yaşlanmadıkça bu
olmaz. Daha sonra Hz. Ali’nin aleyhinde destanlar, hadisler uydurupda,
Muaviye’den hediyeler alan Ali düşmanlarından bahsediyor ve onların isimlerini
zikrediyor. Onların bazıları şunlardan ibarettir; Ebu Hureyre, Muğiye b. Şube,
Urve b. Zübeyr, Zuhri, Semure b. Cundeb, Enes b. Malik, Said b. Müseyyib, Velid
b. Ukbe ve diğerleri...[236]
Emeviler, işte bu doğrultuda,
Hz. Fatıma, Hasan ve Hüseyin ve Hz. Ali’nin diğer evlatları, EbuTalib, Cafer,
Akil ve O hazrete yakın olan nice insanların faziletlerini inkar ettiler ve
karşılığında onları küçük düşürmek için bir çok düzmece uydurdular.
Es-Sahih min Siyre adlı
kitapta deniliyor ki; Hz. Ebu Talib’in küfr ve şirk gibi ittihamlara maruz
kalmasında, Hz. Ali’nin babası olmaktan başka suçu yoktu. Gerçekte bu kötü ve
çirkin ittihamlardaki tek hedef, Emevilerin, Zübeyr oğullarının ve tüm İslam
düşmanlarının gözüne bir diken gibi saplanan onun (Ebu Talib) cesur oğlu Ali
idi.
Zira Ali onların İslam’a
vurmak istedikleri darbelere engel oluyordu.
Muaviye’nin babası Ebu Süfyan Osman’ın meclisinde
açıkça kalkıp şöyle diyor; ‘Andolsun Ebu Süfyan’ın yemin içtiğine ne cennet
vardır, ne de cehennem’ böyle birisini mümin, takvalı olarak görmek, Hz. Ali’nin
babası Ebu Talib’i de kafir, müşrik ve ateşte görmek gerçekten şaşılacak şey
doğrusu...’[237]
Asrımızdaki İslam yazarlarından bazıları ve yabancı
yazarlardan bir grubu da Hz. Ebu Talib hakkında ki kötü ve çirkin satırları
yazmışlardır. Ama gerçek şudur ki; Hz. Ebu Talib bu tür satırlardan uzaktır. O
yazarlardan birisi şöyle diyor, ‘Ebu Talib İslam dinine inanmıyor ve Muhammed’i
Peygamber bilmiyordu.’[238]
Bir başkası şöyle yazıyor, ‘Ebu Talib’de diğer
putperestler gibi Kabe’ye put bırakmış ve onlara tapıyordu...’[239]
Bir diğeri ise şöyle yazıyor. ‘Ebu Talib iman
getirmemesine rağmen kardeşinin oğlundan himayetini esirgemedi...’[240]
Bu ve bunlara benzer aslı
olmayan, safsata dolu iddialar mümin olarak bu dünyaya veda eden Hz. Ebu Talib
hakkında çoktur. Ama konu gayet iyi bir şekilde incelendiğinde bu tür iddiaların
asılsız olduğuna sizlerde tanıklık edip, tasdik edeceksiniz.
HZ. EBUTALİB’İN İMANINA DELİLLER
Bir insanın itikad, inanç,
tuttuğu yol ve yordamını üç yolla öğrenmek mümkündür. Onlar şunlardan ibarettir.
1-Mezkur kişiden geriye kalan
ilmi ve edebi eserlerin incelenmesi.
2-O kişinin toplumsal
hayattaki hal ve hareketlerini incelemek.
3-Onun, garazsız dost ve
akrabalarının kendisi hakkında görüşlerinin ne olduğunu incelemek.
Hz. Ebu Talib’den geriye
kalan şiirler onun ihlas ve imanına tamamen şahitlik etmektedir. Yine o
Hazretin, ömrünün son on yılında İslam ve Peygamber adına yapmış olduğu değerli
hizmetleri onun imanının göstergesidir.
Onun garazsız ve marazsız
dost ve akrabalarının görüşleri de, O Hazretin Müslüman, imanlı ve ihlaslı bir
kişi oluşudur. Onun kavmi ve dostları içerisinden hiç kimse o hazret için iman
ve ihlasdan başka bir şey söylememiştir. Şimdi konuyu yukarıda ki üç boyuttan
ele alıyoruz.
EBU TALİB’İN İLMİ-EDEBİ ESERLERİ
Hz. Ebu Talib’den kalan
ilmi-edebi eserler oldukça fazladır. Biz başlık altındaki konu aydınlık kazansın
diye onlardan sadece bir kaçını zikredeceğiz;
Ebul Fidan kendi kitabında
Hz. Ebu Talib’in Peygamber Efendimize hitap ettiği bir şiirini şu şekilde olduğu
gibi naklediyor;
‘Sen beni davet ettin ve ben
senin doğru olduğunu bildim.’
‘Sen doğru ve eminsin. İnsanların yöneldiği dinler
içerisinde, en iyi dinin, dini Muhammed olduğunu öğrendim.’[241]
Hz. Ebu Talib ‘Lamiye’ diye
meşhur olan şiirinin bir bölümünde şöyle diyor;
‘Bize zarar verenlerden
Bizleri kötülüğe ve batıla
nispet verenlerden
Bizim gıybetimizi edenlerin
şerrinden
Dinde olmayanı dine mal
edenlerin şerrinden
İnsanların Rabbine sığınırım
Muhammed’den uzak olmayı bana
nispet veren sizler,
Onun aleyhine kılıç çekmeyi
bana nispet veren sizler, Kabe’nin Rabb’ine yalan konuştunuz.
Asla, ona yar olup, onu
savunacağız. Canımızı ona feda edene kadar. Eşim ve evlatlarımı unuturcasına
Yüzü ak ki, insanlar o yüzün
bereketine yağmur talep ediyorlar
O yetimlerin ve kimsesiz
kadınların feryadına koşandır
O Haşim oğullarının
biçarelerinin sığınadır
Onları her türlü nimetten bi
niyaz (ihtiyaçsız) eder
Ömrüme
andolsun, Ahmed’in (Muhammed) varlığıyla öyle bir sevinçliyim ki;
Sevinç ve mesrurluğu zahmete
düşürmüşüm
Onu öyle bir şekilde
seviyorum ki
Dostunu kucaklayan birisi
gibi
Canımı ona feda edeyim ve
ondan himayet edeyim ve tüm vücudumla onu savunayım
Kulların Rabb’i ona yardım
eylesin ki
O dünya ehlinin ziyneti ve
düşmanların nefretidir
Cihanın yaratıcısı onu
vadeleriyle teyit etti
Ve batıl olmayan hak dini zahir etti.’[242]
Hz. Ebu Talib’in imanına
delalet eden kasidelerden birisi de ‘Mimiye’ diye bilinen kasidesidir. Şu birkaç
beyit o kasidendir.
‘Bizim İslam dininin aleyhine
kıyam etmemize ve kılıç çekmemize ümitlidirler
Muhammed’i öldürmemize ve
dini nesh etmemize ümitleri var
Kendimizi onun rikabında kana
bulamamıza ümitleri var
Yalan konuşuyorsunuz,
Kabe’nin Allah’ına yemin olsun ki; biz Muhammed’den el çekmeyiz
Hatim ve zemzem
öldürülenlerin cesaretlerinin parçasıyla doldurulsa bile..
İnsanların hidayeti için
seçilmiş Peygambere
Ve arşın yaratıcısı
tarafından gönderilen kitaba
Zulüm etmek hata ve yanlıştır.[243]
‘Seçkin insanlar bilsinler ki
Doğrusu Muhammed’de Musa ve İsa gibi bir Peygamberdir.
O ikisinin sahip olduğu
semavi nura oda sahiptir
Hepsi (Peygamberler) Allah’ın
emriyle hidayet eder ve günahtan korunurlar
Sizler onu ele geçirip
öldürmeyi temenni ediyorsunuz
Oysa kafanızdaki arzularınız
derin uykuya dalanın boş arzuları gibidir
O Peygamberdir, O’na Allah
tarafından vahiy nazil oluyor
Buna hayır diyen, pişmanlık parmağını ağzına alır.’[244]
‘Acaba sizler, (Kureyş)
bizlerin Muhammed’i Musa gibi Peygamber gördüğümüzü bilmiyor musunuz?
Onun adı ve nişaneleri semavi
kitaplarda kaydolunmuştur
İnsanların O’na özel bir
muhabbeti vardır
Allah’ın muhabbetini kalplere yerleştirdiği birisi
hakkında eseflenmek doğru değildir.’[245]
Hz. Ebu Talib bazı
şiirlerinde Peygamber Efendimize hitaben şöyle diyor;
‘Kureyş’in sana eli
ulaşmayacak
Ben toprağa defin olana kadar
Senden yardım elimi
çekmeyeceğim
Memur olduğun şeyi açıkla
Hiçbir şeyden korkma, müjde
ver ve gözleri aydınlat
Beni kendi yoluna davet
ettin, Senin bana nasihatçi olduğunu biliyorum
Davetinde emin ve sadıksın
Doğrusu dinler içerisinde en iyi din Muhammed’in
dinidir.’[246]
‘Allah Muhammed Peygamberi
kerim kıldı
Öyleyse Allah’ın en kerim
kulu insanlar içerisinde Ahmed’tir
O’nun Celaletini bildirmek
için, ismini kendi isminden seçti
Öyleyse arşın sahibi Mahmud’dur ve bu Muhammed’dir.’[247]Hz.Ebu
Talib’in imanına delalet
Şiirlerinden biriside gayet
açık bir şekilde söylediği şu şiirdir;
‘Ey şahid Allah, şahid ol ki,
ben Nebi Ahmed’in dini üzereyim.
Kim onun dışındaysa olsun, ben artık hidayet oldum.’[248]
Bu şiirlerin tüm satırları ve
tamamı söylenenin ihlas ve imanını ispat etmeye yeterlidir. Eğer bu şiirlerin
sahibi garaz-marazlarından uzak, siyasi ortamın dışında birisi olmuş olsaydı,
tüm İslam bilimcileri O’nun İslam ve iman hakkında görüş birliğine varırlardı.
Ama bu sözlerin sahibi Hz. İmam Ali (as.)’ın babası olduğu için, Emeviler ve
Abbasiler O Hazrete olan kin ve düşmanlıklarından dolayı, O Hazrete ait olan
bütün kemalleri yok etmek ve unutturmak istiyorlardı. İşte bunun için Emevi,
Abbasiler daima Hz. Ebu Talib’in hanedanının aleyhinde tebliğler yapıyorlardı.
HZ. EBU TALİB’İN İMANI
İSPATINDA İKİNCİ YOL
Ebu Talib’in iman ve ihlasının ikinci nişane ve delili, O Hazretin İslam ve
Peygamber adlına yaptığı hizmetlerdir. Hiç kimse O Hazretin Peygamber Efendimiz
ve hedefi uğruna yaptığı on yıllık fedakarlık ve himayeti inkar edemez. Ebu
Talib’in ona olan iman ve inancı öyle temiz ve yücedir ki; O Hazretin kendisiyle
birlikte musellaya götürüyor ve Allah’ı onun makamına yemine vererek yağmur
talebinde bulunuyor. Hz. Ebu Talib Peygambere olan inancından dolayı müşriklerin
Müslümanlara olan işkencelerinden dolayı üç yıl çölde Şi’bi Ebu Talib adındaki
derede derbederce yaşayarak risalet güneşini bu uğurda himayet etmiştir. Bu üç
yıl neticesinde yıpranmış, çökmüş bir halde Mekke’ye dönmüş ve kısa bir müddet
sonra hayata veda etmiştir. Onun Peygamber Efendimize olan imanı öyle bir
şekildeydi ki; ona bir zarar gelmesin diye kendi çocuklarının tamamının ölmesine
bile razıydı. Ali’yi onun yatağına yatırıyor ve bu vesileyle ona suikast yapmak
istediklerinde zarar görmesini istemiyordu.
Bunlardan daha da önemlisi, O
Hazret ölüm esnasında kendi evlatlarına ve Kureyş’e şöyle buyurdu:
“Ben Muhammed’i sizlere
tavsiye ediyorum. Zira O Kureyş’in emini ve Arab’ın sadığıdır. O bütün kemallere
haizdir. Öyle bir din getirdi ki, kalpler ona iman getirdiler, ama diller onu
inkar ettiler. Ben şimdiden görüyorum ki; mustazaf ve zayıflar ona iman
getirmiş, onun himayetine yeltenmişler ve Muhammed onların yardımıyla Kureyş
saflarını dağıtmış, Kureyş’in ileri gelenlerini zelil, evlerini virane etmiş ve
onların sığınaksız, kimsesiz olanlarını da kuvvetli ve iş merkezi haline
getirmiştir.”
Daha sonra sözlerini şu
cümlelerle bitirdi;
“Ey Kureyş topluluğu, onun dostlarından ve onun
hizbinin (İslam) himayetçilerinden olun. Ona uyan ve tabi olan şüphesiz saadete
kavuşur.”[249]
Hz. Ebu Talib, Abdulmuttalib’in evlatlarına hitaben
şöyle buyurmuştur; “Sizler Muhammed’i dinlediğiniz ve O’na itaat ettiğiniz
sürece daima hayır ve saadette olursunuz.”[250]
Hz. Ebu Talib Peygamber
Efendimizin zafere ereceğini sadece ölüm esnasında söylemiyordu, aksine daha
Peygamber Efendimizin peygamberliğinin ilk zamanlarında bile bu tür haberleri
veriyordu. Rivayetlere göre, Peygamber Efendimiz bir gün bütün amcalarını ve
akrabalarını bir araya toplayıp, onları İslam dinine davet etmiştir.
Oradakilerin bazılarından Peygambere itinasızlık ve önemsememeyi gören Hz.Ebu
Talib Peygamber Efendimize hitaben şöyle demiştir; Kardeş Oğlu! Kıyam et, senin
makamın yücedir. Senin hizbin en değerli hiziptir. Sen büyük bir insanın
evladısın. Bir dil seni incitmek istediğinde, keskin diler seni savunmak için
harekete geçer ve keskin kılıçlar onları parçalar. Allah’a yemin olsun ki;
Araplar, annesinin önünde alçalan bir yavru hayvan gibi senin önünde
alçalacaklar.
Bunların hepsini babam kitaptan okuyor ve şöyle
diyordu; Benim sulbümde bir Peygamber vardır. Onun zamanını derk etmeyi ve ona
iman getirmeyi öyle arzuluyorum ki; Benim evlatlarımdan onu derk eden ona iman
getirmelidir.[251]
Hz. Ebu Talib’in Peygambere
yaptığı, hizmetlerinin sebebini ararken O’nun, Peygamberimizin mukaddes hedefine
olan aşkından ve kardeşinin oğlunun maneviyatına olan alakasından başka bir
sebep bulmak mümkün değildir.
Netice olarak özetle şunları
söylemek mümkündür; tarihinde Hz. Ebu Talib’in Peygamber ve İslam dininden yana
olan himayetlerine aşina olan ve O Hazretin fedakarlıklarını tasavvur eden art
niyetli olmayan birisinin Ebu Talib’e kötü nispetleri vermesi mümkün olamaz ve
aksine O Hazretin imanlı ve ihlaslı bir insan olduğuna kanaat getirir.
Bir insanın inanç, akait,
üslup, tarz ve kişiliğini öğrenmenin en iyi adresi, mezkur kişinin yakınlarına
müracaat etmektir. Hz. Ebu Talib’in iman ve ihlasını öğrenmenin yollarından
birisi de O Hazretin akrabalarına ve yakınlarına kavuşacak olacaktır. Zira ev
halkı evin içerisinde olup bitenleri evin dışındakilere nazaran daha iyi
bilirler.
Hz. Ebu Talib’in imanına açık bir şekilde delalet
eden delillerden birisi şu rivayettir; Hz. Ali babası Ebu Talib’in ölüm haberini
Peygamber Efendimize verdiğinde, O Hazret şiddetli bir şekilde hüzünlenerek
ağlamış ve Hz. Ali’ye gusül, kefen ve defin işlerini emretmiş ve Allah’tan onun
(Ebu Talib) için bağışlanma dilemiştir.[252]
Neuzubillah, eğer Ebu Talib
kafir olsaydı ona gusül vermek, kefenlemek ve defnetmek kesinlikle Ali’ye caiz
olmaz ve Peygamberde O’nun hakkında mağfirette bulunmazdı.
Şeyh Saduk ve Fetal Nişaburi
şöyle rivayet ediyorlar; Birisi İbni Abbas’a şöyle dedi; Ey Peygamberin
amcasının oğlu bana haber ver acaba Ebu Talib Müslüman mıydı?
İbni Abbas şöyle dedi; Ebu
Talib nasıl Müslüman olmayabilir! Oysa o şöyle diyordu; ‘Acaba evladımızın
(Muhammed) bizim yanımızda yalanlanmadığını bilmiyor musunuz? Oysa bizde
faydasız sözlere itina olunmaz. O yüzü ak ve hayalıdır. O’nun vesilesi ile
yağmur talep edilir. O yetimlerin imdadına koşan ve kimsesiz kadınların
sığınadır. Ebu Talib Ashab-ı Kehf gibidir. Zira onlar İmanlarını kalplerinde
gizliyor ve zahirde diğerleri gibi müşrikidirler.
İşte bunun için Allah onlara
iki sevap vermiştir.
İmam Cafer Sadık (as.)’da şöyle buyuruyor; Ebu Talib
Ashab-ı Kehf gibidir. Zira onların kalbinde iman vardı ama zahirde müşrik
idiler. Allah onlara iki mükafat (biri iman ve diğeri de takiyye için) verdi.[253]
İmam Cafer Sadık (as.)’a bazıları, Ebu Talib’in kafir
olduğunu zannediyorlar dediklerinde, O Hazret şöyle buyurdular; Yalan
söylüyorlar. O nasıl kafirdir ki, Kureyş müşriklerinin karşısında şöyle diyordu;
Sizler, bizim Muhammed’i Musa gibi bir Peygamber gördüğümüzü bilmiyor musunuz ki
O’nun adı önce ki semavi kitaplarda yazılıdır.[254]
Hz. Ebu Talib’e bir takım
davalara hizmet uğruna kötü nispetleri verenlere sormak lazım, acaba
‘Muhammed’in dini dinler içerisinde en iyi dindir. Biz onu Musa gibi Peygamber
görüyoruz...’ sözleri bir insanının imanını açıkça ifade etmeye yetmez mi? İmana
delil olarak bu tür ifadelerden daha açık kelimelerinin olması mümkün müdür?
Ehl-i Beyt imamlarından
dördüncüsü olan İmam Zeynel Abidin (as.)’ın yanında Ebu Talib’in imanından söz
açılınca O Hazret şöyle buyurdular; Şaşarım ki neden, insanların O’nun ihlasında
tereddütleri vardır. Oysa Müslüman olduktan sonra hiçbir kadın kafir kocasıyla
birlikte yaşayamaz. Esad kızı Fatıma’da ilk Müslüman’lardan ve Peygambere ilk
iman getiren kadınlardan birisidir. İşte bu Müslüman kadın Ebu Talib’in
nikahındaydı.
İmam Muhammed Bagır (as.)’dan, bazıları ‘Ebu Talib
ateşin ortasındadır’ diyorlar, sözü sorulduğunda O Hazret şöyle buyurdular; Ebu
Talib’in imanı terazinin bir kefesine ve insanların imanı da diğer kefeye
bırakılsa, Ebu Talib’in imanı onların imanına ağırlık yapar. Daha sonra şöyle
buyurdular; Sen, müminlerin emiri Hz. Ali’nin O’nun tarafından hacca gidilmesine
emir verdiğini görmüyor musun?[255]
İmam Rıza (as.)’ın şöyle buyurduğu naklolunmuştur;
‘Ebu Talib’in yüzüğünün kaşına şu yazılıydı; Allah’ın Rab’liğine, kardeşim oğlu
Muhammed’in nebiliğine ve Oğlum Ali’nin vasiliğine razı oldum.’[256]
Hz. Peygamber Efendimizden de naklolunan hadisler Hz.
Ebu Talib’in imanının açık bir göstergesidir. Şeyh Ali Hanizi şöyle diyor; Ebu
Talib vefat ettiğinde Peygamber Efendimiz amcasının mateminde üzülerek şöyle
diyordu; Vah babam, vah Ebu Talib, senin ölümünle ne kadar üzgünüm. Senin
musibetini nasıl unutayım. Ey çocukluğumda beni büyüten ve büyüdüğümde davetime
icabet eden, ben senin yanında göz bebeğindeki göz ve bedendeki ruh gibiydim.
Bunların yanı sıra Peygamber Efendimiz O Hazretin vefatından sonra hep şöyle
diyordu; Ebu Talib dünyadan gidene dek Kureyş bana zarar veremedi.”[257]
Hz. Peygamber Efendimiz, Ebu
Talib’in vefatından haberdar olduğunda aşırı derecede üzülmüş, kendisinden
geçmiş ve Ebu Talib’in cenazesinin yanına geldiğinde eliyle O’nun alnının sağ
tarafını dört defa sol tarafında üç defa meshettikten sonra şunları söylemiştir;
‘Ey amca, ben küçükken bana bakıp, büyüttün. Yetimliğimde sahib oldun,
büyüdüğümde bana yardımcı oldun. Bana yaptığın himayetlerden dolayı, Allah sana
hayırlı mükafatlar versin.’
Yaşlı gözleriyle onun cenazesiyle ilgileniyordu.
Cenazeyi defne götürülürken kendisi önden gidiyor ve şöyle diyordu; Sila-i Rahim
ettin ve iyi mükafatlara nail oldu. Ve şöyle buyuruyordu; Bu günlerde bu ümmete
iki musibet isabet etti. Onlardan hangisine daha fazla üzüleceğimi bilmiyorum.
Bu musibetler, Hatice ve Ebu Talib’in vefatıdır.[258]
Abbas ibni Abdulmuttalib Peygamber Efendimizden, Ebu
Talib’e bir ümidi olup olmadığını sorduğunda O Hazret şöyle buyurmuşur; O’na
Rabb’imden bütün hayırlara ümidimim var.[259]
Eğer Peygamber Ebu Talib’in
imansız olduğunu bilseydi, yukarıdaki hadisle geçen ümidi olmamış olurdu.
Aban b. Muhammed, İmam Rıza
(as.)’a bir mektupta Ebu Talib’in imanında şüphem olduğunu yazdığında, O Hazret
bana mektubunda bir ayetten bahsetmiş ve bunun yanı sıra şu cevabı göndermişti;
Eğer Ebu Talib’in imanına ikrar etmezsen, gideceğin yer cehennem ateşidir.
Bir rivayette, Hz. Ali’ye babasının mümin olmadığı ve
azapta olduğu söylendiğinde, O Hazret sözün sahibine şöyle buyurmuştur; Sus,
Allah ağzını kırsın. Muhammed’i hak üzere Peygamberliğe me’bus edene andolsun
ki; eğer babam yeryüzündeki her günahkar için şefaat etse, Allah onun şefaatini
onlar hakkında kabul eder.[260]
İkreme İbni Abbas’tan, O da babasından şöyle rivayet
eder; Ebu Talib’in ölüm esnasında dudaklarının kıpırdadığını ve bir şeyler
söylediğini gördüm. Kulağımı ağzına yaklaştırdığımda şunları söylediğini duydum;
‘La ilahe illallah Muhammed Resulullah Ve’bni (oğlum) Ali Veliyullah ve
vasiyyihi’ Abbas Peygambere dedi ki; Ya Resulullah sevin, Ebu Talib kelimeyi
söyledi.[261]
Ebu Bekir şöyle diyor; Ebu Talib, La ilahe illallah
Muhammed Resulullah söylemeden önce ölmedi.[262]
Hz. Ebu Talib’in imanına delalet eden delillerden
birisi de O Hazretin, Peygamber Efendimiz evlendiğinde okuduğu nikah hutbesidir.
Zira O hutbe okuyucusunun iman ve tevhit ehli olduğunu açıkça göstermektedir.
Hz. Ebu Talib’in okuduğu nikah hutbesi şudur; ‘Allah’a hamd-u sena olsun ki bizi
İbrahim’in neslinden ve İsmail’in zürriyetinden kıldı. Bizleri emin kıldığı
evinin yanına sakin etti ve bizleri insanlara hakim kıldı.’[263]
Hz. Ebu Talib bu hutbeyi
okuduğunda Peygamber Efendimiz daha Peygamberliğe seçilmemiş idi. Ama hutbenin
mefhumu O Hazretin tevhit ehli olduğunu açıkça göstermektedir.
Peygamber Efendimizin değerli sahabelerinden olan
Ebuzer-i Gaffari şöyle diyor; Andolsun Allah’a Ebu Talib İslam getirmeden önce
ölmedi.[264]
Hz. Ali (as.) şöyle buyuruyor; Allah’a yemin olsun
ki; Abdulmuttalib oğlu Ebu Talib Müslüman ve Mümin idi. Kureyş’in
Haşimoğullarına eziyet etmesinden ve onları kendilerinden uzaklaştırmalarından
korktuğu için imanını gizliyordu.[265]
Hz. Ali babasına, ben Allah’a ve Resulüne iman
getirdim, O’na itaat ediyorum ve O’nunla namaz kılıyorum dediğinde, Ebu Talib’in
oğluna şöyle dediği nakledilmiştir; O seni iyilik ve hayırdan başka bir şeye
davet etmez, ona icabet et.[266]
Acaba bir insanın evladını
hayra ve iyiye yönlendirip de, kendisinin o yönlendirdiği şeye inancının
olmaması nasıl düşünülebilir?
İbni Abbas’tan şöyle rivayet olunur, bir gün Ebu
Talib oğlu Cafer’le Kabe’nin yanından geçerken Peygamberi ve Ali’yi de O’nun sağ
tarafında namaz kılarken gördü ve Cafer’e şöyle dedi; Sende amcan oğlunun sol
tarafında durarak namaz kıldı.[267]
Cabir b. Abdullah Ensari,
Peygambere halkın, Ebu Talib’in kafir olarak dünyadan gittiğini söylediklerini
arz ettiğimizde, O Hazret şöyle buyurdular;
Ey Cabir, Allah gaybı bilendir. Doğrusu Allah’u Teala
beni göklere (miraca) götürürken arşa ulaştığımda üç nur gördüm. Süal ettim, ya
Rabb’i bu nurlar nedir? Hitap geldi ve dedi ki; ey Muhammed bunlar
Abdulmuttalib, amcan Ebu Talip baban Abdullah ve kardeşin Talib’in nurlarıdır.
Dedim ki; ya Rabb’i bunlar hangi amelin gölgesinde bu makama vardılar? Şöyle
buyurdu; bunlar kendi imanlarını gizleyip küfrü izhar ettikleri ve böylece
öldükleri için bu makama vardılar.[268]
Mevzu bahsimiz olan Hz. Ebu
Talib’in imanını niçin gizlediği geçen konularda açıklanmıştı.
Hz. Ali (as.) bir rivayette şöyle buyuruyorlar;
Allah’a yemin olsun ki; Ahirette Ebu Talib’in nuru, Peygamberin, benim,
Fatıma’nın ve Masum evlatlarımızın nurları hariç tüm mahluklatın nurlarından
fazla gelir. Zira O’nun nuru bizim nurumuzdandır. Allah’u Teala bizim nurumuzu,
Adem yaratılmadan binlerce sene önce yaratmıştır.[269]
Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor; Ashab-ı Kefh
imanlarını gizliyor ve küfrü izhar ediyorlardı. Bunun için Allah onlara iki
mükafat verdi. (Biri iman için diğeri de takiyye için) Ebu Talib’de Onlar
gibidir. O da kalbindeki imanı saklıyor ve zahirde müşriklerle oluyordu.[270]
Ehl-i Sünnetin bazı büyük
alimleri İslam-i meselelerde bir takım konularda insaf yolunu seçmiş ve
gerçeklerden kaçmamışlardır. Cahiz (Ebu Osman Amr b. Behr Mutezili)
‘El-Beyan ve-t Tebyin’ adlı risalesinde Ehl-i Beyt
imamlarının bir takım hakikatlerini zikredip, onlar hakkında kusur yapıldığında
itiraf ettikten sonra Hz. Ebu Talib hakkında şöyle diyor; O Peygamberin
himayetçisi, yardımcısıydı ve aşırı derecede onu seviyordu. O’nun kefili ve
kontrolcüsüydü. O’nun nübüvvetini ikrar ve risaletine itiraf ediyordu. O
Hazretin (Peygamber) menakib ve mehdine dair bir çok şiir okumuştur...[271]
İbni Ebil Hadid şiirlerinde
Hz. Ebu Talib’i şöyle methediyor;
‘Eğer Ebu Talib ve oğlu
olmasaydı
Din asla kaim olmaz ve
sabitleşmezdi
Ebu Talib Mekke’de ona
himayetçi oldu ve onu korudu
Ali de Medine’de ona
himayetçi oldu
Ebu Talib Abdulmuttalib’in
emriyle ona yaşamında kefil olmuş
Ali’de bu hizmetleri devam
ettirmiştir
Ebu Talib ilahi taktirle
öldü, ama üzülmemeli
Zira kendi güzel kokusu
Ali’yi yadigar bıraktı
Ebu Talib Allah rızası için
O’nun dinine hizmet etti
Ali O hizmetleri son noktasına getirip tamamladı”[272]
İbni EbilHadid, Hz. Ebu Talib’in iman ve ihlas dolu
şiirlerinden naklettikten sonra şöyle diyor, Bu şiirlerin Ebu Talib’den südur
etmesi tevatür haddine ulaşmıştır. Bu şiirlerin tamamının mefhumu bir anlam ve
bir şeye delalet etmektedir. O da Muhammed’in risaletini tasdik etmektedir.[273]
Ehl-i Sünnet alimlerinden olan Ebul Fida, Hz. Ebu
Talib’in ölmeden önce şehadet getirdiğine dair İbni Abbas’tan rivayet
nakletmiştir.[274]
Ebu Talib’in ölüm esnasında şahadet getirdiğini
bildiren rivayeti ‘Şüberavi Şafii’[275]
ve ‘Şemsuddin Zehebi’[276]
de nakletmişlerdir. Mezkur rivayetin yanısıra Şüberavi şu rivayeti de
nakletmiştir. ‘Ebu Bekir’in babası Ebu Kuhafe İslam getirdiğinde, Ebu Bekir
Peygambere şöyle dedi; Seni hak üzere Peygamberliğe seçene yemin olsun ki; Ebu
Talib’in İslam-ı Ebu Kuhafe’nin İslam’ından daha fazla aydınlattı. Zira Ebu
Talib’in İslam’ı senin gözlerini aydınlattı. Peygamber Efendimiz ona, doğru
söyledin’ diye buyurdu.[277]
Mescid-ul Haram’ın İmamı
Allame Seyyid Ahmed b. Zeyni Dehlan şöyle diyor; Ebu Talib’in Peygamberi
sevdiğine, O’nu koruduğuna dinin tebliğinde O’na yardım ettiğinde, O’nun
söylediğini tasdik ettiğine, Cafer ve Ali gibi çocuklarını O’na itaata ve
yardıma yönlerdiğine, O Hazreti mehfumu Peygamberi tasdik olan şiirleriyle
methettiğine dair haberler tevatür haddine ulaşmıştır. O diyordu ki; O’nun
getirdiği din haktır Hz. Ebu Talib’in meşhur sözlerinden birisi şudur:
Muhammed’in dininin en iyi din olduğunu yakinen bildim.
Şemsuddin b. Fihar b. Mead
Musevi, Hz. Ebu Talib’in imanı hakkında ‘Kitab’ul Hüccet’ diye bilinen bir kitap
yazmış ve kitabın birinci bölümünde şöyle demiştir. ‘İman nedir? İmam, lügatta
tasdik demektir ve İslam-i kelamcıların görüşünde, kalben tasdik etmek ve dilde
ikrar etmektir. Biz bir insanın imanını tanımak istiyorsak, iki yoldan başka
yolu yoktur. Birincisi mükellef şahısın, Alah’ı, Peygamber’i ve dini öğretileri
tasdik ve ikrar ettiğine ve dini hükümleri yaptığına bakacağız.
İkincisi ise, sözüne güvenilir birisinden O’nun
hakkında haberler işiteceğiz. Şimdi biz her iki yoldan da Ebu Talib’in İslam ve
imanını öğrenebiliriz. Zira ondan geriye kalan şiirler tamamen açıkça O’nun
Peygamberin nübüvvetine olan ikrar ve itirafını ve O’nu tasdik ettiğini
göstermektedir. İnsanların O’nun hakkındaki haberlerine gelince, Peygamber ve
Ehl-i Beyt imamları gibi insanlar O hazretin İslam ve imanından haber
vermiştirler...[278]
Bazıları sual edebilir; Eğer
Ebu Talib Müslüman’dı ise öyleyse, Peygamber O’nun cenaze kılınması için niçin
emir vermedi? Veya O’nun cenaze namazından neden söz edilmez?
Bu tür şüphe ve sorular karşısında cevaben şunu ancak
diyebiliriz ki; Peygamber Efendimiz Ebu Talib’in cenazesine namaz kılma emrini
vermediler. Zira cenaze namazı daha o güne kadar teşri olmamıştı. Nitekim Allame
Emini’den bu konuyu ‘Ebu Davud, İbni Carud ve Hezime’den’ nakletmiştir.[279]
Ebu Talib dünyadan gittiğinde meyyit namazı daha farz
olmamıştı, işte bundan dolayı Peygamber Hatice ve Ebu Talib’in cenazelerine
namaz kılmadı.[280]
Ceziri’de şöyle diyor; O gün cenazelere namaz yoktu.[281]
Bunca inceleme ve açık
delilden sonra, sormak lazım; Acaba böyle birisinin Müslüman olmayıp da müşrik
olarak dünyadan gitmesi nasıl düşünülebilir?
Ne kadar şaşılacak şeydir ki;
bugün Mekke’nin meşhur pazarının ismi ‘Ebu Süfyan pazarı’ olmuştur. Daha üzücü
olanı ise ‘Suudi Arabistan’da lise okullarında ki ders kitaplarından birisi
‘Tarih-i İslam’ kitabıdır. Ve bu kitabın bölümlerinden birisinin ismi ise şudur;
‘Emir-el Müminin Yezid b. Muaviye’nin (reziyullahi anh) hilafeti’. Yukarıda ki;
ibaret mezkur ders kitabındaki bölümün başlığıdır. Suudi kralları ve Vehhabi
alimlerinin meşrebeleri Ebu Süfyan, Muaviye ve Yezidler olduğu için, onlar yeni
genç nesillerini İslam’ın can damarları olan Peygamber evladı ile
tanıştıracakları yerde, o can damarlarının canlıktan koparan Yezid gibi canileri
tanıştırması uygun görmüşlerdir.
Hatta bunlar Hz. Ebu Talib’in
imanında öyle bir bağnazlık ve taassuba kapılmışlar ki; O hazretin imanına dair
bir şeyler söyleyip yazanları farklı gözlerde görmüşlerdir. Örneğin, son
yıllarda Üstat Abdullah Henizi Hz. Ebu Talib’in iman ve ihlasından bahseden ‘Ebu
Talib Mümini Kureyş’ adında bir kitap yazmıştır. Kitap yayınlandıktan sonra
Emevi zihniyetine hizmet etmeye yeltenen oradaki alimlerin vasıtası ile Suudi
yetkililerin tarafından zindana atılmıştır. Suudi yetkilileri onun sözlerinden
ve inancından geri dönmesini istediklerinde o da bunu yapmamış ve dolayısıyla
idamla cezalandırılmak istenmiştir. Daha sonra araya vesileler girince idam
cezası hafifletilmiş ve ömür boyu hapse mahkum edilmiştir. Ama daha sonraları,
Şia aleminin yegane müçtehitlerinden olan, Zamanının müçtehidi Merhum Ayetullah
el-Uzma Burucerdi’nin gayretiyle hapisten kurtulmuş ama hapisten çıkarılmadan
önce yine 80 kırbaçla cezalandırıldıktan sonra serbest bırakılmıştır.
Ehl-i Sünnet alimlerinin
bazılarının, Ebu Talib iman getirmeden öldü sözüne sebep olan bir takım uydurma
rivayetlerdir. Bu düzmecelerin bazıları, Ebu Talib’in ölüm anında iman
getirdiği, bazıları asla iman getirmediği ve bazıları da şu an onun ateşte
olduğundan bahsetmektedir. Ne yazık ki; bu tür düzmecelerde sadece Ehl-i Sünnet
kaynaklarında naklolunmuştur. Bu tür düzmeceler Emevi tezgahının düzeninden
geriye kalan acı hatıralardır. Onlar bu vesileyle Hz. Ali’ye olan iftiharların
tamamını unutturmak istiyorlardı. İslam tarihinin
Emevi dönemine baktığımızda, Emevi tezgahtarları tarafından yeni dünyaya gelen
çocukların isminin Ali bırakılması yasaklanmıştı. Ama ne yazık ki; Emevi dönemi
son bulduktan sonra, o günden bu güne kadar bazı Ehl-i Sünnet alimleir Muaviye
ve Yezid gibilerinin çizgilerinin dışına çıkmamış ve hatta Ebu Süfyan ve Seyyidi
Şüheda Hz. Hamza’nın ciğerlerini yiyen Hinde’yi Müslüman olarak görmüşlerdir.
İşte risalet ve Peygamberin yar ve himayetçilerinden olan Ebu Talib gibi bir
müminin kafir olarak öldüğünü söyleyen bu tür bir zihniyettir.
Ehl-i Sünet kaynaklarında Ebu
Talib’in iman getirmediğine dair en meşhur rivayet şu hadistir; Peygamber
Efendimiz (güya) şöyle buyurmuştur; ‘Doğrusu Ebu Talib suda ve biraz da
ateştedir. Eğer ben olmasaydım o cehennemin en aşağı tabakasında yanacaktı.’ Bu
düzmece rivayet ‘Zehhah’ ismiyle meşhurdur.
Zehzah hadisi ve ona benzer
düzmece rivayetler Şia usul ve kaidelerine göre merdud ve düzmecedir. Zira Ehl-i
Beyt imamları ve Şia alimleri Ebu Talib’im iman, İslam ve İhlasında icma
etmişlerdir. Nitekim, hadisler bölümünde, Ehl-i Beyt imamlarının Ebu Talib’in
menfi yönünü bildiren rivayetleri reddettiklerini gördük.
Bunların yanı sıra bu tür
rivayetler Ehl-i Sünnet usul ve kaidelerine göre de senetleri bozuk olan
itibarsız rivayetlerdir. Zira rivayetin senedinde şu üç kişi vardır; Abdulmalik
b. Ümeyr, Ahmed b. İbrahim Dureki, Süfyan-ı Sevri. Ehl-i Sünnet usul ve
kaidelerine göre bu üçünün de rivayeti merduttur. Ehl-i Sünnet, Abdullah b.
Ümeyri muzteribul hadis olarak görmüşlerdir. Bunun yanı sıra O Hz. Ali’nin
muhaliflerindendir. Ahmed b. Hanbel onu yanlışı söylemekle taz’if etmiştir.
Ahmed b. İbrahim hakkında
Hatib-i Bağdadi şöyle diyor; Yahya b. Müine Ahmed b. İbrahim sen ondan hadis
naklettiğini zannediyor, dediklerinde şöyle cevap verdi; Ben asla ondan hadis
yazmadım, zira o divaneler gibidir.
Hezebi ‘Mizan’ul i’tidal’ da
Süfyan-ı Sevri hakkında şöyle diyor; O rivayetleri naklederken tedlis (aldatma)
yapıyor ve pak olmayan yalancı kişilerden rivayet ediyordu.
Allame Meclisi şöyle diyor;
Bu bab da bu tür rivayetlerin Senedi Muğiyre B. Şu’be’ye ulaşmaktadır. O da Ali
ve hanedanının düşmanlarından birisi olmakla meşhurdur. Bu kişinin Ehlibeyt
karşısında düşmanlığı güneş ışığı gibi aydındır.
Bütün rivayetlerin senedi Muğiyrenin dışında Urve b.
Zübeyr, Zuhri ve Said b. Müseyyib’e de ulaşmaktadır.[282]
Bunlarında Hz. Aliye karşı muhalefet ve düşmanlığı ispat olunmuştur. Neticede
naklolunan rivayetlerdeki raviler Ehli Sünnet alimleri tarafından bile kabul
görmemiş, yalancılık ve hadis düzmeceliği ile suçlanmışlardır.[283]
Hz. Ebu Talib’in imanını
gizlediğine dair rivayetlerde naklolunmuştur. Daha öncede belirttiğimiz gibi, O
Hazretin imanını izhar etmemedeki gayesi, Hz. Peygamberi daha iyi bir şekilde
muhafaza ve himayet etmekti. Bu tür bir himaye o günün şartlarına göre bir
taktik idi.
Şayet, Hz. Ebu Talib’in bu
tavrı ve İslam’ını izhar etmemesi, bazı Ehl-i Sünnet alimlerini yanlışlığı
düşürmüş olabilir. Dolayısıyla bu yanlışlığa düşenlerde o Hazret küfür nispetini
vermişlerdir. Bazen de bu konu etrafında şu şekilde Şia’lara itirazlar
yağdırmışlardır. Eğer Ebu Talib Müslüman idiyse, öyleyse neden çocuklarının
namaz kılması gibi onun da namaz kılması hiçbir yerde görülmemiştir. Peygamber
Efendimiz bir toplantıda yakın akrabalarını İslam’a davet ederken, neden O ilk
icabet edenlerden olmamıştır? Neden İslam adına yapılan hiçbir merasime
katılıyordu?
Önceden de belirttiğimiz gibi, bu tür itiraz ve
şüphelerin cevaplarını Ehl-i Beyt imamları vermişlerdir. Örneğin İmam Cafer
Sadık (as.) bir hadiste şöyle buyuruyor; Doğrusu Ebu Talib kafirliği izhar edip
kendi imanını saklıyordu. O vefat ettiğinde Allah’u Teala Peygambere, artık
Mekke’de yaverin yoktur, Mekke’den dışarı çık, diye vahiy etti. Bunun üzerine
Allah Resûlü Medine’ye hicret etti.[284]
Netice olarak diyoruz ki,
Eğer Ehl-i Sünnet alimleri mezkur konuya insaf dairesi içerisinde bakacak
olurlarsa Hz. Ebu Talib’in imanının yüksek bir mevkide olduğuna kanaat
getireceklerdir. Ama ne yazık ki; bazı inat ve taassup ehli olanlar ‘Zehzah’
diye bilinen uydurma ve düzmece bir rivayete istinaden Peygamberin amcası ve
himayetçisinin imansız olarak öldüğünü söylemişlerdir. Bu şahıslar inat ve
taassup ehli olmasaydılar; hiç şüphesiz bu konuda onca sahih rivayetin
içerisinden bir düzmece ve safsatasına istinat etmezlerdi. Ve kureyş’in mümine
bu tür çirkinlikleri nispet vermezlerdi.
Son olarak diyoruz ki; Ebu
Talib’in imanı hakkında çok bahis olmuş ve bu konu ünvanında ayrı-ayrı kitaplar
yazılmıştır. Bu yazılan kitaplarda ise, Ebu Talib’in İslam ve imanı ispat
olmamakta ve O yüce şahsiyetin kişiliği İslam ve Peygambere yaptığı hizmetleri
...konu olarak ele alınmıştır. O kitaplardan bir kaçı şunlardan ibarettir;
1-Ebu Talib Mümin-i Kureş,
Abdullah Henizi
2-Esna-l Metalib fi Necatı
Ebi Talib, Seyyid Ahmed Zeyni Dehlan
3-Şeyh-ul Ebteh ev Ebu Talib,
Seyyid Muhammed Ali Al-i Şerefuddin
4-Eş-Şihab-us Sakıb, Şeyh
Necmuddin
5-İman-ı Ebi Talib, Ebu Ali
Kufi
6-İman-ı Ebi Talib, Merhum
Şeyh Mufid
7-İman-ı Ebi Talib, Seyyid
İbn Tavus
8-İman-ı Ebi Talib, Ahmed
İbni Kasım
9-Bağyet-ut Talib, Seyyid
Muhammed Abbas Tüsteri
10-Mevahib-ul Vahib fi
fezail-i Ebi Talib, Şeyh Cafer Nakdi
11-El-Hüccet-u El-az Zahib
ila tekfiri Ebi Talib Seyyid Fihar
12-Ebu Talib Şeyhu Ben-i
Haşim, Abdul Aziz Seyyid-ul Ehl Merhum Allame Emin; Mükemmel bir esir olan
El-Gadir’in yedinci cildinin sonlarında, Ebu Talib’in iman ve ihlasından
bahseden 19 kitabın ismini zikretmiştir.
ABDUL
MUTTALİB VE EBU TALİB’İ ZİYARET ETMEK VE ONLARIN İMANI
Hz. Peygamber Efendimizin
ceddi Abdulmuttalib ile Hz. Ali’nin babası Ebu Talib’in mezarı Mekke’de
yanyanadırlar. Caferiler Mekke’ye müşerref olduklarında imkan dahilinde o iki
şahsiyeti ziyaret ederler. Ama Ehl-i Sünnet buna önem vermiyor ve önem
vermedikleri gibi bunların ziyaretlerini reva görmüyorlar.
Caferi alimlerinden birisi;
Mekke’de emr-i bi’l maruf grubunun reisleriyle bu konu etrafındaki münazarısını
şu şekilde anlatır;
-Reis: Siz Caferiler
hangi sebeple Abdulmuttalib ve Ebu Talib’i ziyaret ediyorsunuz?
-Alim: Bunun bir sakıncası mı
var?
-Reis: Abdulmuttalib fetret
(Peygamberin olmadığı zamanlar) döneminde yaşıyordu. O zaman Peygamber sekiz
yaşında olup Peygamberlik makamına ulaşmamıştı. Abdulmuttalib bu zamanda
dünyadan gitti, o zamanda ise Tevhid dini yok idi. Öyleyse sizler hangi unvan
ile onun kabrini ziyaret ediyorsunuz? Ebu Talib’e gelince O’da müşrik olarak
dünyadan gitti ve müşrikinde ziyareti caiz değildir.
-Alim: Abdulmuttalib hakkında
şunlar söylenebilir; Acaba hangi Müslüman onu müşrik olarak niteleyebilir? O
kendi döneminde Allah’ı tanıyan bir muvahhit idi. O ceddi Hz. İbrahim’in dinine
tabi oluyordu veya Hz. İsa’nın vasilerinden birisiydi. O Ehl-i Sünnet’in
kitaplarında dahi naklolunan Ebrehe’nin ordusu meselesinde (ki Ebrehe Kabe’yi
yıkmak için gelmiş ama Fil süresine göre hepsi helak olmuşlardı) Ebrehe’nin
yanına gittiğinde Ebrehe ona şöyle dedi; ‘Benim gözümde alçaldın. Zira sen
develerini almak için buraya geldin ama mabedin, dinin ve yakınlarının olan
Kabe’den söz bile etmedin!’
Abdulmuttalib O’nun cevabında
şöyle buyurdu; Ben develerin sahibiyim ve bu evinde sahibi vardır, onu
koruyacaktır.
Daha sonra Abdulmuttalib Kabe’nin kenarına gelerek
Kabe’nin kapısının halkasından tutarak dua etti ve şiirler okudu; O Şiirlerden
birisinin mefhumu şöyledir: Ya Rabbi herkes kendi ailesini korumaktadır, sende
emin olan hareminin sakinlerini koru...[285]
Neticede, Abdulmuttalib’in
duası müstecab oldu ve Allah’u Teala grup-grup kuşları gönderdi ve o kuşlar
Ebrehe’nin ordusunu yerle bir ettiler. Kuran’ı Kerim’de ki fil süresinde bu olay
hakkında nazil olmuştur.
Şia kaynaklarında naklolunur ki; Hz. Ali (as.) şöyle
buyurdular; Andolsun Allah’a ki babam Ebu Talib, Ceddim Abdulmuttalib, Haşim,
Ebdu Menaf asla puta tapmadılar. Onlar Kabe’ye doğru namaz kılıyor ve Hz.
İbrahim’in dinine göre hareket ediyorlardı.[286]
Ama Hz. Ebu Talib’in imanına
gelince.
1-Ehl-i Beyt imamlarının ve
Şia alimlerinin icmasına göre O Müslüman ve mümin olarak dünyadan gitmiştir.
2-Ehl-i Sünnetin maruf ve
tanınan alimlerinden olan İbni Ebil Hadid şöyle nakleder; Birisi İmam Seccad’tan
Acaba Ebu Talib Mümin miydi? Diye sorunca, O Hazret evet diye cevap verdi.
Bir başkası ise şöyle sordu;
Burada bazıları vardır ki; Ebu Talib’in kafir olduğunu söylüyorlar;
İmam Seccad (as.)’dan Onun cevabında şöyle buyurdu;
Hayret onlar Allah Resulüne ve Ebu Talib’e yakışmayan nispetleri mi veriyorlar.
Peygamber, imanlı bir kadının kafir bir erkekle evlenmesini nehyetti. Şüphesiz
Fatıma Binti Esed İslam ve İmanda önde olanlarındandır. O ömrünün sonuna kadar
Ebu Talib’in zevceliğiyle baki kaldı.[287]
2-Ehl-i Sünnetten olan bir
çok ilim ve ravi şöyle nakletmişlerdir; Peygamber, Akil b. Ebu Talib’e şöyle
buyurdular; Ben seni iki sebepten dolayı seviyorum;
1-Benimle olan yakınlık ve
akrabalığından dolayı
2-Amcam Ebu
Talib’in seni sevdiğin bildiğimden dolayı.[288]
Bu söz Peygamber Efendimizin
Ebu Talib’im imanının olduğuna inandığını gösterir. Aksi takdirde kafirin,
muhabbet ve sevgisinin hiçbir değeri yoktur ki; Peygamber bu sebepten dolayı
akili sevmiş olsun...
-Reis: Ebu Talib’in imanı bu
şekilde açıksa, peki öyleyse neden bizim alimlerimiz Ebu Talib hakında muhtelif
sözler söylemişler ve bazıları da onun kafirliğini tasrih etmişlerdir? Bu
karışıklığın sırrı nedir?
-Alim: Hakikat şudur ki;
Muaviye’nin hükümeti döneminde Hz. Ali’ye sebbetme ve hakareti hatta namazların
kunutunda bile reva görüyorlardı. Yaklaşık seksen yıl o Hazreti, minberlerinden
lanetlediler. Ebu Talib’i kafir olarak kabullendirmek ve Ali’ye de kafir oğlu
olarak tanıtmak için meçhul ve satılmış eller devreye girdi.
Bunu kesinlikle böyle bilin
ki; bu düzmece rivayetler sizin kitaplarınıza aktarıldı ve zihinleri darmadağın
etti. Aksine Ebu Talib’in iman meselesi tamamen açık olan bir şeydi.
Diğer bir sırrı da şudur; Ebu
Talib İslam hedefi doğrultusunda ve Peygamberi iyi bir şekilde himayet etmek
için usta bir taktik ile takiyye perdesi altında hareket ediyordu. Eğer o açık
bir şekilde imanını izhar etseydi, bi’setin (peygamberliğin) başlangıcında asla
o Hazreti iyi bir şekilde himaye edemeyecekti.
İşte bu nedenden dolayı
çeşitli rivayetlerde Ebu Talib dinin hedeflerinin ilerlemesi için imanları
gizleyen ‘Mü’min-i Al-i Firavuna’ ve ‘Ashab-ı Kehf’e benzetilmiştir.
Tefsir-i İmam Hasan Askeri (as.)’da, İmam Hasan
(as.)’ın şöyle buyurduğu naklolunur; Allah Peygambere, ben seni iki grubun
vesilesiyle koruyacağım diye vahiy gönderdi. Gizlide olan grup ve aşikarda olan
grup. Birinci grubun en üstün imamı Ebu Talib’tir ve ikinci grubunda en üstün
imamı O’nun oğlu Ali’dir.[289]
Okuyuculara ışık tutması dileği ile...
Sayın okuyucu, konuya
başlamadan önce kısaca Hz. Fatıma’nın hayatını inceleyelim, konunun anlaşılması
için daha faydalı olacaktır.
Hz. Fatıma (s.a) Hz.
Resulullah Muhammed Mustafa (s.a.a)’in Hz. Haticeden dünyaya gelen kızıdır.
Peygamber efendimizin Peygamberliğinin beşinci yılı Cemadiyel ahir ayının
yirmisinde Cuma günü dünyaya gelmişlerdir. Hz. Peygamber efendimizin kızı Hz.
Fatımaya olan muhabbet ve sevgisi vasıf edilmeyecek derecedeydi. O Hazret kızı
Fatıma hakkında şöyle buyurmuştur; “Fatıma benim bir parçamdır, kim Fatıma’yı
razı ederse beni razı etmiş ve beni razı edende Allah’ı razı etmiş olur. Kim
Fatıma’yı gazaplandırırsa beni gazaplandırmış ve beni gazaplandıran da Allah’ı
gazaplandırmıştır.” Peygamber efendimiz şehir dışına bir yere sefere çıktığında en son kızı
Fatıma ile vedalaşır ve seferden geri döndüğünde ise ilk önce Fatıma’nın yanına
gider onunla görüşürdü.
Hz. Fatıma, Hz. Ali (a.s)’ın
eşidir. Peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur; “Ali olmasaydı Fatıma’ya eş
bulunmazdı.”
Hz. İmam Ali (a.s)’ın savaş
meydanlarındaki en büyük yardımcılardan birisi eşi Fatıma idi. Hz. Fatıma Hz.
Ali (a.s) evde bulunduğu veya bulunmadığı zamanlarda evi en iyi şekilde idare
eder ve eşinin rızasını kazanırdı. Fatıma cennet gençlerinin efendileri,
Peygamberin baharı olan Hasan ve Hüseyin’in annesidir. Hz. Fatıma’nın takva ve
ibadetine gelince; Onun, bir çok geceleri sabahlara kadar ibadetle geçirdiği
nakledilir. Her namazdan sonra okunması sünnet olan Fatıma’t-uz Zehra’ya
Peygamber tarafından bir hediye olarak öğretilen Fatıma’tüz Zehra tesbihatı (34
defa Allahu Ekber 33 defa Elhamdulillah 33 defa Subhanellah) O Hazretin
ibadetteki yüce makamına bir işarettir.
Hz. Fatıma’nın mübarek ömrü
18 yıl gibi çok kısa bir süre olmasına rağmen ilimdeki makamı öyle bir dereceye
varmıştır ki, Kur’anı Kerimin tefsiriyle ilgili buyrukları Hz. Ali tarafından
kaleme alınmış bu vesileyle meydana gelen kitap kaynak kitaplardan biri
olmuştur. Hz. Fatıma babası Hz. Peygamberin hedef ve daveti yolunda O Hazrete
yardımcı olanlardan birisiydi. O Peygambere nispet olarak
“Babasının Annesi” unvanı almıştır. Hz. Fatıma babasından sonra üç ay ve
bazı rivayetlere göre altı ay bazısına göre de 95 veya 100 gün yaşamıştır. Hz.
Fatıma Medine de vefat etti. Vasiyet üzerine geceleyin gizlice Hz. Alinin eliyle
defnedildi, bu yüzden o Hazretin kabrinin yeri şimdiye kadar gizli kalmıştır.
Sayın okuyucu! Hz. Fatıma’nın
öfkesi başlığı altında ele aldığımız konunun mefhumu şudur; Acaba Hz. Fatıma
vefat etmeden önce kimlere öfkeli ve kızgındı, bu öfke ve kızgınlığın neticesi
nedir.?
Buhari kendi Sahihinde
Aişe’den, Fatıma dünyadan giderken Ebubekir’e kızgın ve öfkeliydi. Zira Ebubekir
Onu Peygamberden kalan mirastan mahrum ettiğini nakletmiştir.
Aişe şöyle diyor; “Peygamberin kızı Fatıma
Resulullah’tan kalan mirasını talep etti.”Ebubekir ona dedi ki; Peygamber, biz
miras bırakmayız diye buyurdular, bizden geriye kalan sadakadır. Bunun için
Fatıma Ebubekir’e öfkelenerek ondan yüz çevirdi ve ölünceye kadar da onunla
karşı karşıya gelmedi. Peygamberin vefatından sonra altı aydan fazla yaşamadı.
Fatıma daima, Resulullah’tan Hayber ve Fedek’ten geriye kalandan ve Medine’deki
mülkten kendi payına düşeni Ebubekir’den istiyordu. Ama Ebubekir vermekte
diretiyor ve şöyle diyordu; Peygamberin amel ettiği şeyi ben terk edemem.[290]
Hz. Fatıma, Ebubekir’e öyle
bir şekilde öfkeli ve kızgındı ki, Hz. Ali’den, vefatından sonra Ebubekir’in
gelip cenazesine namazını kılmasına izin vermemesini istedi. Hatta cenaze
merasimine katılmamasını bile istiyordu.
Buhari kendi Sahihinde bu hususta Aişe den şöyle
naklediyor; Ebubekir Peygamberin mirasından ona bir şey vermedi, işte bunun için
o Ebubekir’e kızgındı ve vefat edene kadar da onunla konuşmadı. Peygamberden
sonra altı ay yaşadı, vefat ettiğinde eşi Ali onu gece defnetti. Ebubekirin ona
namaz kılmasına izin vermeyip, kendisi ona namaz kıldı.
[291]
Hz. Fatıma’nın Ebubekir’den
mirası unvanında istediği Fedek Hicaz’da Yahudilerin ikamet ettiği bir köydü.
Peygamber ve İslam ordusu Hayber kalesini büyük bir ihtişam ve şahametle
fethettikten sonra, Peygamberin Fedek’te bulunan Yahudi düşmanlarının kalbini
bir korku ve vahşettir ki, sardı. Bu sebepten dolayı savaş yapmamak için
Peygamberle Fedek üzerinde anlaşmaya vardılar. Dolayısıyla Fedek Peygamber
efendimizin şahsi mülkü oldu. Zira savaş ve kan dökme neticesinde alınmamıştı.
Daha sonra Peygamber Fedeki ve Hayber’deki kendisine kalan Humsu ve diğer bir
takım şahsi mallarını kızı Fatıma’ya bağışladı.
Ebubekir’e göre, Fatıma kendi hakkı olmayan bir şeyi
ondan istiyordu. Ebubekir’in görüşüne göre, Fatıma babasından kalan mirasın
hükmünü bilmediğinden dolayı ya cahildi veya da yalancıydı. Ama gerçek ve
hakikatlere göre her iki ihtimalde Hz. Fatıma hakkında gayri mümkün olup bu tür
ihtimaller hem o Hazrete hem de Resulullah’a karşı bir iftira ve ihanettir. Zira
Fatıma öyle bir şahsiyet ve makama sahiptir ki, rivayete göre Allah’ın, onun
gazabından gazap edeceği naklolunmuştur. Fatıma dünya ve cennet müminlerinin
efendisidir. Allah onu her türlü günah, pislik ve çirkinlikten temizlemiştir.
Buhari Sahihinde Peygamber efendimizin şöyle buyurduğunu nakletmiştir; Ey Fatıma
mümin kadınlarının efendisi veya cennet kadınlarının efendisi olmaya razı değil
misin.?
[292]
“Fatıma benim vücudumdan bir parçadır, onu gazaplandıran beni
gazaplandırmiştır.”[293] “Fatıma cennet kadınlarının efendisidir.”
[294]
Hatta Fatıma’nın diğer kadınlar gibi normal bir kadın olduğunu ve hadislerde
geçen faziletlerin onda olmadığını kabullensek bile, onun babasının insanlığın
müjdecisi ve korkutucusu ve Allah’ın Resulü ve kocasının da Resulullah’tan sonra
ümmetin en alimi olmasını inkar edemeyiz. Eğer durum Ebubekir’in söylediği
gibiydi ise, acaba, Peygamber Efendimiz kızı Fatımaya miras hükmünü açıklamadı
diye bilir miyiz.? Hal Ebubekir’in söylediği gibiydi ise peki neden sizinde,
kabullendiğiniz gibi ümmetin en alimi olan Ali Fatıma’ya karşı gelip ona açıklık
getirmedi! Eğer gerçekten Ebubekir’in söylediklerinin aslı olsaydı, Ali gibi
birisinin Fatıma’ya açıklık getirmemesi o Hazrete yakışır mıydı.? Hayır,
kesinlikle bu ihtimaller doğru değildir. Zira bu tür şeyler ne Peygamberlik
makamı ile ne de risalet makamına en yakın olan Hz. Ali’nin konumu ile bağdaşır.
Ama Fatıma’nın böyle olması mümkün değildir. Zira, Fedek’deki hakkının Ebubekir
tarafından gasp olunduğunu duyunca bir grup muhacir ve ensarla Ebubekir’in
yanına geldi ve öyle bir konuşma yaptı ki, oradakiler ağlamaya başladılar. O
konuşmanın bir bölümünü sadece zikrediyoruz;
“...Siz, bizim miras ve hakkımızın olmadığını iddia ediyorsunuz. Sizler
cahilliye hükmüne mi tabi oluyorsunuz.? Yakin sahibi olan imanlı İnsanların
yanında Allah’tan başka kim daha iyi hükmedebilir. Yazıklar olsun sizlere ey
Müslümanlar. Ey Ebubekir! Acaba Allah’ın kitabında senin babandan miras alman ve
benim miras almamam var mı? Sen büyük bir töhmet vurdun. Daha sonra şu ayeti
tilavet ettiler; “Muhammed ancak bir Peygamberdir. Ondan öncede Peygamberler
gelip geçmiştir. Şimdi o ölür yada öldürülürse, gerisin geriye mi
döneceksiniz.”?
Babamdan kalan mirasımı benden alırlarken sizler
görüp, duyup sessiz mi kalacaksınız? Sizin buna karşı çıkmaya gücünüz var. Oysa
sizler mazlumun davetini duyduğunuz halde buna cevap vermiyorsunuz...”[295]
Peygambere miras hakkında nispet verilen uydurma
hadis, miras konusunun Peygamber hakkında icra olunmaması içindir. Ebu
Bekir’inde kendisi bu konuda içtihat etmiştir. Oysa Kuran iki Peygamberin miras
meselesinde buyuruyor ki; ‘Süleyman Davud’dan miras aldı.’[296]
Kuran’ı Kerim Hz. Zekeriyya’dan bahsederken şöyle
buyuruyor; ‘O bana varis olsun, Yakup hanedanına da varis olsun. Rabbim O’nu
rızana layık kıl. Ey Zekeriyya biz sana bir oğul müjdeleriz ki; O’nun adı
Yahya’dır...’[297]
Yukarıdaki ayette geçen
‘Yerisuni’ (bana varis olsun) Peygamberliği miras alsın anlamında değildir. Zira
Peygamberlik ve nübüvvet irsi değildir. Yukarıdaki ayetler Peygamber Efendimize
nispet verilen hadisin uydurma olduğunu göstermektedir. Zira Peygamber Kuran’ın
hilafına hiçbir şeyi söylemez. Zaten ‘Kuran’la çakışırsa’ hadisi de bunu gayet
açık ve net bir şekilde ortaya koymuştur.
Bazıları diyorlar ki;
Fedek’te ki ihtilaftan dolayı Ali Ebu Bekir’e biat etmedi. Hayır, kesinlikle bu
doğru değildir. Ali Onu Peygamberin halifesi olarak görmediği ve kabullenmediğ
için biat etmedi. Bu safsatayı savunanlara sormaz lazım; Peki, eğer Ali
Fedek’teki ihtilaftan dolayı biat etmediyse, öyleyse biat etmeyen Salman-ı
Farsi, Ammar Yasir, Miktad vs. gibi sahabeler neden Ebu Bekir’e biat etmediler.
Sayın Okuyucu! Konumuz Fedek
dosyası olmadığı için, Fedek meselesine genişçe vermedik. Ama bu konuda İbni
Ebil Hadid ile Üstadı Ali b. Elfan arasında geçen konuşmayı naklediyoruz;
İbni Ebil Hadid diyor ki; Ben
üstadıma Fatıma’nın iddiasının doğruluğunu sorduğumda, O evet, Fatıma iddiasında
doğruydu diye cevap verdi. Dedim ki; Halife onun doğru olduğunu bilmiyor muydu?
Evet dedi.
Dedim ki; Öyleyse neden halife onun mutlak hakkını
ona vermedi? Üstadım bunu duyunca gülümseyerek vakarlı bir halde şöyle dedi; O
gün Halife, Fatıma doğru bir kadındır diye şahit istemeden, onun sözünü
kabullenip Fedek’i geri çevirseydi, yarın Fatıma bu durumdan kocası Ali’nin
yararına harekete geçip, halifeliğin kocası Ali’ye ait olduğunu söyleyecekti. Bu
surette ise halife hilafet-i Ali’ye teslim etmek zorunda kalacaktı. Zira Ebu
Bekir O’nun doğru olduğunu biliyordu. Ama istekler ve tartışmalar son bulsun
diye O’nu kesin olan hakkından mahrum bıraktı.[298]
Netice olarak şu iyice
anlaşılmaktadır ki; Peygamber Efendimizin aziz ve değerli kızı Hz. Fatıma’nın
Ebu Bekir’e getirdiği deliller bir netice vermemiş ve dolayısıyla Fedek Hz.
Fatıma’dan alınmış oldu. Hz. Fatıma’da dünyaya gözlerini kapamadan önce, Ebu
Bekir’e öfkeli ve kızgın bir halde bu dünyadan ayrıldı.
Bu konu inkar edilmesi bile
mümkün olmayacak bir halde açıkça, hadis ve siyer kitaplarında mevcuttur.
Buhari kendi sahihinde İbni Abbas’tan Peygamber
Efendimizin şöyle buyurduğunu naklediyor; Hakim ve Emirine darılan
sabretmelidir. Eğer bir veceb emiri aleyhine kıyam ederse, O’nun ölümü cahilliye
ölümüdür.[299]
Sahih-i Müslim’de Peygamber Efendimizin şöyle
buyurduğu naklolunmuştur. Üzerinde biat olmadan ölen bir insan cahilliye ölümü
gibi ölmüştür.[300]
Müsned-i Ahmed’de Peygamber Efendimizden şöyle
naklolunmuştur; İmamsız ölen bir insan cahilliye döneminde ölen insanlar
gibidir.[301]
Şia kaynaklarında da yukarıdaki hadisler şu şekilde
naklolunmuştur; Kendi zamanının imamını tanımadan ölen bir kimse cahilliye
döneminde ölmüş demektir.[302]
Yukarıdaki hadisler açıkça
şunu gösteriyor ki, eğer bir insan İmam veya emire biat etmeden ölürse, bu tür
bir insanın ölümü kesinlikle cahilliye zamanında ölen insanların ölüm hükmüne
girer. Hadislerde geçen imam da her imam değil de şüphesiz itaati farz olan
imamdır. İlahi şer’in emrine göre böyle bir imama itaat etmek gerekir.
Hz. Fatıma Ebu Bekir’e biat
etmeden bu dünyadan gitti. Biat etmediği gibi ona kızgındı da. Hatta özellikle
Ebu Bekir’in onun cenaze namazına ve defnine katılmaması için vasiyet etti.
Buhari Sahihinde Aişe’den şöyle nakleder;
‘...Peygamberin kızı Fatıma öfkelendi ve Ebu Bekir'’ kahretti ve bu kahrı
ölünceye kadar da devam etti. O Peygamberden sonra altı aydan fazla yaşamadı...’
Dünyadan gittiğinde eşi O’nu gece defnetti ve Ebu Bekir’in O’na cenaze namazı
kılmasına izin vermedi sadece kendisi O’na namaz kıldı.[303]
Acaba bir insan iddia edipte,
Fatıma’nın yukarıda Peygamberden naklolunan hadislere, Halife Ebu Bekir’in
yaptığı şeylere tahammül ve sabretmediği için O’na itaat etmediğini ve aksine
itirazlar yağdırdığını ve O’na öfkelenip cenazesine ve defnine katılmaması için
vasiyet ettiğini ve dolayısıyla o hadislere amel etmediğini söyleyebilir mi? Bu
durumlar Fatıma’nın Ebu Bekir’in hükümet ve halifeliğinden değil bir veceb
binlerce kilometre uzak olduğunu göstermektedir.
Öyleyse, Fatıma’nın ölümü
cahilliye ölümüdür söylemek mümkün müdür?
Sayın Okuyucu! Peygamberin kızı Fatıma tüm
Müslümanlarca, dünya ve cennet müminelerin efendisidir. Buhari Sahihinde bu
konunun ispatında Peygamberden şöyle naklediyor; ‘Ey Fatım mümin kadınların veya
bu ümmetin kadınları efendisi olmaya razı değil misin?’[304]
‘Fatıma cennet kadınlarının efendisidir.’[305]
Bunların yanı sıra Peygamber Fatıma’nın gazabı ile
gazaplandığını önceden duyurmuştu. Bu demektir ki; Allah’ın gazabı Fatıma’nın
gazap ettiği kişiye de şamil olur. Nitekim hadiste Peygamber Efendimizin şöyle
buyurduğu naklolunmuştur. ‘Fatıma benim vücudumdan bir parçadır. Onu
gazaplandıran beni gazaplandırmış
demektir.’[306]
Öyleyse bu durumda Fatıma’nın
ölümünün cahilliye ölümü olduğu nasıl mümkün olabilir? Ve bunu kim söyleyebilir?
Neticede, naklolunan sahih hadislere göre, itaati farz olan imam veya halifeye
biatsız ölenin cahilliye zamanında ölmüşler gibidir hali ile Fatıma’nın meselesi
iki ihtimalin dışında değildir.
1-Fatıma cahilliye zamanının
ehli gibi dünyadan gitmiştir ve Ebu Bekir’de itaati farz olan bir emirdir.
2-Fatıma’nın ölümü cahilliye
ölümü değildir ve Ebu Bekir itaati farz olmayan bir emirdir.
Bu iki ihtimalden ikincisi
doğrudur. Zira Fatıma Ebu Bekir’i Peygamberin halifesi ve itaati farz olan bir
emir olarak kabul etmiyordu. Eğer Ebu Bekir gerçekten itaati farz ve Peygamberin
halifesi olmuş olsaydı, Fatıma ona itiraz etmez ve gazaplanmaz ve cenazesine
katılmaması için vasiyet etmezdi.
Peygamberden naklolunan
hadisler sahih ve doğrudur ve Fatıma’da imamsız ve biatsız ölmemiştir. Ziar
Fatıma’nın biat ettiği itaati farz olan imam Hz. Ali idi. Dolayısıyla Hz. Ali ve
on bir evladı itaatleri farz olan imamlardır. Onlara biat ve itaat
etmeyenlerinde ölümü cahilliye ölümüdür.
Bu araştırmanın okuyuculara
ışık tutması ümidiyle...
Bu konunun izahına ve
tarihsel boyutuna girmeden önce konuyu fıkhı boyuttan ele alıp bu konudaki
görüşleri önce zikredelim. Ehl-i Sünnetin dört mezhebinin tamamıda ister
Mekke’li, isterse de gayri Mekke’li olsun üç kısım olan hac içerisinden şahıs
birisini seçmede muhtardır demişlerdir. İster temettü, ister kıran ve isterse de
ifrad niyetini edebilir.
Ama Hanefi mezhebine göre
Mekke’li olan birisinin temettü ve kıran haccını yapması mekruhtur.
Ehl-i Sünnet mezhepleri bu üç
hac içerisinde hangisinin daha faziletli oluşunu da ihtilaf etmişlerdir. Şafii,
ifrat ve temettü haccının kırandan daha faziletli olduğunu söylemiştir.
Hanefi Haccı kıranın o
ikisinden daha faziletli olduğunu söylemiştir.
Maliki; ifrad haccının
faziletli olduğunu savunmuştur.
Hanbeli ve Caferi mezhebine
göre ise temettü haccı diğerlerinden daha faziletlidir.
Ama Caferi Mezhebine göre Mekke’nin 48 mil dışında
olan birisine zaruretin dışında diğer haclar farz değil de temettü haccı
farzdır.[307]
Bu konuda Allah’u Teala şöyle
buyuruyor;
‘Kim hac yönlerine kadar umre ile faydalanmak isterse
kolayına gelen bir kurban kesmek gerekir. Kurban kesmeyen kimse hac günlerinde
üç gün memleketine döndüğü zaman yedi gün olmak üzere oruç tutar ki hepsi tam on
gündür. Bu söylenenler ailesi Mescid-i Haram civarında oturmayanlar içindir.
Allah’tan korkun bilin ki Allah’ın vereceği ceza ağırdır.’[308]
İslam dininde bir umre
vardır, bir de hac vardır. Hac ibadeti de üç kısma ayrılır. Haccı Kıran, Haccı
İfrad ve Haccı temettü. Umre bütün yıl boyunca yapılabilecek bir ameldir. Onun
amelleri ise şunlardan ibarettir. Mikatta ihrama girmek, tavaf etmek, tavaf
namazı kılmak, safa ve merve dağları arasında say etmek, taksir (saç veya
tırnakları kısaltmak) tavafı nisa yapmak ve tavafı nisanın namazını kılmak.
Haccı ifrad Mekke’nin 48 mil
sınırları içerisinde olan Mekke ahalisinin yaptığı hacdır. Onlar hac aylarında
kendi evlerinde ihrama girer ve Arafat’a meş’ara ve Mina’ya giderler ve oraların
amellerini tamamladıktan sonra Mekke’ye dönerler, tavaf ederler, tavaf namazı da
kıldıktan sonra say ederler ve sonrasında da umre yaparlar. Temettü haccı,
Mekke’den uzak olan Müslüman’ların hac aylarında yaptıkları ibadettir. Bu da hem
umre ve hem de hac amellerini içermektedir.
Onlar mikatta temettü
haccının umresini ihramına girerler ve Mekke’ye giderler. Tavaf yaparlar, tavaf
namazı kılarlar, Sefa ve Merve arasında say ederler ve en sonunda taksir yaparak
ihramdan çıkarlar. Zilhecce ayının sekizine kadar Mekke’de kalırlar ve o gün hac
ihramına girer ve Arafat’ta, Meş’ar’a ve mina’ya giderler, oraların amellerini
yaptıktan sonra tekrar Mekke’ye dönüp hac tavafını yapar ve namazını kılar ve
say ederler sonrasında tavafı nisayı yapar ve onun namazını kılarlar. Görüldüğü
gibi bu umre ve haccın arasında ihramıyla haram olan şeylerin tamamı ona helal
olduğu için bu hacca temettü haccı denilmiştir.
Haccı Kıran, hacıların
kurbanlıkları mikattan kendileriyle birlikte götürdükleri hacdır. Bu haccın
amellerinde aynen haccı ifrad gibidir.
Cahilliye döneminde Mekke ehli tüccar oldukları için,
halka yılda iki defa Mekke’ye gelmelerini söylüyorlardı. Bunlardan birisi umre
ve diğeri de zilhicce ayında hac ibadeti içindir. Onlar Umre ile Haccın birlikte
yapılmasını söylüyorlardı. İbni Abbas cahilliye döneminden şu şekilde haber
vermektedir; Onlar (cahilliye zamanındaki insanlar) hac aylarında umrenin
yapılmasını yeryüzünde yapılan en büyük fesat ve günah biliyorlardı. Onlar şöyle
diyorlardı; Develerin sırtının yarası iyileştikten, yollardaki izleri
kaybolduktan ve sefer ayı bittikten sonra umre yapmak caizdir.[309]
Peygamber efendimiz Medine’ye
hicret ettikten sonra birkaç defa umre yaptı. Ama hicretin onuncu yılında
Müslüman olan Medine dışındaki kabileler ve Medine ehline hacca gitmek ve onun
amellerini öğrenmek için hazır olmalarını istedi. İmkanı olan Müslümanlar bu
daveti icabet ettiler. O yıl Peygamberle birlikte hacca gidenlerin yetmiş binden
yüz otuz bine kadar olduğu söylenmiştir. Eğer bu rakamın en azını yani yetmiş
binini kabullenecek olursak, o yıl Peygamber Efendimizin etrafında yetmiş bin
Müslüman’ın gözü hac amellerini iyi ve detaylı bir şekilde öğrenmek ve onun gibi
amel etmek için Peygamberdeydi. Kurbanlıklarını Peygamber gibi kendileriyle
birlikte getirenler Medine’nin dışında (Abar Ali) haccı kıran niyeti ve
diğerleriyle de haccı ifrad niyeti ettiler.
Medine ile Mekke arasındaki Akik vadisine
vardıklarında Peygamber Ömer b. Hattab’a şöyle buyurdu; ‘Allah tarafından bana
umrenin hacda olduğu vahiy olundu. Ben kıyamete kadar umreyi hacca dahil ettim.’[310]
Bu hüküm, yani Mekke ehli olmayanlar için haccın
umreyle birlikte olması ve haccı müfredin olmaması ilk defa Allah tarafından
nazil oluyordu. Bu hükmün ilk tebliği olunduğu kişi ise Ömer b. Hattab’tır.
Asfan’da Sürage Peygambere şöyle diyor; Hac hükmünü biz dünyaya daha yeni
gelmişiz gibi bize beyan buyur. Yani hac önceden nasıldı, bizim bunlarla bir
işimiz yoktur. Şu an ne yapmalıyız. Peygamber efendimiz şöyle buyurdular;
“Allahu Teala bu Haccınıza umreyi de dahil etti. Mekke’ye girip, Kabe’yi tavaf
ettikten, Safa ve Merve arasında say ve sonrasında taksir yaptıktan sonra
ihramdan çıkacaksınız.[311]
Aişe şöyle diyor; Sahabelerin arasında bazıları
Peygamberin emrine uydular bazıları ise o emri terk ettiler.[312] Peygamber Mekke yakınlarında bir yerde
piyade olduğu zaman bu hükmü tekrar tebliğ edip şöyle buyurdular; “isteyen
Mekke’ye geldiği ihramı umre ihramı için karar kılsın”.[313]
Şunu iyice bilmek gerekir ki,
Peygamber halk tarafından zor kabullenilen hükümleri yavaş-yavaş, tedricen beyan
ediyordu. Zira Hac ve umrenin birlikte olması Kureyş
muhacirleri için zordu. Önce Ömer’e ve sonra da Sürage’ye açıkladılar. Daha
sonra da Mekke’nin girişlerinde tüm hacılara şöyle buyurdu; yanlarında kurbanlık
getirmeyenler hac niyetini umreye bedel edebilirler. Burada vacip olduğunu
buyurmadılar. Ama tavaf ve Safa- Merve arasındaki say’dan sonra Cebrail nazil
oldu ve Peygambere hükmü getirdi. Peygamber Mervenin son sa’yında sahabesine
şöyle buyurdu; yanında kurbanlığı olmayanlar bu haccın ihram niyetini umrenin
ihramı niyetine dönüştürmeli ve taksirden sonra ihramdan çıkmalıdır. Surage
tekrar Peygamberden sual etti; Bu işin böyle oluşu ve hac ile umrenin bir
yoklukta birleştirilip yapılması sadece bu yıla mı aittir yoksa bu hüküm ebedi
midir?
Peygamber Efendimiz iki elinin parmaklarını
birleştirip tutarak iki defa şöyle buyurdu; Umre artık hacca dahil oldu.[314]
Peygamberle gelenlerin
tamamı, Peygamberin bu işini gördüler ve bu hükmü Peygamberin ağzından duydular.
Ancak Peygamberin kendisi yanında kurban götürdüğü için, O’nun haccı, haccı
kırandı, bundan dolayı Peygamber ihramında baki kaldı.
Umreyi hac aylarında haram
gören bazı Kureyş muhacirlerinin nazarında bu hüküm ağır geldi ve onları
sıkılmaya başladılar. Bu yüzden Peygambere şöyle dediler. Şu an ihramdan çıksak
neler bize helal olur? Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdular; Bu umre temettüsüdür.
Yanında kurbanı olmayanlar, ihramdan çıksınlar ve artık her şey ona helal olur.
Doğrusu umre artık kıyamete kadar hacca dahil olmuştur.
Başka bir rivayette Cabir’den
Peygamberin şöyle buyurduğu naklolunmuştur; “İhramınızdan çıkınız, tavafı, sefa
ve merve arasında sayı ve taksiri yapınız ve Mekke’de muhill (ihram dışı) olarak
zilhecce ayının sekizine kadar bekleyiniz. Sonra hac için ihrama giriniz ve
önceden yaptığınız bu ameli haccı temettünün umresi karar kılınız”.
Onlardan bazıları şöyle dediler; Bizler mikatta
lebbeyk dediğimizde hac için lebbeyk dedik, onu şimdi nasıl umre edebiliriz?
Peygamber şöyle buyurdular; “Emrettiğim şeyi yapınız”.[315]
Başka bir rivayette Peygamberin şöyle dediği
naklolunmuştur; ihramdan çıkın ve kadınlarınızla birleşin. Bazıları itiraz
ederek şöyle dediler; Bizimle Arefe arasında beş gün var, Peygamber diyor ki ihramınızdan çıkınız.
(Bunu duyan Peygamber) ayağa kalkarak buyurdular ki; Bana bir grubun şöyle böyle
dedikler haberi gelmiştir. Andolsun Allah’a ben onlardan daha iyi ve daha
takvalıyım.[316] Onlar
şöyle dediler; Ey Allah’ın Resûlü, acaba bizden birisinden meni döküldüğü halde
Minaya mı gitsin? (eşiyle cinsel temasta bulunarak) Peygmaber (s.a.a) evet diye
buyurdular.[317]
Peygamber tarafından umre-i
temettünün tebliğ şeklini özeti yukarıdakilerden ibaretti. Şayet hiçbir hükmün
tebliği Peygamberle ümmeti arasında bu hüküm kadar söz alış verişine sebep
olmamıştır. Bu açıklıkla bu hüküm öyle bir şekilde konu edildi ki; bu hükmü
kimsenin unutması mümkün değildir.
Peygamber (s.a.a)
Efendimizden sonra Ebu Bekir halife oldu. O haccı temettünün yerine haccı
müfredi yaptı. Yani cahilliye dönemindeki Kureyş’liler gibi umre temettüsü
olmaksızın hac ibadetini yaptı. Ama diğerlerine karışmıyordu. Ondan sonra Ömer
halife oldu. O da haccı müfredi yaptı. Ama Ömer’in etkinlik ve gücü çoğalınca,
Müslüman’lara hac aylarında sadece haccı müfredi yapmalarını ve umreyi de hac
aylarının dışında yapmalarını emretti. Ömer tarafından Basra’ya vali olarak
atanan Ebu Musa Eş’ari Basra ahalisi ile hac için Mekke’ye gelmişti. Onun
kendisi meseleyi şöyle anlatıyor; Hacer-ül Esved ve Hz. İbrahim’in makamının
yanında halka hac hükümlerini açıklarken, birisi gelip yavaşça şöyle dedi; Fetva
verme, çünkü halife Ömer hac amellerinde değişiklik yaptı. (bunun üzerine ben
halka şöyle) seslendim; Kime fetva verdiysem el çeksin. Emir-el Müminin size
geldiğinde konuyu ondan soracak ve ona itaat edeceksiniz. Ömer geldiğinde ben
şöyle dedim; Ey müminlerin emiri; hac amellerinde icat ettiğiniz bu şey nedir?
Ömer sinirlenerek dedi ki; Eğer Kuran’a amel etmek istiyorsak, Kuran haccı
tamamlamağa emretmiştir. Öyleyse sizler hac ile umreyi birbirinden ayırınız.
Haccı hac aylarında ve umreyi de hac aylarının dışında yapınız. Çünkü Kureyş’in
baharı yoktur. Onların baharı insanların etrafından yılda iki defa Mekke’ye
gelmeleridir ki; bu vesileyle onların yaşamı düzen ve rahat içerisine girmiş
olur.
Hz. Emir-ül Müminin Ali (as.) Ömer’e şöyle buyurdu;
Peygamber hac ile umreyi birleştirdi. Halife bu sözün mantıklı olduğunu ve
kendisinin ise bu söze bir karşılık bir cevabı olmadığını görünce, diğerlerinin
de bu sözü söyleyerek itiraz edeceklerinin zannına kapılarak, mecbur kalmış ve
zora başvurarak şöyle demiştir. Bu benim emrimdir. Peygamber zamanında helal
olan iki mutayı ben yasaklıyorum ve amel edeni de cezalandıracağım. Bunlar,
kadınlar mutası ve temettü haccının umresidir.[318]
Ehl-i Sünnet mektebinin
Ömer’in rey ve sözünü tasdik ve doğrulamak için naklettikleri ‘Peygamber haccı
mufredi yapın emrini verdi’ türünden rivayetlerin uydurma olduğu Ömer’in bu
sözünden açık bir şekilde anlaşılmaktadır.
Bu konuda Hz. Ali kısa ve
anlamlı sözüyle şunu açıklamış ve ispatlamış oldu ki; İslam’ın hakiki ve gerçek
hükmü başka bir şeydir, halifenin içtihadı ise başka bir şey.
Ama bunlara rağmen, halife
sinirli ve öfkeli bir tabiata sahip olduğu için kimse onun karşısında konuşmaya
cesaret edemiyor ve onun emrinin tersine amel etmiyordu. İşte bunlardan dolayı
İslam Peygamberinin buyurduğu haccı temettü ortadan kalkmış oldu. O zamandan
sonra kim hacca gidiyordu ise, haccı mufred yapıyor ve haccı temettünün umresini
yapmıyordu.
Ömer’in zamanı tamam oldu ve
ondan sonra Osman halife oldu. Onunla Ebu Bekir ve Ömer’in sünnetine binaen biat
ettikleri için, o da aynı şeyi uyguladı. Ama ikinci halife gibi bu konu üzerinde
öfkeli, hassas ve sıkı değildi. Özellikle halifeliğinin ikinci yarısında ona
karşı muhalefetler çoğaldığı için itiraz etme zeminesi bulunmuş oldu.
Hz. Ali (as.) İslam için bu
fırsattan yararlanarak haccı temettünün umresinin hükmü hakkında onunla
tartıştı.
Abdullah b. Zübeyr şöyle diyor; Hac günlerinde Osman
ve Şam ehlinden bir grup Cuhfede idi. Söz umre temettüsünden açıldı. Osman şöyle
dedi, Umreyi hac aylarından yapmayınız. Allah’ın evini yılda iki defa ziyaret
etmek için umreyi geciktirmeniz daha iyi olur. Bu esna da müminlerin emiri Hz.
Ali (as.) sahra da develerini otlatırken halifenin bu sözü O’na ulaştı. Bunun
üzerin Hz. Ali (as.) gelerek halifenin karşısında durup şöyle buyurdu; Allah
Resûlünün bıraktığı sünneti ve Allah’ın Kuran’da kullarına izin verdiği
ibadetimi nehyediyorsun? Daha sonra Hz. Ali (a.s) oracıkta herkesin gözü önünde
haccı temettü umresinin ihramına girdi ve Peygamberin emrettiği gibi hac ve umre
için ikisine birden Lebbeyk dedi. Osman burada aşağı düşünce halka dönerek şöyle
seslendi. Ben nehyetmedim sadece görüş bildirdim. İsteyen amel etsin ve
isteyende terk etsin...[319]
Başka bir rivayette şöyle naklolunur; Ali ve Osman
hac ibadetini yapıyorlardı. Yol arasında Osman temettüden nehyetti. Hz. Ali
(as.) şöyle buyurdu, Osman binerken sizlerde bininiz. Daha sonra Hz. Ali gelerek
onların önünde umre için Lebbeyk dedi. Onun ashabı da böyle yaptılar. Osman
onları nehyetmedi, daha sonra Hz. Ali (a.s) Osman’a şöyle dedi, Duyduğuma göre
sen Umreden men ediyormuşsun? Osman, evet diye cevap verdi. Hz. Ali (a.s) şöyle
buyurdu; peygamberin umre için Lebbeyk dediğini duymadın mı? Osman, evet
işittim, diye cevap verdi.[320]
Başka bir rivayette şöyle naklolunmuştur; Hz. Ali ve
Osman Asfan’da karşılaştıklarında, Osman Umre temettüsünden men ediyordu. Bunun
üzerine Hz. Ali (as.) şöyle buyurdu; Acaba Allah Resulünün yaptığı bir işimi
nehyediyorsun? Osman, bizi bırak dedi. Hz. Ali ise seni bırakamam diye cevap
verdi ve sonrasında hac ve umre için Lebbeyk dedi.[321]
Hz. Ali bu yöntem ve bu
şekilde unutulmaya ve terk olunmağa yüz tutulan bu İslam hükmünü İslam-i topluma
geri getirdi ve tahrif olunan İslam hükmünün gerçeklerini Müslümanlara aşikar
etmiş oldu. Bunlardan sonra kendi hilafeti zamanında rahat bir şekilde,
karşısında engel olmaksızın bu şekilde amel ediyordu.
Ama o Hazretin şahadetinden
sonra, Şam’da kendisi halife zanneden Muvavi’ye Peygamberin sünneti karşısında
ilk üç halifenin sünnetini ihya etmek için gayret ve çaba sarfediyordu.
Muaviye’nin çirkef çabaları hac konusunda da olmuştur. Zira O, bu meselede de
haccı umreden ayırmak istiyordu. Ama Hz. Ali’nin açık ve net beyanatları
bazılarının, Muaviye’nin sünneti nebeviyi unutturma ve Ebu Bekir ve Ömer’in
sünnetini ihya etme çalışmalarına itiraz etmelerine ve aksine tebliğatlarda
bulunmalarına sebep olmuştur.
Örneğin; Sad b. Vakkas umre ile haccı birlikte
yapmıştır. Ama Muaviye’nin memuru Zehhak b. Kays, Allah’ın hükmünü bilmeyenden
başkası hac ve umreyi birleştirmez demiştir. (Bunun üzerine) Sad ona şöyle
demiştir. Kardeş oğlu kötü konuştun. Zehhak, Ömer b. Hattab’ın onu nehyettiğini
söyledi. Sad ise şöyle cevap verdi. Peygamber böyle yaptı ve biz onunla birlikte
hac ve umreyi beraber yaptık.[322]
Oysa daha o zaman bu Muaviye kafirdi.
Yukarıdaki örnekte önemli
olan nokta şudur ki; Muaviye’nin sözü ve emri karşısında bu şekilde cesaretle
Allah’ın hükmünü açıklayan Sad Vakkas, Ömer’in döneminde Medine’den Mekke’ye
hacca gidip, dönen ve Peygamberden bir hadis dahi nakletmeyen Sad Vakkas’tır.
Onun Muaviye karşısında ki bu cesaretinin zeminesi Hz. Ali’nin sünneti Nebevi
karşısındaki hizmet ve takındığı üslubundan doğmuştur.
Eğer Hz. Ali, Ömer’in
karşısında Peygamber Efendimizin sünnetini söylemeseydi, Ömer’de mecbur kalıp,
Peygamber hac ve umreyi beraber yapıyordu ama ben yasaklıyorum demezdi. Ondan
sonra, Hz. Ali, Osman’ın karşısına dikilip İslam’ın asıl hükmünü beyan etmeyip,
hac ve umre için Lebbeyk demeseydi halifeler karşısında Allah ve Resulünün
hükmünü kim söylemeye cesaret edebilirdi?
Hz.Ali (a.s) bu hizmet ve
gayretleri, Peygamberin sünnetini kendi kafalarınca değiştirmek isteyenlerin
hedeflerini gırtlaklarında bırakmıştır. Elbette Ehl-i Sünnet kaynaklarında
halifelerinin hedefleri doğrultusunda uydurma rivayetler naklolunmuştur.
Örneğin, Hz. Ali (as.) güya oğluna demiştir ki; Evladım haccı mufred yap. Yani
bir yolculukta umre ile haccı birlikte yapma.
Bu tür rivayetlerin
düzmeceliğine en açık delil, daha önce naklettiğimiz bu konudaki Hz. Ali’nin
tavır ve buyruklarıdır. Zira O Hazret bu tür düzmecelerin tam aksini söylüyor ve
amel ediyordu.
Umrenin haccı temettü ile
birlikte yapılmasını, öngören Ehl-i Sünnet kaynaklarındaki rivayetleri ve bu
konuyu inceledikten sonra şunu açıkça anlayabiliyor ve görüyoruz ki; Ehl-i
Sünnet arasında bazılarının özellikle de Vahhabilerin umre ile haccı bir arada
yapmalarına bu konudaki hadisler ve o hadislerin ve bu amelinde günümüze kadar
bu şekliyle bizlerle ulaşmasına, Hz. Ali (as.)’ın hizmet ve sünnet için
göstermiş olduğu gayretleri sebep olmuştur.
Bu konu bizlere açıkça şunu
gösteriyor ki; Peygamberin sünnetini öğrenmemiz gereken en yakın adres Ehl-i
Beyt imamları ve Onların başlarında olan ilim şehrinin kapısı Hz. Ali’dir. Bu adres ve yolun dışında sünnete ulaşmak
isteyen, serap gören kişi hükmündedir.
Hicretin 50. Yılında, İmam
Hasanın şahadetinden sonra, Iraktaki Şialar İmam Hüseyin’e mektuplar yazarak
Muaviye’yi Müslümanların liderliğinden azletmesini istediler. Ama İmam Hüseyin
Muaviye ile aralarında bir anlaşmanın olduğunu ve onu bozamayacağını bildirdi.
Muaviye yirmi yıl hükümeti
boyunca, kendisinden sonra rezil, alçak ve tüm İslam-i ve İnsani değerlerden
yoksun olan oğlu Yezidi başa getirme tasası ve planı içerisindeydi. Muaviye bu
işiyle sadece İmam Hüseyin’le kendi arasında olan anlaşmayı bozmuş olmuyor.
Bunun yanı sıra Ehli Sünnetin inanç ve itikadına ters düşen bir fiilide yapmış
oluyordu. Zira Ehli Sünnete göre halifelik şura’ya bırakılmalı, maslahat ve
takvada halife olmanın şartlarındandır. İslam tarihini geniş bir şekilde
incelediğimizde İslamın omurgasına indirilen darbe ve İslam’da yapılan feci
cinayetlere ilk imza atanın Muaviye olduğunu görmek mümkündür. Zira Muaviye’den
sonraki Emevi, Abbasi ve Osmanlı halifeleri Muaviye’nin icat ettiği ve imza
attığı yolu izlemiş ve bu vesileyle bir çok fitnelere, fesatlara ve cinayetlere
sebep olmuşlardır.
Hicretin 60. Yılında kral
Muaviyenin ölümünden sonra Yezid hükümeti ele aldı. Yezidin sarayı bütün
fesatların, fücurların günah ve fehşaların merkezi haline gelmişti. Bütün
Müslüman grupların itirafına göre o halkın karşısında açıkça içki içiyor, gece
ziyafet ve oturumlarında anlamsız ve İslam inancına ters düşen Cahili ye
şiirleri okuyan ve aşırı içkiden kendisini kaybediyordu. Bunlarda hiç de
şaşılacak şey yoktur. Zira tarihçilerin de itirafına göre Nasrani birisinin
kontrolü altında eğitilen birisinden ne beklenebilir ki!
Naklolunan rivayetlere göre o
bir gün Cuma namazını Çarşamba günü ve sabah namazını da dört rekat olarak
kılmıştır. Zira o sabah içkili ve sarhoş bir halde seccadenin başına geçmiştir.
Yezidin hayatında bu tür rezalet ve siyah lekeleri görmek fazlasıyla mümkündür.
Konumuz bu olmadığı için sadece işaret etmeği yeterli gördük.
İşte bu dönemde, daha yıllar
önce İslam-ı yıkmak veya mesirinden uzaklaştırmak için atılan temeller Yezid ve
hükümeti tarafından hedefine ulaştırılmak istenince, İmam Hüseyin yok olmağa yüz
tutmuş ve mesirinden uzaklaştırılmış Muhammed-i İslam-ı asıl mesirine oturtmak
için kıyam etmeyi bir zaruret görmüştür.
Bilindiği üzere Aşura günü (muharremin 10’u) Resulü Ekremin kızı Hz.
Fatıma ve Hz. Alinin oğlu imam Hüseynin Kerbelada 72 yandaşı ile beraber
hünharca şehit edildiği gündür. Böyle bir günde her Müslümanın Peygamber
evladının katlediliş ve hunharca-canice öldürülmesi ardından matem tutması ve bu
vesileyle o Hazreti, hedeflerini ve vermek istediği mesajlarını yaşamak ve
yaşatması olağandır. İşte bu sebeplerden dolayı Caferilerin Peygambere ve
Ehlibeyte olan muhabbet ve aşkları, onları Ehlibeytin umumen ve Hüseynin ise
hususen şahadet yıl dönümlerinde matem tutmağa sebep göstermiştir. Hatta
Hindistan’da yaşayan putperestlerden bazı grupları dahi bu yaslı günü matemli
geçirirler. Ama ne yazık ki, Hz. Hüseyin Peygamber efendimizin torunu olmasına
rağmen ve Peygamberimizin de aşırı derecede sevgisine mazhar olmasına rağmen
hatta ve hatta Ehli Sünnet kaynaklarında matem hadislerinin yer almasına rağmen
onlar bu günü matem değil de bir bayram günü bilmektedirler. Matem günü
bilmedikleri gibi de Muharrem aylarında Ehlibeytin ve Hüseynin acısı anısına yas
ve matem tutan Ehlibeyt aşıklarıyla alay etmiş onların matemlerine asılsızlık
nispetleri vermişlerdir.
Onlar asıl matem günleri olan
muharremin ilk onu günü sevinçli ve neşelidirler. Kısaca Ehl-i Sünnetin görüşü
şunlardan ibarettir; Muharrem ayının 10. Günü aşure pişirmek çok faziletli
ibadetlerdendir. O gün eve ufak-tefek yiyecek alınır ise bir yıl boyunca o eve
bereketten başka bir şey girmez. O gün fakir fukara sevindirilir. O gün
gusledilirse bir yıl boyunca ufak-tefek hastalıklardan korunmuş olurlar. Hatta
Mekke ve Medine’de ve bu bölgelerin civarlarında yaşayan bazıları aşura
günlerinde birbirlerini bayram unvanında tebrik ederler. Bu günü sevinçli ve
bayram günü olarak geçirenler şunu unutmasınlar ki; yüzyıllar önce aşura günü
Yezid’in sevinç ve mutluluğuna şerik olmuşlardır.
Emeviler Birinci aşamada
önlerinde olan en büyük engel Hüseyin’i, ortadan kaldırmaktan başka bir şey
düşünmüyorlardı. Zira Hüseyin varlığı onların korkulu rüyası ve kabusu olmuştu.
Yezid ve dolayısıyla Emevi’ler birinci aşamada bu hedeflerini gerçekleştirdikten
sonra, gerçek kimliklerinin ortaya çıktığını görünce ve halkın hakikatleri
öğrenip de başkaldırmaları endişesinden dolayı ikinci aşama ve taktiğe
başvurdular. O da şudur; Yezid, Ubeydullah b. Ziyad ve Ömer Sa’d’a sitem etmeye
başladı; Allah onları kahretsin ben Onlara Hüseyin’i öldürün diye emretmedim ki;
ben Hüseyin’i yakalayıp bana getirin diye emrettim. Yezid’in bu planı da
tutmadı. Bu arada halk Hz. Zeyneb ve Hz. İmam Zeynel Abidin’in ateşli
konuşmaları neticesinde gaflet uykusundan uyanmış ve gerçekleri tüm
çıplaklığıyla görmüş oldular. Dolayısıyla Emevi’lerin Peygamber zürriyesine
yaptıkları insanlık tarihinin de bir leke olarak onların alınlarında kalacaktı.
Emeviler o lekeyi temizlemek
ve olanları özellikle ‘aşura’ gününü unutturmak için o günü mukaddes bir bayram
günü göstermeye çalışmış ve bu uğurda bir sürü düzmece hadis uydurmuşlardır. O
hadisleri doğru bilerek nakledenlerde şunu unutmasınlar ki; Emevilerin düzen ve
planlarına hizmet etmektedirler. Bugün Aşuranın mukaddes, sevinç, neşe ve bir
bayram günü olduğunu varsayan sözlerin tümü o çirkef planın bir kalıntısıdır.
Ehl-i Sünnetin bu günü bayram
olarak kutlaması birbirlerine tebrik arzetmeleri kendilerine göre şu
sebeplerdendir.
‘O gün yerin ve göğün
yaratılması, Hz. Adem’in tevbesinin kabul edilmesi, Hz. Musa’nın Firavun’un
şerrinden kurtulması, Firavun’un helak olması, Hz. İbrahim’in dünyaya gelmesi,
Hz. İbrahim’in ateşten kurtulması, Hz. Eyyüb’ün hastalıklardan şifa bulması, Hz.
Yunus’un balığın karnından kurtulması ve Hz. Nuh’un gemisinin karaya oturması
vb... Daha önce de belirttiğimiz gibi bu tür rivayetler Ben-i Ümeyye tarafından,
Kerbela kıyamının ve O günün matem havasından çıkıp bayram havasına dönmesi
hasebi ile uydurulmuş olan düzmece rivayetlerdir.
Faraza bizim uydurma ve
düzmece diye nitelendirdiğimiz rivayetler doğru dahi olsa, bu tür rivayetlerin
hiçbirisi o günün bayram olması anlamına gelmez. Yine bu rivayetleri doğru
varsayalım ve o günde İmam Hüseyin’in mel’un Yezid’in emri ile canice
katledildiğini tarih göstermiştir. Öyleyse Hz. Hüeseyin’den sonra matem günü
olması doğal değil midir? Acaba o gün Hz. Peygamber, Hz. Ali, Hz. Fatıma hayatta
olsalardı ve o gün bu olaylar gerçekleşmiş olsaydı onlar o günü bayram olarak
kutlarlar mıydı?
Burada isterseniz konuyu
biraz daha açalım. Varsayalım ki insanın bir çocuğu herhangi bir ayın beşinde
dünyaya geldi. Anne ve baba doğal olarak her o ayın beşi olduğu zaman
tebrikleşir veya o günü daha bir sevinçle geçirirler. Bu her yıl böyle olur.
Daha sonra o ayın beşinci günü diğer bir çocukları ölür ise gelecek yılda aynı
doğum günü sevincini paylaşırlar mı? Artık o günde öz evlatlarının ölümünü
görmüşlerdir. Dolayısı ile sevincin yerini hüznün olması gayet doğaldır. Ama ne
yazık ki, insan bunu üzülerek söylemek zorunda kalıyor ki; matem günü olması
gereken günü çokları bayram diye kabullenmiş, kabullenmezse bile o günde matem
adına kılını bile oynatmamıştır. Örneğin; Ehl-i Sünnet Emevileri taklit edip
Ehl-i Beytin imamet ve vilayetlerini kabullenmedikleri veya ayrı bir tarzla
söyleyecek olursak Şiaları sevmediklerinden dolayı bu günü matem olarak değil de
bayram olarak kabul etmişlerdir.
Bu günü bayram olarak
kabullenmeyen sözde bazı Ehl-i Beyt dostları da bu günü diğer günler gibi normal
olarak geçirmişlerdir.
Oysa bütün hadis
kaynaklarında özellikle de Ehl-i Sünnet kaynaklarında, Hz. İmam Hüseyin’in
şehadeti münasebeti ile ilgili matem hadisleri mevcuttur. O hadislerden bazıları
şu unvanlar altında genelleme olarak şunlardan ibarettirler; Cebrail’in, Hz.
Hüseyin’in şehit olacağı haberini Peygambere vermesi ve Kerbela toprağından bir
miktar Peygambere getirmesi hakkında 17 hadis nakletmişlerdir. Hz. İmam Ali
(as.)’ın İmam Hüseyin’in şahedetini önceden haber vermesi hakkında 6 hadis,
Resulullah’ın emri ile İmam Hüseyin’e yardımın vacip oluşu hakkında bir hadis,
Resulullah’ın İmam Hüseyin’in katillerini lanetledikleri hakkında da 8 hadis,
Peygamberin Kerbela toprağından Ümmü Seleme’ye vermesi hakkında 5 hadis, Cin
taifesinin Hz. Hüseyin’in mateminde ağlaması hakkında 5 hadis, o gün gökyüzünün
kararması, gökten kan yağması, şafağın kızarması, Yezid askerlerinin
yiyeceklerinin toprak olması, Beyt’ul mukaddes, Şam, Horasan, Kufe’nin dar-ul
emmaresinin duvarından kan kaynaması hakkında toplam 26 hadis nakletmişlerdir.
Biz bu tür hadislerden sadece
bir kaçını nakledeceğiz;
Ahmed b. Hanbel kendi
müsnedinde şöyle nakleder;
‘Hüseyin öldürülmesinde gözleri yaşlanan veya bir
damla göz yaşı dökene, Hak Teala cennete yer verir....’[323]
Tefsir-i Taberi’de
‘Gök ve yer onların ardından ağlamadı’[324]
ayetinin tefsirinde şöyle naklolunmuştur; Hüseyin İbni Ali öldürüldüğünde
gökyüzü ağladı ve onun ağlaması onun kızarmasıydı’[325]
Salebi kendi tefsirinde bu
rivayeti Suddi’den şu şekilde nakletmiştir;
‘Hüseyin öldürüldüğü günler (gökten) bize kan yağdı.’[326]
İbni Hacer Hafız Ebu Naim’den şöyle rivayet eder;
‘Hüseyin öldürüldüğünde gökyüzü kan yağdı. Sabahladığımızda bizim saksı ve
testilerimiz kanla doluydu.’[327]
İbni Esir Şafii ‘Kamil-ut
Tevarih’ de şöyle rivayet ediyor;
İmam Hüseyin katlinden sonra iki veya üç ay güneşin
doğuşundan yükselişine kadar halkın duvarları kana bulanıyordu.[328]
İbni Hacer, Sevaik-ul Muhrika da şöyle nakleder;
Hüseyin öldürüldüğü gün gündüz vakti yıldızlar gözükürcesine hava kapkaranlık
oldu. Hüseyin’in kesik başını İbni Ziyad’ın evine getirdiklerinde o evin
duvarlarından kan akmaya başladı. O gün olan esrarengiz şeylerden biriside, o
gün hangi taş yerinden kaldırılsaydı altında taze kan görülüyordu.[329]
İbni Cevzi Hanbeli, İbni Sirin’den şöyle rivayet
eder; ‘Hüseyin’in öldürülmesinden sonra dünya üç gün boyunca karanlık oldu.’[330]
Tefsir-i Salebi’de İbni Sirin’den şöyle rivayet
olunur, Hüseyin katloluncaya kadar şafaktaki kızıllık yok idi.[331]
Celaleddin Suyuti Durrul
Mensur adlı tefsir kitabının c.5, s.749’da şöyle nakleder. ‘Hüseyin öldürülünce
gökyüzünün derinlikleri dört ay boyunca kızıllaştı.’
İbni Cevzi Hanefi bu tür rivayetleri naklettikten
sonra şöyle diyor; Kızıllığın meydana gelmesindeki hikmet şundan ibarettir;
Bizim gazap ve öfkemiz yüzümüzün kızarmasında tesir etmektedir. Allahu Teala
cismiyyetten münezzeh olduğu için, onların (Hüseyin katillerinin) günah ve
kusurlarının büyüklüğünü belirtmek için gazabını ufuktaki kızarıklıkla semaya
yansıtmıştır.
[332]
Fazil Muhammed b. Yusuf Zerendi Şafii “Nezm-u Dürer”
adlı eserinde şafağın kızarmasına dair İbni Cevzinin yorumunu naklettikten sonra
şöyle diyor; “Yine İbni Cevzi şöyle demiştir; Bedir savaşında Abbas esir düştüğünde,
Peygamber onun feryadını duyduğu zaman sabaha kadar uyumamıştı. Acaba Hüseynin feryadını işitseydi nasıl olurdu?
Hamza’nın katili vahşi Müslüman olduğunda
Hz. Peygamber şöyle buyurdu; Kendini benden sakla, zira ben dostların katilini
görmek istemiyorum. Öyleyse O Hazret Hüseynin katilini veya onun öldürülmesine
emredeni, ve ailesini deveye bindirerek esir alanı nasıl görmeğe tahammülü
olacaktır.?[333]
Zerendi mezkur kitabında Ümmü Seleme’nin, bir cinden
Hüseyin için ettiklerini duyduğunu nakletmiştir.[334]
Bunca rivayet ve bunca senet ve delil yanı sıra,
hatta gayri Müslimler dahi Hüseynin matemine dair şiirler yazmış ve demeçler
vermişlerdir. Onlardan sadece bir kaçını örnek olarak zikrediyoruz. İngiliz doğu
bilimcisi profösör Edvard Bron şöyle diyor; Acaba Kerbela hakkında bir söz duyup
da kalbi hüzünlenmeyen bir İnsan olabilir mi? Hatta gayri Müslimler dahi bu temiz ruhun
altında gerçekleşen savaşı inkar edemezler.[335]
Alman felsefecisi Marbin İslam siyaseti adlı eserinde
şöyle diyor; Eğer bir İnsan tarihi iyi bir şekilde araştıracak olursa şunu gayet
iyi bir şekilde anlayacaktır ki, Hüseyin kıyamı ve şahadeti vasıtası ile
ceddinin dinine ve İslam kanunlarına hayat vermiştir. Eğer o kıyam o şekilde
gerçekleşmeseydi bugünkü İslam başka bir İslam olurdu.[336]
Meşhur Mesihi yazar Corci Zeydan şöyle diyor; İmam
Hüseynin süt içen yavrusu Ali Asker onun mazlumiyetini tüm dünyaya duyurmuştur.
Zira Yezidiler biz kendimizi korumak için savaştık dediklerinde, vicdan ehli
onlara şu cevabı verecekti; Öyleyse o çocuk size kılıç mı çekti siz onu hünharca
şehit ettiniz.[337]
Hindistanın özgürlükçü lideri İndra Gandi şöyle
diyor; Ben Hindistan halkına yeni bir şey getirmedim. Sadece Kerbela
kahramanının hayatını okuyup ondan aldığım neticeleri Hindistan halkına armağan
getirdim. Eğer biz Hindistan’ı kurtarmak istiyorsak Hüseynin gittiği yolu
gitmeliyiz.[338]
Napolyon Bnapart İmam Hüseynin kıyamı hakkında şöyle
diyor; Bizler toplumsal veya siyasi bir iş için toplantı yapmak istediğimizde
bir çok zorluklarla on binlerce davetiye kartı bastırıp o kartları zorluklarla
on binlerce İnsana dağıtıyoruz. Netice de on bin davetliden sadece bin tanesi
davete icabet ediyor. Dolayısıyla iş tamamlanmıyor ve kesin bir karara
varılmıyor. Ama Şialar evlerinin önüne astıkları matemi andıran siyah bayraklar
ile biz azizimiz Hüseyin’e matem yapmak istiyoruz diyorlar ve iki saat
içerisinde on binlerce insan bir mecliste bir araya toplanıp bütün mezhebi
siyasi ve toplumsal sorunlarını konuşup onları hallediyorlar. İşte bu imam
Hüseyin’in kıyamının faydalarından sadece bir tanesidir.[339]
Fransız şark (doğu) bilimcisi Juzef İslam ve
Müslümanlar adlı kitabında şöyle diyor; İslam’ın ilk asırlarında Şia Ehl-i
Sünnete nazaran çok azdı. Şianın az olmasında iki sebebi olabilir;1- Kudret ve
hüküm diğerlerinin elindeydi. 2-Zalim ve asi hükümdarlar Şiaları daima öldürüyor
ve onların mallarını yağmalıyorlardı. Ama daha sonraları Şialar takiyye vasıtası
ile canlarını korumaya başladılar. Neticede düşman onları öldürmek için bir
bahane bulamadı. Şialar gizlice matem merasimleri düzenleyip Hüseyin’in
musibetlerine ağlıyorlardı. Bu duygu ve kalbi sıcaklık şiaların ruhuna yerleşti
ve yavaş-yavaş çoğalıp ilerlediler...Neticede Timar’dan sonra saltanat
Safevilerin eline düştü ve İran Şianın merkezi haline geldi. Fransa’nın yapmış
olduğu nüfus sayımına göre Şialar, dünya Müslümanlarının altıda birini
oluşturmaktadırlar. Şianın kısa bir zamanda buraya ulaşması şunu gösteriyor ki;
bir iki asır sonra Şia diğer mezheplerin önüne geçecektir. Bu ilerlemedeki en
büyük ve önemli sebep Hüseyin’in matemini canlı tutmaktır...Hindistan’daki
Şiaların fazla oluşunun nedeni Hüseyin’in matemini yaşamalarıdır. Evet Şia,
mektebini zor ve kılıç ile ilerletmedi aksine, Şia bu dereceye eseri kılıçtan
daha keskin olan söz ve tebliğ vasıtasıyla ulaştı.[340]
Alman doğu bilimcisiMarbin ‘Siyaseti islam’ adlı
kitabında şöyle diyor; Bizim bir takım tarihçilerimiz gerçeklerden habersiz
olması Şianın yapmış olduğu yas merasimine delilik nispetini vermesine sebep
olmuştur. Ama hakikatte bunlar boş konuşmuş ve Şialara iftira atmışlardır. Biz
milletler arasında Şia kadar heyecanlı ve ateşli bir grup görmedik. Çünkü Şialar
yas merasimlerini yaparak siyasetlerini akıllı bir şekilde gerçekleştirmiş ve
faydalı mezhebi hareketler ortaya çıkarmışlardır... Siz Hindistan’a bakınız, yüz
yıl bundan önce Hindistan’daki Şialar parmakla sayılacak kadar azdılar. Ama
bugün Hindistan’daki Şialar mezhebi açıdan üçüncü derecededirler ve aynı şekilde
diğer bölgelerde böyledir. Bizim tarihçilerimizin Şia ve başkaları hakkında
güzel bir araştırma yapması ve onların yaptıklarına delilik nispeti vermemeleri
gerekir. Benim inancıma göre İslam’ın bekasına ve Müslümanların ilerlemesine
sebep olan Hüseyin’in şehadetidir... Bu merasimler onların arasında olduğu
müddetçe onlar asla zillet altına girmeyeceklerdir... Gerçekte Şialar bu vesile
ile birbirlerine mertlik ve cesaret dersi verip şöyle diyorlar; Eğer sizler
Hüseyin Şiası iseniz, şeref ve haysiyet istiyorsanız, Yezid ve Yezidilerin
sultası altına girmeyiniz, zillet ve utancı kabullenmeyiniz... Evet böyle bir
millet en yüce derecelere ulaşmaya layıktır...[341]
İngiliz doğu bilimcisi Edvard
Bron ‘Tarih-i Edebii İran’ adlı eserinde şöyle diyor; Yezid’in saltanatı üç
buçuk yıl sürdü.
Birinci yıl Hüseyin İbni
Ali’yi katletti. İkinci yıl Medine’ye saldırıp orayı yerle bir edip yağmaladı.
Üçüncü yıl ise Kabe’ye saldırdı.
Bu üç faciadan, özellikle
Hüseyin İbni Ali’nin katlinden dolayı bütün alem sarsıldı. Bu sarsılma kin,
nefret ve buğzdan ibaretti. Ruhunda azda olsa duygusu olan bir insan, o gamlı
olayı duyduğu zaman üzülmemesi mümkün değildir. Hüseyin’in öldürülmesinden önce
zamanın insanlarında sessizlik vardı. Ama onun katlinden sonra insanlar gaflet
uykusundan uyanıp zalimlere karşı harekete geçtiler.
...Her yıl Muharrem ayının
onunda İran, Hindistan, Türkiye, Mısır ve dünyanın neresinde Şia varsa Kerbela
musibetini yaşayıp onu canlı tutuyorlar. Başka bir mezhepten dahi olsa, Şiaların
mezhebi duygularının yüce hakikati olan yas merasimlerini görüp de etkilenmeyen
olabilir mi?
Ben bu faciayı genişçe anlatmak istemiyorum. Zira
hadsiz bir elem, gam ve sınırsız bir vahşet ve nefret verici bir şeydir.
Gerçekte İslam’da bundan daha vahşetli bir olay olmamıştır... Bu işte parmağı
olan veya bu işe emir veren veya bu olayın olmasına sevinenlere Allah lanet
etsin ve onların tövbesini kabul etmesin, Allah bu tür insanları ziyankarlar
zümresinin içine soksun.[342]
Bunca rivayet, delil ve
sadece bir kaçını zikrettiğimiz batı bilimcilerinin Hüseyin’in katledilmesinde
duydukları esef ve hüzünden dolayı isimlerini ümmeti Muhammed bırakıp da bu
acılı günü matem yerine bayram görenlere ve dolayısıyla sünneti Muhammed’e tabi
olduklarını zannedip de gerçekte sünneti Emeviye tabi olanlara şaşarız doğrusu.
Bu tür zihniyetler kendi dünyalarında Aşurayı hakikatinden saptırmakla
kalmadıkları gibi, hakikati matem ve yas olan Aşura günün matem ve yasını
yaşayanlar da alaycı ve iftiracı gözlerle bakmışlardır.
Bunların yanı sıra, birde bu
günde oruç tutulmasının çok sevap olduğunu söylemişler, bu sözlerini ve
inançlarını da ne yazık ki, Ehl-i Beyt dostu olan bazı Alevi çevrelere de
inandırmışlardır.
Ehl-i Sünnetin Aşura orucuna
bakışı şunlardan ibarettir; İslam fıkhı ansiklopedisi adlı fıkıh eserinde şöyle
geçer; ‘Nafile oruç ittifakla aşağıdaki günlerde tutulur...7-Muharrem ayının
dokuzuncu ve onuncu günlerinde oruç tutmak sünnettir. Çünkü İbni Abbas’tan merfu
olarak rivayet edilen bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmaktadır; ‘Gelecek seneye
varırsam aşura gününde oruç tutmak müekked sünnettir. Çünkü Hz. Peygamber şöyle
buyuruyor; Allah’tan aşure orucunun önceki senenin günahlarını örteceğini
umarım. Aşure orucunun farz olmamasının sebebi, Buhari ve Müslim’de rivayet
edilen şu hadisi şeriftir: Bu gün Aşure günüdür. Bu günde oruç tutmak sizlere
farz olmamıştır. Dileyen oruç tutsun, dileyen tutmasın. Aşure gününde oruç
tutmayı emreden hadisleri kuvvetle müstehap olduğu manasında almışlardır.
Aşure gününde oruç tutmanın
hikmeti ise İbni Abbas’ın şu sözleridir. Resulullah Medine’ye gelince
Yahudilerin Aşure gününde oruç tuttuklarını gördü ve: Bu oruç nedir? Diye sordu.
Kendisine şöyle cevap verildi. Bu gün iyi bir gündür. Allah Teala bu günde Musa
ile İsrailoğullarını düşmandan kurtarmıştır. Bu sebeple Musa bu günde oruç
tutmuştur. Hz. Peygamberde, ben Musa’ya sizden daha yakınım buyurdu ve bu günde
oruç tutulmasını emretti.
Kişi Aşure günü ile birlikte dokuzuncu günde oruç
tutmamışsa, Şafiilere göre bu gün ile beraber on birinci günde oruç tutmak
sünnetir. Hatta İmam Şafii el-Ümmue vel imla adlı eserlerinde üç günde
(dokuzuncu, onuncu ve on birinci gün) oruç tutmanın müstehap olduğunu açıkça
belirtmiştir. Habeniler ise, eğer Müslüman ayın ilk gününde şüpheye düşerse, o
zaman üç gün oruç tutması gerektiğini zikretmişlerdir. Böyle olunca dokuzuncu
gün ile onuncu günde kesin olarak oruç tutmuş olur. Çünkü muharremin dokuzuncu
ve onuncu günleri muharrem ayının en hayırlı ve faziletli günleridir.[343]
Ne yazık ki; yukarıdaki inanç
ve sözler Ehl-i Beyt dostu olan bazı Alevi kesimlerde yansımıştır.
Öncelikle şunu belirtelim ki;
bazı fetvalarda aşure orucunun sünnet olduğu geçmiştir. Sormak lazım, acaba bu
sünnet Peygamberin mi sünnetidir yoksa Emevilerin mi? Biz diyoruz ki bu sünnet
Peygamberin sünneti değildir. Zira eğer Peygamberin sünneti olmuş olsaydı,
peygamber tarafından ilmin kapısı diye tanıtılan Hz. Ali bu doğrultu da bir
şeyler buyurmuş olmalıydı. Bu olmadığı gibi diğer Ehl-i Beyt imamlarından Aşura
günü orucunun yanlışlığına dair hadisler naklolunmuştur. Ehl-i Sünnet
kaynaklarında merfu unvanında naklolunan rivayetler vahyin ve ilmin hazinesi
olan Ehl-i Beyt imamlarının buyruklarıyla çakışmaktadır.
İbni Abbas’ın Aşura gününün
orucunun hikmetine dair naklettiği rivayete gelince; Öncelikle şunu belirtelim
ki; Peygamber Allah’a uymak ile görevliydi, Yahudilere değil. Aksine Yahudilerin
Peygambere uymaları gerekir. Ama İbni Abbas’ın rivayetinde Peygamberin
Yahudilere uyduğu görülmektedir.
Diğer bir husus ise
Peygamberin o günün anlam ve önemini bilmeyip Yahudilerden öğrenmek istemesi
mümkün değildir.
Rivayetin sonunda şöyle
geçer; ‘Ben Musa’ya sizden daha yakınım’ Musa’ya yakın olan Hz. Peygamberimiz
gibi birisinin bütün konularda özelliklede Musa meselelerinde Yahudilerden daha
vakıf olması gerekirken tam aksi görülmektedir.
Bunlardan anlaşılan şudur ki;
Birileri Aşurayı asıl hedefinden çıkarıp, tahrif etmek için hadisler uydurmağa
yeltenmiş ve bu uğurda Peygamber Efendimizin yüce makamı ile dahi oynamayı göze
almıştır.
Aşura günü oruç tutmanın
sünnet oluşuna dair fetvaların verilmesine bu tür düzmece rivayetler veya çirkef
planlar sebep olmuştur.
Oysa Ehl-i Sünnet
kaynaklarında bile Aşura günü orucunun terkine dair rivayetler vardır.
Hamid-i ‘el-cem’u Beyn-es Sahiheyn’ adlı eserinde
Abdullah b. Abbas’tan şöyle rivayet eder; Peygamberin huzurunda Aşura orucundan
söz açılınca, O Hazret şöyle buyurdular; O gün cahilliye dönemi halkının oruç
tuttuğu bir gündür. Şu andan itibaren isteyen oruç tutabilir, isteyen ise orucu
(o günde) terk edebilir.[344]
Hamid-i yine mezkur eserinde 19. Hadiste Abdullah b.
Mesud’tan şöyle rivayet eder; Aşura günü Ali b. Mes’ud’un yanına gittim ve o gün
yemek yediğini gördüm. Dedim ki; Ey Abdullah bugün Aşura günüdür. (Neden oruçlu
değilsin) Cevaben şöyle dedi; Ramazan orucu nazil olmadan önce Aşura orucu
tutuluyordu. Ramazan orucu farz olduktan sonra aşura orucu terk olundu.[345]
Yukarıdaki rivayeti Abdullah b. Ömer’de Peygamber’den
nakletmiştir.[346]
İslam Fıkhına göre tutulması sünnet olan oruçlar
vardır. Bunlar tutulmadığı zaman kişiye günah olmayan ve tutulduğunda sevabı
olan müstehap oruçlardır. İşte Muharrem ayı orucu da bunlardan birisidir.
Nitekim muharrem ayının ilk günü ve üçüncü günü oruç tutmak sünnettir.[347]
Bazı fetvalara göre de bir üç ve yedinci günlerde
oruç tutmak sünnettir.[348]
Anca Caferi mezhebine göre
Aşura günü oruç tutmak mekruhtur. Çünkü o gün Yezid oruç tutmasını istemiştir.
Bu yüzden Ehl-i Beyt mektebine inanan Ali ve Ehl-i Beyt dostları aşura günü oruç
tutmazlar.
Bazı kesimler teoride
müstehap olan bu orucu Allah’ın farz orucu olan Ramazan ayı orucunu yok etmek
için kullanmışlardır. Bu sinsi tuzakla Alevi toplumu kandırılmış ve Ramazan
orucundan koparılmaya çalışılmıştır. Oysa Muharrem ayı byas ve matem ayıdır.
Dünyanın her yerindeki ister Alevi olsun ister Caferi’si (bunlar aynı kapıya
çıkar) tüm Ehl-i Beyt dostları camilerinde, evlerinde, toplantı merkezlerinde
toplanarak namazlar kılıp, dualar ederler, mersiyeler okuyup gözyaşı dökerler,
Kuran okuyup İmam Hüseyin ve dostlarının başlarına getirilen zulüm ve
musibetleri birbirlerine anlatarak onun anılarının canlı kalmasını, onların
uğrunda can verdikleri davanın ayakta kalmasını sağlamaya çalışırlarken, matem
ve yas merasimleri yaparlarken bir takım kesimler Kuran’da farz olan ramazan
orucunu yok etmeye çalışarak muharrem ayını oruç ayı ilan ettiler. İşin ilginç
tarafı ise bu yanlış dava avukatlığına soyunanların çoğunluğu da muharrem ayında
oruç tutmazlar. Burada ki asıl maksadın Kuran’ın emrettiği ramazan orucunu devre
dışı bırakmaktır. Aksine orucu sevdiklerinden veya kabul ettiklerinden dolayı
muharrem ayına herhangi bir yönelme söz konusu değildir.
Ehl-i Beyt dostları, on iki
İmam dostları muharrem ayında karalara bürünüp yas ve matem yaparlarken, Ehl-i
Beyt dostluğunu iddia eden bir takım çevrelerde Muharremi bayrama çeviremeye
çalışanların uydurdukları masallara inanarak, o günü kutsal ve mübarek bir gün
ilan ederek ‘aşura tatlıları’ dağıtılmasına yardımcı olmuşlardır. Bu tavır ve
aldanışlarla, Ehl-i Beyt inancı ve sevgisini benimsemeyen çirkef Emevi
zihniyetine ve hedeflerinin ilerlemesine katkıda bulunmuşlardır.
Bu tür zihniyetler veya Ehl-i
Beyt muhabbetini taşıdıklarını iddia eden bazı çevreler bu konuda asıl Ehl-i
Beyt camiası olan bir takım Alevileri muharrem ayının gerçek felsefesinden
koparmaya çalışmışlardır. Hatta bazılarına şunu bile dedirtebilmişlerdir ki;
aleviliğin orucu namazı yoktur. Bu tür safsatalara hangi akıl hangi mantık
sahibi kanabilir. Diğer mezheplerin orucu zekatı, haccı, namazı vardır, ama
İslam’ın özü ve hakikati olduğunu iddia ettiğimiz Ehl-i Beyt muhabbetiyle
yoğrulan Alevinin orucu namazı olmasın. Bu görüş akıl ve fikir işi değildir.
Olsa-olsa bu tarih boyunca
Ehl-i Beyt camiasını rahat bırakmayan, onların kanlarının akmasından çıkar
bekleyen bir kısım çıkarcılarının oyunudur. Bu tür sözlerin akli ve ilmi bir
dayanağı yoktur. Aleviliğin orucu, namazı yoktur, demek Alevilik İslam-i
değildir demekle eş değerdedir.
Tarih boyunca çoğunlukla olan
batıl cephesi Ehl-i Beyt çatısı alında toplanan Alevileri asimileştirmek için
bir çok oyunlar oynadılar. Bunların çoğunluğu hedefini bulamadı. Ama bu
oyanlardan bazıları tam hedefine isabet etti. Örneğin yıllarca bazı çevrelere
kan şırıngalarmış gibi ‘Ehl-i Beyt söyle’ gerisi önemli değil inançlarını
aşıladılar. Evet bu bir gerçektir ki; İslam’ın hakikatine İnsanı götüren tek yol
ve yöntem Ehl-i Beyt yoludur. Ama Ehl-i Beyt’i de Kuran’dan ayrı düşünmemek
lazım. Çünkü İslam Peygamberi bizlere iki ağır emanet bırakmıştır, Kuran ve
Ehl-i Beyt. Kuran’ı Ehl-i Beyt’ten ayrı ve Ehl-i Beyt’i de Kuran’dan ayrı
düşünmek doğru değildir. Aksine bu sapmanın ilk adımı olur. İşte ne yazık ki;
Ehl-i Beyt karşıtı zihinler bu ilk adımı bazılarına attırdılar.
Asıl Ehl-i Beyt mektebi inancına göre muharrem ayının
onuncu Aşura günü oruç tutmak mekruhtur. Bir hadisi şerifte İmam Cafer Sadık
(as.) şöyle buyuruyor; Ben-i Ümeyye, Hüseyin’i öldürmeye başarabilseler, O’nun
öldürüldüğü günü bayram edip mübarek sayacaklarına ve oruç tutacaklarına dair
nezir (ahd) ettiler. O gün oruç tutmak Ben-i Ümeyye’nin sünnetidir. İşte bunun
için Ehl-i Beyt imamları bu taifeye muhalefet etmek için ve Onlarla hem-renk
gözükmemek için aşura orucundan nehyettiler.[349]
Necebe b. Haris diyor ki; İmam Muhammed Bagır
(as.)’dan aşura günü orucunu sordum; O şöyle cevap verdi; Ramazan orucunun nazil
olmasıyla, o terk olundu, terk olunan bir şey(in yapılması) ise bid’attır.
Necebe diyor ki; İmam Muhammed Bagır (as.)’dan sonra aynı soruyu İmam Cafer
Sadık (as.)’a sorduğumda bana, babasının cevabı gibi bir cevap verdi ve şöyle
buyurdu; O günün (aşura) orucu kitapta nazil olmamış ve sünnette de ona göre
cari olmamıştır. Bu sadece Al-i Ziyadın (Ziyad hanedanı) İmam Hüseyin’in
öldürülmesinde yapmış oldukları bir sünnettir.[350]
Cafer b. İsa diyor ki; İmam
Rıza (as.)’dan aşura günü orucunu ve insanların o gün hakkında ne dediklerini
sordum; şöyle buyurdu: Sen benden İbni Mercane’nin orucunu mu soruyorsun? O gün
Hüseyin öldürüldüğü için Al-i Ziyad evlatlarının oruç tuttuğu gündür. O gün Al-i
Muhammed ve İslam ehlinin başlarına getirilen uğursuzluk (musibet-namübarek)
günüdür. İslam ehline namübarek olan günde oruç tutulmaz, o gün mübarek
bilinmez...
Aşura günü Hüseyin’in öldürüldüğü gündür. O günü İbni
Mercane mübarek görmüş ve o günde Al-i Muhammed musibetlere uğramıştır. Kim o
günlerde oruç tutarsa veya o günleri mübarek sayarsa, Allah’ı kalbi değişmiş bir
halde mülakat edecektir. Allah bu tür insanları, bu günlerde oruç tutmayı veya
bu günleri mübarek gündür diye sünnet haline getirenlerle haşr edecektir.[351]
Übeyd b. Zürare İmam Sadık’dan şöyle sormuştur;Aşura
günün orucu nasıldı? İmam cevaben şöyle buyurmuştur; O gün oruç tutan insanın o
günden alacağı nasip, İbni Mercane ve Al-i Ziyad’ın alacağı nasiptir. Dedim ki;
Onların o günden olan nasibi nedir? Buyurdular ki; Ateştir, Allah bizleri
ateşten ve ateşe yaklaştıran amelden korusun.[352]
Abdul Melik diyor ki; İmam
Cafer Sadık (as.)’dan Tasua (Muharremin dokuzu) ve Aşura gününün orucunu
sorduğumda şöyle buyurdular; Tasua (Muharrem ayının dokuzu) İmam Hüseyin ve
ashabının Kerbela’da muhasara olunduğu gündür. O gün Şam ehli develeriyle
onların etrafında toplanmışlardı. İbni Mercane ve Ömer b. Sa’d toplulukların
fazlalığından dolayı ferahlamışlardı. O gün Hüseyin ve ashabı zayıf
bırakılmıştı. Onlar, Hüseyin’e yardım gelmesine mani olmuş ve Irak ehlinin
imdatlarını engellemişlerdi...
(Daha sonra İmam (as.) aşura gününün büyük
musibetlerini anlattıktan sonra sözlerine şöyle devam etmiştir.) Acaba böyle bir
günde oruç olur mu? Asla, andolsun beyt-ul Harem’in Rabb’ine ki o gün Oruç günü
değildir. O gün sadece hüzün, sema, gök ve müminlere isabet eden, musibet
günüdür. O gün İbni Mercane’nin, Al-i Ziyad’ın ve Şam ehlinin sevinç ve neşe
günüdür. Allah onlara ve soylarına gazap etsin. O gün Şam hariç tüm yer
küresinin Hüseyin’e ağladığı gündür. Kim O günde oruç tutar veya o günü mübarek
sayarsa Allah onu Al-i Ziyad’la haşr edecek, kalbini değiştirecek ve ona gazap
edecektir. O gün evine bir şey alanı, bereketini ondan, ehlinden ve evladından
alacak ve bunların tamamında şeytanı şerik edecektir.[353]
Bunca inceleme, araştırma,
sahih hadis ve akli delillerden sonra netice olarak şunları söylemek mümkündür.
Acaba bu ümmetin Peygamberi
Muhammed değil midir? Acaba bu ümmetin Peygamberi olan Muhammed’in kalbinin
baharı, vücudunun bir parçası ve cennet gençlerinin Efendisi Hüseyin midir yoksa
Yezid mi?
Tabii ki tüm İslam alemi
Hüseyin’in peygambere olan yakınlık derecesini bilmekte ve O Hazretin yüce
makamının olduğuna inanmaktadırlar. Ayrıca Yezid gibi melunlar tarafından O
Hazret ve Ehl-i Beytine yapılanlar tamamen tarih ve hadis kaynaklarında
mevcuttur. Hal böyleyken, neden kendilerini ümmet gören büyük bir kitle bugünde
matem yerine bayram yaparlar veya bayram yapmasalar bile, matem adına en ufak
bir şey bile yapmazlar.
İsimlerini Ehl-i Beyt dostu,
Ehl-i Beyt aşığı bırakan diğer bir kitle ise bu günde sadece Aşura tatlısını
yaygınlaştırmış ve Hüseyin adına yapılan yas ve matem meclislerine kitılmamış,
katılmadıkları gibi matem yapan insanları alaya almışlardır. Bu tür zihniyetler
Yezid ve Yezidi’lerin hedeflerlerinin ilerlemesine yardımcı olduklarını
bilmelidirler.
Ehl-i Sünnet kitaplarından
Resulullah’ın bu olayı haber vermesi ve bu olaya ağlaması ve yukarıda zikredilen
meseleleri nakleden kaynaklardan bazıları şunlardır. Kaynaklar Bkz.
1-Sünen-i Tirmizi, c.2, s.306
2-Müsned-i Ahmed b. Hanbel,
c.2, s.85 ve 93-153 ve 2:4
3-Sünen-i Ebi Davud, c.8,
s.160
4-Mecme-uz Zevaidi Haysemi,
c.9, s.189
5-Hasaisi Suyuti, c.2,
s.125-126
6-Kenz-ul Ummal, c.6, s.223
7-Tefsir-i Dur-rul Mensul,
Duhan süresi, 29. Ayetin tefsirinde
8-Tefsir-i Taberi, c.25, s.74
9-Sahih-i Müslim, c.2, s.793
10-Muvatta Malik, c.1, s.219
11-Yenaibi-ul Mevedde,
(İstanbul çapı) s.322
12-Tefsir-i Salebi, s.338
13-Kamil-i İbni Esir, c.4,
s.90
Bu kadar rivayet ve kaynağın
hadis, tefsir ve tarih kitaplarında olmasına rağmen ve gayri Müslim bilimcilerin
dahi bu günü matemle anmalarından sonra bu günü bayram olarak kutlayanları ve bu
musibet günü matem olarak yaşamayanları tefekküre ve müteakibinde de ilahi
mateme davet ediyoruz.
İslam’daki ibadetlerin bir
farz boyutu vardır ve bir de sünnet boyutu. Bu farz ve sünnet ibadetlerin
sünnete göre kılınma şekilleri vardır. Zira Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
Benim namaz kıldığım şekilde sizde namaz kılınız. Bu sünnet ibadetlerden bir
tanesi de, Ramazan ayı akşamlarında kılınan Caferilere göre nafile ve Ehl-i
Sünnete göre de teravih namazıdır.
Teravih namazı ikinci halife Ömer b. Hattab’ın nassa
karşı yapmış olduğu içtihatlar neticesinde ortaya çıkan bir namazdır. Zira
teravih namazını Peygamber getirmedi. Bu namaz ne Peygamberin zamanında ve ne de
birinci halife Ebu Bekir’in döneminde vardı. Allah’u Teala istiska[354]
namazı dışında hiçbir sünnet namazda cemaata davet etmemiştir.
Allah’u Teala sadece günlük
farz namazlarda cemaatla kılınmasının sünnet olduğunu Peygamber aracılığı ile
emir buyurmuştur. Yine bunların yanı sıra, Tavaf, fıtır bayramı, kurban bayramı,
ayat namazı ve meyyit namazlarının da cemaatla kılına bileceğinin meşruluğunu
bildirmiştir.
Peygamber bilakis şahsen,
Ramazan ayındaki sünnet namazları cemaat olmaksızın tek olarak kılıyor ve
insanların kılması içinde onları da teşvik ediyordu.
İnsanlarda Peygamberin
yaptığı gibi bu namazları kılıyorlardı. Hicretin on üçüncü yılına kadarda Ebu
Bekir hayatta iken bu namazlar bu şekilde kılınıyordu.
Ömer b. Hattab başa
geldiğinde o yılın Ramazan orucunda bir değişiklik yapmadan amel etti. Ama
hicretin on dördüncü yılının Ramazan ayında bir grup sahabe ile birlikte camiye
geldi, insanların kimisini rükuda, kimisini kıyamda, kimisini secde de ve
kimisini de oturmuş halde müstehap namaz kıldıklarını gördü. Bir grup cemaatta
tesbih getirmekle, Kuran okumakla Tekbir getirmekle veya namazın selamını vermek
ile meşguldüler. Ömer bu manzaradan hoşlanmadı ve onu daha iyi bir hale
getirmeyi kararlaştırdı. Sonrasında da Ramazan ayının ilk akşamlarında onlara
teravih namazını teşr’i etti ve herkesin cemaat halinde ona katılmalarını
emretti. Daha sonra bu emri bütün İslam beldelerine yaydı. Medine’de teravih
namazında imam-ı cemaat olmaları için iki kişiyi görevlendirdi. Bunlardan biri
erkekler ve diğeri de kadınlar içindi. Bu konuda naklolunan rivayetler tevatür
haddine ulaşmıştır.
Buhari ve Müslim kendi sahihlerinde naklederlerdi ki;
Peygamber şöyle buyurdu; Ramazan ayının sünnet namazlarını kılanın günahları
bağışlanır. Peygamber hayatta olduğu müddetçe durum böyleydi. Yani insanlar
Peygamberin yaptığı gibi Ramazan ayının sünnet namazlarını kılıyorlardı. Ebu
Bekir’in döneminde ve Ömer’in hilafetinin evvellerinde de böyleydi.[355]
Buhari Teravih adlı kitabında sahih bir hadiste
Abdurrahman b. Abdu Kari’den şöyle rivayet eder; Ramazan ayı akşamlarından
birisinde Ömer ile birlikte camiye gittik, insanları, grup-grup dağınık bir
halde gördük. Ömer şöyle dedi; Bana göre eğer bunlar bir imama bağlansaydılar
daha iyi olurdu. Daha sonra Ubeyy b. Ka’b’ın onlara cemaat imamı olmasına dair
emir verdi. Ertesi akşam onunla birlikte camiye gittiğimizde milletin müstehap
namazları cemaatle kıldıklarını gördük. Ömer şöyle dedi; Bu ne güzel bir
bid’attır.[356]
Allame Kastalani, Ömer’in ‘bu
ne güzel bir bid’attır’ sözüne gelince şöyle diyor; Onu bid’at olarak
nitelemesinin sebebi, çünkü Resul-ü Ekrem Ramazan ayının müstehab namazlarının
cemaatle kılınmasının emir buyurmamıştı. Ebu Bekir’in zamanında da böyle bir şey
yoktu. Akşamın evvelinde de değildi ve bu kadar rekat sayısı da yoktu. Bu sözün
bir benzerini de Tuhfet-ul Bari’de söylemiştir.
Ebu Velid Muhammed b. Şehne
Revzat-ul Menazir adlı tarih kitabında hicri 23 yılının olaylarını anlatırken
Ömer’in vefatından bahsediyor ve şöyle diyor; Ömer çocuğu olan kenizlerin
satılmasını nehyeden ilk kişiydi. Cenaze namazında dört tekbir söylenmesini
emreden ilk kişiydi. Ve teravih namazının cemaatle kılınmasını insanlara emreden
ilk kişiydi!..
Celaleddin Suyuti’de Tarih-ul
Hülefa adlı kitabında Ebu Hilal Askeri’den, Ömer’in ilk olarak yaptığı işleri
anlatırken şöyle diyor; Ömer Emir-el Müminin olarak adlandırılan ilk kişidir! O
teravih namazının cemaatle kılınmasını ilk olarak emredendir, O mutayı ilk
olarak haram eden kişidir ve O cenaze namazında dört tekbir söylenmesini emreden
ilk kişidir!..
Muhammed b. Sad ‘Tabakat’
adlı kitabının üçüncü cildinde Ömer’den söz ederken şöyle diyor; O Ramazan
ayında akşamları kılınan müstehap namazlarının cemaatle kılınmasını emreden ve
bu emri İslam beldelerine gönderen ilk insandır. Bu mesele hicretin on dördüncü
yılının Ramazan ayında idi. Medine’de kadınlara ve erkeklere cemaat imamı
olmaları için iki kişiyi tayin etti.
İbni Abdul Birr, ‘El-İstiab’
adlı kitabında Ömer’in hayatını yazarken şöyle diyor; ‘Ramazan ayını müstehap
ile cemaatleştirip nurlandıran O’dur..!’
Bu safsata dolu düşüncelerin
sahipleri güya Allah ve Resulünün hikmetinden gafil oldukları şeyi, Ömer’in
kendi teravih namazı ile tedarik ettiğini mi zannetmektedirler. Oysa ilahi
hükümlerin hikmetinde, Allah ve Resulün değil de onları ilahi hükümleri kendi
kafalarınca değiştirip ve bunların yorumunu yapanlar gaflete daha da
layıktırlar. Allah ve Resulü onun cemaatle kılınmasının hikmetine vakıf
olmadıkları için mi tek olarak kılınmasını emrettiler. Acaba Ömer, Allah ve
Resulünden daha mı iyi vakıftı? Bu sözü söylemek doğru olur mu? Eğer doğru
değilse, Peki Ömer neden Allah ve Resulü tarafından tek olarak kılınması
emrolunan ve cemaatle kılınmasına emir verilmeyen, Ramazan ayı müstehab
namazlarını cemaate dönüştürdü? Acaba Ömer bu yaptığı işle Allah ve Resulünden
öne düşmüyor mu? Allah kullarının Ramazan ayının gecelerinin sessiz
derinliklerinde Rableri ile halvet etmeleri, O’nun huzurunda ağlayarak dua ve
niyazlarda bulunmaları, O’nun rahmetine göz dikmeleri için müstehab namazları
cemaat kaydından çıkarmış ve bu vesileyle kullarının istedikleri gibi tenha bir
halde Rablerine yaklaşmalarını sağlamıştır.
Bunun yanı sıra, müstehab
namazların cemaat kaydından çıkarılıp ayrı-ayrı olarak kılınması, Müslümanların
evlerinin namazın bereket ve şerafetinden boş kalmamasına neden olur. Bu
vesileyle evde bulunan çocuklarda baba-anne ve büyüklerinde görmüş oldukları
namazın neşad ve lezzetinin tesiri altında girip ve böylelikle dini öğretileri
öğrenirler.
Abdullah b. Mesud Peygamber
Efendimizden şöyle sual etti; Müstehab namazı evde kılmam mı yoksa camide kılmam
mı daha iyidir?
Peygamber Efendimiz şöyle
buyurdular; Benim evimin camiye ne kadar yakın olduğunu görmüyor musun? Buna
rağmen ben farz namazların dışındaki namazları evde kılmayı severim.
Bu rivayeti Ahmed b. Hanbel,
İbni Mace ve İbni Hazime kendi müsned ve sahihlerinde nakletmişlerdir.
Rüknu-d din Abdul Azim b.
Abdul Kaviyy Münziri ‘Tarğib ve Tarhib’ adlı kitabının müstehab namazlara tarğib
adlı babında Peygamber Efendimizin şöyle buyurduğunu nakleder; Ey millet
namazlarınızı evlerinizde kılınız. Zira farz namazların dışında en iyi namaz
kişinin evinde kıldığı namazlardır. Bu dalda naklolunan rivayetlerin sayıları
oldukça fazladır.
Ama ne yazık ki; ikinci
halife bu ilahi değerleri ve hükümleri görmezlikten gelmiş ve kendi mantığına
göre farklı-farklı kararlar almıştır.
Ama şunu
iyi bilmek gerekir ki; İslam Şeriatı bu konuya tamamen teveccüh etmişti. İslam
dini namazları ikiye ayırmıştır. Vacib namazların cemaatle kılınmasını müstehap
etmiş ve müstehap namazları da ayrı sebeplerden dolayı tek kılınmasını
emretmiştir. Bu emirleri de böylelikle Allah Resulü İslam ümmetine sünneti
aracılığı ile duyurmuştur. Kuran’ı Kerim de Allah’u Teala şöyle buyuruyor; Allah
ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi
isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse
apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.[357]
Acaba ikinci halife Ramazan
ayında akşam kılınan müstehab namazlar meselesinde takınmış olduğu bu tavır ile
yukarıdaki ayete göre hangi konuma girmiş olur. Yorumu ve neticeyi okuyuculara
bırakıyor ve bu satırların okuyuculara ışık tutmasını diliyoruz.
İnançlara ait olan bu satırlar ve bu bölüm Ehl-i Beyt yoluna uygun olan İslam’ın
özünü, özetini içermektedir. Özellikle çağımızda Ehl-i beyt yolunu bilerek,
bilmeyerek veyahut bilmezlikten gelerek bir çok kişi kaleme sarılıp, Şiaya, Şia
inançlarına kendi görüş ve mantıklarına göre hücumlarda bulunuyor ve dolayısıyla
büyük bir kitleye ve hakikatlere zulmetmiş oluyorlar. Okuyanlara bilgiyi değil
bilgisizliği yayıyorlar. İslam vahdet ve birliğini bölüyor ve tefrikalar
yaratıyorlar ve gönüllerinde gizlemiş oldukları hasedi izhar etmiş oluyorlar ve
bu vesileyle bulanık sudan balık avlamak istiyorlar.
Oysa ki bugün Müslüman
toplumun gaflarını düzüp, koşmak, bölüklerini birleştirmek, bütün Müslümanları
bir çatı altında toplamak imkanı bulunmasa bile, onların aralarını bulmak,
onları birbirlerine yakınlaştırmak, hasetlerini köreltmek zorundayız.
Bu hedefler Kuran’ın
yücelttiği ideal değerlerdir. Bunu, bu gerçeği, bilmeyende yoktur, kalmamıştır.
İşte bu hedef doğrultusunda Şiayı daha iyi tanımaları için kısaca maddeler
halinde Şianın inançlarını zikrediyoruz.
Bu konuda geniş bilgi almak
isteyenler Şianın akait dalında yazılan kitaplarına müracaat edebilirler.
1-İslam dini, dünya ve dini
hakikatlerin tüm boyutlarını öğrenmenin yollarını ve his akıl ve vahiy
çerçevesinde sınırlamıştır.
Bir insan, ister dini
öğretiler veya isterde fen ilimleri olsun, bunları ancak bu üç yolla
öğrenebilir.
2-Peygamberlerin daveti amel
ile iç içe ve beraberdir. Zira dini inanca göre amelsiz inanç veya inançsız amel
hiçbir değere haiz değildir. Çünkü İslam dinine göre amelsiz inanç veya inançsız
amel meyvasız bir ağaca benzer.
3-İslam inancına göre dini
akideleri ve hükümleri öğrenmenin dayanağı akıl ve vahiydir.
4-Akıl ve vahyin her ikisi de
ilahi hüccet ve delil olduğu için bu ikisi arasında kesinlikle gerçek bir
şekilde çelişki meydana gelmez. Nitekim ilim ve vahiyde böyledir.
5-Alemin gerçekleri insanın
düşünce ve tasavvurlarının dışında, müstakil bir varlık olup, bir hakikatte
sahiptirler. Bu hakikatler bir noktada durmaz ve ebedidirler.
6-Alem Allah’ın mahlukudur.
Varlık tüm ayrıntıları ile birlikte Allah’a bağlı ve her an ona muhtaçtırlar.
Zira Allah’ın her hangi bir varlıktan iradesini ve feyzini kesmesi o varlığın
yokluğu ile eşittir.
7-Dünyanın şu an ki düzeni
sonsuz ve ebedi bir düzen değildir. Bir gün bu düzen dağılacak ve yerini başka
bir düzene bırakacaktır.
8-Dünya düzeni illet ve malul
üzerine kuruludur. Varlıkların birbirleri üzerinde olan tesir ve etki Allah’ın
iradesine göredir.
9-Varlık sadece maddi ile
sınırlı değildir. Aksine varlığın büyük bir kısmını madde üstü (metafizik)
varlıklar teşkil etmektedir.
10-Cihan külliyat ve
cüziyatında hidayet üzeredir. Her derecede olan tüm varlıklar kendi hallerine ve
durumlarına göre Allah’ın genel ve umumi hidayeti ile iç içedirler.
11-Varlık alemi kamil ve
güzel bir düzene sahiptir. Bunlar en iyi bir biçimde yaratılmış ve
yörüngelendirilmiştir.
12-Alem mutlak ve sonsuz hak
olan Allah’ın varlığı ve fiili olduğu için, kendisinde abes ve boş olarak,
hedefsiz değil de bir hedef üzerine yaratılmıştır.
13-İnsan iki boyutu olan bir
varlıktır. İnsanda bir maddi ve bir de ruhi boyut vardır. Beden ve ruh dünya
hayatında birbirleri ile daima bağımlı bir atmosfer çizerler. Ama ruh beden ile
yani maddi boyut ile olan ilişkisini kestikten yani insan öldükten sonra beden
çürür yok olur ama onun ruhu Allah’ın izniyle baki ve ebedi kalır.
14-Her insan temiz, pak ve
tevhit fıtratı ile yaratılmıştır. Hiçbir insan annesinden, bedbaht veya saadetli
bir halde dünyaya gelmez.
15-Her insan muhtar olarak
yaratılmıştır. İnsana salim ve İlahi fiillerde, kötü ve şeytani fiiller de ilham
olmuş ve gösterilmiştir. İnsan akıl yolu ile hangisini isterse seçmede
muhtardır. Çünkü insanın seçmede ve amelde tam bir özgürlüğü vardır.
16-İnsan zatında, eğitime,
tekamüle ve tarakkiye müsait bir varlıktır. İnsanın Rabb’ine doğru dönüp ve o
mesire göre hareket etmesi daima mümkündür. Bu vadide insan, için kapalı bir
kapı yoktur.
17-İnsan akıl ve ihtiyar
nimetleri gölgesinde Allah, Peygamberler ve diğer insanlar karşısında
sorumludur.
18-Hiçbir insanın başka bir
insana karşın, özellik ve üstünlüğü yoktur. Yüce Allah katında üstünlüğün
ölçüsü, manevi kemalleri kazanma ve takvada ileri bir konuma gelmektedir. Zira
Allah’ın katında en üstün ve en değerli olan en fazla takvaya sahip olanıdır.
19-Ahlak usullerinin insanda
fıtri kökleri vardır ve bunlar sabit ve ebedidir. Zamanın ilerlemesi o ahlaki
değerli değiştiremez yok edemez.
20-İnsanın amellerinin ahiret
aleminde mükafat ve cezası olacağı gibi, o amellerin neticesi dünyadaki
yaşantıya da yansıyabilir.
21-Dış etkenlerin yanı sıra,
milletlerin ilerlemesi veya geri kalması insanların inanç, ahlak, tarz ve
hareketlerinden kaynaklanmaktadır. Bunun böyle oluşu, ilahi kaza ve kader ile
asla çakışmamaktadır, aksine ilahi kaza ve kaderin bir parçasıdır.
22-Beşer tarihinin geleceği
aydındır. O nur devrinde dünyanın hakimiyeti salihlerinin elinde olacaktır.
23-İnsan özel bir kerametle
içiçedir ve bu sıfatlarda yaratılmıştır. Nitekim yaratıldığı zaman meleklere
secdegâh olmuştur. Bu sebepten dolayı o kerameti korumak insana şart olup ve
keramete hilaf olan şeylerden kaçınması zaruridir.
24-İnsanın akli yaşamının ve
ilerlemesinin, İslam’da önemli ve özel bir değeri vardır. İşte bunun için
ölçüsüz-tartısız işlerden, körü körüne yapılan taklitlerden uzak durmalıdır.
25-İnsanın iktisadi,
siyasi... çerçeveler içerisindeki ferdi özgürlüğü, onun maneviyatı ve umumun
maslahatları ile sınırlanmış ve şartlanmıştır.
26-İman kalpteki bir bağdır.
O zorluk ile bir insanın kalbine girmez. İslam dünyası dini zorla insanlara
kabullendirmenin aksine ilahi mesajların önündeki engelleri bertaraf edip
toplumu fesat unsurlarından temizlemek istemektedir.
27-Allah’ın varlığına olan
inanç bütün dinlerin esas ve ortak inancıdır. Çeşitli yollar ile buna istidlal
olunmuştur.
28-Tevhidin ilk derece ve
mertebesi ‘zati tevhid’tir. Yani Alah tek ve benzersiz olup zatında mürekkeb
(cüz-cüz) değildir.
29-Allah’ın kemali sıfatları
mefhum ve mana yönünden değişik ve çeşitlidirler ama gerçekte Allah’ın zatında
birbirleriyle bağlıdırlar.
30-Alemde Allah’tan başka
yaratıcı yoktur. İnsan tam bir özgürlükle varlıktan feyzini almaktadır. İşte
bunun için kendi amellerinin mesulüdür.
31-Alemin Allah’tan başka
Rabb’i ve müdebbiri yoktur. Melekler gibi diğer müdebbirler (idareciler) sadece
Allah’ın iradesi üzere vazifelerini yaparlar.
32-Allah alemin tek müdebbiri
olduğuna göre, dini meselelerde o mutlak hakimiyet sahibi olup ve mutlak olarak
da emrine itaat olunmalıdır. Peygamberlerin dinin bir takım hükümlerinde hareket
etmeleri Allah’ın izni ve iradesi dahilindedir.
33-İbadette tevhit bütün
dinlerin müşterek esasıdır. Peygamberlerin gönderilmesindeki hedef bu esası
hatırlatmak ve insanları ona doğru davet etmektir.
34-Allah’u Teala; celal ve
cemal veya sübuti ve selbi sıfatlarla sahiptir. Yüce Allah’ın pak zatı her çeşit
kusur ve noksanlıklardan münezzeh olup, bütün kemallere sahiptir. O, mutlak
kemal ve kemalin kıymeti tümüdür. Başka bir deyişle, varlık alemindeki bütün
kemaller onun temiz ve yüce zatından kaynaklanmaktadır.
35-Allah’ın sıfatlarını
tanınmanın yolları akıl ve vahiy yoludur. Bu iki unsur Allah’ı en iyi bir
biçimde vasıflandırırlar.
36-Allah’ın sıfatları zati ve
fiili olmak kaydıyla ikiye ayrılırlar. Allah’ın fiilleri onun mutlak ve kemali
zatından kaynaklanır.
37-Allah’ın, ilim, kudret,
hayat, irade sıfatları O’nun zati sıfatlarındandır. Allah’ın iradesinin hakikati
onun fiillerde ihtiyarının oluşudur.
38-Allah’ın fiili sıfatlarından birisi beşer ile
konuşmasıdır. Bu kelamın ise üç boyutu vardır. Yüce Allah Kuran’ı Kerimde şöyle
buyuruyor; ‘Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur,
yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahiy eder.’[358]
Bu üç boyutun yanı sıra, bir başka itibara göre bütün alem Allah’ın kelamıdır.
Nitekim bu itibara göre Hz. İsa, Allah’ın kelimesidir.
39-Allah’ın fiili
sıfatlarından olan kelam hadistir ve kadim değildir. Zati kadimlik Allah’a
mahsustur. Allah’tan başka her çeşit kadim-i ezeliyi tasavvur etmek zati tevhit
ile çakışır.
40-Allah’ın fiili
sıfatlarından bir tanesi hikmettir. Onun isimlerinden biriside ‘Hekim’dir.
Allah’ın tüm fiilleri kemal ve tamamla içiçe olup ve bütün noksanlık ve
abeslerden münezzeh olduğu için ona ‘hekim’ denilmiştir.
41-Allah ister dünya aleminde
ve isterde ahiret aleminde, hiçbir zaman gözle görülemez. Zira bir şeyin gözle
görülebilmesi demek, onun cisim, mekan, şekil ve yönünün olması demektir ki
bunlarında tamamı yaratıklara has vasıflardır. Ama iman çerçevesi içerisinde
kalp gözüyle Allah’ı görmek mümkündür.
42-Adalet Allah’ın cemal
sıfatlarından birisidir. Nitekim vahiy ve akılda buna delalet eder. Zira
Allah’ın pak ve sonsuz zatı zulmünden münezzehtir. Çünkü zulüm, cehaletin,
acizliğin ve muhtaçlığın acı meyvasıdır ve Allah’ta bunlardan tamamen beridir.
43-İnsan aklı bazı nesnelerin
iyi ve kötü yanını teşhis edebilir niteliktedir. Bu kapı insana kapalı olmuş
olsa, bütün şeylerin iyi ve kötülüğü şer’i açıdan da sabitleşmemiş olur. Yani
insan aklı iyi ve kötüyü idrak etme özelliğine sahiptir.
44-Adl-i İlahinin tevkinde
(yaratılışta) ve teşride (kanun bırakmada) tecellileri vardır. İyi şeylere davet
etme, kötü şeylerden nehyetme, güç ve kudret miktarınca vazife verme ve
muhakemede adalet, teşride adaletin tecellilerindendir.
45-İnsan ve alemin yaratılışı
abes ve hedefsiz değildir. Hakkın fiilleri her türlü abes boş ve hedefsiz
şeylerden münezzehtir. Allah’ın hedef üzere olan fiilde onun muhtaçlığından
dolayı değildir.
46-Kaza ve kader keseni
İslam-i inançlardandır. Bu karışık konunun izahında zeminesi ve ihtisası
olmayanlar onun beyanı için girişimde bulunmamalıdırlar. Bu tür zeminesi
olmayanların konunun esasına iman getirmeleri onlar için yeterlidir.
47-Kader, her şeyin ölçüsü ve
kaderde onların vuku bulmasının kesinliği anlamına gelir. Bunların her ikisi de
ikiye ayrılır. 1-İlmi kaza ve kader. 2-Fiili kaza ve kader.
48-İlahi kaza ve kaderin
insanın ihtiyar ve özgürlüğü ile bir çelişkisi yoktur. Aksine Allah’ın takdiri
insanın fiillerini tam bir ihtiyar ve özgürlükle yapmasına cari olmuştur.
49-insanın ihtiyar ve
özgürlüğü inkar edilemez bir gerçektir. Her insanın vicdanı ve akıl sahiplerinin
yöntemi buna şahadet eder. Eğer bu böyle olmazda aksi olursa, o zaman
Peygamberlerin gönderilmesi de (haşa) boşuna olmuş olur.
50-İnsan kendi fiillerinde
mecbur olmadığı gibi tamamen kendi başına bırakılan bir varlıkta değildir. Başka
bir tabire göre ‘ne cebir ne de tefviz (hakikat) bu ikisinin arasında bir
şeydir.
51-Allah ezelden insanın
fiillerine alimdir. Bu ezeli ilim insanın özgürlük ve ihtiyarını kesinlikle
elinden almaz.
52-İnsanların tekamül yolunu
kat etmeleri için, Allah’ın hikmeti gereği insanın yaratılışının yüce
hedeflerinde sadece akıla iktifa etmemeleri için, onlara Peygamberler göndermesi
gerekir.
53-Kuran’ı Kerim,
Peygamberlerin gönderilmelerinin sebeplerini, tevhidin temel esaslarını takviye
etmek nefis tezkiyesi, kitabın talimi ve halkın adalet ile kıyam etmesi ile
açıklanmıştır.
54-Doğru ve Sadık
Peygamberleri yalancı iddiacılardan üç yol ile ayırt etmek ve tanımak mümkündür.
Bunlar, mucize, önceki Peygamberlerin tasdiki ve onun doğruluğuna delalet eden
diğer şahitler.
55-Peygamberlik iddiası ile
birlikte, yapılan akıllar üstü bir iş mucize olarak adlandırılır. Ama bu iddia
olmaksızın, fiilin sahibi eğer salih birisi olursa, o zaman keramet olarak
adlandırılır.
56-Peygamberlerin gaybi
alemle olan ilişkisi ve bağları akıl, his ve zahiri bulgularla değil de, vahiy
vesilesi ile gerçekleşir. İlahi vahyin hakikatinde normal ölçülerle derk olunup,
anlaşılmaz.
57-Maddecilerin
düşüncelerinin tam aksine, vahiy, Peygamberlerin üstün zekalarının ve
düşüncelerinin meyvası olmadığı gibi, onların ruh hallerinin tecellisi de
değildir.
58-Peygamberler, vahyi
alışta, korumakta ve olduğu gibi insanlara onu tebliğ etmede ve o vahye amel
etmede tamamen masumdurlar. Onlar, ister Peygamberlikle görevlendirilmeden önce
ve isterde Peygamberlikleri döneminde olsun, hayatları boyunca her çeşit hata,
yanlış ve günahtan uzaktırlar ve Allah’u Teala özel koruması altındadırlar.
59-Peygamberler her türlü
günah ve çirkin işten masumdurlar. İnsanların onların davetinin doğruluğuna
inanmaları, onların her türlü günahtan uzak olmaları ile gerçekleşir. Bunun yanı
sıra, onlar hidayet olundukları için onların yüce ilmi ve manevi makamlarının
kesinlikle zelalet ve dalalet ile bağdaşması mümkün değildir.
60-Peygamberler günahtan
masum oldukları gibi niza ve tartışmalardaki hükümlerde, dini hükümlerin yerinin
teşhisinde, normal hayat meselelerinde dahi her türlü hatadan ve yanlışlıktan
masumdurlar. Aslında insanların onlara itimadı ve Peygamberliğin hedefleri
kapsamlı ismet gölgesinde celp olunur ve sağlanır.
61-Peygamberler zikrolunan
ismet ve masumluk derecelerinin yanı sıra, nefret uyandıracak hastalıklar,
insanı aşağı düşürecek hareketler ve genel olarak ruhun aşağılığını gösteren her
türlü fiilden münezzehtirler.
62-Peygamberlerin masumluğu
onların yüce marifetleri ve derin ilimlerinden kaynaklanmaktadır. Onlar kamil
bir ilimle iyi fiillerin nurlu nihayetini ve kötü fiillerinde çirkin ve vahim
sonunu görürler. Dolayısı ile o yüce marifet, ilim ve akli kamil ile daima iyi
fiilleri yaparlar.
63-Peygamberlerin masumluğu
onların ihtiyar ve özgürlüğü ile çelişmez. Zira onlar çirkin ve kötü şeyleri de
yapmaya kadirdirler, ama bununla birlikte o filleri yapmazlar.
64-Bütün Peygamberler
masumdurlar. Ama birisinin masum olup da, Peygamber olmaması da mümkündür.
Nitekim Hz. İsa’nın annesi ve İmran’ın kızı Hz. Meryem Kuran-ı Kerimin buyruğuna
göre pak ve seçkin bir şahsiyettir ama Peygamber değildir.
65-Hz. Muhammed (s.a.a)
Peygamberlerin hatemi ve Peygamberlik zincirinin son halkasıdır. O
Peygamberliğini ebedi mucize olan Kuran’ı Kerim ile başlattı ve muhaliflerini de
Kuran’ın süreleri gibi sadece bir tanesini getirmeye davet etti. Ama hiç kimse
bunu başaramadı.
66-Kuran’ın nüzul döneminde,
onun güzel kelimeleri, yeni terkip ve üslubu ve bu kitabın manalarının
derinliği, belagat ve fesahat üstatlarını, onun üstünlüğüne itiraf ve ikrar
etmelerine mecbur bıraktı. O dönemden sonra da düşünür ve bilim adamlarının bu
kitaba karşı olan hüzuları çoğaldı.
67-Kuran edebi muciliğin yanı
sıra, muhtelif açılardan ve yönlerden de mucizedir. Kuran’ı Kerimi getiren
‘Ümmi’ ve herhangi birisinden ders almayan bir şahsiyettir. Kuran’ın muhtevea ve
içeriği seferde ve hazırda, barışta ve savaşta, zorlukta ve kolaylıkta,
yavaş-yavaş tamamlanmasına rağmen onda en ufak bir çelişki ve ikilik mevcut
değildir.
68-Kuran ilahi ayetlerin
içeriğini teşri ederken, o dönemde beşerin vahiy yolundan başka yolla
anlayamayacağı ve derk edemeyeceği varlık aleminin bir takım ilmi sırlarının
üzerinden perdeyi kaldırmıştır. Bu kitabın bir takım hadiseleri, vuku bulmadan
önce kesin olarak ve önceden haber vermesi ve bu haberlerin verildiği gibi doğru
çıkması, onu söyleyen ve getirenin gaybi alem ile olan rabıtasını gösterir.
69-Bir önceki Peygamberlerin
tasdiki Peygamberleri tanımanın yollarından birisidir. İslam Peygamberinin zuhur
edeceğine dair önceki semavi kitaplarda (özellikle İncil’i Yuhenna’nın 16. ve17.
bölümlerinde) müjdeler gelmiştir.
70-İslam Peygamberi Kuran’ın
yanı sıra diğer mucize ve kerametlere de sahipti. Örneğin, ayın yarılması,
miraca gidişi, kitap ehli ile yaptığı mübahele de muzaffer oluşu, gayıptan haber
vermesi vb. gibi mucizeler.
71-İslam dini umumi ve cihan
şümuldur. Sadece bir bölgeye, bir kıtaya veya bir kavime gelmemiştir. Bu dinin
kitabının lisanının Arapça oluşunun sebebi şudur; İlahi sünnet gereği bütün
Peygamberler kendi kavimlerinin lisanı ile konuşuyorlardı.
72-İslam Peygamberi son
Peygamber, Onun getirdiği kitap son kitap ve şeriatı ise bütün şeriatlarının
tamamı ve sonudur. Ondan sonra ne Peygamber, ne kitap ve ne de şeriat
gelmeyecektir.
73-İslam dini beşerin bütün
fıtri ihtiyaçlarını temin edecek üslubu da sahip olup, sabit ve ebedi esaslara
haizdir. Nitekim yeni ortaya atılan güncel meselelerde ve sıkıntılarda, akıl
yoluyla ehemmi mühimmin (daha önemliyi önemliden) ön planına çıkarmakla, içtihat
kapısının açıklığı ve devamı ile ve ikinci hükümlerin birinci hükümlerin yerine
geçmesi ile cevap vermiş ve dini alandaki zorlukların üstesinden gelmiştir.
74-İslam dininin
özelliklerinden birisi, onun akait ve amel boyutunun kolay oluşu, programlarda
orta halli ve kapsamlı oluşudur. Bu özellik diğer şeriatlar da (özellikle şimdi
ki tahrif halinde olan şeriatlar da) mevcut değildir.
75-Müslümanların semavi
kitabı Kuran’ı Kerim her türlü tahrifinden korunmuştur. Ondan ne bir şey alınmış
ve ne de ona bir şey ilave edilmiştir. İslam Peygamberi, İslam camiasına 114
tane kamil süre emanet etti, O günden bu güne kadar o halini korumuştur. Akli ve
nakli deliller Kuran’ın tahrif olunamayacağına delalet eder.
76-Peygamberden sonra İslam
camiasının rehberliğinin Hz. Ali ve O’nun masum evlatlarına ait olduğunu
söyleyenler Şia ismiyle adlandırılmıştır. Nitekim Peygamberden, Hz. Ali’nin
halifeliğini duyup da, O’nun vefatından sonra bu asla göre yaşayan sahabeler
tarihte Ali Şiası diye adlandırılmışlardır. Bu esasa göre, Şianın İslam’dan
başka bir tarihi yoktur.
77-Peygamberin ebedi ve
cihanşümul şeriatın esas ve temellerini atıp da, O’nun devamı ve bekası için
kendisinden sonra bir kişiyi yerine bırakmaması makul değildir.
78-İslam’ın o gün ki, Rum,
İran, münafıklar, müşrikler ve Yahudiler gibi azılı düşmanlarının tamamı
Peygamberin ölümünü bekliyorlardı. Bu durumda Peygamberin kendisinden sonra
yerine birini atamadan gitmesi Müslümanlar içerisinde büyük sorunlar ve
kargaşalıklara neden olacaktı. Böyle bir halde Peygamberin bu yüce ve önemli
vazifeyi ifa etmeden gitmeyi düşünülemez. Çünkü rehberin tayini her türlü niza
ve ihtilafın kökünün kazınmasına en büyük vesiledir. Şianın inancına göre,
Peygamber ümmetinin ihtilafa düşmemesi için Allah'’n emri gereği kendi yerine
birisini tayin ederek bu vazifesini ifa etti.
Ama sonradan bazıları kendi
üzerlerine düşen vazifeyi yapmayıp Peygamberin tayin ettiğini arka plana
çıkararak ihtilaf yarattılar. Bu da ayrı bir meseledir.
79-Allah’ın iradesi,
Peygamberin kendisinden sonra kendi yerine bir halife tayin etmesi üzerindeydi.
Peygamberde muhtelif yerlerde, defalarca kendisinden sonraki halifenin Hz. Ali
olduğunu buyurarak bu vazifesin en iyi bir şekilde gerçekleştirdi.
80-Hicretin onuncu yılında zilhecce ayının on
sekizinde, ‘Ey Peygamber Rabb’inden sana indirileni tebliğ et’[359]
ayeti nazil oldu. Bu ayete göre Allah Peygamber Efendimizi böyle bir günde
camianın gelecekteki imamı ve liderini tayin etmesi ile memur kıldı. Peygamberde
on binlerce hacının huzurunda uzun bir hutbeden sonra Hz. Ali’yi, kendisine
halife unvanında kendi ümmetine tanıttı.
81-Gadir-i Hum hadisi,
İslam’daki mütevatir hadislerdendir. O münasebeti ve o münasebette ki Peygamber
Efendimizin ‘Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır’ hadisini 110 tane
sahabe ve 89 tane de tabiun nakletmiş ve Ehl-i Sünnetinde 356 tane alimleri
kendi kitaplarında bu meseleye yer vermişlerdir.
82-İslam Peygamberi
kendisinden sonraki halifeyi tayin etmekle İslam düşmanlarının, Peygamberden
sonra İslam nurunu söndürme planlarını boşa çıkarmış oldu. Onlar böylelikle bu
planlarının icrasında ümitsiz oldular.
83-Peygamberin vefatından
sonra halifenin tayin meselesi sahabenin zihninde meşru bir usul ve zaruri
görülmekteydi. İşte bunun için ikinci halife birinci halifenin ve üçüncü
halifenin de ikinci halifenin oluşturduğu şura vesilesi ile seçildi. Ama Şiada
bu inanç farklıdır. Şiaya göre halife, içinde ve kararında hata ihtimali
olabilecek bir önceki halifenin veya şuranın vesilesi ile seçimle değil de ilahi
nasla gerçekleşmelidir.
84-Peygamberden sonra ki,
imam veya halifenin vazifeleri şunlardan ibarettir. Kuran’ı Kerimin mefhum ve
manalarını beyan etme, şer’i hükümleri açıklama, camianın her türlü hurafeden ve
inhiraftan arındırılması, dini ve akidevi sorulara cevap vermesi, İslam
düşmanları karşısında İslam-i hudutları koruma, camiada adaleti icra edip
kökleştirme vb.. işte bunun için böyle bir şahıs Allah’ın has inayetinin gölgesi
altında olmalı ve Allah’ın gaybi eğitimi ve terbiyesi ile Allah tarafından böyle
bir makama nail olmalıdır.
85-Yukarıdaki hassas, önemli
ve tehlikeli vazifelere göre, imamında Peygamber gibi her türlü hata ve günahtan
masum olması gerekir. Nitekim, Tathir ayeti ve sakaleyn hadisi de Ehl-i Beyt
imamlarının masumluğuna en büyük delildir.
86-Peygamberin vasileri on
iki kişidir. Buna dair Ehl-i Sünnet kaynaklarında ‘isna aşer’ (on iki) halife
tabiri zikrolunmuştur. Bunun yanı sıra Peygamber gibi, her imam kendisinden
sonraki imamı tayin etmiştir. Onların birincisi Emir-ul Müminin Ali b. Ebu Talib
ve sonuncusu da zamanın imamı Hz. Mehdi Hüccet b. Hasan Askeri’dir.
87-Risaletin hanedanı olan
Ehl-i Beytin muhabbet ve meveddeti Kuran’ın bir aslı ve İslam’ın farzıdır. Bu
hanedanın ilmi ve ameli kemallerine tabi olmak insanın tekamülüne ve terakkisine
sebep olur.
88-Peygamberin hanedanından
olan İmam Mehdi’nin ahir-uz zamanda yeryüzüne adaleti yaymak için zuhur edeceği
İslam’ın kesin bilinen inançlarından birisidir. Ehl-i Sünnet ve Şia
kaynaklarında ki konu etrafındaki hadisler buna delalet eder.
89-Bu cihani ıslahçının tüm
özellikleri rivayetler de naklolunmuştur. Bazı fırkaların ihtilafı onun varlık
ve vücudunda değil de, dünyaya gelip gelmediğindedir.
Bazı fırkalar onun dünyaya
gelmediğini ve ahiruz zaman da geleceğini söylemişlerdir. Ama Şiaya göre, O
hazret hicretin 255. yılında on beş
şabanda İmam Hasan Askeri’nin evinde Nercis hatundan dünyaya gelmiş ve bu güne
kadar da hayatta olup zuhur ve kıyam için ilahi emri beklemektedir.
90-İlahi evliya ve veliler
iki kısımdır. Zahirde olup da gözle gözükenler ve gaipte olup da gözle
gözükmeyenler. Kuran’ı Kerim Kehf süresinde Hz. Musa ve Hz. Hızır’ın görüşme
meselelerinde her ikisinden de söz etmiştir. Hz. İmam Mehdi (as.) gaybet
döneminde Allah’ın gaip evliyalarındandır.
91-İmam Mehdi (as.)’ın bir
takım vazifeleri gaybet döneminde şartlara haiz olan fakihlere bırakılmıştır.
İnsanların o Hazretin zuhurunun bereketinden mahrum olmaları, O Hazretin
gaybetini kaçınılmaz ve mecburi kılan sebeplerdir. Onlardan sadece bir tanesi
insanların yeterli derecede zeminesi ve salahiyetinin olmayışıdır.
92-İslam’dan önce, geçmişteki
bazı Peygamberlerin gaybetinden dolayı İmam Mehdi’nin gaybeti de şaşkınlık
yaratmamalıdır. İmam Mehdinin gaybetinin sırlarından bir tanesi şudur; O tüm
dünya insanlığının adaleti kabul ve icra etme ve buna hazırlıklı oldukları bir
dönemde zuhur edecektir. Zira insanlığın zeminesi olmadan zuhur ve kıyam ederse
vermesi gereken semereleri vermemiş olur.
93-İmamın varlığı yüce
Allah’ın büyük lütuflarından birisidir. Eğer insanlar onu olduğu gibi
kabullenseler, ondan mutlak bir kemalde faydalanacaklardır. Buna göre insanların
ondan mahrum kalmalarının unsuru insanların kendisinden kaynaklanmaktadır.
Elbette şunu unutmamak gerekir ki; O Hazret gaybet döneminde de bulutun
arkasındaki güneş misali bereket ve semerelere haizdir.
94-İmam Mehdi (as.) hicretin
255. Yılında dünyaya gelmiştir. Dolayısıyla O Hazretin on bir asırdan fazladır
ömrü geçmektedir. Böyle bir ilahi hüccetin ömründen bu kadar geçmesine rağmen
hayatta olması Allah’ın sonsuz ve nihayetsiz kudretinden kaynaklanmaktadır.
95-O Hazretin zuhur zamanı
kıyamet gibi hiç kimse tarafından bilinmemektedir. Ama, O Hazretin zuhur
alametlerinin bir çoğu rivayetlerde naklolunmuştur.
96-Ölümden sonraki hayata
inanmak bütün semavi dinlerin ortak inancıdır. Zira hesap gününe inanç olmayan
bir dinin mefhumu olmaz. Bu akide ve inancın öneminden dolayı, Kuran’ı
Kerim’deki ayetlerin büyük bir bölümü bu konu hakkındadır.
97-Allah’u Teala mutlak hak
olduğu için O’nun fiili de her türlü abeslikten uzak olup kendisi gibi mutlak
hak olmalıdır. Bu kaideye ve insan yaratılışının ebedi hayat olmaksızın boş ve
abes olacağına göre, meadın zaruriyeti ve gererliliği ortaya çıkmaktadır. Zira
İlahi adalet iyi ve kötü insanlar için gelecekte böyle bir günü
gerektirmektedir.
98-Kuran mead etrafındaki
mevcut şüphelere bazen Allah’ın mutlak ve sonsuz kudreti ile bazen insaların ilk
yaratılışını mead yeniden hayat buluşun nişanesi olarak ve bazen de insanların
dirilişini baharda zeminin dirilişine benzeterek... cevaplar vermiştir.
99-İnsanların kıyametteki
meadı hem cismi ve hem de ruhidir. Şöyle ki; ahiret aleminde insan, bir takım
ceza veya mükafatlara şayan olacaktır ki; bu ceza ve mükafatlar beden olmadan
mümkünleşmez. Aynı zamanda bir takım ceza ve mükafatlarda ruhi olacaktır. Yani,
onların sadece insanın ruhi boyutu kabul edilebilir.
100-Ölüm insanın hayat ve
yaşamının sonu değildir. Aksine insan ölüm ile sadece bu dünyadan başka bir
aleme göç eder. Bunun yanı sıra dünya ve ahiret alemleri arasında ‘berzah’
denilen bir durak (alem) vardır. Bu aleminde kendisine özgü hayat tarzı nimeti
ve azabı vardır.
101-Berzah hayatı ruhun
bedenden ayrılmasıyla başlar. İnsan defnolunduktan sonra ilahi melekler vasıtası
ile ondan sorgu sual sorulmaya başlanır. Berzah alemi müminler için ilahi
rahmetin mazharı, münafıklar ve kafirler içinde azabın sunuluşudur.
102-Bir grup, bütün dinlerde
olan mezkur mead inancı yerine tenasuha (reankarnasyon) inanmışlardır.
Reankarnasyon İslam inancı ve mantığına göre batıl ve gayri mümkün bir şeydir.
Böyle bir safsataya inanmak insanı mead inancından uzaklaştırır.
103-Geçmişteki bir takım
ümmetlerin insanlık tabiatının değişmesi tenasuh şeklinde değildi. Aksine
insanlar zahiri yüzlerinde domuza, maymuna... dönüşüyorlardı ama onların insanı
şahsiyeti baki kalıyordu. İşte bunun için değişimin bir çok farkları vardır.
104-Kıyamet gününden önce
süra iki defa üflenecek. İlkinde insanların tamamı ölecekler ve ikincisinde
insanlar dirileceklerdir.
105-Kıyamette hesap gününe
has bir üslupla bütün insanlar hesaba tabi tutulacaklardır. İnsanların ellerine
verilen amel defterlerinin yanı sıra, onların dünyada yapmış oldukları iyilik
veya kötülüklere çeşitli şekillerde şahadet edeceklerdir.
106-Kıyamette günahkarlar
için olacak, şefaatçilerin şefaati İslam’ın asıl bilinen inançlarındandır. Buna
delalet eden bir çok ayet ve İslam-i hadisler mevcuttur.
107-Allah’ın şefaat için izin
verdiği şefaatçilerin şefaat talebinde bulunmalarının hiçbir sakıncası yoktur.
Zira şefaat talebinde bulunmak insan hakkında dua etmeye benzer. Müminden birisi
hakkında dua istemek ve etmekte Kuran’ın ve hadisin caiz bildiği ve buna davet
ettiği bir ameldir.
108-Tövbe kapıları ölüm
anının dışında her zaman Allah’ın kullarına açıktır. Tövbeye olan inanç şefaate
olan inanç gibidir. Eğer tövbenin felsefesine, adabına ve şartlarına riayet
olunursa, bu insanları günaha teşvik edip, rağbetlendirmez. Aksine tövbe
kapısının açık olması insanı Allah’ın rahmetine nazaran ümitlendirir ve onun
dönüm unsuru olabilir.
109-İnsan diğer alemde iyi
veya kötü amellerin karşılığını görecektir. İnsanın yapmış olduğu kötü amelleri
onun iyi amellerini yok etmez. Sadece birkaç halde, örneğin, murted olmak
(dinden çıkma, dönme) vb. gibi hallerde insanın iyi amelleri yok olur.
Kuran bu konuda açıklık
getirmiş ve bu meseleyi amellerin yok olması ismiyle nitelemiştir.
110-Cehennemde ebedi olarak
kalmak sadece kafirlere mahsustur. Ama mümin olup da nefislerden dolayı bir
takım günahlara mürtekip olanlar, günahları miktarınca cezalarını cehennemde
çektikten sonra bağışlanıp cehennemden kurtulacaklardır.
111-Kuran ve hadislerden
anlaşılan cennet ve cehennemin şu an yaratılmış olmasıdır. Ama onun yeri ve
mekanı insan tarafından bilinmemektedir.
112-İmanın asıl mekanı
kalptir. Bir insana Müslüman söyleyebilmek için onun Allah’ın vahdaniyetine,
kıyamet gününe, Peygamberin risaletine şahadet getirmesi ve Peygamberin
getirdiklerine iman etmesi yeterlidir. Bunların tam karşısında ise kafirlik
yatar.
113-Kalbi iman zuhur ettiği
zaman veya onun aksine kendini göstermediği müddetçe eserini gösterir. Bunun
yanı sıra insanın kurtuluşuna sadece kalbi inanç yetmez. Eğer iman amel ile
birlikte olursa insanın kurtuluşuna sebep olur.
114-Üç temel inanç ve yasaya
inanan her Müslüman’ı diğer bir takım meselelerde muhalif olsa bile tekfir etmek
haramdır.
115-Bidat lügat’ ta önceliği
olmayan yeni bir şey anlamına gelir. Istılahta ise, dinde olmayan bir şeyi dine
nispet vermek ve dine mal etmek anlamındadır. Bir takım şeylerin dine nispet
verilmesi, o şeyin meşruluğuna dair dini metinlerde genel veya hususi deliller
olmadığın da ona bidat ismi verilir.
116-İnsan gerçek sahih
inancını izhar edip açıklamak istediğinde, eğer onun malına, canına, namusuna ve
haysiyetine bir zarar gelme ihtimali doğarsa, akıl yoluna ve Kuran’ın hükmüne
göre asil ve sahih inancını gizleyip inancının tam tersini söyleyebilir veya
yapabilir. Bu konu Şiada takiyye olarak bilinmektedir. Takiyye nifak ve iki
yüzlülüğün tam karşısında ve onun zıddınadır. Zira takiyye imanı ve doğruyu
gizleyip, küfrü ve yanlışı göstermektir ama nifak tam aksine imanı gösterip
küfrü gizlemektir.
117-Bazı şartlarda takiyye
etmek, vaciptir. Ama dinin aslının zarara ve tehlikeye gireceği yerlerde takiyye
etmek haramdır.
118-İnsan hayatı ve yaşamı
sebepler zincirine bağlıdır. Bu meselede tabii sebeplerle gaybi sebepler
arasında hiçbir fark yoktur. Tevhit ehli olan bir insan sebeplere sadece vesile
gözüyle bakmalı ve onların etki ve eserde bağımsız olduklarına inanmalıdır.
119-Allah’ın isimlerine ve
salihlerin dualarına olan tevessül gaybi ve madde üstü sebeplerden birisidir.
Kuran’ı Kerim bunu açıklıkla beyan buyurmuştur.
120-Allah’ın kesin
mukadderatı değişmez. Ama şartlı ve muallak olan mukadderat değişebilir. Bu
Şianın inandığı beda inancıdır. Bunun anlam ve manası Allah’ın tüm varlıkta
sonsuz ve mutlak kudretine olan inanç ve insanın iyi veya kötü amellerinin
Allah’ın takdiriyle onun hayatında tesir etmesinden başka bir şey değildir.
121-Geçmiş ümmetlerden bir
grubunun ilahi iradeyle dünyaya dönmesi gibi, ahir-uz zamanda da bir grup bu
dünyaya geri dönecektir. Bu Şia inancında olan ‘ricat’ (dönüş) akidesidir.
122-Peygamber Efendimizin,
Bedir, Uhud, Ahzab ve Huneyn savaşlarında şehit olan sahabeleri ve Peygamberden
sonra yaşayıp da O Harzerin hedefleri doğrultusunda yaşayan sahabeler Şia
tarafından büyük bir ihtirama ve yüce bir değer sahiptirler.
Bunun yanı sıra sırf
Peygamberi görmek ve onunla bir an beraber olmak sahabeyi adil kılmaz ve onu her
türlü günah ve hatadan uzak tutmaz. Bu meselede tabiunda sahabeyle eşittir.
Sadece Peygamberle beraber olmak yetmez aksine O Hazret ile beraber olup da O
Hazretin yüce değer ve hedefleri doğrultusunda hareket etmek kişiye değer
kazandırır.
123-Peygamberi ve O’nun Ehl-i
Beytini sevmek Kuran ve Sünnete göre İslam’ın asıl inançlarından birisidir. Yıl
boyunca Peygamber ve Ehl-i Beytini anmak bu muhabbetin gereksimidir. Bunun
Kuran’da kökü olduğu için bidat olarak nitelemek doğru değildir.
124-Şehitlerin arkasından
yapılan ağıtlar ve yas merasimlerinin felsefelerinden bir tanesi Hz. Yakub’a ve
Uhud savaşında İslam Peygamberine uymaktır. Bunun yanı sıra özel gün ve
münasebetlerde o şehitleri anmak onların mektebinin korunmasına ve bekasına
vesile olur.
125-Dünyanın akıl sahipleri
kendi değerlerini ve büyüklerini kültürel bir miras olarak korurlar.
Peygamberlerin evlerini
değerli ve yüce tutmak Kuran’ın tekit ettiği konulardandır. Ashab-ı Kehf’in
kabirlerinin kenarına bina ve mescit yapılması, şehitler ve salihlerin kabirleri
kenarına mescit yapılmasının ve Onların yüceltilmesinin caizliğini gösterir.
Nitekim Kuran’ı Kerimde Ashab-ı Kehf meselesinde bunu açıklamıştır.
126-Müminlerin,
Peygamberlerin, salihlerin ve ilahi evliyaların kabirlerini ziyaret etmek
Peygamberin emir verdiği İslam-i değer ve usullerdendir ve bunun yapıcı eserleri
vardır.
127-Güvenilir ve adil
ravilerin İslam Peygamberinden naklettikleri hadisler Şia alimleri tarafından
kabul görmüşlerdir. Şianın fıkıh ve içtihadının temelini Allah’ın kitabı,
Peygamberin sünneti, akıl ve icma oluşturur.
128-Ehl-i Beyt İmamlarından
bizlere ulaşan rivayet ve hadislerin tamamı dolaylı veya doğrudan vahiy ilkesine
dayanır. Zira Ehl-i Beyt İmamları bu rivayetleri (direk ve vesilelerle)
Peygamberden duymuşlar veyahutta Hz. Ali’nin kitabından nakletmişler veya
‘muhaddes’ olma unvanı ile onları nakletmişlerdir.
129-Peygamber Efendimiz ve
Ehl-i Beyt imamlarından naklolunan hadisler Şia alimleri tarafından maruf ve
meşhur kitaplarda bir araya toplanmıştır. Onlar, Usul-u Kafi, Tahzib-ul Ahkam,
Men la Yehzeruh-ul Fakih, İstibsar diye dört kitap olar bilinmektedir. Bu dört
kitap Şianın en mühim içtihat kökeni olarak bilinmektedir.
130-Şia fıkhına göre içtihat
kapısı ilk gününden bu güne kadar fakihlere açık olup asla kapanmayacaktır.
Bunun yanı sıra onların içtihatları mutlak içtihattır, meşreb ve mezhep
dairesindeki içtihat değildir.
131-Sahabenin sözü
Peygamberin sünnetini naklettiği müddetçe değer ve itibar taşır. Ama Kuran ve
sünnetten kendi anladığını naklederse bu diğer bir müçtehit için hüccet olmaz ve
onu bağlamaz.
132-Her Müslüman’ın usulü
dini delillerle ele getirmesi ve bunda yakin etmesi zaruridir. Ama Müslümanlar
füru-u dinde bir müçtehidin fetvalarına uyabilirler.
133-Şia abdest alırken
ellerini dirseklerden başlama kaydıyla yukarıdan aşağıya doğru yıkar, aşağıdan
yukarıya doğru değil. Yine abdest alırken ayaklarını mesheder, yıkamaz. Şianın
bu konulardaki delili Kuran’ı Kerim ve Peygamberin sünnetidir.
134-Şia inancına göre secde
tabii toprağa veya topraktan bitip de yenilmeyen ve giyilmeyen şeylerin üzerine
yapılmalıdır. Tarihin şahadetine göre Peygamber Efendimizin döneminde bu şekilde
yapılmaktaydı. Ama daha sonraki zamanlarda bu ortadan kaldırıldı ve bunun yerini
halılara, kilimlere... secde etmek aldı.
135-Öğlen ile ikindi ve akşam
ile de yatsı namazlarını ayrı-ayrı kılmak müstehaptır. Ama buna rağmen onları
birleştirerek de kılmak caizdir. Nitekim bütün Müslümanlar hacda Arafat ve
Müzdelife’de namazları birleştirerek kılarlar.
İslam Peygamberi de ümmetine
rahatlık olsun diye defalarca hiçbir mazaret, sorun ve gerçek olmamasına rağmen
namazları birleştirerek kılmışlardır.
136-Muta nikahı meşru bir
evliliktir. Kuran muta nikahını meşrulaştırmış ve neshetmemiştir. Bu sünnet
tarafından da böyle bilinmektedir. Sahabeden bazıları bizzat mutaya amel
etmişlerdir.
137-Namazda elleri bağlamak
doğru değildir. Namazları eli bağlı kılmak bidattır.
Ebu Hamid Said’inin
Peygamberin namazının şekil ve keyfiyetine dair naklettiği rivayette elleri
bağlamak görülmektedir. Bu rivayet, Peygamber döneminde ve O Hazretin sünnetinde
böyle bir amelin olmadığını ve sonradan çıkarıldığını gösterir.
138-Ramazan ayı
akşamlarındaki nafile namazları kılmak müstehaptır. Ama bu namazları cemaatle
kılmak bidattır. Birilerinin yaptığı şahsi içtihat bu amelin cemaatle
kılınmasını meşrulaştırmaz.
139-Her Müslüman’ın, Enfal
süresinin 41. Ayetine göre kazancının humsunu vermesi lazımdır.
140-Müslüman fırkalar
arasındaki, füru-u dinde olan bir takım ufak ihtilaflar onların İslam
düşmanlarına karşı birlik ve vahdet içerisine girmelerine engel olmamalıdır.
İlmi konferanslar, seminerler ve tahkiki müzakerelerle bu ihtilafları zamanla
ortadan kaldırmak mümkündür.
İslam’ın on dördüncü asrı
tamam olmaktadır. İslam’ın ilk zamanından günümüze kadar olan bu uzun müddet
sahih ve doğru İslam’ı ve hükümlerini öğrenmeyi güçleştirmiştir. İslam’ın sahih
ve ideal değerlerini, Kuran ve Peygamberin süneti ve siresi dışında öğrenmek
mümkün değildir.
Kuran’ı Kerim şöyle buyuruyor; ‘Sana kitabı indiren
O’dur. Onun bazı ayetleri muhkemdir ki; bunlar kitabın esasıdır. Diğerleri de
müteşabihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek
için ondaki müteşabih ayetlerin peşine düşerler. Halbuki onun tevilini ancak
Allah bilir ve ilimde kökleşenler (yüksek payeye erişenler) bilir...’[360]
Yukarıdaki ayetten anlaşılan
şudur ki; Kuran’ı Kerimde fitnecilerin yararlanmak istedikleri, müteşabih
ayetler mevcuttur ve bunların tevilini sadece Allah’u Teala bilmektedir.
Diğer bir taraftan da Allah’u Teala, Kuran’ı Kerimin
tevil yolunu şu ayetle açıklamıştır; ‘İnsanlara, kendilerine indirileni
açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kuran’ı indirdik.’[361]
Allah’u Teala bu ayette
Resulüne buyuruyor ki; biz bu Kuran’ı sen beyan edesin diye sana gönderdik. İşte
bundan dolayı ki, içeriğinde müteşabih ayetlerde olan Kuran’ın tefsirini
insanlar ancak Peygamberden öğrenebilirler. Kuran’ın tefsirinde salim bir
şekilde öğrenmenin yolu Peygamberin siresini ve hadislerini iyi bir şekilde
bilmekten geçer. Zira Allah Resulü bazen kendi ameli ile Kuran’ı tefsir
ediyordu. Nitekim Kuran’ın emrettiği vakitli ve yevmiye namazları Allah Resulü
ameli ile tefsir ve bayan etmiştir. Buna göre O Hazretin günlük kıldığı
namazlar, Kuran’daki namaz hakkında ki ayetlerin tefsiridir. Buradan anlaşılan
şudur ki; İslam’ı olduğu gibi doğru bir şekilde öğrenmenin, Peygamberin hadis ve
siresinden başka bir yolu yoktur. Peygamber Efendimizin siresi ve hadisi de
beraberce O Hazretin sünnetini oluşturmaktadır.
Peygamberin sünnetini de
öğrenmek, Ehl-i Beyt ve sahabe de sınırlıdır. Bu ikisini dışında Peygamberin
sahih sünnetini öğrenmek mümkün değildir.
Kuran’ı Kerim şu şekilde buyuruyor; ‘Çevrenizdeki
bedevi Araplardan ve Medine haklından bir takım münafıklar vardır ki;
münafıklıkta maharet kazanmışlardır. Sen onlar bilmezsin, biz biliriz onları...’[362]
Allah’tan başka kimsenin
bilmediği bu münafıklar, Peygamberin zamanında Medine’de olup, tamamı sahabeden
hesap olunmaktaydılar.
Şia inancına göre sahabeler
konuma çok büyük bir önem taşımaktadır. Nitekim onlar Kuran’ın tefsirinde
İslam-i hükümler ve ilimlerde Peygamberin hadislerini ve siresini nakleden,
açıklayan şahsiyetlerdir.
İşte bu sebeplerden dolayı,
her Müslüman’ın İslam’ı sahih ve doğur bir şekilde öğrenmede köprü konumunda
olan sahabeleri iyi tanıması ve bilmesi gerekir.
Peygamber Efendimizin
sahabeleri, onların adaletlerinin mizan ve ölçüleri Şia ve
Ehl-i Sünnet arasındaki ihtilafların en büyük ve önemlilerinden bir tanesidir.
Zira Ehl-i Sünnet sahabenin tamamını adil bilmekte ve onlara karşı yapılan
herhangi bir eleştiriyi kabul etmemektedirler.
Ehl-i Sünnete göre sahabe, Nevevi’nin de Müslim’in
şerhinin mukaddimesin de zikrettiği gibi şöyledir; ‘Peygamberi bir an bile gören
her Müslüman sahabedir. Ve bu kendi konumunda sahihtir. Buhari Ahmed b. Hanbel
ve bütün hadisçiler bu g örüşe sahiptirler.’[363]
Şia inancına göre,
sahabelerin tamamı bir makam ve derecede olmayıp, hepsi adil değillerdir. Onlara
itiraz etmek ve onları eleştirmek caizdir. Şianın bu inancına Kuran ve sünnetten
deliller vardır.
Ama, bazı şahıslar bilerek
veya bilmeyerek bir takım hedef ve gayeler doğrultusunda Şiaya saldırarak,
onların sahabeye hakaret ettiklerini, sahabeyi tekfir ettiklerini ve sahabeye
lanet ettiklerini söylemiş ve Şiaya iftirada bulunmuşlardır.
Bu yalan ve iftiradan başka
bir şey değildir. Zira herhangi bir sahabeyi eleştirmek onu tekfir etmek
anlamına gelmez. Eğer eleştiri sağlam ve inandırıcı delillere dayalı ise, peki
öyleyse bu öfke ve iftira nedir?
Sahabenin içerisinde mümin olanlar vardır ki Allah’u
Teala, Kuran’ı Kerimde onları övmüş ve şöyle buyurmuştur; ‘Andolsun ki; o ağacın
altında sana biat ederlerken Allah, o müminlerden razı olmuştur.’[364]
Allame Lütfullah Safi bu ayet
hakkında şöyle diyor; Allah’u Teala övgüsü o ağacın altında Peygambere biat eden
müminlere mahsustur. Ama (bu övgü) orada hazır bulunan Abdullah b. Übeyy, Avs .b
Huli gibi münafıklara asla şamil olmamıştır.
Bu ayet biat etmeyenlerin tamamına şamil olmadığı
gibi aynı şekilde, biat edenleri de akıbetlerinin hayırlı olacağına asla delalet
etmez. Zira ayet sadece biat edenlerin biatine razılığa delalet etmektedir. Yani
Allah bu biatı onlardan kabul etti ve onların da bu biatine mükafat verecektir
anlamındadır. Ama onların bu biatı, Allah’ın onlardan ebedi olarak razı olması
anlamına gelmez. Bu sözün delili Allah’ın Kuran’ı Kerimdeki şu buyruğudur.
‘Muhakkak ki; sana biat edenler ancak Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli
onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa ancak kendi aleyhine şahitlik
bozmuş olur. Kimde Allah ile olan ahdine vefa gösterirse Allah ona büyük bir
mükafat verecektir.’[365]
Eğer Allah’ın biat edenlerden
razılığı ebedi ve daimi olmuş olsaydı, hakka biat edenlerden hiç kimse biatini
bozmazdı. Aksi takdirde ayette geçen ‘Kim ahdini bozarsa ancak kendi aleyhine
bozmuş olur’ cümlesinin bir anlamı kalmazdı.
Sahabeler içerisinde öyleleri
vardı ki; Peygamber onların kendi vefatından sonra murted olacaklarından ve
kıyamette helak olacaklarından haber vermiştir.
Buhari kendi sahihinde Sehl b. Saad’dan şöyle
nakleder; Peygamberin şöyle buyurduğunu duydum. ‘Ben sizden önce havuzun
(Kevser) kenarında olacağım. Gelen herkes ondan içecek ve ondan içenler asla
susmayacaklar. Doğrusu bana gelen bölükler olacaktır ki; ben onları tanıyorum
onlarda beni tanıyorlar. Daha sonra ben ve onlar arasında ayrılık düşecektir.
Ben onların benden olduğunu söyleyeceğim. Bana denilecek ki; Sen bunların
vefatından sonra dinde ne gibi değişiklikler yaptığını bilmiyorsun. Bunun
üzerine ben diyeceğim ki; benden sonra dinde değişiklik yapıp da murted olanlar
Allah’ın rahmetinden uzak olsun.[366]
Peygamberin birgün sahabesine şöyle dediği
naklolunmuştur; Ben sizden önce havuza gideceğim. Bazılarını benim yanıma
getirecekler. Onların yanına yaklaşmak istediğimde onlar benden
uzaklaştırılacaklardır. Ben diyeceğim ki; Ya Rabb’i ashabım! Bana buyuracak ki;
sen bilmiyorsun (bunlar) senden sonra ne işler yaptılar!’[367]
Peygamber Efendimiz
kendisinden sonra murted olanları, dini hükümleri değiştirenleri ve Allah’ın
kelamını tahrif eden Yahudi ve Nasranilere benzetmiştir.
Ebu Said Hurdi Peygamber Efendimizin şöyle
buyurduğunu nakletmiştir; Doğrusu sizler (adım-adım) karış-karış geçmiş
ümmetlerin sünnetlerine uyacaksınız. Onlar kertenkelenin oyuğundan (yuvasından)
girseler bile, sizlerde onlara tabi olacaksınız. Dedik ki; ey Allah’ın Resûlü
Yahudi ve Nasranileri mi diyorsun? Evet, kimler olacak diye buyurdular.[368]
Sahabelerin içerisinde öyleleri vardır ki; Allah
onlar hakkında şöyle buyurmuştur. ‘Onlar bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman
dağılıp ona giderler ve seni ayakta bırakırlar.’[369]
Bu ayet Peygamber Efendimiz Cuma hutbesini okurken, Şam’dan gelen kervanı duyup
da Peygamberi hutbe esnasında terk eden sahabeler hakkında nazil olmuştur.
O gün binlerce sahabe
arasından, Peygamberin hutbesini sadece on iki kişi dinlemek için orada kaldılar
ve Peygamberden ayrılmadılar.
Cabir b. Abdullah bu konuda
şöyle diyor; Cuma günü bir kafile Medine’ye girdi. Biz Peygamberle beraberdik.
On iki kişi dışında herkes dağılıp gittiler. Bunun üzerine Allah şu ayeti nazil
etti, ‘Onlar bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman dağılıp ona giderler ve
seni ayakta bırakırlar.’
Başka bir rivayette şöyle
naklolunmuştur; Peygamberle birlikte namaz kılmak ile meşgul iken, yiyecek ve
gıda maddeleri ile yüklü olan bir kafile geldi. Millet onu fark edince, on iki
kişinin dışında hepsi dağılıp gittiler. Bunun üzerine şu ayet nazil oldu; ‘Onlar
bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman...’
Uhud savaşında da bu rakam
Peygamberle beraber kaldı ve gerisinin tamamı firar ettiler. Peygamber o gün
onlardan beraat etmek zorunda kaldı.
Berra b. Azib şöyle diyor; Peygamber, Abdullah b.
Cubeyri piyadelerle amir olarak tayin etti. Onlar firar ettiler. Bu haled,
Peygamber onları sesledi ama on iki kişiden başka kimse Peygamberin yanında
kalmadı.[370]
Enes şöyle diyor; Amcam Enes
b. Nezir Bedir savaşına katılmadı. Peygambere gelerek, ben müşriklerle yapmış
olduğun ilk savaşa katılmadım, bir daha müşriklerle savaşırsak, Allah muvaffak
ederse nasıl savaşacağımı göstereceğim, dedi. Daha sonra Uhud savaşı vuku buldu
ama Müslümanlar firar ettiler. Bunun üzerine Peygamber şöyle dedi; Ya Rabb’i!
Bunların yaptıklarından senden af diliyorum.
O Hazret (bunları derken) maksadı sahabesiydi.[371]
Sahabenin Huneyn günü firar etmesi daha çirkin ve
daha zararlıydı. Zira onlar binlerce kişi olmasına rağmen firar etmişlerdi.
Allah Onları bu işlerinden dolayı şu şekilde melamet etmektedir; ‘Andolsun ki;
Allah bir çok yerde (savaş alanlarında) ve Huneyn savaşında size yardım etmişti.
Hani çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat sizi hezimete uğratmaktan
kurtaramamıştı. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti, sonunda
gerisin geri dönmüştünüz. Sonra Allah, Resulü ile müminler üzerine sükunetini
indirdi...’[372]
Sahabenin arasında öyleleri vardır ki; Allah onlar
hakkında şöyle buyurmuştur, ‘Yeryüzünde ağır basıncaya kadar hiçbir Peygambere
esirleri bulunması yaraşmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, halbuki Allah
ahireti istiyor, Allah güçlüdür, hikmet sahibidir. Allah tarafından önceden
verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldığınız fidyeden ötürü size mutlaka büyük bir
azap dokunurdu.’[373]
Bu ayetler bir grup sahabe
hakkında nazil olmuştur. Bunlar Bedir savaşı hususunda meşveret ederlerken Ebu
Sufyan’ın adamlarını esir alma görüşünü belirtmişlerdi. Oysa Peygamber Bedir
savaşından önce onları savaş için sınamak ve onların hazırlıklarını öğrenmek
için onlarla meşveret etmişti. Ama yine de bunlara rağmen, onlar kafileyi
yakalamayı savaşa tercih ettiler.
Sahabenin arasında öyleleri
vardı ki; Allah Resulü onları azarlamıştır. Zira onlar kendi kavim ve
kabilelerine doğru davet ediyor ve cahilliye dönemindeki düşüncelerini
akıllarından geçiriyorlardı.
Cabir b.Abdulah Ensari şöyle diyor; Savaşlardan
birisinde iken muhacirlerden birisi ensardan olan birisine tekmeyle vurdu. Bunun
üzerine, ensardan olan şahıs, ey ensar neredesiniz? Diye seslendi. Muhacirlerden
olan şahıs ise, ey muhacirler neredesiniz? Diye feryat etti. Allah Resulü bunu
duyunca şöyle buyurdu; Neden bunlar cahilliye nizalarını canlandırıyorlar.[374]
İşte bu cahilliye
tartışmaları yüzünden ensarı oluşturan Avs ve Hazrec kabileleri arasında nerde
ise büyük bir olay veya savaş çıkacaktı.
Ayşe şöyle diyor; ‘... Sa’d
b. Meaz kalkarak şöyle dedi, Ey Allah’ın Resulü, andolsun ki; ben onun işinden
dolayı senden özür diliyorum. Eğer o Avs kabilesinden olsaydı, şüphesiz onun
boynunu vururdum. Eğer bizim kardeşlerimiz olan Hazrec’den olsaydı, o zaman sen
bize emir verirdin ve bizde emrini icra ederdik.
Hazrec kabilesinin yöneticisi olan ve ondan önce iyi
bir şahıs olan Sa’d b. Ubade sinirli bir şekilde kalkarak şöyle dedi; Andolsun
Allah’a yalan söyledin. Yemin olsun Allah’a ki, onu muhakkak öldüreceğiz. Sen
münafıklardan söz eden bir münafıksın. İşte bunlardan dolayı Avs ve Hazrec
kabileleri öfkelenmeye başladılar ve nerede ise birbirlerine düşeceklerdi. Bu
esnada Allah Resulü de minberdeydi, minberden inerek onlara susmalarını emretti,
onlarda sustular ve O Hazretin kendisi de sustu.[375]
Sahabeden öyleleri vardı ki;
Allah Resulünün sözlerini hiçe sayıyor ve O Hazrete muhalefet ediyorlardı.
Örneğin; Peygamber Üsame’nin
ordusunun hareket etmesini istemesine rağmen bazı sahabeler buna muhalefet etmiş
ve orduya katılmamışlardır.
İbni Ömer şöyle diyor;
Peygamber bir ordu tertip ederek ordunun başına Üsame b. Zeyd’i emir olarak
geçirdi. Bazıları Üsame’nin emirliğini (komutanlığını) kabul etmediler.
Bunun üzerine Peygamber şöyle buyurdu; Onun
komutanlığını kabul etmediğiniz gibi, Ondan önce onun babasının komutanlığına da
muhalefet ediyordunuz.[376]
Sahabenin içersinde öyleleri
vardır ki; Peygamber ömrünün sonlarına doğru bir vasiyet yazmak için kalem kağıt
istemiş olmasına rağmen, buna bazıları karşı çıkmışlardı ve Peygambere
‘sayıklıyor’ nispetini vermişlerdi. Bunun müteakibinde Peygamber onların
yanından çıkmalarını istemişti.
Said b. Cübeyr İbni Abbas’tan naklederek şöyle diyor;
‘Perşembe günü ne gündü o gün! Sonra (İbni Abbas) o kadar ağladı ki, gözyaşları
taşların üzerine döküldü. Dedim ki; Ey İbni Abbas, Perşembe günü nedir? Şöyle
cevap verdi? Peygamberin ağrısı şiddetlenmişti, sahabesine şöyle buyurdu; Bana
bir kağıt getiriniz sizlere öyle bir vasiyet yazayım ki; ondan sonra asla
dalalete, sapıklığa düşmeyesiniz. Peygamberin yanında niza ve tartışma olmaması
gerekirken oradakiler birbirleriyle niza ettiler. Bazıları dediler ki; Buna ne
olmuş?! Acaba sayıklıyor mu??! Ondan sorun: Bunun üzerine Resulullah, kalkın
benim yanımdan gidin, benim bulunduğum hal sizin beni davet ettiğiniz şeyden
daha hayırlıdır.’[377]
Sahabe arasında öyleleri
vardır ki; Peygamberin vefatından sonra riyaset ve makam için kendi aralarında
büyük tartışmalara girdiler. Hatta bazıları iki tane amirin, biri muhacirden,
diğeri de ensardan olmasını istiyorlardı. Bu tartışmalara girenler her ne kadar
Müslüman olmuş olsalar bile, bu tartışmalar onların cahilliye dönemindeki
düşüncelerinden, heva ve heveslerinden el çekmediklerini gösterir.
Sahabe arasında, Peygamberden
sora binlerce hadis uyduran düzmececi Ebu Hureyre ve Peygamberden sonra İslam
hilafetini krallığa dönüştüren Muaviye gibi simalar vardır.
Ehl-i Sünnetin, sahabenin
tamamında bu kadar iyimser olmalarının sebebi, onların Peygamberin makamıyla
şereflenmeleri ve Peygamberle birlikte olmalarından kaynaklanabilir. Ama şunu
unutmamak gerekir ki; bu özellik Peygambere eş olma özelliğinden yüce olamaz.
Oysa Allah’u Teala Kuran’ı Kerimde şöyle buyuruyor; ‘Ey Peygamber hanımları
sizden kim açık bir hayasızlık yaparsa, onun azabı iki katına çıkarılır.’
Başka bir ayette Peygamberin aleyhine plan döken iki
zevcesi Aişe ve Hafsa hakkında şöyle buyuruyor; ‘Eğer ikinizde Allah’a tövbe
ederseniz, (yerinde olur) Çünkü kalpleriniz sapmıştı. Ve eğer Peygambere karşı
birbirinize arka verirseniz, bilesiniz ki; Onun dostu ve yardımcısı Allah,
Cebrail ve müminlerin iyileridir. Bunların ardından melekler de yardımcıdır.
Eğer o sizi boşarsa, Rabb’i ona sizden daha iyi kendini Allah’a veren, inanan,
sebatla itaat eden, tövbe eden, ibadet eden, oruç tutan, dul ve bakire eşler
verebilir... Ey Peygamber! Kafirlere ve münafıklara karşı cihat et, onlara karı
sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. O gidilecek yer ne de kötüdür.
Allah inkar edenlere, Nuh’un karısı ile Lüt’un karısın misal verdi. Bu ikisi
kullarımızdan iki salih kişinin nikahları altında iken onlara hainlik ettiler.
Kocaları Allah’tan gelen hiçbir şeyi onlardan savamadı. Onlara, haydi ateşe
girenlerle beraber sizde girin denildi.’[378]
Yukarıdaki ayetlerden
anlışılan şudur ki, Peygamberle beraber ve birlikte olmak kişinin makamının
yüceliğine ve salim imanına delalet etmez.
Fakat Peygamberin sahabeleri
hakkında naklolunan rivayetlerin yanı sıra, Peygamberin zevceleri tarafından da
mezkur, rivayetlerden daha şiddetli rivayetlerde nakledilmiştir. İbni Abbas
şöyle diyor; Bir yıl geçmesine rağmen, ben Ömer’den Peygamberin aleyhine plan
döken o iki kadını sorma fırsatı arıyordum; ama ondan çekiniyordum. Bir gün, o
bir eve giderek (o evin bahçesinde) büyük bir ağacın altında oturdu, oradan
çıktığı zaman ona sordum, şöyle cevap verdi; Aişe ve Hafsa. Sonra şöyle dedi;
Biz cahilliye döneminde kadınlara değer vermiyorduk ama İslam geldiğinde Allah
onları da hatırlattı. Biz, işlerimizde onlardan yararlanamayacağımız halde,
onların bizlerde haklarının olduğunu öğrendik.
Her halükarda, bir gün ben ve eşim arasında bir
sohbet geçti. O sert bir üslupla, öfkeyle benimle konuştu, ben ona dedim ki,
Senin aslın ve soyun iyi değil. O şöyle dedi; Sen, kızın Allah Resulüne eziyet
ettiği halde bu sözleri bana mı söylüyorsun! Bunun üzerine ben Hafsa’nın yanına
giderek onu uyardım ve sakın ola ki; Allah ve Resulüne itaatsizlik edesin diye
ikazda bulundum.[379]
Peygamber Efendimizden Aişe’nin şöyle dediği
naklolunmuştur; Allah Resulü Cehş’in kızı Zeyneb’in yanında bal yiyor ve bir
müddet orada kalıyordu. Ben ve Hafsa anlaşarak, hangimiz onu ilk olarak görsek,
Ona (Peygambere) sen meğafir (ağaç sırası) yemişsin ve ağzından meğafir kokusu
geliyor demeyi kararlaştırdık. Hazret buyurdular ki; hayır böyle değil ben
Cehş’in kızı Zeyneb’in yanında bal yiyordum ve bir daha yemeyeceğim. Ben seni
yemine veriyorum ki; (bunu) başkasına haber vermeyesin.[380]
Yine Aişe’nin şöyle dediği naklolunmuştur;
Peygamberin zevceleri iki gruplardı. Bir grupta, Aişe, Hafsa, Safiyye ve Sude
bulunuyor ve diğer bir grupta ise Ümmü Seleme ve Peygamberin diğer hanımları
bulunuyordu.[381]
Yine Aişe’den naklolunmuştur ki; Ben, kendilerini
(mehirsiz ve şartsız olarak) Allah Resulüne bağışlayanları kıskanıyor ve şöyle
diyordum; Bir kadın kendisini nasıl olarak bağışlayabilir? Böylelikle şu ayet
nazil oldu, Bunlardan dilediğini bırakabilirsin, dileğini de alabilirsin ve
bıraktığını tekrar almada bir vebal yok sana.’[382]
Bunun üzerine ben şöyle dedim; Ben hayretlere
kapıldım ki; Senin istediklerine Rabb’in anında icabet ediyor.[383]
Yine Aişe şöyle diyor; Hatice’nin kız kardeşi ve
Huveyli’din kızı Hale, Peygamberin yanına gitmek için izin istedi. O Hazret
Hatice’yi hatırlayarak şöyle buyurdu; Ya Rabb’i, bu Hatice’nin kız kardeşi,
Hale’dir. Ben bu söze bozularak şöyle dedim; Ne oldu ki; Kureyş’in yaşlı
kadınlarından olan bir yaşlı kadını anımsıyorsun? Oysa o kadın yıllar önce ölüp
dünyadan gitmiş ve Allah ondan daha iyi bir kadını sana bağışlamıştır.[384]
Aişe’nin başka bir sözü de
şöyle naklolunmuştur; Peygamberin hanımları arasında hiçbirisine Hatice gibi
gıpta etmiyor ve kıskanmıyordum; Oysa onu görmemiştim. Ama Peygamber onu çok yad
ediyordu. Hatta Peygamber bazen bir koyun keserek onun etini küçük-küçük kesiyor
ve onları Hatice’nin hayrına millete dağıtıyordu. Ben bazen ona diyordum ki;
Dünyada Hatice’den başka kadın mı yok?
Ama O diyordu ki; Hatice şöyleydi-böyleydi. Evladım
Ondandı.[385]
Sahabenin tamamını adil
bilenlerin delillerinden bir tanesi, iddialarına göre Peygamberin şu buyruğudur;
‘Benim Ashabım yıldızlar
gibidir, hangisine uyarsanız hidayet bulursunuz.’
Başka bir rivayette şöyle
bildirilmiştir; ‘...Onların her birinin sözünü dinleyin...’
Ehl-i Sünnet, sahabenin
tamamının masumluğunu kabul etmemektedir. Ama yukarıdaki hadisin sahih ve
doğruluğunu kabul edenler sahabenin hepsini masum görmektedirler. Sahabeden
çoğunluğunun adaletsizliğini ortaya koyan rivayetler, genelde Peygamberin
yanında uzun bir müddet kalan sahabeler hakkındadır. Hal böyleyken, acaba
Peygamber ile az bir zaman beraber olan sahabenin, sırf beraberlik ve sahabelik
unvanı ile adaleti nasıl bir konum taşıyabilir? Acaba bu abartmaların ve boş
sözlerin sebep ve anlamı nedir?
Acaba bir insanın Peygamberle
olan az bir beraberliği o insanın adil olmasına sebep olabilir mi? Ve böyle bir
şey mümkün müdür? Oysa adalet ihlasla Peygambere ve getirdiklerine iman ve
amelden başka bir yolla hasıl olmaz.
İnsanın fıtrat ve aklı ile
bağdaşmayan bu çelişki Ehl-i Sünnetin bazı alimleri tarafından ortaya
atılmıştır. Örneğin İbni Teymiye, fitne ve fücurlarla tanınan Muaviye b. Ebu
Süfyan’ı sırf sahabe olduğu için tabiinden olup da Ehl-i Sünnet arasında adalet
ve takva ile meşhur olan Ömer b. Abdul Aziz’in ön planına çıkarmıştır. Oysa
Ehl-i Sünnete göre, Ömer b. Abdul Aziz hülafa-i raşidinin beşincisidir. Bu
Muaviye’nin sırf sahabe olmasından doyalı onun ön plana çıkarılmaması
gerektiğine en büyük delildir.
Sormak lazım; bunların
hangisinin makamı yücedir? Kendi gözleriyle Peygamberden onlarca mucizeyi
gördükten sonra iman getiren mi yoksa O mucizelerin bir tanesini daha görmeden
iman getiren mi daha değerlidir?
Bütün sahabe adaletlidir;
sözünü yayanlar, sahabeden bazılarına itiraz yolunu kapamak için bu sözü
yaygınlaştırmışlardır. Fakat sahabeden bazıları Peygamberden sonra Hz. Ali ve
evlatlarını devre dışı bırakma girişimlerinde bulundular. Bu görüş ve inancın
doğrultusunda hareket edenler, sahabenin tüm yaptıklarını ve görüşlerini sırf bu
hedeften dolayı, sahih görmüşlerdir.
Bu yanlış ve batıl inancın
savunucuları Peygamberin Ehl-i Beytini kendi çirkef planlarına ve makamlarına
bir tehlike gördükleri için bu asılsız görüşü ortaya atmış ve
yaygınlaştırmışlardır. Çünkü bu zihniyetin sahipleri Ehl-i Beytin Kuran ve
hadislerdeki makamını biliyor ve bu hakikatlerin karşısında sahabeyi Ehli Beytin
ön planına çıkarmak ve dolayısıyla hedeflerine ulaşmak için bunları
yapıyorlardı.
İşte bunlardan dolayı
Peygambere nispet verilen ‘Ashabım yıldızlar gibidir...’ hadisi aşağıdaki sahih
hadise göre Ehl-i Beyt karşısında uydurulan bir hadistir.
Zira Peygamberin sahih bilinen bir hadiste şöyle
buyurduğu naklolunmuştur; ‘Benim Ehl-i Beytim Nuh’un gemisine benzer, Ona
binenlerin hepsi kurtuldu, ondan kaçanların hepsi helak oldu.’[386]
Ve yine O Hazret buyuruyor ki; Benim Ehl-i Beytim
sizin içinizde Ben-i İsrail’deki hıtta kapısına benzer. O kapıdan girenlerin
hepsi bağışlandılar’[387]
Sahabenin tamamının
adaletine, inanmanın menfi yönlerinden bir tanesi bir çok düzmece sözlerin hadis
unvanında kitaplarda naklolunmasıdır.
Acaba bu konuda olanlardan
Resulullah’ın sünnetini almak ve öğrenmek doğru mudur? Ashabım yıldıra gibidir
hadisine inanırsak eğer, Peygamberin sünnetini, Hz. Ali’ye karşı savaş açan
Muaviye b. Ebu Süfyan, Amr b. As, Semure b. Cundeb, Ebu Hureyre’den ...almamız
gerekir. Oysa akıl bunu tamamen reddetmektedir. Zira Peygamberin sünnetine
muhalefet edenlerden, o sünneti öğrenmek, istemek akla göre doğru değildir.
Ehl-i Sünnetin kendi sahih
kitaplarından Peygamberin şöyle buyurduğu naklolunmuştur; ‘Zamanının imamının
biatı üzerinde olmadan ölen kimse, cahilliye ölümü üzere ölmüştür’
Bu rivayete göre Aişe
cahilliye dönemine dönmüş olmaktadır. Zira O zamanının imamı Hz. Ali’ye biat
meselesinde muhalifet etti ve biat etmedi ve üstelikte bir ordu teşkil ederek
Hz. Ali’ye savaş (Cemel savaşı) açtı.
Şimdi sormak lazım yukarıdaki
hadis Peygamberin sünneti değil midir? Peki Peygamberin sünnetine muhalifet eden
birisinden, o sünneti öğrenmek, istemek ne derece makul olabilir? Ehl-i Sünnet
Muaviye’nin Hz. Ali’ye karşı savaştığını bildikleri halde Muaviye ve tüm
sahabeyi adil bilmektedirler. Acaba kendi aralarında çelişki ve ihtilaf olan
sahabelerden (her iki taraftan) de sünneti almak ve öğrenmek doğru mudur? Akıl
bu görüşü tamamen reddetmektedir. Öyleyse sormak lazım; sahabeden sünneti
öğrenmek ve almak vacip midir?
Cevap olarak şunları söylemek
mümkündür; İlk etapta ve bakışta, sünneti sahabeden almanın vacipliğine dair
elde hiçbir kanıt ve delil mevcut değildir. Çünkü Peygamberden sonra sahabeler
kendi aralarında ihtilaf ettiler. Bu ihtilaf edenlerin hangisi haklıydı?
Burada üç ihtimal
bulunmaktadır:
Birinci ihtimal: Her iki
tarafta haklıydı.
İkinci ihtimal: Her iki
tarafta haksızdı.
Üçüncü ihtimal: Bir taraf
haklı ve diğer bir taraf ise haksızdı.
Bu üç ihtimal içerisinden
birincisini kabul etmek doğru değildir. Zira hak hiçbir zaman hakla ihtilaf
etmez.
Geriye ikinci ve üçüncü
ihtimaller kalıyor; Neticede ister ikinci veya isterse de üçüncü konumda
olsunlar, her halükarda sahabe içerisinde haksız simaları, yanlış yaparak
ihtilaf yaratanları görmek mümkündür. Bu halde, bunların tamamını adil görmek,
ve sünneti onlardan öğrenmek istemek ve bunları hidayet yıldızları olarak
kabullenmek doğru mudur?
Ama Şia inancına, aklın
esasına ve Kuran’ın direktifine göre sahabe şundan ibarettir:
1-Allah Resulü ile beraber
olmalıdır.
2-Ona iman getirmelidir.
3-Onun sünnetini kabul
etmelidir.
4-Yaşantısında O Hazrette
tabi olmalıdır.
5-Allah yolunda O Hazretle
birlikte malıyla, canıyla mücadele ve girişimler bulunmalıdır.
6-O Hazretin vefatından
sonra, onun sünnetinden el çekmemeli ve ona göre amel etmelidir.
7-Onun sünnetini tahrif
etmemeli, değiştirmemeli ve sünnetin aksine göre amel etmemelidir.
Bir sahabeye değer vermek
farklı bir konu ve sünneti onlardan almanın vacipliği ise başka bir meseledir.
Çünkü, Sahabelere bırakılan vazifelerden birisi, sünneti onlardan almanın
gerekliliği değildir. Bu konuda hiçbir akli ve şer’i delil mevcut değildir.
Elbette sünnet muallakta bırakılmamıştır. Aksine bu konuda ehliyeti olan ehil
sahabeler O Hazretin sünnetini korumalı ve yaymalıdırlar. Nitekim ehil olan
seçkin sahabeler de bu vazifeyi en iyi bir şekilde ifa etmişlerdir. Ama bu
mesele vazife olarak sadece Ehl-i Beytin ihtiyarına bırakılmıştır. Zira onlar
ilimde ve imamette Peygamberin varisleridirler.
Netice olarak diyoruz ki;
Kuran’ı Kerim ve Peygamberin sünnetinden anlaşılan, sahabenin tamamının bir
derece ve makamda olmadıklarıdır. Onlardan bazıları Allah Resulüne layık olup
ilahi emirleri ifa eden takvalı ve temiz insanlardır. Bazıları Allah Resulü
zamanında iki ipte oynayarak münafıklık yapmışlardır. Bu konuda geniş bilgi için
Kuran’ın münafikun süresine bakabilirsiniz.
Bu açıklamalara göre, Şianın
sahabe hakkında ki görüşünün Kuran ve Sünnetin görüşü olduğu gayet açık bir
şekilde görülmektedir.
Bu satırların okuyuculara
ışık tutması ümidiyle...
Ehl-i Sünnet mezhepleri ve Şia arasındaki ihtilaflı itikat meselelerinden bir
tanesine de rica’attır. Ehl-i Sünnet kaynaklarında, konu hakkında rivayetler
olmadığı için onlar bu görüşü kabul etmemişlerdir. Şiaya göre ise, ric’at inancı
İslam’a göre sahih ve doğru bir inanç oılup Kuran ve hadisle sabit olmuştur.
Bu iki muhtelifi görüşünün
hangisinin doğru olduğunu öğrenebilmek için, konunun Kuran ve hadis ışığında
incelenmesi gerekir.
Önce ‘ric’at’ın manasını
açıklayalım; Ric’at lügat da dönüş-dönmek anlamına gelir. Istılaha (dini
kavrama) göre ise, ric’at, bazı halis müminlerin ve bazı münafık, facir ve
zalimlerin kıyametten önce bu dünyaya geri dönmelerine denir.
İlahi adalet hükümetinin
yeryüzünün tamamına hakim olmasını arzu eden halis müminler, bu arzularına
yetişmek için Allah’u Teala’nın kudreti ile İmam Mehdi (as.)’In zuhurundan sonra
bu dünyaya dönecek ve arzularını göreceklerdir. Ve yine dünyada hakkın önünü
alıp onu yok etmek için yek vücud olan bazı facir ve zalim münafıklar bu dünyaya
geri dönecek ve yaptıklarının cezasını halis müminler tarafından göreceklerdir.
Kuran’ı Kerimde bazı ayetler
Ehl-i Beyt imamları tarafından ric’ata tefsir olunmuştur. Bu ayetler, ric’atın
geçmiş ümmetlerde bulacağını göstermektedir. Aşağıdaki ayetler masum Ehl-i Beyt
imamlarının nurlu kelam ve tefsirleri ile, Hz. İmam Mehdi (as.)’ın zuhurundan
sonra halis mümin ve müşriklerin bu dünyaya geri döneceklerinin açık ve net bir
kanıtıdır.
1-‘O muttakiler ki, gayba inanırlar’[388]
Bu ayeti kerimenin tefsirinde
gaybın üç şey olduğu hadislerce belirtilmiştir;
1-Ric’at günü
2-Kıyamet günü
3-Hz. İmam Mehdi (as.)’ın kıyam edeceği gün. Bu
günler Al-i Muhammed’in günleridir.[389]
2-‘Hani, Allah Peygamberlerden, ‘Size kitap ve hikmet
verdikten sonra yanınızdakileri tasdik eden bir Peygamber geldiğinde ona mutlaka
inanıp yardım edeceksiniz’ diye söz almıştık.’[390]
İmam Cafer Sadık (as.)
yukarıdaki ayetin tefsirinde şöyle buyuruyor;
‘Yani Allah’ın Resulüne iman
getirip, müminlerin emiri Hz. Ali’ye yardım etsinler.’
İbni Ebi Şeybe, ‘Müminlerin emirine yardım mı
etsinler? Diye sual edince, Hz. İmam Cafer Sadık (as.) şöyle buyurdular; Evet
Allah’a yemin olsun ki; Allah’ın Hz. Adem’den Hz. Hatem’e kadar gönderdiği
Peygamberlerin tamamı geri dönecek ve Hz. Ali (as.)’ın yanında (düşmanlara
karşı) kılıç çekeceklerdir.[391]
İmam Cafer Sadık (as.) bu ayetin tefsirinde başka bir
hadisi şerifte şöyle buyuruyor; ‘bu ayet daha icraata dökülmemiştir. Selam b.
Müntesir, fedan olayım, bu ayet ne zaman vuku bulacaktır? Diye sual edince,
Hazret şöyle buyurdular; Bu ayet, Allah bütün Peygamberler ve müminleri Hz. İmam
Ali (as.)’a yardım etmeleri için bir araya topladığında vuku bulacaktır. O zaman
Hz. Resulü Ekrem (s.a.a)’in sancağı Hz. İmam Ali (as.)’ın eline verilecektir. O
gün Hz. İmam Ali bütün mahlukatın emiri olacak ve herkes onu sancağının altında
yer alacak ve o herkese emir olacaktır.’[392]
3-‘Şüphesiz ki yeryüzü Allah’ındır. Kullarından
dilediğini ona varis kılar. Sonuç ve akıbet ise sakınanlarındır.’[393]
İmam Muhammed Bagır (as.) Hz.
İmam Ali (as.)’ın bu ayetin tefsirinde şöyle buyurduğunu naklediyor;
‘Ben ve evlatlarım Allah’ın yeryüzüne varis kıldığı
kimseleriz. Muttakiler (sakınanlar) bizleriz...’[394]
Allah’a yemin olsun ki; Allah’u Teala, benim ehlimi
ve evladımı onların arasında bir müddet ayrılık zamanından sonra etrafım da
toplayacaktır. Nasıl ki; Yakup evlatları arasındaki bir müddet ayrılık
zamanından sonra Onları Yakub’un etrafında topladı.[395]
4-‘O, müşrikler hoşlanmasa da dinini bütün dinlerce
üstün kılmak için Resulünü hidayet ve hak diniyle gönderendir.’[396]
Bu ilahi vade bugüne kadar
hakikatini bulmamıştır. Hiç şüphesiz bir gün muhakkak vuku bulacaktır. Zira
Allah’u Teala asla vadelerine muhalefet etmez. İmam Muhammed Bagır (as.) bu
ayetin ‘ric’atta’ vuku bulacağını buyurmuştur.
5-‘Bilakis onlar ilmini kavrayamadıkları ve yorumu
kendilerine asla gelmemiş olan bir şeyi yalanladılar. Onlardan öncekiler de
böyle yapmışlardı. Bak ve araştır, zalimlerin sonu nasıl oldu?’[397]
Tefsirciler, bu ayetin ric’at hakkında nazil olduğunu
söylemişlerdir. İnkarcılar, böyle bir günün olmayacağını söyleyenlerdir.[398]
Himran şöyle diyor; İmam
Muhammed Bagır (as.)’dan ric’atın mühim meselelerini sorduğumda, şöyle
buyurdular; ‘Sormuş olduğun şeyin daha vakti gelmemiştir. Allah’u Teala şöyle
buyuruyor; İlmini kavramadıkları ve yorumu kendilerine asla gelmemiş olan bir
şeyi yalanladılar.’
Zurare, imam Cafer Sadık (as.)’dan ric’atın bir takım
önemli meselelerini sual ettiğimde, O Hazret şöyle buyurdular; Sormuş olduğun
şeyin henüz vakti gelmemiştir. Allah’u Teala şöyle buyuruyor; İlmini
kavrayamadıkları ve yorumu kendilerine asla gelmemiş olan bir şeyi
yalanladılar.’[399]
6-‘Zulmeden herkesin yeryüzü dolusu malı olsa
(azaptan kurtulmak için) elbette onu feda eder.’[400]
Bu ayeti kerime de, zulmeden herkesten maksat, Al-i
Muhammed’e zulmedip de onların haklarını gasp edenlerdir. Ric’atta bunların
ilahi intikamdan kaçma imkanları ve yolları olmayacaktır. Onlar bütün
yeryüzündekilerin kendilerinin olmasını ve onları vererek o gün kendilerini
kurtarmayı arzu ederler.’[401]
7-‘(İblis) Ey Rabb’im öyle ise (varlıkların) tekrar
dirileceği güne kadar bana mühlet ver. Dedi. O halde sen bilinen vakte kadar
kendilerine mühlet verilenlerdensin, dedi.’[402]
İmam Cafer Sadık (as.) bu ayetin tefsirinde şöyle
buyuruyor; ‘İblis, Allah’ın ona kıyamet gününe kadar mühlet vermesini istedi.
Ama Allah’u Teala onun bu isteğini reddederek şöyle buyurdu; ‘Belli bir güne
kadar sen mühlet verilenlerdensin.’ Belli bir vakit geldiği zaman, Adem’den o
belli güne kadar ona tabi olanlar zahir olacaklardır. O gün, Hz. İmam Ali
(as.)’ın ric’at’ının son zamanına denk gelecektir...’[403]
8-‘Onlar olanca güçleriyle Allah’a yemin ettiler ve
dediler ki; Allah ölen bir kimseyi tekrar diriltmez. Aksine bu hak olarak
verdiği bir sözdür. Fakat insanların çoğu bilmezler.’[404]
İmam Cafer Sadık (as.) kendi
ashabına şöyle sual etti; insanlar bu ayet hakkında ne diyorlar? Ashaptan bir
tanesi şöyle dedi, Onlar, bu ayetin kafirler hakkında nazil olduğunu
söylüyorlar. İmam ise şöyle buyurdu; Kafirler Allah’a asla yemin etmezler.
Aksine bu ayet Peygamberin ümmetinden bir grup hakkında nazil olmuştur. Zira
onlara, sizler öldükten sonra kıyametten önce bir kez daha bu dünyaya geri
döneceksiniz, söylendiğinde, onlar yemin ederek asla dönmeyeceklerini
söylediler.
...Evet, Allah’u Teala onları (kafirleri) ric’atta
geri getirecek ve onları öldürecek ve müminlerin kalbini hoşnut edecektir.[405]
9-‘Bütün nefisler ölümü tadacaktır’[406]
Zurare, İmam Cafer Sadık (as.)’dan, Acaba size göre
öldürülen bir insan ölümün tadını alır mı? Diye sorduğunda, O Hazret şöyle cevap
vermiştir; ‘Kılıç ile öldürülen birisi yatağında ölen gibi değildir. Öldürülen
birisi ölümün tadını almak için bu dünyaya tekrar dönecektir.’[407]
10-‘Helak ettiğimiz bir beldeye artık (iyi davranış
ve makbul çaba) haramdır. Çünkü onlar tekrar dönmezler.’[408]
Hiç şüphesiz bu ayet kıyamet hakkında da değildir.
Zira kıyamette bütün insanların dönmesi söz konusudur. Nitekim İmam Cafer Sadık
(as.) bu şekilde açıklama buyurmuşlardır.[409]
İmam Muhammed Bagır (as.) ve
İmam Cafer Sadık (as.) bu ayetin tefsirinde şöyle buyurmuşlardır; ‘Allah’u
Teala’nın azabı ile helak olan beldeler ric’atta dönmeyeceklerdir.’
Bu ayet ric’atı ispat eden en açık ve net delillerden
bir tanesidir. Zira Müslüman’lardan hiç kimse helak olan beldelerin kıyamette
döneceğini inkar etmemişlerdir. Aksine bütün Müslümanlar kıyamet günü herkesin
geri döneceğine inanmışlardır.[410]
İmam Muhammed Bagır (as.)’dan ric’at hakkında
sorulduğunda, İmam (as.) yukarıdaki ayeti delil getirmiştir.[411]
Seyyid Murteza ‘Muhkem ve müteşabih’ adlı eserinde,
Hz. İmam Ali (as.)’ın ric’atı inkar edenlere yukarıdaki ayetle cevap verdiğini
nakletmiştir.[412]
11-‘Allah sizlerden iman getirip ve salih amel
yapanlara, kendilerinden öncekileri ve hakim kıldığı gibi kendilerine de
yeryüzüne sahip ve hakim kılacağını, onlar için beğenip seçtiği dini, onların
iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve geçirdikleri korku döneminden sonra bunun
yerine onlara güven sağlayacağını vaat etti. Çünkü onlar bana kulluk ederler,
hiçbir şeyi bana eş tutmazlar. Artık bundan sonra kim inkar ederse, işte bunlar
asıl büyük günahkarlardır.’[413]
Merhum Taberisi, bu ayetin tefsirine dair hadisler
naklettikten sonra şöyle diyor; Bu ayetteki iman getirip de, salih amel
yapanlardan maksat, Pegyamber (s.a.a) ve O’nun pak Ehl-i Beytidir. Bu ayet
onlara, gelecek zamanda İmam Mehdi (as.)’ın kıyam döneminde yeryüzünün hakimi
olacaklarını müjdelemektedir. Nitekim, önceden de, Hz. Adem, Hz. Süleyman, Hz.
Davud yeryüzünde hüküm sürmüşlerdir. Ehl-i Beyt imamları bu manada icma
etmişlerdir ve onların da icması hüccettir.[414]
12-‘Onlar hakkındaki söz gerçekleştiği zaman, bunlar
için bir ‘dabbe’ çıkarırız ki bu, onlara insanların ayetlerimize kesin bir iman
getirmemiş olduklarını söyler.’[415]
Ehl-i Beyt imamlarından
naklolunan rivayetlere göre bu ayetteki dabbe’den maksat Hz. İmam Ali (as.)’dır.
Bu konudaki rivayetlerden bazıları aşağıdakilerden ibarettir.
İmam Muhammed Bagır (as.) Hz. İmam Ali (as.)’dan
şöyle naklediyor; ‘Ben cennet ve cehennemi taksim edenim. Ben faruk-u ekberim.
Ben gelecek zamandakilerin imamıyım. Ben geçmiştekilerin haberini verenim. Bana
altı tane özellik verilmiştir. 1-.... 6-Ben insanlarla konuşacak olan ‘Dabbet’ul
arzım’[416]
İmam Cafer Sadık (as.), Resulü Ekrem (s.a.a)’den
miraç gecesi O Hazrete şunların söylendiği naklediyor; ‘Ey Muhammed, Ali
evveldir. Zira O, benim ahdimi kabul eden ilk imamdır. Ali sondur. Zira O,
ruhunu alacağım en son imamdır. O insanlarla konuşacak olan ‘Dabbe’dir.’[417]
Hz. İmam Ali (as.), Deccal
hakkında uzun bir hutbe konuşması yapıp, onun öldürülmesini anlattıktan sonra
şöyle buyuruyor; ‘Ondan sonra ‘Tammei Kübra’ gelecektir. Ashab; ‘Tammei Kübra’
nedir? Diye sual ettiklerinde, O Hazret şöyle buyurdular; ‘Dabbe’ nin çıkışıdır
ki, O sefanın yakınlarında zahir olacaktır. Hz. Süleyman’ın yüzüğü ve Hz.
Musa’nın asası onun elindedir. Başını kaldırdığı zaman doğu ve batıdaki herkes
Allah’ın kudreti ile onu göreceklerdir.
O güneşin batıdan doğmasından sonra olacaktır ki, o
zamanda tövbe kapısı kapanmış olacaktır.[418]
Başka bir hadiste Hz. İmam Ali (as.) şöyle buyuruyor;
Ben ‘dabbet-ul arzım’, ben asanın sahibiyim, ben hükümlerde hak ve batılı
birbirinden ayıranım ve ben kurtuluş gemisiyim.’[419]
İmam Rıza (as.) yukarıdaki ayetin tefsirinde
‘Dabbet-ul arz’ın, Hz. İmam Ali (as.) olduğunu buyurmuştur.[420]
Ehl-i Beyt kaynaklarından
naklolunan rivayetlere göre ‘dabbet-ul arz’ Hz. İmam Ali (as.)’dır ki; ric’atta
bu dünyaya geri dönecek ve Onun çıkışı kıyametin alametlerinden bir tanesidir.
Onun için üç tane çıkış olacak ve üçüncüsü de tevbe kapısı kapanacaktır. Hz.
Musa’nın asası ve Hz. Süleyman’ın yüzüğü onun elindedir. O kafir ve mümini
birbirinden ayıracaktır.
Ehl-i Sünnet kaynaklarındaki
konu hakkındaki rivayetlere baktığımızda ‘dabbe’ hakkında naklolunan rivayetler
Şia kaynaklarındaki rivayetler ile bir çok konuda benzerliği vardır. Yalnız,
Ehl-i Sünnet kaynaklarında ‘dabbe’nin Hz. İmam Ali (as.) olduğu
belirtilmemiştir. Ama diğer nişanelerin geleni birbirleriyle aynıdır.
Ehl-i Sünnet kaynaklarında
‘dabbet-ul arz’ın nişaneleri şu şekilde beyan olunmuştur;
1-‘Dabbet’ul arz’ için üç tane çıkış olacaktır.[421]
2-Onun çıkışının ilk nişanesi güneşin batıdan
doğmasıdır.[422]
3-Mescid-ul Haram’dan çıkacaktır.[423]
4-Safa’nın yakınlarından çıkacaktır.[424]
5-Hz. Süleyman’ın yüzüğü ve Hz. Musa’nın asası onun
elindedir.[425]
6-Dabbet-ul arz geldiğinde tövbe kapısı kapanacaktır.[426]
7-Dabbet’ul arz mümin ve kafire, herkes tarafından
tanınmaları için nişane vuracaktır.[427]
8-Dabbet-ul arzın çıkışı kıyametin on tane
alametinden bir tanesidir.[428]
Ehl-i Sünnet kaynaklarında
‘dabbet-ul’ arz hakkında naklolunan rivayetlerde ‘dabbe’ için belirtilen
sıfatlar ile Şia kaynaklarında belirtilen sıfatlar birbirinin aynısıdır. Yalnız
Ehl-i Sünnet kaynakındaki rivayetlerde ‘dabbe’nin Hz. İmam Ali (as.) olduğu
belirtilmemiştir.
13-‘O gün her ümmetin ayetlerimizi yalan
sayanlarından bir grubu toplayacağız. Artık onlar bir arada tutulup, sevk
edilirler.’[429]
Bu ayette ric’ata delalet
eden en açık ayetlerden bir tanesidir. Zira kıyamette istisnasız olarak bütün
insanlar haşr olacaklardır. Oysa bu ayette her ümmetten bir grubun toplanacağı
günden söz edilmektedir.
Bu ayet ‘dabbet-ul arz’
ayetinden sonra geldiği için, Ehl-i Sünnet ve Şianın icmasına göre, o kıyametin
nişanelerinden sayılmıştır.
Dikkate şayan olan diğer bir
husus ise, ‘sur’a üfleme’ ayeti de ondan sonra gelmiştir.
İmam Cafer Sadık (as.)’dan bu
ayet hususunda sual olunduğunda O Hazret, halkın bu ayet hakkında ne dediklerini
sordu. Sual eden şahıs şöyle dedi; Onlar (halk) bu ayetin kıyamet hakkında
olduğunu söylüyorlar.
İmam şöyle buyurdular; Acaba Allah-u Teala kıyamet
günü bir grubu toplayıp da diğer bir grubu bırakacak mı? Bu ayet ric’at
hakkındadır, kıyamet ile ilgili ayet ise şudur; ‘Hiç birisini bırakmaksızın
onları (tüm ölüleri) mahşerde toplamış olacağız.’[430]
Seyyid Murteza ‘Muhkem ve
Müteşabih’ adlı eserinde Hz. İmam Ali (as.)’ın şöyle buyurduğunu naklediyor;
‘Ama ric’atı inkar edenin cevabı şu ayeti kerimedir ki buyuruyor. ‘O gün her
ümmetin ayetlerimizi yalan sayanlarından bir grubu toplayacağız.’
Bu ayet, bu dünyaya aittir.
Ama ahirette haşr olup, bir araya toplanma ayeti şu ayeti kerimedir. ‘Hiç
birisini bırakmaksızın onları mahşerde toplamış olacağız.’
Ebu Basir diyor ki; İmam Muhammed Bagır (as.)’ın
hizmetine vardığımda, bana şöyle dedi; Irak halkı ric’atı inkar mı ediyor? Evet
diye cevap verdim. Buyurdular ki; Onlar şu ayeti okumuyorlar mı ki; Allah’u
Teala şöyle buyuruyor. ‘O gün her ümmetten bir grubu toplayacağız.’[431]
Şeyh Müfid ‘El-Füsul-ul Muhtare’de konu hakkında
şöyle yazıyor; Bir gün Seyyid Himyeri Mensur-u Devaniki’nin meclisinde şiir
okurken, Sevvar Gazi onu azarlayarak şöyle dedi, Bu şahıs ric’ata inanıyor.
Seyyid ise şu şekilde ona cevap verdi; Evet ben ric’ata inanıyorum. Nitekim
Allah’u Teala Kuran’ı Kerimde şöyle buyuruyor; ‘O gün her ümmetten bir grubu
toplayacağız.’ Başka bir ayette ise şöyle buyuruyor; ‘Hiç birisini
bırakmaksızın, onları (tüm ölüleri) mahşerde toplamış olacağız.’[432]
Bu ayetlere bakıldığında iki tane haşr görülmektedir.
Birisinde bütün insanlar, haşrolacaklardır, diğerinde ise, her ümmetten bir
grubu haşrolacaktır.[433]
İmam Cafer Sadık (as.) bu ayetin tefsirinde şöyle
buyuruyor; ‘Ric’ata sadece halis mümin ile kafir dönecektir.’[434]
Ehl-i Beyt imamlarından bir çok hadisi şerifte şöyle
naklolunmuştur; ‘Ehl-i Beyt düşmanlığında haddi ve sınırı aşanlar ile Ehl-i Beyt
sevgisi ve muhabbeti yolunda bir çok zorluklarla karşılaşıp buna tahammül
edenler İmam Mehdi (as.)’ın zuhur zamanında dirileceklerdir. (bu hayata, dünyaya
tekrar döneceklerdir) Ehl-i Beyt aşıkları, Ehl-i Beyt düşmanlarından
intikamlarını alacaklar ve bu vesileyle onların kalbi hoşnut olacaktır. İşte o
zaman her grup kendi amelinin sonunu görecektir.’[435]
14- “İşte o zaman eyvah, eyvah! bizi kabrimizden kim çıkardı, diriltti ?”
derler.
Bu ayet ric’atta dönecek olan
kafirlerden ve inkarcılardan bahsetmektedir. Onlar kabirlerinden çıkıp,
kendilerini tekrar bu dünyada gördüklerinde, kendilerinin uykuda olduklarını
zannedecek ve bizleri kim uyku mahallimizden uyandırdı? Diye yakınacaklardır.
Hasan b. Şazan şöyle diyor; Bir grup Osmanlı vasit
şehrinde bana eziyet ve işkencede bulunuyorlardı. Ben imam Rıza (as.)’a bir
mektup yazarak vasit ehlinin bana yaptıklarını eziyetleri O Hazrete şikayet
ettim. İmam Rıza (as.) kendi hattı
ile bana şu cevabı yazdı; Allah’u Teala bizim dostlarımızdan, batıl hükümetler
karşısında sabretmelerine dair ahit aldı. Eşref-i mahlukat kıyam ettiği zaman
onlar şöyle diyecekler; Eyvah, bizleri uyku mahallimizden kim kaldırdı
(uyandırdı)?[436]
15-‘Onlar ‘Rabb’imiz bizi iki defa öldürdün, iki defa
dirilttin. Biz de günahlarımızı itiraf ettik. Bir daha (bu ateşten) çıkmaya yol
var mı?’ derler’[437]
İmam Cafer Sadık (as.) bu
ayetin tefsirinde, bu ayetin ric’at hakkında olduğunu buyurmuştur.
İmim Rıza (as.) da bu ayetin tefsirinde şöyle
buyurmuşlardır. ‘Allah’a yemin olsu ki; bu ayetin ric’at hakkında olduğunu
buyurmuştur.’[438]
İmam Rıza (as.) da bu ayetin tefsirinde şöyle
buyurmuşlardır. ‘Allah’a yemin olsun ki; bu ayet ric’at hakkındadır.’[439]
Genelde bir çok tefsirci ayette geçen iki ölüm ve iki
hayat hakkında sağlam bir dayanağı olmayan tefsirler yapmışlardır. Tefsircilerin
çoğunluğu iki ölüm ve iki hayat hakkında şöyle demişlerdir; Ayette geçen iki
ölüm ve iki hayattan bir tanesi kabre aittir. Şöyle ki; insan Nekir ve Münker
meleklerinin kabirdeki suallerine cevap vermek için dirilir ve daha sonra ölür.
Neticede iki defa hayat bulmuş ve iki defa ölmüş olur. Birisi dünya aleminde
diğeri ise kabir aleminde.[440]
Bazı tefsirciler iki ölüm ve iki hayatı berzah alemi
hayatına sığdırmışlardır. Şöyle ki, insan bir defa dünyada ölür ve bir defa da
berzah aleminde ölür ve bir defa berzah aleminde dirilir ve diğer bir defada
ahiret aleminde hayat bulur.[441]
Oysa Ehl-i Beyt imamları bu ayetin ric’at hakkında
olduğunu buyurduktan sonra, artık hiçbir yoruma gerek kalmamaktadır. Zira
ric’atta dirilecek ve hayat bulacak olanlar, gerçekte iki defa ölür ve iki defa
dirilirler. Zira, bir defa dünya aleminde ölürler ve bir defada ric’atta ölürler
ve yine bir defa ric’at için hayat bulur, dirilirler ve bir defada ahiret için
dirilir ve hayat bulurlar. İmam Muhammed Bagır (as.)’dan naklolunan rivayet bu
konuyu açıklayan beyanı bulunmaktadır. Zira O Hazret şöyle buyuruyorlar; Bu ayet
öldükten sonra ric’atta geri dönecek gruplar hakkındadır. Bu sohbet ve konuşma
kıyamette vuku bulacaktır.[442]
Eğer bu konuşma ric’atta
gerçekleşmiş olsa iki ölüm iki defa ölmek ve iki defa dirilmenin mefhumu olmaz.
Ama, ric’atta bu dünyaya dönenler kıyamet günü ‘Rabb’imiz bizi iki defa
öldürdün, iki defa dirilttin’ söylemiş olsalar, söylenen şey mana ve mefhum
bulmuş olur.
Bazıları, dünyayı da hesaba
katarak üç tane dirilmenin var olduğunu tasavvur edebilirler. Oysa bu tasavvur
yanlıştır. Zira biz burada dünya hayatını hesaba katmadık. Ayette ‘dirilttin’
tabiri kullanılmıştır. Bu tabir dünya hayatına şamil olmaz. Zira diriltmek,
öldürmekten sonra gelir. Dünyaya gözlerini yeni açan bir çocuğu, Rabb’i
diriltmiş olmaz aksine yaratmış olur.
Bir burada kabirdeki dirilişi de hesaba katmadık.
Zira rivayetler, kabirdeki dirilişin kamil bir hayat olmadığını aksine bir çeşit
berzah hayatı olduğunu açıklamışlardır.[443]
16-‘Göreceksiniz ki; zalimler azabı görecekleri zaman
‘geri dönecekleri bir yol var mı’ diyecekler’[444]
Ali b. İbrahim bu ayetin
tefsirinde, ayette geçen azabın, Hz. İmam Ali (as.)’ın ric’atı olduğuna dair
rivayet nakletmiştir.
Ric’atta tövbe kapısı
kapandığı için ve Allah’ın intikam vesilesi olan Hz. İmam Ali (as.)’da ric’at
ettiğinde zalimler, bir önceki dünyaya geri dönmeyi ve tövbe edip, salih amel
yapmayı arzu edeceklerdir.
17-‘İman edenlere söyle: Allah’ın günlerinin
geleceğini beklemeyenleri bağışlasınlar. O günler, Allah’ın her toplumu,
yaptığına göre cezalandırması içindir.’[445]
Rivayete göre, kafirlerden bir tanesi Allah Resulünün
sahabelerinden birisine küfür etti. O sahabe intikamını almak isterken, Allah’u
Teala bu ayeti nazil buyurarak, o kafirden ilahi gün olan ric’atta intikam alınması için,
o sahabeyi affetmeye emir buyurdu.[446]
İmam Cafer Sadık (as.) bu
ayetin tefsirinde şöyle buyuruyor; ‘İlahi günler üç gündür:
1-İmam Mehdi (as.)’ın kıyam
ettiği gün
2-Ric’at günü
3-Kıyamet günü.[447]
Bu bölümde konu hakkında
getirilen ayetler Ehl-i Beyt imamlarının hadisleri ile ric’atla tefsir
olunmuşlardır. Bu bölümdeki ayeti kerimeler ve ayetlerin etrafında naklolunan
hadisler ric’at inancının mümkün oluşuna ve Kuran’da aslının varlığına
yeterlidir.
Geçmiş ümmetlerde ric’atın
(geri dönüşün) vuku bulması ric’atı ispat eden delillerden bir tanesidir. Geçmiş
ümmetlerde ric’atın vuku bulması ispat olunduktan sonra, onun İslam ümmetinde de
vuku bulmasının imkanı ve gerekliliği de ispat olunmuş olur.
Zira, bir şeyin imkanına ve
mümkünlüğüne en büyük delil onun önceden vuku bulmasıdır.
Bunun yanı sıra, Ehl-i Sünnet
ve Şia kaynaklarında Resulü Ekrem (s.a.a)’den naklolunan onlarca hadis, geçmiş
ümmetlerin başına gelenlerin bu ümmetinde başına geleceği naklolunmuştur.
Bu bölümde, Kuran’ı Kerime
göre geçmiş ümmetler ve kavimlerden bazılarının ric’atına kısa bir şekilde yer
vereceğiz.
1-‘Sonra ölümünüzün akıbetinde, sizi dirilttik,
umulur ki, şükredesiniz.’[448]
Bu ayet Hz. Musa’nın kavimi
içerisinden seçmiş olduğu yetmiş kişi hakkında nazil olmuştur. Hz. Musa onları
kavmi içerisinden seçtikten sonra, Allah ile yapacağı muklemeye ve Allah’tan
alacağı levhalara şahit olsunlar diye onları Tur-u Sina’ya götürdü. Onlar mezkur
mekanda Hz. Musa’nın Allah’u Teala ile mukalemesine şahit olduktan sonra şöyle
dediler; ‘Ey Musa, Rabb’ini bize açıkça göstermediğin müddetçe biz sana asla
iman getirmeyiz.’
Hz. Musa onları bu
arzularından vazgeçirmek istemesine rağmen, onlar bunda ısrar ediyorlardı. En
sonunda ilahi azap gelip onları helak etmiştir.
Hz. Musa; Ya Rabb’i eğer bu
yetmiş kişi dirilmez ise ben kavmimin yanına nasıl gidebilirim? Diye yakarmaya
başladı. Zira onlar katillikle suçlayacaklardır.
Bunun üzerine Allah’u Teala,
Hz. Musa’ya lütfederek onları diriltti ve onlarda Musa ile birlikte evlerinin
yolunu tuttular.
Bu yetmiş kişinin ilahi azap
neticesinde ölmelirende ve sonra Hz. Musa’nın duası ile tekrar dirilmelerinde
hiçbir ihtilaf ve tereddüt yoktur ve Kuran bu meseleye Bakara süresinin 55.
Ayetinde yer vermiştir. Bu açıkça ric’atın vuku bulduğunu göstermektedir. Zira
ric’at öldükten sonra dirilmekten başka bir şey değildir.
2-‘Hani sizden biriniz bir
adam öldürmüştü de onun katili hakkında birbirinizle atışmıştınız. Halbuki Allah
gizlemekte olduğunuzu ortaya koyacaktır.’
‘Haydi şimdi (öldürülen) adama (kesilen ineğin) bir
parçasıyla vurun, dedik. Böylece Allah ölüleri diriltir, size ayetlerini
gösterir. Umulur ki; düşünürde gerçeği anlarsınız.’[449]
Bu ayet İsrail oğulları
arasında öldürülen bir kişinin öldürülmesi hakkındadır. Allah’u Teala onlara bir
inek kesmelerini ve kesilen ineğin bir parçasını öldürülen insana vurmalarını
emretti. Onlarda bu şeklide yaptılar, böylelikle öldürülen insan dirilecek kendi
katilinin kim olduğunu söyledi.
Bu ayet ve bu olay, ric’atın
önceden vuku bulduğuna ve ileride de bunun mümkün olabileceğine açık bir
delildir.
3-‘Sayıca binler oldukları halde ölüm korkusundan
dolayı yurtlarından çıkıp gidenleri görmedin mi? Allah onlara ‘ölün’ dedi,
(öldüler) sonra onları diriltti. Şüphesiz Allah insanlar üzerinde ikram
sahibidir. Lakin insanların çoğu buna şükretmezler.’[450]
Bu ayet veba hastalığı korkusundan dolayı vatanlarını
terk edipte firar edeler hakkındadır. Onlar firar ettikten sonra Allah’u Teala
onları uzun bir müddet öldürdü. Hezgil adında bir Peygamberin duası ile onları
tekrar diriltti. Onlar biz zaman yaşayarak tabii ecelleriyle bu dünyadan
gittiler.[451]
4-‘Yahut görmedin mi o kimseyi ki; evlerinin çatıları
duvarları üzerine çökmüş, ıssız bir kasabaya uğradı. ‘Ölümünden sonra Allah
bunları nasıl diriltir acaba!’ dedi. Hemen Allah onu öldürdü, yüz sene sonra
tekrar diriltti. Ne kadar kaldın burada? Dedi. Bir gün yahut birkaç saat dedi.
Allah, Ona bilakis yüz sene kaldın. Yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz
bozulmamıştır. Bir de eşeğine bak. Seni insanlar için bir ayet kılalım diye (yüz
sene ölü tuttuk sonra tekrar dirilttik). Şimdi sen kemiklere bak onları nasıl
birbiri üstüne koyuyor, sonra ona nasıl et giydiriyoruz, dedi. Durum kendisince
anlaşılınca ‘şüphesiz’ Allah’ın her şeye kadir olduğunu bilmeliyim, dedi.’[452]
Rivayete göre, yıkık kasamaya
uğraya Hz. Uzeyr (as.)’dır. Uzeyr azığını almış, merkebine binmiş giderken
evleri yıkılmış, harabe haline gelmiş, orada oturanlardan kimsecik kalmamış bir
kasaba veya köy yıkıntılarının yanına gelir, orada konaklar. Etrafına bakar, bu
şekilde ölenlerin nasıl dirileceğini düşünür. O anda uykusu gelir yatar. Allah
ona öldürür. Yüz sene sonra diriltir. Yiyecekleri hiç bozulmamış, ancak
merkebinin kemikleri kalmıştır. Yıkık kasabada imar edilmiştir. Uyandığı ilk
anda, bir gün kadar veya daha bir zaman uyuduğunu zanneder. Yiyeceklerine
bakınca, gerçekten böyle olduğunu sanar. Eşeğine bakınca durumu anlar. Allah
Uzeyr’in gözü önünde eşeğini diriltir. Böylece Allah’ın kudret ve azametini
çıplak gözle müşahede eder.
Hz. İmam Ali (as.) şöyle buyuruyor; Hz. Uzeyr evinden
çıktığı zaman hamını hamile idi ve Hz. Uzeyr’de elli yaşındaydı. Evine
döndüğünde o elli yaşındaymış gibi gösteriyordu ve oğlu ise yüz yaşındaydı.[453]
Hz. Uzeyr’in destanı ric’atın
vuku bulduğuna dair en açık delillerdendir.
5-‘Bir zamanlar İbrahim’de
Rabb’ine ‘Ey Rabb’im! Ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster’ dedi. Rabb’i ona
‘Yoksa inanmadın mı?’ deyince. Hayır, inandım. Lakin kalbimin mutmain olması
için görmek istedim’ dedi.
Bunun üzerine, öyleyse kuşlardan dört tanesini
yakala, onları yanına al, sonra (kesip, parçala) her dağın başına onlardan ir
parça koy, sonra onları kendine çağır, koşarak sana gelirler. Bil ki; Allah
azizdir, hakimdir, buyurdu.’[454]
Hz. İmam Cafer Sadık (as.) bu
ayetin tefsirinde şöyle buyuruyor, Hz. İbrahim yer ve göklerin melekütunu
gördükten sonra, deryanın kenarında bulunan bir leşe rastladı. O leşin yarısı
deryada ve diğer yarısı da karada bulunuyordu. Deryada bulunan kısmı deniz
canlıları gelip yiyip gidiyorlardı...karadaki bölümü de vahşi hayvanlar gelip
yiyip gidiyorlardı... Hz. İbrahim bu manzarayı görüp şaşıracak şöyle söyledi; Ya
Rabb’i ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster. Vahşi ve yırtıcı hayvanlara yem
olanı nasıl geri getireceksin? İbrahim’e, iman getirmedin mi? Diye hitap olundu.
Hayır, iman getirdim ama kalbimin mutmain olmasını istiyorum dedi.
Bunun üzerine Allah’u Teala, buyurdu ki; Dört tane
kuş al, onları parçala ve bu leşin yırtıcı hayvanların midesinde karıştığı gibi,
sen de onları birbirleriyle karıştır. Daha sonra bunlardan her dağın başına bir
miktar bırak ve sonra onları sana gelmeleri için sesle. Hz. İbrahim bunları
yaptı ve kuşlar Hz. İbrahim’e dönüp geldiler.[455]
Hz. İbrahim (as.)’ın Kuran
Kerimdeki bu olayı kıyamet gününe ve özellikle ric’ata ve ric’atın vuku
bulduğuna en açık bir delildir. Zira bu olayda dört tane kuşun öldükten sonra bu
dünyaya tekrar dönüp, hayatlarına devam etmeleri, ric’attan başka bir şey
değildir.
6-‘Size çamurdan bir kuş sureti yapar, ona üflerim ve
Allah’ın izni ile, o kuş oluverir. Yine Allah’ın izni ile körü ve alacalıyı
iyileştirir, ölüleri diriltirim. Ayrıca evlerinizde ne yiyip ne biriktirdiğinizi
size haber veririm. Eğer iman getirenler iseniz, bunda sizin için bir ibret
vardır.’[456]
Hz: İsa (as.)’ın en açık
mucizelerinden bir tanesi ölüleri diriltmesi idi. Kuran’ı Kerim bu meseleyi
birkaç yerde beyan etmiştir. Hz. İsa (as.)’ın mucizesi ile dirilen herkes geçmiş
kavimlerden bazılarının ric’atına ve ric’atın ileride vuku bulmasının imkanına
bir delildir. Çünkü Hz. İsa (as.)’ın mucizesi ile dirilenlerden bazıları bir
müddet yeryüzünde yaşamışlar ve bazıları da önceki hallerini tercih edip, ona
dönmüşlerdir.
Bu tür bir dirilmede bir nevi
ric’attır.
Bir rivayette şöyle
naklolunmuştur;
Bir gün Hz. İsa (as.)’ın
ashabı O Hazretten bir ölüyü diriltmesini istediler. Hz. İsa (as.) mezarsanlığa
gelerek Sam b. Nuh’un kabri kenarında durarak şöyle dedi; Ey Sam b. Nuh,
Allah’ın izni ile kalk. Kabir açıldı. Yine aynı cümleyi tekrar etti, Sam hareket
etti. Bir defa daha tekrar edince Sam kabrinden dışarı çıktı.
Hz. İsa (as.) ona şöyle buyurdu; Mezarına dönmeyi mi
yoksa bizim aramızda kalıp yaşamayı mı istersin? Sam şöyle dedi; Ben mezarıma
döneceğim. Zira halen dahi ölümün hararetini hissetmekteyim.[457]
Bu tür rivayetlerde ric’atın
vuku bulduğuna bir delildir.
7-‘Öylece biz, aralarında birbirlerine sormaları için
onları uyandırdık. İçlerinden biri ‘ne kadar kaldınız’ dedi. ‘Bir gün yada günün
bir parçası kadar kaldık’ dediler.’ (Kimi de) şöyle dedi; Rabb’iniz kaldığınız
müddeti daha iyi bilir.’[458]
Bu ayet mağarada 309 yıl
derin bir uykuya dalıp da, uyanan ‘Ashab-ı Kef’ hakkında nazil olmuştur.
Beyzavi’nin naklettiğine
göre; Şehre gönderilen adam, elindeki parayı yemeklik için harcamak üzere
çıkarınca, şehrin halkı paranın üstündeki kral Dekyanos’un resmini görür ve
adamın bir hazine bulduğunu sanarak kendisini devrin hükümdarına götürürler.
Aradan uzun zaman geçmiştir. Artık bu hükümdar tevhit akidesine bağlır bir
Hıristiyan’dır. Genç adam krala başlarından geçeni anlatır. Hep birlikte
mağaraya giderler ve gencin anlattıklarının doğruluğuna hayretler içinde
görürler. Yeniden dirilmenin imkanını ispatlayan bu müşehadeden sonra, Allah’u
Teala bu gençleri tekrar ebediyet uykusuna daldırır.
Ashab-ı Keyf Allah’a inanan
yedi kişiydiler. Bunlar adaletsizlik ve putperestliğin yaygın olduğu zamanda
imanlarını gizliyorlardı. Zamanın padişahı onların imanlarından haberdar
olduğunda, onları ölüm ile tehdit eder.
Onlar gece bir araya gelerek,
düşündüler ve meşveret ettiler ve en sonunda şehirden dışarı çıkmayı
kararlaştırdılar. Şafak vakti tevhit kervanı şehirden hicret etti ve yol
ortasında onlara bir de köpek katıldı ve onların peşine düştü. Tevhit kervanı
yolarına devam ederek bir mağaraya geldiler ve dinlenmek için mağarada
konakladılar. Kısa bir müddet sonra derin bir uykuya daldılar. Tam 309 yıl
uyudular. 309 yıl sonra uyandılar ve kendilerinde aşırı bir açlık hissettiler.
Onlardan birisi şehre yiyecek almağa giderken, şehirde onların 309 yıllık
sırları keşf olunur.
Ashab-ı Kehf’in olayı her ne
kadarda ıstılahta ric’at olarak görülmese de, Allah’ın sonsuz kudretini
göstermektedir. Çünkü, Kuran’ı Kerim onların uykuda olduklarını tabir etmiştir.
Oysa ric’at ölümden sonra dönmektir.
Gerçi bazı rivayetlerde
onlara ölü tabiri kullanılmıştır.
İmam Cafer Sadık (as.) şöyle buyuruyor; ‘Ölenlerden
büyük bir grup bu dünyaya geri döndüler; Ashab-i Kehf onlardandır ki; onları
Allah’u Teala 309 yıl öldürdü daha sonra onları kıyameti, meadı kabul etmeyen
bir kavimin zamanında geri getirdi ve böylelikle onlara tamam etti.’[459]
Kuran’da ric’at adlı bölümde
zikredilen ayetlerin tefsirinde konu hakkında hadisler nakledilmiştir.
Zikrolunan ric’at konusunda rivayet yönünden ele alınmış bulunmaktadır. Ama
teberrük niyetin de bu başlık hakkında sadece bir hadis nakledeceğiz. Eğer konu
hakkındaki hadislerin tamamını nakledecek olursak ciltlerce kitap olmuş olur.
Merhum Şeyh Hurr Amuli ‘iykaz’ adlı eserinde konu hakkında 600 tane hadis
nakletmiştir.
Hz. İmam Ali (as.) uzun bir
hadisi şerifinde şöyle buyuruyor; ‘Allah’u Teala benden ve Resulünden
birbirimize yardım etmemiz için söz aldı. Ben Hz. Muhammed’e yardım ettim ve
O’nun huzurunda kılınç çektim ve onun düşmanını öldürdüm ve üzerime almış
olduğum ahdi gerçekleştirmiş oldum. Ama şimdiye kadar hiçbir Peygamber bana
yardım etmemiştir. Zira onlar benden önce dünyaya gözlerini kapatmışlardır. Ama
çok kısa bir zamanda onlar da bana yardım edeceklerdir.
Doğudan batıya bütün yeryüzü benim elimde olacaktır.
Allah Adem (as.)’dan Hz. Hatem (as.)’a kadar bütün Pegyamberleri diriltecek ve
onların hepsi benim yanımda kılıç çekecektir, onlar cinlerden ve insanlardan
olan cani ve zalimlerin başlarını vuracaklardır... Benim için ric’attan sonra
ric’at olacaktır....Benim bir çok hamlelerim ve intikamlarım olacaktır. Ben
hükümeti çok olanım, ben Allah’ın kulu ve Resulü Ekrem (s.a.a)’in kardeşiyim...’[460]
Tarih boyunca Şia alimleri
mezkur konu hakkında yüzlerce rivayet olduğu için konu üzerinde ve onun
anlattığı şekilde ileride olacağına dair icma etmişlerdir.
Ric’at konusunda ki
rivayetler sadece Şia kaynakların da nakledildiği için bundan habersiz olan bazı
Ehl-i Sünnet kardeşlerimizin konuya aşırı derecede itiraz edip Şialara
saldırmaları insaf dışıdır. Şia hiçbir kimseyi bu rivayetleri kabullenmek
zorunda bırakmıyor ve bunları tekzip edenleri de tekfir etmiyor. O halde bu
kadar Şiaya saldırıp, itiraz etmenin bir anlamı yoktur. Zira, Ehl-i Sünnet
mezhebine bağlı olan Müslümanlar, Ehl-i Beyt imamları tarafından açıklanan
hakikat ve marifetlerden mahrum kaldıkları için ric’ata inanmıyorlarsa, ric’ata
sağlam delillerle inanan Şiaya da saldırmak hakkına sahip değillerdir. Çünkü
bilmeyenin bilene ve cahilin alime bir hücceti olamaz. Bir mezhebin bir şeye
inanmayışı o şeyin batıl olduğuna delil olamaz. Özellikle ric’atın
bazı şahıslar hakkında gerçekleştirdiğini ispatlayan hem Kuran’ı Kerimden ve hem
de sünnetten deliller bulunmaktadır ki, biz bunları daha önce zikrettik. Bu
deliller, konunun Allah için muhal ve imkansız olmadığını göstermektedir.
Bu araştırmanın tüm
Müslümanlara ışık tutması ümidi ile...
Şefaat, ‘şefe’e’ kökünden
olup, çift anlamına gelmektedir. Şefaat, bir şeyin veya bir şahsın yanında yer
almaya denir. Yani kuvvetli birisinin zayıf birisinin yer alarak ona yardım
etmesidir. Şer’i örfe göre şefaatin iki ayrı manası vardır.
1-Umumun görüş ve bakışındaki
şefaat; Şefaat eden, kendi makam ve şahsiyetinden yararlanarak kendisinden
aşağıdakilerin yararına etkinliğini gösterir. Bu manaya göre, şefaat günahkar ve
mücrim olan şahısın hayatında ve düşüncesinde hiçbir değişiklik yapmaz. Bütün
tesirler ve değişiklikler sadece şefaat yanında yapılan kişiye ait olur.
Bu manada, bir şefaatin dini
konularda asla yeri yoktur. Zira Allah (maazallah) yanlışlık yapmaz ki, onun
görüşünü değiştirebilelim veya Allah’u Teala’nın başkasının etki ve müdahalesini
gözlemleyerek vahşete kapılması da mümkün değildir. Yine Allah’ın ceza ve
mükafatı da adalet dışı bir mihverin etrafında da çark etmez.
2-Şefaatin mefhum ve manası,
şefaat olunanın hal ve durumunun değişmesi etrafında dönmesidir. Yani, şefaat
olunan kimse şefaat bulma şartlarını ve zeminesini doğurur, dolayısıyla Allah’ın
izni dahilinde şefaatçinin şefaatine mahzar olur; Bu vesileyle günahının
hafiflemesi veya bağışlanması durumu ortaya çıkar.
Şöyle ki; Allah’ın evliyaları
Allah katında sahip oldukları yüce mevki ve makam dolayısıyla günahkarlar
arasında Allah ile mezkur şahıslar arasında şefaat edebilirler. Dua ve
yalvarışla Allah’u Teala’dan onların günah ve suçlarının affedilmesini
isteyebilirler.
Başka bir ifadeye göre;
Şefaat ilahi evliyaların Allah’ın izni ile, kendi ruh bağlarını evliyalardan
koparmayan kişilere yardıma bulunmalarıdır.
Başka bir deyişle; Şefaat
makam itibari ile aşağıda bulunan kişinin yukarı makamdakinden kanuni bir emir
şeklinde yardım dilemesidir. Şefaat konusuna olan itirazlar, genelde birinci
manadaki şefaat üzerinde gerçekleşmiştir. Ama ikinci manada ki; şefaat tamamen
Kuran’a ve İslam akaidine uygun olup mantık kurallarına ve yapıcı özelliklere
sahiptir.
Şefaat, genelde günahkarlar
üzerinde kullanılan bir kelimedir. Oysa bu kelimenin kullanım alanı bundan daha
da geniştir. Şefaat varlık aleminin bütün unsurlarını, hedeflerini ve
sebeplerini kapsamaktadır. Örneğin yer, su, hava ve güneş ışığı bir çekirdeğin
ağaç aşamasına veya kamil bir bitki derecesine gelmesinde ona şefaat (eşlik)
eder ve onu kemale doğru götüren etken rolünü taşır.
Ama, bazıları dini konularda
mevzu bahis olan şefaatin, köküne tam inmedikleri ve bu konuyu teffaruatıyla ele
almadıkları için bunu bir nevi adam kayırma ve particilik olarak
nitelemişlerdir. Şöyle ki; insanlar istedikleri gibi, istedikleri kadar günah
işlesinler baştan ayağa günaha saplandıktan sonra, şefaatçiye sığınırlar ve
onlarda bu tür günahkarlara şefaat ederler.
Oysa böyle bir mantık ve
bakış ile şefaati bu tür yorumlamak tamamen yanlıştır. Zira ne şefaati bu manada
algılayıp ona itiraz edenler ve ne de günaha cesareti olan günahkarlar tam
anlamıyla şefaati derk etmişlerdir. Zira, yukarıda belirtildiği gibi Allah’ın
mahsus kullarına verilen şefaat makamı tabii unsurlar vesilesiyle gerçekleşen
tekvini şefaat gibidir.
Yani, bir bitki tanesinin
içerisinde hayat unsuru ve canlı bir hücre bulunmadığında, güneşin binlerce yıl
ona yansıması, rüzgarın esintisi, yağmurun yağması, nasıl onun gelişme ve
büyümesinde etkili ve tesirli olamıyorsa, Allah’ın evliyaların da layık olmayan
kişiler üzerindeki şefaati de tesirsiz olur. Gerçeğe göre de, onlar bu tür
insanlara şefaat bile etmezler.
Şefaatin, şefaat edenle,
şefaat olunan arasında manevi bir bağa ihtiyacı vardır. Böyle bir takdirde
şefaate ümidi olan bir insan, şefaat edeceğine inandığı makama yaklaşmaya ve
onunla manevi bir bağ kurmaya çalışır.
Böyle bir manevi bağlantı ve
ilişki şefaat olunacak kişi için gerçekte bir nevi eğitim, terbiye ve ıslah olma
vesilesi olacaktır. Böylelikle şefaate inanan insanların, şefaat makamına sahip
olanın mektebine, düşüncelerine ve amellerine yönelmeleri durumu da ortaya
çıkacaktır. Bunun neticesinde şefaate layık olacaklardır.
İşte bu sebepten dolayı,
şefaat bir çeşit eğitim ve öğretim unsurudur, particilik veya sorumluluk
altından kaçma değildir.
Bunlardan anlaşılan şudur ki;
Şefaat Allah’ın günahkara nispet olan iradesinin değişmesi değildir. Aksine,
günahkar şefaat edenle arasında gerçekleştirmiş olduğu manevi bağdan dolayı
tekamül ve ilerleme bulur ve öyle bir dereceye varır ki Allah’ın affına layık
olur.
ŞEFAATİN KAYNAKLARI (KURAN’DA
ŞEFAAT)
Kuran’ı Kerim, otuz yerde
şefaat unvanında menfi yada müspet manada muhtelif ayetlerde bu konudan
bahsetmektedir.
Şefaat, ayetlerinden sahih ve
doğru bir neticenin alınması için şefaat ayetlerinin tamamının bir arada
incelenmesi ve bunların tamamından Kuran’ın hedefi olan tek bir neticenin
alınması gerekir. Bu kadar ayetin içerisinden sadece bir veya birkaç tanesine
bakıp da kendi kafamızdaki iddiamıza delil getirmek yanlış olacaktır. Şefaat
hakkında, alınan yanlış neticeler veya bu konuya yapılan itirazlara böyle bir
tek taraflı araştırma sebep olmuştur.
Sadece bir ayete bakıp da,
diğerlerini bir kenara bırakarak bir netice almak Kuran tefsirine göre
yanlıştır. Peygamber (s.a.a) şöyle buyuruyor; ‘Kuran’ın bazısı bazısını tasdik
eder.’
Hz. İmam Ali (as.) şöyle buyuruyor; (Allah’ın Kitabı)
bazısı bazısının yardımıyla konuşur; bazısı bazısına şahitlik eder.[461]
İşte bu sebepten dolayı Kuran’ı Kerimde, sadece bazı ayetlere bakarak netice
almak kesinlikle yanlıştır. Zira, bazı ayetlerdeki müteşabihler diğer ayetlerin
vesilesi ile kesinlik kazanır.
Kuran’ı Kerim de, bu konudan
bahseden ayetler birkaç sınıfa ayrılırlar;
Birinci sınıf; Şefaati tamamıyla mutlak bir şekilde
nehyeden ayetler. Bu da bir ayetten fazla değildir. Kuran’ı Kerim bu konuda
şöyle buyuruyor; “Alış veriş, dosluk, iltimas, bulunmayan gün gelmeden size
verdiğimiz azıklardan hayır yapın.”
[462]
Şefaati inkar edenlerin,
sadece yukarıdaki ayete bakarak yanlış netice almaları Kuran’a göre aykırıdır.
Zira, daha öncede belirttiğimiz gibi, Kuran’ı Kerimde ki, bir konu etrafında
bulunan ayetler tek bir hedefi takip etmişlerdir. Bunların birisine bakıp
diğerlerini gözden çıkarmak insanı o tek hedefe asla götürmez.
Örneğin; yukarıdaki ayette, Kuran kıyamet günü
şefaati reddediyor ama hemen arkasından ‘Ayet-el Kürsi’de şefaatçilerin
varlığını açıklayıp şöyle buyuruyor; ‘izni olmadan katında hiçbir kimse şefaat
edemez.’[463]
Bu iki ayeti ve konu
etrafındaki diğer ayetleri ele alıp incelediğimizde; birinci ayet şefaat,
tamamıyla mutlak bir anlamda reddetmemiş aksine batıl şefaatleri reddetmiştir.
Bu konuya delil birinci ayette geçen ‘dostluk yoktur’ cümlesidir.
Zira bu cümleden anlaşıldığına göre, kıyamet günü tüm
insanlar arasındaki dünyadaki dostluk kesilecektir. Oysa, başka bir ayette,
sadece kafirler arasındaki dostluğun kesileceği ve takvalıların dostluğunun o
gün kesilmeyeceği vurgulanmıştır. Nitekim; Kuran şöyle buyuruyor; ‘Allah’a saygı
duyup kötülükten sakınanlar müstesna olmak üzere, dost olanlar o gün
birbirlerine düşman kesilirler.’[464]
Günahkarların birbirleri ile
olan dostluklarının kesilmesi ve onların birbirlerine düşman olmalarının sebebi;
Onların dünyadaki dostluğu onların kötü yola, günaha düşmelerine ve sapmalarına
sebep olmasındandır. Allah’tan korkanlarında dostluklarının kesilmediği gibi,
devam etmesinin de sebebi, onların dostluğu onların hidayetlerine ve hayırlı
fiiller yapmalarına sebep olmasındandır.
Kısacası, sadece ‘o günde
dostluk yoktur’ cümlesinin zahirine bakıp bütün insanların, hem günahkarların ve
hem de takvalıların o gün dostluklarının kesileceği neticesini almak nasıl
yanlış ise ‘o günde şefaat yoktur’ cümlesinin zahirine bakıp da şefaati tamamen
mutlak manada reddetmek de yanlış olacaktır. Zira başka bir ayette o gün
takvalıların dostlukları süreceği belirtildiği gibi şefaatinde şartlarına göre
imzalandığı belirtilmiştir.
Bu açıklamaya göre, birinci
sınıf ayetten anlaşılan, şefaatin mutlak bir anlamda ret olunmadığıdır. Aksine
ayet, şefaatin iman getirmeyenler veya imanları tamamen zayıf olan gruplardan
ret olunduğuna işaret etmektedir.
İkinci sınıf: Yahudilerin
düşünce ve nazarında olan şefaati reddeden ayetler; Zira Yahudiler şefaat
hakkında kendilerine özgü bir inanca sahiptirler. Bu konudaki ayetler
aşağıdakilerden ibarettir;
1-(Ey İsrailoğulları) ‘İleride gelecek bir günden
korkun ki; o günde hiçbir kimse başkası için herhangi bir ödemede bulunamaz. Hiç
kimseden şefaat kabul olunmaz ve fidyede alınmaz. Onlara asla yardım yapılmaz.’[465]
2-‘Ve bir günden sakınınız ki; o günde kimse kimseden
yana bir şey ödeyemez, kimseden fidye kabul edilmez, hiç kimseye şefaat fayda
vermez, onlara hiçbir yardım da gelmez.’[466]
Bu iki ayetin her ikisi de
Yahudilerin inanmış oldukları şefaati reddetmektedir. Zira Kuran’ı Kerim bu iki
ayetten önce şöyle buyuruyor; ‘Ey İsrailoğulları! Özellikle size verdiğim
nimetimi ve sizi (bir zamanlar diğer) insanlardan üstün kıldığımı hatırlayın’
‘Ey İsrail oğulları! Size verdiğim nimetimi ve sizi
(bir zamanlar) alemlere üstün kıldığımı hatırlayın’[467]
Yukarıda şefaati nehyeden ayetler, Yahudilerin
inanmış oldukları şefaati reddetmektedir. Zira onlar, şefaat hususunda şöyle
diyorlardı; Biz Peygamberlerin evlatlarıyız. Bizim günahlarımız her ne kadar
fazla olursa, babalarımız bizim hakkımızda şefaat edeceklerdir. Böyle kayıtsız
ve şartsız bir şefaate inanmak tamamen yanlıştır. Şöyle ki; sırf Peygamberlere
yakınlık derecesinden dolayı, kişinin her istediği günahı yapacağına ve
peygamberlere olan yakınlığının ona kafi geleceğine, kurtuluşuna vesile
olacağına inanmasına İslam kesinlikle karşı çıkmıştır. Zira İslam dini, kurtuluş
ölçüsünün nesep yönünden yakınlık olduğunu değil de, iman ve salih amel olduğunu
belirtmiştir. Bu sebepten dolayı, Kuran’ı Kerim, bu ayetlerde onların
inandıkları şefaati reddetmiştir. Çünkü Yahudiler kendilerini özel bir millet
olarak görüyorlardı. Onlar Allah’ın seçkin bir ümmeti olduklarını söylüyorlardı.
Aynı görüş ve inançlara Mesih’iler de sahipti. Kuran’ı Kerim bu konuya binaen
şöyle buyuruyor; Yahudiler ve Hıristiyanlar: ‘Biz Allah’ın oğulları ve
sevgilileriyiz’ dediler.[468]
Onlar Ahirette ki; kurtuluşu İsrail soyuna dayanmaya
mahsus biliyorlardı. Onlar amel kavramının dışında sadece bu soya veya bu iki
dine mensup olanların ahirette kurtulacaklarını söylüyorlardı. Kuran’ı Kerim,
onlardan şu şekilde nakletmektedir; ‘(Ehl-i Kitap) Yahudi ve Hıristiyanlar
hariç, hiç kimse cennete girmeyecek, dediler.[469]
Kuran’ı Kerim, açık bir
şekilde böyle bir inancın yanlışlığını vurgulamış, bir soya veya bir dine mensup
olmanın kurtuluş ölçüsü değil de, asıl ölçünün kalbi iman, teslim ruhu ve salih
amel olduğunu beyan etmiş ve şöyle buyurmuştur;
‘O iddia onların kuruntusudur. Sen onlara de ki; Eğer sahiden doğru
söylüyorsanız delilinizi getirin. Bilakis muhsinlerden olarak kim yüzünü Allah’a
döndürürse onun mükafatı Rabb’inin katındadır. Öyleleri için ne bir korku
vardır, ne de onlar üzülürler.’[470]
Onlar ukalalıklarında sınırı
aşarak şunları bile söylemeye cesaret ettiler:
‘(İsrail oğulları) Dediler ki; sayılı birkaç gün
müstesna, ateş bize dokunmayacaktır. De ki; onlara, yoksa Allah katından bir söz
mü aldınız?’[471]
Bu iki ayet kendilerini
beğenip, kibirlenen bir millet hakkında bahsedip, onların hiçbir kayıt ve şart
getirmeden inandıkları şefaati reddetmiştir.
Bu halde, sadece bu iki ayete
bakıp, Kuran’daki şefaat konusunu reddetmek doğru olmayacaktır. Zira
açıklayacağımız gibi, Kuran’ı Kerim ve İslam dini şefaati şartlarına ve
vasıflarına göre tasvip etmiştir.
Müfessirler de bu iki ayeti tefrir ederlerken, burada
red olunan şefaatin Yahudilerin inanç ve düşüncelerinde olan şefaatin olduğunu
belirtmişlerdir.[472]
Üçüncü Sınıf: Üçüncü sınıf
ayetler, kıyamet günü kafirler için şefaatçi olmayacağını veya şefaatçilerin
şefaatinin onlara hiçbir fayda vermeyeceğini belirten ayetlerdir.
O ayetler şunlardan
ibarettirler;
1-‘... Önceden onu unutmuş olanlar derler ki; Doğrusu
Rabb’imizin elçileri gerçeği getirmişler. Şimdi bizim şefaatçimiz var mı ki bize
şefaat etsinler veya tekrar geri döndürülmemiz mümkün mü ki; yapmış olduğumuz
amellerden başkasını (daha güzelini) yapalım? Onlar, gerçekten kendilerine yazık
ettiler ve uydurdukları şeylerde kendilerinden kaybolup gitti.’[473]
Bu ayette şefaati talep
edenler, kıyamet gününü inkar edenlerdir. ‘Onlar kendilerine yazık ettiler’
cümlesi, onlar için şefaatçilerin olmayacağının kanıtıdır. Zira onlar için
şefaatçi olmuş olsaydı, Kuran ‘Onlar kendilerine yazık ettiler’ şeklinde
buyurmazdı.
2-‘Çünkü biz sizi alemlerin Rabb’i ile bir seviyede
tutuyorduk. Bizi ancak o günahkarlar saptırdı. Şimdi artık bizim ne şefaatçimiz
var ve ne de yakın bir dostumuz’[474]
3-‘Ceza gününüde yalan sayıyorduk. Nihayet bize ölüm
gelip çattı. Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez.’[475]
Müfessirler bu ayetlerin
tefsirinde şöyle demişlerdir; Bu ayetlerde geçen şefaatçilerden maksat
kafirlerin düşündüğü putlar gibi şefaatçiler değil de, gerçek şefaatçilerdir. Bu
gerçek şefaatçilerin şefaatinin onlara bir fayda vermemesinin sebebi şudur;
Onlar kıyamet ve ceza gününü inkar ettiklerinden dolayı, birçok büyük günahlara
mürtekip olup, ilahi farzları terk ettiler, dolayısıyla şefaat olunmaya layık
olmadılar. Zira Allah ile en ufak bir bağ dahi kurmadılar ve manevi bağlarını
şefaatçilerden kopardılar.
Bu tür şahıslar temizlik ve
takvadan uzak oldukları için, asla şefaat vesilesiyle temizlenmezler. Başka bir
ibarete göre, Şefaatçilerin şefaati insanlar hakkında Allah’ın izni ve rızası
ile gerçekleşecektir. Allah’ın izni ve rızası da, Allah ile irtibatı olup da
onun rızasına şamil olan insanlar hakkında olacaktır.
Netice itibarı ile, kıyameti
inkar eden bu inkarcılar için şefaatin olmaması veya şefaatin onlara fayda
vermemesi, iman ehli hakkında da şefaatin olmayacağı anlamına gelmez.
Dördüncü Sınıf: Putların
şefaatçi olmasının yanlışlığını vurgulayan ayetler, Kuran’ı Kerime
ve cahilliye dönemi tarihine bakacak olursak, putperestlerin kendi
elleriyle yaptıkları putlara taptıklarını açık bir şekilde görmemiz mümkündür.
Onlar bu putlara taparak, onların
rızasını kazanarak, Allah’u Teala katında kendilerine şefaatçi olacaklarını
zannediyorlardı. Kuran’ı Kerim farklı unvanlarda onların mabut olarak
seçilmesini nehyettiği gibi, onların şefaatçi olmalarını da reddetmiştir. Bu
konuda şöyle buyuruyor;
1-‘Hani bizim ortaklarımız sandığınız şefaatçileri de
yanınızda göremiyoruz! Andolsun aranızdaki bağ kopmuş ve sandığınız şeyler
sizden kaybolup gitmiştir.’[476]
2-‘Onlar Allah’ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de
fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve bunlar Allah katında bizim
şefaatçilerimizdir’ diyorlar. ‘De ki: Siz Allah’a göklerde ve yerde bilemeyeceği
bir şeyimi haber veriyorsunuz? Haşa! O onların ortak koştukları her şeyden uzak
ve yücedir.’[477]
3-‘(Allah’a koştukları) ortaklarından kendilerine
hiçbir şefaatçi çıkmayacaktır. Zaten onlar ortaklarını da inkar edeceklerdir.’[478]
4-‘Yoksa onlar Allah’tan başkasını şefaatçiler mi
edindiler? De ki; Onlar hiçbir şeye güç yetiremezler ve onlar akıl erdiremezler
(düşünemezler)’[479]
Bu ayetlerin tamamı, putların
şefaatçi olmalarını reddetmektedir.
Bu ayetler şefaat kavramını
tamamen mutlak olarak nehyetmemiş aksine kafirlerin inandığı şekilde, putların
şefaatini reddetmiştir.
Zira bu varlıklar (putlar)
Kuran’ın tabirine göre akıl ve şuurdan yoksundurlar ve bir şeye malik de
değildirler, öyleyse bu halde onlar nasıl olabilir de başkasından zararı def
edebilirler.
5-‘Ben ondan başka, ilahlar edinir miyim hiç? Çünkü o
çok esirgeyici Allah, bana bir zarar dilerse o sizin putlarınızın şefaati bana
hiçbir fayda vermez. Onlar beni asla kurtaramazlar’[480]
Bu sözün sahibi Habibi
Neccar’dır. Zira O Hz. İsa’nin elçilerini himaye etmek için putları ve onlara
olan şefaat inancını eleştirmiş ve reddetmiştir.
Buraya kadar ele aldığımız
ayetlerden anlaşılan şudur; Şefaati reddeden ayetler sadece dört grubu
içermektedir.
Üstat Allame Muhammed Hüseyin
Tabatabai, şefaati reddeden ayetleri ‘el-Mizan’ adlı eserinde şöyle tefsir
ediyor; Eski putperest milletler ve benzeir sapık inançlı kimseler, ahiret
hayatında tıpkı dünya hayatı gibi olduğunu düşünüyorlardı. Orada da sebepler
yasasının yürürlükte olduğunu, doğada egemen olan madde kaynaklı etki ve tepki
kurallarının orada da geçerli olduğunu sanıyorlardı. Bu yüzden işledikleri
suçları görmezlikten gelsinler veya bir takım ihtiyaçlarını gidermede yardımcı
olsunlar diye kendi ilahlarına bir takım kurbanlar ve hediyeler sunuyorlardı.
Bununla o ilahların
şefaatlerini umuyorlardı veya günahlarının fidyesini verdiklerini
düşünüyorlardı. Bazen bir canıl veya silah sunarak onlardan yardım diliyorlardı.
Hatta bazen ölülerle bir takım süs eşyalarını gömüyorlardı ki; ölü ahirette
onlardan yararlansın. Veya ölünün mezarına bazı silahlarda koyuyorlardı ki;
gerektiğinde kendini savunabilsin. Kimi zamanda ölüyle birlikte ona arkadaşlık
edecek bir cariyeyi veya ona yardım edecek bir yiğidi de defnederlerdi. Bu gün
müzelerde topraktan çıkarılan tarihi eserlerin yanı sıra, bu tür amaçlar için
kullanılan gereçlerde sergilenmektedir.
Bir çok muhtelif İslam
milletleri arasında da, bu tür inançların kalıntılarına rastlanmaktadır. Kalıtım
yoluyla gelen bu inançlar zaman sürecinde bazı şekilsel değişmelere de
uğramıştır.
Kuran’ı Kerim bu tür asılsız kuruntuların ve yalana
dayalı safsataların tümünü geçersiz kılmıştır. Allah’u Teala bir ayeti kerimede
şöyle buyuruyor; ‘O gün emir yalnız Allah’a aittir.’[481]
Başka bir ayette de şöyle buyuruyor; ‘Azabı gördüler
ve aralarındaki bütün bağlar kesildi.’[482]
‘Andolsun sizi ilk kez yarattığımız gibi, yine tek
olarak bize geldiniz ve size verdiğimiz şeyleri arkanızda bıraktınız. Hani,
ortaklarınız olduklarını sandığınız şefaatçilerinizi yanınızda görmüyoruz.
Aranızdaki bağlar kesilmiş ve iddia ettiğiniz şeyler sizden kaybolup gitmiştir.’[483]
‘İşte orada her can geçmişte yaptıklarını dener.
Gerçek mevlaları olan Allah’a döndürülürler ve uydurdukları şeyler kendilerinden
kaybolup gider.’[484]
Bu ve benzeri ayetlerde,
ahiret aleminde dünyevi bağların sebeplerin ortadan kalktığı, doğal ilgilerin
yok olduğu dile getirilir. Ahiretle ilgili olarak göz önünde bulundurulması
gereken gerçek ve asıl ilke budur.
Bu asılsız kuruntular genel bir ifadeyle
çürütüldükten sonra, bu sefer de Kuran teker-teker bunları ele alıp reddediyor
ve şöyle buyuruyor; ‘Öyle bir günden korkun ki; O gün hiç kimse başkasının
yerine bir şey ödeyemez, hiç kimseden şefaat kabul edilemez, hiç kimseden fidye
de alınmaz ve hiç kimse başkalarından yardım görmez.’[485]
‘O gün ne alışveriş, ne dostluk ve ne de şefaat
olur.’[486]
‘O gün dost dostundan bir şey savamaz.’[487]
‘O gün arkanızı dönüp kaçarsınız. Ama sizi Allah’tan
başka kurtaracak kimse yoktur.’[488]
‘Size ne oldu ki birbirinize yardım etmiyorsunuz.
Hayır onlar o gün teslim olmuşlardır.’[489]
‘Allah’ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de yarar
veremeyen şeylere tapıyorlar ve ‘Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir’
diyorlar. De ki; Allah’ın göklerde ve yerde bilmediği bir şeyi mi Allah haber
veriyorsunuz? O, onların koştukları ortaklardan uzak ve yücedir.’[490]
‘Şimdi artık bizim ne şefaatçilerimiz var ve ne de
sıcak bir dostumuz.’[491]
Bu ve benzeri ayetler, kıyamet aleminde şefaat
olayının iltimasın, aracılığın ve dünyevi bağların söz konusu olamayacağını dile
getiriyorlar.[492]
Ancak bütün bunlarla birlikte
Kuran’ı Kerim şefaat olayını bütünüyle de reddetmiyor, aksine şefaatin
şartlarına göre Allah’ın izni ile gerçekleşeceğini bildiriyor. Bu konuda şefaati
reddeden ve kabul eden ayetler arasında zerre kadar çelişki yoktur. Zira şefaati
reddeden ayetler, putperestler ve cahil kavimlerin kavram olarak düşündükleri
şefaati reddetmekte ve şefaati kabul ve müspet gören ayetlerde Kuran ve
hadislerin sahih gördüğü şefaatten bahsetmektedirler.
Beşinci Sınıf: Bu bölümdeki
ayetler, şefaatin sadece Allah’u Teala’ya mahsus olduğunu buyuran ayetlerdir. Bu
ayetler aşağıdakilerden ibarettirler;
1-‘Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları
onunla (Kuran’la) uyar. Çünkü onların Rablerinden başka ne dostları ve ne de
şefaatçileri vardır, belki sakınırlar.’[493]
2-‘Dinlerini bir oyuncak ve bir eğlence edinen
böylece kendilerini dünya hayatı aldatmış olan kimseleri bırak. Sen yalnız
Kuran’la nasihat et ki; hiçbir kimse kazandığı yüzünden helake sürüklenmesin.
Onun Allah’tan başka ne bir dostu ve ne de bir şefaatçisi vardır.’[494]
3-‘Gökleri, yeri ve bunların arasındakileri altı
günde yaratan, sonra arşa istiva eden Allah’tır. Ondan başka ne bir dost ne de
bir şefaatçiniz vardır. Artık düşünüp öğüt almaz mısınız?’[495]
4-‘De ki: bütün şefaat Allah’ın iznine bağlıdır.
Göklerin ve yerin hükümdarlığı O’nundur. Sonra ona döndürüleceksiniz.’[496]
Bu ayetler, şefaatin Allah’a
mahsus olduğunu ve hiç kimsenin şefaat hakkının olmadığını açık bir şekilde
ortaya koymaktadır.
Altıncı Sınıf: Bu bölümdeki
ayetler ilahi mahkeme olan kıyamet gününde Allah’ın izni ile, Allah başka
şefaatçilerin de olacağını vurgulayan ve bunun red olunmasının mümkün olmadığını
bildiren ayetler mevcuttur. Elbette burada hem şefaat edenin ve hem de şefaat
edilenin bir takım şartları olmalıdır. Şefaat edenin en önemli şartı Allah’ın
izni dahilinde gerçekleşmesidir. Şefaat edilenin de en önemli şartı Allah’ın
rızasını kazanmasıdır. Bu ayetlerde şefaatçilerin isim ve özellikleri
belirtilmemiş ve sadece onların şefaatlerinin kabul olmasının sıfat ve şartları
beyan edilmiştir.
Bu sınıfın ayetleri şunlardan
ibarettir;
1-‘Onun izni olmadan katında hiçbir kimse şefaat
edemez.’[497]
Ayetin zahirine göre, hiç
kimse O’nun izni olmadan şefaat etmeyecektir, ama bunun yanı sıra kıyamette
şefaatçilerinde olacağına işaret etmiştir.
2-‘O’nun izni olmadan hiçbir kimse şefaatçi olamaz.’[498]
3-‘Rahman nezdinde söz ve izin alandan başkasının
şefaate gücü yetmez.’[499]
4-‘O gün Rahmanın izin verdiği ve sözünden
hoşlandığının dışındakilere şefaat fayda vermez.’[500]
5-‘Allah’ın huzurunda kendisinin izin verdiği
kimselerden başkasının şefaati fayda vermez.’[501]
6-‘Allah’ı bırakıp da taptıkları putlar, şefaat
etmeğe malik değillerdir. Ancak bilerek hak dine inanıp ona şahitlik edenler
müstesnadır.’[502]
Bu ayette, bütün sahte
mabutların şefaat edemeyeceği bir gerçektir. Ama bunun yanı sıra ayet bir grubu
müstesna kılmıştır. Onlar hakka yani Allah’ın birliğine iman getirip, kendi
kulluklarına itiraf edip bu doğrultuda hareket edenlerdir.
Bu ayetlere iyi bir şekilde
bakılırsa şu neticelerin alınması mümkündür.
1-Kıyamet günü şartlar ve
vasıflar dahilinde Allah’ın izni ile şefaat edecek şefaatçilerin isim ve
nişaneleri bu ayetlerde zikrolunmamıştır.
2-Şefaatin etkili ve önemli
şartlarından bir tanesi, Allah’ın iznidir.
3-Allah’ın birlik ve
vahdaniyetine şehadet getirmelidir. Nitekim; ‘Ancak bilerek hakka inananlar’
cümlesinden bu anlaşılmaktadır.
4-Şefaat talep etmek,
Allah’ın gazabına sebep olan kötü sözlerle içerikli olmamalıdır. Zira yüce Allah
şöyle buyuruyor: ‘... ve sözünden hoşlandığının dışındakilere şefaat fayda
vermez.’
5-Allah ile kendi arasında
şefaat ahdi olmalıdır. Nitekim, ‘Siz ve izin alandan başkasının şefaat gücü
yetmez.’ Cümlesi bu hakikati göstermektedir.
Yedinci Sınıf: Bu bölümde ki
ayetler, kesin ve mutlak bir surette şefaatçilerin günahkar insanlar hakkında
şefaat edeceklerinden ve dolayısıyla şefaatçilerin varlığından haber vermesinin
yanı sıra onların isim ve sıfatlarınıda açıklamış ve şöyle buyurmuştur;
1-‘Rahman evlat edindi dediler. Haşa, O bundan
münezzehtir. Bilakis ikrama mahzar olmuş kullardır. Ondan önce konuşmazlar.
Onlar sadece onun emri ile hareket ederler. Allah onların önlerindekini de,
arkalarındakini de bilir. Allah rızasına ulaşmış olanlardan başkasına şefaat
etmezler. Onlar Allah korkusundan titrerler.’[503]
2-‘Göklerde nice melek var ki; onların şefaatleri
dilediği ve hoşnut olduğu kimse için Allah’ın izin vermesi dışında bir işe
yaramaz.’[504]
Bu ayetlerde meleklerin
Allah’ın izni ile şefaat edecekleri belirtilmiştir.
3-‘Arşı yüklenen ve bir de onun çevresinde bulunan
(melekler) Rablerini hamd ile tesbih ederler, O’na iman ederler. Müminlerinde
bağışlanmasını isterler.’[505]
Bu ayet açık bir şekilde,
arşta ve onun etrafında bulunan meleklerin iman ehli hakkında istiğfar
ettiklerini vurgulamaktadır. İstiğfar ve mağfiret dilemenin de belirli ve
sınırlı bir zamanı yoktur; Dolayısıyla meleklerin mağfiret dilemeleri kıyamet
gününü de kapsamaktadır. İleri ki; konularda da açıklayacağımız şefaatin
manalarından bir tanesi de, şefaatçinin şefaat olunana dua etmesidir.
Konumuzun bu bölümüne kadar,
Kur-an açısından şefaatı ele almaya çalıştık.
Bu incelemenin neticesi
şudur;
Kuran’ı Kerim bazı şefaatleri
reddetmekte ve bazı şefaatleri de kabul etmektedir. İslam ne Yahudiler ve ne de
putperestler gibi şefaati mutlak olarak tasvip edip onaylamış ve onu kayıtsız ve
şartsız olarak kabul etmiştir ve ne de şefaati inkar edenler gibi onun tamamen
inkar etmiştir. İslam dinindeki şefaat müspet ve menfi arasında çark etmektedir.
İslam ondan bir kısmını kabul etmiş ve bir kısmını da reddetmiştir.
1-Yahudilerin şefaat
etrafındaki asılsız ve düzmece hayalleri batıldır. Onlar kendi tasavvurlarına
göre, Peygamberlerin evlatları olduklarını ve her ne kadarda günahkar olsalar
bile onlar tarafından şefaat olunacaklarını zannediyorlardı.
Ve yine onlar, bu dünyada bir takım suçları örtbas
etmek ve cezadan kaçmak için rüşvet, adam kayırma (particilik-tarafçılık) ve
hediyenin var olduğu gibi öteki alemde de günahlara karşılık fidye verileceğini
zannediyorlardı. Kuran’ı Kerim bu tür safsataların yanlışlığı hakkında şöyle
buyuruyor; ‘O günde hiçbir kimse başkası için herhangi bir ödemede bulunmaz. Hiç
kimseden şefaat kabul olunmaz.’[506]
İkinci sınıfın ayetleri
Yahudilerin inanmış oldukları şefaat şeklini reddetmişlerdir.
2-İman bağlarını Allah’u
Teala’dan koparıp manevi bağlarını kıyamet gününün şefaatçileriyle
kurmadıklarından dolayı şefaatten mahrum olacak gruplar vardır. Bunlar, Kuran’ı
Kerim’inde belirttiği gibi, putperestler, tevhidi ve kıyamet gününü inkar
edenler ve zalim olan kimselerdir. Bu konu birinci ve üçüncü sınıf ayetlerde
açık bir şekilde beyan olunmuştur.
3-Cahillerin kendi elleri ile
yapmış oldukları putlar kıyamet günü şefaat hakkına sahip olmayacaklardır. Bu
konuyu da dördüncü sınıftaki ayetler beyan etmiştir.
Müspet, sahih ve kabul olunan
şefaatler aşağıdakilerden ibarettir:
1-Şefaat yalnız ve yalnız
Allah’a ait ve mahsustur. Hiçbir şeyin bu konuda Allah’ın karşısında durmağa
hakkı yoktur ve buna gücüde yetemez. Beşinci sınıftaki ayetler bunu
göstermektedir.
2-Genel anlamda isim ve
nişaneleri belli olmayan bir grup şartlarına göre Allah’ın izni ile Allah’ın
rızasını kazanan belirli bir kısım hakkında şefaat edecekler ve bunların
vasıtalığı Allah tarafından kabul olunacaktır. Böyle bir şefaatin Allah’ın izni
ile gerçekleşmesi, şefaatin Allah’a mahsus olması ile çakıştığı hiçbir tarafı
yoktur. Altıncı sınıftaki ayetler bunu açıkça belirtmiştir.
3-Arşta ve arşın etrafında
bulunan melekler kıyamet günü Allah’ın izni ile şefaat edecekler ve bunlarında
şefaati kabul görecektir.
Yedinci gruptaki ayetlerde bu
konuya açık bir delildir.
Netice itibari ile, üç alan
ve konumda şefaat reddolunmuş ve üç yerde kabul görmüştür.
İslam Peygamberi ve Ehl-i
Beyt imamları Kuran’ı Kerime uyarak, Kuran’ı Kerime göre İslam dinin esas
inançlarından birisi olan şefaat konusunda kendi hadisi şeriflerinde açıklık
getirmiş ve şartlarını belirterek kabul etmişlerdir. Bu konuda naklolunan
rivayetler birkaç sayfaya sığmayacak kadar fazladır. Ama hülasa ve özet
kavramına riayet olunsun diye burada sadece yetmiş tane rivayeti nakledeceğiz.
Bu yetmiş rivayetin kırk beş
tanesi Ehl-i Sünnet kaynak ve eserlerinden yirmi beş tanesi de Şia
kaynaklarından naklolunacaktır.
Önce, Ehl-i Sünnet
kaynaklarının Peygamber Efendimizden (s.a.a) nakletmiş oldukları hadisleri
zikredeceğiz.
1-Hz. Resulü Ekrem (s.a.a) Efendimiz şöyle
buyurdular; ‘Allah’u Teala her Peygamber için bir müstecab dua karar kıldı.
Geçmiş Peygamber duayı kıyamete ümmetime şefaat etmek için beklettim. Benim
şefaatim ümmetimden müşrik olarak değil de iman ehli olarak bu dünyadan
gidenlere nasip olacaktır.[507]
2-‘Allah’u Teala bana beş tane özellik bahşetti...
Onlardan bir tanesi de şefaattir. Ben onu kendi ümmetim için saklamışım. Şefaat
müşrik olmayan insanlar içindir.’[508]
3-‘Benim şefaatim, Allah’ın isteği ile müşrik olmayıp
da imanlı bir halde bu dünyadan gidenlere olacaktır.’[509]
4-‘Ben-i İsrail süresinin yetmiş dokuzuncu ayetinde
buyrulan ‘Mahmud makamı’ benim ümmetime şefaat edeceğim makamdır.’[510]
5-‘Ben ilk şefaat eden ve şefaati ilk kabul olunan
olacağım.’[511]
6-‘Benim Şefaatim ‘La ilahe İllallah’a’ şahadet
getirip de, dili ve kalbi ile ihlasla bunu tasdik edene olacaktır.’[512]
7-‘Kıyamet günü benim şefaatim ümmetimden büyük
günahlara mürtekip olanlara olacaktır.’[513]
8-‘Ümmetim benden sonra günah işleyeceklerini
gördüğüm (bildiğim) için, kıyamet günü onlara şefaat etmek için yüce Rabb’imden
bana şefaat makamını vermesini talep ettim. Allah’u Teala’da benim bu isteğimi
kabul etti.’[514]
9-‘İhlas ile kalben ‘La ilahe illallah’ diyenler
kıyamet günü herkesten önce benim şefaatimle hoşnut olacaklardır.’[515]
10-‘Cennette ilk şefaat eden ben olacağım.’[516]
11-‘Benim şefaatim bütün Müslümanlar içindir.’[517]
12-‘Kıyamet günü olacağı zaman ben Enbiyaların imamı
ve hatibi ve onların şefaatinin sahibi olacağım. Ama bu makamlara sahip olduğum
için hiç kimseye karşı iftihar etmiyorum.’[518]
13-‘Ben Adem oğlunun efendisiyim... ilk şefaat edecek
olan ve şefaatimi ilk olarak kabul olunacak olan benim, ama kimseye karşı
iftihar etmiyorum.’[519]
14-‘Ben yeryüzündeki ağaçlar ve kesekler kadar
kıyamet günü ümmetimden şefaat edeceğime ümitliyim.’[520]
15-‘Ümmetimden bir grup benim şefaatim ile ateşten
çıkacaktır ve bunlar cehennemlikler ismi ile adlandırılacaklardır.’[521]
Yani cehennem ehli olup da
Allah Resulünün şefaati ile cehennemden kurtulacaklardır.
16-‘Şefaat ile ümmetimin yarısının cennete girmesi
arasında muhtar bırakıldım. Ben şefaat tercih ettim. Zira şefaatin dairesi daha
geniştir ve ümmetimin kurtuluşu için yeterlidir. Siz şefaatin takvalılar için mi
olduğunu düşünüyorsunuz? Hayır, aksine şefaat günahkar ve hatakar olanlar
içindir.’[522]
17-Ebuzer Gaffari şöyle diyor; Peygamber (s.a.a)
sabahlara kadar namaz kılıyor, rüku ve secde ediyor ve bu ayeti okuyordu; ‘Eğer
kendilerine azap edersen şüphesiz sonlar senin kullarındır, eğer onları
bağışlarsan şüphesiz sen izzet ve hikmet sahibisin’[523]
Sabah olduğunda bunun sebebini Allah Resulünden
sorduğum da şöyle buyurdu; Ben Rabb’imden ümmetimin şefaatini istedim, o benim
isteğim kabul etti. Benim şefaatim ümmetimden müşrik olmayıp da Allah’a iman
getirenlere olacaktır.’[524]
18-‘Peygamberler, melekler ve müminler şefaat
edeceklerdir. Allah’u Teala ise, benim şefaatim baki kaldı diye buyuracaktır.’[525]
19-‘Allah’u Teala bir grubu şefaat edenlerin şefaati
ile çıkaracaktır.’[526]
20-‘Kıyamet günü önce Peygamberler, sonra alimler ve
sonra da şehitler şefaat edeceklerdir.’[527]
21-‘Allah’u Teala kulları arasında hükmettikten
sonra, onlar arasından dilediğini ateşten çıkardıktan sonra, meleklere ve
peygamberlere şefaat etmeleri için emredecektir. Şefaat olunacakların
tanınacakların nişaneleri vardır, o nişane secde ve namaz ehli olmalarıdır.
Cehennem ateşi onların alınlarını yakmayacaktır.’[528]
22-‘Meleklerin, Peygamberlerin ve şehitlerin şefaat
etmelerine izin verilecektir. Onlar da şefaat edeceklerdir, kalbin de bir zerre
dahi imanı olanı cehennem dışarı çıkaracaklardır.’[529]
23-‘Cennet ve cehennem ehli birbirlerinden
ayrıldıktan sonra cennet ehli cennette ve cehennem ehlide cehennemde yer
alacaklardır. (Daha sonra) Peygamberler şefaat edeceklerdir.’[530]
24-‘Peygamberler, ihlas ile ‘La ilahe illallah’
diyenlere şefaat edecek ve onları cehennemden dışarı çıkaracaklardır.’[531]
25-‘Peygamber (s.a.a) şefaati zikrederek şöyle
buyurdular; İnsanlar cehennem köprüsünden geçerken, köprünün her iki tarafında
bulunan melekler onların oradan selametle geçmeleri için onlara dua (şefaat)
ederler.’[532]
26-‘Müşrik olup da ateş ehli olanlar onda
ebedidirler, orada ölmezler ve hayat bulmazlar. Ama iman ehli olup da günah ve
hatalarından dolayı cehennem ateşine tutulanlar, bir müddet cehennemde kaldıktan
sonra onlara şefaat izni verilecektir. İşte o zaman şefaatçilerin şefaati ile
grup-grup ateşten kurtulacaklardır.’[533]
27-‘Onlara şefaat olunacaktır. Kalbinde bir zerre
dahi gerçek iman olanlar cehennem ateşinden kurtulacaklardır.'[534]
28-‘Şehit, kendi yakınlarından yetmiş kişiye şefaat
edecektir.’[535]
29-‘Kuran’ı Kerimi öğrenen, (okuyan) onu koruyan,
onun helalini helal ve haramını da haram bilene, Kuran ehli olduğundan dolayı
Allah onu cennet ehli eder ve Onun şefaatini yakınlarından ateşe mustehak olan
on kişi hakkında kabul eder.’[536]
30-‘Bir insan doksan yaşına kadar (mümin olarak)
gelirse, Allah’u Teala onun günahlarını affeder ve Onun şefaatini yakınları
hakkında kabul eder.’[537]
31-‘Benim ümmetimden birisinin şefaati ile, Ben-i
Temim kabilesinden daha fazlası cennete girecektir.’[538]
32-‘Benim ümmetimde öyleleri vardır ki Rabia ve Mezr
kabilesinden daha fazlasına şefaat edeceklerdir.’[539]
33-‘Peygamber olmayan birisinin şefaati ile Rabia ve
Mezr kabilesinden birisinin veya her ikisinin sayısı kadar, cennete gidenler
olacaklardır.’[540]
34-‘Benim ümmetimden birisi bir çok gruplara şefaat
edecektir... Bir insan kendi yakınlarına, birisi üç kişiye, birisi iki kişiye ve
bazıları da bir kişiye şefaat edeceklerdir.’[541]
35-‘Cennet ehli saflara geçecekler cennet ehlinin
yanından geçerken ona şöyle diyecek; Bir gün benden su istediğinde bende sana su
vermiştim, sen bunu hatırlıyor musun? (Öyleyse burada bana yardım et.) Bunun
üzerine cennet ehil olan ona şefaat edecektir.’[542]
36-‘Medine şehrinde kalıp da açlıklara ve zorluklara
sabredene, kıyamet günü ben şefaatçi olacağım veya ona şahid olacağım.’[543]
37-‘Peygamber (s.a.a) kendi hizmetkarına şöyle
buyurdu; Senin ne hacetin vardır? O, hacetim kıyamette bana şefaat etmendir diye
cevap verdi. Allah Resulü, bu meseleyi sana kim öğretti? Diye sual ettiğinde, o
şahıs Rabb’im (ilham yoluyla) diye cevap verdi.’[544]
38-‘Bana salavat getirerek, ya Rabb’i O’na
(Muhammed’e) kendi yanında yer ver diyene benim şefaatim vacip olur.’[545]
39-‘Kim ezanı duyduğu zaman ‘Allahumme Rabb’e
hazihi-d da’vet’ duasını okursa kıyamet günü benim şefaatim ona helal olur.’[546]
40-‘Müezzin sedasını duyduğunuzda onun söylediklerini
sizde tekrar ediniz ve sonra bana salavat getiriniz. Zira bana bir defa salavat
getirene yüce Allah ona on tane rahmet gönderir. Daha sonra yüce Allah’tan benim
için vesile makamını isteyiniz. Kim vesile makamını benim için isterse benim
şefaatim ona helal olur.’[547]
41-Kim Arap (Müslümanlara) ihanet ederse benim
şefaatimden mahrum kalacaktır ve benim dostluğum ona ulaşmayacaktır.’[548]
42-‘Ağzı bozuk, küfürbaz insanlar kıyamette kimseye
şefaat veya şahitlik edemezler.’[549]
43-‘Kuran’ı Kerim öğreniniz. Zira Kuran kıyamet günü
Kuran ehline şefaat edecektir.’[550]
44-‘Kuran’ı Kerimde otuz ayeti olan Mülk süresi
kendisini okuyana, bağışlanması için şefaat eder.’[551]
45-‘Oruç ve Kuran oruç tutup da geceleri Kuran
tilavet edene şefaat ederler... Her ikisinin de şefaati böyle birisi hakkında
kabul olunur.’[552]
Yukarıda zikrolunan bu kırk
beş hadis Ehl-i Sünnetin en sahih ve muteber kaynaklarında sahabe vasıtası ile
Allah Resulünden naklolunan rivayetlerdir.
Şimdi ise Ehl-i Beyt hadis
kaynaklarında şefaat hakkında naklolunan rivayetlerden sadece yirmibeş tanesini
nakledeceğiz.
1-Hz. Resulü Ekrem (s.a.a) şöyle buyuruyor; ‘Kıyamet
günü ben şefaat edeceğim ve şefaatim kabul olunacaktır. Ali ve benim Ehl-i
Beytimde şefaat edeceklerdir ve Onlarında şefaati kabul olunacaktır.’[553]
2-Hz. Resulü Ekrem (s.a.a)
şöyle buyuruyor;
‘Allah’u Teala bana beş tane özellik bağışlamıştır...
Onlardan bir tanesi şefaattir.’[554]
3-Hz. Resulü Ekrem (s.a.a)
şöyle buyuruyor;
‘Doğrusu benim şefaatim ümmetimden büyük günahlara
mürtekip olanlar içindir.’[555]
4-Hz. Resulü Ekrem (s.a.a)
şöyle buyuruyor;
‘Şefaat edenler beş tanedir: Kuran, akrabalar,
emanet, sizin Peygamberiniz ve Peygamberinizin Ehl-i Beyti.’[556]
5-Hz.Resulü Ekrem (s.a.a) şöyle buyuruyor; ‘Şefaatimi
ümmetimden büyük günahlara mürtekip olanlar için saklamışım.’[557]
6-Hz. Resulü Ekrem (s.a.a) şöyle buyuruyor; ‘Bir
mümin en az kırk tane iman kardeşine şefaat edecektir.’[558]
7-Hz. Resulü Ekrem (s.a.a) şöyle buyuruyor; ‘Bir
kadın günde beş tane namazını (yevmiye namazlar) kılar, ramazan ayının orucunu
tutar, üzerine hac geldi mi hacca gider, malının zekatını verir, kocasına itaat
eder ve benden sonra Ali’yi imam olar kabul ederse, böyle bir kadın kımız
Fatıma’nın şefaati ile cennete girecektir.’[559]
8-Hz. İmam Ali (as.) şöyle
buyuruyor;
‘Biz şefaat edeceğiz ve bizim dostlarımız da şefaat
edeceklerdir.’[560]
9-Hz. İmam Ali (as.) şöyle buyuruyor; ‘Allah’ın
katında üç grup şefaat edecektir ve onların şefaati kabul olunacaktır. Bunlar,
Peygamberler, alimler, şehitlerdir.’[561]
10-Hz. İmam Hasan (as.) şöyle buyuruyor; ‘Peygamber
(s.a.a.) Yahudi bir grubun kendisinden sordukları sualler karşısında şöyle
buyurdu; ‘benim şefaatim şirk ve zulmün dışında büyük günahlara mürtekip olanlar
içindir.’[562]
11-Hz. İmam Muhammed Bagır (as.) şöyle buyuruyor;
‘Doğrusu kendi ümmetine şefaat etmek Resulü Ekrem içindir.’[563]
12-Hz. İmam Muhammed Bagır (as.) şöyle buyuruyor;
‘Bir Müslüman’ın cenazesinin defin işlerine katılan herkese kıyamette dört tane
şefaat verilecektir.’[564]
13-‘Hz. İmam Muhammed Bagır (as.) şöyle buyuruyor;
‘Herkes kendi ameli miktarınca şefaat edecektir. Bir kişi bir kabileye veya
yakınlarına veya iki kişiye şefaat edecektir ve bu mahmud makamıdır.’[565]
14-Hz. İmam Cafer Sadık (as.) şöyle buyuruyor;
‘Allah’a yeminler olsun ki; biz Şialarımıza şefaat edeceğiz, Allah’a andolsun
ki; biz Şialarımıza şefaat edeceğiz. Allah’a and olsun ki biz Şialarımıza şefaat
edeceğiz. Hatta kafirler, bizim için şefaatçi yok mu diyecekler?!’[566]
15-İmam Cafer Sadık (as.) şöyle buyuruyor; ‘Kıyamet
günü her mümin için beş saat vardır ki o beş saatte şefaat edecektir.’[567]
16-İmam Cafer Sadık (as.) şöyle buyuruyor; ‘Üç şeyi
inkar eden bizim Şialarımızdan değildir. Miraç, kabir suali ve şefaat.’[568]
17-İmam Cafer Sadık (as.)’dan mümin akrabalarına
şefaat edecek mi? Diye sorulduğunda, İmam ‘Evet mümin şefaat edecektir ve O’nun
şefaati kabul olunacaktır.’ Diye buyurdular.[569]
18-İmam Cafer Sadık (as.) şöyle buyuruyor; ‘Kıyamet
günü biz günahkar Şialarımıza şefaat edeceğiz ama muhsinleri (salih amel
sahipleri) Allah kurtaracaktır.’[570]
19-‘İmam Cafer Sadık (as.) şöyle buyuruyor; ‘Müminin
dostu Ehl-i Beyt düşmanı olmaz ise mümin ona (dostuna) şefaat edecektir. Eğer
bütün Peygamberler ve Allah’ın mukarreb melekleri nasibiye (Ehl-i Beyt düşmanı)
şefaat etseler Onların şefaati kabul olunmaz.’[571]
20-İmam Cafer Sadık (as.) şöyle buyuruyor; ‘Komşu
komşuya, akraba akrabaya şefaat edecektir. Ama, eğer bütün mukarreb melekler ve
peygamberler nasibiye şefaat etseler, onların şefaati kabul olunmaz.’[572]
21-İmam Cafer Sadık (as.) şöyle buyuruyor; ‘Kıyamet
günü alim ve abid meşhur olacaklar ve Allah’ın huzurunda durduklarında, abide
cennete gir denilecek ama alime, dur ve talim-terbiye ettiklerine şefaat et
denilecek.’[573]
22-İmam Musa Kazım (as.) şöyle buyuruyor; ‘Babam
(İmam Cafer Sadık) vefat halinde bana şöyle buyurdu; Ey oğlum şefaatimiz namaza
önem vermeyenlere erişmez.’[574]
23-İmam Rıza (as.) şöyle buyuruyor, Allah Resulünün
şefaatini tekzip eden, ona erişemeyecektir.[575]
24-İmam Rıza (as.) şöyle
buyuruyor; ‘Kıyamet günü ben dört kişiye şefaat edeceğim; Şunlardan
ibarettirler;
1-Benim soyumdan olanlara
ikramda bulunanlar
2-Onların hacetlerini
giderenler
3-Bir işte sıkıntıları olduğu
zaman onların işlerinde gayret gösterenler
4-Kalbinde ve dilinde onları sevenler[576]
25-İmam Hasan Askeri (as.) şöyle buyuruyor; ‘Mümin
komşuları, dostları ve tanıdıkları hakkında şefaati kabul olunana kadar daima
şefaat edecektir.’[577]
Bunca rivayetten sonra şefaat
konusunda şu neticeyi olmak en doğru ve sahih netice olacaktır ki; Şefaat
konusundaki rivayetler Kuran’ı Kerimdeki konuya dair ayetleri açıp ve şerh eden
rivayetlerdir. Kuran’ı Keriminde mana ve mefhumu tasdik eden ve Kuran’la
bağdaşan rivayetlerinde senetlerine itiraz etmekte hadis ilmine göre doğru
olmayan bir yaklaşımıdır.
Konumuzun bu bölümünde şefaat
konusunu soru ve cevap halinde inceleyecek ve genelde şefaat hakında sorulan
sorulara kısa ve anlaşılır türden sade cevaplar vereceğiz.
Birinci soru; Evliyaların
kıyamet günü şefaat etmeleri kesin midir? Kuran’ı Kerim ve rivayetler bu konuyu
belirtmişler midir?
Cevap: Evet, Şia ve Ehl-i Sünnetin önemli ve muteber
kaynakları şefaatin olduğuna dair hadisler nakletmişlerdir. Fahri Razi
‘Rabb’inin seni mahmud makamına (övgüye değer bir makama) göndereceğini
umabilirsin.’[578]
Ayetinin tefsirinde şöyle diyor; Tefsircilere göre ayette geçen ‘mahmud makamı’
şefaat makamıdır.
Kuran’ı Kerim otuz yerde
şefaat konusunu ele almış ve merhum Meclisi’de Bihar’ul Envar adlı hadis
eserinde konuya binaen seksen altı rivayet nakletmiştir.
Netice: Enbiya ve evliyaların
şefaati Kuran ve hadis açısından ispat olunmuş ve bunda en ufak bir şüphe
tereddüt yoktur.
İkinci Soru: Şefaat etmek
sadece Peygamber (s.a.a)’mi mahsustur?
Cevap: Hayır, aksine Şia ve
Ehl-i Sünnet kaynaklarında naklolunan rivayetler, Ehl-i Beyt imamlarının,
müminlerin, alimlerin, şehitlerin ve salihlerinde şefaat edeceklerini
göstermektedir.
Üçüncü Soru: Kimlere şefaat
olunacaktır?
Cevap: Akait, inanç ve
düşüncesi sahih ve doğru olup da sadece amellerinde bir takım yanlışlık ve
günahlara düşenlere şefaat olunacaktır.
Dördüncü Soru: Allah’u Teala
neden direkt olarak günahkarları affetmiyor da başkalarını şefaatini devreye
sokuyor?
Cevap: Öncelikle, Bunun böyle olmasının gayesi, kibir
ruhunun kırılması ve Allah’ın salih kullarının karşısında alçak gönüllü ve
tevazulu olunması için, Allah’u Teala başkalarını vesile etmiş olabilir.
Nitekim; iblise de Adem’e secde etmesi emir olundu ama o Allah’u Teala’nın
emrine kibrinden dolayı itaatsizlik etti. Kuran’ı Kerim bir grup hakkında şöyle
buyuruyor; ‘Onlara, gelin Allah’ın Peygamberi sizin için mağfiret dilersin,
denildiği zaman, başlarını çevirirler ve bundan sonra sen onların büyüklük
taslayarak uzaklaştığını görürsün.’[579]
İkinci bir husus ise; Şefaat
makamı, yüce Allah’ın salih kullarına bağışlamış olduğu bir makamdır. Aksine
Allah’ın affında noksanlık yoktur ki; o noksanlık ilahi insanların vasıtası ile
telafi olsun.
Üçüncü bir husus ise; İnsan,
Peygamberler, Ehl-i Beyt imamları, alimler, salihler, şehitlerin ve Kuran’ın...
şefaat edeceklerini görüp bildiğinde, dünyada onlara yakın ve layık olmak için
gayret eder ve onların göstermiş oldukları yoldan gitmeye çalışır. Bu da
şefaatin çok önemli eser ve faydalarından bir tanesidir.
Diğer bir husus ise, şefaat
makamı insanı iyiliklere ve hayırlara cezb eder. Zira şehitlere, alimlere,
müminlere, salihlere... bu makamın verileceğini bilen birisi kendisini o
zümreden edebilmek için çaba içerisine girer. Bu da şefaatin başka önemli bir
faydasıdır.
Beşinci soru: Acaba şefaate
şamil olup, şefaat olunmak zahmetsiz ve emeksiz ücret almak gibi değil midir?
Cevap: Bu sorunun cevabında
önce iki tane misal ve örnek getiriyoruz.
1-Eğer bir insan kendi
hesabında doğru ve hassas olur ve herhangi bir malı almak için pazara gider ve
yanında bir miktar peşin para götürürse, ona güvencesinden dolayı peşin
parasının miktarının da bir miktar malıda veresiye verirler. Bu ticaretin bir
kuralıdır.
Şimdi bu misalde şöyle demek
doğru olur mu; Pazara yüz milyon götürüp de yüz elli milyonluk mal alan kimseye
neden elli milyonluk fazla mal verdiler? Neden insanlar bunu kabul edip ona
veresiye verdiler? Bu tür parasız mal almak emeksiz ve işsiz ücret almağa
benzer. Oysa böyle bir yaklaşım kesinlikle doğru değildir. Zira verilen yüz
milyon kalan elli milyonun itibar ve güvencesidir. Kıyamette de günahın şefaati
sadece dünyada iman ve salih amel vesilesi ile hayır sermayeleri toplayıp da
bazen nefislerinden dolayı ayakları sürçenler hakkında olacaktır.
2-Dağcılık sporunda kuvvetli
ve maharetli dağcılar, mahareti az olup, dağcılık sporunda zayıf olan dağcıların
dağın tam tepesine çıkabilmeleri için yardım ederler. Ama dağcılık sporundan hiç
anlamayıp da dağın eteklerine dahi gelemeyenlere maharetli dağcılar vakit bile
harcamazlar. Şefaat meselesinde de şahısların şefaate şamil olmaları için
kendilerin de bir hareketin ve salih amelin olması gerekir. Bu şartla
şefaatçilerin şefaat kavramı içerisine girerler. Bu da denildiği gibi işsiz ve
emeksiz ücret almak anlamına gelmez.
Altıncı soru: Acaba,
Peygamberler, imamlar, şehitler ve salih müminlerin lütfu ve rahmeti Allah’tan
fazla mıdır? Zira Allah’u Teala günahkarları azaplandırmak isterken ilahi
evliyalar vasıta olup buna engel olmaktamıdırlar?
Cevap: Hayır. Zira hiç kimse
Allah’ın izni ve emri olmaksızın şefaat etmek hakkında sahip değildir.
Vasıtalarda Allah tarafından verilen makam ve emir ile şefaat ederler. Eğer
Allah’u Teala onlara o makamı veya emri vermemiş olsaydı hiç kimse,
kimseye şefaat edemezdi.
Buna göre ilahi evliyalarında bu işte vasıta olmaları
Allah’ın lütfünün bir tecellisidir. Allah’u Teala şöyle buyuruyor; ‘O’nun izni
olmadan katında hiç kimse şefaat edemez.’[580]
Yedinci soru: Eğer ceza
kanunu adalete göre ise, öyleyse vasıta olmanın ne manası vardır?
Cevap: Günahkarların cezasını
bulması kanunu haktır. Ama yüce şefaat makamını evliyalara vermekte haktır.
Öyleyse, bazen hakka ve adalete uygun olan iki şey arasından birisinin
önceliğinin olması doğaldır. Diğer bir husus ise, Allah sadece muntakim, azap
verici ve cevaz verici değildir. Aksine yüce Allah’ın gafur (bağışlayıcı) ve
rahim sıfatları da vardır. Bazen, adalet ve intikamın tecellisi olarak günahkarı
cezalandırır ve bazen de gafur ve rahim unvanında onu bağışlar. Zira
bağışlamakta Allah’ın hakkı olup, onun sıfatlarından bir tanesidir.
Sekizinci soru: Acaba şefaat
vadesi günahkarları günaha çekmemekte midir?
Cevap: Eğer bir insana siz
falan günahtan falan saatte şefaat olunacaksınız şeklinde vade verilirse, böyle
bir kişi günaha karşı cesaret kazanır. Ama şefaat konusunda insanın hangi
günahlarından dolayı şefaat olunacağı net bir şekilde ince ayrıntılarına kadar
belirtilmemiştir.
Şöyle ki; şahıs kendisinin
hangi günahının şefaat kapsamına irip girmeyeceğini, bilmemektedir. Gerçekte
işin içinde üstü kapalı perdeler olduğu için, insanın günaha cesaret etmesi
mümkün değildir.
Acaba tövbe günaha cesaret
bulmağa sebep oluyor mu? Zira tövbe de günahkarın kalbine ümit nurunu
saçmaktadır. Öyleyse bu kavrama göre, tövbe de insanı günaha çekmeli ve ona
karşı cesur etmelidir.
Oysa böyle bir yaklaşım
tamamen yanlıştır. Zira Allah’u Teala’nın hangi günahı kimden ve hangi şartlarda
bağışlayacağı ve tövbeyi kabul edeceği belli değildir.
Bunun yanı sıra; daha önce de
belirttiğimiz gibi, şefaat insana ümit verir ve tekamül etmesine vesile olur,
insanı günaha karşı cesur olmasına asla vesile olmaz.
Dokuzuncu soru: Neden bazı
ayetlerde şefaat reddolunmuştur?
Cevap: Bu sorunun cevabını
geniş bir şekilde ‘Kuran’da şefaat’ adlı başlıklı konuda görebilirsiniz.
Onuncu soru: Kimler şefaat
olunmaktan mahrum olacaklardır?
Cevap: Kur-an’ı Kerim, bu konuya binaen cennet ve
cehennem ehli birbirleriyle konuşacaklarken aralarında şu sözlerin geçeceğini
buyuruyor; ‘Onlar cennetler içindedir. Günahkarlara sizi şu yakıcı ateşe sokan
nedir? Diye uzaktan uzağa sorarlar. Onlar şöyle cevap verirler; Biz namazımızı
kılmıyorduk, yoksulu doyurmuyorduk. (Batıla) dalanlarla birlikte dalıyorduk.
Ceza gününüde yalan sayıyorduk. Nihayet (bu haldeyken) bize ölüm gelip çattı.
Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez.’[581]
Bu ayete göre aşağıdakiler
şefaatten mahrum kalacaklardır.
1-Allah’ın hakkı ve namaza
önem vermeyip de, kılmayanlar.
2-Yoksul ve zayıflara önem
vermeyenler.
3-Batıl ve şeytani işlerle
meşgul olanlar.
4-Kıyamet gününü yalanlayıp,
ona inanmayanlar.
Konumuzun son bölümünde
şefaat hakkındaki hadisleri içeren birkaç kaynağın ismini zikredeceğiz.
Şia kaynakları:
1-Usul-u Kafi, Muhammed b.
Yusuf Kuleyni
2-Men la Yehzeruh-ul Fakih,
Şeyh Saduk
3-Tahzib-ul Ahkam, Şeyh Tusi
4-Sıfat-uş Şia, Şeyh Saduk
5-Fezail-uş Şia, Şeyh Saduk
6-Sevab-ul A’mal, Şeyh Saduk
7-Emali, Şeyh Saduk
8-U’yunu Ahbar-ur Rıza, Şeyh
Saduk
9-Hisal, Şeyh Saduk
10-Emali, Şeyh Tusi
11-Tefsir-i Ali b. İbrahim
Kummi
12-Tefsir-i Ayyaşi
13-Nehc’ul Belağa, Hz. İmam
Ali (as.)
14-Tefsir-i Mecme’ul Beyan,
Şeyh Tabersi
15-Menakib, İbni Şehr-i Aşub
16-Beşaret-ul Mustafa,
İma-dud din Taberi
17-Mehasin-i Berki
18-Tefsir-i Fırat-ı Kufi
19-İhtisas, Şeyh Mufid
20-Sahife-yi Seccadiye, Hz.
İmam Zeynu’l Abidin (as.)’ın duaları
21-Misbah-ul Müteheccid, Şeyh
Tusi
Ehl-i Sünnet kaynakları:
1-Sahih-i Buhari, Muhammed b.
İsmail Buhari
2-Sahih-i Müslim
3-Müsned-i Ahmed b. Hanbel
4-Sünen-i Tirmizi
5-Sünen-i Daremi
6-Sünen-i İbni Mace
7-Sünen-i Nesai
8-Sünen-i Ebi Davud
9-Muvatta, Malik
Bu araştırmanın okuyuculara
ve Müslümanlara ışık tutması ümidiyle...
Lügat da ‘beda’ iki anlam
taşımaktadır.
1-Bu mesele aşikar oldu ve
bilindi.
2-Bu meselede böyle bir görüş
ona aşikar oldu. Yani yeni bir görüşe sahip oldu.
İslam’ın akaitçi alimleri,
beda kelimesi hakkında şunları söylemişlerdir: Allah hakındaki beda, kullara
gizli olan ve aşikar olunması onlar tarafından yeni bilinen bir şeyin
bilinmesidir.
Bu tanıma göre, beda
meselesini Allah’da da bu şekilde tanımlayanlar çok büyük bir yanlışa
düşmüşlerdir. Yani Allah’taki bedadan maksat, Allah’u Teala da bedadan önce
mahlukatı gibi yeni bir rey ortaya çıkar, diyenler Allah’ı mahlukata benzetmiş
ve dolayısıyla büyük yanlışlıklara düşmüşlerdir. Oysa Allah bu tür düşünce
tanımlardan münezzehtir.
Allah’ın insan hakkındaki
takdiri iki çeşittir;
1-Kesin ve hatmi takdir. Bu
takdir kesinlikle değişebilecek bir takdir değildir.
2-Muallak, bağımlı ve şartlı
takdir: Bazı şartların ortadan kalkması ile değişebilen ve onun yerini başka bir
takdirin almasıdır.
Yukarıdaki tanımlara göre,
beda inancının, İslam’ın asıl itikatlarından olduğunu ve tüm İslam fırkalarının
ona icmalen inandıklarını söylemek doğrudur. Her halülakarda beda kelimesini
kullanmaktan uzak duranlar onun mefhumunu kabullenmişlerdir.
Beda lafzını kullanmaktan
vahşete düşenler asıl konuya bir zarar vermiş olmazlar. Zira maksat, ismi değil
de muhtevayı beyan etmektir.
Bedanın hakikati iki asla
dayalıdır.
1-Allah’u Teala kudret
sahibidir ve mahlukata mutlak sultası vardır. İstediği zaman bir takdiri diğer
bir takdirin yerine getirebilir. Oysa her iki takdire de önceden Allah’ın ilmi
vardı. Bununla birlikte Allah’ın ilmin de hiçbir değişiklik olmaz. Zira birinci
takdir, Allah’ın kudretini sınırlamamış ve dolayısıyla Allah’dan onu değiştirme
kudretini almamıştır.
Allah’u Teala, Yahudi’lerin
‘Allah’ın eli bağlıdır’ sözlerinin tam aksine sonsuz kudrete sahip olup,
Kuran’ın tabirine göre, O’nun eli daima açıktır.
Kuran’ı Kerim şöyle buyuruyor; ‘Yahudiler Allah’ın
eli bağlıdır dediler. Dedikleri yüzünden elleri bağlanası ve lanet olasılar. Bilakis Allah’ın elleri açıktır.’[582]
Kuran’ı Kerime göre, Allah’ın yaratıcılık, kudret ve
diğer sıfatları daimi olup bir nokta da durmaz. ‘O her an yaratma halindedir.’[583]
Ayetinin hükmüne göre, Allah yaratma vasfından ayrılmamış ve onun yaratıcılığı
her an devam etmektedir. İmam Cafer Sadık (as.) ‘Yahudiler dediler, Allah’ın eli
bağlıdır.’ Ayetinin tefsirin de şöyle buyuruyor;
Yahudiler diyorlar ki; Allah
yaratma işinden ayrılmıştır. Artık çok ve azın (rızk da, ömürde vb.) yolu
yoktur. Allah onları tekzip etmek için şöyle buyuruyor; Onların elleri
bağlansın. Hay dedikleri yüzünden lanet olasılar. Bilakis; Allah’ın elleri
açıktır, dilediği gibi verir.’
İmam Cafer Sadık (as.) daha sonra şöyle buyuruyor;
‘Allah’ın bu sözünü duymadın mı ki şöyle buyuruyor; Allah dilediğini siler
(dilediğini de) sabit bırakır. Bütün kitapların aslı O’nun yanındadır.’[584]
Netice şudur ki; İslam
inancı, Allah’ın geniş ve sonsuz kudretine, mutlak sultasına, yaratıcılığının
devam ve istimrarı esasına dayalıdır.
Allah’u Teala, her zaman,
insanların ömür, rızk vb. mukadderatını değiştirip, onların yerine başka
taktirleri irade teme kudretine sahiptir. Her iki takdirde önceden ‘Levhu
mafhuz’ da sabittir.
2-Allah’ın kudret sıfatını ve
sultasını devreye sokup bir takdiri değiştirip de, onun yerine başka bir takdiri
getirmesi hikmet ve maslahata dayalıdır. Bunlar hikmetsiz olarak
gerçekleşmezler. Meselenin bir bölümü, insanın kendi amellerinin içerisinde
gerçekleşir.
Örneğin, anne-baba ve
yakınlarının haklarına riayet etmeyen birisini düşünelim; Bu kötü amel
kesinlikle onun takdiratın da kötü tesirlere sebep olacaktır.
Böyle bir şahıs yaşamının bir
bölümünde, yaptıklarından pişmanlık duyar ve yolun yarısında geriye döner de,
ilahi ve insanı vazifelerini yapmaya başlarsa, kendi mukeddatının değişmesinin
zeminesini oluşturmuş ve Allah dilediğini siler (dilediğini de) sabit bırakır
ayetine şamil olmuş olur. Bu konum, meselenin tam tersinde de böyle olur. Bu
konudaki ayet ve rivayetler oldukça fazladır.
1-Allah’u Teala, Kuran’ı
Kerim’de şöyle buyuruyor;
‘Kafirler diyorlar ki; Ona
Rabb’inden bir mucize indirilseydi ya..
‘Kafirler diyorlar ki; Ona Rabb’inden bir mucize
indirilmeli değil miydi?’[585]
Daha sonra aynı surede şöyle buyuruyor; ‘Allah’ın
izni olmadan hiçbir Peygamber için mucize getirme imkanı yoktur. Her müddet
(yazıldığı) için bir kitap vardır. Allah dilediğini siler, (dilediğini de) sabit
bırakır. Bütün kitapların aslı onun yanındadır.Biz onlara vaat ettiğimizin bir
kısmını sana göstersek de veya (ondan önce) seni öldürsek de sana ancak
(Allah’ın emirlerini) tebliğ etmek düşer. Hesap yalnız bize aittir.’[586]
1-Ayet: Ayet lügat da açık
alamet ve nişane anlamındadır. Peygamberlerin mucizelerine ayet denilmesinin
sebebi, onların doğru nişane olması ve Allah’ın kudretine delil olmasından
dolayıdır. Zira Yüce Allah, Peygamberlere Hz. Musa’nın asası, Hz. Salih’in
devesi gibi mucizeleri getirme kudretini vermiştir.
Allah’u Teala, kafir olan ümmetlere göndermiş olduğu
azap çeşitlerinde ‘ayet’ olarak adlandırmıştır. Şuara süresinde Hz. Nuh’un kavmi
hakkında şöyle buyuruyor; ‘Sonra da geri kalanları suda boğduk.’ Doğru bunda
büyük bir ayet (nişane, ibret) vardır.’[587]
Hz.Hud’un kavmi hakkında şöyle buyuruyor; ‘Böylece
onu yalancılıkla suçladılar; Bizde kendilerini helak ettik. Doğrusu bunda büyük
bir ayet (ibret, nişane) vardır.’[588]
Firavun’un kavmi hakkında şöyle buyuruyor; ‘Bizde
ayrı-ayrı ayetler (nişaneler) olarak onların üzerine tufan, çekirge, haşare,
kurbağalar ve kan gönderdik.’[589]
2-Ecel: Ecel, müddet, vakit,
sınırlı zaman, akıbet ve son manalarını taşımaktadır.
Falancanın eceli geldi, çattı
denilirken, onun öldüğü ve ömrünün sona dayandığı anlaşılır.
Onun belirli bir eceli vardır
denilirken, onun için belirli ve sınırlı bir zaman kararlaştırmışlardır anlamına
gelmektedir.
3-Kitap: Kitabın çeşitli
manaları vardır. Ama burada kitaptan maksat ‘yazılan miktar’ veya ‘mukadder’dir.
‘Her müddetin bir kitabı vardır.’ Ayetindeki, kitaptan maksat, mucizenin
Peygamber vesilesi ile getirilmesinin zamanı önceden tayin olmuştur
anlamındadır. Yani, her zamanın muayyen ve belirli bir sonu vardır.
4-Yemhu: Siler, ortadan
kaldırır anlamına gelir.
‘Mehv’ lügat da, batıl etmek,
ortadan kaldırmak anlamındadır. Nitekim, Allah’u Teala, İsra Süresinin 12.
Ayetinde şöyle buyuruyor; ‘Gecenin karanlığını silip, aydınlatan gündünüz
aydınlığını getirdik.’
Şüra süresinin 24. Ayetinde
şöyle buyuruyor; ‘Allah batılı yok eder, sözleriyle hakkı ortaya koyar.’
Allah’u Teala bu ayetlerde
buyuruyor ki; Kureyş kafirleri, Allah Resulünden mucizeler getirmesini
istediler. Allah’u Teala onların isteklerinin çeşit ve türlerini İsra süresinde
şöyle beyan buyurmuştur;
‘Onlar: Sen, dediler, bizim için yerden bir kaynak
fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Veya senin bir hurma bahçen ve üzüm
bağın olmalı, öyle ki içlerinden gürül-gürül ırmaklar akıtmalısın. Yahut, iddia
ettiğin gibi, üzerimize gökten parçalar yağdırmalısın. Veya Allah’ı ve melekleri
gözümüzün önüne getirmelisin.’[590]
Ra’d süresinin 38. Ayetinde
ise şöyle buyuruyor; ‘Allah’ın izni olmadan, hiçbir Peygamber için mucize
getirme imkanı yoktur. Her müddetin (yazıldığı ) bir kitap vardır.
Allah’u Teala, hiç ara
vermeden bir sonraki ayette yazılan şeyin istisnasını beyan etmiş ve şöyle
buyurmuştur; ‘Allah dileğini siler.’ Yani Allah’ın eli bağlı değildir. Her zaman
da, bu yazılan takdirdeki, rızkı, eceli, saadeti ve bedbahtlığı değiştirebilir
ve aynı şekilde de dilediğini de sabit bırakır.’ Zira ‘Bütün kitapların aslı
onun yanındadır.’ Yani, değişme ve tebdil olmayan ‘Levhu mahfuz’ Allah’ın
yanındadır.
Bu sebepten dolayı ondan
sonra şöyle buyuruyor; ‘Biz onlara vaad ettiğimiz (azabın) bir kısmını sana
göstersek veya (ondan önce) seni öldürsek de, sana ancak tebliğ etmek düşer.’
Taberi; Kurtubi ve İbni
Kesir’in bu ayetin tefsirinde naklettikleri rivayet bizim sözümüzün doğruluğunu
gösterir. O rivayetin hülasası şundan ibarettir;
‘İkinci halife Ömer b. Hattab
Kabe’nin etrafında tavaf ederken şöyle diyordu; Ya Rabb’i, eğer beni saadetli
insanların zümresinden karar kılmış isen, beni onların arasında sabit kıl. Eğer
beni bedbahtların zümresinden yazmış isen, beni bedbahtların içerisinden sil ve
bana saadetlilerin içerisinde yer ver. Zira sen, istediğini siler ve dilediğini
de sabitleştirirsin. Çünkü asıl kitap senin yanındadır.’
Ebu Vail’in defalarca şöyle dediğini nakletmişlerdir;
‘Ya Rabb’i eğer bizi bedbahtların zümresinden karar kılmış isen, onların
arasından bizi sil ve bize saadetlilerin arasında yer ver. Eğer saadetlilerin
arasında bizi karar kılmış isen, bizi orada sabitleştir. Zira sen dilediğini
siler ve dilediğini de sabitleştirirsin ve asıl kitap senin yanındadır.’[591]
Bihar’ul Envar adlı hadis
kitabında şöyle naklolunmuştur;
‘Eğer bedbahtlardan isem, beni onların arasından sil
ve beni saadetlilerin içerisinde karar kıl. Zira sen Peygamberine nazil olan,
kendi kitabında buyuruyorsun ki; ‘Allah dilediğini siler, (dilediğini de) sabit
bırakır. Bütün kitapların aslı onun yanındadır.’[592]
Kurtubi’de, Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim’in
naklettikleri rivayette de, bu manaya istidlal etmiştir. Rivayet Peygamber
Efendimizin şöyle buyurduğunu nakleder; Rızkının bolluğundan ve ömrünün
uzunluğundan sevinen yakınlarına iyilik etmelidir.’[593]
İbni Abbas’tan naklolunmuştur ki; O ömürde ve ecelde
nasıl çoğalma olur? Sorusunun cevabında Allah’u Teala’nın şu buyruğunu demiştir;
‘Sizi bir çamurdan yaratan, sonra ölüm zamanını takdir eden ancak O’dur, bir de
onun katında muayyen bir ecel vardır.’[594]
İbni Abbas şöyle demiştir; Ayetteki birinci ecel
kulun doğumundan ölümüne kadar olan eceldir. İkinci ecel, yani Allah’ın yanında
muayyen olan ecel ise, ölüm zamanından kıyamete kadar berzah da geçirdiği
dönemdir. Allah’tan başka kimse onu bilmemektedir. Eğer kul Allah’tan korkar ve
sıla-i rahim yapar ise Allah dilediği gibi onun berzah ömründen alıp, birinci
ömrüne (dünya) ekler ve eğer kul itaatsizlik yapar ve sıla-i rahmi keserse,
Allah dilediği gibi onun dünyevi ömründen alır (onu azaltır) ve berzahtaki
ömrüne ekler (ve onu böylelikle çoğaltır.)[595]
İbni Kesir bu sözle istidlal etmiş ve şöyle demiştir;
Bu söz, Ahmed’in, Nesai’nin ve ibni Mace’nin naklettikleri rivayetle uyum
sağlamaktadır. Onların naklettikleri rivayet şudur; Resulü Ekrem (s.a.a) şöyle
buyurmuştur; İnsan (bazen) günahtan dolayı rızktan mahrum olur, belayı ve kaderi
duadan başka bir şeyle değiştiremez, iyilikten başka bir şeyle ömrünü
çoğaltamaz.’[596]
Başka bir hadiste şöyle buyurmuştur; Dua ve
alınyazısı gök ve yer arasında birbirleriyle mücadele ederler.’[597]
Zikredilen konular, ayetin manasında yapılan
tefsirlerdi. Bu ayetin manasında başka tefsirlerde getirmişlerdir. Örneğin;
ayette geçen mahv ve ispattan (silme, yok etme, batıl etme-sabitleştirme)
maksat, mahv bir hüküm ispat ise, başka bir hükümdür. Yani şeriat hükümlerinin
nesh olunmasıdır. Kurtubi şöyle diyor; ‘.... Bu ayet umumidir, bütün her şeye
şamil olur. Bu mana daha da zahirdir...’[598]
Taberi ve Suyuti, ‘Allah dilediğini siler ve
(dilediğini de) sabit bırakır ve bütün kitapların aslı O’nun yanındadır.’
Ayetinin tefsirinde İbni Abbas’ın şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir; Allah’u
Teala iyi baht ve kötü baht dışında, her yılın işlerini kadir gecesinde takdir
eder...’[599]
2-Allah’u Teala Yunus süresinde şöyle buyuruyor;
‘Yunus’un kavmi müstesna, herhangi bir ülke halkı keşke (kendilerine azap
gelmeden) iman etse de bu imamları kendilerine fayda verseydi. Yunus’un kavmi
iman edince kendilerinden dünya hayatındaki rüsvalık azabını kaldırdık ve onları
bir süre faydalandırdık.’[600]
Kelimelerin Şerhi:
1-Keşefna:Zail ettik, ortadan
yok ettik, kaldırdık manalarına gelir.
2-Hizy: Arlık, rüsvalık
manalarında kullanılır.
3-Hin: Belli ve muayyen
olmayan ve zaman anlamındadır.
Ayetin Tefsiri:
Tefsir-i Taberi’de,
Kurtubi’de ve Mecme’ul Beyan’da naklolunan Hz. Yunus’un destanının özeti şundan
ibarettir; Hz. Yunus’un kavmi Ninova’da yaşıyorlar ve puta tapıyorlardı. Allah
Yunus’u, onları Allah’ın birliğine davet etsin ve putperestlikten vazgeçirsin
diye onlara gönderdi. Onlar itaatsizlik ettiler. Onlardan sadece birisi abit ve
diğeri de alim olan iki kişi Hz. Yunus’a itaat ettiler. Abid, Hz. Yunus’dan o
kavmin aleyhine nifrin etmesini istedi ama alim onu bu işten nehyederek şöyle
söyledi; Bunlara nifrin etme, zira Allah senin duanı kabul eder ama kullarının
helak olmasını sevmez.! Yunus abidin sözünü kabullenerek nifrin etti. Allah’ta
azap falan gün olacaktır diye buyurdu. Hz.Yunus o azabı onlara haber verdi. Azap
vakti yaklaşınca Hz. Yunus, abitle birlikte onların arasında ayrıldı ama alim
onların arasında kaldı.
Hz. Yunus’un kavmi
birbirlerine şöyle dediler; Bizler bu güne kadar Yunus’un, o eğer bu gece sizin
aranızda kalırsa bilin ki işin içinde azap yoktur ama eğer sizin aranızdan
ayrılırsa, bilin ki, yarının sabahında azabınız kesindir. Gece yarısı Hz. Yunus,
açık bir şekilde onların arasından ayrıldı. Bunu bilenler, azabın nişanelerini
görüp de helak olacaklarına yakin edenler o alimin yanına gittiler. Alim onlara
şöyle dedi, Allah’a yalvarın, O size rahmet eder ve sizden azabı kaldırır. Çöle
çıkınız, çocukları annelerinden, anne hayvanları yavrularından ayırınız ve daha
sonra (bu halde) dua edip ağlayınız. Onlar da bu şekilde yaptılar. Kadınlarıyla,
çocuklarıyla ve kendi hayvanlarıyla birlikte sahraya çıktılar. Yünlü elbiseler
giyindiler ve imanlarını, tövbelerini dile getirdiler, niyetlerini
halisleştirdiler, insanların ve hayvanların annelerini ve yavrularını
birbirlerinden ayırdılar. Daha sonra feryat etmeye, ağlamaya ve sızlanmaya
başladılar. Sesler, ağlamalar ve sızlamalara çoğalınca şöyle dediler; Ya Rabb’i
bizler Yunus’un getirdiklerine iman ettik. Allah onları bağışladı, onların
duasını kabul etti ve onların üzerine gölgelik düşüren azabı onlardan kaldırdı.
Allah’u Teala, onlar tövbe
ettikten sonra onların üzerinden azabı işte bu şekilde mahv (kaldırdı) etti.
Evet Allah dilediğini mahv (kaldırır, siler) eder ve dilediğini de
sabitleştirir.
3-Allah’u Teala, A’raf süresinde şöyle buyuruyor;
‘Musa’ya otuz gece vade verdik ve ona on gece daha ilave ettik. Böylece Rabb’in
tayin ettiği vakit kırk geceyi buldu.’[601]
Bakara süresinde ise şöyle buyuruyor; ‘Musa’ya kırk
gece söz vermiştik , sonra haksızlık ederek buzağı (ilah) edindiniz.’[602]
4-Allah’u Teala, Ra’d süresinde şöyle buyuruyor; ‘Bir
toplum kendilerinde ki özellikleri değiştirinceye kadar, Allah onları da
bulunanı değiştirmez.’[603]
5-Allah’u Teala, A’raf süresinde şöyle buyuruyor; ‘O
ülkelerin halkı olan insanlar iman getirselerdi ve sakınsalardı elbette onların
üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık. Fakat, yalanladılar,
bizde ettikleri yüzünden onları yakalayıverdik.’[604]
Teyalisi, Ahmed b. Hanbel, İbni Sa’d ve Tirmizi kendi
eserlerinde şöyle naklederler; Resulü Ekrem şöyle buyurdular; ‘Allah’u Teala
Adem’in neslini ona gösterdi. Adem onların arasında nur çehreli birisini gördü
ve şöyle dedi, Ya Rabb’i bu kimdir? Allah’u Teala şöyle buyurdu; Bu senin
evladın Davud’dur. Adem, Ya Rabb’i, O’nun ömrü ne kadardır? Diye sual etti. Yüce
Allah şöyle buyurdu; Atmış yıldır. Ya Rabb’i, O’nun ömrünü çoğalt diye, arzetti.
Yüce Allah, kendi ömründen ona bağışlamadın müddetçe bu olmaz diye buyurdu.
Benim ömrüm ne kadardır? Diye sordu. Bin yıl diye buyurdu. Adem, Ya Rabb’i ben
ömrümden kırk yılını ona bağışladım dedi... Onun vefat vakti gelince ölüm
melekleri onun yanına geldiler. O henüz benim ömrümden geriden kırk yıl var
dediğinde, melekler ise, sen o kırk yılı Davud’a bağışladın dediler.’[605]
Daha önce zikrolunan sıla-i
rahim ve benzerlerinin yanı sıra, bu rivayet ‘Allah dilediğini siler ve
(dilediğini de) sabit bırakır’ ayetinin misdaklarındandır.
Celaleddin Suyuti kendi tefsirinde, Hz. Ali (a.s)’ın
Peygamberden ‘Allah dilediğini siler’ ayetinin tefsirinden sual edince şöyle
buyurduğunu nakletmiştir; Ben senin ve ümmetimin gözlerini bu ayetin tefsiriyle
aydınlatacağım; Allah yolunda sadaka vermek, anneye ve babaya iyilik etmek ve
iyi işlerde bulunmak bedbahtlığı iyi bahta dönüştür. İnsan ömrünün çoğalmasına
sebep olur ve kötü ölümleri engeller.’[606]
Müslim, sahihinde Enes b. Malik’den Peygamberin şöyle
buyurduğunu nakleder; Rızkının çoğalmasını, ecelinin gecikmesini isteyen sıla-i
rahimde bulunsun.’[607]
Yukarıdaki rivayetin aynısını Buhari’de nakletmiştir.[608]
Buhari’nin naklettiği bir hadiste, Ebu Hureyre
Resulullah’ın şöyle buyurduğunu naklediyor; ‘İsrail oğullarından cüzzamlı, kör
ve kel olan üç şahısı imtihan etmek Allah’a beda (zahir) oldu. Bunun için bir
melek gönderdi. O melek cüzamlıya gelerek, senin en çok sevdiğin şey nedir? Diye
sordu. O güzel bir renk ve güzel bir deri. Çünkü halk benden iğreniyor, dedi.
Melek onu meshederek önceki pisliğini giderdi ve yerine güzel bir renk ve güzel
bir deri verdi. Sonra, hangi malı daha çok seviyorsun? Diye sordu. O, deveyi
daha çok seviyorum dedi. Ona on aylık hamile bir devede verdi. Sonra kel olanın
yanına geldi. Sen daha çok neyi seviyorsun dedi. O, benden bu pisliği giderecek
güzel bir saçımın olmasını, çünkü halk benden iğreniyor diye cevap verdi. Melek
ona da meshederek onun pisliğini giderdi ve ona da güzel bir saç verdi. Sonra,
mallarının hangisin daha çok seviyorsun diye sordu. O en çok sığırı seviyorum
dedi. Ona da gebe bir sığır verdi. Sonra körün yanına gelip, sen daha çok neyi
seviyorsun diye sordu. O, Allah’ın bana yeniden gözlerimi kavuşturmasını
istiyorum, dedi. Melek ona da meshedince, Allah onu tekrar gözlerine kavuşturdu.
Sonra hangi malı daha çok seviyorsun diye sordu. O koyun deyince ona da doğuran
bir koyun verdi. Daha sonra bu şahısların deve, sığır ve koyunları çoğaldı. Her
birisinin bir sürüsü oldu. O zamanda melek yine onlara gelerek, onlardan sahip
oldukları mallardan kendisine vermelerini istedi. Kel ve cüzamlı olan şahıslar
bunu reddettiler. Allah’ta onları eski haline dönüştürdü. Kör ise meleğe sahip
olduğu maldan verdi. Allah onun malını daha da çoğaltıp, gözünü de sağlam
bıraktı.[609]
Yine Buhari’nin miraç bölümünde naklettiği şu rivayet
beda inancını doğrulamaktadır. ‘...Bana bana elli vakit namaz farz oldu. Dönüp
Musa’nın yanına gelince ne yaptın diye sordu? Dedim ki, bana elli vakit namaz
farz oldu. Musa, ben halkı senden daha iyi tanıyorum. İsrail oğulları için ne
kadar çaba harcadım. Senin ümmetin tahammül edemez. Dön ve Rabb’ine bu farzı
hafifletmesini iste, dedi. Bende dönüp, Allah’tan kolaylık istedim. Allah kırk
vakit namazı farz kıldı. Sonra Musa ile aramızda aynı şekilde sohbet ettik. Ben
yine geri döndüm. Rabb’im, otuz vakit namazı farz etti. Benzeri bir durumdan
sonra yirmi vakit namazı farz kıldı. Sonra Musa’ya geldim , o aynı sözü söyledi.
(Bu sefer) Allah beş vakit namazı farz kıldı. Sonra Musa’ya geldim, yine ne
yaptın diye sordu? (Allah’u Teala) beş vakit namazı farz kıldı, dedim. O yine
indirtmemi söyledi. Bende selam ettim ama bana şöyle nida edildi. Ben hükmümü
verdim ve kullarıma kolaylık sağladım, bir hayrı da on misliye
mükafatlandıracağım.’[610]
Buhari’nin naklettiği ayrı bir hadiste, Peygamberin
beş vakit namaza ininceye kadar, mükerrer dönüşlerini anlattıktan sonra, şöyle
devam ediyor; Hz. Musa, Resulullah’a ümmetinin beş vakit namaza tahammül
edemeyeceğini belirterek yine de dönüp Allah’u Teala’dan hafifletmesini
istemesini söyledi. Fakat, Resulullah, artık ben Rabb’imden utanıyorum, cevabını
verdi.[611]
Bu rivayetler beda inancının
İslam ruhuyla bağdaştığını gösteren rivayetlerdir.
İmam Cafer Sadık (as.) şöyle buyuruyor; ‘Allah hiçbir
peygamberi meb’us etmeden önce, ondan üç şey istemiştir. Allah’ın kulluğuna
ikrar, Allah’tan her türlü şeriki uzak tutma ve Allah dilediğini ileri geçirir
ve dilediğini de tehir (geciktirir) eder.’[612]
İmam Cafer Sadık (as.), aynı manayı mahv ve ispat
kelimeleri ile şu şekilde buyurmuştur; ‘Allah hiçbir peygamberi meb’us etmeden
önce ondan üç şey istemiştir. Allah’ın ubudiyetine ikrar etme, her türlü şeriki
Allah’tan nehyetme ve Allah dilediğini mahveder (ortadan kaldırır, siler) ve
dilediğini de sabitleştirir.’[613]
Üçüncü rivayette mahv ve ispatı beda olarak
adlandırmış ve şöyle buyurmuştur; Hiçbir Peygamber bunlara itiraf etmedikçe
Peygamberlik nişanesini almaz...Onlardan birisi bedayı itiraf etmektir...’[614]
İmam Rıza (as.) şöyle buyurmuştur; Allah şarabı haram
etmeden ve bedaya itiraf almadan önce hiçbir Peygamberi göndermemiştir.’[615]
Başka bir rivayette İmam Cafer Sadık (a.s) mahv ve
ispatın zamanından haber vererek şöyle buyurmuştur; ‘Kadir gecesinde melekler,
ruh ve katipler dünyanın semasına inerler, Allah’ın o yılki mukadderatlarının
tamamını yazarlar. Allah dilerse bir şeyi ileri düşürür ya geciktirir veya onu
noksanlaştırır. Allah dilediği gibi meleğe onu mahvetmesini (silmesini) veya
sabitleşmesini emreder.’[616]
İmam Muhammed Bagır (as.) bir
hadisi şerifinde şöyle buyuruyorlar; ‘Kadir gecesinde melekler ve katipler dünya
semasına inerler, o yılda olacak onları kullara isabet edecek şeylerin tamamını
yazarlar.
Bunlar Allah’ın iradesine bağlı olan şeylerdir.
Dilediğini öne düşürür ve dilediğini geciktirir. Bu Allah’ın ‘dilediğini siler
ve dilediğini de sabit bırakır ve asıl kitap onun yanındadır.’ Sözünün
anlamıdır.[617]
İmam Muhammed Bagır (as.), ‘Allah eceli geldiğinde
hiç kimseyi (ölümünü) ertelemez.’[618]
Ayetinin tefsirinde şöyle buyuruyor; Allah hiçbir zaman eceli gelip çatan
birisinin ölümünü ertelemez. Ecel geldiği zaman katipler onu yazarlarsa, bu
eceli Allah ertelemez.’[619]
Allame Meclisi Bihar-ul Envar’ın mezkur babında,
Buhari’den naklettiğimiz, Adem’in ömründen kırk yılı Hz. Davud’a bağışlamasını
da nakletmiştir.’[620]
İmam Muhammed Bagır (as.)
şöyle buyuruyor; ‘Bir gün Hz. Davud oturmaktaydı. Hz. Davud’un yanına gelip
giden, zahirde fakir ve çökmüş bir gençte O Hazretin huzurundaydı. Bu esnada
ölüm meleği gelerek sert bir şekilde o gence baktı ve şaşırdı.
Hz. Davud, ölüm meleğine, bu
gence neden şaşırdın? Diye sordu.
Şöyle cevap verdi; Evet, ben
yedi gün sonra bu gencin canını burada almağa memur oldum.
Hz. Davud (as.) bu sözden
dolayı kalbi o gence sızladı ve gence dönerek evli misin diye sordu. O genç,
hayır, daha evlenmedim diye cevap verdi. Hz. Davud o gence şöyle buyurdu; İsrail oğullarından falan adamın yanına
gideceksin ve benim tarafımdan ona diyeceksin ki; Davut kızını benimle
evlendirmeni sana emrediyor. Bu akşam kalk evlilik masraflarınıda yanına alarak
o kızın yanına git ve yedi gün geçene kadar eşinin yanında kal. Yedi gün sonra
buraya benim yanıma gel.
O genç, memur olduğu şey
için, israil oğullarından o şahısın yanına giderek, Hz. Davudun emrini ona
ulaştırdı. O adamda o gece kızını o genç ile evlendirdi. Genç yedi gün eşinin
yanında kaldıktan sonra Hz. Davudun yanına döndü. Hz. Davud ona, bu bir kaç
gündeki durumun nasıldı? Diye sordu. Şöyle cevap verdi; Bu bir kaç gün
içerisindeki huzur ve nimette olduğum gibi asla böyle bir huzur ve nimette
olmamıştır.
Hz. Davud, şimdi otur diye
buyurdu. Genç oturdu ve Hz. Davudun da gözünü, ölüm meleğinin söylediği gibi
gelip bu gencin canını almasına dikmiş bir halde bekliyordu. Ama bir müddet
geçmesine rağmen ölüm meleğinin gelmediğini gördü. Bundan dolayı gence dönerek
şöyle buyurdu; Evine dön ve sekizinci gün yine benim yanıma gel.
Genç evine döndü ve sekizinci
gün geçtikten sonra tekrar Hz. Davudun huzuruna gelerek oturdu, ama ölüm
meleğinden yine bir haber çıkmadı. Bu mesele üç hafta devam
etti, en sonunda ölüm meleği Hz. Davudun yanına gelince, Davud ona, “Sen yedi
gün sonra bu gencin canını alacağım diye söylememiş miydin.”? Diye sordu. Melek evet diye cevap verdi.
Hz. Davud, bugüne kadar üç tane sekiz gün geçti diye buyurdu.
Ölüm meleği ise şöyle buyurdu; “Ey Davud, sen bu gence rahmedip acıdığın
için, Allah’da bu gence rahmedip onun ömrünü otuz yıl çoğalttı.”[621]
Şeyh Saduk Emali adlı
kitabında İmam Cafer Sadık (a.s)’dan şöyle rivayet eder; Hz.
İsa, sevinçli olan bir kavmin yanından geçerken, onlara sevinç ve neşelerinin
sebebini sordu. Şöyle dediler; Ya Ruhullah! Bu akşam falancanın kızını falan
şahıs için gelin olarak götürüyorlar. Hz. İsa buyurdular ki; bunlar bugün
sevinçlidirler ama yarın ağlayacaklar.
Birisi, Ya Resulullah neden?
Diye sordu. Hz. İsa, çünkü bu gece onların gelinleri ölecektir, diye buyurdular.
Bu söz Hz. İsa taraftarları ve münafıklar arasında ihtilafa sebep oldu.
Ama ertesi sabah o kızın
yanına vardıklarında kızı salim olarak gördüler ve bu yüzden Hz. İsa’nın yanına
giderek şöyle dediler; Ey İsa, senin ölecektir dediğin gelin ölmedi.
Hz. İsa, Allah
dilediğini yapar, şimdi bizi onun yanına
götürün dedi. Onlar acele ile Hz. İsa’yı oraya götürdüler ve evin kapısını
çaldılar. O yeni gelinin kocası kapıya geldiğinde, İsa ona, eşinden müsade iste,
ben onun yanına gitmek istiyorum dedi. Yeni damat eve giderek eşine, Hz. İsa’nın
bir toplulukla kapıda olduklarını söyledi. Böylelikle o kadın hicabını aldıktan
(kendini toparladıktan) sonra Hz. İsa içeriye girerek o kadına, dün akşam hangi
hayır işi yaptın? Diye sordu.
Kadın şöyle cevap verdi;
önceki işlerime ilave olarak fazla bir iş yapmadım. Her cuma akşamı bir fakir
gelip kapıyı çalıyordu ve bizde bir haftalık ona yiyecek veriyorduk. Dün akşamda
aynı dilenci geldiğinde ben ve ev halkı ayrı ayrı işlerle meşgul olduğumuz için
onu farkedemedik. Bir defa feryad etti, kimse onun cevabını vermedi. İkinci defa
seslendi, yine kimse cevap vermedi. Bir kaç defa seslendikten sonra ben kalktım
ve her hafta olduğu gibi ona bir haftalık yiyecek verdim ve böylelikle oda
gitti.
Hz. İsa bu sözleri dinleyince, ona yerinden
kalkmasını söyledi. O kadın yerinden kalkınca, ağaç dalı gibi büyük bir yılan o
kadının döşeğinin altında kuyruğunu ağzına almış bir
vaziyette görüldü. Hz. İsa şöyle buyurdular; “Yapmış olduğun o amelinden
dolayı Allahu Teala bu belayı senden uzaklaştırdı”[622]
İNFAK VE İHSAN, MUKEDDARATI DEĞİŞTİRDİ.
Abdurrahman b. Haccac İmam
Musa b. Cafer (a.s)’ın şöyle buyurduğunu. Nakleder; Beni İsrail arasında hanımı
salihe olan salih bir şahıs yaşıyordu. Bu şahıs bir
gün yatarken rüyasında kendisine şunların denildiğini görüyor; Allahu Teala
senin ömrünün miktarını bu kadar kararlaştırmıştır. Ömrünün yarısı bolluk ve
diğer yarısıda sıkıntı ve kıtlık içerisinde geçecektir. Şimdi sen bu ikisinden
hangisini istersen, önce olmasını seçmede muhtarsın. (istersen bolluk ve refah
olan bölümü önce seç ve kıtlık olan dönemi sonraya bırak ve istersende önce
kıtlık olan zamanı seç, bılluk ve refah olan zamanı ise sonraya bırak.)
Salih olan bu şahıs dedi ki; Benimle hayata müşterek
olan salihe olan bir eşim var, onunla meşveret edeyim ve böylelikle sana haber
vereyim. Sabah olduğunda, hanımına ben böyle bir rüya gördüm diye, rüyasını
anlatır. Kadın ise ona şöyle dedi; Bolluk ve refahlık olan bölümü önce iste,
umulur ki, Allah bize rahmeder ve nimetini bize tamamlar. İkinci akşam olduğunda
aynı şahısı rüyada gördü, şahıs ona,
hangisini seçtiğini sordu. Salih adam ona, ben ömrümün ilk yarısını refah ve
bolluk içerisinde olmasını seçtim, diye cevap verdi. Böylelikle oda çekip gitti.
O günden sonra dünya her taraftan bu salih adama yüz getirdi ve onun nimeti
çoğaldı. Bunu böyle gören kadın kocasına şöyle dedi; Bu mallar ile yakınlarına,
muhtaçlara, komşulara yardımda bulun. O günden sonra kadın onu daima sıla-i
rahime, ve ihsana davet ediyordu. (oda bunları yapıyordu.) Böylelikle onun
ömrünün yarısı tamam olduğunda aynı adamı rüyada gördü. (rüyada ki) ona şöyle
dedi; Allahu Teala bu müddet içerisinde yapmış olduğun şükürlerinden ve
ihsanlarından dolayı, senin ömrünün tamamını bolluk ve ferahlıkla geçmesini ve
ömrünün sonuna kadar bu halde olmasını takdir buyurdu.[623]
İmam Muhammed Bakır (a.s) şöyle buyuruyor; Sıla-i
rahim ameli temizler malı bereketlendirir, belayı defeder, hesabın hafif
olmasını sağlar ve eceli geciktirir.[624]
Ehlibeyt kaynaklarında anlatılan beda bunlardan
ibarettir. Son olarak şunu arzedelim
ki; Bu islami inanç neden “Beda lillah” olarak tabir olunmuştur? Öncelikle şunu
belirtelim ki; Bu inancın bu kelime
ile tabir olunmasında İslam Peygamberine itaat olunmuştur. Zira Sahih-i Buharide
naklolunan cüzamlı, kel ve körün meselesinde, Peygamber efendimizin dilinden
(Beda lillah) kelimesi südur etmiştir.[625] İkinci olarak ta; Bu tür kelimeleri
sarfetmek, ve kullanmak milletin lisanına göredir. Normal örfe göre, birisinin
kararı değişti mi (Beda li) diye söyler. (yani, benim için beda vücuda geldi)
Din büyükleri dahi, kendi
muhataplarına bu meseleyi anlatmak için onların lisanıca konuşmuş ve Allah
hakkında bu tabiri kullanmışlardır.
Kur’anı Kerim aynı dalda,
Allahu Tealaya tuzak kurma, unutma.... nisbetleri verilmiştir. Oysa Allah’u
Teala, insanlar arasında yaygın olan ve farklı bir tarzda anlaşılan bu tür
sıfatlardan tamamen münezzehtir.
Kur’anı Kerim şu şekilde
buyuruyor;
1-
“Onlar bir tuzak kurarlar, bende
bir tuzak kurarım.”[626]
2-
“Onlar böyle bir tuzak kurdular.
Bizde kendileri farkında olmadan, onların planlarını altüst ettik.”[627]
3-
“Şüphesiz münafıklar Allah’a oyun
etmeye kalkışıyorlar, halbuki Allah onların oyunlarını başlarına çevirmektedir."
[628]
4-
“Onlar (münafıklar) Allah’ı
unuttular, Allah’da onları unuttu.”[629]
Bedayı, Allah önceden bir reyi bilmiyordu ve sonradan
bir işde yeni bir reyi ortaya çıktı anlamında mana etmek doğru değildir. Bu mana
Ehlibeyt mektebinde kabul görmeyen bir manadır. Biz böyle bir manadan Allah’a
sığınırız. Nitekim yukarıdaki ayetlerden anlaşılanda budur. Ehlibeyt
imamlarının, bu konudaki görüşleri Allameyi Meclisinin İmam Cafer Sadık
(a.s)’dan naklettiği rivayettir ki, İmam şöyle buyuruyor; Allah (bir meselede)
önceden bir şey bilmiyordu ve sonradan yeni bir reye sahip oldu diyenlerden uzak
durunuz.[630]
Eğer bazı insanlar
birbirlerinin daima seadetliler zümresinde olduğunu ve bunun asla
değişemeyeceğine ve bazıları da birilerinin bedbahtlar ve şekavetliler
zümresinde olduğuna ve bunun da asla değişmeyeceğine, yerini seadete
bırakmayacağına inanırsa, böyle bir inanca sahip olan birisi tövbe etmeyeceği
gibi aksine günahlarına devam eder. Zira bedbahtlığın onun kesin ve değişmeyen
alın yazısı olduğuna inanır. Diğer bir taraftan da şeytan, seadet içerisinde
olan birisine bu kanaldan yaklaşır ve ona sen seadetliler zümresindesin diyerek
vesvese eder, dolayısıyla onu ibadetlerinden soğutur ve gevşekleştirir.
Ama “Beda” ilkesine inanan
bir Müslüman, yapacağı iyilikler, ihsanlar.. karşısında önüne iyi şeylerin
çıkacağına ve kötü şeylerin iyi
şeylere dönüşeceğine inanır. Öte taraftan da, şeytani fiillerde de bulunanlar bu
kötü fiillerin neticesinin bir gün karşılarına çıkacağına inanırlar. İşte bu
bedanın fayda ve eserlerinden sadece bir tanesidir.
Netice olarak şunlar
söylenebilir ki; Şia inancına göre, beda ilahi irade gereği kaza ve kaderin
değişmesine denmektedir. Ama bazıları kendi cehaletlerinden bu konuyu yanlış
yorumlayarak Allah’a nisbet verilen bedanın insanlarda olduğu gibi ortaya çıkan
yeni bir durumdan sonra görüşünü değiştirerek önceki iradesinin hilafına bir iş
yapmağa denildiğini ileri sürmüşlerdir. Ehli Sünnetten bazıları, Şianın bu
anlamda bedaya inandığını söyleyerek, bunun Allah’a cehalet ve noksanlık isnad
etmeyi gerektirdiği şeklinde itirazlarda bulunmuşlardır. Oysa beda inancının hem
kul ve hemde Allahu Tealada aynı manada olduğunu söylemek doğru değildir. Şianın
böyle bir şeye inandığını söylemek kesinlikle yanlış olup ve bu tür sözler bir
iftira niteliğinden başka bir şey taşımaz. Şianın geçmişte ve şimdiki sözleri
tam bir açıklıkla net olarak ortadadır.
İster Şia ve ister de Ehli Sünnet olsun, eğer Allahu
Tealanın kaderi değiştirdiğine inanmasaydık, fazla namaz ve dualarımızın ne
faydası olurdu? Yine hepimiz, Allahu Tealanın Peygamberler vesilesi ile ahkamını
değiştirip şeriatları neshettiğine ve hatta Hz. Resulullah (s.a.a)’in şeriatinde
bile nasih ve mensuh olduğuna inanmaktayız. Buna göre bedaya inanmak küfür
olmadığı gibi dinden çıkmak demek de değildir. Bu yüzden Ehli Sünnetten
bazılarının bu konuda şiayı eleştirip itirazda bulunmak gibi bir hakları yoktur.
Bütün içtenlikle tüm Müslümanların ihtilaf ettikleri ve tartıştıkları
meselelerde hak, adalet ve aklın egemenliğini kabul edecek ölçüde
ilerlemelerini, duygusallık, bağnazlık ve taassubu bir kenara atarak, Kur’anı
Kerimden insafa riayet etme ilkesini öğrenmelerini temenni ederiz. Allahu Teala
bu doğrultuda Resulüne vahy ederek
bağnaz insanlara şöyle söylemesini emrediyor; “Biz veya siz hidayet yada açık sapıklık
üzereyiz.”[631]
Allah Resulü Müşriklere bile
değer verip insafı öğretmek için, tartışma makamında kendisini onlarla aynı
mertebeye indiriyor ve onlardan, eğer doğru konuşuyorlarsa delil getirmelerini
istiyor. İnsanlar bu yüce değerlerden ve bu güzel ahlaktan ne kadar da uzak
kalmışlardır.
Bu satırların tüm okuyuculara
ışık yolu tutması ümidiyle....
PEYGAMBERDEN SONRAKİ HALİFELER.
Peygamber (s.a.a) bir çok
defa muhtelif mekanlarda kendisinden sonra ki, halifelerin, bazı zamanlar
sayılarını ve bazı zamanlarda isimlerini açık bir şekilde beyan buyurmuşlardır.
Hatta bunların hangi soydan olduklarını da açıklamışlardır. Ehli Sünnet ve Şia
kaynaklarında bulunan bu rivayetler Şia mektebinin doğruluk ve haklılığını
gösterir.
Halifelerin Kureyş’den olması
gerektiğini gösteren hadisler olmasına rağmen Ehli Sünnet, Kureyşi olmayanıda
halifeliğe caiz görmektedirler. Bu görüş Ehli Sünnetin kendi kitaplarında
naklettikleri ile muhaliftir.
Buhari ve Müslim Abdullah b. Ömer’den şöyle
naklederler; Resulü Ekrem (s.a.a) şöyle buyurdular; “Dünyada iki kişi dahi
kalmış olsa, her zaman bu emir (dinin emri) Kureyş’de olacaktır.”
[632]
Bu rivayet Salebide kendi
tefsirinde Zuhruf suresinin 44. Ayetini tefsir ederken nakletmiş ve aynı şekilde
Hamidi’de “El-Cem’u beyn-es Sahiheyn” adlı eserinde 169. numarada Abdullah b.
Ömer’den bu rivayeti ve bu rivayetin benzerlerini nakletmiştir.
Cabir b. Semure Resulü Ekrem (s.a.a)’in şöyle
buyurduğunu nakletmiştir; “Benden sonra on iki tane emir olacaktır.” Daha sonra
bir şey söyledi ama ben duymadım, babamdan sorduğumda, babam, Allah Resulünün
“Onların hepsi Kureyş’den dir” diye buyurduğunu bana söyledi.[633]
Aynı hadisi Ahmed b. Hanbel’de Müsnedinde
nakletmiştir.[634]
Buhari İbni Uyeyne’den Resulü
Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmiştir; “On iki kişi insanlara hüküm
etmedikçe onların işleri ilerlemeyecektir.” Daha sonra bir şey söyledi ama ben
duyamadım, babama sordum, O Resulü Ekrem(s.a.a)’in şöyle buyurduğunu söyledi;
Onların tamamı Kureyş’den dir.
Müslim kendi Sahihinde şöyle naklediyor; Cabir b.
Semure diyor ki; Babam ile birlikte Allah Resulünün yanına gittik, O Hazret
şöyle buyuruyordu; “Bu işe (İslam dinine) on iki halife emirlik etmedikçe bu iş
sonuçlanmayacaktır.” Daha sonra yavaşça bir cümle söyledi ama ben duyamadım.
Babamdan Peygamberin ne söylediğini sorduğumda, O şöyle buyurduğunu söyledi;
“Onların hepsi Kureyş’den dir.”[635]
Başka bir rivayette Resulü Ekrem (s.a.a) efendimiz
şöyle buyuruyor; “Kureyş’den on iki kişi bu dine halifelik ettiği müddetçe bu
din kıyamete kadar daima ayakta kalacaktır.”[636]
Bu rivayeti Ahmed b. Hanbel Müsnedinde
[637]
ve bu rivayetin bir benzerinide Tirmizi kendi Sahihinde[638]
ve İbni Hacer Sevaik’de[639] nakletmişlerdir.
Mesruk şöyle diyor; Bir akşam Abdullah b. Mesud’un
yanında oturmuştuk, o bize Kur-an öğretiyordu. Birisi ona şöyle sordu; Ey
Abdurrahmanın babası, Allah Resulünden hiç sordunuz mu ki, bu ümmetin ondan
sonra kaç tane halifesi olacaktır.?
Abdullah şöyle dedi; Irak’a geldiğim günden beri hiç kimse benden bu soruyu
sormamıştı. Evet, Allah Resulünden sorduk, O Hazrette şöyle buyurdu;
“Benden sonra İsrail oğullarının nakibleri sayısınca on iki halife
gelecektir.”[640]
Süleyman Kunduzi
Yenabi-ul Mevedde adlı kitabının 77. b abını bu konuya ayırmış ve bu
konuda, Tirmiziden , Müslimden Ebu Davud’dan, Seyyid Ali Hemdani’den ve
diğerlerinden bir çok hadis nakletmiştir. Örneğin, yahya b. Hasan Fakih Ümde
adlı eserinde yirmi tarihden naklederek şöyle diyor; Doğrusu, Peygamberden sonraki halifeler
on iki tanedin ve hepside Kureyşden dir. Yine Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi
ve Hamidi Allah Resulünün şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir; “Benden sonraki halifeler on iki tanedir
ve hepside Kureyşten dir.”
[641]
Bazı rivayetlerde de Onların hepsi
“Beni Haşimden dir” diye naklolunmuştur.[642]
Kunduzi şöyle diyor; Bazı muhakkikler şöyle
demişlerdir; Peygamberden sonra on iki halifenin imametine delalet eden hadisler
meşhurdur. İnsan bu hadislerden, Resulü ekrem (s.a.a)’in kendisinden sonra on
iki Ehlibeyt İmamını kendi yerine bıraktığını anlamaktadır. Zira hadisleri
Resulü Ekrem (s.a.a)’den sonra ki sahabeden olan halifelere tatbik etmek mümkün
değildir. Çünkü Allah Resulü on iki kişi tayin etmiştir, ama onlar dört kişiden
fazla değillerdi. Beni Ümeyye den olan halifelere de tatbik etmek doğru
değildir. Çünkü onlar da on iki kişiden fazlaydılar ve bunun yanısıra
Ömer b. Abdullah Azizin dışında onların hepsi zalim ve cani idiler ve Beni
Haşimden de değildiler. Oysa bazı rivayetlerde Resulü Ekrem (s.a.a) “Onların
hepsi Beni Haşimden dir” diye buyurmuştur. Bu rivayetleri Beni Abbas
halifelerine de tatbik etmek mümkün değildir. Çünkü onlarında sayısı on ikiden
fazla idi. Bunlar asla Ehlibeyt hakkında Allah’ın emrine riayet etmediler. Zira
Allahu Teala şöyle buyuruyor; “Deki ben buna (Risalete) karşılık sizden
yakınlarımı sevmenizden başka bir ücret istemiyorum.”[643]
İşte bu sebeplerden dolayı, Resulü Ekrem (s.a.a)’den
nakledilen rivayetler Resulü Ekrem (s.a.a)’in itretinden olan on iki Ehlibeyt
imamlarına tatbik olunmalıdır. Çünkü onlar kendi zamanlarının en alim, yüce,
takvalı insanlarıydı. Onlar haseb ve neseb yönünden en iyi ve Allah’ın katında
en kerim olanlardı. Onların ilimleri babaları vesilesi ile cedleri olan Resulü
Ekreme dayanıyordu. İlim ehli olanlar onları bu şekilde tanıtmışlardır.[644]
Evet, Şia’da bu on iki emir
veya halife hadislerine dayanarak, bunların ehlibeyt imamları, ve bunların
Kureyş veya Beni Haşimden olduklarına istidlal etmişlerdir. Çünkü Ehli Sünnetin
söylemiş oldukları Hülefa-i Raşidin on iki kişi olmadıkları gibi Beni Ümeyye ve
Beni Abbas halifeleride on iki ile sınırlı değildi.
Merhum Seyyid b. Tavus şöyle
diyor; Abdullah b. Muhammed b. Abdullah b. Ayyaş’a ait “Müktezab-ul Eser fi
İmamet-il İsna eşer” adında bir kitap gördüm. Bu kitap yaklaşık kırk sahife idi.
O kitapda Resulü Ekrem’den naklolunan on iki İmam hadisleri ve onların isimleri
naklolunmuştur.
Ehteb Harezmi Ebu Selma’dan
Peygamber (s.a.a)’in miracını anlatırken, Resulü Ekrem (s.a.a)’in şöyle
buyurduğunu nakletmiştir; “Ey Muhammed, yer ehline bakıp onların arasından seni
seçtim ve senin için kendi ismimden sana isim verdim. Ben zikr olunduğum zaman
sende zikr olunacaksın, ben Mahmud’um ve sende Muhammed’sin. Sonra ikinci defa
bakıp onların arasından Ali’yi
seçtim, onada kendi ismimden bir isim verdim. Ben “Ala”yım ve oda Ali’dir. Ey
Muhammed, seni, Ali, Fatıma, Hasan, Hüseyin ve Hüseyn’in zürriyesinden olan
diğer imamları kendi nurumdan yarattım ve sizin vilayetinizi yer ve gökler
ehline sundum, kabul edenler benim katımda müminlerden ve inkar edenler ise
kafirlerden dir.
Ey Muhammed, kullarımdan bir
tanesi azaları birbirinden koparcasına bana kulluk eder. Ve sonra sizin
vilayetinizi inkar ederek bana doğru gelirse, sizin vilayetinize ikrar etmediği
müddetçe asla onu bağışlamayacağım.
Ey Muhammed onları (kendi itretini) görmeyi ister
misin? Ya Rabbi, evet dedim. Şöyle buyurdu; Arşın sağ tarafına bak. Oraya
baktığımda şunları gördüm; “Ali, Fatıma, Hasan, Hüseyin, Ali b. Hüseyn, Muhammed
b. Ali, Cafer b. Muhammed, Musa b. Cafer, Ali b. Musa, Muhammed b. Ali, Ali b.
Muhammed, Hasan b. Ali, ve Mehdi.” Buyurdu ki, “Ey Muhammed, bunlar benim
hüccetlerimdir. Bu (Mehdi) senin itretinin kanını isteyecektir. Ey Muhammed,
izzet ve celalime yemin olsun, O (Mehdi) ....benim düşmanlarımdan intikam
alacaktır.”
[645]
Yine Harezmi kendi kitabında İbni Şazan’dan Resulü
Ekremin, İmam Hüseyni öperek ona şöyle buyurduğunu nakletmiştir; “Sen seyidin
oğlu seyitsin, sen seyitlerin babasısın, sen İmamın oğlu İmamsın ve İmamların
babasısın, sen Allah’ın hüccetisin ve Allah’ın hüccetinin oğlusun ve Allah’ın
hüccetlerinin babasısın. Dokuz tane hüccet senin sülbundan dır, onların
dokuzuncusu onların “Kaimi” dir.”[646]
Görüldüğü gibi Ehli Sünnet
kaynaklarında da sadece on iki İmam veya emir açıklanmamış aksine onların
isimleri de teker teker beyan olunmuştur.
Bu konuda Ehli Sünnet
kaynaklarında naklolunan rivayetlerin sayısı fazladır.
Kunduzi Hanefi, Şeyh-ül İslam Hemuyeni’nin Feraid-us Simtayn’ından, İbni
Abbas’dan şöyle naklediyor; Nasel adında bir yahudi Allah Resulünün huzuruna
gelerek, tevhid hakkında bir takım sorular sordu. Hazret o soruların tamamına
cevap verdikten sonra, Nasel ikna olup islam getirdikten sonra şöyle dedi; Ya
Resulullah , her Peygamberin bir vasisi vardır, sizin vasiniz kimdir.? Şöyle
buyurdular; Benim vasim Ali b. Ebi Talib’dir, ondan sonra kızımın çocukları olan
Hasan ve Hüseyin’dir, onlardan sonra Hüseynin sülbundan olan dokuz İmamdır.
Nasel şöyle dedi; Onların
isimlerini bana söylemenizi temenni ederim. Hazret şöyle buyurdular; Hüseyin’den
sonra, Ali, Ali’den sonra, Muhammed, sonra Cafer, sonra Musa, sonra Ali, sonra
Muhammed, sonra Ali, sonra Hasan ve Hasan’dan sonra da Muhammed Mehdi’dir ve
bunlar on iki tanedir.
Daha sonra, Nasel onların nasıl şehit olacaklarını
sorup, cevaplarını aldıktan sonra Allah’a, Resulüne ve Resulden sonra ki
İmamlara şahadet getirdi.”[647]
Yine Hafız ve Hace Kelan Yenabi-ul
Mevedde de Harezmi’nin
Menakib’inden Cabir b. Abdullah Ensariden şöyle naklederler; Cendel b.
Cünade b. Cübeyr adında bir yahudi Resulü Ekrem (s.a.a)’in huzuruna gelerek,
tevhid hakkında sorular sorup ikna edici cevaplar aldıktan sonra şahadet getirip
Müslüman oldu ve şöyle dedi; Geçen gece rüyada Hz. Musanın hizmetine gittim bana
şöyle dedi; Hatem-ül Enbiya Muhammed (s.a.a)’in eli ile islam getir ve ondan
sonra ki vasilerine tutun. Allah’a şükürler olsun ki beni islam dini ile
şereflendirdi. Şimdi bana, senin vasilerinin kim olduklarını söyle de, onlara
tutunayım. Hazret şöyle buyurdular; Benim vasilerim on iki kişidir.
Cendel şöyle dedi;
Doğrudur, bende Tevratta böyle görmüşüm, onların isimlerini bana beyan
buyurmanız mümkün müdür.?
Resulü Ekrem (s.a.a) şöyle
buyurdular; Onların birincisi evliyaların efendisi, İmamların babası Ali, ondan
sonra onun iki evladı Hasan ve Hüseyin dir. Sen bu üçünü göreceksin ve ömrün
tamam olacaktır. Zeyn-ül Abidin dünyaya geldiğinde, senin bu dünyadan alacağın
en son azık bir yudum süttür. Bunlara sarıl, sakın olaki cahillerin cehaleti
seni kandırmasın.
Cendel şöyle dedi; Ben Peygamberlerin kitaplarında Ali, Hasan ve Hüseynin
isimlerini “İlya, Şeber ve Şübeyr” olarak gördüm. Lütfen diğerlerinin isimlerini
beyan ediniz; Resulü Ekrem (s.a.a) şöyle buyurdular; “Hüseyn’in müddeti tamam
oldu mu, onun oğlu Ali İmamdır ve ondan sonra onun oğlu Muhammed İmamdır ve
sonra onun oğlu Cafer İmamdır ve ondan sonra onun oğlu Musa İmamdır ve sonra
onun oğlu Ali İmamdır ve sonra onun
oğlu Muhammed İmamdır ve sonra onun oğlu Ali İmamdır ve sonra onun oğlu Hasan
İmamdır ve sonrasında da onun oğlu Muhammed Mehdi İmamdır. Bunların dokuzuncusu
Muhammed Mehdi gaybete çekilecektir, yeryüzü zulüm ve adaletsizlikle dolduktan
sonra zuhur edecek ve yeryüzünü adaletle dolduracaktır. Ne mutlu onun gaybeti
döneminde sabredenlere, ne mutlu onların Muhabbetine sahip olan takvalılara.”
[648]
İşte naklolunan bu bir kaç
rivayet konunun ispatı için yeterlidir. Bundan fazla rivayetleri görmek
isteyenler, Harezmi’nin Menakibine, Kunduzi Hanefinin Yenabi-ul
Meveddesine, Hemuyeni’nin Feraid-us
Simtayn’ına, İbni Meğazili Şafiinin Menakibine, Mir Seyit Ali Hemdani Şafiinin
Meveddet-ül Kübrasına, Sebt b. Cevzinin Tezkiresine ve Ehli Sünnetin diğer büyük
alimlerinin kitaplarına müracaat edebilirler.
KURTULUŞ 12 İMAM’A UYMAKTADIR.
Zamehşeri Hanefi Resulü Ekrem (s.a.a)’den şöyle
nakletmiştir; Fatıma benim kalbimin huzurudur, iki evladı kalbimin meyvesidir,
kocası gözlerimin nurudur, onun evlatlarından olan İmamlar Allah’ın eminleridir
ve Allah ile mahlukat arasında uzanan iplerdir, kim onlara tutunur ve tabi
olursa kurtulur ve onlara muhalefet eden helak olur.”[649]
Mesud Sicistani Resulü Ekrem (s.a.a)’den şöyle
naklediyor; “Kim benim gibi yaşamak
‘Adn’ cennetinde sakin olmak istiyorsa Ali’yi ve ondan sonraki zürriyesini kabul
etmelidir. Doğrusu onlar bu ümmeti hidayet yolundan saptırmazlar ve onları
dalalete götürmezler.”[650]
İbni Ebil Hadid, Hilye’nin sahibi Ebu Naim’den ve
bazıları da “Fezail-i Ahmed b.
Hanbel” den Resulü Ekrem(s.a.a)’in
şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir; “Kim benim gibi yaşamak, benim gibi ölmek ve
Rabbimin bana vade verdiği ‘Adn’
cennetinde sakin olmak istiyorsa benden sonra alinin vilayetini seçmeli ve onun
evlatlarından olan İmamlara tabi olmalıdır. Doğrusu onlar benim itretimdir,
onlar benim tiynetim den yaranmışlardır. Allah benim ilmimi onlara rızık
vermiştir. Vay olsun ümmetimden onları yalanlayanlara.... onları haklarına
riayet etmeyenlere. Allah benim şefaetimi onlara ulaştırmasın.”[651]
12 İMAM
HADİSLERİ’NİN TEFSİRİ VE BU KONUDAKİ GÖRÜŞLER.
12 Emir, veya İmam veya
halife ünvanında naklolunan rivayetleri birçok ravi ve hadisçi nakletmişlerdir.
Bu rivayetler tevatür derecesinde olup, güvenilir rivayetlerdir.
Bu tür rivayet ve hadislerde
Ehli Sünnet alimleri ve hadisçileri çıkmaza düşmüşler ve kendi inanç ve
kavramlarında buna belirli bir anlam bulamamışlardır.
Şöyle ki, bu on iki kişi
kimlerdir? Nasıl olabilirde kıyamete kadar peş peşe
on iki kişi gelir ve kıyamete kadar baki kalabilirler. ? İslam’ın izzet ve
yüceliği bu on iki kişiye bağlı olan bu zatların hangi vasıf ve sıfatları
bulunması gerekir.? Acaba herkes bulunmuş olduğu şahsiyet konumunda bu makama
sahip olabilir mi yoksa bunların adil olmaları mı gerekir.?
Meşhur fakih İbni Arabi
Süneni Tirmizi’nin şerhinde şöyle diyor; “Resulü Ekrem (s.a.a)’den sonraki
halifeleri saydığımızda, şunları görüyoruz;
1-
Ebu Bekir,
2-
Ömer,
3-
Osman,
4-
Ali,
5-
Hasan,
6-
Muaviye,
7-
Yezid b. Muaviye,
8-
Muaviye b. Yezid,
9-
Mervan,
10-Abdul Melik b. Mervan,
11-Velid,
12-Süleyman,
13-Ömer b. Abdul Aziz,
14-Yezid b. Abdul Melik,
15-Mervan b. Muhammed b. Mervan
16-Seffah,
17-Mensur.”
İbni Arabi bu şekilde sayarak, kendi zamanına kadar
(h. 543) yirmi yedi tane daha şahıs zikrederek şöyle diyor; “Eğer biz
halifeliğin başlangıcından sayacak olur ve zahirde Nebevi hilafete sahip
olanları hesap edersek Süleyman b.
Abdul Melike kadar on iki kişi olmuş olur. Ama gerçek de ve manası ile Nebevi
hilafete sahip olanları (Adil olanları) sayacak olursak, onlar beş kişiden fazla
olmayacaktırlar ve onlar ilk dört halifeden ve Ömer b. Abdul Aziz’den
ibarettirler. İşte bu sebepten dolayı ben bu hadis için bir mana ve anlam
bilemiyorum.”[652]
Ehli Sünnet mezhebinin meşhur hadisçisi Gazi Ayyaz,
on iki kişiden fazlası hilafete yetişmiştir sorusunun karşısında, şöyle diyor;
“Bu söz batıl bir itirazdır. Zira Peygamber (s.a.a)
on iki kişiden başkası hilafete gelmeyecektir diye buyurmamıştır. Hayır,
o böyle bir sayının olacağını buyurmuştur ve böyle bir sayıda olmuştur. O
Hazretin bu sözü halifelerin bu sayıdan fazla olmayacağını göstermemektedir.”[653]
Başka bir alim şöyle diyor;
Peygamber (s.a.a)’in maksadı şudur; İslam hayatının bütün dönemlerinde kıyamete
kadar on iki tane halife olacaktır. Bunlar hakka amel edeceklerdir ve bunların
bir bir ardıca, peş peşe gelmeleri de şart değildir.
O şöyle diyor; On iki
halifeden maksat, dört halife, Hasan, Muaviye, Abdullah b. Zübeyr ve Ömer b.
Abdul Aziz’dir. Mehdi Abbasi’yi de (h. 127-169) bunlara ilave etmek mümkündür.
Zira o Abbasiler arasında, Emeviler arasında bulunan Ömer b. Abdul Aziz gibidir.
Ve yine zahir’ide (Abbasi halifelerinden bir diğeri) adalet ve insafından dolayı
eklemek mümkündür. Neticede iki kişi baki kalmaktadır ki, onlardan bir tanesi
Ehlibeytten olan Mehdi’dir ve diğerinin de kim olduğu belli değildir.
Başka bir sözde şöyle demişlerdir; Peygamber
(s.a.a)’in bu hadisteki maksadı şudur; Hilafetin0 izzeti ve görkemi, İslam’ın
kudreti ve onun işlerinin düzeni döneminde on iki tane halife olacaktır. İşte
bundan dolayı Peygamberin
nazarındaki halifeler o insanlardır ki, İslam onların zamanında aziz’dir ve
bütün Müslümanlar onlar hakkında görüş birliğine varmışlardır.
[654]
Ehli Sünnetin meşhur hadisçi ve şerhçisi olan Beyhaki
bu görüşü açıkladıktan sonra şöyle diyor; “Bu rakam mezkur sıfatlar ile Velid b.
Yezid b. Abdul Melik’in döneminde tamamlanmış ve o zamandan sonra ortalık
tamamen karışmış ve sonrasında Abbasiler halifeliğe gelmişlerdir. Elbette mezkur
sıfatları bir kenara bırakacak olursak on iki kişiden fazla olacaktır.”[655]
Başka bir görüş ve açıklamada
şöyle denilmiştir; Halifeliğe gelenler arasında ilk üç halife hakkında ittifak
vardır. Bunlardan sonra Hz. Ali’dir ki oda Sıffiyn’deki hakemlik dönemine kadar
böyleydi. O günden sonra Muaviye kendisine halife unvanı ve ismini verdi.
(Dolayısıyla Ali’deki ittifak
ortadan kalkmış olur.)
İmam Hasanın sülhundan sonra
her kes Muaviye üzerinde birleşti. Ondan sonra oğlu Yezid’de ihtilaf vücuda
gelmedi. Hüseynin işi ve hilafeti de bir düzene girmedi ve çok kısa bir zamanda
öldürüldü. yezidin ölümünden sonra kimin halife olacağında yine ihtilaf ettiler.
Böylelikle, sıra Abdul Melik b. Mervanın hilafetine geldi ulaştı. Onun hususunda
umumi bir görüş birliğine varıldı. Elbette, bu görüş birliği Abdullah b. Zübeyr
(h. 73)’in öldürülmesinden sonra sağlandı. Abdul
Melik’ten sonra, onun dört oğlu hususunda hilafette ihtilaf olmadı. Onlar
şunlardan ibarettirler; Velid, Süleyman, Yezid ve Hişam. Süleymanın vasiyeti
üzerine Ömer b. Abdul Aziz hilafete geldi. Bu gruptan halkın ittifak ettiği on
ikinci kişi Velid b. Abdul Meliktir ve o dört yıl hilafette kalmıştır.
Şafii mezhebinden olan büyük hadisçi ve meşhur fakih
İbni Hacer şöyle diyor; “Mezkur hadisler hakkında yapılan en iyi yorum bu
yorumdur.”[656] Sekizinci asrın meşhur tarihçi, hadisçi
ve müfessiri İbni Kesir şöyle diyor;
Beyhaki ve ona uyanların
görüşü ki, “Halifeler hadisinden maksat bir biri ardınca, fasık Velid b. Yezid
b. Abdul Melike kadardır.” Üzerinde durulması gereken bir görüştür. Bu konunun
beyanına göre, nasıl hesap edersek edelim halifeler Velidin dönemine kadar bu
sayıdan fazla olmaktadırlar. Şöyle ki, Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Alinin
hilafetinde görüş birliğine varılmıştır. Onlardan sonra da, Hasan b. Ali
gelmektedir. Zira Ali o ve hilafeti hakkında vasiyet etmiş ve Irak’lılarda ona
biat etmişlerdir. Muaviyeden sonra Yezid ve ondan sonra Muaviye b. Yezid sonra Mervan ve sonra Abdul Melik b.
Mervan ve sonra ömer b. Abdul aziz ve sonra Yezid b. Abdul Melik ve sonra da
Hişam b. Abdul Melik halife oldular. Böylelikle bu grup on beş kişi
olmaktadırlar. Velid b. Yezid b. Abdul Melik (Beyhakiye göre on ikinci kişidir)
bunlardan sonra gelmektedir. Eğer abdullah b. Zübeyr’in hükümetini Abdul Melikten önce hesap edersek on altı kişiye ulaşmış
olur.
Bu sakıncalı hallerin
tamamının yanı sıra, Peygamber (s.a.a)’in beğenisi içerisinde olan bu on iki
halifeye Yezid b. Muaviye de dahil olmakta ve büyük şahsiyetlerin övgüsü ne
şayan olan Ömer b. Abdul Aziz gibi birisi hariç olmaktadır. Oysa o, hülafai
raşidinden hesap olunan birisidir. Herkes onun adaletinde görüş birliğine varmış
ve onun hükümetinin İslam da en adil hükümet
olduğunu kabul etmişlerdir.
Eğer birisi, biz ümmetin icma
ettiklerini nazara alıyoruz, diye söylese, o zaman bir çıkmaza düşmüş olur. Hz.
Ali ve evladını halifelerden saymamamız gerekir. Zira halk onların hilafetinde
ittifaka varmadılar ve Şamlılardan hiçkimse hilafette bunlara biat etmediler.
İbni Kesir bu sözün
arkasından şunları ekliyor; Alimlerden bir tanesi on iki halife sayısına
Muaviyeyi, Yezidi ve Muaviye b. Yezidi hesaba almış,Mervanı ve Abdullah b.
Zübeyri hesaba katmamıştır. Zira ümmet bunlardan hiçbirisinde ittifak
etmemiştir.
Ben şöyle diyorum;
halifelerin sayısında bu görüşü kabul edecek olursak, onları şu şekilde saymamız
ve sıralandırmamız gerekir:
Ebu Bekir,
Ömer,
Osman,
Muaviye,
Yezid,
Abdul Melik,
Velid b. Süleyman,
Ömer b. Abdul Aziz,
Yezid ve Hişam,
Ki, bunlar on kişi olmaktadırlar. Bunlardan sonra,
fasık olan Velid b. Yezid b. Abdul Melik gelmektedir. Ama bu görüşü kabul etmek
mümkün değildir. Zira, o zaman Ali ve evladı Hasanı bu on iki kişiden çıkarmamız
icab eder. Buda Ehli Sünnet ve Şia alimlerinin açıklamalarının hilafınadır. Yine
Sefine’nin Peygamberden naklettiği rivayetin hilafınadır ki, o rivayet şudur;
“Benden sonra hilafet otuz yıldır ve ondan sonra cani bir padişah gelecektir.”[657]
İbni Cevzi bu hadisler
hususunda iki tane yorum getirmiştir;
1-
Resulü Ekrem (s.a.a) efendimiz kendisinden ve sahabesinden sonraki hadiselere
işaret etmiştir. Gerçekte O Hazretin sahabesi bu konuda O Hazretle bir
eşittirler. Peygamber kendisinden sonraki hükümetlerden haber vermiş ve bu
sözleriyle bu hükümetlerde bulunan halifelerin sayısına işaret etmiştir. Şayet
“Din daima aziz kalacaktır.”cümlesinden maksat şudur; On iki halife vücuda
geldiği müddetçe din daima aziz ve sabit kalacaktır. Ve bu zamandan sonra ortam
bozulacak ve şartlar zorlaşacaktır. Peygamberin halifelerinin grubundan ilki
Ümeyye oğullarından Yezid b. Muaviye ve sonuncusu Mervandır. Ve bunların sayısı
on üçtür. Bu sayıda Osman, Muaviye ve Abdullah b. Zübeyr hesaba alınmamıştır.
Zira bunlar sahabedendirler. Buna göre, eğer o sayıdan Mervan b. Hikemi çıkacak
olursak (Zira onun sahabe oluşunda tereddüt vardır.) (Veya o hilafeti zor ve baskı ile ele
geçirdiği için onun zamanındaki insanlar kendi razılıkları ile Abdullah b.
Zübeyr’e biat etmişlerdi.) O zaman on iki sayısı tamamlanmış olur.
Hilafet Beni Ümeyyenin elinden çıktıktan sonra büyük
fitneler, tehlikeler ve hadiseler ortaya çıktı. Bu durum Abbasiler hilafeti
ellerine geçirene kadar devam etti. Ondan sonra da hilafette açık değişiklikler
meydana geldi.”[658]
İbni Hacer Feth-ul Bari kitabında bu sözü
naklettikten sonra, onu reddedip onun sakıncalı yönlerini zikrediyor.”[659]
2-
On
iki kişinin üstleneceği bu hilafetin ahir-uz
Zamanda zuhur edecek olan Mehdi’nin zamanından sonra olması ihtimalide
vardır.
Ben Danyal’ın kitabında
şunları gördüm; Mehdi dünyadan gittikten sonra İmam Hasanın evlatlarından beş
kişi ve İmam Hüseynin evlatlarından da beş kişi hilafete gelecektir. Bu gruptan
en son kişi İmam Hasanın evlatlarından birisinin onun
yerine geçip halifelik yapmasını vasiyet edecektir. Ondan sonra da, onun oğlu
hilafeti üzerine alacaktır. Böylelikle on iki tane emir tamamlanmış olacaktır.
Ve bunların hepside hidayet bulan imamlardırlar.
İbni Cevzi bu açıklamadan sonra şunları ekliyor;
Rivayetlere göre de, ondan (Mehdi) sonra on iki kişi hükümete yetişeceği
naklolunmuştur. Bunlardan altı tanesi İmam Hasan’ın evlatlarından, beş tanesi
imam Hüseyn’in evlatlarından ve bir tanesi de diğerlerinden olacaktır. O zaman o
ölecek ve zaman bozulacaktır.[660]
İbni Hacer Haysemi bu hadis hakkında şöyle diyor; Bu rivayet, gerçekten gevşek rivayettir.
Öyleyse ona itimat olunmaz.[661]
Alimlerden diğer bir grubu
ise şöyle demişlerdir; Resulü ekrem (s.a.a) efendimiz bu hadisle kendisinden
sonraki şaşılacak şeyleri, fitneleri, fesatları... haber vermiştir. Şöyle ki, o
zamanlarda halk aynı anda on iki kişi etrafında toplanacaklardır. Eğer Peygamber
bu mananın dışında başka bir şeyi irade etmiş olsaydı, kesinlikle şöyle
buyururdu; On iki tane emir olacaktır ki her biri şöyle-böyle yapacaktır. Oysa
bu kişiler hakkında hiçbir açıklama yapmamıştır. Buradan anlaşılan şudur ki; O
Hazretin maksadı, bu halifelerin bir zamanda gelmeleridir.
Bunların yanı sıra şunları
eklemişlerdir; Önceden verilen bu haber beşinci asırda vuku bulmuş ve
gerçekleşmiştir. Zira o asırda Endülüs’te
sadece altı kişi yaşıyordu ki, her biri kendisinin halife olduğunu
söylüyorlardı. Bu altı halifenin yanı sıra Mısır’da
Fatimi halifesi ve Bağdat’ta da Abbasi halifesi bulunmaktaydı. Yine hilafet
iddiasında bulunan hariciler ve bu asırda kıyam edipte Abbasilerin sultası
altından çıkan ve dolayısıyla hükümet ve hilafet talebinde bulunan Alevilerde
hesap olunmaktadırlar.
İbni Hacer askalani bu sözü naklettikten sonra şöyle
diyor; Bu söz, sadece Buhari’nin özet haline gelen rivayetlerine iktifa edipte,
halifeler hakkında geniş açıklamalar yapan diğer hadis kaynaklarından haberdar
olmayanlara aittir. Nitekim halifelerden olan bu fazla grubun varlığının kendisi
ayrılığın unsurudur. Öyleyse Peygamberin murad ve maksadı bu olmuş olamaz.[662] Mezkur
hadisler hakkında Ehli Sünnetin alimlerinin açıklamaları bunlardan ibaretti.
BU RİVAYETLERİN HAKİKİ MANASI.
Dikkatli ve derin bir görüş
ile bu hadislerden anlaşılan aşağıdakilerden ibarettir.
1-
Peygamber efendimizden sonra o Hazretin halifeleri on iki kişidirler ve bunların
tamamıda Kureyş’dendirler.
Bu iddiamızda ki delilimiz hadisi şeriflerde geçen açık kelimelerdir. Örneğin, hadisde şöyle
buyuruluyor; Bu ümmet için on iki tane emir olacaktır ve bunların tamamıda
Kureyş’ten dir.[663] Veya şöyle buyrulmuştur; “Bu ümmete on
iki tane halife emirlik edecektir.”
[664] veya “Benden sonra on iki halife
olacaktır ve hepside Kureyş’dendir”
[665]
“Benden sonra on iki halife olacaktır”, “Bu ümmed için on iki halife olacaktır”.
Cümleleri ve buna benzer cümleler kesinlikle bu ümmetin halifelerini on iki de
sınırlamıştır.
2-
Bu
İmamlar ve halifeler daima birbiri ardınca her zaman ümmetin arasında
olacaklardır. Bu sözün delili ise aşağıdakilerden ibarettir:
Müslim kendi sahihinde Resulü Ekrem (s.a.a)’in şöyle
buyurduğunu naklediyor; Yeryüzünde iki kişi dahi kalsa, halifelik işi Kureyşin
elinde olacaktır.[666]
Ehli Sünnetin en muteber kaynaklarında naklolunan bu
rivayet, halifelerin birbirleri arasında zaman fasılası olmadığını ve onların
birbiri ardınca dünyanın sonuna kadar geldiğini açıkça net bir şekilde
göstermektedir. Daha önce naklettiğimiz hadislerde açıkça bunu göstermektedir. O
hadislerden bir tanesi şudur; “Sizlere on iki kişi halifelik ettiği müddetçe bu
din kıyamete kadar baki kalacaktır.”[667]
Bu hadis açıkça, net bir
şekilde on iki halife ile birlikte İslam dininin kıyamete kadar ayakta
kalacağını göstermektedir. Şöyle ki, Peygamber (s.a.a)’in buyuruğuna göre İslam
dini kıyamete kadar baki kalacaktır ve bu müddet On iki halifenin asrı ve
zamanıdır. Dolayısıyla bu zamanla içiçe olması ve uyum sağlayabilmesi için o
halifelerden birisinin ömrünün çok uzun olması gereklidir.
BU HADİS NEDEN VE
NASIL TAHRİF’DEN UZAK KALMIŞTIR?
Naklolunan bu hadislerin bu
güne kadar naklolunup’ta zalim cani ve sahte halifeler döneminden, özellikle
Emeviler zamanından naklolunarak geçipde, bu güne kadar sahih olarak kalması
dikkat edilecek hususlardan bir tanesidir.
Bu konuda şunları söylemek
mümkündür; Sahabeler ilk olarak bu hadisleri diğerlerine naklettikleri zaman
halifelerin sayısı az idi. O gün, hilafet tezgahı ileride bu hadislerin izahı ve
tefsiri için hangi zorluklarla karşılaşacaklarını tahmin etmiyorlardı. Eğer o
gün bunu tahmin etmiş olsalardı, hiç şüphesiz bugün bu hadisler Ehli Sünnetin en
muteber ve sahih kitaplarında yer almış olmazdı. Veya tesirsiz kalması için onu
başka bir şekle sokarlardı. Nitekim düzmece hadis makinaları tarafından bir
takım zalim ve sahte halifeleri, yararına birçok nebevi hadislere el uzatılmış,
kimisi tahrif olunmuş, kimisi yakılmış ve kimisi de sansür olunmuştur.
Binaenaleyh, bu hadislerin
naklolunarak yayılmasının sebebi, o gün halifelerin sayısının on iki
olmayışıydı. Şöyle ki, bu hadislerin nakil zamanı
Muaviye veya Yezid b. Muaviyenin dönemine rastlamaktadır. O zamana kadar da
resmi halifelerin sayısı altı veya yediden fazla değildi. İşte bunun için,
hilafet tezgahı bu hadislerin nakledilmesinde herhangi bir tehlike
görmüyorlardı. Halifelerin sayısı on ikiyi aştığı zaman, artık bu hadislerin
nakledilmemesinin veya değiştirilmesinin hiçbir imkanı bulunmamaktaydı.
Hadisler üzerinde yapılan tüm
tefsir ve yorumlardan, hakikate en fazla yakın olan, daha doğrusu gerçeklerle iç
içe olan, Şiaların görüşüdür. Zira Şialara göre, bu hadislerdeki on iki
halifeden maksat, on iki masum İmamdır.
Bu araştırmanın okuyuculara
ışık tutması ümidiyle...
GADİR-İ HUM VE MEVLA
KELİMESİNİN ANLAMI
Bütün Ehli Sünnet ve Şia
müfessir, muhaddis ve müverrihlerin icmasına göre Gadir-i hum olayı Hz. İmam Ali
(a.s) hakkında şöyle gerçekleşmiştir: Hicretin 10. Yılında Resulü Ekrem (s.a.a)
veda haccından dönerken Maide suresi 67. Ayetindeki, Allah’ın emri doğrultusunda
70 bin veya 120 bin hacının huzurunda Gadir-i Hum denilen cadide, Hz. Alinin
kendisinden sonra, hilafet, vilayet ve imametini ilan etmiştir.
Merhum Allame Emini “El-
Gadir” adlı eserinin 1. Cildinin 14. Sayfasından 61. Sayfasına kadar Gadir-i Hum
olayını nakleden 110 sahabenin adını zikretmiştir. Bunun yanı sıra 84 tane
tabiinden ve 361 tanede Ehli Sünnet alimlerinden nakletmiştir.
Bu olayı nakleden Ehli Sünnet
kaynaklarından bazıları şunlardan ibarettir;
1-
Menakib-i İbni Meğazili, s. 27
2-
Sünen-i Tirmizi, c. 5, s. 591
3-
Tefsir-i Dür-Rul Mensur, c. 2, s. 528
4-
Müsnedi Ahmed b. Hanbel, c. 5, s. 355
5-
Tefsir-i Fahri Razi, c. 11, s. 28
6-
Tefsir-i Taberi, c. 4, s. 278
7-
Tefsir-i Keşşaf, c. 1, s. 649
8-
Kenz-ul Ummal, c. 6, s. 154-390
9-
Sahih-i Müslim, c. 2, s. 325
Bazı Ehli Sünnet alimleri
Gadir-i Hum olayını inkar edemedikleri için “Ben kimin mevlası isem Alide onun
mevlasıdır.” Hadisindeki mevla kelimesini ve bu hadisi tahrif etmeye çalışmışlar
ve hadis de geçen mevla kelimesini “Dost” manası ile
eşdeğer tutmuşlardır.
Bu manaya sarılanlar Hz. Ali
(a.s) hakkındaki tarih-i bir gerçeği inkar ve reddedemedikleri için güneş
balçıkla sıvanır zihniyeti ile böyle bir girişim de bulunmuşlardır. Bu zihniyet
ve tahrifata cevap vermeden önce, Arap lisanında mevla kelimesinin hangi
manalara geldiğini zikretsek daha isabetli olur. Mevla kelimesi arap lügatında
genelde on tane anlam ifade eder.
1-
Malik, 2- Köle, 3- Dost, 4- Yardımcı (sözleşmek), 5- Başkasının eliyle Müslüman
olan, 6- Arap olmayan, 7- Evla- ihtiyar sahibi, 8- Amca oğlu, 9- Komşu, 10- İki
yeminci,
Hadis içerisinde geçen mevla
kelimesini yukarıdaki lügat manalarına dayanarak ve birkaç delile göre evla yani
ihtiyar sahibi manasında kullanabiliriz.
1.
Delil: Hadisin baş kısmında Peygamber şöyle
buyuruyor; “Ben Müminlere kendi nefslerinden daha evla (ihtiyar sahibi) değil
miyim.”? Akli ve nakli delillere göre Peygamber Müminlere nazaran ihtiyar
sahibidir. Zira Allah’u Teala Ahzab suresinin altıncı ayetinde şöyle buyuruyor;
“Peygamber Müminlere kendi canlarından daha yakındır.”
2.
Delil: Gadir-i Hum da konu ile ilgili nazil
olan ayet Maide suresinin 67. Ayetidir. Zira insanların dostu olmak onların kargaşa ve fesat
çıkarmasına neden olmaz. Öyle ise neden Peygamber bu emri tebliğ etmekten
endişeye kapılmıştır. Zira bunun mukabilinde yüce Allah Resulüne bu emri yerine
getirmediğin müddetçe Risalet görevini ifa etmemiş olacaksın, diye buyurmuştur.
3.
Delil: Maide suresi üçüncü ayette Allah’u
Teala şöyle buyurmuştur; “Bu gün
sizin dininizi kemale erdirdim ve nimetimi sizlere tamamladım ve sizin için
İslam dinini seçtim, razı oldum.”
Zira dostu ve yardımcıyı
insanlara duyurmak dinin kemale ermesine, nimetin tamamlanmasına ve Allah’ın
İslam dinine razı olmasına neden olmaz.
4.
Delil: Gadir-i Hum olayının gerçekleşme
şeklidir. Peygamberin bir dostunu tanıtmak maksadı ile 120 bin kişiyi namüsaid
bir yerde ve güneşin yakıcı sıcağı altında toplaması mümkün olamaz. Çünkü orası
bir çöl ortası idi. Hatta bu durumun nedenini anlayana kadar, insanlar bile
şaşkınlık içerisindeydiler.
Birde şu noktaya işaret
olunursa gaye ve hedef ortaya çıkacaktır. Oda şudur;
sanki Peygamber daha önce Ali’yi sevdiğini ve onun dostu olduğunu
açıklamamıştır! Allahu Teala Tevbe suresinin 71. Ayetinde şöyle buyuruyor;
“Mümin erkeklerle Mümin kadınlar da bir birlerinin velileridir.”
(Dostlarıdır.)
Bu ayetten sonra
Resulullah’ın o kadar insanı, yanlızca dostunu ilan etmek, duyurmak için
toplamış olması mümkün değildir ve böyle bir amaçla bunu yapmak yanlıştır.
Resulullah da yanlış ve Allah’ın hükmü dışında bir şey yapmayacağına göre mesele
dostu tanıtmaktan çıkmış ilahi emri tebliğ etmek aşikar olmuştur.
5.
Delil: Mearic suresinin birinci ayetinin nüzul
sebebine bakıldığında, hadisde geçen mevla kelimesinin dost anlamında olmadığı
anlaşılır.
Mearic suresinin birinci
ayeti Haris b. Numan-ı Fahri hakkında nazil olmuştur. Ayetin nüzul sebebi kısaca
şundan ibarettir.
Hz. Peygamber (s.a.a)
Efendimiz Gadir-i Hum vadisinde insanların gözleri önünde Hz. Ali (a.s) hakkında “Ben kimin mevlası isem Ali’de onun
mevlasıdır.” Sözünü buyurduktan sonra, bu haber beldelere ve şehirlere yayıldı.
Bunun üzerine Haris b. Numan Peygamber efendimizin huzuruna gelerek şöyle dedi;
Sen bize Allah’ın vahdaniyetine ve kendi Resulluğuna dair şahadet getirmemizi
emrettin, bizde kabullendik ve şahadet getirdik. Sonra bizi Cihada, Hacca,
Oruca, Namaza ve Zekata emrettin bunları da kabullendik. Ama sen bunlara razı
olmadın kalktın birde bu genci (Ali’yi) kendine halife tayin ettin ve “Ben kimin
mevlası isem Ali’de onun mevlasıdır” dedin. Acaba bu söz kendi tarafından mıdır
yoksa Allah tarafından mıdır.?
Peygamber buyurdu ki; Kendisinden başka mabud olmayan
Allah’a andolsun ki bu söz Allah tarafındandır. Haris b. Numan Peygamberden
yüzünü çevirerek şöyle söylenmeye başladı; Ya Rabbi eğer bu söz hak ise kendi tarafından bize gökten taş
yağdır. Bu esnada gökten bir taş düşmüş ve neticede Haris b. Numan ölmüştü. Bu
olaya binaen Mearic suresinin 1. Ayeti nazil olmuştur; “İsteyen biri, istedi
gelip çatacak azabı.”[668]
Yukarıda ki olayı Ehli Sünnet
müfessirleri ve ravileri de az
farklılıklarla nakletmişlerdir. Allameyi Emini El- Gadir adlı eserinde, yukarıda
ki olayı Ehli Sünnetin önde gelen tanınmış otuz tane aliminden nakletmiştir.
Onlardan bazıları şunlardan ibarettir:
1-
Tefsir-u Garib-ul Kur’an, Hafız Ebu
Ubeyd Herevi
2-
Tefsir-u Şifa-us Südur, Ebu Bekir Nekkaş Musuli
3-
Tefsir-u El- Keşf-u Vel Beyan, Ebu İshak Salebi
4-
Tefsir-u Kurtubi, Ebu Bekir Yahya
5-
Feraid-us Simtayn, Hemuyeni
6-
Dürer-us Simtayn, Muhammed Zerendi
7-
Sirac-ul Munir, Şemsuddin Şafii
8-
Sire-i Halebi
9-
Nür-ul Ebsar, Şeblenci
10-Şerh-u Cami-us Sağir, Siyuti
[669]
Bu rivayetten ve olaydan
anlaşılan şudur ki, Peygamberin hadisindeki mevla kelimesi dost anlamında
değildir.
6.
Delil: Hz. Ali (a.s) Gadir-i Hum da ki hadisi Şüra’dakilere zikrederken
Şüra’dakilerin tamamı bunu kabullenmiş ve hadisteki mevla kelimesinin dost
anlamında olduğunu savunmamıştır.
7.
Delil: Hessan b. Sabit’in bu olayın müteakibinde Resuli Ekremden izin isteyip şu
şiiri okumasıdır.
Gadir günü onların Nebisi
onlara nida etti
Dinle Hum da nida eden Resulü
Buyurdu ki sizin mevlanız ve
veliniz kimdir?
Malik bizim mevlamızdır ve
sen bizim Nebimizsin.
Peygamber ona dedi ki, kalk
ya Ali
Doğrusu ben kendimden sonra
senin
İmam ve Hadi olmana razı
oldum.
Öyleyse ben kimin mevlası
isem buda onun mevlasıdır.
Sizler ona sadık
itaatçilerden ve iyi dostlardan olun.
Orda Resul onu sevenleri
sevmeye davet etti.
Ve ona düşman olanlara,
düşman olmayı emretti.
Bu şiirin müteakibinde
Resulullah (s.a.a) Hessana hayır dualarda bulundu. Eğer mevla dost manasında
olsa idi, Peygamber Hessana hayır dualarında bulunmaz, bilakis onu ikaz ederdi.
Zira Hessan okumuş olduğu şiirin bir bölümünde şöyle diyor;
Resulullah Ali’ye şöyle dedi; Kalk ya Ali, kendimden sonra senin imam ve Hadi
olmana razı oldum.
Zikrolunan yedi delilden
anlaşılan şudur ki, inkar edilmesi mümkün olmayan Gadir-i Hum olayındaki
Peygamber efendimizin Hz. Ali (a.s) hakkında buyurmuş olduğu hadisteki mevla,
dost anlamında değil de, evla- ihtiyar sahibi anlamındadır. Ama ne yazık ki,
Emevi elleri ve zihniyeti bu tarihi gerçeği de inkar edemedikleri için böyle bir
tahrif safsatasına düşmüşlerdir.
Okuyuculara ışık tutması
ümidiyle.....
Allahu Teala Kur’anı Kerimde şöyle buyuruyor; “İşte
böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Resulünde size şahit olması için sizi
mutedil bir millet kıldık.”[670]
Yüce ve mukaddes İslam
dininin en belirgin özelliklerinden birisi mutedil ve orta halli olmaktır.
Kur-an-ı Kerimin kendisi İslam ümmetini vasat ümmet olarak tanımlamıştır.
Kur-an-ın bu tabiri ise acaib ve fevkalede
bir tabirdir.
Kur-an-ı Kerime sarılan
milletler, kavimler, topluluklar, ifrat ve tefritlerden, aşırıcılık ve
pısırıkçılıklardan, sağa sola kaymalardan tamamen uzak durmalıdırlar. Kur-an-ı
Kerimin eğitim ve öğretimi daima vasat ve mutedil olmayı öngörür. İslami
toplumlar içerisinde, insanlar genelde üçe ayrılmışlardır. Bazıları ifrat,
bazıları tefrit ve bazıları ise mutedil olma yolunu seçmişlerdir. İslam
tarihinde vüku bulan bir takım şeyler ifrat ve tefrit neticesinde anlamsız bir
şekilde ortaya atılmıştır. Bu ifratçılıkların ismini tek kelime ile cehalet ve
tefritçiliğin ismini ise değerlerden taviz verme olarak nitelemek mümkündür.
İslam dini ilahi hükümlere
teslim olmakla ifa olunur. İslam dininin hükümleri Kur-an-ı Kerim, Peygamber ve
Ehlibeyt imamlarının hadisleri vasıtası ile insanlığa ulaştırılır. Peygamber ve
imamların dönüş noktası da ilahi vahiydir. Biz bu konuyu Tathir ayetinin
tefsirinde ele almıştık. Kısacası ilahi dinin dairesi Kur-an-ı Kerim ve
sünnettir. Müçtehitler dahi fetva verirlerken bu daire içerisindekilere göre
fetva verirler. Dolayısıyla müçtehitlerinde bu daire içerisindeki fetvaları
ilahi olmuş olur. Ama eğer bir insan dini hükümlerde bu dairenin dışına çıkarsa
dini, ilahilikten çıkarmış ve beşeri etmiş olur. O dine artık ilahi demek yanlış
olur. İlahi din ise buna asla cevaz göstermez. Zira aksi taktirde her önüne
gelen kendi mantığına ve meşrebine göre ilahi meselelerde hüküm verir ve
dolayısıyla tek olması gereken yol (sırat-ı mustakim)
teklikten çıkar.
İşte İslam tarihinde ifrat
ederek o sınırın dışına çıkanlardan birisi ikinci halifedir. İkinci halife bir
çoklarına göre aydın düşünüyor ama bu düşüncesinde aşırılık gösteriyordu.
Örneğin, bir konu da Peygamberin hükmü olmasına rağmen, O, “bu hüküm Peygamberin
zamanını bağlar, zaman o zaman değildir. Dolayısıyla biz bu hükmü
değiştiriyoruz”, der. Bunlar neticede din adına yapılan yanlışlıklardır. İşte bu
yanlışlıklardan bir tanesi de ezanda yapılmıştır.
Müslümanlar arasında, ezan
konusunda ki ihtilaflar şunlardan ibarettir; Ehli Sünnet mezhepleri sabah ezanın
da “Esselatu hayrun min-en nevm” (namaz uykudan hayırlıdır.) derler, ama bu
kelimeyi Ehlibeyt mektebine uyanlar söylemezler.
Ehlibeyt mektebine tabi
olanlar ezanda “Heyye elel Hayril amel” (Koşun amellerin
en hayırlısına) derler. Ama Ehli Sünnet mezhepleri bu kelimeyi söylemezler.
Üçüncü olarak da, Ehlibeyt mektebi mensupları ezanda “Eşhedu enne Aliyyen
veliyullah” derler ama Ehli Sünnet mezhepleri bu şahadeti söylemezler. Ezandaki
başlıca ihtilaf bu üç kelimeden ibarettir. Biz bu üç kelime ihtilafını genişçe
sunacak ve yorumu okuyuculara bırakacağız.
İslam
tarihine ve hadislere baktığımızda, Peygamber efendimiz döneminde okunan ezanın
tüm ayrıntıları kelime kelimesine naklolunmuştur. Hadisler içerisinde naklolunanlara göre, o dönemde ezanda
“Esselatu Hayrun min-en Nevm” kelimesine rastlanmamaktadır. Muhakkik ve
hadisçilere göre bu kelime Ebu Bekir’in hilafet döneminde de ezanda yoktu. Bu
şunu gösteriyor ki, Peygamber efendimizin döneminde mezkur kelime ezanın bir
cüz’i değildi. Ama ikinci halife hilafete geldikten bir müddet sonra onun ezanda
okunmasını emretmiştir. Esselatu Hayrun min- en nevm kelimesinin ezandan
olmadığına ve ikinci halifenin bid’atlarından olduğuna dair naklolunan
rivayetler tevatür haddine ulaşmıştır.
Ehli Sünnetin büyüklerinden
ve mezhep imamlarından olan imam Malik Muvatta adlı eserinde konuya binaen şöyle
diyor; Ömerin müezzini, Ömer b. Hattabı namaza seslemek için onun yanına geldi
ama Ömeri uykuda gördü. (Bunun üzerine) “Esselatu Hayrun min- en nevm” (Namaz
uykudan hayırlıdır) diye seslendi. (Ömerde bunu duyunca) bu cümleyi sabah
ezanına yerleştirdi.
Zerkani Muvattaya yazdığı
şerhinde bu kelime hakkında birinci cildin, Ma cae fin nidai Lis- Selat babında
şöyle diyor; Bu meseleyi Dar-u Kutni kendi süneninde
Nafi’den, Abdullah b. Ömerden, ve Ömerden nakletmiştir. Daha sonra şöyle diyor;
Sufyan, Muhammed b. Aclan’dan oda Nafi’den, oda Abdullah b. Ömerden ve oda
Ömerin kendisinden şöyle nakletmiştir ki; Ömer kendi müezzinine şöyle dedi;
Sabah namazında Heyye elel felah kelimesine geldin mi şunu da söyle, “Esselatu
hayrun min-en nevm, Esselatu hayrun min- en nevm.
Bu rivayeti İbni Ebi Şeybe’de
Hişam b. Urveden nakletmişlerdir. Ehli Sünnetin diğer büyük muhaddisleri de bu
hadisi nakletmişlerdir.
Yukarıda anlatılanlara göre,
ezan konusunda Muhammed b. Halid b. Abdullah Vasitiden, babasından, Abdurrahman
b. İshaktan, oda Zuhri’den oda Salim’den ve Saliminde babasından naklettikleri
sahih değildir. Zira bu nakile göre Peygamber namaza çağrı ve ilan için ne
söylenmesi gerektiğine dair sahabesi ile meşveret ediyor. Sahabeler Peygambere,
borazan çalmayı önerdiler. Borazan çalmak Yahudilerin nişanesi olduğu için
Peygamber bunu kabul etmedi. Bazıları nakus (çan) çalmayı önerdiler. Buda
Nesranilerin alameti olduğu için, Peygamber onu da kabul etmedi.
O akşam Ensardan Medineli bir
sahabe ile Ömer b. Hattab rüyalarında bir münadinin ezan okuduğunu gördüler.
Ensardan olan şahıs gece vakti Peygambere gelip rüyasını Peygambere anlatır.
Bunun üzerine Peygamber de Bilale Ensardan olan sahabenin rüyada gördüğü gibi
ezan okumasını emreder.
Zuhri daha sonra şöyle
ekliyor; Bilal sabah ezanında “Es-selatu Harun min-en nevm” kelimesini
fazlalaştırdı ve Peygamberde bunu onayladı!!! İbni Mace bu rivayeti kendi
süneninde ezan babında nakletmiştir.
Bu hadisin, zayıf ve düzmece
olduğuna dair sadece şunu söylemek yeterli gelir ki, Yahya b. Mü’in bu rivayetin
ravisi olan Muhammed b. Halid hakkında şöyle diyor; “O kötü birisidir.” Merre
onun hakkında demiştir ki; O bir şey hesap olunmaz.
İbni Adiyy şöyle diyor; Ahmed
ve Yahya’nın kabul görmeyen en önemli hadisleri onun babasından naklettikleri
rivayetlerdir. Ebu Zer’a, onun zayıf bir ravi olduğunu söylemiştir.
Yahya b. Mü’in şöyle diyor;
Muhammed b. Halid b. Abdullah yalancıdır. Onu görürsen başını vur. Zehebi’de
Mizan-ul İtidal’da ondan söz açmış yukarıda zikrettiklerimizi onun hakkında
rical alimlerinden nakletmiştir.
Kabul görmeyen bu hadisin bir
benzeride Ebu Mehzure’den naklolunmuştu; O diyor ki; Peygamberden, bana ezanı
öğretmesini istedim Peygamber elini benim alnıma çekerek şöyle buyurdu; yüksek
bir sesle şöyle diyeceksin; Allahu Ekber, Allahu Ekber, Allahu Ekber, Allahu
Ekber, sonra şöyle diyeceksin, Eşhedu enla ilahe illellah, Eşhedu enla ilahe
illellah, Eşhedu enne Muhammeden Resulullah, Eşhedu enne Muhammeden Resulullah,
Heyye ele-s Selah, Heyye ele-s Selah, Heyye elel felah,
Heyye elel felah, Eğer ezan sabah namazı içinse şöyle diyorsun; “Esselatu
Hayrun min-en nevm, Esselatu Hayrun min- en nevm” Allahu Ekber, Lailahe
illellah.
Bu rivayeti Ebu Davud iki
tarikle ebu Mehzure’den nakletmiştir. Onlardan birisi, Muhammed b. Abdul Melik
b. Ebi Mehzure, babasından ve ceddindendir.
Bu silsilede geçen Muhammed b. Abdul Melik Mizan-ul
itidal’da Zehebiye göre, hadis alimleri tarafından istinad olunmayan birisidir.
İkinci tarik ise şudur; Osman b. Said babasından nakletmiştir. Zehebiye göre,
onun da babası meçhul ve menfur ravilerden dir. Bunlara ilaveten, aynı rivayeti
Müslim’de Ebu Mehzureden nakletmiştir.[671]
Şunu iyice bilmek gerekir ki
ebuMehzure’nin hadisindeki “Es- Selatu Hayrun min- en nevm” kelimesi Ehli
Sünnetin şahidi ve delili olamaz. Zira ileride de görüleceği gibi, Ebu Davud ve
diğerlerinin Muhammed b. Abdullah Zeyd’den naklettikleri rivayette, Bilal sabah
ezanını Abdullah b. Zeyd’in imlası ile okumuş ve o okunan sabah ezanında
naklolunan mezkur rivayette “Esselatu Hayrun min- en nevm” kelimesi geçmemiştir.
Bunların yanısıra, Ebu
Mehzure hicretin sekizinci yılında Mekke’nin fethinden sonra İslam getirmiş ve
Muellefet-ul Kulub’dan hesab olunmuş ve kendiside zayıf bir imana sahibdi. O
günlerde Ebu Mehzurenin gözünde Peygamber ve onun emirlerinden başka hiçbir şey
aşağılık değildi. O Peygamberin müezzini ile alay ediyor ve yüksek sesle onu
alaylı bir biçimde taklid ediyordu.
Ama Peygamberin imanı zayıf olan insanları ve İslama
karşı mücadele etmek isteyen insanları susturmak ve dolayısıyla onları Lailahe
illellah çatısı altında bir araya toparlamak için bu tür zihniyetlere
bağışladığı hediyeler Ebu Mehzure ve onun gibi Münafıkların İslam getirmesine
sebep olmuştur. Ebu Mehzure hayatta olduğu müddetçe Medineye gelmedi. Allah onun
batinin’den daha iyi haberdardır.[672]
Ehli Sünnet mezheplerine göre
ezan ve ikamenin teşri olunmasının keyfiyetinden haberdar olanlar, onlarda
noksanlık veya fazlalığın oluşunda şaşırmazlar. Zira Ehli Sünnete göre ezan ve
ikameyi Allah-u Teala Semavi vahiy ile teşri etmemiş ve Peygamberde diğer İslami
hükümler gibi onu tebliğ etmemiştir. Aksine Ehli Sünnet şöyle diyor; Ezan
sahabeden birisi tarafından rüyada görülmüş ve böylelikle Peygamberde onu
onaylamıştır. Ehli Sünnet bu görüşte icma etmişlerdir ve bu konuya dair hadisler
nakletmişler ve bu hadislerin sahih ve tevatür haddine ulaştığını
söylemişlerdir.
İslam fıkhı Ansiklopedisinde ezan konusunda şunlar
yazılıdır;... Abdullah b. Zeyd hadiside rüya ile bilinen ezanın keyfiyetine
delalet etmektedir. Ömer hadisi de bu rüyayı kuvvetlendirmiştir. Hadis uzunca
olup bir kısmı şöyledir; Hz. Peygamber inşallah bu rüya gerçektir. Kalk Bilal’e
gördüğün rüyadaki sözleri öğret. Onun sesi daha gürdür, buyurdu.[673]
Mezkur kitap daha sonra Miracda Peygambere gösterilen
ezan hadisini nakletmiş ama naklettikten sonra şöyle demiştir; Bu hadis
gariptir. Sağlam olan rivayet ezanın başlangıcının Medine’de olduğudur. Nitekim
Müslim bu hususa İbni Ömerden tahric ettiği bir rivayetten nakletmiştir. Buna göre ezan ile ilgili
rüya hadisesi hicretin birinci yılında vüku bulmuştur. Peygamberde bu rüyayı
teyit etmiştir.
[674]
Görüldüğü gibi
mezkur kitapta ezanın başlangıç şekli şöyle veya böyle vahye değilde
herhangi birisinin gördüğü rüyaya dayatılmıştır.
Ehli Sünnetin bu konuya binaen
naklettikleri ve sahih olarak niteledikleri hadislerden birisi şudur; “Ebu Ümeyr
b. Enes Ensardan olan amca oğullarından birisinden şöyle rivayet eder; Peygamber
insanları namaz için nasıl bir araya toplayacağını düşünüyordu. Birisi şöyle
dedi; Bir bayrak asalım ashab onu gördüklerinde bir birlerine namaz vaktinin
girdiğini haber versinler. Peygamber bunu kabul etmedi. Bazıları, borazan
çalmayı önerdiler, Peygamber bu Yahudilerin şiarıdır dedi. Çan nasıldır ? Diye
sordular, oda Nasranilere aittir diye buyurdu. Peygamber önce çanı istemiyordu
ama sonradan çan yapılmasını emretti bunun üzerine bir çan yaptılar. Bu arada
Peygamberin rahatsız olduğunu anlayan Abdullah b. Zeyd ezan ve ikameyi rüyasında
işitti. Ertesi sabah Peygambere gelerek rüyasını anlattı ve şöyle dedi; Ya
Resulullah uyku ile uyanıklık ortasında iken bir münadi gelip ezanı bana
öğretti. Ravi diyorki; Ömer b. Hattab’da önceden bu rüyayı görmüştü ama onu
yirmi gün saklamıştı. Ama sonradan oda meseleyi Peygambere anlattı. Peygamber,
neden bana haber vermedin? Diye sordu.
Ömer şöyle cevap verdi;
Abdullah b. Zeyd benden önce davrandığı için bende utandım. Bunun üzerine
Peygamber şöyle buyurdular; Ey Bilal kalk ve Abdullah b. Zeydin sana
söylediklerini yap ve böylece Bilal ezan okudu.[675]
Muhammed b. Abdullh b. Zeyd Ensari babasından şöyle nakleder;
Peygamber, insanların namazdan haberdar olup toparlanmaları için çan
yapılmasına emrettiğinde, ben rüyamda çan elinde olan birisini gördüm. Bu çanı
satıyor musun? Diye sordum. Niçin istediğimi süal etti. Onun vesilesi ile
insanları namaza toplamak istediğimizi söyledim.
Dediki; sana bundan daha iyi bir şeyi öğretmemi istemez misin?
Dedim ki; neden olmasın, o nedir?
Şunları bana söylememi istedi; Allahu Ekber, Allahu Ekber, Allahu Ekber, Allahu
ekber, Eşhedu enla ilahe illellah, Eşhedu enla ilahe illellah Eşhedu enne
Muhammeden Resulullah, Heyye Ele-s Selah, Heyye Ele-s Selah Heyye Elel felah,
Heyye Elel felah, Allahu Ekber, Allahu Ekber, La ilahe illellah.
Daha sonra bir an benden uzaklaştı ve şöyle dedi; Namaza durduğun zaman şunları,
söyle (ikame) ; “Allahu Ekber, Allahu Ekber, Eşhedu Enla ilahe illellah, Eşhedu
enla ilahe illellah, Eşhedu Enne Muhammeden Resulullah, Eşhedu enne Muhammeden
Resulullah, Heyye ele-s Selah, Heyye elel felah, Ged Gamedi-s Selah, Ged
Gamedi-s Selah, Allahu Ekber, La ilahe illellah”
Sabah olduğunda Peygamberin yanına geldim ve rüyamı anlattım. Peygamber, rüyanın
gerçek rüya olduğunu buyurdu ve kalkıp onu yüksek bir sesle Bilal’e öğretmemi
istedi. Bende kalkıp onu cümle cümle Bilal’e öğrettim ve Bilal’de öğrenerek ezan
okudu.
Ömer b. Hattab onu evinden
duyunca Peygamberin huzuruna gelerek şöyle dedi; Seni Peygamberliğe meb’us eden
Allah’a yemin olsun ki, bende bu rüyayı gördüm.[676]
Malik b. Enes Muvattasında bu rivayeti hülasa ederek Yahya b. Said’den şöyle
rivayet etmiştir;
“Peygamber iki çubuğu birbirine vurmalarını emretti ve dolayısıyla onun sesiyle
insanların namaza toplanmasını istiyordu. Ama Abdullah b. Zeyd Ensari o iki
çubuğu rüyasında görünce şöyle dedi; Peygamberin insanları namaza toplamak için
söylediği iki çubuk gibiydi. Ona, acaba siz ezan söylemiyor musunuz? Diye
denildi. Sonrasında ezan ona öğretildi. Uyandığında Peygamberin yanına geldi ve
uykusunu Peygambere anlattı. Bunun üzerine Peygamberde ezan söylemeleri için
emir verdi...”
İbni Abdul Birr Kurtubi şöyle diyor; Ezan hakkındaki Abdullah b. Zeyd’in
meselesini bir grup sahabe farklı lafızlar ve birbirine yakın manalarla
nakletmişlerdir. Bunun senetleri mütevatirdir ve bu hadis çok iyi
hadislerdendir.
Ehli Sünnet muhaddisleri Abdullah b. Zeyd’in ezanını islamda ilk olarak ortaya
atılan ezan olarak kabullenmişlerdir. Görüldüğü gibi yukarıdaki, vasıflarda
naklolunan ezanda “Es-selatu Hayrun min- en nevm” kelimesi görülmektedir. Oysa
Abdullah b. Zeyd’in naklettiği rivayetteki ezanda sabah namazı içindi. Hal böyle
iken, peki ey müslümanlar! “Es-selatu Hayrun min- en nevm” kelimesi nerden ve
nasıa çıktı!!!
Bir
kaç delile göre ezan konusunda naklolunan rivayetler zayıf rivayetler olup ve bu
tür rivayetlere istinad olunması yanlıştır.
Birinci Delil:
Yüce İslam Peygamberi ilahi hükümlerde insanlarla
meşveret etmiyor, aksine bu
alanlarda ilahi vahye göre haraket ediyordu. Allah’u Teala Kur-an-ı Kerimde
şöyle buyuruyor; “...Ve kendi dileğiyle sözde söylemedi,
sözü ancak vahyedilen şeyden ibarettir.”[677]
Esasen bütün Peygamberlerin izlediği yol vahiy yoluydu. Onların hiç birisi ilahi
ve semavi hükümlerde kendi ümmeti ile müzakere ve müşaverede bulunmuyorlardı.
Yüce Allah şöyle buyuruyor;
“Bilakis lütuf ve ihsana mazhar olmuş kullardır. Ondan (emir almadan) önce
konuşmazlar. Onlar sadece onun emri ile haraket ederler.”[678]
Allah’u Tealanın İslam
Peygamberi Hatem-ul Enbiya’ya şu buyruğu yeterlidir; “Deki, ben ancak Rabbimden
bana vahyolunana uyarım. Bu, Rabbinizden gelen basiretlerdir. İnanan bir kavim
için hidayet ve rahmettir.”[679]
“Deki onu kendiliğimden
değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben bana vahyolunandan başkasına
uymam. Çünkü Rabbime isyan edersem elbette büyük günün azabından korkarım.”[680]
“Deki ben Peygamberlerin
ilki değilim. Bana ve size ne yapılacağını bilmem. Ben sadece bana vahyedilene
uyarım. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.”[681]
Bunların yanısıra Allah’u Teala Resulüne ister sözde olsun istersede amelde,
acelecilikten sakındırmıştır.
“ (Resulüm) onu (Vahyi)
çarçabuk almak için dilini kımıldatma.şüphesiz onu toplamak (senin kalbine
yerleştirmek) ve onu okutmak bize aittir. O halde biz onu okuduğumuz zaman sen
onun okunuşunu takib et. Sonra şüphen olmasın ki, onu açıklamakta bize aittir.”
[682]
İkinci Delil:
Bu hadislerde ilahi hükümlerin teşriinde gösterilen
meşveret akli mahkemeye göre itibar
derecesinden düşük ve değerden yoksundur. Zira akıl böyle bir şeyin Peygamberden
südur etmesini gayri mümkün olarak görmektedir. Acaba bu hadislerde geçen
insanların rey ve onayı Allah’a nisbet verilen sohpetler değil mi dir? Allahu
Teala şöyle buyuruyor;
“Eğer bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, elbette onu kıskıvrak
yakalardık. Sonra onun can damarını koparırdık. Hiçbiriniz buna mani de
olamazdınız.”[683]
Evet Peygamber efendimiz
dünya işlerinde sahabesi ile meşveret ediyordu. Örneğin düşman ile karşı karşıya
geldiğinde, savaş teknik ve yöntemlerinde vb. işlerde “İş hakkında onlara danış”[684] ayetine amel etmek için sahabesi ile meşveret etmiştir. Oysa bu alanlarda
da ilahi vahye istinadı olduğu için meşverete muhtaç değildi. Ama yinede bunlara
rağmen onlarla meşveret ediyordu. Ama kanunlarda ve ilahi yasalarda ilahi vahye
tabi olmaktan başka bir yol yoktu.
Üçüncü Delil:
Bu hadisler Peygamberin sergerdan, ve hayret
içerisinde ne yapacağını bilmediğini gösterir. Oysa Allah ile rabıtası olan
Peygamberlerin makamına bu tür şeylerin münasib olması mümkün değildir. Hatta,
naklolunanlara göre, Peygamber öyle bir şekilde hayrette kalıyor ki, en sonunda
teklifi tayin etmek için millet ile meşveret ediyor, ilk önce çanı reddediyor ve
daha sonra onu kabulleniyor ve çalınması için yapılmasını emrediyor. Sonrasında
ondan yine vazgeçiyor ve Abdullah b. Zeydin rüyasına değer vererek ona göre amel
ediyor. Bundan daha önemlisi Peygamberin çandan yararlanmadan önce ondan
vazgeçmesidir.!!!
Bu
tür safsataların Peygamber tarafından yapılması mümkün değildir. Meleklerin ve
vahyin nazil olduğu, bütün enbiyanın efendisi ve hatemi olan bir Peygamberin
makamından bu tür şeyler uzaktır. Özellikle de, İslam ümmeti
icmasına göre normal insanların gördükleri rüyaların şer’i açıdan hiçbir
değeri ve itibarı yoktur.
Dördüncü Delil:
Bu hadisler arasındaki çelişki ve çakışma hepsinin
itibar derecesinden düşmesini icab ettirir. Bu tenakuz ve çakışmada, Ebu Ömer ve
Muhammed b. Abdullah b. Zeydin hadislerindeki ihtilafı görmek onların itibardan
düşmesine kifayet eder. Bunların yanısıra, işaret ettiğimiz o iki hadisde,
rüyanın sadece Abdullah b. Zeyde ve Ömer b. Hattab tarafından görüldüğü
söyleniyor.
Ama
Teberani rüya hadisini
“Evset” adlı kitabında naklederken şöylediyor; Ebu Bekirde bu rüyayı
gördü. Bunlara ilaveten, Ehli Sünnetin naklettikleri diğer rivayetlerde açıkça,
sahabeden on dört kişi tarafından bu rüyanın görüldüğüne dair hadisler
nakletmişlerdir. Nitekim bu rivayetler Cubeylinin Şerh-ut Tenbih adlı eserinde
mevcuttur.
Yine rivayet olunmuştur ki, o akşam o rüyayı Ensardan 16 kişi ve Muhacirlerden
de sadece Ömer gördü. Rivayette, Bilalin dahi ezanı rüyada işittiği
naklolunmuştur! İşte görüldüğü gibi daha tamamını zikretmediğimiz, konu
etrafında bir çok çelişkili ve tenakuz içeren rivayetler vardır. Konu hakkındaki
bu tenakuzlu rivayetleri görmek isteyenler Sire-i Halebiyenin ikinci cildinin
“Bid’ul ezan ve meşruiyyetuhu” adlı baba müracaat edebilirler.
Beşinci Delil:
Buhari ve Müslim bu rüyayı tamamen terketmişler ve
kendi sahihlerinde ondan söz bile etmemişlerdir. Konu hakkında ne Abdullah b.
Zeyd’den, ne Ömer b. Hattab’dan ve nede diğerlerinden asla söz etmemişlerdir. Bu
açıkça şunu gösteriyorki rüya konusu onların yanında sabit değildi.
Evet, onlar “Bid’ul ezan” babında Abdullah b. Ömerden şöyle rivayet ederler;
Müslümanlar Medineye geldiklerinde namaz kılmak için bir birlerini haberdar
ediyorlardı ve hiç kimse onu duyurmuyordu. Bir gün bu konuda söz açılınca birisi
şöyle dedi; Bu iş için Nesranilerin çanı gibi bir çan yapın dedi. Diğer birisi
ise, Yahudilerin borazanı daha iyidir diye söyledi. Ama Ömer dedi ki, neden
namazı duyurması için birisini göndermiyorsunuz? Bunun üzerine Peygamber de
buyurdular ki, Ey Bilal kalk ve namazın vaktini bildir. Bilal’de ezan söyledi.
Bu
sahih-i Müslim ve sahih-i Buhari de ezan ve ezanın başlama ve meşruiyyeti
hakkında naklolunanların tamamıdır. Buhari ve Müslimin her ikiside bunu
nakletmişler ve her ikisi de ezan hakkındaki diğer rivayetleri terketmişlerdir.
Sadece bu konu, rüyaların içeriğinin olduğu rivayetlerle çakışmağa yeterli
gelir.
Zira bu hadisden anlaşılan şudur ki; Ezan önce ömerin reyi ile yapıldı onun
rüyası ile değil. İkameyide Abdullah b. Zeydin rüyası ortaya çıkardı ki buda
onun Ömer’den ileri düştüğünü gösterir! Önce ezan mı yoksa ikamemi
düşünmek lazım!
İşte bu sebeplerden dolayı Ehli Sünnet arasında, Abdullah b. Zeyd ezanı rüyada
gördüğü için, ezan sahibi diye meşhur olmuştur.
Buhari ve Müslimin naklettiği hadis, Peygamberin meşveret meclisinde Bilale ezan
okuması hakkında emir vermesinde ve bu emir verildiği zaman Ömerinde orda
bulunmasında daha açık ve sarihtir. Ama rüya hadisleri tamamen açıkça şunu
gösteriyor ki, Peygamber Bilale ezan okuması için emir verdiğinde Abdullah b.
Zeyd rüyasını Peygambere anlatmıştı. Buda meşveretten en fazla bir akşam sonra
gerçekleşti. Bu esnada Ömer de orda hazır değildi, aksine ezanın sesini evinde
duymuş ve sonrasında acele ile Peygamberin yanına gelerek şöyle demişti;
Seni Peygamberliğe meb’us eden Allah’a yemin olsun ki, bende bu rüyayı
gördüm. Bu iki çeşit rivayete vicdan ile hakka değer vererek bakmak gerek. Acaba
ile diğer rivayeti bir araya getirmek mümkün müdür?
Bunların yanısıra, Hakim
Nişaburi’de kendi Müstedrekinde ezan ve ikame hakkındaki rüyayı içeren
rivayetleri nakletmiş Buhari ve Müslim gibi onları üstü örtülü bırakmıştır.
Bunların tamamı şunu gösteriyor ki, ezan ve ikameyi içeren rüya rivayetleri
Buhari ve Müslime göre sıhhat ve itibar derecesinden düşüktür. Zira Hakim
Nişaburi Müslim ve Buharinin nakletmediği sahih rivayetleri o ikisinin
şartlarına göre Müstedreki Sahiheyn’de getirmeği addetmişti. Bu konuyada
Müstedrekinde tamamen riayet etmiştir.[685]
Bu
vasıflara göre, Hakim rüya rüya hadislerinin hiçbirisini Müstedrekinde
nakletmemiştir. Bu şunu açıkça gösteriyor ki, Hakim’de diğer kitaplarda
naklolunan mezkur rivayetleri sahih olarak görmemiştir.
Hakim Nişaburinin söylemiş olduğu söz rüya hadislerinin batıl ve geçersiz
olduğunu gösterir. O şöyle diyor; “Buhari ve Müslimin, Abdullah b. Zeydin
hadisini terketmelerinin sebebi şudur ki, Abdullah’ın kendisi bu olaydan önce
dünyadan gitmişti!
Bu
sözü tayid ve tastik eden şudur ki; Ehli Sünnetin inancına göre ezanın
başlangıcı Uhud savaşından sonra gerçekleşmiştir.
Ebu
Naim İsfahanı Hilyet-ul Evliya adlı kitabında Ömer b. Abdul azizin hayatını şerh
ederken, sahih senedle Abdullah Umeyri’den şöyle rivayet eder; Abdullah b.
Zeydin kızı Ömer b. Abdul azize gelerek şöyle dedi; Ben Bedir savaşına katılan
ve uhud savaşında öldürülen Abdullah b. Zeydin kızıyım, Ömer b. Abdul Aziz ona,
ne istiyorsan söyle, dedi ve onun isteklerini ona verdi.
Söylendiği gibi, eğer Abdullah b. Zeyd ezanı rüyada görmüş olsaydı, onun kızı
kendisini tanıtırken ezan meselesini de dile getirmiş olurdu.
Altıncı Delil:
Allahu Teala iman getiren insanlara emir vermiş ve
onların Allah ve Resulünden öne düşmemelerini buyurmuş, seslerini Resulün
sesinden daha fazla yükseltmemelerini ve diğer
insanlarla konuştukları gibi Resulle de bağırarak konuşmaktan
nehyetmiştir. Böyle yaptıkları taktirde onların amellerinin tamamen ortadan
kalkacağını beyan buyurmuştur.
Bu
konuya binaen şöyle buyuruyor; “Ey iman edenler, Allah’ın ve
Resulünün önüne geçmeyin, Allah’dan korkun, şüphesiz Allah işitendir,
bilendir.”
“Ey iman getirenler,
seslerinizi Peygamberin sesinin üstüne yükseltmeyin, birbirinize bağırdığınız
gibi, Peygambere yüksek sesle bağırmayın. Yoksa siz farkına varmadan amelleriniz
boşa gidiverir.”[686]
Yukarıdaki ayetlerin nüzul sebebi şunlardan ibarettir;
Beni Temim kabilesinden bir grup heyet halinde Peygamberin huzuruna gelerek ,
onlardan birisini kendilerine emir seçmesini istediler, herkesten
önce Ebu Bekir şöyle dedi; Ya Resulüllah Gaka b. Mabedi onlara emir olarak ver.
Ömerde dostunun sözünden hemen sonra şöyle dedi; Ya Resulüllah Beni Mecaşi
kabilesinden olan Ekra b. Habisi onlara emir olarak tayin et. Bunun üzerine Ebu
Bekir, senin maksadın bana muhalefet etmektir dedi. Bunun müteabinde, her ikisi
de tartışma ve nizaya başladılar ve sesleri yükselmeye başladı. Bunun üzerine,
onların yaptıklarından dolayı Allahu Teala bu muhkem ayetleri nazil etti.
Allahu Teala bu ayetlerle bütün iman ehline hitap ederek onların Allah’a ve
Resulüne karşı olan vazifelerini bildirdi.
Bu
ayetler bütün inanan erkek ve kadınları Peygamberin huzurunda ondan önce
düşmelerinden sakındırmıştır. Zira
“Allah ve Resulünün önüne geçmeyin” sözünün anlamı, yani Allah’ın emrinden ve
Peygamberinde o emri izhar etmesinden önce bir şey söylemeyin ki, Allah
buyruğunu Peygamber’in vasıtası ile sizlere ulaştırsın. O gün müslümanların
işlerine müdahale ederek o teklifi getirenler (Ebu Bekir- Ömer) kendilerinin bir
hakkı ve makamı olduğuna inanıyorlardı. Ama Allah’u Teala müminlere, onların
kendi düşüncelerine göre yaptıklarının yanlışlığını ve kendi hadlerinin dışına
çıkmamalarının gerekliliğini bildirdi.
“Seslerinizi Peygamberin sesinden fazla yükseltmeyiniz” sözü, onların
konuşmasını nehyediyordu. Zira onlar bu tavırları ile şunu kanıtlamak
istiyorlardı ki, müslümanların işlerine müdahale hakları vardır veya Allah ve
Resulünün yanında özel bir makama sahiptirler. Zira sesini karşıdakinin sesinden
daha fazla yükselten birisi, kendisini özel bir tarzda karşıdakinden daha önemli
gördüğü için böyle bir şeyi yapar, ve kendisinin özel bir konumunun olduğuna
inanır. Oysa Peygamberin huzurunda bu tür haraket kimseye caiz görülmemiştir.
Ayette geçen “Allah’tan korkun, Allah işitendir, bilendir”
“Yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir” cümlelerinde
düşünen, konunun hakikatını rahatlıkla derkeder. Ebu Bekir ve Ömerin bir şahısın
emirlik meselesinde Allah ve Resulünden önce davranıp ve neticede bu konuda
onların görüşlerini tasvip etmeyen Allah ve Resulü nasıl olurda şer’i hükümlerde
bu tür insanların görüşlerini kabullenmiş olabilir!
Yedinci Delil:
Ezan ve ikame günlük farz namazların cinsindendir.
Dolayısıyla ezan ve ikamenin merkezi farzların merkezindendir. Farzların da
çıkış merkezi ilahi vahiydir. Ezan ve ikame islam milletine mahsus olan en büyük
ve önemli şiarlardandır. Zira islam bütün dinlerden sonra gelmiştir. Dolayısıyla
onun şiarları kendisinden öncekilerin şiarlarından dahada önemlidir. Ezan ve
ikamenin her kelimesine dikkat eden bunun hakikatini anlar.
Allahu Ekber, Eşhedu enla ilahe illellah, Eşhedu enne Muhammeden Resulullah,
kelimeleri en iyi bir üslubda dinleyenleri Allah ve Resulüne davet etmekte ve en
iyi tarzda Alllah ve Resulünü medhetmektedir.
“Heyye
Eles- Selah”
Namaza koşunuz.
“Heyye
Elel Felah”
Kurtuluşa koşunuz.
“Heyye
Elel Hayril amel”
Koşunuz amellerin en hayırlısına.
Bunlar canlı bir davettir. Sanki varlık ve hayat aleminden insanın ruhuna nakış
eden Lebbeyk sesleri gelmektedir. Zira insan ezanın sesini duyduğu andan
itibaren, namaza başlar ve bu andan itibaren gayb alemine girmiş olur. Bu Nida,
yeryüzü ve semayı kapsayan ve mahlukun yüce yaratıcı huzurunda tevazu ve
alçalmasını gösterir. Bu Nida her namaz vaktinde ebedi gerçekleri insana
hatırlatır ve yeni bir habermiş gibi insanı etkisi altına alır. En sonunda ise,
“Allahu Ekber, Allahu Ekber, La ilahe illellah, La ilahe illellah” söyleyerek
bitirir.
Bu
müslümanları namaza sesleyen ezanın davetidir. Müslüman ezan sesini duyduğu
andan itibaren, namaza çağrıldığını anlar. Zira ezan ile yüce Allah’ın azametini
hatırlar. Bu hatırlama ise namaza davettir. Kısacası şuarları söylemek mümkündür
ki; İnsan oğlunun tamamı da bir araya gelse ezan ve ikameyi getirme kudretine
sahip olamazlar. Dinin bu büyük hakikatlarını, Allah’ın açık nişanelerini içeren
bu ulvi kelimeleri beşere nisbet vermekten Allah’a sığınırız.
Sekizinci Delil:
Ehli Sünnet kaynaklarında ezan ve ikame hakkında
naklolunan hadislerin tamamı, Ehlibeyt imamlarından naklolunan hadislerle
çelişmektedir. Ehlibeyt rivayetleriyle de muhalif olduğu için, ister bir şahısın
görüşü ve istersede herhangi bir rivayet olsun, akli salim birisi Ehlibeyt
imamlarının rivayetlerini tercih etmelidir. Zira “Ev halkı evin içerisinde olup
bitenleri evin dışındakilere nazaran daha iyi bilir”
Sahih bir sened ile İmam
Cafer Sadık’tan şöyle rivayet olunmuştur; Cebrail Peygambere gelerek ezanı
getirdi. Önce Cebrail ezan ve ikame okudu. Daha sonra Peygamber, Ali’ye Bilali
çağırmasını söyledi. Bilal ise geldiğinde Peygamber ezanı Bilale öğretti ve bu
şekilde ezan söylemesini emretti.[687] Bu rivayeti, takvanın doruk noktasında
olan, Sikatul İslam Kuleyni, Şeyh Saduk ve Şeyh Tusi’de nakletmişlerdir.
Şehid-i Evvel “Ez- zikra” adlı kitabında İmam Cafer Sadık (a.s)’dan şöyle
rivayet eder “İmam Cafer Sadık, Peygamber ezanı Abdullah b. Zeyd’den aldı
görüşünde olan gruba kızarak şöyle buyurdu; İlahi vahiy ezan hakkında Peygambere
nazil olmuştur. Ama sizler Peygamberin onu Abdullah b. Zeyd’den aldığını mı
zannediyorsunuz?
Sufyan b. Leyl şöyle diyor;
Hasan b. Ali (a.s) Kufeden Medineye geldikten sonr, ben o Hazretin hizmetine
gittim. O Hazretin huzurunda ezandan söz açılınca, bizden birisi, ezanın
başlangıcının Abdullah b. Zeydin rüyasından olduğunu söyledi. (Bunu duyan) Hasan
b. Ali (a.s) ona şöyle buyurdu;
“Ezanın makamı bunlardan yücedir. Cebrail ezanı ikişer ikişer ve ikameyi
de birer birer söyleyerek Peygambere öğretti.”[688]
Harun b. Sad, şehid
Zeyd’den oda babası İmam Seccad (a.s)’dan oda İmam Hüseyn’den ve oda Hz. İmam
Ali (a.s)’dan nakleder ki; Ezanı Peygambere Miraca götürüldüğü gece öğrettiler.[689]
Rivayetlerde geçen ve ezanın bir cüz’i olan “Heyye Elel Hayril amel” kelimesi
Peygamber efendimizin döneminde ezan ve ikamede söyleniyordu. Ama ikinci halife
dönemindeki amirler ve söz sahipleri, insanlara en iyi amelin Cihad olduğunu
kanıtlamak ve neticede umumun zihnini Cihad vadisine çekmek istiyorlardı. Bu
hedef doğrultusunda da, ezan söylendiği zaman
“Heyye elel Hayril amel” (Koşun amellerin en hayırlısına) kelimesi o hedefle
çakışıyordu. Dolayısıyla bu kelime insanları Cihat’dan soğutur diye endişe
ediyorlardı. Zira insanlar namazın cihat’dan daha hayırlı ve üstün bir amel
olduğuna inandıkları müddetçe, neden sevabı namazdan az ve tehlikesi çok olan
bir amele yönelsinler ki, yanıbaşlarında ondan daha hayırlı amel olan namazı
görecekler ve cihadı bu vesileyle terkedeceklerdi. Tabi ki bunlar ikinci halife
dönemindeki birtakım amirlerin düşüncesiydi. Oysa o günlerde bütün söz
sahiplerinin tek gayesi islamı davetin yayılması ve doğu- batının
fethedilmesiydi. Dünya memleketlerinin fethide iman ve cihad ruhunu canlandırmak
ile gerçekleşir. Namazda o ruhu takviye eden vesilelerden birisidir.
Ama
ne yazık ki, bu yanlış düşünce onların vahyin karşısında farklı bir tavır
takınmalarına ve dolayısıyla bu gaye uğrunda ezan ve ikameden Hayye Ela Hayril
amel kelimesinin çıkarılmasına sebep olmuştur. Onlar o gün kendi maslahat
düşüncelerinde bu karara varmışlardı.
Alaaddin Ali b. Muhammed
Guşçi şöyle diyor; İkinci halife minberde şöyle dedi; Peygamber zamanında olan
üç şeyi ben yasaklıyor ve onlara amel edenleri cezalandıracağım. Bunlar, Mut’a
Nikahı, Temettü Haccı, ve ezanda Hayye Ela Hayril amel’in söylenmesinden
ibarettir.[690] Guşçi bu
amellerin ikinci halife tarafından yasaklandığını ve onun kendi içtihadına göre
amel ettiğini söylemiştir.
Ehlibeyt ve Ehlibeyt imamlarına tabi olanlar hariç, ikinci halifeden sonraki tüm
Müslümanlar Ömere uyarak ezan ve ikameden Hayye ela Hayril amel kelimesini
terkettiler. Tarih boyunca Hayye Ela Hayril amel
Şiaların şiarı olmuş ve şia mektebinin kesin hükümlerinden biri olarak
bilinmiştir. Hatta Şehidi Fehh, Hüseyn b. Ali b. Hasan b. Hasan b. Ali b. Ebi
Talib, Abbasi halifesi Hadinin döneminde Medinede kıyam ederken, müezzine ezanda
Hayye Ela Hayril amelide söylemesini emretti ve müezzinde bu şekilde yaptı. Bu
konuyu Ebul Ferec İsfahani de Mekatil-ut Talibinde, Hüsey’nin hayatının şerhinin
şehadet bölümünde zikretmiştir.
Halebi şöyle nakleder;
Abdullah b. Ömer ve İmam Zeynel Abidin Ali b. Hüseyn ezanda Hayye elel Felah’dan
sonra Heyye ela Hayril ameli’de söylüyorlardı.[691]
Netice olaraktan şunlar söylenebilir ki; Peygamber döneminde ezanda olan “Heyye
elel Haril amel” askerlerin ruhi yapısına ters düşüyor diye ikinci halife Ömer
tarafından ezandan çıkarıldı. Onun gerekçesine göre, diyordu ki, Hayye ela
Hayril amel dediğiniz zaman, asker en iyi amel olarak namazı görecek ve
dolayısıyla cihat’dan yüz çevirecek. Bunun için o kelimeyi ezandan çıkardı ve
Peygamber efendimiz döneminde ezanda olmayan “Esselatu hayrun min- en nevm”
(namaz uykudan hayırlıdır) cümlesini sabah ezanına yerleştirdi. İkinci halife
bunları yaparken sırf zamanın gereksimlerine göre haraket etti.
Acaba dini hükümler karşısında böyle bir tavır ve uygulama doğru mudur? Hayır,
kesinlikle yanlıştır. O gün ikinci
halifeye şunların sorulması gerekirdi. Senin sayısal yönden az olan ve savaş
techizatları bakımından zayıf olan bu askerlerin dünya süper güçleri karşısında
nasıl savaşacak ve ne ile zaferi bulabileceklerdi. Bu cesareti, kuvveti, şecaeti
ve gücü, iman bu insanlara bağışlamıştır. İmanı ise takviye eden namazdır. Bir
Müslüman gücünü ve cesaretini Allahu Ekberlerden, Elhemdulillah ve
Subhanellah’lardan almaktadır.
İslam Peygamberi “Namaz
dinin direğidir” söylemekle dini çadıra benzetmiştir. Çadırın çadır bezine, ipe,
kazığa ve bir de ana sütuna ihtiyacı vardır. Bu çadırın ana sütunu namazdır.
Peygamber namazın eser ve semerelerini ve onun insan ruhunda en büyük tesir
unsuru olduğunu bildiği için böyle buyurmuştur. Eğer namaz olmasa idi bunların
hiçbiriside olmazdı. Eğer o gün islam askerlerinin varsayım üzerine, namazı
cihada tercih edip, cihadı terketme düşünceleri vardıysa, ikinci halife askerlerin akımına göre dinin hükmünü
değiştireceği yerde, onlara hem namazın ve hemde cihadın önemini anlatmalı,
cihad ve namazın bir birlerinin gereksimlerinden olduğunu vurgulamalı, namaz
olmaz ise cihadında sağlam bir şekilde gerçekleşemeyeceğini kanıtlamalıydı. Zira
Allahu Teala Kur’anı Kerimde şöyle buyuruyor; “Sabır ve namaz ile Allah’dan
yardım isteyin.”[692]
Acaba cihadın önemi için, namazın önemini küçümsemek ve hatta “Namaz uykudan
hayırlıdır” demek islam inancına göre doğru mudur? İslam namaz ve cihad
arasından birisini seç hükmünü değilde, namaz kıl ve icab ederse cihada da katıl
emrini vermiştir. O gün neden ikinci halife islam askerlerine islamın hükmü olan
hem namazını kıl ve hemde cihad ruhuna sahip ol hükmünü açıklamıyordu?
Namaz ve cihad islam dinindeki seçmeli hükümlerden değildir. Bu iki farz
başı başına islamın farzlarından olup, bu ikisini birbirinden ayırmak doğru
değildir. İslam dini, ya namaz kıl cihada gitme veya cihada katıl ve namazı
kılma hükmünü vermemiştir. İslam dini, hem namazını kıl ve hemde cihada katıl,
cihada katıl ki, namazını kılabilesin ve namazını kıl ki, cihada katılabilesin
hükmünü vermiştir. Bu durumda eğer bir asker yanlışlığa kapılarak, namaz
kıldığıma göre cihada katılmam icab etmez düşüncesine inanırsa, islamın hükmü
sırf bu yanlış düşünce için değiştirileceğine, o yanlış düşünceye kapılanlara
yanlışlığını anlatmalı ve bu ikisinin birbirinden ayrılmayacağı onlara ıspat
edilmelidir.
İslamın hükümleri bir bedende bulunan azalar gibidir. Bunları birbirinden ayrı
düşürmek katiyyen yanlıştır. Namazın kendisine göre yeri, haccın, zekatın,
humsun, emri- bil maruf, nehyez münkerin, ve cihadında....... kendilerine göre
bir yeri vardır.
Ezana “Hayye ela hayril amel” kelimesini yerleştirip ve ezanda bu kelimenin
söylenmesini emreden bunu hesap üzerine yapmıştır. Her zaman, koşul ve şartlarda
bu kelime vahyin bir gereksimi olduğu için ezanda söylenmelidir. Biz, dini
hükümlerin karşısındaki bu tür tavırların ve zamanın gereksinimlerindendir.
Denilerek izlenilen bu üslubun ismini ifratçılık veya başka bir tabire göre
cehalet olarak niteleyebiliyoruz ancak Ehlibeyt mektebine uyan Caferilere göre
ezan on sekiz cümledir. Dört tane Allahu Ekber ve Eşhedu enla ilahe illellah,
Eşhedu enne Muhammeden Resulullah, Hayye ela-s Selah, Hayye ele-l felah, Hayye
ela Hayril amel, Allahu Ekber, La ilahe illellah, cümleleride iki defa olarak
okunur.
İkame ise on yedi cümledir. İkamede bütün bölümler iki defa ve en sondaki
La ilahe illellah bir defa olarak okunur. İkinci Hayye ela hayril amelden
sonra, ilaveten “Ged gameti-s Selah” da iki defa söylenilir. Ezanda Peygamberin
ismi geldikten sonra, o hazrete selat ve selam göndermek mustehaptır. Aynı
şekilde Peygamberin şehadetinden sonra, Emir-ul Müminin Hz. Ali’nin vilayetine
de şehadet etmek müstehaptır. Yani ezan ve ikamede Peygambere şehadet
getirdikten sonra “Eşhedu enne Aliyyen veliyyullah” (şehadet ederim ki Ali Allah’ın
velisidir) söylemek müstehaptır.
Ezan veya ikamede “Eşhedu enne Aliyyen veliyyullah”
söylemek bid’attır diyenlere cevabımız şudur;
1-
Bütün Şia fakih ve müçtehitleri ilmi, fıkhi ve istidlali kitaplarında “Eşhedu
enne Aliyyen veliyyullah” kelimesinin ezandan bir cüz olmadığına dair fetvalar
vermişler ve hiç kimsenin o kelimeyi ezan ve ikamenin bir cüzinden bilerek
söyleme hakkının olmadığını belirtmişlerdir.
2-
Hz.
İmam Ali (a.s) Kur-an-ı Kerime göre Allah’ın evliyalarından birisi olarak
tanıtılmıştır. Kur-an-ı Kerim şöyle buyuruyor; “Sizin veliniz, ancak Allah’tır
ve Peygamberdir ve inananlar, namaz kılanlar ve rüku ederken zekat verenlerdir.”[693]
Ehli Sünnetin sahih ve
müsned kitapları, Hz. Ali’nin namaz kılarken rüku halinde yüzüğünü fakire
bağışlarken bu ayetin o Hazret hakkında nazil olduğuna dair açıklamalar
yapmışlardır.
[694]
Bu
ayet Hz. Ali hakkında nazil olduğunda, meşhur şair Hessan b. Sabit bu olayı şu
kelimelerle şiire dökmüştür; “Sen rüku halinde bağışda bulunansın. Canlar sana
feda olsun ey rüku edenlerin en faziletlisi Allah en iyi vilayeti senin hakkında
nazil buyurdu.
3-
Resulü Ekrem (s.a) efendimiz şöyle buyuruyor;
“Ameller niyetlere göredir.” Eğer, Hz. Ali (a.s)’ın vilayeti Kur-an-ın
tasrih ettiği usullardan biriyse ve
mezkur cümlede ezanda, ezanın bir cüz’i olarak bilinmiyorsa, bu hakikatın ezanda
Peygambere şehadet getirdikten sonra söylenmesinde ne sakınca olabilir?
Ezana bir cümleyi eklemek iyi değildir, bid’attır diyerekten Caferilere itiraz
edenlere şunları sormak lazım;
1-
Sahih ve doğru tarih “Heyye ela hayril amel” cümlesinin ezanın bir cüz’i
olduğuna şehadet eder.[695] Örneğin, Ehli Sünnetin hadis kaynaklarından
biri olan Kenz-ul Ummal’da şöyle nakledilir;
Bilal sabah ezanını okuyordu ve okurken “Heyye ela hayril amel” de
diyordu.[696]
Ama ne yazzık ki sonraları
ikinci halifenin döneminde cihad bahane gösterilerek bu kelime ezandan
çıkarılmış[697] ve o günden bu güne kadar da Ehli Sünnet
tarafından terkolunmuştur. İnsan üzülerek söylemek zorunda kalıyor, Acaba
Müslümanlar Allah tarafından gönderilen ve onaylanan Peygamberin sünnetine göre
mi haraket etmeli yoksa hiçbir
dayanağı olmayan birilerinin ferdi ve şahsi bid’atlarına mı uymaları gerekir.???
2-
“Essalatu hayrun min- en nevm” Peygamber zamanında ezanın cüz’inden değildi. Ama
daha sonraki dönemlerde ezana ekletildi. Kenz-ul ummal’da nakledilir ki; Ömer
kendi müezzinine şöyle dedi; Sabah ezanında, Heyye elel felah kelimesine geldin
mi “Esselatu hayrun min-en nevm, Esselatu hayrun min- en nevm cümlesinide
söyle.”
[698]
Yine mezkur kitapda
nakledilirki; Ömer b. Hattab’ın müezzini onu sabah namazına uyandırmak için
geldiğinde onu uykuda buldu ve şöyle seslendi “Esselatu hayrun min-en nevm”
(Namaz uykudan hayırlıdır) Bunun
üzerine Ömer o kelimeyi sabah ezanında söylemesine dair emir verdi.
[699]
Şafii “El- Umm” adlı
kitabında şöyle diyor; “Bana göre,
ezanda “Esselatu hayrun min- en nevm”
söylemenin keraheti vardır. Zira Ebu Mehzure onu hadisinde
zikretmemiştir.[700]
3-
Eşhedu enne Aliyyen veliyullah’ın ezanda söylenmesini bid’at görenler yanlışlığa
kapılmışlardır. Zira müezzinler ezanın bölümlerinde, “Esselatu vesselamu eleyke
ya Resulellah” gibi cümleleri söylerler. Oysa bunlar şeriata göre ezanda olmayan
kelimelerdir. Ama yinede bunlara rağmen bu kelimelerin ezanda söylenmesi bid’at
ve haram olarak görülmemiştir. Zira müezzinler bu kelimeleri söylerlerken
ezanın bir cüz’i olarak söylemez aksine o kelimelere şamil olan umumi delillere
göre onları ezanda zikrederler. İşte, ezanda Aliyyen veliyyullah’da söylemek bu
mezkur kelimeler gibi aynı hükme girer.
Ezanda olan kelimelerin ezandan çıkarılmasına ve ezanda olmayan kelimelerin
ezana yerleştirilmesi ne itiraz etmeyipde, müstehap niyyeti ile ezan da söylenen
ve Kur-an-da da aslı olan Aliyyen veliyyullah’a itiraz eden zihniyetin
müslümanlar arasına ihtilaf sokmadaki gayeleri nedir? Bu asılsız itirazların sahiplerini Kur-an-ın emri gereği
düşünceye davet eder ve bu satırların tüm okuyuculara ışık tutmasını ümid
ederiz.
Bu
konuya girmeden önce, konu hakkında kısa bir mukaddimeye değinelim. Bütün islami
alimler, düşünürler ve fakihler, Allah’ın insanlar için hükümler, vazifeler ve
kanunlar tayin ettiğini ve bunları vahiy yoluyla Resulüne nazil buyurduğunu ve
Peygamberin de bunların tamamını tebliğ ettiğini kabüllenmişlerdir. Ve yine
fakihler ve alimler bu hakikatı kabul etmişlerdir ki, bu hükümler ve kanunların
teşrii’nin maksadı, Allahu Tealaya layıkı ile kulluk edilmesidir. İşte bu
sebeplerden dolayı, tebliğ olunan hüküm ve emirlere muhalefet etmenin ahiret
aleminde azap ve cezası olacaktır.
Bu
görüş ve inançlar, bütün mezheplerin alimlerini, vahiy yoluyla açıklanan, maddi,
manevi, ferdi, içtimai, iktisadi, siyasi, ibadi, ahlaki....vb hükümleri mümkün
yollarla ele almalarına sebep olmuştur. Hiç şüphesiz bu konu Resulü ekrem
(s.a.a)’den sonraki zamana mahsustur. Çünkü O Hazret’in kendi zamanında ve
hayatında, islami camiada ilahi hükümler
ve vazifelerin öğrenilmesinin en iyi yolu, insanların vasıtasız olarak Allah
Resulüne müracaat ederek, o Hazretten dini hükümlerini sormaları ve o Hazretinde
sözüyle veya ameliyle veyahutta Kur-an-ı Kerimin ayetleriyle onları
aydınlatmasıydı.
Allahu Teala, bu konuda
şöyle buyuruyor; “İçlerinden kendilerine Allah’ın ayetlerini okuyan, kendilerini
temizleyen, kendilerine kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle
Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur.”[701]
Elbette bazı zamanlarda Allah Resulü sahabelerden sonra soranlardan bazılarını
dini hükümlerde ehil olan sahabelere havale ediyor ve onlarda böylelikle
sorularının cevaplarını o ehil sahabeler aracılığı ile öğreniyorlardı. Bazende,
Resulü Ekrem (s.a.a) efndimiz islami hüküm ve meseleleri bilen bazı sahabelerini
müslümanların oturduğu bölgelere gönderiyor ve o bölgelerdeki müslümanlar bu
vesileyle dini hükümlerini öğreniyorlardı.
Bunlardan anlaşılan şudur ki; Resulü Ekremin hayatının zamanında ilahi hükümleri
öğrenmek için müslümanların eli tamamen açıktı ve bu meselede önemli bir zorluk
ile karşılaşmıyorlardı. Zira islami hüküm ve meseleleri ya direkt olarak Allah
Resulünün dilinden veya Resulü Ekremin tayin ettiği sahabelerden öğreniyorlar ve
hiçbir şüphe ve ihtilaf olmaksızın vazifelerine amel ediyorlardı.
Ama
Resulü Ekrem (s.a.a)’in vefatından sonra müslümanlar o Hazretin huzuruna
varmaktan mahrum kaldıkları için, müslümanlardan bir çoğu dini hükümlerini
öğrenme gayesiyle Medinede bulunan alim sahabelere müracaat ediyorlar ve onlarda
Resulü Ekremden duydukları gibi soruları cevaplandırıyorlardı. Resulü Ekrem
(s.a.a)’den duymamış oldukları bir meselenin hükmünde de, içtihad yolu ile cevap
veriyorlardı. Bu muhasebeye göre, Allah Resulünün vefatından sonra hükülerin
rücu makamı Medinedeki alimlerdi.
Medinede bulunan alim ve fakihler aşağıdakilerden ibarettir;
1-
Ebuzer
Gıffari, 2-
Zeyd b. Sabit, 3-
Abdullah b. Ömer
Ebu
İshak Şirazi Tabakat-ül Fükaha adlı kitabında Medinedeki alimlerin yedi kişi
olduğunu söylüyor ki, şunlardan ibarettir;
1- Urve b. Zübeyr, 2- Said b.
Müseyyib, 3- Ebu Bekir b. Abdurrahman Mahzumi, 4-
Süleyman b. Yesar, 5-
Übeydullah b. Utbe, 6-
Harice b. Zeyd,
7-
Kasım b. Muhammed b. Ebu Bekir,
Bu
şahıslar fıkıh içtihadında önemli bir değere sahip olan, görüş sahibi idiler.
Elbette onların görüşlerinin büyük bir bölümü bizlere ulaşmamıştır. Çünkü
bunların tamamı bir yılda (94. Yıl) vefat etmişlerdir. Bu sebepten dolayı o
seneyi “Fakihler yılı” olarak adlandırmışlardır. Bunların tamamı Zeyd b. Sabit
ve Abdullah b. Ömer’in öğrencilerinden olup, hadis medresesinin
kurucularındandırlar. Bu medresenin sorumlusu Said b. Müseyyib idi. Bunların
dışında meşhur olmayan fakihlerde mevcut’tu.
İslam’ın diğer beldelerinde de Resulü Ekrem (s.a.a)’in sahabeleri islami
hükümlerde rücu makamıydılar. Resulü ekrem (s.a.a)’in vefatından sonra bir grup
sahabe Kur-an-ın ve ilahi hükümlerin talimi için uzak ve yakındaki islami
beldelere hicret etmişlerdi. O
bölgelerde bulunan müslümanlarda bunlara müracaat ettiklerinde, bunlar Kur-an-ı
Kerime göre hükümleri beyan ediyorlardı ve meselenin hükmünü Kur-an-da
bulamadıkları zaman sünnet aracılğı ile sorulara cevap veriyorlardı ve sünnette
de bulamadıkları zaman içtihad ederek meselenin hükmünü açıklıyorlardı. İşte bu
hesaba göre, islamın, Mekke, Kufe, Bağdat, Basra, Yemen, Mısır, Endülüs,
Nişabur, Horasan, ..... gibi diğer beldelerin de şer’i meselelerde hükümlerin
rücu makamı sahabeden olan fakihlerdi.
Mekkede hükümlerin rücu makamı olan fakih sahabeler şunlardan ibaretti; 1-
Abdullah b. Abbas, 2- Mücahid b. Cübeyr, 3- Ebu Abdullah İkreme, 4- Ata b. Ebi
Riyah, 5- Abdullah b. Ebi Melike, 6- Amr b. Dinar, 7- Abdullah b. Ebi Necih, 8-
Abdul Melik b. Abdul aziz b. Cüreyh, 9- Müslim b. Halid b. Said.....
Bunların yanısıra Kufede, Bağdat’da, Şamda, Basrada, Mısırda, Yemende,
Endülüsde, Horasanda, Nişaburda, Ürdünde, Filistinde, Afrikada, ... vb bulunan
ve isimlerini zikretmeye gerek görmediğimiz sahabeden olan fakihler
bulunmaktaydı.
SAHABE VE TABİİ’NİN ZAMANINDA HALKIN FAKİHLERE MÜRACAAT ETMESİ:
İçtihadın birinci aşaması olarak bilinen sahabelerin zamanı yukarıda açıklandığı
şekilde devam ederek bir asırı doldurarak son bulmaya yüz tuttu. Müslümanlardan
imamiyye ve Şia diye bilinen diğer bir grup müslümanlar islam-i hükümleri
öğrenmek için Resulü ekrem (s.a.a)’in vasilerine müracaat ediyorlardı.
Sahabenin asrından ve zamanından sonra onlara tabii olanların (Tabiin) dönemi
başladı. Bu dönem gerçekte içtihadın ikinci dönemi olarak bilinmektedir. Bu
zamanda her belde ve şehirde bulunan müslümanlar hüküm ve meselelerini öğrenmek
için o şehirlerde bulunan alim ve fakihlere müracaat ediyorlardı.
SAHABE VE
TABİİ’NİN ZAMANINDA MEZHEPLERİN OLMAYIŞI:
Sahabe ve tabiinin zamanında rücu makamında belirli bir ünvanda belirli bir
şahıs ve insanların tabi olmaları için mezhep ünvanında hiçbir şey mevcut
değildi.
İbni Kayyim Cevzi şöyle
diyor; Bizim inancımıza göre sahabe ve tabiinin zamanında has bir şahsı
nazarında tutupda diğerlerinin görüşlerini terkeden her hangi bir şahıs
bulunmamaktaydı.[702]
Dahlevi diye bilinen şah
veliyyullah Hanefi şöyle diyor; İnsanlar birinci ve ikinci asırda belirli bir
mezhebe taklid etmede görüş birliğine varmamışlardı. Kendi dini vazifelerini ve
hükümleri öğrenmek için, bütün meselelerde istinbat gücü olan babalarına veya
alimlere müracaat ediyorlardı. Fetvaya ihtiyaçları olduğu zaman belli bir şahısı
nazara almadan her alime veya fetva sahibine soruyorlardı. Kemal-ud Din İbni
Himam’da “Et- Tahrir” adlı eserinde bu konuyu yukarıdaki görüş gibi
açıklamıştır.
Kısacası, muhakkiklerin sözlerinden de anlaşıldığına göre içtihadın birinci ve
ikinci dönemi olan sahabe ve tabiinin zamanında, sonradan ortaya çıkan
mezheplerin hiçbirisinin ismi bile ortada yoktu. Hatta hiçbir müslümanın aklına
dahi böyle bir şey gelmiyordu.
Bunlara binaen, mezkur zamanda herkesin veya bir grubun dikkatına şayan olan has
ve belirli bir mezhep ünvanında hiçbir şey bulunmamaktaydı. Evet, sahabe
zamanında ferdi mezheb bulunmaktaydı. Örneğin; Abdullah b. Abbasın mezhebi,
Abdullah b. Mesud’un mezhebi, Abdullah b. Ömerin mezhebi.... vb. ama bunlara
tabi olan ve uyanlar bulunmamaktaydı.
Binaen aleyh, şunları söylemek doğru olacaktır ki, o zamanda mezheplerin tohumu
atılmıştı ama toplu bir mezheb bulunmamaktaydı.
MEZHEPLERİN ÇIKIŞ ZAMANI
Tabii’nin günlerinin son zamanlarında ve tabiinlerin tabiinlerinin ilk
zamanlarında bazı şahıslar hükümlere cevap vermede rücu makamıydılar. Onlar
şunlardan ibaretti;
1-
Numan b. Sabit (Ebu Hanife) v. 150
2-
Muhammed b. Abdurrahman (Ebu Leyla) v. 148
3-
Süfyan b. Said Sevri, v. 161
4-
Kufede İbni Şebreme, v. 144
5-
Abdul Melik b. Abdul Aziz (İbni Cüreyr) v. 150
6-
Süfyan b. Üyeyne, v. 198
7-
Medinede, Malik b. Enes, v. 179
8-
Leys b. Sad, v. 175
9-
Mısırda, Muhammed b. İdris Şafii, v. 204
10-
Şamda, Abdurrahman Ovzai, v. 157
11-
Basrada, Osman b. Müslim, v. 240
12-
Nişaburda, İshak b. Rahviye, v. 238
13-
İbrahim b. Halid Bağdadi, v. 246
14-
Ahmed b. Hanbel Şeybani, v. 241
15-
Davud Zahiri İsfehani, v. 237
16-
Bağdat’da, Muhammed b. Carir Taberi, v. 310
Ve
yine isimlerini zikretmek istemediğimiz bunlardan başkaları.
Bunlardan her biri, özellikle bazıları vefatlarından sonra bir çok taraftar
buldular. Neticede, mezkur zamanda çeşitli mezhepler ortaya çıktı. Binaen aleyh
çeşitli ve muhtelif mezheplere sahib oldular.
TAKLİD MERCİİ
İSMİNİN MEZHEB İMAMI İSMİNE DÖNÜŞMESİ
Bu
zamanda taklid mercine mezheb imamı ve onu taklid edenlere, o mezhebe tabi
olanlar deniliyordu.
Sayis, “Tarih-ul Fıkh-ul İslam” adlı kitabında şöyle diyor; İkinci asrın
evvelinden dördüncü asrın yarısına kadar 138 tane mezheb tahsis edilmiş ve halk
tarafından taklid olunmaktaydı. Birçok belde ve bölge has bir mezhebe
sahipdiler. Elbette zaman ilerledikçe bu mezheplerin tamamı dağılarak, kaybolup
gittiler.
Dördüncü asırdan sonra maruf ve meşhur mezheplerden baki
kalanlardan, imamiyye, Hanefi, Maliki, Şafii, ve Hanbeliyi isimlendirmek
mümkündür. Zahiri mezhebi bu zamana kadar devam bulduysada, yavaş yavaş ortadan
kayboldu. Şimdilik, Ehli Sünnet
mezheplerinden sadece dört mezheb baki kalmıştır.[703]
İmamiyye mezhebi diğer mezheplerin içtihad esasına göre vücuda gelmeyipde Allah
Resulünden ve Ehlibeyt imamlarından naklolunan hadisler doğrultusunda olduğu
için ve onların içtihadı naslar ile içiçe olduğundan dolayı, onları diğer
mezheplerin arasında zikretmeyi gerekli görmedik.
MEZHEPLERİN GENİŞLEMESİNİN
SEBEPLERİ:
Bu
dönemde mezheplerin genişlemesinin sebeplerinden bazıları şunlardan ibarettir;
1-
Bu
dönemde İslam dini çok hızlı bir biçimde genişliyor ve diğer kavimler ve
milletler fazlasıyla islama yöneliyorlardı. Dolayısıyla bunun böyle oluşu
hükümlerin asıl kaynaklarından içtihad olunarak istinbat olunma ihtiyacını
doğurdu.
2-
Önceki asırlarda içtihad konularının yavaş yavaş tekamul bulması; Zira ikinci ve
üçüncü asırdaki müçtehidler önceki asırlardaki alimlerin bıraktıkları yerden
içtihadı başlatmışlardı.
3-
Diğer beldelerde bulunan birçok ilimlerin islami beldelere sirayet etmesi ve o
beldelerdeki alimlerin islamı kabullenmeleri, düşünce ve fikirlerin karşılıklı
olarak kabul olunması fıkhi kanunların istidlal üslubunda birçok tesirler
bırakmıştır.
4-
Hadis ve rey mekteplerinin birbirlerine karşı olan tavırları.
İSLAMİ MEZHEPLERİN
YAYILMALARININ SEBEPLERİ:
Bazı İslami mezheplerin yaygınlaşarak genişlemesinin sebepleri şunlardan
ibarettir;
1-
Mezkur mezhebin taraftarlarının fazla oluşu.
2-
Öğrencilerinin fazla oluşu.
3-
Onu
anlatarak, tebliğ ederek yayanların çok oluşu.
İşte bu sebeplerden dolayı Ehli Sünnetin dört mezhebi yani, Hanefi, Maliki,
Şafii ve Hanbeli çabuk yaygınlık kazanmıştır.
HANEFİ MEZHEBİNİN
YAYILMASININ SEBEPLERİ:
Ebu
Hanifenin fıkıh dalında istilahi manada herhangi bir
kitabı yoktur. Sadece akaid hakkında “Fıkh-ul Ekber” isminde küçük bir Risale
ona nisbet verilmiştir. Molla Ali Kari bir kaç sayfadan fazla olmayan bu küçük
risaleyi şerh etmiştir. Bu kitabın metni ve şerhi hicri 1323 yılında Mısırda
basılmıştır.
Ama
Hanefi mezhebinden olan muhakkiklere göre bu kitabı Ebu Hanife telif etmemiştir.
Zira bu kitap onun ilmi makamı ile bağdaşmamaktadır, demişlerdir. Her halukarda, Ebu Hanifenin fıkhi görüşleri
öğrencileri vesilesi ile yazılıyor ve taraftarlarına ulaştırılıyordu. Onun en
meşhur öğrencileri dört kişiden ibarettir;
1-
Yakub b. İbrahim Kufi Gazi Ebu Yusuf. (v. 182)
2-
Muhammed b. Hasan Şeybani (v. 189)
3-
Ebu
Hüzeyl Zafer b. Hüzeyl b. Kays İsfehani (v. 158)
4-
Hasan b. Ziyad Lülu, (v. 204)
Ebu
Hanifenin öğrencileri, özellikle “iki İmam”
“iki Sahib” diye meşhur olan Gazi Ebu Yusuf ve Şeybani Hanefi mezhebinin
yaygınlaşarak genişlemesinde büyük rol oynamışlardır. Dolayısıyla müslümanların
arasında bir çok taraftar bulmuştur.
Yakub b. İbrahim Ebu Yusuf Gazi 170 senesinden sonra Bağdatta adliye işlerini
üstlendi. Harun Reşidin hilafeti döneminde Abbasi halifesi yargıçların hakimlik
makamını ona devretti.
Harun Reşid, Ebu Yusuf istemediği taktirde, Horasan, Irak, Şam ve diğer
şehirlerde hiç kimseyi gazi ve hakim olarak tayin etmiyor, ve onun istediğininde
dışına çıkmıyordu.
Ebu
Yusuf’da Ebu Hanifenin mezhebine taklid etmeyen hiç kimseyi bu makama
seçmiyordu.
Netice olarak o, Hanefi mezhebini ameli olarak yaymayı başarabildi ve Ebu
Hanifenin görüşlerine göre fıkıh kitapları düzenletti.
Ebu
Hanifenin ikinci öğrencisi, Muhammed b. Hasan Şeybani Ebu
Hanifenin mezhebinin düzenlenip ilerlemesinde büyük bir rol oynamıştır. Ebu Hanifenin
üçüncü öğrencisi Zafer de onun görüş ve fetvalarının düzenlenmesinde büyük
hizmetleri olmuş ve Ebu Hanifenin fetvalarına göre kitaplar telif etmiştir. O
kitaplardan bir kaçı şunlardan ibarettir;
Mebsut, Cami-ul Kebir, Cami-us Sağir, Siyer-ul Kebir, Siyer-ul Sağir, Ziyarat
kitabı Emalii Muhammed, Er- Rikkiyyat, El- Haruniyyat, El- Corcaniyyat, El-
Meharic ve Nevadir.
Bazılarına göre, Ebu Hanifenin fıkhına göre fıkıh kitaplarını tanzim eden ilk
şahıs Esad b. Amr ve bazılarına göre ise, Nuh b. Ebi Meryem’dir.
MALİKİ MEZHEBİNİN
YAYILMASININ SEBEPLERİ
Ebu
Hanifenin öğrencileri tarafından mezhebinin genişleme ve yayılma zamanlarında,
Medinede Malik b. Enes’in mezhebi ortaya çıktı ve Hicazın bütün beldelerine
yayıldıktan sonra Afrikada hüküm
makamında bulunan Abdul İslam b. Said vesilesiyle kökleşerek yaygınlaştı. Bu
şahıs Malikinin fetvalarını “El- Müdevvene” adında bir mecmuada bir araya
toplamıştır. Bu güne kadar Malikiler amel makamında
o kitaba itimat etmişlerdir. Ondan sonra Muiz b. Badis o beldelerde Maliki
mezhebinin ilerlemesinde büyük rol oynamıştır. O, bölgede bulunan insanları
Maliki mezhebine uymaya zorluyor ve diğer mezheplere uymalarına engel oluyordu.
Daha sonra Mağrib beldelerinde Ziyad b. Abdurrahman Kurtubi (v. 193) Mısır’da
Osman b. Hikem, Abdurrahim b. Halid ve Abdurrahman b. Kasım (v.191) vesilesiyle
yaygınlık kazandı. Sonunda Endülüs dede yaygınlık kazanmış Hicaz ve Irak
beldelerinde Abdul Melik b. Ebi Seleme, (v. 212) Ahmed b. Muzil Abdi ve Ebu
İshak İsmail b. İshak (v. 282)vasıtası ile yaygınlık kazanmıştır.
İbni Haldun mukaddime adlı
eserinde şöyle diyor; Maliki mezhebinin muhtelif beldelerde yaygınlık
kazanmasının sebebi, bu beldelerde bulunan alimlerin Hicaza gidip gelmeleriydi.
Zira, o dönemde Medine “Dar-ul İlim” (ilim evi) idi... Irak onların mesir ve
güzergahında olmadığı için onlar Medine alimlerinden faydalanmakla
yetiniyorlardı. Ve yine Mağrib ve Endülüs halkının Medine halkı ile aralarında
bir çok münasebetler bulunmaktaydı.[704] Her halukarda, Maliki mezhebi yavaş yavaş
Mağrib, Endülüs ve Afrika topraklarında yaygınlık kazandı.
ŞAFİİ MEZHEBİNİN
YAYILMASININ SEBEPLERİ:
Muhammed b. İdris Şafii hicri 198 senesinden sonra Mısıra ayak basmıştır. Mısıra
girdikten sonra Mısırın bir grup önde gelenleri onun etrafında toplandılar. İşte
bundan dolayı, Şafii mezhebi takviye olundu ve Mısırda yaygınlık kazandı. Bunun
için, Mısır devleti çok eski zamanlardan bu yana Şafiilerin en büyük merkezi
olmuştur. Filistin ve Ürdünde de bu mezheb diğer mezheplere nazaran çoğunluk
sağlamıştır. Bu mezhebe tabi olanların büyük bir bölümü, Suriye, Lübnan, Irak,
Pakistan, İran, Hicaz, Türkiye, Hindistan, Endonozya ve Yemende yaşamaktadırlar.
Şafiinin en meşhur öğrencileri ki, bu mezhebin ilerlemesinde en fazla rolü
oynamışlardır. Şunlardan ibarettirler; Yusuf b. Yahya Ebu Yakub (v. 231) İsmail
Yahya Mezeni, (v. 264) Rabi b. Süleyman Muradi, (v. 270) Rabi b. Süleyman Cezzi,
(v. 256) Hermele b. Yahya b. Hermele, (v. 266) ve Muhammed b. Abdullah b. Hikem,
(v. 268)
Bunlardan sonra aşağıdaki alimler Şafii mezhebinin ilerlemesi ve yaygınlaşmasına
katkıda bulunmuşlardır; Ebu İshak Firuz Abadi, (v. 476) Ebu Hamid Muhammed
Gazali, (v. 505) Eb-ul Kasım Rafii, (v. 623) Muhyid-Din Nevevi, (v. 676) Elbette
şu noktayı vurgulamakta yarar vardır; Muhammed b. İdris Şafii iki mezhebe
sahiptir; Eski ve yeni. Onun eski mezhebi Bağdatta ve yeni mezhebi Mısırda
yaygınlaşmıştır. Onun yeni mezhebinin çıkış sebebi şudur; O hicri 198 yılında
Bağdattan Mısıra hicret ettikten sonra kıyas hakkında ki görüşünü değiştirmiş,
dolayısıyla yeni bir görüşe sahib olmuştur.
HANBELİ MEZHEBİNİN
YAYILMASININ SEBEPLERİ:
Ahmed b. Hanbelin mezhebi her yerden önce Bağdat’da ve sonra dördüncü asırda
Irakın haricinde ve altıncı asırda Mısırda yaygınlık kazanmıştır. Ahmed b.
Hanbelin görüş ve fetvalarını yayan en meşhur öğrencileri, onun büyük oğlu Salih
b. Ahmed, (v. 266) ve onun küçük oğlu Übeydullah b. Ahmed, (v. 290) Ahmed
Horasani, (v. 273) Abdul Melik Mehran Meymani, (v. 274) Ahmed b. Muhammed
Meruzi, (v. 348) dir.
Şemsud- Din Muhammed b. Abdul Vehhab Hanbeli (v. 675) Mısırın bazı beldelerinde
kaza ve hüküm verme makamını üstlenmiş ve Hanbeli mezhebinden bu makama ilk
atanan kişi olmuştur. O Mısırın bazı bölgelerinde Hanbeli mezhebini
yaygınlaştırmış ve sonunda İbni Teymiye ve İbni Kayyimi Cevzi vesilesi ile
Hicazın tamamı bu mezhebe sahib olmuştur. Ama hicri on ikinci asırda Muhammed b.
Abdul Vehhab Temimi Necdi (1115-1206 Hanbeli mezhebinde yeni bir görüş
oluşturarak vahhabi mezhebi isminde yeni bir mezheb ortaya çıkarmıştır. Bugün
Arabistanda Vahhbi mezhebi resmi bir mezheb olarak kabul görmektedir.
Her
halukarda Muhammed b. İdris’den sonra hadis ehlinin büyüklerinden olan ahmed b.
Hanbel harakete geçmiş ve ellerinde hadis sermayesi fazlasıyla olan onun
taraftarları Hanbeli mezhebini ortaya çıkararak yaygınlaşmasını sağlamışlardır.
Hanbeli mezhebinin yayılmasını sağlayan en meşhur şahıslar şunlardır; Ebu Bekir
b. Hani, Ebul Kasım Hereki, (v. 334) Abdul Aziz b. Cafer, (v. 363) Muvaffikud-
Din Kıdam, (v. 620) ve bunlardan başkaları...
Şia
kelimesinin Lügatta iki anlamı vardır:
a)
Birinin diğerine tabi olmadan aynı inanca sahip olmasıdır. Nitekim Kur-an-ı
Kerim Hz. İbrahimi Hz. Nuh’un Şialarından yad etmiştir. Kur-an-ı Kerim bu konuda
şöyle buyuruyor; “Şüphesiz İbrahim’de onun (Nuhun) taraftarlarındandır.”[705] Hiç şüphesiz Hz. İbrahim şeriat sahibi
Peygamberlerdendi. O Hz. Nuh’un şeriatına tabi olanlardan değildi. Ama onun
Tevhid ve usuldaki tarzı Hz. Nuh’un yöntemi gibiydi.
b)
Diğerinden itaat etmek ve onu sevmek anlamındadır. Nitekim Kur-an-ı Kerim şöyle
buyuruyor; “Kendi tarafından olan (Musaya itaat edip onu seven), düşmana karşı
ondan yardım diledi.”[706]
Şia
kelimesi istilahi manada, Peygamberden hemen sonra Hz. İmam Ali’nin imamet ve
hilafetine inanıpda O Hazret ve ondan sonraki Ehlibeyt İmamlarına tabi olanlara
verilen isimdir.
İbni Haldun “El- İber” mukaddimesinin 138. Sayfasında şöyle diyor; Şia Lügatta,
yaran ve tabi olanlar (uyanlar, itaat edenler) anlamına gelir. Ama önceki ve
sonraki (eski, yeni) fakihlerin, kelamcıların istilahında, Şia Hz. Ali ve onun
evlatlarına uyanlara denilmiştir.
Şia
ve Ehli Sünnet kaynaklarında naklolunan rivayetlerde, Şia kelimesinin Resulü
Ekremin bir grup sahabesine verilen isim olduğu görülmektedir.
Celaleddin Siyuti, Cabir b.
Abdullah Ensari’den, ibni Abbasdan ve Hz. Ali’den Peygamberin “İman edip, ameli
salih işleyenlere gelince, onlar halkın en hayırlısıdır.”[707]
Ayetinin tefsirinde Hz. Ali (a.s)’ma işaret ederek şöyle buyurduğunu naklediyor; O (Ali) ve Şiaları kıyamet günü kurtuluşa
erenlerdir.”
[708]
Nubehti şöyle demiştir; Salman-i Farisi, Ebuzer Gıffari, Mikdat
b. Esved ve Ammar Yasir ilk olarak Şia diye adlandırılanlardır.[709]
Ebu Hatem Razide şöyle
demiştir; Peygamber Efendimizin döneminde Şia kelimesi sahabeden dört kişinin
lakabı idi. Onlar şunlardırlar; Salman-i Farisi, Ebuzer Gıffari, Mikdad b. Esved
ve Ammar Yasir.[710]
Peygamberin zamanında müslümanlar fırkalara
bölünmemişlerdi ve hepside müslüman ismi ile adlandırılıyorlardı. Dolayısıyla o
zamanda bir grubun Şia ismi ile tanınması mümkün değildir. Şeklinde bir itiraz
olursa, cevabımız şudur; Resulü Ekrem (s.a.a)’in kelimelerinde Şia kelimesinin
bulunması gelecek zamana aittir. Nitekim, O Hazretin kelimelerinde bulunan
“Kaderiyye ve Mürcie” gibi kelimelerde gelecek zamana aittir. Yalnız, Şia ismi O
Hazretin buyruklarında övülmüş ama Mürcie ve Kaderiyye ismi kötülenmiştir.
Zamehşeri, “Rebiul Ebrar” adlı eserinde Resulü Ekrem (s.a.a)’den şöyle rivayet
ediyor; Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdular; “Ey Ali kıyamet günü olduğunda ben
Allah’a tutunacağım ve sen bana tutunacaksın ve senin evlatların sana
tutunacaklar ve senin evlatlarının Şiası onlara tutunacaklardır...”
İbni Hacer “Sevaik-ul Muhrika da” Teberaninin Hz. Ali’den, Peygamberin şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir; Ya Ali, senin Şian Allah’tan razı ve Allah da
onlardan razı bir halde, sen Rabbine gideceksin...”
Ama
şaşılacak şeydir ki İbni Hacer bu
rivayetteki Şia’dan maksadın Ehli Sünnet olduğunu söylemiştir. Acaba Şia ve Ehli
Sünnet eş anlamlı iki kelime midir? Ki, İbni Hacer böyle demiştir! Yoksa Ehli
Sünnet Ehlibeyti Şialardan daha çok sevdikleri ve daha fazla itaat ettikleri
için mi böyle söylemiştir! Ama hayır, ne Şia ve Ehli Sünnet eş anlamlı
kelimelerdir ve nede Ehli Sünnet Ehlibeyte Şiadan fazla önem göstermiş ve Şiadan
fazla onlara itaat etmişlerdir. İbni Hacerin burda yaptığı kelime oyunundan
başka bir şey değildir.
Cabir b. Abdullah Ensari şöyle diyor; Peygamber efendimiz’in yanındaydık Ali
(a.s) uzaktan göründü. Resulü Ekrem (s.a.a) şöyle buyurdular; Canım elinde olan
Allah’a andolsun ki, bu ve Şiaları kıyamet gününde kurtuluşa ereceklerdir.
İbni Abbas şöyle diyor;
İnananlar ve iyi işlerde bulunanlarsa, onlardır, şüphe yokki yaratılmışların en
hayırlıları.[711] Ayeti nazil olduğunda, Resulü ekrem
(s.a.a) Hz. Ali (a.s)’a hitaben şöyle buyurdular; Bu ayetin muhatabı sen ve
Şialarındır. Kıyamet günü Allah’dan razı ve Allah’da sizden razı olacaktır. Bu
iki hadis ve buna benzer bir kaç hadis: Dürr-ul Mensur, c. 1, s. 379’da ve
Gayet-ül Meram, s. 326’da mevcuttur.
İşte bütün müslümanların kabullendiği ve Allah Resulünün dilinden çıkan bu
özellik ve yüce faziletler, ve Resulü Ekremin Hz. Ali (a.s)’a olan sonsuz
derecede muhabbet ve sevgisi ister istemez, fazilet, ilim ve nur aşıklarını Hz.
İmam Ali (a.s)’ı sevmeye ve ona itaat etmeye sevketmiştir. Nitekim islam
Peygamberinin Hz. İmam Ali (a.s)’a göstermiş olduğu bu sevgi ve muhabbet, ilime,
fazilete, ilahi değerlere önem vermeyen diğer bir grubu da ona karşı hased
beslemeye ve kin gütmeye itmiştir.
Görüldüğü gibi, Ali Şiası ve Ehlibeyt Şiası isimlerine Peygamberin buyruklarında
rastlamak mümkündür. Bu sebepten dolayı Şianın başlangıç noktasını sonraki
zamanlarda addetmek doğru değildir. Aksine, Şianın başlangıç noktasını
Peygamberimizin hayatta bulunduğu dönem olarak bilmek gerekir.
Tarihi gerçeklere muracaat ettiğimizde, Şialığa davetin Peygamberin zamanında o
Hazret tarafından başladığını görmek mümkündür. Zira daha öncede “Yakın
akrabalarını korkut” ayetindeki mevzu bahis olan ev hadisi bu gerçeği
göstermektedir.
Bu
rivayete binaen, Şialık ve Hz. Ali (a.s)’a (Peygamberden sonra) uyma ve tabi
olma daveti Peygamber tarafından, Peygamberliğin daveti ile aynı zamanda
gerçekleşmiştir. İslam Peygamberi, Peygamberliğinin davetini umuma açıkladığı
zaman Hz. Ali (a.s)’ın hilafet ve imametini de açıklamış ve bu daveti ömrünün
son yılında veda haccından dönerken Gadir’i Hum vadisinde de vurgulamış ve “Ben
kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır” diye buyurmuştur. Görülüyor ki,
Peygamber efendimizin risaleti ile Hz. Ali (a.s)’ın hilafet ve imameti aynı anda
halka duyurulmuş ve Peygamber ömrunun son yılında Hz. Ali (a.s)’ın hilafeti
doğrultusunda davetlerde bulunmuştur.
ŞİA TARİHİNDE SİYASİ
VE İÇTİMAİ DEĞİŞİKLİKLER:
Tarih boyunca Şia mezhebi bir çok siyasi ve toplumsal değişiklik ve aşamalardan
geçmiştir. Bu siyasi aşamalar Şianın faaliyetlerinde etkili olmuştur. Konumuzun
bu bölümünde kısa bir şekilde bu aşamaları inceleyeceğiz.
1- Halifeler dönemi: Bu dönemde Şia, içtimai ve siyasi yönden iyi bir konuma sahip değildi. Ama Hz. İmam Ali (a.s)’ın zahiri hilafeti döneminde Şialar matlub şartlara sahip oldular. Bu dönemde Hz. Ali (a.s)’ın vesilesi ile tevhidi gerçekler geniş bir şekilde açıklandı ve bir çok alim, tefsir, fıkıh, kelam ve diğer islami dallarda bu sonsuz okyanustan yararlandılar. Elbette tevhidi gerçekler Hz. İmam Ali (a.s)’ın zahiri hilafetinden öncede, o hazret tarafından açıklanıyordu, ama o hazret’in zahiri hilafeti döneminde bu gerçeklerin boyutu genişledi.
2- Emeviler dönemi: Bu dönemde siyasi şartlar Şianın aleyhine idi. Şialar bu dönemde Emevi hakimleri tarafından birçok ruhi ve cismi eziyet ve işkencelere tabi tutuldular. Ama bu durumla beraber, yinede dini vazifelerinden geri kalmadılar. Ve masum Ehlibeyt imamlarının hidayetleri doğrultusunda ilahi gerçeklere ve vazifelerine amel ettiler. Emevilerin hükümetinin son dönemlerinde ve Abbasilerin hükümetinin başlarında, yani İmam Muhammed Bakır ve İmam Cafer Sadık (a.s)’ın imametlerinin bir bölümünde siyasi şartlar Ehlibeyt ve Şiaları için uygun ve iyi bir konuma geldi. Zira Emevilerin hükümeti yıkılmağa ve dağılmağa yüz tutmuştu. Emevi hakimleri ruh ve düşünce dağınıklığı içerisindeydiler. İşte bunun için Ehlibeyte ve dostlarına baskı fırsatı bulamıyorlardı. Abbasilerin hükümetinin de ilk dönemlerinde, onlar yeni oldukları ve Emevilere Ehlibeyt adına galip olduklarından dolayı, Ehlibeyt ve dostları rahatlık içerisindeydiler. İşte bunun için Şia’nın ilmi haraketi İmam Muhammed Bakır ve İmam Cafer Sadık (a.s) tarafından yaygınlaşmaya ve kökleşmeye başladı.
3-
Mensurdan Haruna kadarki dönem: Mensurun döneminde
Ehlibeyt dostları tekrar siyasi baskılar altında kaldılar. Nitekim Celaleddin
Siyuti şöyle diyor; Abbasilerin ilk halifesi Mensur Aleviler (Ali ve Ehlibeyt
dostları) ve Abbasiler arasında fitne ateşini körükledi. 145 senesinde
(Mensur’un hükümete gelmesinden dokuz yıl sonra) Abdullah b. Hasan b. Hasan Ali
b. Ebitalib’in iki evladı Muhammed ve İbrahim Mensur’un aleyhine kıyam ettiler.
Ama bu ikisi ile beraber Ehlibeyt hanedanından büyük bir grup onun (Mensur)
vesilesi ile şehid oldular.[712]
Muhammed İskenturi şöyle
diyor; Mensur’un yanına gittiğimde onun derin bir düşüncede olduğunu gördüm.
Neden düşünüyorsunuz? Diye sordum. Şöyle cevap verdi; Fatımanın evlatlarından
bin kişiden fazla öldürdüm ama onların büyüğünü (İmam Cafer Sadık)’ı öldürmedim.[713]
Alevilerin (Ehlibeyt
dostlarının) Mensur tarafından karanlık ve nemli zindanlara atılarak işkence
olunmaları meşhurdur.[714]
Mensur sonunda İmam Cafer Sadık (a.s)’ı da zehirleyerek şehid etti.
Bu
durum Mehdi Abbasinin, (158-169) Hadi Abbasinin (on beş ay) ve Harun Reşidin
(170-193) hükümetleri döneminde de devam etti. Bunlar Alevileri (Ehlibeyt
dostları) öldürmede, işkence etmede, sürgün etmede, zindana atmada... Mensurun
yolunu takib ettiler.
Muhammed b. Ebi Ümeyr ve
Fazl b. Şazan onun emri ile zindana atılarak işkence edildiler. O, Hişam b.
Hikem’in yakalanma emrini verdi ama o saklanarak
kendisini korudu, Hamid b. Kahtebenin Mensurun emri ile cinayeti
meşhurdur.[715]
4-
Emin’den Vasık’a kadarki dönem:
(193-232) Harundan sonra
Muhammed Emin hükümete gelerek, dört yıl birkaç ay hükümet etmiştir. Ebu’l Ferec
Makatul-üt Talibinde şöyle diyor; Eminin, Hz. Ali (a.s)’ın evlatlarındaki
yöntemi geçmiştekilerin tersineydi. Bunun sebebi şudur; o vaktini hoş geçirme ve
bunun vesilelerini hazırlama düşüncesindeydi. Daha sonra Me’mun ile savaş
buhranı ile karşı karşıya kaldı ve sonunda öldürüldü. Me’mun kendi kardeşini
öldürerek saltanat kürsüsüne oturdu ve yaklaşık yirmi yıl (198-218) hükümet
etti.
Me’munun zamanında Şialık islamın birçok
şehirlerinde etkili oldu ve bunun eseri Me’munun karşısında da zahir oldu.
Nitekim, Me’munun veziri Fazl b. Sehl, ve onun ordu komutanı Tahir b. Hasan
Hezai Şia idiler.
Me’mun Şianın fazlalığını gördü ve halkın İmam Rıza (a.s)’a yöneldiğini
farketti. Halk onun babası (Harun)’dan razı değillerdi ve önceki Beni Abbas
hükümetlerine düşman idiler. Bu sebepden dolayı O, zahirde Aleviler (Ehlibeyt
dostları) ile dost olmayı tercih etti ve bu vesile ile halkı kendisine celbetti.
O nifak ve riyakarlık ile kendisini Şia olarak gösteriyor, Hz. Ali (a.s)’ın
hilafetini savunuyor ve Hz. Ali (a.s)’ın Ebu Bekir ve Ömerden üstün olduğunu
savunuyordu. Onun bu işlerle, kendi hükümetini sağlama almaktan başka düşüncesi
yoktu. Sonunda İmam Rıza (a.s)’ı zehirledi. Ama her halukarda zahirde olan bu
ılımlılık ve yumuşaklık Şia’nın akaidinin yayılmasına iyi bir zemine oldu. Bu
konuda diğer önemli bir sebep ise, Yunanca, Süryanice ve diğer lisanlarda olan
ilmi ve felsefi kitapların Arap lisanına tercüme olunmasıydı. Bu müslümanların
akli ve istidlali ilimlere hızlı bir şekilde yönelmelerine vesile oldu.
Özellikle Memunda Mutezili ekolüne inandığı ve akli konulara alakası olduğu için
dinler ve mezhepler konusunda kelami
konuların müzakeresini serbest bıraktı. Şia alimleri, fırsattan yararlanarak
Ehlibeyt mezhebinin tebliğine himmet ettiler.
Mutesim (v. 227) ve Vasık’ın (v. 232)
zamanında Ehlibeyt hakkındaki siyasi şartlar yaklaşık Memunun dönemindeki
gibiydi. Özellikle, bu ikiside Mutezilenin kelamına meyillenmiş
istidlali ve kelami konular ile muvafıktılar.
İmam Cevad (a.s)’dan
sorulan kelami ve dini sorular, mutesim döneminde halkın İmam Cevad (a.s) ile
irtibatının yasak olmadığını gösterir. Gerçi Mutesim batında İmam Cevad (a.s)’a
karşı düşmanlık besliyordu ve sonunda da O, Hazretin öldürülmesi için ferman
verdi. İmam Cevad (a.s)’ın şehadetinden sonra büyük bir kalabalık o hazretin
cenaze merasimi için bir araya toplandılar. Mutesim onların cenaze merasimine
katılmamaları için her nekadar da karar almıştı ise, onlar bu karara ve Mutesime
itina etmeyerek kılıçlarını alarak imamın evinin etrafına toplandılar. Bu da o
zamanda Şianın çokluğunu göstermektedir.[716]
5-
Mutevekkil ve ondan sonraki dönem:
Mutevekkilin hükümete
gelmesi ile (232-247) Alevilere (Ehlibeyt dostlarına) karşı şartlar değişti,
kincilik ve zorbalıklar tekrar canlandı. Bu dönemde Ehlibeyt ile irtibat siyasi
bir suç olarak görüldü. Onun İmam Hüseyn’in
kabrinin yıkılması, harab olması ve onun ziyaretine gidilmemesi için
verdiği emir meşhurdur.[717]
Mutevekkilin düşmanlığı
sadece şialara mahsus değildi. Aksine o kelam, felsefe ve akli konularla da
muhalifti Corci Zeydan şöyle diyor; Mutevekkil hilafete geldiği günden, son
nefesine kadar felsefecilere, rey, kıyas ve mantık taraftarlarına işkence
ediyordu.[718]
Mutevekkilden sonra
Abbasilerin hükümeti dağılmaya, bozulmaya başladı. İşte bu uğraşlar, çabalar ve
zorbalıklarla Mutezidi Abbasinin dönemine kadar (247- 279) Abbasilerden beş kişi
ki şunlardan ibarettirler, Muntesir, Müstain, Mutiz, Muhtedi ve Mutemid
hükümetin başına geldiler. Mutezid’in hükümeti ele alması ile (279-289)
Abbasilerin hükümeti tekrar kudret buldu. Nitekim Siyuti onun hakkında şöyle
diyor; Ona ikinci Seffah lakabını vermişlerdir. Zira o Abbasilerin hakimiyetini
canlandırdı. Çünkü ondan önce Mütevekkilin zamanından bu tarafa dağılıp,
zayıflayarak yok olmaya yüz tutmuştur.[719]
Gerçi Abbasilerin Ehlibeyt ve taraftarları ile düşmanlıklarında şüphe yoktur.
Ama mezkur dönemde Abbasi hükümetine hakim olanların düzensizliği neticesinde
onlara karşı baş kaldırmalar ve inkilaplar çok olmuştur. İşte bunun için
Abbasilerin Alevilere (Ehlibeyt dostları) baskı yapmaları için zemine müsait
değildi. Onun için onlar mensur ve Harunun dönemine nazaran daha iyi şartlar
içerisindeydiler.
6-
Al-i Büveyh, Fatimiler ve Hemdaniler dönemi:
Hicretin dördüncü ve
beşinci asrı siyasi şartlar açısından Şialar için en iyi dönem olarak
görülmektedir. Zira Büveyh hanedanının (320-477) Şia mezhebinden olmalarının
yanısıra, bunların Abbasi hükümetindeki etkinlikleri fazlaydı. Büveyhin, Ali
Hasan ve Ahmed adındaki oğulları önceden Fars’da hükümet yapıyorlardı. Bunlar
El-Müstekfi zamanında 333 yılında Bağdat’a girerek hükümet merkezine geldiler ve
halife tarafından ikram ile karşılandılar.
Ahmed “devletin azizi” Hasan “devletin rüknü”
ve Ali ise “devletin sütunu” lakabını aldı. Devletin azizi Ahmed amirler amiri
makamına gelerek, Müstekfi için dahi hukuk ve kanun tayin ediyordu. Onun emri
ile Aşura günü pazarlar tatil oluyor ve İmam Hüseyn için yas merasimleri ve
Gadir-i Hum bayramında kutlama
törenleri yapılıyordu. Kısacası Al-i Büveyh Şia mezhebinin yayılma ve
genişlemesinde büyük rol oynamışlardır. İslam hükümetinin merkezi olan
Bağdat’ta, halk önceden Ehli sünnet mezhebine tabi idiler. Ama onların kudreti
ele geçirmesi ile Şia mezhebi burada yayıldı ve şialara mahsus olan inançlar
burada görkemli bir şekilde yapılıyordu. Şia’nın meşhur bilgini Şeyh Mufid bu
zamanda yaşıyordu. Ona büyük bir ölçüde ihtiram ediyorlardı. Bağdat’ın Kereh
bölgesindeki Borasa Camisi ona aitti. Şeyh burada namaz kıldırması, halka
nasihatının yanısıra Şia mektebinin inançları doğrultusunda dersler de
veriyordu. Al-i Büveyh’in hizmetleri sadece Şiaya mahsus değildi. Onlar islam
medeniyetine ve adabına da büyük hizmetler yapmışlardır.
Dördüncü asırda Fatimilerde Mısır’da kudreti ele geçirmiş ve onların hükümeti
hicri altıncı asırın (567) sonlarına kadar devam etmişti. Fatimilerin hükümeti
Şia mezhebine davet esası ile kurulmuştu. Gerçi bunlar on iki İmam Şiası
değillerdi. Bunlar İsmaili mezhebine tabi idiler. Bu iki grup arasında
ihtilaflar olsa da, bunların dini talimleri almadaki yöntemi birdi ve her
ikiside Ehlibeyt kanalı ile dini gerçekleri öğreniyorlardı. Bağdat, Basra,
Nişabur gibi büyük şehirlerde Şiiler ve Sünniler arasında bir çok çatışmalar
meydana geliyor, bazılarında Şiiler kazanıyor ve galip geliyordu.
7-Hemdaniyan ve Şia mezhepleri:
Dördüncü asırda diğer bir Şia hükümeti dünyada
ortaya çıktı ve oda Hemdaniler hükümetidir. (293-391) Al-i Hemdanın en seçkin
hakimi Seyfud Dovle (devletin kılıcı) lakabına sahip olan Ali b. Abdullah b.
Hemdandı. (303-350) O akıllı ve ilim seven birisiydi. Ömrünün büyük bir bölümünü
Rum canilerine karşı savaşla geçirmiştir.
Hemdaniler döneminde
Suriye’nin Halep ve etrafları, Be’lebek ve buna bağlı olanlar, Cebel-i Amol ve
sahilleri gibi topraklar Şia’larla doluydu. Özellikle Halep Şia alimlerinin
karargahıydı. Şia mezhebinin yaygınlaşarak, kökleşmesinde büyük bir rol oynayan
Al-i Hemda’nın meşhur şairi Ebu Furas’dır. Hemdaniyan kimseyi Şia mezhebine
uymaya zorlamadılar ve kimseyi mal ve makamla kandırmadılar. Onlar halkın
dilediğini seçmesi için herkesi özgür bıraktılar. Sadece ihlaslı tebliğciler ve
alimler hakikatları ve doğruları halka açıklıyorlardı. Bunlar bu konuda,
Emeviler, Abbasiler ve Selahaddin-i Eyyubinin tersine göre hareket ediyorlardı.
Zira mezkur gruplar ve hükümetler halkı zorla kabalıkla Sünni mezhebine davet
ediyorlardı. Hemdaniler aydın fikirli ve özgür düşünceye sahip idiler. İşte bu
sebepten dolayı, her mezhepten olan alimlerin, felsefecilerin, edebilerin,
aydınların sığınağı oldular.[720]
8- SELÇUKLULAR VE EYYUBİLER DÖNEMİNDE ŞİA:
Hicri beşinci asrın ortalarında Selçuklu adında bir devlet ortaya çıktı. Bunlar
Bağdatta yok olmaya yüz tutmuş Sünni mezhebini canlandırdılar ve Mısır’da,
Irakt’da, Şamda ve Horasan’da Şia’ların ilerlemesini engellediler.
Selçuklu hükümeti hicri yedinci asrın sonlarına kadar devam etti.
Altıncı asrın ikinci
yarısında (565) tesis olunan diğer bir hükümet ise Selahuddin Eyyubi eliyle
kurulan hükümettir. Bu hükümette 848 yılına kadar devam etmiştir.[721]
Selahuddinin haçlı
savaşlarındakifedakarlıkları takdire şayandır. Ama onun Sünni mezhebine olan
aşırı taassubu ve Şialığa olan düşmanlığı gözden kaçmayan bir zayıflığıdır. O
Mısır’ı ele geçirdikten sonra Fatimilere karşı huşunet ve düşmanlık ile
davranmıştır. O, Beni Ümeyye ve
Haccacın bayram olarak kutladığı Aşura gününün tekrar olarak kutlanmasına dair
emir vermiş, “Hayye elel Hayril ameli” ezandan çıkarmıştır. O ehli Sünnetin dört
mezhebine mensub olmayanın şehitliğinin kabul olunmaması için emir vermiş ve bu
mezheplerin dışında olan kimseye ders verme ve konuşma hakkı vermemiştir. Hatta
o, Fatimilerin güzel ve faydalı kitaplarla donattıkları ve tesis ettikleri
kütüphaneleri yok etmiştir. Neticede bu taassup ve düşmanlık haraketi Şia
mezhebinin Mısır’da unutulmasına sebep olmuştur.[722]
9- MOĞOL HÜKÜMETİ DÖNEMİNDE ŞİA:
Moğol hükümeti, hicri 650 yılında İranda Hulaku han vesilesi ile kuruldu ve 736
yılında Sultan Ebu Saidin ölümü ile son buldu.
Hulaku Han Irak’a yaptığı ikinci hamlesinde Abbasilerin
hükümetini ortadan kaldırarak bütün mezhepleri kendi inanç ve merasimlerinde
serbest bıraktı. O alimlere ihtiram ediyor. Şöyle ki, onun yapmış olduğu
katliamların dini hedefi yok idi. İşte bunun için onun tasarruf ve hakimiyetine
geçen bölgelerde muhtelif dinler ve mezhepler eşit bir özgürlüğe sahipdiler.
Hulaku Hanın İslam dinine girip girmediğinde ihtilaflar vardır. Ama Moğol
hükümetinin, Nekvadar b. Hulaku (Ahmed), Gazan Han (Mahmud) Nikulavus (Muhammed
Hudabende), ve Bahadır Han isimlerindeki dört sultan müslüman olmuşlardır.
Ahmed’in hükümet ve saltanatı fazla sürmedi. Gazan hanında Şia olduğuna dair
tarihi gerçekler ve deliller vardır. Sultan Muhammed Hudabende önceleri Hanefi
mezhebindendi. Ama zamanın Ehli Sünnet alimlerinin en alimi olan Nizam-ud Din
Abdul Melik Şafii onun tarafından hüküm makamına atandı. O Hanefi alimleri ile
yaptığı münazaralarda galip geldiği için Sultan Hudabende Şafii mezhebini
seçmiştir. Ama Allame Hilli ile Nizam-ud Din arasında geçen münazarada Allame
Hilli galip geldiği için Sultan Hudabende sonunda Şia mezhebini seçmiş ve bütün
hakim olduğu bölgelerde Şia mezhebi esaslarının ve inançlarının icra olunmasına
dair emir vermiştir. Onun isteği üzerine Allame Hilli “Nehc-ül hak ve Keşf-us
Sıdk” kitabını yazmıştır. Ondan sonra Moğol hükümetinin en son sultanı olan onun
oğlu Bahadır handa Şia mezhebine tabi olmuştur.
Moğol sultanları döneminde Şia’dan büyük alimler zahir oldular. Bunlardan bir
kaçı şunlardan ibarettirler; Muhakkiki Hilli (v. 676) Yahya b. Said (v. 689)
Allame Hilli (v. 726) Sadid-ud Din Hilli, Fahrul Muhakkikin (v. 771) Seyyid
Reziyud Din b. Tavus (v. 664) Seyyid Giyas-ud Din b. Tavus, İbni Meysem Behrani
(v. 679- veya 699) Hace Nesir-ud Din Tusi (672) Kutbud-din Razi (766) ve
diğerleri...
Bu dönemde, Allame
Hilli’nin teklifi ve Sultan Hudabende’nin vesilesi ile Seyyar medresesi tesis
olundu. Allame Hilli bu medresede vermiş olduğu dersler ile Şia inançlarını ve
meariflerini yaygınlaştırmış ve bir çok öğrenciler yetiştirmiştir.[723]
10- SAFEVİLER VE OSMANLILAR DÖNEMİ:
Bu dönemde Osmanlı devleti de
İslam topraklarının büyük bir bölümüne hakimdi. Bunlar Ehli Sünnet mezheplerinde büyük bir taassuba
sahiptiler. Bunun için Şia’lara karşı düşmanlık ediyorlardı. Hatta onlar, saray
ve halkın alimi olan bazı alimlerden Şia’nın İslam dışı olduğuna ve
öldürülmelerinin vacip olduğuna dair fetvalar aldılar. Sultan Selim kırk bin
veya yetmiş bin kişiyi sırf Şia oldukları için öldürmüştür. Halep’de, Şeyh Nuh
Hanefinin, Şia’ların küfrüne ve öldürülmelerinin vacipliğine verdiği fetvaya
binaen on binlerce Şia öldürüldü. Ve geri kalanlar ise canlarını kurtarmak için
firar ettiler. Öyleki, Halep’de bir tane dahi Şia kalmadı. Oysa Hemdanilerin
hükümetinin ilk dönemlerinde, Şia’lar Halepe tamamen kök salmış ve
yayılmışlardı. Şia’nın meşhur ve büyük alimlerinden olan ve Şehid-i Sani (ikinci
Şehid) diye bilinen merhum Osmanlılar eliyle şehid edilmiştir.
Osmanlılar, Şia’ları hükümet makamından
çıkardılar ve onların dini vazifelerini yapmalarına engel oldular. Şamd’a ve
diğer bölgelerde yaşayıp da azınlıkta olan Şia’ların kendilerine özgü dini
vazifelerini yapmalarını engelliyorlardı. Bu musibetler ve baskılar dört asır
boyunca (miladi 1198-1516) devam etti.[725]
Bundan sonra, Şia’lar için yaklaşık aynı
şartlar mevcuttu. İran’da Şia mezhebi resmi mezhep olarak tanındı ve kabul
olundu. Ama diğer İslam memleketlerinde, genelde ve özellikle de Vahhabi’lerin
hakim olduğu bölgelerde Şia’lar siyasi şartlar yönünden iyi karşılanmamışlardır.
Yemen ve Irak’ta nüfusun çoğunluğunu Şia’lar teşkil etmektedir. Dünyada Müslüman
memleketlerin hemen hemen hepsinde az çok Şia vardır. Ama bazı ülkelerde
azınlıkta olan Şii’ler zaman zaman kendi inançlarını, dini öğretilerini ve
merasimlerini rahat bir şekilde yapmamakta ve rejim tarafından
baskıya maruz bırakılmaktaidiler. Ama ülkemizde bu sorun diğer devletlere
nazaran her ne kadarda çözülmüş ise yine de Şii’lerin dini sorunları tamamen
mutlak bir anlamda halledilmiştir denemez.
Tarih kitapları incelendiğinde, o dönemlerde
Ehli Sünnet mezheplerinin zamanın hükümetleri tarafından yaygınlaştığını görmek
mümkündür. İşte bu sebepten dolayı Ehli Sünnet mezhebine uyanların sayısı çok
olmuştur. Zira insanlar padışahlarının, yöneticilerinin ve hakimlerinin
dinindedirler.
İslam dini içerisinde birçok fırka ve mezhep
ortaya çıkmıştır. Ama zamanın hükümeti onları tasdik etmeyip, onaylamadığı için
onlar zamanla kaybolup gitmişlerdir. Örneğin, Ovzai mezhebi, Hasan-ı Basrinin
mezhebi, Ebu Uyeyne’nin mezhebi, Süfyan-ı Sevrinin mezhebi, İbni Ebi Davud’un
mezhebi, Leys b. Sadın mezhebi ve diğerleri... tamamen kaybolup gitmişlerdir.
Mesala, Malik b. Enesin dostu Leys b. Sad ondan daha alim ve daha fakihdi.
Nitekim Şafii de bu şekilde söylemiştir.
[726]
Ama onun fıkhı diğer mezhep fıkıhlarının arasına karışarak kaybolmuş ve mezhebi
ortadan kaybolup gitmiştir. Ahmed b. Hanbel şöyle diyor; İbni ebi Züeyb Malik b.
Enes’den daha alimdi. Ama Malik b.
Enes şahsiyetleri daha iyi araştırıp, inceliyordu.[727]
Tarihe baktığımızda Maliki mezhebinin imamı,
İmam Malik’in hükümet hakimiyetini ellerinde bulunduran insanlara yakın, onlarla
uyum içerisinde olduğu ve onların yanında haraket ettiği görülür. İşte bu
sebepten dolayı etkinlik ve şöhret kazanmıştır. Onun mezhebi baskı ve maddiyatla
yaygınlaşmıştır. Özellikle, Endülüste onun öğrencisi Yahya b. Yahya bir çok
gayretler ile Endülüs amirine yaklaşarak onunla dost olmuş ve neticede hakim,
gazileri seçme görevini ona vermiştir. Oda sadece Maliki olan dostlarını bu
göreve getirmiştir.
Aynı şekilde, daha öncede belirttiğimiz gibi
Ebu Hanifenin mezhebi de Maliki mezhebi gibi Ebu Hanifenin ölümünden sonra onun
iki öğrencisinin Harun-u Reşide yaklaşarak, yayılmasına vesile olmuştur. İşte
Ebu Hanife bu şekilde en büyük fıkıh adamı ve onun mezhebi de en büyük fıkıh
mezhebi olmuştur. Oysa onun zamanındaki alimler onu tekfir ediyor ve dinsiz
olduğunu söylüyorlardı. Ahmed b. Hanbel ve Ebul Hasan Eş’ari’de böyle
yapmışlardır.
Şafii mezhebi de yok olmağa yüz tutmuşken,
aniden canlanarak kudret bulmuştur. Çünkü devlet gücü onun himayesine gelmiş ve
canlanmasına sebep olmuştur. Mısır tamamen Fatimi Şiası iken
Selahud-din Eyyubi’nin zamanında Şafii olmuştur. Çünkü o Şiaları takibe,
baskıya alıyor ve onları bir hayvan gibi boğazlıyordu.
Hanbeli mezhebi de, eğer Mutesim zamanında
Abbasi devletinin himayetleri
olmasaydı oda tanınmamış olur ve unutulup giderdi.
Hiç şüphesiz bu mezheplerin kökleşerek
yaygınlaşmasında ve şöhret bulmasında en büyük rolü hükümetler oynamışlardır. Ve
yine bu hükümetlerin başında bulunan amir ve hakimlerin tamamı Ehlibeyt düşmanı
idiler. Zira Ehlibeyt onların korkulu rüyası haline gelmişti. Çünkü onların
tasavvuruna göre Ehlibeyt imamlarının varlığı onlar için en büyük engel ve
tehlike teşkil ediyordu. İşte bunun için daima halkı Ehlibeytten ve Ehlibeyti de halktan uzak tutmaya
çalışıyorlardı. Ehlibeyti kabullenip onlara tabi olanlara eziyetler ediyorlardı.
Hiç şüphesiz bu amirler ve yöneticiler bazı
yağcı alimleri kendi hükümetleri ile uyum sağlayan fetvalar vermeleri için iş
başına getirdiler. Zira halk daima şer’i hükümlerin ve dini meselelerin halline
muhtaçtı.
İşte bu sebeplerden dolayı, bütün dönemlerde,
dini meselelerden ve şer’i hükümlerden haberdar olmayan amirler ve yöneticiler
fetva vermeleri için kendileri ile uyum sağlayan alimleri yanlarına alıyor ve bu
vesile ile halka din ve siyasetin ayrı ayrı şeyler olduğunun imajını
veriyorlardı. Halife hüküm süren siyaset adamıydı ve fakih ise din adamıydı.
Böyle bir durumda, fetva makamında olan din
adamı da siyaset makamında olan siyasetçinin menfaatinin zıddına ve onun
zararına fetva vermezdi. Zaten böyle bir verecek olsa bile, bu tür bir şahısı
fetva makamına getirmezlerdi. Neticede fetva makamında olan fakih devlet
siyaseti ve onun ideolojisinin icra olunması ile zerre kadar muhalifet
etmiyordu. İşte bu sebeplerden dolayı Ehlibeyt imamlarının neden siyaset
meydanından bir kenara bırakıldıklarını rahatlıkla anlamak mümkündür. Tarih
boyunca onlardan bir tanesinin dahi hüküm makamına veya fetva makamına atandığı
görülmemiştir.
Oysa tarihi gerçeklere ve ilmi hakikatlere
göre o dönemlerde İmam Cafer Sadık (a.s) fetva makamına atananlardan ve bütün
mezhep imamlarından daha üstün, daha alim ve daha fakihdi. Ve bunların tamamıda
bu hakikati itiraf etmişlerdir. Ama ne yazık ki siyaset
bazılarını ön plana çıkarıp yüceltebiliyor ve bazılarını da arka plana atarak
unutulmalarını sağlayabiliyor.
Tarihi gerçeklere göre Ehli Sünnet ve cemaatin
dört mezhebini tahditler ve birilerinin cebini doldurmalar ile kökleştirip yayan
siyaset gücü olmuştur. Bu konuda geniş bilgi almak isteyenler Esad Haydarın “El-
İmam Sadık vel mezahib-ul Erbaa”
adlı eserine bakabilirler.
MısırlıAhmed Emin “Zühr-ul İslam” adlı
eserinde şöyle diyor; Ehli Sünnetin mezheplerinin takviyesinde devletlerin çok
büyük rolü olmuştur. Ne zaman hükümetler kuvvetli olup bir mezhebi himayet
etseler, halk ona uyar. Ve devlet yıkılıncaya kadar oda ayakta kalır.[728]
Netice olarak biz diyoruz ki, Eğer İmam Cafer
Sadık (a.s)’ın yolunu mezhep olarak adlandırmak doğru olursa, onun mezhebi
Ehlibeyt mezhebinin aynısıdır. Nitekim bütün Müslümanlar bu şekilde adet etmiş
kendilerine mezhep ünvanında bir isim seçmişlerdir. Ama hakikatlar ışığında,
İmam Cafer Sadık (a.s)’ın yolunun has Muhammedi İslam olduğu açık bir şekilde
görülmekte ve bilinmektedir. Bu manada Peygamberin sünnetine olduğu gibi amel
edenlerin Şialar- Caferiler olduğu söylenebilir. Çünkü Şialar- Caferiler
Ehlibeyt İmamları aracılığı ve vesilesi ile Resulü Ekrem’in sünnetine ulaşıp ve
ona göre amel ederler. Çünkü Ehlibeyt Peygambere en yakın olanlardır. Ve ev
halkı evin içerisinde olup bitenlerden evin dışındakilere nazaran daha iyi
haberdardırlar. Dolayısıyla ehlibeyt taraftarları her ne kadar Şia veya Caferi
olarak bilinseler bile ehlibeyt kanalıyla Peygamberin sünnetine amel eden gerçek
sünnet ehli olanlardır.
Mezkur hadisi
dört dört konuda ele almak mümkündür;
1-
Acaba mezkur hadis sahih ve güvenilir bir
senedle naklolunmuş mudur.?
2-
Hadisin metni nasıldır? Zira hadis farklı
ibaretle naklolunmuştur.
3-
Acaba İslam milleti yetmiş üç fırkaya bölünmüş
müdür?
4-
Yetmiş üç millet ve fırkadan kurtuluş fırkası
hangisidir?
Bu hadis sıhah ve
müsnedlerde çeşitli senedlerle naklolmuştur. Abdullah b. Yusuf b. Muhammed
Hanefi “Tahric-i ehadis-ul Keşşaf” adlı kitapda bu hadisin senedlerini
toplamış ve herkesden fazla bu hadis üzerinde durmuştur.
Bazı hadisçiler bu
rivayetin senedlerini sahih bulmamış ve şöyle demişlerdir; Hadisin bütün
muhtelif senedlerinde bulunan raviler zayıf ve meçhul kişilerdir. İşte bunun
için böyle bir hadis istidlalolunmağa layık değildir. Bu grubun başında “El-Fesl
fil ehva vel-milelu adlı kitabın müellifi İbni Hazm gelmektedir. Başka bir grup
ise hadisteki senedlerin çeşitli oluşuna iktifa etmişler. Ve onu müstefiz
rivayetlerden hesap etmişlerdir.
Sahih-i Buhari ve
Müslime müstedrek yazan Hakim Nişaburi
mezkur hadisi Buhari ve Müslimin
sahih olarak kabullendikleri senedlerle nakletmeye çalışmıştır. O, Halid Tehan,
Muhammed b. Amr, Ebu Seleme ve Ebu Hureyre’ nin Resulü Ekrem (s.a.a)’den şöyle
naklettiklerini demiştir; “Yahudileryetmiş bir veya yetmiş iki fırkaya
bölünmüşlerdir. Nesranilerde yetmiş bir veya yetmiş iki fırkaya ayrılmışlardır.
Benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya bölüneceklerdir.”
Daha sonra Hakim Nişaburi şöyle diyor; Bu
hadis Müslimin şartlarına göre sahihtir. Ama Buhari ve Müslim bu hadisi
nakletmemişlerdir. Hakim mezkur hadisi iki ayrı senetle de nakletmiştir. Onların
birisinin senedinde Abdurrahman b. Ziyad, ve diğerinde ise Kesir b. Abdullah
vardır. O şöyle diyor; Bu ikisinin rivayetiyle ihticac olunmaz.[729]
Bu senetlerde bulunan
her raviyi araştırmak ve incelemek zorluklarla içiçedir. Araştırdığımız
takdirde, noksanlıktan uzak olmayan bir senet de bulmak mümkün olmayabilir. Ama
hadis çeşitli senetlerle her iki fırkanında (Şia- ehli Sünnet) kitaplarında
naklolunduğu için hadisi müsteviz hadis diye adlandırabiliriz.
Şia alimlerinden mezkur hadisi Şeyh Saduk
“Hisal”[730]
da, Allame Meclisi “Bihar-ul Envar da”[731] çeşitli
senetlerle nakletmişlerdir. İşte bu sebepten dolayı hadisin senedinin sıhhatinin
noksanlıkları hallolunabilir.
Hadisin metnindeki
sakıncalı durum onun senedindeki noksanlıktan az değildir. Bu hadisin naklinde
bir çok ihtilaflar ortaya çıkmıştır. Hadisin metni üzerindeki ihtilaflar
aşağıdakilerden ibarettir;
1-
Ehli Kitab’ın Fırkalarının sayısı: ilk ihtilaf
Ehli kitap ve İslam ümmetinin fırkalarının sayısı hakkındadır. Hakim Yahudi ve
Nesrani fırkalarının sayılarını bazen kesin olarak yetmiş bir, ve bazen de
tereddütle yetmiş bir veya yetmiş iki olarak nakletmiştir. Oysa Abdul Kahir
Bağdadinin Ebu Hureyre kanalı ile naklettiği hadis de, Yahudileri yetmiş bir,
Nesranileri yetmiş iki ve İslam ümmetini yetmiş üç fırka olarak görülmektedir.
Ama o başka bir senetle de, Yahudi fırkalarını
yetmiş bir veya Peygamberin ümmetinin fırkalarını yetmiş iki olarak
nakletmiştir.
[732]
2- Hidayet bulanlar ve
sapanların sayısı:
ikinci ihtilaf
kurtuluşa erenler ve helak olanların sayısıdır. Hakim sahih bilmediği bir
senetle Resulü Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmiştir; “Onların birisi
hariç tamamı ateştedir.” Bu cümlenin aynısı Abdul Kahirin naklettiği bazı
rivayetlerde de mevcuttur.
Ebu Davud, Tirmizi ve İbni Mace gibi Sahih yazarları ve Hakim, İslam
ümmetinin fırkalarını yetmiş üç olarak nakletmiş, birisinin kurtuluş fırkası ve
diğer geri kalanların tamamının ateş ehli olduklarını nakletmişlerdir.
[733] Oysa
Mukaddesi bu hadisin metnini başka bir şekilde nakletmiş ve şöyle demiştir;
yetmiş iki fırka cennete ve bir fırkada ateşte yer alacaktır. Daha sonra şöyle
diyor; Bu metnin senedi önceki metnin senedinden daha sahihtir.[734]
3- YETMİŞ ÜÇ MİLLET VE İSLAM FIRKALARININ SAYISI:
Bu konudaki diğer bir
mesele ise hadisde yer alan yetmiş üç milleti tanımaktır. Yani ihtilafları
İslam’a ait olan yetmiş küsür fırkayı tanıma meselesidir. Zira ümmetin dini
konuların dışındaki ihtilaflarının Peygamberin ümmetinin ihtilafı ile hiçbir
ilişkisi yoktur. Çünkü Peygamber (s.a.a) öyle bir ihtilaftan söz etmektedir ki,
ihtilaf edenler aynı zamanda o hazrete tabi olanlardır.
Bu hakikatı nazara
aldığımızda, İslami fırkalar hiçbir zaman yetmiş küsura ulaşmamakta, ve onların
gerçek sayısı bu rakamın altında olduğu görülmektedir. Gerçekte islami
fırkaların aslı mezkur rakamın çok aşağısındadır ve onlar şunlardan
ibarettirler; Mutezile (Kaderiyye), Ehl-i hadis, Hanbeli, Eşaire, Hariciler ve
Şia. Bu fırkaların her birinin dalları, boyları ve şubeleri olmasına rağmen
yinede mezkur rakama ulaşmamaktadır.
Şehristani “Milel ve
Nihel” adlı eserinde, cüz’i fırkaları birbirleriyle terkib ederek mezkur rakamı
kendi zamanındaki mevcut fırkalara tatbik etme uğraşına girmiştir. Bazıları
Eş’arinin Makalat-ul İslamiyyin’de Mutezile için on iki fırka, Hariciler için
sekiz fırka, Gulat Şia için on beş fırka, on iki İmam Şiası için dört fırka
zikretmesini dikkate alarak mezkur rakamı bu fırkalara tatbik etmek
istemişlerdir. Oysa bu faydasız bir uğraştır. Zira mutezilenin on iki fırkasının
ihtilafı tamamen cüz’idir ve hepside kendi beş usullarında ittifak etmişlerdir.
Çünkü onlar bu beş usulun dışındakileri Mutezile olarak kabul etmezler.
Binaen aleyh, bu
gruplardan her birini fırka olarak adlandırmak doğru değildir. Çünkü bazılarının
hiç taraftarı bile yoktur ve bazılarıda dini konuların dışında birbirleriyle
ihtilaf etmişlerdir. Bu açıklamanın aynısı Harici fırkalar hakkında da
söylenebilir. Dolayısıyla onlarında her birini fırka olarak adlandırmak doğru
değildir.
Eş’arinin Gulat Şia ve
İmamiyye Şia’sı için söylemiş olduğu rakam, Şia’nın kelamının tarihi ile
bağdaşmamaktadır. İspat halinde, böyle fırkalar ferdsel olup, tabi olunan bir
müessisi yoktur. Gerçekte Şia’nın tamamını tek bir grup olarak hesap etmemiz
gerekir. Kısacası, hadiste geçen rakam, islami fırkalar göz önünde
bulundurulduğunda, hadisçileri hayrette bırakmıştır.
Hadisi sahih olarak
kabul edecek olursak, iki şıktan fazla yol yoktur;
1- Mezkur rakam, fırkaların fazlalığına bir
kinaye olabilir. Nitekim bazı ayetlerde de yetmiş rakamı ve fazlalık için kinaye
anlamında alınmıştır. Allahu Teala şöyle buyuruyor; “Onlar için yetmiş kez af
dilesende Allah onları affetmeyecek.”[735]
Bu görüş sağlam bir
görüş değildir. Zira çokluk ve fazlalık ünvanında kinaye anlamında kullanılan
rakam onlar rakamıdır. (70-80
rakamları gibi) yetmiş iki veya yetmiş üç rakamı yani onların yanında birler
bulunursa çokluğa kinaye olarak alınması doğru değildir.
2- Mezkur rakam geçmiş
asırlara mahsus olmayıp da gelecek zamanı da kapsamaktadır. İşte bunun için
mezkur rakamı geçmiş zamanlarda aramak doğru değildir. Aksine bu hadisin dosyası
İmam Mehdi (a.s)’ın zuhuruna kadar açıktır. O zamana kadar da fırkaların sayısı
mezkur rakama ulaşmış olabilir.
Ümmetin yetmiş üç
fırkaya bölüneceğini gösteren hadis de en önemli mesele kurtuluş fırkasını
tanımaktır. Ateşten kurtulacak olan bu grubu tanımak hem bu dünyada ve hem de
ahiret aleminde önemli bir konuma sahiptir. Ne
yazık ki, hadisi nakledenler ve şerhedenler bu konunun izahına inayet
göstermemişlerdir.
Kendi asrında ehli Sünnetin öncüsü olan Şeyh
Abduh hayret içerisinde kalarak şöyle demiştir; Şimdiye kadar kurtuluş fırkası
benim için muayyen olmamıştır. Zira bütün islami fırkalar Peygamber (s.a.a)’e
tabi olduklarını iddia etmektedirler ve böyledirler de, İnsanı hoşnut eden şey
naklolunan bazı hadislerde Peygamberin şöyle buyurmasıdır; “Sapan grup bir
tanedir ve diğerleri kurtuluş ehlidirler.”
[736]
Kurtuluş fırkasını iki
yol ile tanımak mümkündür.
1- Hadisin muhtelif
metinlerine müracaat ederek: Zira bazı hadislerde kurtuluş fırkasına işaret
olunmuştur.
2- Buna benzer
olanlarda hadisteki kapalılığı açarak, onu bertaraf edecek, Peygamberin diğer
sözlerine müracaat ederek .
Birinci yol hakkında şunlar söylenebilir ki,
hadisin metinlerinde bu konuda işaretler zikr olunmuştur. Örneğin, 1- Kurtuluş
fırkası cemaattir.
[737] Başka
bir nakle göre, İslam ve onların cemaatidir.
[738]2- Ben ve
ashabımın yolunda gidenlerdir.[739] 3-
Meseleleri kendi reylerine göre kıyas ederek, helalı haram ve haramı da helal
ederler.[740] 4- Ben ve Şialarım.[741]
Hadisin metnindeki
ihtilafları ve sadece bazı metinlerde “Cemaat” kelimesinin naklolunmasını göz
önünde bulundurarak, birinci şıkkın tamamen kapalı olduğunu görmek mümkündür.
Belağat ve Fesahatta
en üstün olan Resulü ekrem (s.a.a)’in kurtuluş fırkasını belirlerken bu şekilde
kapalı konuşması ve böyle bir özet kelimeye iktifa etmesi düşünülemez. Zira bu
tanıtım öyle bir konumdadır ki, her fırka onun kendisi olduğunu söylemektedir.
Çünkü “El- Cemaatten” maksat, Mümin ve Müslümanların cemaatidir. Her fırkada
kendisini iman ehli olarak görmektedir. Bunun yanı sıra, bu tanıtma muhatabın
haber ve bilgisini çoğaltmamaktadır. Zira herkes, Müminler ve Müslimlerin
cemaatinin kurtuluş ehli olduklarını bilmektedirler. Söz ve tartışma bunda
değildir. Asıl söz gerçek Mümin ve
Müslümanın kim olduğundadır. İnsanlar bunu tanırsa ister istemez kurtuluş ehlini
de tanımış olacaklardır.
İkinci tanıtıma göre,
kurtuluşun ölçüsü Peygamber efendimizin kendisi ve sahabesi nakl olunmuştur. Bu
tanıtım da bir önceki tanıtım gibi noksan ve kapalıdır. Zira; 1- Eğer, maksat
bütün sahabeler ise böyle bir ittifak zaruri meselelerin dışında sağlanmamıştır.
Zira sahabeler bir çok konuda birbirleriyle ya ihtilaf etmişler veya bir takım
gerçeklerin ilminden mahrum
kalmışlardır.
Resulü Ekrem (s.a.a)’in bütün yaran ve
sahabelerinin sayısı yüzbinden fazladır. Bunlar bütün ihtilaflı konulara tamamen
vakıf değillerdi. İhtilaflı konulardan haberdar olsalar bile, onların sözleri
bir değildi. Daha henüz, yüce İslam Peygamberinin mubarek bedenleri toprak
üzerindeyken, onlar hilafet ve İmamet konusunda birbirleriyle şiddetli bir
şekilde ihtilaflar ve tartışmalar çıkarmışlar ve daha sonra birbirlerinden
ayrılmışlardır.[742] 2- Eğer
maksat sahabelerin çoğunluğu olmuş olsa, bu meseleye Ehli Sünnet sıhhat gözüyle
bakmamışlardır. Zira Resulü Ekrem (s.a.a)’in sahabelerinin çoğunluğu üçüncü
halifenin yolu ve yöntemi ile muhaliftiler. Bunlar arasındaki ihtilaf ve çelişki
en sonun da üçüncü halifenin Peygamberin sahabesi ve bir grup Kufe ve Mısır
inkilapçıları tarafından öldürülmesine sebep olmuştur. Acaba Ehli Sünnetin
inancına göre, çoğunluğun ittifakı ile üçüncü halifeyi yoldan çıkmış birisi
olarak görmek doğru mudur?!
Bazen çoğunluğun
karşısında azınlık yer almıştır ki, değer yönünden onlardan üstün bir
konumdaydılar. Örneğin birinci halifenin seçiminde, Haşimiler
ve bunların başında, Hz. İmam Ali (a.s), onun amcası Abbas, Peygamber (s.a.a)’in
kızı Hz. Fatıma çoğunlukla muhalefet etmişlerdir.
Hz. Ali (a.s) ve Hz. Fatıma’ da
Tathir ayetinin hükmüne göre her türlü hata, yanlışlık ve günah’ dan uzaktırlar.
Acaba Kur-an tarafından bu şekilde vasıflanan azınlığın karşısında çoğunluğu
tercih etmek ne derece doğrudur? Acaba insanlar iyiye, üstüne değil de çoğunluğa
tabi olmalıdırlar sözü ne kadar doğrudur?
3- Bu ölçünün bir
başka noksanlığı da vardır. O noksanlık sahabenin Peygambere atf olunmasıdır.
(Ben ve ashabım) Oysa Hidayet mihveri Resulü Ekrem (s.a.a)’in kendisidir. Eğer
onların bir nuru varsa, bu nuru o hazretten kesbetmişlerdir. Öyleyse bu halde şu
şekilde tevil etmekten başka bir çare yoktur; Peygamber kendi hayatı zamanında
hidayet ölçüsüydü ve onun hayatından sonra hidayet ölçüsü sahabelerdi.
4-Usule göre Peygamber
(s.a.a)’in yaranı hidayet ölçüsü olmazlar ve onlara tabi olmak kurtuluşa neden
olmaz. Zira Ehli Sünnetin sahih kaynaklarında naklolunan rivayetler,
sahabelerden mürted olanları göstermektedir. Bu tür rivayetler sahabeyi hidayet
ölçüsü olmanın dışına çıkarmaktadır. Bu konuda “Şia ve Sahabe” başlıklı konuya
müracaat edebilirsiniz... İşte bu sebeplerden dolayı, sahabeler hakkındaki bu
tür rivayetlerin içeriğine göre sahabelerin tamamının adaleti, onların söz ve
görüşlerinin hüccetliği, çoğunluğun görüşünün hüccetliği, onların hidayet
mihveri ve ölçüsü olmaları kabul olunacak bir görüş değildir.
Üçüncü şık ise, en
sapık ve yanlış fırkanın, fıkhi hükümlerde kıyasa göre amel edenler olduğunu
göstermektedir. Kıyasa göre amel etmek Şia fıkhı açısından yasak ve yanlış ise
de bu konunun reddine dair her ne kadar da hadis naklolunmuş ise de kıyasa göre
amel edenleri en sapık fırka olarak görmek mübalağadan başka bir şey değildir.
Bunun yanısıra kıyasa göre amel etme, Peygamberin zamanında sahabelerin yanında
açık ve net bir mefhum ve manası olmayan fıkhi veya usuli bir istilahtır.
Peygamberinde mefhum ve manası kapalı olan bir cümle ile sahabesine hitap ederek
en sapık fırkayı belirlemesi düşünülemez.
Buraya kadar ele
aldığımız konuda, kurtuluş fırkasının tamamen ilk üç grup olmayacağı anlaşılmış
ve bu üç görüş etrafında durulmuştur.
Konumuzun bu bölümünde
meseleye açıklık getirmek ve kurtuluş fırkasının kim olduğunu teşhis etmek için
Ehli Sünnetin sahih kaynaklarında naklolunan üç tane rivayeti zikredeceğiz.
Sakaleyn hadisi, mütevatir hadislerden olup,
hadis, tefsir, tarih kitaplarında naklolunmuştur. Tirmizi ve Nesai kendi
sahihlerinde bu hadisi şöyle nakletmişlerdir; Resulü Ekrem şöyle buyurdular; “Ey
insanlar ben sizin aranızda iki şeyi bırakıyor ve gidiyorum. O ikisine
sarıldığınız müddetçe asla sapmazsınız. Onlar Allah’ın kitabından ve benim
itretim- Ehlibeytim’den ibarettirler.”[743]
Ahmed b. Hanbel bu
hadisi az bir farkla kendi müsnedinin beşinci cildinin 182 ve 189. Sayfalarında
şu şekilde nakletmiştir; “Ben size iki halife bırakıyorum; Sema ve yer
arasındaki Allah’ın ipi Kur-an-ı Kerim, ve itretim- ehlibeytim. Bunlar Kevser
havuzu kenarında bana varıncaya dek birbirlerinden ayrılmazlar” Bu konuda fazla
hadis görmek isteyenler kitabımızın “İtret- Ehlibeyt mi? Yoksa Sünnet mi?”
başlıklı konuya müracaat edebilirler.
Hiç şüphesiz bütün
islami fırkalar arasında Peygamberin bu iki emanetine birden ve bunları
birbirinden ayırmadan ,beraberce değer verer ve bu ikisine tabi olan tek fırka
İmamiyye Şia’sıdır.
Sadece Sakaleyn hadisi, ümmetin ihtilafını
gösteren hadisin kapalılığına açıklık getirmemekte, onun yanı sıra gemi hadisi
de konuya açıklık getirmektedir. Zira Resulü Ekrem (s.a.a) bu hadisi şerif de
Ehlibeytini Nuh’un gemisine benzetmiş, ona binenlerin kurtulacağını ve ona
binmeyenlerin ise helak olacağını buyurmuştur. Mezkur hadis de Resulü Ekrem
(s.a.a) şöyle buyuruyor; “Benim Ehlibeytim sizin aranızda Hz. Nuh’un gemisine
benzer. Ona binenlerin hepsi kurtuldu, ondan kaçanların hepsi boğuldu.”[744]
Bu teşbih ve
benzetmeden maksat, insanların Ehlibeyte tabi olmağa davet edilmeleridir. Bu
hadise ve davete göre Müslümanlar usul ve füru’larını bu hanedan vesilesi ile
öğrenmeli ve onlardan yüz çevirmemelidirler. Aksi taktirde, yüz çevirenlerin
helak olması kesin ve muhakkak olacaktır.
3- EHLİBEYT
EMNİYETE SEBEPTİR:
Üçüncü hadisi şerif
de, Resulü Ekrem (s.a.a) efendimiz ehlibeytini, gök yüzündeki yıldızlara
benzetmiştir. Şöyle ki, yıldızlar denizcilerin yollarını bulmalarında bir ölçü
ve sebep olduğu gibi, Resulullah’ın ehlibeyti de halkın hidayetine ve ihtilaftan
uzak kalmalarına bir ölçüdür.
O Hazret şöyle buyurmuştur; Yıldızlar yer
ehlinin kaybolmamaları için emandırlar ve benim Ehlibeytim de ümmetimin ihtilaf
etmemesi için emandır.[745]
Eğer bu hadise ve
diğer hadislere insaf ile bakılırsa, kurtuluş fırkasının özellik ve vasıflarını
rahatlıkla taşhis etmek mümkündür. Bu açıklamalar ve peşpeşe olan mesaj ve
davetler hadisteki kurtuluş fırkasının kimler olduğunu açıkça göstermektedir.
Ehli Sünnetin bazı
alim ve hafızları ümmetin ihtilaf ve ayrılığını gösteren hadis ile Sakaleyn hadisini birlikte nakletmişlerdir. Bu,
Peygamber (s.a.a)’in her iki sözü bir arada buyurduğunu ve Sakaley’nin kurtuluş
fırkası olduğunu gösterir.
Mezkur hadisin metni
şöyledir; “Kardeşim Musa’nın ümmeti yetmiş bir fırkaya bölündüler. Kardeşim
İsanın da ümmeti yetmiş iki fırkaya bölündüler; benim ümmetim de yetmiş üç
fırkaya bölünecektir. onLarın birisi hariç hepsi helak olacaktır. Müslümanlar bu
sözü duyduklarında sıkıldılar ve ağlamaya başladılar, Peygambere yüz çevirerek
şöyle dediler; Ey Allah’ın Resulü, senden sonra bizler
için kurtuluş yolu nasıl olacaktır, kurtuluş fırkasına uymamız için onları nasıl
tanıyabiliriz?
Resulü Ekrem (s.a.a) şöyle buyurdular;
“Şüphesiz ben sizin aranızda iki ağır emanet bırakıyorum: Biri Allah’ın kitabı,
diğeri itretim; Ehlibeytimdir. Bu ikisine sarıldığınız müddetçe benden sonra
asla sapmazsınız. Yüce Allah bana
haber vermiştir ki, o ikisi Kevser havuzunun kenarında bana varıncaya dek
birbirinden ayrılmazlar.[746]
İSLAM DA MEZHEPLERİN ÇIKIŞ
SEBEPLERİ:
Müslümanlar İslam
Peygamberinin hayatı zamanında çok büyük bir vahdete sahiptiler. Peygamberin
risaletinin azameti ve Müslümanların mutlak manada ona rücu etmeleri ihtilaf ve
nizalara en büyük bir engel teşkil ediyordu. Ama Peygamberin vefatından sonra
Müslümanlar arasında büyük gedikler, uçurumlar ve ihtilaflar meydana geldi.
Dolayısıyla Peygamber zamanındaki vahdet ve fedakarlık yerini kelami nizalara,
cidallara ve ihtilaflara bıraktı. Bazen de bu ihtilaflar akaid ve inanç adı
altında kanlı savaşlara neden oldu. Bu konuda en önemli mesele,
ihtilafların çıkışının ve mezheplerin temelinin atılmasının sebeplerini
incelemek ve araştırmaktır.
Peygamber (s.a.a)’in
vefatından sonra, bir grup Müslümanlar için kelami meseleler söz konusu değildi.
Onlar cihattan ve dünyada İslamı yaymaktan başka bir şeyi düşünmüyorlar, tevhid
ve Allah’ın vasıfları vb. konularda Kur-an ve Sünnetten öğrendiklerinin dışına
çıkmıyorlardı.
Bu grubun karşısında
mal ve servet toplamak, kudret, hakimiyet ve makam kazanmak düşüncesinde olan
fırsat talep, diğer bir grupta vardı ki, bunlar dini meselelerde bir gaflet
içerisindeydiler. Bu iki grubun (1- fedakar ve cihat ruhuna sahip olanlar, 2-
Dünyayı talep edenler ve servet toplamak isteyenler) karşısında, inanç
meselelerini düşünen ve tefekkür eden bir üçüncü grup bulunmaktaydı ki, bu iş
onların mühim ve resmi bir işiydi. Bu durum, Müslümanların
umumunun haliydi. Ya inanç meselelerinde Kur-an ve Sünnetten öğrendiklerine
iktifa edip de, cihat ve savaş düşüncesindeydiler veya kendileri için bu tür
konuların bir anlam ifade etmediğini tasavvur edip de mal, servet ve makam
düşüncesindeydiler. Sadece üçüncü grup diğer meselelerden uzak kalarak inanç ve
akaid meseleleriyle ilgileniyorlardı.
Sonunda bu grup da bir
takım sebeplerden dolayı ihtilafa düştüler. Bu sebepler şunlardan ibarettir ki,
bu sebepler mezheplerin ortaya çıkmasına neden (vesile) olmuştur.
1-
Körü körüne yapılan kabilecilik taassupları ve
hizbi eğilimler.
2-
Dini hakikatlerin tefsirinde yanlış ve ters
anlama.
3-
Peygamberin hadisinin yazılması ve
yayılmasının yasaklanması.
4-
Yahudi ve Mesihi alimlerin israiliyyat
efsanelerini yaymada özgür olmaları.
5-
Müslümanların, kendileri için has bir inanç ve
akideleri olan diğer milletlerle karşılaşmaları.
6-
Nassa karşı içtihad.
Şimdi özet bir şekilde
Müslümanların bölünmelerine ve mezheplerin çıkmasına sebep olan bu altı konuyu
inceleyeceğiz.
BİRİNCİ SEBEP: KABİLE TAASSUPLARI VE HİZBİ EĞİLİMLER
Müslümanlar arasındaki
ilk ihtilaf Peygamber (s.a.a)’in vefatından sonra hilafet konusunda ortaya
çıkmıştır. Hilafet makamını Risalet makamı gibi nass makamı olarak düşünenler
Resulü Ekrem (s.a.a)’in hadislerine dayanarak hilafetin Hz. İmam Ali (a.s)’ın
hakkı olduğunu savunuyorlardı.
Bu grubun mantık ve
düşüncesinde asla kabile taassupları söz konusu değildi ve bu inanç islam
Peygamberinin sözlerinden doğmaktadır. Ama Sakife de, Hz. İmam Ali (a.s)’ın
muhaliflerinin, (ister Muhacirler olsun ve isterse de Ensar,) mantığı diğer
mihverler etrafında dönüyordu. Bu mihverleri kabile taassubu ve enaniyyet olarak
görmek mümkündür. Hilafet konusunda hem Muhacirler ve hem de Ensar cahiliyye
ölçülerine dayanarak hilafeti ellerine geçirmeye çalışıyorlardı. Oysa hilafet
makamının seçim makamı olduğunu farz etsek bile, islami değerlere sahip, alim ve
takvalı birisinin seçilmesi gerekirdi. Ama ne yazık ki; her iki grup da bu
ölçüleri değere almayıp, risalet makamına yaptıkları kabile hizmetlerini ön
plana çıkardılar... Netice de, Sakifede Ensar ve Muhacir arasında uzun
tartışmalardan sonra, Ebu Bekir oradan halife olarak dışarı çıktı ve böylelikle
ilk ihtilaf tohumları atılmış oldu.
İKİNCİ SEBEP:
KİTAP VE SÜNNETİ YANLIŞ
ALGILAMA VE ANLAMA
Dini hakikatleri,
Kur-an ve Sünnetin ideal hükümlerini yanlış ve ters algılamak bir çok
tayfaların, fırkaların ve mezheplerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Gerçekte, mezheplerin
büyük bir bölümünün çıkmasına bu ters ve yanlış düşünceler ve dar görüşler sebep
olmuştur. Hiç şüphesiz Allah’ın kitabı ve Peygamberin sünneti bütün Müslümanlara
hüccettir ve bütün Müslümanların bu ikisine uymaları gerekir. Allah’ın hükümleri
ve Peygamberin buyrukları karşısında görüş bildirmek veya onlara karşı muhalefet
etmek hiçbir zaman reva değildir. Müslüman olduğunu söyleyen birisine bu tür
fiillerde kesinlikle yakışmaz. Kur-an-dan yararlanmak ve bir şeyler öğrenmek
için çok fazla dikkat etmek gerekir. Kur-an-da zahir ve batın, muhkem ve
müteşabih, mecaz ve teşbih...vardır. Kur-an-ı Kerimin sadece zahirini tasavvur
etmek, onun yüce makamını aşağı indirmekten ve yüce manalarını tahrif etmekten
başka bir netice vermez.
İslam dini içerisinde
“Mücesseme, Müşebbehe, Harici, ve Mürcie” adında fırkalar ortaya çıktı. Bütün bu
gruplar Kitap ve sünneti kendi tasavvur ve düşüncelerinin medrek ve dayanağı
olarak görmüş ve kendilerine muhalif olanları Kitap ve sünnete karşı muhalif
olmakla suçlamışlardır. İlk iki grup “Ayn” (göz)
“Yed” (el) “Vech” (yüz) kelimelerinin bulunduğu ayetlere dayanarak
ayetleri zahirine göre tefsir etmişler. Sade ve basit bir şekilde bu ayetlerin
kenarından geçip gitmişlerdir.
Örneğin ehli hadis “Yahudiler Allah’ın eli
bağlıdır, dediler.... Bilakis Allah’ın elleri açıktır, dilediği gibi verir...”[747] ayetinin
tefsirinde, zahire iktifa ederek şöyle demişlerdir; Allah’ın infak ettiği iki
tane eli vardır. Eş’ari ise bu konuda şöyle diyor; Allah’ın iki ele vardır ama
biz onun keyfiyetini (nasıl olduğunu) bilmiyoruz.[748]
Kur-an-ı Kerimden bu
tür yararlanmak dar ve yanlış görüşlülüğün nişanesi olup, onu dar bir çerçeveye
sığdırmaktır.
Müslümanlar Peygamber
(s.a.a)’in vefatından sonra kendilerini din, takva ehli görüpte, sadece zahire
iktifa eden bir grupla karşı karşıya kaldılar. Bunlar sadece zahire iktifa
ederek bu tür yanlış düşünceleri İslam dini kalıbında müslümanların içerisine
soktular. Bunlar her türlü tefekkür ve fikri düşünceyi küfr olarak talakki
ettiler.
Neticede Kur-an ve
sünnet düşünce yapısı olarak mana ve tefsir bakımından asıl mesirinden
çıkarıldığı ve farklı farklı manalar ve bu manaların taraftarları ortaya çıktığı
için, bu ihtilaflar en sonunda hizbi eğilimlere ve fırkalaşmalara neden
olmuştur.
ÜÇÜNCÜ SEBEP: PEYGAMBERİN HADİSLERİNİN YAZILMASININ YASAKLANMASI
Peygamber (s.a.a)’in
vefatından sonra Kur-an ve İslamın açıklayıcısı olan hadislerin yazılmasının,
nakledilmesinin, yayılmasının yasaklanması Müslümanlar arasında gerilemelere,
gruplaşmalara, yanlış inançlar edinmeye ve netice de fırkalaşmaya sebep
olmuştur. Hadise gelen bu kısıtlama ve hadise karşı yapılan bu mücadele Emevi
halifesi olan Ömer b. Abdul Azizin dönemine kadar sürmüştür. Bu zaman içerisinde
İslam’ın ikinci senedi olan sünnet zihinlerden silinerek, unutulmağa mahkum
edilmiştir. Ömer b. Abdul Azizin döneminden sonra hadis yazma ve nakletme
serbest bırakıldığında, İslam’da büyük bir gedik daha açıldı. Zira takva ve
imanda zayıf olan bir çok dünya talep insanlar bazı hükümdarlara, valilere ve
hükümet makamına yaranmak için bu doğrultuda binlerce yalan ve düzmece hadis
uydurdular.
Hatta Ahmed b. Hanbel kendi asrında olan
hadislere hüsnü niyetle bakarak sahih hadislerin yedi yüz binden fazla olduğunu
söylemiştir. Oysa onunla muhasır olan Buhari dört bini aşmayan sahih hadisleri
altı yüz bin hadisin içerisinden seçmiştir. Yani, Buhari her yüz elli hadisten
bir tanesini sahih görmüş ve sahih gördüğü bu hadisleri kendi sahihinde
nakletmiştir.[749]
Ebu Davud, kendi
sahihini beş yüz bin hadisin içerisinden seçerek sadece dört bin sekiz yüz
hadisin sahih olduğunu kabul ederek nakletmiştir. Bu konuya hadis gerçeği ve
hadis faciası bölümde geniş bir şekilde yer verilecektir.
DÖRDÜNCÜ SEBEP:
YAHUDİ
ALİMLERİ VE MESİH’İ RAHİPLERİ
Peygamber (s.a.a)’in
hadislerinin yazılması İslam camiasında bir çok zarar ve ziyanlar doğurdu. Bunun
zarar ve ziyanlarından bir tanesi, Yahudi ve Nesrani alimler, Müslümanların
içerisine karışarak bir takım efsaneleri geçmiş peygamberlerin sözleri ünvanında
yaymalarına fırsat vermiştir. Bunlar, uydurma efsanelere ve tahrif olunan
kitapların düzmecelerine göre Kur-an-ı Kerimdeki Peygamberlerin kıssalarını
tefsir etmişlerdir.
Kur-an-ı Kerimin
ayetlerinin tefsir ve beyana ihtiyacı vardır. İnsanın Peygamberlerin hayat ve
kıssalarını öğrenmek isteyişi, onun cihan ve beşer tarihine olan düşkünlüğünden
kaynaklanmaktadır. Her tarih de, camianın tekamülü, hükümet ve milleti yeni
hadiselerle karşı karşıya getirir. İslam ümmetinin bu ihtiyaçların ve
meselelerin cevabını Kur-an-dan ve onun ilmini miras alanlardan araştırıp
öğrenmeleri gerekirdi. Ama bu tür zorlukların hallinde büyük bir rol oynayan
sünnet “yasak” hükmünü yerse ve Peygamberin ilimlerinin varislerine konuşma
yasağı getirilirse, ister istemez toplumdaki yarasalar güneşin batışını bir
fırsat bilerek kendilerini hadis, tefsir ve tarih meydanının tek eri olarak
gördüler ve bir çok hurafeler ile Müslümanlar arasında uçurumlar meydana
getirdiler.
O dönemlerde, Ebuzer, Abdullah b. Mesud, Ebu
Derda... gibi şahsiyetler neden daima Peygamberden hadis naklediyorsunuz diye
azarlanıyorlardı! Ama ne yazık ki, hadisin yazılmasının yasak olduğu dönemlerde,
hicretin dokuzuncu yılına kadar Mesihilikte kalıp da ondan sonra Müslüman olan
“Temim Avsi Dari”nin Ömerin zamanında Peygamberin camiasında oturup kıssa
anlatmasına izin veriliyor, O Ömer ve Osmanın hilafetinin sonuna kadar bu
makamda kaldı ve Osmanın öldürülmesinden sonra Şama hicret etti.
[750]
İşte, ikinci halifenin
döneminde Yahudi alimleri ve Mesihi rahipleri resmi bir izin ile tereddütsüz ve
korkusuz olarak efsaneleri ve düzmeceleri Peygamberin kıssası ünvanında
nakletmede tam bir özgürlüğe sahip oldular. Bu şahıslar halifelere o kadar
yaklaştılar ki, halifeler dini meselelerini ve ilahi hükümleri bunlardan
soruyorlardı. Neticede bir çok gerçeklerin üzerine perde çekilmiş, efsane ve
düzmeceler hakikat ünvanında insanlara anlatılmıştır.
Bu sebep de diğer
sebepler gibi mezhep ve fırkaların çıkmasında büyük rol oynamıştır. Gerçekte
dördüncü sebebin ortaya çıkmasına üçüncü sebep (hadis yazılmasının yasaklanması)
neden olmuştur.
BEŞİNCİ SEBEP:
YABANCI KÜLTÜRLERLE KARŞILAŞMA
Resulü Ekrem (s.a.a)’in vefatından sonra
İslamı genişletmek ve yaymak için fetihlere başladılar, has bir temeddün ve
kültüre sahip olan milletleri mağlup ettiler. Müslümanlar arasında, yenik düşen
milletlerin ilimlerini, sanatlarını, edebiyatlarını.... öğrenmeye alakalı
olanlar vardı. İşte bu alaka ve ilgi onları müzakereye, sohbete ve sonrasında da
onların kitaplarını Arap Lisanına tercüme etmeye zorlamıştır. Mütefekkir ve
düşünürlerin ilmi kavramları, insanların öğrenmeleri ve yararlanmaları için
önemli bir değere sahiptir. Allah’u Teala Kur-an-ı Kerimde varlık aleminin
sırlarında düşünmeyi akıllıların nişanesi olarak belirtiyor ve şöyle buyuruyor;
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip
gidişinde akl-ı selim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır. Ayakta
dururken, otururken, yanları üzerine yatarken Allah’ı ananlar (şöyle dua
ederler) Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem
azabından koru.”
[751]
İnsanların ilim, fen ve düşüncelerine hayatın
kilit alanlarında ve ilahi çerçevelerde değer vermek ve bunlardan yararlanmak ve
her zaman ve mekanda bilim adamları ve düşünürlerin faydalı sözlerine önem
vermek gerekir. Nitekim Kur-an-ı Kerim şöyle buyuruyor; “Dinleyip de sözün en
güzeline uyanları müjdele.”
[752]
İlim ne kadar uzakta
olursa da olsun İslam dini onu öğrenmeye büyük bir önem vermiş ve tüm insanlığı
bu doğrultuda davet etmiştir. Resulü Ekrem (s.a.a) şöyle buyuruyor; “ilim çinde
dahi olsa onu talep ediniz.”
İşte bu esasa göre Müslüman ilim adamları,
Mısır, İran ve Suriye topraklarında yaygın olan Yunan ve Rum maariflerini,
ilimlerini, öğrenmeye koyuldular. Bunlar, Yunan ilimlerinin hazinesine
ulaştıktan sonra o ilimleri Süryani Lisanından Arap Lisanına tercüme
etmişlerdir.[753]
İran, Rum ve Yunan ilimlerini Arap Lisanına
çevirmek Emeviler döneminde başlamış ve Abbasiler döneminde şiddet kazanmıştır.
Tarih her ne kadar da Halid b. Yezid b. Muaviyeyi ilk mütercim gösterse de[754] ama
gerçeklere göre o ilk mütercim değil de bu işe ilk teşvik eden kişidir. Zira o,
kimya ilmine alakası olduğu için, Yunanca ve Kıbti Lisanında olan kimya
kitaplarını Mısır alimlerinden Arap Lisanına tercüme etmelerini istemiştir.
Netice de, tıp
dalında, mantık, felsefe ve diğer dallarda tercüme olunan kitapların tamamı
fayda ve zarar ile içiçeydi. Tercüme hareketi Emeviler ve Abbasiler döneminde
hiçbir has kanuna sahip değildi. Tercüme olunan kitapların bazı bölümleri
İslamın usulu ile çelişkili ve muhalif olsa bile mütercimler için bir anlam
ifade etmiyordu. Çünkü tek hedef Rum, Yunan, Kıpti ve İran ilimlerini Arap
Lisanına çevirmekti.
İlmi ve felsefi
metinler o kadar yanlış şeylerle doluydu ki, hatta Mesihi alimleri dahi bu tür
kitapların mesihilerden aşağı tabaka da bulunan avam kesiminin eline geçmesine
izin vermiyorlardı.
Celaleddin Siyuti, bizim sözümüzü ispat edecek
bir destanı şu şekilde nakletmektedir; Memun, Sisil adında Mesihi bir hakime bir
mektup yazarak o şehrin kütüphanesini Bağda’ta intikal ettirmesini istedi. O
zamanda o kütüphanede bir çok ilmi ve felsefi kitaplar bulunmaktaydı. Sisil
adındaki hakim meseleyi şehrin önde gelenlerine açtı. Onun müşavirlerinden olan
mesihi bir alim hakime şöyle dedi; Bir an önce bu kitapları Müslümanların
topraklarına gönder. Zira bu kitaplar nereye ve hangi ülkeye giderse, orda ki,
halkın akide ve inancını bozar. Hakim bu sebepten dolayı bütün kitapları Memuna
göndermiştir.[755]
Mütercimler,
tercümeleri teşvik ve himayet edenler genelde gayri Müslimdiler. Müslümanlardan
çok az bir grup bu işe alaka gösteriyorlardı. İslamın ilk asırlarında tıp
ilminin mütehassısları ya Mesihi idiler veya da Yahudi idiler. Neticede bu
tabipler kendilerine müracaat eden hasta Müslümanların bazılarını gayri İslami
inançlarla etkiliyor ve onların kalbine vesvese ve şeklerin yerleşmesine sebep
oluyorlardı. Her halukarda ecnebi kültürünün ve kitaplarının Müslümanların
arasına yayılması mezhep ve mekteplerin çıkmasına sebep olan etkenlerden bir
tanesidir.
ALTINCI SEBEP:
NASSA KARŞI İÇTİHAD
İmanın en önemli nişanelerinden bir tanesi
insanlar için Allah tarafından gönderilen hükümleri samimi bir kalple kabul
etmek ve sonra ona göre amel etmektir. Zira Allah’u Teala, bu konuda şöyle
buyuruyor; “Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda
sene hakem kılıp sonrada verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın
(onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.”
[756]
Ayeti Kerime açık bir
şekilde bunu gösteriyor ki, Allah’a ve Resulünün sözlerine tam manasıyla teslim
olmak ve o teslimiyete göre amel etmek imanın en açık ve net bir göstergesidir.
Bu alanda Kur-an-ı
Kerim ve Peygamberin sözlerinin hiçbir farkı yoktur. Resulü Ekrem (s.a.a)
efendimiz hicretin altıncı yılında Umre yapmak için yaklaşık bin dört yüz kişi
ile harakete geçti. Hudeybiye de müşrikler Müslümanların Mekkeye doğru
gitmelerine engel oldular. Müzakerelerden, Kureyş tarafından gidip gelen
heyetlerin sohbetlerinden sonra sonunda birkaç madde ile sülha karar verip kendi
aralarında bir sülhname yazdılar.
Bu konuda, Ömer b. Hattab öfkeli bir halde
sinirlenip, sülhnameye itiraz ederek Ebubekire şöyle dedi; Muhammed Allah’ın
Resulü değil midir? Bizler müslüman deyilmiyiz? Kureyşliler müşrik değiller mi?
Öyleyse neden kendi dinimizde zillete boyun eğiyoruz?
[757]
Böyle bir itiraz
teslim makamı ile bağdaşmamaktadır. Elbette meşveret yapıldığı zaman görüş
bildirilmesi normaldır. Yalnız karar alınacağı zaman Peygamberin kararı
öncelikli gelir Peygamberin kararını hiçe saymak ise anormaldır.
İşte bu sebepten dolayı Kur-an-ı Kerim önce
meşveret emri veriyor ve şöyle buyuruyor; “İşlerde onlara danış” daha sonra
karar makamında Peygambere hitap ederek şöyle buyuruyor; “Artık kararını verdiğin zamanda Allah’a
dayanıp güven.”
[758] Ama bazıları kendilerini Müslüman
gördükleri halde bu ilkeyi ayaklar altına almışlar ve kendi maslahatlarına göre
ilahi emir ve hükümleri değiştirmişlerdir. Bu konuya göre birkaç örnek verecek
olursak;
Resulü Ekrem (s.a.a)
efendimiz, hayatının son dönemlerinde hasta yatağında yatarken, ümmetinin
kendisinden sonra sapmaması için, bir vasiyet yazmak için sahabesinden kalem
kağıt istemiştir. Ama ne yazık ki, bir grup kendi görüşünü Peygamberin sözünden
ve dolayısıyla nasdan önemli görerek ön plana çıkarmışlardır. Hatta bazıları
getirmemekle kalmayıp, Peygambere sayıklıyor bile deme cesaretinde
bulunmuşlardır. Buhari kendi sahihinde İbni Abbasdan şöyle naklediyor;
Peygamberin hastalığı şiddetlenmiş idi. Sahabesine buyurdu ki; Gelin sizlere
öyle bir kitap (vasiyetname) yazdırayım ki, artık ondan sonra asla dalalete
(sapıklığa) düşmeyesiniz. Ömer, Resulullaha hastalığı galebe etmiş, elimizde
Allah’ın kitabı vardır ve Allah’ın kitabı da bizlere yeterlidir, dedi.
Evde oturan sahabenin arasında ihtilaf çıktı.
Bazıları dediler ki, Resulullahın istediklerini hazır edin, sizlere bir yazı
yazdırsın ki, O Hazretten sonra asla sapıklığa düşmeyiniz. Bazıları Ömerin
sözünü tekrarladılar ses ve gürültü Resulullahın zamanında çoğalınca,
Resulullah, “Kalkın benim yanımdan gidin” buyurdu. İbni Abbas devamlı, ah ne
büyük bir musibetti ki, Resulullah ile yazmak istediği vasiyeti arasına
girdiler.[759]
Bu konuda şahsi
düşünce, Kur-an ve İslamın beyancısı olan Allah Resulünün sözünden
çıkarılmıştır.
2-
Resulü Ekrem (s.a.a) vefatından birkaç gün
önce Rumlarla savaşmak için bir ordu tertipledi ve Üsame b. Zeydi ordu komutanı
yaptı. Ebubekir, Ömer, Ebu Ubeyde gibi Ensar ve muhacirlerin ileri gelenlerini
de bu orduya kattı. Sahabeden bazıları Üsamenin komutanlığına itiraz edip,
“Henüz yüzünde tüy çıkmayan bir genç nasıl bize komutanlık eder” dediler
itirazları öyle bir dereceye vardı ki, Allah Resulü aşırı derecede bozularak,
hastalığının ağır ve ateşinin fazla olmasına rağmen, mübarek başını bağlayıp
ayaklarını zorla yerde sürüyerek iki kişinin yardımıyla evden çıkıp camiye geldi
ve minbere çıkarak şöyle buyurdu; ...“Ey insanlar Üsamenin komutanlığı hakkında
bazılarınızdan duyduğum bu sözler nedir? Babasını komutan yapmamada
itiraz ettiğiniz gibi şimdi de bunun komutanlığına itiraz ediyorsunuz...
Üsamenin ordusunu harekete geçirin. Resulullah aralıksız bu sözleri
tekrarlıyordu ama bu sözlere kulak veren az idi. Sonunda ordu Corf denilen bir
yerde çadır kurdular.
Bu meseleden iki gün sonra Allah Resulünün
hastalığı şiddetlenir. Çoğunluk Allah Resulünün hastalığı şiddetlenmiştir,
Medinenin korunmağa ihtiyacı vardır bahaneleriyle, veya kendi kafalarındaki
maslahat düşüncelerine göre Peygamberin nassını ve sözünü bir kenara bırakarak
Medineye dönmüşlerdir. Buda Allah Resulünün rahatsız olmasına sebep olmuştur.[760]
Nassa karşı yapılan
içtihatlar veya kendi mantık düşüncelerine göre maslahatlar sadece bunlardan
ibaret değildir. Resulü Ekrem (s.a.a)’in vefatından sonra da bu içtihatlar
yapılmış ve boyutları genişlemiştir. Örneğin:
1-
Kur’anı Kerim açık bir şekilde zekatın masraf alanlarından birisinin “gönülleri
İslam’a ısındırılacak olanlara” ait olduğunu belirtmiş ve şöyle buyurmuştur;
“Sadakalar (Zekatlar) Allah’tan bir farz olarak ancak, yoksullara, düşkünlere,
(zekat toplayan) memurlara, gönülleri (İslam’a) ısındırılacak olanlara,
kölelere, borçlulara, Allah yolunda çalışıp cihat edenlere, yolcuya mahsustur.
Allah alim ve hakimdir.”[761]
Ama ne yazık ki, daha
Ebubekir hükümetinin ilk dönemlerinde bu grup (gönülleri İslam’a ısındırılacak
olanlar) ihtiyaçları yoktur bahanesi ile zekattan
olan hisselerinden mahrum bırakılmışlardır. Bu konuda da maslahat düşüncesi
Kur-an’ın nassının önüne geçmiştir. Neticede on dört asırdır ilahi hüküm bu
alanda da arka plana atılmış oldu.
2-
Sadece bunların hakkı zekattan alınmış olmadı.
Bunların yanı sıra Peygamberin yakınları da humustan olan hisselerinden mahrum bırakıldılar.
Kur-anı Kerim ganimetlerin humusu hakkında şöyle buyuruyor; “Bilin ki, ganimet
olarak aldığınız her hangi bir şeyin beşte bir Allah’a, Resulüne, onun
akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolcuya aittir.”[762]
Ama Ebubekir hilafeti
ele geçirdikten sonra Peygamberin hissesini ölmüştür bahanesi ile ve onun
yakınlarının hissesini bir kenara bırakmıştır.
Bunlar şahsi
düşüncelerin maslahat adı altında veya içtihat ünvanında nass ve vahyin önüne
geçirilen örneklerinden sadece bir kaçıdır.
Bu tür İslam dışı hareketler neticede bir takım fıkhi mezheplerin çıkmasına
sebep olmuştur.
Merhum Şerefud- Din
Amuli “En-Nas vel- İçtihat” adlı eserinde, Peygamberin bazı sahabelerinin
Peygamberden sonra bir grubun maslahatı nassa, şahsi düşünceleri vahye karşı ön
plana çıkardıklarına ve nassa karşı içtihat ettiklerine dair yetmişten fazla
konu açıklamıştır.
HADİS FACİASI VE HADİS
GERÇEĞİ:
İslam Peygamberi Hz.
Resulü Ekrem (s.a.a) efendimizin vefatından sonra bir takım ilahi değerlerin
unutulmasına, tahrif olunmasına, dolayısıyla Müslümanların parçalanmasına, bazı
Müslümanların sünnetsiz bir Kur-an düşünerek din içinde dinsizlik yaparak
yaşamalarına ve dinin ilahi iradenin dışında farklı bir şekilde anlaşılmasına
sebep olan başlıca üç şey vardır.
1- Peygamberin
hadislerinin yazılma ve yayılmasının yasaklanması.
2- Kur-an ve İslam’ın
beyancısı, açıklayıcısı ünvanında olan İslam Peygamberinin şahsiyetinin
kırılması.
3- İslam’ın çeşitli
alanlarında düzmece hadislerin uydurulması.
Konumuzun bu bölümünde
bir fırtına ve sel baskını gibi gelip de İslamı toplumları günümüzdeki hale
getiren bu üç zahire açıklık getireceğiz.
PEYGAMBER VE SÜNNET’İN YAYILMASI:
Allah’u Teala İslam’ın
bütün ahlaki, itikad, ahkam.. ve diğer değerlerini ve ölçülerini iki bölümde
insanlığa ulaştırmıştır. Bu iki bölümden bir tanesi Kur-anı Kerimdir ve diğeri
ise Resulü Ekrem (s.a.a) efendimiz’in sünnetidir.
Kur-anı Kerimde
İslam’ın hükümlerinin, mesele ve konularının mihenk ve temel taşları
belirtilmiştir. Eğer bir Müslüman sadece ve sadece Kur-anı Kerime iktifa ederse
Allah’ın istediği gibi bir Müslüman olamaz. Şöyle ki, sünnetsiz olarak Kur-anı
Kerimi kabul eden ve sadece Kur-an’a iktifa eden bir insan
namaz kılamaz, oruç tutamaz, hacca giderek haccın tüm amellerini yapamaz... Bu
hükümlerin tamamının aslı Kur-an’ı Kerimde zikrolunmuştur ama bunların şerhi
tefsiri, izahı, Allah Resulünün ve İslam’ın gerçek tebliğcilerinin sorumluluğuna
bırakılmıştır. İşte bunlara binaen, İslam dini Kur-an’da, Peygamber (s.a.a) ve
vasilerinin beyanlarında toplanmış ve açıklanmıştır.
Ama ne yazık ki, İslam
Peygamberinden sonra bazıları İslam’ı tahrif etmek için bir takım vesilelere
sarıldılar. Acaba bu vesileler nelerden ibarettir? Konumuzda bunların tamamına
aydınlık getirilecektir. Bu gerçekleri öğrenmek için Allah Resulünün asrına ve
sözlerine başvurmamız gerekecektir.
Hz. Resulü ekrem (s.a.a) efendimiz şöyle
buyuruyor; “Allah benim sözümü dinleyeni, kalben kabul edeni ve onu duymayanlara
duyuranı ve ulaştıranı hoşnut etsin.”[763]
Yine O Hazret şöyle buyuruyor; “Hazırda olup
da benim sözümü işitenler hazırda olmayanlara ulaştırsınlar. Zira sözümü
işitenin kendisinden daha iyi derk edecek birisine ulaştırması mümkündür.”[764]
Bir başka hadis de şöyle buyuruyor; “Benim bir hadisimi ümmetime ulaştırarak
bir sünnetin canlanmasına veya bir bid’atın yok olmasına sebep olanın mükafatı
cennettir.”[765]
Başka bir hadis de şöyle buyuruyor; “Bir insan
iki hadis öğrenirde onlardan yararlanırsa veya onları başkalarına öğretirse ve
onlarda ondan yararlanırsa, onun için altmış yıllık ibadetten hayırlıdır.”[766]
Hz. Ali (a.s) Resulü Ekrem (s.a.a)’den şöyle
naklediyor; Ya Rabbi benim halifelerime rahmet et. Ya Rabbi halifelerime rahmet
et. Ya Rabbi halifelerime rahmet et. Ey Allah’ın Resulü senin halifelerin
kimlerdir? Diye sorulduğunda, şöyle buyurdular; “Halifelerim, benden sonra gelip
de hadislerimi ve sünnetimi nakledenlerdir.”[767]
Nakledilen hadisler.
Allah Resulünün sahabeleri ve Müslümanları hadis nakletmeye yönlendirdiğini ve
teşvik ettiğini göstermektedir.
Bu hadislerin yanı
sıra bazı hadislerde Peygamber (s.a.a)’in hadislerini yazmaya dair emir
buyurduğu naklolunmuştur. O hadislerden birkaç tanesi şunlardan ibarettir; “İlmi
bağlayınız. Onu ne ile bağlıyalım diye sorulduğunda, yazarak diye cevap
buyurmuştur.
Ehli Sünnetin Sahih-i Buhari, Sünen-i Tirmizi
gibi muteber kitaplarında Ebu Şat adında Yemenl’i bir şahısın Peygamber (s.a.a)
ile bir sohbeti naklolunmuştur. Bu şahıs kendi topraklarından Resulü Ekrem
(s.a.a) efendimiz bir konuşma yaptılar. Ebu Şat Peygamberin sohpetini
dinledikten sonra, Ey Allah’ın Resulü bu sözleri bana yazınız dedi. O Hazret
şöyle emir buyurdular; “Benim sözlerimi Ebu Şat için yazınız.”[768]
İşte bu rivayette açıkça o Hazretin hadisinin
yazılmasına dair emir verdiği görülmektedir. Başka bir rivayette, Abdullah b.
Amr As şöyle diyor; “Ben Allah Resulüne şöyle dedim; Sizden duyduğum her şeyi
yazayım mı? Evet diye buyurdular. Dedim ki, hem gazap ve hem de rıza halinizde
mi? Evet diye buyurdular ve şöyle eklediler; “Çünkü ben hem öfke halinde ve
hemde hoşnutluk halinde haktan başka bir şey söylemem.”[769]
Başka bir hadis de Resulü Ekrem (s.a.a)
efendimiz şöyle buyuruyor; “Ümmetimden kırk hadis ezberleyeni, Allahu Teala
kıyamet günü alim ve fakih olarak haşreder ve ona azap etmez.”[770]
SÜNNET KUR-AN İLE BERABER VE
İÇ İÇEDİR:
Konumuzun bu bölümünde
sünnetin Kur-an’dan ayrı olmadığına, Kur-an ile beraber ve iç içe olduğuna dair
bazı hadisleri inceleyeceğiz.
1- Peygamber (s.a.a) efendimizin
sahabelerinden olan Mikdam b. Madi kerb, Resulü Ekrem (s.a.a)’in şöyle
buyurduğunu naklediyor; Doğrusu Allah bana Kur-an ve beraberinde onun gibi bir
çok gerçekleri verdi.[771] Bu
hadisin izah ve açıklaması şöyledir;
Peygambere nazil olan
vahiy iki kısımdır. Vahyin birinci kısmında, hem lafz (kelime) ve hem de mana
Allah’tandır. Bu tür vahiyde sadece Kur-an-ı Kerimdir. Ama vahyin ikinci
kısmında mana Allah’tandır ve lafz (kelime) Resulü Ekrem’dendir. Bu bölümde
bütün mefhum ve manalar Allah tarafından Resulü Ekrem efendimizin kalbine nazil
oluyor ve daha sonra o Hazretin kendi üslup ve kavramına göre kelimelerde şekil
olarak hadis ünvanında naklolunuyordu.
Peygamber (s.a.a)
efendimiz daha sonra yukarıda ki hadisin devamında şöyle buyurmuştur; Bilin ki,
çok kısa bir zaman sonra midesi dolu birisi gelecek, makamına sırtını vererek
şöyle diyecektir; Kur-an’a sarılınız, onda bulduğunuz helalları helal ve onda
bulduğunuz haramları da haram biliniz. Tirmizinin nüshasına göre, daha sonra
şöyle buyurmuştur; Peygamberin haram ettikleri Allah’ın haram ettikleri gibidir.
2- Resulü ekrem
(s.a.a) efendimiz sahabesine hitaben şöyle buyurmuştur; “Çok kısa bir zaman
sonra sizden birisi beni yalanlayacaktır. O Kendi makamına sırtını yasladığı bir
zamanda benim hadisimi ona naklettiklerinde şöyle diyecektir; Biz ve sizin
aranızda Allah’ın kitabı vardır. Onda haram olanları haram olarak görüyor ve
helal olanları da helal biliyoruz! Şunu iyi biliniz ki, Peygamberin haram
ettikleri Allah’ın haram ettikleri gibidir.” Bu hadis Müsned-i Ahmed de
naklolunmuştur.
3- Ubeydullah b.
Ebi Rafi babası Ebu Rafi’den Resulü Ekrem (s.a.a)’in sahabesine şöyle
hitap ettiğini nakletmiştir; Sakın ola ki, sizin aranızda, kendi makamına
yaslandığı bir zaman, benim emrim ve nehyimin getirildiği bir anda şu sözü
söyleyen birisi olmasın; Hayır ben bunu bilmiyorum (kabul etmiyorum) Ben
Kur-an’da bulduğum hükme amel ederim.[772] Veya
“Ben bunu Allah’ın kitabında görmedim.[773] Ne yazık ki, günümüzde de isimlerini
ümmeti Muhammed bırakıp da, kendilerini İslam ehli gören bir grup da aynı
şeyleri söylemekte ve sünnetsiz, hadissiz bir İslam’ın olabileceğini tasavvur
etmektedirler. Acaba Resulü Ekrem (s.a.a)’in itiraz içeren bir şekilde konuşması
bu tür safsata sözlerin sahiplerinin geriye adım atmaları için yeterli değil
midir.?
4- Hayber savaşında Resulü Ekrem (s.a.a)
efendimiz Abdurrahman b. Ovf’a, atına binerek şöyle seslenmesini buyurdular;
Cennet Müminden başkasına layık değildir. Herkes namaz için bir araya toplansın,
bu feryadın arkasından, Müslümanlar bir araya toplandılar. Resulü Ekrem (s.a.a)
namaz kıldıktan sonra minbere çıkarak şöyle bir konuşma yapmışlardır; “Acaba
sizden birisi kendi makamına sırtını vererek, Kur-an’da olmayanların dışında
Allah’ın size bir şeyi haram etmediğini mi düşünüyor. O, sadece Kur’anda olanın
haram olduğunu ve bunun dışında haramın olmadığını zannediyor. Bunu iyi biliniz,
Allah’a yemin olsun ki, ben sizlere nasihat ettim, emir ettim ve nehyettim.
Benim farz veya haramlılığına dair söylediklerim Kur’anda olanlar gibidir. Allah
sizlerin izin almadan kitap ehlinin evlerine gitmenize ruhsat vermemiştir.”[774]
5- Resulü Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuştur;
“Sizden, benim hadisimi duyduğu zaman, makamına yaslanarak, bana Kur-an oku
(Kur-andan getir) diyen birisini tanımış olmayayım.”[775]
İslam Peygamberi hayatı döneminde hadisin önemini bu şekilde vurgulamasına onu
Kur-an’dan ayrı düşünmenin zararlarını belirtmesine rağmen ama ne yazık ki, O,
Hazretin ömrünün son dönemlerinde, Kur-an ile hadisi- sünneti ayrı düşünme ve
birbirinden ayırma temeli atılmış ve Emeviler zamanında Ömer b. Abdul Azizin
dönemine kadar bu şekilde devam etmiştir. Bu dönem içerisindeki, Şiarlar “Hadis
söylemeyin, rivayet okumayın, yazmayın, Kur-an bize yeterlidir” şiarlarıydı.
PEYGAMBER VE İMAMLARIN SÜNNETİNİN ÖNEMİ VE HÜCCETLİĞİ:
Peygamber (s.a.a)’in sünneti tüm Müslümanların yanında önemli bir değer ve
itibara sahiptir. Bunda hiçbir şüphe ve tereddüt yoktur. Müslümanların bu
konudaki en önemli delilleri ve dayanıkları Kur’anı Kerimdir. Biz bu konuya
binaen sadece dört ayete yer vereceğiz;
1- “Peygamber size neyi verdiyse onu alın,
size ne yasakladıysa ondan da sakının.”[776]
Bu
ayet her ne kadar da ganimet ayetlerinin bölümünde yer almışsa da, bazı
tefsirciler ayetin umum olduğunu, Peygamberin bütün emirler ve nehiylerini
kapsadığını belirtmişlerdir.[777] Bu
surette ayetin mefhumu şöyle olur; Peygamber size neyi emrettiyse onu yapınız ve
sizi neden nehyettiyse ondan da vazgeçiniz.
2- “İnsanlara kendilerine indirileni açıklaman
için sana da bu Kur’anı indirdik.”[778]
Resulü Ekrem (s.a.a)’in vazifesi Kur’anın beyanı olduğu için, O Hazretin
beyanının ve açıklamalarının muteber
ve hüccet olması gerekir. Aksi taktirde bu beyan ve açıklamanın hiçbir faydası
olmuş olmaz.
3- “Andolsun ki, Resulullah’a, sizin için,
Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için en
mükemmel bir örnek vardır.”[779]
Bu ayete göre, sözde ve amelde Allah Resulüne uymak Resulü Ekrem (s.a.a)’in
risaletinin eseri ve ona olan imandır. Bu ayet bu manaya açıkça delalet
etmektedir.
4- “Battığı zaman, andolsun yıldıza ki,
arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve batıla inanmadı. O arzularına göre de
hevasından konuşmaz. (Onun konuşması kendisine) vahyedilenden başka bir şey
değildir.”[780]
Bu ayetin tefsirinde şöyle denilmiştir; Resulü Ekrem (s.a.a)’in Kur’an ünvanında
veya Kur’an hakkında veyahutta insanların hidayet bulması için Allah’a davetinde
söylemiş olduğu şeyler ilahi vahyden ibarettir. İşte bu sebepten dolayı mutlak
bir manada O Hazrete uyulması gerekir.
Bu konuda Müslümanlar ve mezhepler arasında ki, ihtilaflı meselelerden bir
diğeri Ehlibeytin sünnetinin hüccetliğidir. Şia mezhebine mensup olanlar Resulü
Ekrem (s.a.a)’in sünneti gibi Ehlibeytinde sünnetini kabul etmektedirler. Ama
diğer mezhepler Ehlibeytin sünnetini kabul etmemektedirler. Konumuzun bu
bölümünde Şiaların görüşünü doğrulayan, Kur’an ve sünnetten özet olarak birkaç
delile yer vereceğiz.
Birinci delil, Kur’anı Kerim:
Bu
konuya açık bir şekilde delalet eden ayetlerden bir tanesi tathir ayetidir. Bu
konu “Tathir ayetinde Ehlibeyt kimlerdir” başlıklı bölümde genişçe
anlatılmıştır.
İkinci delil, rivayetlerdir:
Bu konuya delalet eden
rivayetlerden bir tanesi “Sakaleyn” hadisidir. Sakaleyn hadisi de ileriki
bölümlerde ele alınacaktır. İkinci rivayet ise daha öncede ele aldığımız “Gemi” hadisidir.
PEYGAMBER (S.A.A)’İN HADİSLERİNİN NAKLEDİLMESİNİN YASAKLANMASI:
Yukarıda ki, konularda da görüldüğü gibi Peygamber (s.a.a)(in döneminde İslami
teşkil eden iki önemli unsur vardı.
(Kur’an ve sünnet) Resulü Ekrem (s.a.a) efendimiz hayatı döneminde sünnetinin
yazılarak, nakledilerek gelecek nesillere miras olarak kalması için emirler
veriyordu. Ama Peygamberin vefatından sonra neler oldu?
Ehli Sünnetin büyük alimlerinden olan Zehebi
şöyle diyor; Ebu bekir hükümete geldikten sonra, Müslümanları ve sahabeyi bir
araya toplayarak şöyle dedi; Siz Peygamberden hadis naklediyorsunuz. Bu konu da
kendi aranızda ihtilaflarınız vardır ve olacaktır da. Şüphesiz, sizden sonra
halk büyük ihtilaflara düşecektirler. İşte bunun için Resulü Ekrem’den hiçbir
şey nakletmeyiniz. Sizden soru sorduklarında şöyle söyleyiniz; “Biz ve sizin
aranızda Kur’an vardır onun helalini helal ve haramını da haram biliniz!”[781]
Bu söz esrarengiz bir
bahaneden ve batılı hak elbisesine büründürmekten başka bir şey değildir. Ebu
bekirin bu sözüyle Peygamberin önceden vermiş olduğu haberler gayet açık bir
şekilde görülmektedir.
Sahabeden olan Kurzat
b. Ka’b şöyle diyor; Ömer bizleri Irak amirliğine gönderdiği zaman, bir miktar
bizimle beraber yürüdü ve şöyle dedi; Benim, neden sizleri uğurladığımı biliyor
musunuz? Biz şöyle dedik; Bizlere ikram ve ihtiramda bulunman için bizleri
uğurladınız. O ise şöyle dedi; Bunun yanısıra, başka düşüncemde vardı. Sizler
öyle bir şehre gidiyorsunuz ki, halkının Kur’an sedasının ahengi bal arılarının
sedasının ahengi gibi kulağa gelmektedir. Sakın ola ki, onları Peygamberin
hadislerini naklederek bu işten alıkoymayasınız. Bunlara hadis söylemeyiniz. Ben
bu işin sevabında sizlerle şerikim.
Kurzat şöyle diyor; Halifenin bu sözünden
sonra ben bir tane hadis bile nakletmedim. O tarihlerde Irak ehli Peygamberi
görmeyip de yeni Müslüman olmuşlardı. Peygamberlerini görmeyen bu Müslümanların,
O, Hazretin halini, durumunu, siresini, sözünü duymak ve bilmek istemeleri gayet
doğaldır. İşte bu sebepten dolayı Kurzata “Bizlere hadis söyle” demeleri icab
ediyordu. Bu şekilde de söylediklerinde Kurzat, “Ömer bizi nehyetmiştir, hadis
nakledemeyiz” diye cevap veriyordu.[782]
Hadisi saklamanın
manasının açık bir şekilde görüldüğü, insanı hayrete düşüren ve şaşırtan başka
bir rivayetti. Tarihçiler şöyle nakletmişlerdir; “Ömer vefat etmeden bir müddet
önce dünyanın çeşitli bölgelerine insanlar gönderdi ve sahabeden birkaç kişiyi
Medine de hazır etti. Bunlardan bazıları, Ebuzer, Abdullah b. Mesud, Abdullah b.
Huzeyfe, Ebu Derda, Ukbe b. Amir ve diğerleriydi. Bunları bir araya topladıktan
sonra şöyle dedi; Dünyaya yaydığınız bu hadisler nedir? Onlar,
“Bizleri hadis nakletmekten nehy mi ediyorsun”? dediler. O şöyle dedi;
hayır, sizleri nehy etmiyorum, ama burada benim yanımda Medine de kalınız.
Allah’a yemin olsun ki, ben yaşadığım müddetçe benden uzaklaşmazsınız ve bu
şehirden dışarı çıkmazsınız. Biz, sizin naklettiğiniz hadislerin hangisini kabul
edeceğimizi ve hangisini reddedeceğimizi çok iyi biliyoruz. Ama diğer halk neyi
kabul edeceklerini ve neyi kabul etmeyeceklerini bilmiyorlar.
Peygamber (s.a.a)’in sahabesinden olan bu grup
halifenin ölümüne kadar Medine’den ve onun etrafından ayrılamadılar ve daima göz
altında tutulmaktaydılar.
[783]
Diğer Müslümanların
anlamadıkları veya anlayamayacakları ve hükümet tezgahının da
bildiği ve tanıdığı, kabul olunacak ve kabul olunmayacak bu hadisler ne
tür hadislerdi.?
Dikkat edilecek olunursa, halife sahabeden
olan bu grubu yalancılıkla suçlamıyor. Bu grup sahabenin arasında Ebuzer gibi
sahabeler vardı ki, Allah Resulü onun hakkında şöyle buyurmuştur; “Gökyüzünün
gölgelendirdiklerinden, Ebuzerden daha doğrusu yoktur.”[784]
Yukarıdaki halifenin
sözünde şu şekilde tahlil yapmak doğru olacaktır; Kabul olunmayan hadisler, o
günün hükümetinin siyaseti ile uyum sağlamayan ve bağdaşmayan hadislerdi. İşte
bu sebeplerden dolayı Peygamberin hadislerini nakleden insanlara hadis nakletme
yasağı getiriliyor ve onlar göz altında tutuluyorlardı.
Bir grup tarihçiler şöyle demişlerdir; ömer
sahabeden üç kişiyi, İbni Mesudu, Ebu Derdayı ve Ebu Mesud Ensariyi Medine de
hapsetti. Onların suçunu, çok hadis nakletme olarak duyurdu ve şöyle dedi; “Siz
Peygamberden çok hadis naklediyorsunuz.[785]
Bunlar sadece hadis
yazılması veya nakledilmesine koyulan yasaklara yönelik zikrettiğimiz, birkaç
örnektir. Ama mesele sadece bununla kalınmamış ve bundan öteye de gidilmiştir.
Resulü Ekrem (s.a.a)’in zamanında, bazı
sahabeler Peygamberden duydukları hadisleri unutmamak için yazıyorlardı. Bazı
sahabelerin yanında otuz, bazılarının yanında elli bazılarının yanında yüz...
hadis bulunmaktaydı. Bunlar bu hadisleri yazarak küçük bir risale haline
getirmişlerdi. Bir gün halife minbere halkı yemine vererek bu hadisleri
getirmelerini istedi. Halife kudret yönünden oteriter sahibiydi. Hiç kimse
muhalefet etme gücüne sahip değildi. Bunun için halife emir verdi ve onlarda
mecburen getirdiler, daha sonra onları yakmaları için emir verdi.[786]
Bu hal ve durum Osmanın zamanında da
değişmedi. Osman minberde halka şöyle sesleniyordu; Ebubekir ve Ömerin zamanında
söylenmeyen hadisleri nakletmeyiniz. Ömerin zamanında onun izni ile nakledilen
hadisleri nakledebilirsiniz.
[787] ömerde kendi zamanında “İbadet ve amel
konularının dışında hadis nakletmeyiniz” diye emir veriyordu.
Görüldüğü gibi
hadislerin yazılması, yayılması ve nakledilmesinin yasağı Osmanın hilafeti
döneminde de devam etmiştir. Hilafet tezgahı bu yasağı çok sıkı bir şekilde
kontrol ediyordu.
Muaviyenin döneminde de durum bu şekildeydi.
Bu durumun yanısıra önceki durumdan daha da şiddetli olmuştur. O minberde şöyle
diyordu; Ey millet Peygamberin hadislerini nakletmekten kaçınınız. Sadece Ömerin
döneminde nakledilen hadisleri naklediniz.[788]
Elbette bu yasakların
karşısında, hadislerin yasaklanmasına karşı, bunun yanlış olduğunu vurgulayan
sahabeler ve bu uğurda mücadele eden seçkin zatlar da mevcut idi. Hatta bu
uğurda konuşmamaları için dilleri kesilen, canlarından olan sahabeler olmuştur.
Ebuzer Gaffari, Ruşeyd’i hicri ve Meysemi Temmar bunlardan sadece bir kaçıdır.
Ebuzer, Meysem, Ruşeyd
gibi seçkin sahabeler hadis yasağının İslam’a olan zararlarını çok iyi
bildikleri için bu uğurda hayatlarının sonuna kadar mücadele etmişler ve bu
mücadele doğrultusunda canlarından olmuşlardır.
Hak cephesinde olan bu
grup hadis naklederek İslam-i hakikatleri koruyorlardı. Muhalif cephede
bulunanlar ise tahrif için en iyi yolun ilk aşamada Peygamberin hadislerinin
nakledilmesinin yasaklanmasını en iyi yol olarak görüyorlardı.
Hadislerin
yazılmasının yasağı hicri yüzüncü yıla kadar devam etmiştir. Bu yılda halife
Peygamberin hadislerinin yazılmasına izin verdi. Bütün yıllarda hiçbir surette,
resmi bir şekilde hadis yazılmadı. Elbette Ehlibeyt kanalında bulunan Salman
gibi, Ebu Rafi gibi bazıları hadis yazıyorlar ve bu konuda hadis kitapları
düzenliyorlardı.
Hadis yazılmasına izin ve emir vermek Ömer b.
Abdul Azizin beğenilen işlerindendir. O, Fedek hurmalığını Peygamber hanedanına
geri çevirmekle, Hz. İmam Ali’ye yapılan laneti yasaklamakla kalmadığı gibi,
kendi hilafeti döneminde Medine halkına bir mektup yazarak şu emri verdi;
Peygamberin hadislerinden bildiklerinizi yazınız; Çünkü Ben ilmin yok olmasından
korkuyorum.[789]
Bu ferman ile
Müslümanlara haram olan şey helal oldu. Bundan başka da çare yoktu. Zira ferman
halifenin fermanıydı. Bundan sonra hadis fazlasıyla söylendi ve yazıldı. Her ne
hikmetse, önceki zamanlarda söylenen ve Peygamberin ağzından yalan yere
nakledilen “Benim hadislerimi yazmayınız”
düzmeceleri bu zamanda bir anda unutularak yok oldu.
İşte görüldüğü gibi
halifenin ağzı ile bir zamanda hadis nakletmek yasak oluyor diğer bir zamanda
ise başka bir halifenin ağzı ile hadis nakletmek serbest oluyor. Halife hadis
yazmayınız diye emir verdi yazmadılar, başka bir halife hadis yazınız diye emir
verdi, yazdılar.
Neticede doksan yıl
boyunca Ehlibeyt mektebinin dışında Hz. İmam Ali, İmam Hasan, İmam Hüseyin,
Ebuzer Gaffari, Salman Farisi, Ubeydullah b. Ebi Rafi, Meysemi Temmar, Ruşeydi
hicri ve diğerlerinden başkaları hadis yazmadılar.
Hadislerin
nakledilmesinin yasaklanması İslam da tahriflerin temelini ortaya çıkarmıştır.
Hilafet tezgahı öyle bir İslam yaymakistiyordu ki, ileride Muaviye Şamda
kendisine saray yaptırdığı zaman kimse ona;
Peygamber şöyle buyurmuştur, senin bu işin Peygamberin buyruğuna göre meşru
değildir, diye söyleyebilmesin. Yezid halife olup da şarap içtiği zaman
kadınlarla İslam dışı münasebetlerde bulunduğu zaman, kimse ona, Peygamber
şöyleydi, böyleydi, senin amelin onun ameli ile bağdaşmıyor diye söyleyip de
itiraz etmesin. İşte bu sebeplerden dolayı, Peygamberin hadisi, sahih siresi ve
tarihi olduğu müddetçe Müslümanları susturmak mümkün değildi. İşte bu
sebeplerden dolayı Peygamberin hadislerinin söylenmemesi, yazılmaması ve
açıklanmaması gerekirdi. Çünkü Peygamberin hadisleri onların yaptıklarını
onaylamıyordu.
HADİS YASAKLANMASININ SEBEPLERİ:
Geçen
konulardan anlaşılan şudur;
Resulü Ekrem (s.a.a)’in hayatı döneminde hadis nakletme ve yazma
yaygınlık kazanmıştı. Sahabede bu işle meşgul oluyordu. Peygamber (s.a.a)’in
vefatından sonra Ehlibeyt taraftarları
Peygamber efendimizin zamanındaki gibi hareket ediyorlardı. Ama Ehli
Sünnet arasında, Peygamberin vefatından ikinci asrın başlarına kadar hadis
yazmak yasaklanarak rafa kaldırıldı. Bu bölümde, hadislerin yazılması ve
nakledilmesinin yasaklanmasının sebeplerini inceleyeceğiz. Önce hadis
yasaklayanların ortaya attıkları sebepleri inceliyoruz;
1-
Aişe şöyle naklediyor; Babam Peygamberin
hadislerinden beş yüz tanesini bir kitapta toplamış ve onları bana emanet
etmişti. Gece onun yatağında rahat olmadığını, bir taraftan diğer tarafa
döndüğünü ve gözüne uyku girmediğini gördüm. Ona şöyle dedim; Acaba sen rahatsız
mısın? Yoksa seni rahatsız edecek kötü bir haber mi var? Sabah bana şöyle dedi;
Kızım senin yanında olan hadisleri getir ve daha sonra ateş isteyerek,
Peygamberin hadislerinin yazıldığı kitabı yaktı. Kitabın yanması ile rahatladı.
Ondan bunun sebebini sorduğum da şöyle dedi; “Bu kitapta, nakledenlere güvenip
de yazdığım hadislerin içerisinde aslı olmayan hadislerin olmasından korktum”[790]
2-
Tarihçiler şöyle naklederler; Ömer b. Hattab
kendi hilafeti döneminde hadisleri toplama ve yazma kararı aldı. Peygamber
(s.a.a)’in sahabesinden umumi bir görüş aldı ve herkes bu işi onayladı. Ömer bu
iş hakkında bir ay düşündü ve en sonunda son kararını verdi ve aldığı kararı
halka şu şekilde açıkladı; Ben Peygamberin hadislerini yazmak istiyordum. Ama
sizden önceki kavimlerin kitaplar yazdıklarını ve onlarla şiddetli bir şekilde
meşgul olduklarını ve neticede kendi semavi kitaplarını terkettiklerini
hatırladım. Allah’a andolsun ki, ben, Allah’ın kitabını başka bir şeyle
karıştırmayacağım.[791]
Bu iki halife ilk
aşamada, Peygamberin hadislerinin nakledilmesini, yayılmasını ve yazılmasını
kendi kontrolleri altına almak istiyorlardı. Şöyle ki, sadece o gün hilafet
tezgahi ile uyum sağlayan ve onların siyasetine ters
düşmeyen hadislerin yazılması veya naklolunmasından yanaydılar. Bu birinci
aşamaydı.
Ama, halife Ebubekirin
uykularını bile gözünden kaçıracak, Ömer’in bir ay boyunca üzerinde dikkat
edecek uzun düşüncelerden sonra, hadislerin sınırlanarak kontrol altına
alınmasının mümkün olmayacağını anladılar. Eğer Ebubekr hadis yazacak olsaydı
ve bu hadisleri de isteyenlere verseydi, insanlara, bunlar Peygamberin
hadisleridir ve diğerleri Peygamberin hadisleri değildir diye inandırmak mümkün
olur muydu? Bu halde, örneğin Selman-i Farisi de şöyle diyecekti; Benim zihnimde
hadisler vardır ve onları yazıyorum. Siz yazıyorsunuz da, biz niçin yazmayalım.
Sizin Peygamberi derk ettiğiniz gibi bende Peygamberi derk ettim. Siz Allah
Resulünün sözlerini dinlediniz, amelini gördünüz, bende dinledim ve gördüm. İşte
bunun için bizim hadislerimizin birbirleriyle hiçbir farkı yoktur. Yukarıdaki
sözlerin aynısını, Ammar da, Ebuzerde, Sahl b. Hüneyf de ve diğer sahabelerde söyleyeceklerdi.
İşte bu sebeplerden
dolayı Ebubekirin önce hadis yazmak istemesinin ve Ömerin
“Halk sadece ibadetlerin amel boyutundaki hadisleri nakletsin” demesinin
sebepleri, hadisi kontrol altına almak istemelerindendi.
Daha sonra bu yolun amelinin mümkün olmadığını
anladıklarında, Ebubekir kendi yazdığı hadis kitabını ateşe verdi ve Ömer halka
hitap ederek şöyle dedi; Ey millet sizin yanınızda kitapların olduğunu duydum.
Allah’ın katında bu kitapların en değerlisi adalet ve doğruluk esasına dayalı
olandır. Yanında kitap olan herkes onları bana getirsin ki, ben onların üzerinde
düşüneyim. Halk, onun o kitaplara bakarak onları düzenleyeceğini ve bu vesileyle
ihtilafı kaldıracağını zannettiler. Ve herkes yanındaki kitabı getirdi, oda
onların hepsini yaktı.[792]
Ebubekir, “Benim
güvendiğim birisinden duyduğum hadis doğru olmamış olabilir” kaygısıyla
hadisleri yok etmiştir. Eğer bu söz doğruysa öyleyse o neden başka bir yerde
“Peygamberden hadis nakletmeyiniz” diye dedi. Acaba Peygamberin dahi güvendiği
diğer sahabelerin naklettikleri hadisler Ebubekre sorumluluk mu getiriyordu?
Ömerin sözüne gelince;
O şöyle demiştir; “Ben Allah’ın kitabını başka bir şeyle
karıştırmam. Nitekim geçmiş ümmetler böyle yaparak Allah’ın kitabını
terkettiler”
Sormak lazım, acaba
Kur’anı ayrı bir kitap da ve sünneti de ayrı bir kitap da yazarak her ikisini de
korumak mümkün değil miydi?
Bunlar Allah’ın
kitabında en ufak bir değişiklik yapmadan onun nüshalarını çoğalttılar ve bütün
İslam aleminin bölgelerine gönderdiler. Bu aşamadan sonra artık Kur’an ve
hadisin birbirlerine karışması mümkün değildi. Peki öyleyse neden hicretin
yüzüncü senesine kadar hadise engel oldular?
Neticede, eğer birinci
ve ikinci halifenin sözüne göre hadis nakledilmeyecekse, o zaman İslam dini
nasıl ve nerden anlaşılır. İslam-ı
-Peygamberden öğrenmek gerekmez mi? Kur’anın tefsirini ve beyanını Peygamberden
almak gerekmes mi? Namaz, Oruç, Hac, Zekat.. gibi ibadetlerin geniş hükümlerini
ve keyfiyetini Peygamberden öğrenmek gerekmez mi? İslam, Kur’anı Kerimin ve
Peygamberin siresi ile sünnetinin içinde değil midir? Bu esaslara göre,
Peygamberden bir şey naklolunmadığı müddetçe İslam’ın olduğu gibi tanıması
mümkün değildir. Anlaşılan, hadis yasaklanmasında ki, asıl neden onların
söyledikleri değildir.
HADİS YAYILMASININ YASAKLANMASINA DAİR EHLİ SÜNNET’İN DELİLLERİ:
Hadislerin
yazılmamasının nedenlerinde Ehli Sünnet alimleri şunları demişlerdir;
1- Peygamber (s.a.a)’in hadis yazılmasına dair nehiyleri:
Peygamber (s.a.a)’den
naklolunan birkaç hadis O Hazretin hadis yazılmasını yasakladığını
göstermektedir. O riva yetlerden bir kaçı şunlardan ibarettir;
a) “Benden Kur’andan başka bir şey yazmayınız.
(Kur’andan başka bir şey) yazanlar onları yok etsinler.”[793]
b) Ebu Hureyre şöyle diyor; Bir gün Allah
Resulü bizim yanımıza geldi biz hadis yazıyorduk. Ne yazıyorsunuz? Diye sordu.
Senden duyduğumuz hadisleri yazıyoruz dedik. Şöyle buyurdular; Allah’ın
kitabından başka bir şey mi yazıyorsunuz? Sizden önceki ümmetlerin Allah’ın
kitabı ile birlikte diğer kitapları da yazarak yoldan çıktıklarını biliyor
musunuz?
[794]
c) Ebu Said-il Hudri şöyle diyor; Peygamber (s.a.a)’den hadis yazmak için
izin istediğimde bana izin vermediler.[795]
d) Zeyd şöyle diyor; Peygamber (s.a.a) bizlere
hadisini yazmamamızı emretti.[796]
Bunlar hadis
yazılmamasına dair istinad olunan en önemli rivayetlerdir. Bu rivayetlere itiraz
olunacak noktalar vardır.
1- Bu hadislerdeki en mühim noksanlık ve
bunlara yapılan en önemli itiraz bu hadislerin karşısında, daha öncede
belirttiğimiz gibi hadislerin yazılmasının caiz olduğuna dair naklolunan
rivayetlerdir. Bu çelişkiden kurtulmak için bazı Ehli Sünnet alimleri şöyle
demişlerdir; Hadis yazılmasını caiz gösteren rivayetleri hadis yazılmasını
yasaklayan rivayetler için nasih (iptal edici)
olarak kabullenmişlerdir. Hadislerin yazılmasının yasaklanması Kur’an ile
hadisin karışmasının tehlikesinin olduğu zamanlardaydı. Veya hadisi derk
edemeyecek veya koruyamayacak insanlar içindi. Ama sahabe Kur’an ile derin ve
geniş bir şekilde tanıştıktan sonra Peygamber (s.a.a) hadis yazılmasını
caizleştirdi.
[797]
Bu açıklama doğru bir
açıklama değildir. Zira hadislerin yazılmasını caiz gösteren hadisler sened
yönünden sahih olup mütevatir derecesinde olan hadislerdir. Dolayısıyla
hadislerin yazılmasının yasağına dair naklolunan rivayetler hadislerin
yazılmasının caizliğini gösteren sahih rivayetlerle asla çelişmez.
2- Peygamber (s.a.a)
tarafından hadislerin yazılması men olunduğu taktirde, peki öyleyse neden bir
asır bu yasağa riayet edildi de, bir asır sonra bu yasak göz önüne alınmadı ve
hadis yazılmaya başlandı?
3- Tarih-i
gerçeklerden anlaşıldığına göre, Ebubekir ve Ömer Resulü Ekrem (s.a.a)’in
vefatından sonra hadis yazmak istiyorlardı. Ama ne hikmetse birden bire bu
kararlarından vazgeçmişlerdir. Eğer, gerçekten hadis yazılmasının yasağına dair
hadisler naklolunmuştu. İse, öyleyse onlar neden önce hadis yazmak istiyorlardı.
Ve neden bu kararlarından vazgeçmelerinin sebebini Peygamberin nehyine
dayandırmıyorlardı da aksine başka gerekçe ve sebepler ortaya atıyorlardı.
Bunların tamamı şunu gösteriyor ki,
Peygamberden hadis yazılmasının yasağına dair böyle rivayetlerin südur
etmediğidir.
4- Sahabenin ameli:
Ehli Sünnetin ikinci
delili sahabenin amelidir, Zira Ebubekir ve Ömer Peygamber (s.a.a)’in vefatından
sonra bu doğrultuda hareket etmişlerdir.
Zehebi şöyle diyor; Ebubekir Peygamberin
hadislerinden beş yüz tanesini bir kitapta bir araya toplamıştı. Daha sonra
onlara ateş verip yakmıştır.[798] Daha öncede bu konuda Aişenin rivayetini
nakletmiştik. Ve yine bu doğrultuda Ömerin de hadise olan tavrını ele almıştık.
Ehli Sünnetin bu
delili ve istidlalına da birkaç itiraz düşünülmektedir.
1- Resulü Ekrem
(s.a.a)’den hadislerin yazılmamasına dair rivayetler naklolunduğu halde, öyleyse
bunlar neden hadis yazmağa kalkıştılar veya böyle bir düşünceye kalkıştılar?
Peygamberin nehyine açıkça muhalefet eden sahabenin sözüne, fiiline itimad
olunmaz.
2- Hadislerin
yazılmasını yasaklayan ve caiz gösteren rivayetlere göre sahabenin sözü hüccet
olmaz. Sahabenin hüccetliği kabul olunduğu taktirde de, onların sözüne Kur’an ve
sünnetin olmadığı alanlarda rücu edilir. Peygamberden naklolunan rivayetlerin
ortada var olmasına rağmen bu sözlere itimat olunması doğru değildir.
3- Eğer sahabenin sözü
hüccet ise, öyleyse bunun neden birinci asıra haslaştırıyoruz? Neden hicretin
birinci asrında hadis yazmak yasak oluyor da, sonraki dönemlerde bu yasak
kaldırılıyor? Bu itirazlar ve noksanlıklardan dolayı hadis yazılmasının
yasaklanmasını ıspat etmek mümkün değildir.
HADİS
YAZILMASININ YASAĞINA DAİR EHLİ SÜNNETİN TAHLİLLERİ:
Bu yasağa dair Ehli
Sünnet alimleri şu tahlilleri ortaya atmışlardır.
1- Bazıları şöyle
demişlerdir; Bu yasağın sırrı, Kur’an ile hadisin birbirine karışmaması ve
Kur’anın mahfuz kalmasıdır. Nitekim Amr b. Mesud’da böyle demiştir; Başka bir
tabire göre, hadisin yazılmasıile Kur’anın tahrif olma tehlikesi söz konusu
olduğu için hadis yazılması yasaklanmıştır.
Bu tahlil çok yanlış bir tahlildir. Zira bu
tahlil Kur’anın tahrif olma ihtimalini göstermektedir. Oysa Allahu Teala
Kur’anın tahriften uzak olduğunu ve kendisi tarafından korunduğunu belirtmiş ve
şöyle buyurmuştur; “Kur’anı kesinlikli biz indirdik, elbette onu yine biz
koruyacağız.”
[799]
Bunun yanısıra, bu
tahlile göre, Kur’an ve hadisin belağat yönünden bir birinden ayırt edilmeyeceği
görülmektedir. Oysa hadisi Kur’anın mucizesi olan belağatı seviyesinde görmek
kesinlikle yanlıştır. Üstad Ebu Reyye şöyle diyor; Bu sebep akıllı bir alimi
ikna etmiş olabilir. Ama bir araştırmacının bunu kabul etmesi mümkün değildir.
Çünkü o zaman hadisin belağatinin, Kur’anın belağatinin yanında yer alması söz
konusu olur.
Diğer bir husus ise,
Kur’an ve hadisin birbirine karışması, bunların her ikisinin bir yerde, iç içe
yazılması ile mümkün olabilir. Ama hadis Kur’andan ayrı bir şekilde yazıldığı
taktirde böyle bir şeyin olması mümkün değildir.
2- Ehli Sünnetin bazı alimleri şöyle
demişlerdir; Hadisin yazılmasının yasaklanması Kur’anın karşısında başka bir
şeyin meşhur olmaması içindi. Bu tahlilde kabul olunacak bir tahlil değildir.
Zira: a) Kur’andan başka bir şeyle meşgul olmak Kur’anı terk etmeye sebep
olacaksa, nehy olunması doğrudur. Ama böyle bir şey söz konusu olmadığı halde
nehyin bir anlamı olmaz. İşte bu sebepten dolayı hadis yazılma yasağının şartlı
ve sınırlı olarak belirtilmesi gerekirdi mutlak olarak değil. b) Hadisin
yazılmasına, yayılmasına önem gösteren sahabe ve seçkin Müslümanlara bu nisbeti
vermek münasip değildir. Nasıl oldu
da, tabiinin önde gelenleri ve onlardan sonra ki seçkin alimler hadisleri
yazdılar ve onların bu ameli Kur’anın makamına ve onun terk olunmasına sebep
olmadı. c) Bunun yanısıra, Kur’anın
şerhi, tefsiri ve beyanını ünvanında olan hadisin Kur’andan yüz çevrilmesine
sebep olması mümkün değildir. Evet,
Yahudilerin, Nesranilerin... ve diğer gayri İslam-i kitapların bu işe sebep
olması mümkündür. Dolayısıyla bu tür kitapların yazılmasının yasaklanması doğal
ve doğru olacaktır. Nitekim bazı rivayetlerde Resulü Ekrem (s.a.a) efendimiz
Ömeri Yahudilerin hadislerini, kitaplarını yazmaktan men etmiştir.[800]
d) Bunların yanı sıra,
eğer hadis yazmak insanları Kur’andan uzaklaştırıyordu ise Kur’anı ezberlemek de
aynı şeye sebeptir. Öyleyse bu Kur’ana göre, hadisin ezberlenmesinin de nehy
olunması gerekirdi.
3- Bazıları şöyle
tahlil etmişlerdir; hadis yazılmamasının sebebi, Müslümanların arasından hadis
ezberleme ve hadis müzakeresinin kaybolması içindi. Çünkü hadisin yazılması
Müslümanları hadis ezberlemekten alıkoyacaktı.
Ovzai şöyle demiştir; Hadis ilmi çok değerli
bir ilimdir. Ağızdan ağıza naklolunduğu müddetçe insanlar daima onun müzakeresi
ile meşgul olacaklardır. Ama kitaplarda yazıldığı zaman, onların nuru kaybolacak
ve ehil olmayan insanların eline düşecektir.[801]
Bu görüşte
kabul olunacak bir görüş değildir. Çünkü
aynı söz Kur’an hakkında da geçerlidir. Yani, bu söze göre Kur’anın
ezberlenmesinin, onun yazılmasının yerine geçmesi gerekir. Öyleyse Kur’an neden
yazıldı? Ve neden hadis birinci asırdan sonra yazıldı?
4- Bazıları şöyle demişlerdir; Hadis ezberleme ile hadis
yazmaya bir ihtiyaç kalmıyordu. Bu sebepten dolayı hadis yazılması men
edilmiştir. Bu görüşte kabul gören bir görüş değildir. Zira, Kur’an ve hadisi
ezberlemenin fazileti onların yazılmasının haramlılığına sebep olamaz. Peki,
öyleyse neden Kur’an hakkında böyle bir nehy gerçekleşmedi? Bu görüşe göre
sonraki dönemlerde de hadisin yazılmaması gerekirdi. Dolayısıyla bazıları
tarafından hadis yazılmasının yasaklanmasının asıl nedenleri Ehli Sünnet
alimlerinin ortaya attıkları nedenler değildir. Aksine işin içinde açıklanmayan
ve saklanan önemli nedenler vardır. Şia alimleri o nedenlerin şunlardan ibaret
olduğunu vurgulamışlardır;
BU YASAĞA DAİR ŞİA
ALİMLERİNİN TAHLİLLERİ:
1- Hadis yazılmasının
yasaklanması İslam getiren Yahudi zadelerin düşüncelerinin tesiri ile
gerçekleşmiştir. Üstad Cafer Murtaza Amuli bu konuda şöyle diyor; Yahudiler iki
fırka idiler. Bir fırka yazmaya inanan ve bundan yana olanlar idi. Diğer fırka
ise yazmayı kabullenmeyip de Tevrat’tan başka bir şeyin yazılmamasına
inananlardı. Zaza “Yahudilere göre dini düşünce” adlı kitabında bunu böyle
açıklamıştır. Kabul Ahbar Yahudi zade olup da, sonradan Müslüman olan birisiydi
ve ikinci gruptandı. Bunun delili ise şudur; Ömer ondan şiir hakkında bir şey
sorduğunda o Arap hakkında şöyle diyor; Onlar, İsmailin evlatlarından bir
kavimdir. İncil sadece onların sinesindedir ve onlar hikmet ile konuşurlar.
Bir ihtimale göre, halife bu görüşü (Tevrat ve Allah’ın kitabından başka bir
şeyin yazılmaması) kendi yanında çok değerli olup da, kendisine hüsnu niyetle
baktığı Kab-ul Ahbar dan almış olabilir.[802]
İkinci halifenin hadis yazılmasını yasaklarken
kullandığı tabirler bu gerçeği göstermektedir. Zira o şöyle diyordu; “Kitap ehli
gibi yoldan çıkarsınız.” O Yahudilerin Tevratın dışındakilere kullandığı
tabirleri Kur’anın dışındaki konularda kullanıyordu.
[803] buda, bu
görüşü ispatlayan açık bir delildir.
2- ikinci tahlil şudur; Hadis yazılmasının
yasaklanması bir takım rivayetlerin yok olması içindi. Bu rivayetler bir grubu
överek ön plana çıkmalarına sebep oluyor ve diğer bir grubu da kötüleyerek
gerçek kimliklerini ortaya çıkarıyordu. Bu tür rivayetlerin de varlığı hükümet
tezgahına ve onların siyasetlerine zararlıydı. Yani, Peygamber (s.a.a)’in
hadislerinin yazılmasının yasaklanması siyasi bir etkenden kaynaklanıyordu.
Cafer Murtaza Amuli bu konuda şöyle diyor;... “Hadislerin yazılmasının
yasaklanması onun (Ömer’in) sultasını daha da sağlamlaştırıyordu. Çünkü bu işle
onun muhaliflerinin faziletleri ortadan kalkıyor ve kayboluyordu.”
[804]
HADİS YAZILMASININ
YASAKLANMASININ ZARARLARI:
Peygamberin hayatının
son dönemlerinde, o Hazretin hadislerine karşı bir mücadele içerisine girişilmiş
ve ilk olarak Perşembe faciasında Kur’an ile hadis arasında bir ayrılık temeli
atılmıştır. Daha sonra tam bir asır boyunca o Hazretin hadislerinin yazılmasına
yasak getirilmiştir.
Acaba hadis
yazılmasının yasaklanmasının İslam ve Müslümanlar için ne gibi zararları oldu?
Bu zararların en önemlileri şunlardan ibarettir:
1-
Bazı hadislerin yok olması: Hiç şüphesiz Kur’anın beyancısı olan
hadislerin yazılması bir ölçüde bunların korunmasına ve baki kalmasına sebep
olacaktı. Çünkü her şeyi daima hafızada tutmak mümkün değildir. Hadisçilerin
tamamı bu gerçeği itiraf etmişlerdir.
Yahya b. Said şöyle diyor; Ben alimlerin hadis
yazmaktan hoşlanmadıklarını gördüm. Eğer biz o günlerde yazmış olsaydık, bu gün
Said b. Müseyyibin ilimlerinden ve görüşlerinden bir çoğuna sahip olmuş olurduk.
[805]
Tehanevi şöyle diyor; Eğer hadisler yazılmış
olsaydı Ebu Hanife bu kadar kıyas yapmış olmazdı.[806]
2-
Hadis uydurulması: Hadis yazılmasının yasaklanmasının
zararlarından bir diğeri düzmece ve yalan hadislerin ortaya çıkmasıdır. Zira
İslam’ın ilk yüz yılında hadis yasağı vardı. Bu zamandan sonra adeta hadis
pazarı oluşturuldu ve bu pazarda bir çok ehil olmayan kişiler hadis ile meşgul
oluyor ve birilerine yaranmak için hadisler uyduruyorlardı. Bu konuya ileriki
konularda geniş bir şekilde yer verilecektir.
Konumuzun bu bölümüne
kadar İslam içinde Müslümanların bölünmelerine, bir takım ilahi değerlerin zıddı
değer olarak talakki olunmasına ve bir takım ilahi değerlerin unutulmasına sebep
olan nedenlerden birincisini inceledik. Şimdi ikinci sebep ve nedene başlıyoruz.
İKİNCİ
NEDEN: İSLAM PEYGAMBERİNİN ŞAHSİYETİNİN KIRILMASI.
Bu neden ve sebep
birinci faktörün devamıdır. Şöyle ki, Peygamberin hadislerinin yazılması ve
naklolunmasını yasaklayanlar, bazı sahabeler tarafından kendi siyaset ve
makamlarına ters düşen sahih hadislerin naklolunması korkusu ve endişesi ile
ikinci bir çareye baş vurdular. Nitekim daha öncede belirttiğimiz gibi hadis
yazma ve nakletme uğruna Meysemi Temmar, Ruşeydi Heceri ve Ebuzer gibi sahabeler
kendilerini feda etmişlerdi. Onlar, bütün sahabeler tarafından naklolunan ve
kendi siyasetleriyle uyum sağlamayan rivayetlere karşı ne yapmalıydılar? Onlar
esaslı bir düşünce ile bu hadisleri devre dışı bırakmaya çalıştılar. Gerçekte, o
düşünce İslam-ı tahrif etmek için ele alınan ikinci vesileydi.
Doğrusu bu plan İnsanı
hayretlere düşüren bir iştir. Bu işten dolayı oturup İslam Peygamberinin
mazlumiyetine ağlamak gerekir. Çünkü bu iş İslam’ın kalbine saplanan üç başlı
bir mızraktı. Acaba bunlar ne yaptılar?
Bunlar bir takım
hakikatlerin bilinmemesi ve tanınmaması için Peygamberin buyruklarını itibardan
düşürme girişiminde bulundular. Başka bir ibarete göre, Peygamberin buyrukları
vesilesiyle İslam’ın olduğu gibi tanınmaması ve amel olunmaması için, bu
doğrultuda bir çalışma girişiminde bulundular.
Peygamberin makamına
ve buyruklarına her taraftan yapılan bu hamlelerden sonra, soruyoruz, acaba bu
hamlelerden ve bu girişimlerden sonra, Müslümanlar arasında Peygamberin
sözlerinin ne değeri kalabilir?
Bu işin temeli
aslında, Peygamberin yazılmayan vasiyetnamesinde (Perşembe olayı) atıldı ve
eserini de gösterdi. Zira, orada ikinci halife Ömer, sünneti Kur’andan ayırarak
“Allah’ın kitabı bize yeterlidir” demişti. Ama daha sonraki zamanlarda bir
hadise uydurarak diğer şeylerin yani Peygamberin
buyruklarının itibar ve değerinin olmadığını ortaya atıyorlardı. Bu konuyu ispat
etmek ve doğruluğunu göstermek için uydurulan iki hadiseyi örnek olarak
zikrediyoruz.
Sahih-i Müslimde,
Müsned-i Ahmed’de ve Ehli Sünnetin diğer kaynaklarında Aişe den şöyle bir
rivayet naklolunmuştur; Aişe şöyle diyor; Arap tan muhtelif kabileler Resulü
Ekrem (s.a.a)’in yanına gelmiş, O Hazretin etrafına toplanmış ve bir şeyler
istiyorlardı.
Topluluk o kadar
fazlaydı ki, O Hazreti sıkıştırarak rencide ediyorlardı. Muhacirler Allah
Resulüne yardım etmek için yerlerinden kalkarak Arap kabilelerini O Hazretin
etrafından dağıtıp yolu açtılar. Sonunda Peygamber abasını onlara kaptırsa bile
Aişenin kapsına varabildi ve orada durdu. Daha sonra sıçrayanlara, atılanlara
şöyle dedi; “Allah’ım bunlara lanet et” Aişe diyorki, ben O Hazrete şöyle dedim;
Ey Allah’ın Resulü bunlar helak oldular, siz onları lanetlediniz, sizin
lanetiniz onları helak edecektir!
Allah Resulü şöyle buyurdu; “Ey Ebubekirin
kızı Allah’a yemin olsunki hayır, benim lanet ettiğim bunlar helak
olmayacaklardır. Zira ben Rabbim ile bozulmayacak bir şartla anlaştım ve Rabbime
dedim ki, Ya Rabbi bende diğer normal insanlar gibi sıkılan bir insanım. Eğer
böyle bir halde bir Mümine yersiz ve yakışıksız bir şey söylesem, o sözü onun
günahlarının keffaresi olarak karar kıl. Benim bu lanetim onlar için
günahlarının keffaresi olsun”[807]
Başka bir rivayette Sahih-i Müslim de Aişe den
şöyle naklolunmuştur; “İki kişi Peygamberin yanına gelerek O Hazretle sohbetler
ettiler. Ben onların ne söylediğini anlamadım. Ama Peygamber onların sözlerinden
dolayı sinirlenerek onları lanetledi. Onlar Peygamberin huzurundan ayrıldıktan
sonra, ben şöyle dedim; Eğer birisine hayır isabet etse bu ikisine hayır asla
yetişmeyecektir. Niçin? Ne oldu ki? Diye sordu. Ben şöyle dedim; Çünkü sen
bunları lanetledin ve bunlara kötü söz söyledin. Şöyle buyurdu; Benim Allah ile
şart bağladığımı (şartlaştığımı) bilmiyor musun. Ben Rabbim ile şartlaşarak
şöyle demişim; “Ya Rabbi bende bir insanım. Hangi Müslüman’a kötü söz söylesem
veya lanet etsem, benim bu kötü sözümü ve lanetimi onun için temizlik olarak
karar kıl, onu benim lanetim karşısında temizle.”[808]
Üçüncü rivayet yine
Aişeden dir. Aişe şöyle diyor; Peygamber benim yanıma bir esir getirdi. O Hazret
gittikten sonra, benim dikkatsizliğimden dolayı o esir firar etti. Peygamber
dönerek, esirin ne olduğunu benden sordu. Ben, kadınlarla sohbete daldığımı ve
onun firar ettiğini söyledim. Neden? Diye buyurdu ve şöyle ekledi; Allah senin
iki elini koparsın. Daha sonra dışarı çıkarak, halka duyurdu ve onu (esiri)
buldular. Ama ben, Peygamberin bu nifrinden dolayı ellerimin kopacağı
endişesindeydim. Böylece ellerime bakıyor ve hangisinin kopacağını düşünüyor ve
bu düşünceye dalıp gidiyordum.
Resulü Ekrem (s.a.a)
eve geldi ve benim ellerimi çevirerek onlara baktığımı gördü, Şöyle buyurdu; Ne
oldu? Divane mi oldun, ellerini haraket ettiriyorsun?
Ben şöyle dedim; Siz bana nifrin ettiğiniz
için ben ellerimi oynatıyorum ve onların hangisinin kopacağına bakıyorum. Bu
esnada Peygamber semaya bakarak Allah’a hamd-u senada bulundu ve şöyle dedi; “Ya
Rabbi ben insanım. Diğer insanlar sinirlendiği gibi bende sinirleniyorum. Böyle
bir halde eğer bir Mümine lanet edersem,
o nifrin ve laneti onun için temizlik olarak karar kıl”
[809]
Bu tür rivayetler
genelde Peygamberin zevcesi Aişe’den naklolunmuştur. Ve bunların sayısı da
oldukça fazladır. Ehli Sünnetin muteber kaynaklarda Ebu Hureyreden de bu tür
rivayetler naklolunmuştur.
Ehli Sünnetin sahih
kaynaklarında naklolunan bu rivayetlerden anlaşıldığına göre, Peygamberin Ebu
Süfyana, Muaviye’ye ve diğerlerine yaptığı lanet, onların Allah’a yaklaşmasına,
temizlenmesine, günahlarının keffaresi olmasına sebep olacaktır. İşte bu sebepten dolayı açıkça görülüyor ki, bu tür rivayetlerin faydası ilk aşamada,
kimlerin yararınadır. Bizce, bu tür uydurma rivayetler, ilk aşamada, sonradan
yıllarca müslümanlara hakimlik yapıp da, Müslümanların canlarını, mallarını,
dinlerini ellerinde bulunduranların ekmeğine yağ sürmüştür. Bu tür rivayetler
ile artık, Peygamberin hadisleri hakikatleri gösterebilir mi? Bu rivayetlerle O
Hazretin şahsiyeti ve makamı hangi konuma düşer?
Öncelikle şunu
söyleyelim ki, lanet ve kötü söz rivayetleri genelde Aişeden naklolunmuştur. Bir
yerde, Peygamber Medineye gelen ve kendisinden bir şeyler talep edenleri
lanetliyor, bir yerde Aişenin kendisine nifrin ediyor..
İkinci bir mesele ise,
O Hazret her defasında şöyle buyuruyordu; “Ya Rabbi bu lanetleri onlara rahmet
ve mağfiret vesilesi kıl.”
Şimdi bu tür rivayetleri inceleyelim: Ehli
Sünnetin sahih kaynaklarında Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğu
naklolunmuştur; “Müslüman a küfür
etmek günahtır ve ona karşı savaş küfürdür.”
[810]
Başka bir rivayette şöyle buyurmuştur; “Mümine lanet eden onu öldürmüş gibidir.
Bir mümine kafirlik nispeti veren onu öldürmüş gibidir. ”[811]
Ebu Davud şöyle
naklediyor; Peygamber (s.a.a)’in sahabelerinden bir tanesi şiddetli bir rüzgara
yakalanmıştı. Rüzgar onun abasını sırtından alıyordu. Bunun için o rüzgarı
lanetledi.
Peygamber (s.a.a) ona şöyle buyurdu; “Rüzgarı
lanetleme. O Allah’ın memurlarından birisidir. Bir şey lanete layık değilse o
lanet onu lanetleyene döner.[812]
Peygamber (s.a.a)’in sahabesi Ebu Derda O
Hazretten şöyle naklediyor; “Lanet eğer lanet olunana layık değilse, o lanet,
lanet edene döner.”[813]
Ebu Derda Peygamber (s.a.a) den şöyle
naklediyor; Yersiz yere birisini lanetleyenler, şefaat etmeyeceklerdir ve halka
şahit te olmayacaklardır.
[814]
İbni Mesud ve Abdullah b. Amir’in
naklettiklerine göre O Hazret şöyle buyurmuştur; “Mümine lanet etmek onu öldürmek
gibidir.”[815]
Aişe şöyle rivayet ediyor; “Peygamber ile beraberdik. Kervanda benim
yanımda olan deveyi ben lanetledim. O Hazret şöyle buyurdu; “Lanete maruz kalan
(Lanetlenen) bir şey bizim yanımızda olmamalıdır. Onu salıveriniz ve kervandan
çıkarınız gitsin.”
[816]
Hemumi şöyle diyor; Ben bir deveye biniyordum
ve onu lanetledim. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdular; “Senki deveye lanet ettin
artık ona binme.”[817]
Daha bir çoklarını
nakletmediğimiz bu tür hadisleri dikkate alarak, İslam Peygamberinin yersiz yere
bu kadar Müslüman ve Mümine lanet etmesi nasıl düşünülebilir?
Ehli Sünnetin çok muteber olan tarih ve hadis
kitaplarında Aişenin şöyle dediği naklolunmuştur; “Peygamber bir Müslüman a
lanet etmedi.”[818]
Acaba bu çelişki neyi gösteriyor.? Onca
rivayette Peygamberin Müslümanlara lanet ettiğini söyleyen Aişe başka bir yerde
O Hazretin bir Müslüman’a bile lanet etmediğini söylüyor. Acaba bu çelişki
Aişenin unutkanlığını mı gösterir yoksa laneti gösteren bu rivayetler ona yalan
yere nisbet mi verilmiştir? Başka bir rivayette Aişe şöyle diyor; “Ben
Peygamberin bir kenizini, eşini, veya hizmetçisini, vurduğuna asla görmedim.
Aslında o Allah yolunda yapılan savaş ve cihatların dışında hiç kimseyi
vurmuyordu..”
[819]
Aişe yine şöyle diyor; Peygamber (s.a.a) asla
küfretmiyor, sokakta ve pazarda kalabalık yapmıyordu. Kötülüğe kötülükle cevap
vermiyor aksine bağışlıyor ve göz yumuyordu.[820] Bu tür
rivayetler Aişeden naklolunup da baki kalan rivayetlerdir.
Kur’anı Kerim yüce İslam Peygamberinin makamı
ve şahsiyeti hakkında şöyle buyuruyor;
“Andolsun, size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin
sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. Çünkü o size çok düşkün, Müminlere karşı
çok şefkatli (ve) merhametlidir.”[821]
Başka bir ayette şöyle buyuruyor; “Nun Kalem ve yazdıklarına andolsun ki,
(Resulüm) sen Rabbinin nimetleri sayesinde macnun değilsin. Hiç şüphesiz senin
için bitip tükenmeyen bir mükafat vardır. Ve sen elbette yüce bir ahlaka
sahipsin.”[822]
Görüldüğü gibi, Allah
Peygamberi hakkında ne diyor ve onu nasıl vasfediyor. Ama Ehli Sünnetin muteber
kaynaklarındaki bir takım rivayetler O Hazretin işlerinin ve sözlerinin heva ve
hevesten kaynaklandığını ispat etmeğe çalışıyor. Ayrıca bu rivayetlerle,
bazıları O Hazretin sözlerinin çoğusunun birilerine olan sevgisinden veya
nefretinden dolayı olup da hakikatten uzak olduğunda ısrar ediyorlar.
Kur’an yine şöyle buyuruyor; “Battığı zaman
andolsun yıldıza ki, arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve batıla inanmadı. O heva
ve hevesinden de konuşmaz. Onun konuşması kendisine vahy edilenden başkası
değildir.”[823]
Bu ayete göre, Peygamberin her türlü sözde heva ve hevesine uyarak konuşması
mümkün değildir.
BU RİVAYETLERİN
YAYGINLAŞMASININ SEBEBİ:
Geçen bölümde
naklolunan rivayetlerin birinci bölümünün Kur-an ve diğer sahih rivayetlere göre
düzmece olduğu açıkça görülmektedir. Sormak lazım, acaba bu tür hadisler neden
ortaya çıktı? Neden bu tür asılsız ve yersiz nisbetler Peygambere verildi?
Bu tür hadisleri
uyduranlar O Hazretin tanımlarını, tastiklerini, takziblerini ve genel olarak
sözlerini itibarsız ve değersiz etmek istiyorlardı. Bu esasa göre netice şu
olacaktı: Eğer Peygamber Salmanı övmüşse, veya Ammar hakkında “Ammar hak iledir
ve haktan ayrılmaz” veya Ebuzer hakkında “Gökyüzünün gölgelendirdiklerinden
Ebuzerden daha doğrusu yoktur.” Şeklinde buyurmuşsa, artık bu tür sözlerin
hiçbir değeri olmayacak ve itibardan düşecekti.
Dolayısıyla
Peygamberin önceden lanetlediklerinden bazılarının sonradan hükümet makamına
gelerek bu tür rivayetleri uydurmalarının sebepleri açıkça görülmektedir.
Oysa Allah Resulünün
bazılarını methetmesi ve bazılarını da lanetlemesi, mezkur kişilerin açık
kimliğini ortaya atmaktadır. Gerçekte bu rivayetler, İslam tarihindeki kişileri
tanımak için Peygamber tarafından verilen açık adreslerdir.
2-ACABA PEYGAMBER (S.A.A)
KUR’ANI UNUTUR MU?
Peygamber (s.a.a)’in
yüce şahsiyet ve makamını aşağı düşürmek için uydurulan bir çok rivayetlerden
ikincisi de O Hazretin unutkanlığını ve hatta kendisine nazil olan Kur’anı bile
unuttuğunu gösteren rivayetlerdir.
Buhari, Müslim ve Ehli Sünnetin diğer muteber
hadisçileri Aişe ve Ebu Hureyreden şöyle rivayet etmişlerdir; Bir gün Peygamber
Camide oturmuştu. Kur’an okuyan bir
Müslüman’ın sesini duydu. Şöyle buyurdu; Allah rahmet etsin, bu Kur’an okuyan
kişi benim tamamen unuttuğum ayetleri bana hatırlattı. Ben Kur’anın falan
suresinden onları düşürüyordum.”[824] Bu
rivayette Aişeden şöyle naklolunmuştur;
“Şimdi Allah’ın Kur’anda ne buyurduğuna bir bakalım; “Sana Kur’anı
okutacağız. Sen onu hiç unutmayacaksın.”[825]
Tefsirciler bu ayette şöyle demişlerdir;
Peygamber bu ayetler nazil olmadan önce, kendisine nazil olan ayetleri tekrar
ediyor ve ayetler bitmeden önce onların kıraatine başlıyordu. Ama bu ayetin
nazil olmasıyla artık böyle bir tekrara gerek kalmadı.
[826] işte
bunun için başka bir ayette O Hazretin şöyle bir emir verilmiştir, “(Resulüm)
onu (Vahyi) çarçabuk almak için dilini kımıldatma. Şüphe etme ki, onu toplamak
ve onu okutmak bize aittir. O halde biz onu okuduğumuz zaman, sen onun okunuşunu
takip et. Sonra şüphen olmasın ki, onu açıklamakta bize aittir.”[827]
“Sana, onun vahyi tamamlanmadan önce Kur’anı
(okumakta) acele etme.”[828] Muteber
rivayetler mezkur hadisleri tamamen reddetmektedirler.
Ehli Sünnetin sahih kaynaklarında şöyle
naklolunmuştur; Peygamber (s.a.a) her yıl Kur’anı Cebraile bir defa okuyordu ama
vefat edeceği yıl bu amel iki defa tekrarlanmıştır.[829] Yani
Peygamber Kur’anın tamamını başından sonuna kadar okuyordu ve Cebrailde
dinliyordu. İslam ve Kur’anın beyancısı olan Allah Resulü hakkında bu tür yersiz
nisbetleri kabul etmek doğru
değildir. Zira bunlar birilerinin siyasetine fayda sağlasın diye uydurulan
düzmecelerdir.
Peygamber (s.a.a)’in
makamına karşılık uydurulan ve İslamda bir takım gerçeklerin tahrif olmasına
sebep olan düzmece rivayetler Müslim gibi Buhari gibi Ehli Sünnetin onlarca
sahih kaynaklarında naklolunmuştur.
Buhari Aişeden şöyle
rivayet ediyor; “Peygamber (s.a.a) benim odama girdiler.
Bu esnada benim yanımda bulunan iki şarkıcı kız cahiliye asrının şiirlerinden
okuyorlardı. Peygamber hiçbir rahatsızlık duymadan, odada bulunan istirahat
mekanına uzandı. Bu esnada Ebu Bekir içeri girdi, o kızları görür görmez sert
bir şekilde kızarak bana şöyle dedi; Allah Resulünün huzurunda şeytani sözler,
nasıl olabilir!?
Resulü Ekrem (s.a.a) başını kaldırarak, Ebu
Bekre şöyle dedi; “Ey Ebu bekr, bunları rahat bırak. Her milletin bir bayramı
vardır, bugün de bizim bayramımızdır, bırak okusunlar, söylesinler.”[830]
Aynı rivayette Aişeden
şöyle rivayet olunmuştur; Bir bayram günüydü. Habeşe topraklarından bir grup
erkek şenlik ve dans ile meşguldular. Bunlar camiye gelerek, kendi üsluplarına
göre kılıç dansı yapıyorlardı. Ben Peygamberden istedim veya O Hazretin kendisi
bana teklifte bulundu ki; Bunların şenliğini ve dansını seyretmek istiyor musun?
Ben evet dedim.
Peygamber (s.a.a) beni omuzuna aldı!... Ben
caminin içinde kılıç dansı eden Habeşileri seyrediyordum. Peygamber (s.a.a)
daima şöyle diyordu; “Ey Habeşiler meşgul olun. Bu sahne o kadar devam buldu ki,
ben Peygamberin omuzundaydım. Sonunda yoruldum. Allah Resulü yorgunluğumu
anlayınca, yeter mi? Diye buyurdu. Ben, evet dedim. Öyleyse git, diye buyurdu.
[831]
Dikkat ediniz, bu
rivayetler Ehli Sünnetin en muteber kaynaklarında naklolunan rivayetlerdir.
Başka bir rivayette
Aişe şöyle diyor;
“Oyuncular vardı. Ben, Peygambere onları
seyretmek istediğimi arz ettim. Resulü Ekrem (s.a.a) evin kapısı önünde camiye
doğru durdu ve bende onun arkasında durdum. Başımı onun omuzuna bırakarak,
böylelikle onları seyrediyordum. O grup ta camide oyun ile meşguldular.”[832]
Başka bir rivayette
Aişe şöyle diyor; Peygamber (s.a.a) evde kendi odasında oturmuşken dışarıda
kalabalık bir ses duydu. Duyduğu sesin nedenini öğrenmek için baktığında, Habeşi
bir kadının dans ettiğini, ve halkın onun etrafına toplanıp onu seyrettiklerini
ve aynı zamanda sesin onlardan geldiğini gördü. Ve şöyle dedi; Ey Aişe gel ve
gör. Ben onun yanına gittim yüzümü onun omzuna bırakarak böylece sahneyi
seyrediyordum. Bir müddet bu şekilde geçtikten sonra, Peygamber, Ey Aişe
doymadın mı? Diye sordu. Ben, hayır dedim. Bu söz birkaç defa tekrar oldu ve ben
her defasında hayır diyordum. O yorulmuş olmasına rağmen, ben onun yanındaki
değerimi öğrenmek istiyordum!!
Bu esnada Ömer caminin kapısından içeri girdi.
Halk dağıldılar ve çocukların her biri bir köşeye kaçtılar. (Bunu gören
Peygamber) şöyle buyurdu; Ben insanlar ve cinlerden olan şeytanların Ömer den
kaçtıklarını gördüm!![833]
Hayret, hem de bin
hayret! Nedense bu şeytanlar Peygamberin huzurundan korkmamış ve firar
etmemişler ve O Hazrette bu tür şeytanların dansından, şarkılarından lezzet
alarak onlara bakmış, onları dinlemiş ama her ne hikmetse Ömer b. Hattab’ın
heybet ve vakarından dolayı bütün şeytanlar onu görür görmez korkarak
dağılmışlar! ! !
Bu tür rivayetlerin
hedefleri ve ne yaptıkları açıkça ortadadır. Bu tür rivayetlerin geneli Aişe’den
rivayet olunmuştur. Acaba gerçekten Aişe bunları söylemiş mi, yoksa birileri bu
sözleri yalan yere ona nisbet mi vermişlerdir? Ehli Sünnet kaynaklarında Ebu
hureyreden de naklolunan bu tür rivayetler bulunmaktadır.
Bu tür rivayetler,
Peygamberin makamını Peygamberden sonraki hakimlerin makamından aşağı düşürmek
veya O Hazreti diğer insanlar gibi normal bir insanmış gibi tanıtmak veya bir
birlerinin lekelerini örtbas etmek ve temize çıkarmak için uydurulan düzmece
rivayetlerdir.
Bu rivayetlerin
varlığı ile birisi kalkıp Peygamberin “Ali bendendir bende Alidenim” buyurduğunu
söylese, kendi menfaat ve siyasetlerine ters düşen bu söze karşılık çıkarcılar
şöyle diyeceklerdir; Peygamberin kendisi neydi ki Ali de onun gibi olsun?
Sahih-i Buharinin
nikah kitabının zerb-ud def (darbuka-davul çalmak) babında Rabi isminde bir
kadından şöyle rivayet olunmuştur; Rabi şöyle diyor; Benim düğün günümde
Peygamber bizim evimize geldi ve benim oturduğum özel mekanda benim yanımda
oturdu. Mecliste bulunan kızlar davul çalmaya ve şarkı söylemeye başladılar.
Hepsi düğünlere mahsus olan şiirlerden okuyorlardı. Onlardan biri şu şiiri
okudu; Bizim aramızda gelecekteki hadisleri bilen Peygamber vardı. (Bunu duyan
Peygamber) şöyle buyurdu; Bu sözleri bırak ve önce okuduğun şiirleri oku!!
Bu tür söz ve
nisbetlerden daha zararlı bir şeyin olması mümkün değildir. Eğer Peygamber böyle
ise Müslümanların nasıl olması düşünülebilir.? Hiç şüphesiz, bunlar, halife olan
Yezid b. Muaviye veya babası Muaviye gibi
kişilere itiraz olunmasın diye uydurulan düzmecelerdir. Birilerini temize
çıkarmak için Peygambere çamur atmak O Hazreti lekelemek ne derece doğrudur?
Düşünün ey akıl sahipleri...
Neden bu tür yalan ve
düzmece hadisleri uydurdular? Bu işte hangi maksatlar bulunmaktadır?
Bu tür uydurma
hadislerin en önemli hedeflerinden bir tanesi Müslüman kimliğinde gözüken
Muaviyenin düşüncesiydi. O Muhammed Resulullahı defnetmek istiyordu. Bu tür
hadislerinde Peygamberin ismini, yüce şahsiyet ve makamını nasıl defnettiğini
açıkça görmekteyiz.
Elbette, eğer İmam
Hüseynin kıyamı ve Ehlibeyt imamlarının gayretleri olmasaydı bu tehlikeli ve
iğrenç planlar hedefini bulacaktı. Ama Kerbela şehitlerinin ve diğer mücahit
şehitlerin mübarek kanları ve Ehlibeyt imamlarının mücadeleleri, yok olmağa yüz
tutmuş Peygamberin peygamberliğini ve makamını yeniden canlandırmıştır.
ÜÇÜNCÜ NEDEN: İNANÇ VE AMEL BOYUTUNDA DÜZMECE HADİSLERİN ÇOĞALMASI;
İslam’a karşı yapılan
mücadelelerden bir tanesi, onun hükümlerinin emirlerinin yasaklanarak
engellenmesiydi işte bu doğrultuda Peygamber efendimizin hadislerinin ve
sünnetinin önüne bir set çektiler. Ama köşede, bucakta Resulü Ekrem’in seçkin
sahabeleri tarafından bu yasağa amel etmeyenler ve bu uğurda hadis naklederek
canlarından olanlar oldu. Hükümet tezgahı bu sahabeler tarafından naklolunan bir
takım hadisleri yok edemedikleri için bunlarla istidlal olunmasın diye Resulü
Ekrem’in sözlerini, makam ve şahsiyetini aşağı düşürücü sözler uydurdular. Bu
iki boyut geçmiş konularda geniş bir şekilde ele alınıp incelendi.
İslam dininin bir
takım gerçeklerinin tahrif olunmasının üçüncü vesilesi hadis düzmecesidir.
Hakikate göre bütün tahrifler bu merkezden çıkmaktadır. Zira İslam’ın ikinci
rüknü konumunda olan hadislere karşı yapılan hamle ve saldırı İslam’a yapılan
saldırıdır. Bunlarda tahrif çıkarmak gerçekte İslam da tahrif çıkarmaktır. İşte
bu üçüncü plan ile İslam düşmanlarının hedefleri sağlanmış oldu. Elbette bu
planlar Ehlibeyt imamları tarafından etkisiz hale getirildi ve Allah’ın dini
kendi hakikatini bu vesileyle korumuş oldu.
Abbasilerin ikinci
halifesi Ebu Cafer Mensur oğlu Muhammede Mehdi lakabını verdi. İnsanlara,
Peygamberin zuhurundan haber verdiği Mehdi benim evladım Muhammed dir imajını
vermek için bu oyunu oynadı. Zamanın insanları genelde hükümet makamına yaranmak
ve oradan yararlanmak için bu tür yalanlara göz yumuyor ve bunlara teslim
oluyorlardı.
Bu sadece, kudret
sahibi olan halifenin rızasının hadis düzmecesindeki etkisini gösteren bir
örnektir.
Abbasilerin siyaset
tarzına göre Mehdi Abbasi’nin zahirde halkla iyi geçinmesi, adalet ve
yumuşaklıkla hareket etmesi gerekirdi. Örneğin, Ebu Cafer Mensur şahsi
yararlanmalar veya gasp ünvanında halkın bir çok malına sahiplenmişti. Onun
düşüncesine göre, kendisinden sonra oğlu Mehdi hakimiyeti ele aldığında
sahiplerinin ismi belli olan bu malları sahiplerine iade etsin ve bu vesileyle
halkın rızasını tamamen kazansın, ve halkın onun adaleti yeryüzüne yaydığını
görsün ve İslam’ın vade verdiği Mehdinin o olduğuna inansınlar. O bu hedefler
doğrultusunda bu siyasetleri yapıyordu. İşte bu hedef doğrultusunda, Mehdi
zahirde iyi gözükmek için çok çaba gösteriyor ve herkesin onu dindar olarak
tanımaları için çalışıyordu.
Ama bütün bunlara
nazaran, o keklik beslemeyi ve onlarla oynayıp meşgul olmayı bir türlü terk
edemiyordu.
Bir gün hükümet
tezgahına bağımlı olan hadisçilerden
İtab b. İbrahim Nehei Abbasi halifesinin huzuruna gelir ve onun kekliklerle
oynadığını görür. Elbette böyle bir hal, kendisini vade verilen Mehdi olarak
tanıtmak isteyen birisi için uygun bir hal olmayacaktır. İşte böyle bir anda
İtab halifenin rızasını celb etmek veya onun rahatsızlığını gidermek için şöyle
rivayet etti; “Falanca falancadan oda Ebu Hureyreden
Peygamberin şöyle buyurduğunu bana naklettiler; Okçuluk, at yarışı ve deve
koşturmak dışında müsabaka reva değildir.” Daha sonra onun (İtab) kendisi şu
kelimeyi ekledi; ve keklik uçurmak.
Hadisçi olan İtab b.
İbrahim neden bu işi yaptı? Halife ki ona bir şey söylememişti ve oda halifeden
böyle bir emir almamıştı. İşte o durumu anlamış, hilafet makamını tenzih etmek,
halifenin yaptığı işi meşru göstererek onun rızasını celb etmek için sahih olan
bir hadisin sonuna kendisinden bir ekleme yapmıştır.
Abbasi halifesi Mehdi ona on bin dirhem
vermeleri için emir verdi. Bu hadisçi kalkıp Mehdi Abbasi’nin meclisinden
gittikten sonra, Mehdi Abbasi etrafındakilerde şöyle dedi; Allah’a yemin olsun
ki ben İtab’ın Allah Resulüne yalan bağladığını biliyorum.[834]
Bu hadisde, İtab b.
İbrahim Abbasi halifesinin rızasını celb etmek için eklemede bulunmuş ve onu
Peygambere nisbet vermiştir. Zira o Peygamberin hadisinde bulunan kelimelere (at
yarışı, okçuluk) keklik kelimesini eklemiş ve halifenin keklik ile meşgul
olmasını at yarışı ile okçuluğun yanında zikrederek halifenin bu işine de
İslam-i bir süs ve değer vermeye çalışmıştır.
Bunlardan
anlaşıldığına göre, hadis uydurmak istediklerinde bazen Peygamber (s.a.a)’in
sahih hadislerinden yararlanıyorlardı. O hadisi eksilterek veya fazlalaştırarak,
böylelikle kendi hedeflerine ulaşıyorlardı.
Görüldüğü gibi,
uydurulan hadisler genelde halifelerin rızasının celbolunması doğrultusunda
uydurulmuştur.
HADİS
UYDURULMASININ RESMİ EMRİ:
Eski ve güvenilir tarihçilerden olan Medaini
“El-İhdas” adlı kitabında şöyle diyor; Muaviye cemaat yılında[835]
Hindistandan Afrikaya kadar bütün İslam-i beldelerde onun adına hakimlik
yapanlara şöyle bir emir çıkardı; Ebu Turab (Hz. Ali) ve hanedanının fazileti
hakkında bir şeyler nakledenlerin kanları mubahtır, malları haram değildir, ve
hükümetin korumasının dışındadır.
Bu fermandan sonra
ehlibeyti seven Kufe halkı diğerlerinden daha çok eziyet ve bela gördüler.
Bunlar (Kufeliler) Hz. Alinin mektebinde eğitilmiş ve o Hazretin muhabbetini
kalplerinde taşıyanlardı. Bu şehrin halkı arasında Meysemi Temmar, Sasa’a b.
Suhan, Hucr b. Adiyy ve Adiyy b. Hatem gibi şahsiyetler yaşıyordu. bu
emirnamenin zorluğunu en fazla onlar gördü...
İkinci defasında
Muaviye bütün amillerine ve memurlarına, Ali’nin şialarından ve hanedanından
kimsenin şahadetini (şahitliğini) kabul etmeyin fermanını çıkardı. Muaviye şöyle
yazdı; Osman’ı sevenleri ve Osman’ın fazileti hakkında hadis nakledenleri
araştırıp, tanıyınız, onları kendinize yaklaştırınız, onlara ikramda bulununuz,
onların Osman’ın fazileti hakkında naklettiklerini bana yazınız. Onları
(Faziletleri) söyleyenlerin isimlerini, babalarının ve hanedanlarının isimlerini
yazınız. İşte bu sebepten dolayı Osman’ın fazileti hakkında Peygamberden hadis
nakledenler devletin bir senedi haline geliyor ve Emevi devletine havale
ediliyordu. Bu ferman öyle bir şekilde icra edildi ki, Osman’ın fazileti
hakkında naklolunan rivayetlerin sayısı çoğaldı. Zira Muaviye bu uğurda
fazlasıyla para, hediye, yer ve mülkü harcıyor ve bağışlıyordu. O bu tür
mülkleri kendi hedefleri doğrultusunda hareket edenlere veriyordu.
İşte bunun için bütün
İslam-i beldelerde hadis uydurma şiddet kazandı. Dünya perestler onu ele
geçirmek için birbirleriyle adeta yarış içerisine girdiler. Devlet memuru ve
hakiminin yanına giderek Osman’ın fazileti hakkında rivayet eden ve reddolunan
bir kimse olmamış aksine Muaviyenin memuru bunların isimlerini yazmış ve bu
vesileyle bu tür insanlar hükümet tezgahına yaklaşmış ve onların aracılığı
diğerleri hakkında kabul olunmuştur. İşte bir müddet bu şekilde geçip gitmiştir.
Bu fermandan sonra
hilafet tezgahının merkezinden üçüncü bir emir
çıkmıştır. Şöyle ki; Osman hakkında hadislerin sayısı fazla oldu ve bu hadisler
bütün İslam-i beldelere yayıldı. Benim mektubum size ulaştığında, halkı
sahabelerin ve önceki halifelerin hakkında hadis nakletmeye davet ediniz. Halkın
Ebu Turab (Hz. Ali) hakkında naklettikleri rivayetleri bırakmayınız. Çünkü bu iş
benim gözümü daha fazla aydın eder. Bu iş Ebu Turab ve şialarının delillerini
daha da etkisiz hale getirir ve bu, onlar için Osman ve faziletlerinden daha
zordur.
Muaviyenin fermanı
halka okunduktan sonra, sahabeler hakkında bir çok uydurma ve düzmece hadis
naklolundu. Halk bu konuda ciddi bir çalışmaya girdiler. Hatta bu rivayetler
İslam beldelerindeki minberlere taşındı, evlere aktarıldı ve onlar bu
rivayetleri evlerinde çocuklarına öğrettiler. Sonunda bu düzmece rivayetler
Kur’anı kerim gibi rağbet gördü. Bu tür hadisleri evin reisi minberlerde ve Cuma
hutbelerinde işitiyor ve sonra gelip onları evdeki çocuklarına ve ailesine
anlatıyordu.
Uzun yıllar boyunca durum böyle idi. Muaviye
hicretin kırkıncı yılından altmışıncı yılına kadar hükümet ve hilafet
makamındaydı. Dünya perest olan insanlar bu uzun müddette hadis uydurmada
birbirleriyle rekabet içindeydiler. İşte bunun için bir çok hadis ortaya çıktı
ve yalan hadisler fazlasıyla yayıldı. Fakihler, hakimler ve valilerin tamamı bu
işle meşgul oldular ve bu yolu gittiler. Bu işle en fazla meşgul olanlar zahirde
kendilerini ibadet ehli gösteren zayıf imanlılardı. Bunlar valilerden
yararlanmak, kudret makamına yaklaşmak ve mal- mülkten yararlanmak için hadis
uyduruyorlardı. Bu durum bu şekilde devam ederek bu düzmece rivayetler ve
hadisler yalandan hoşlanmayan dindarlara ulaştı. Bu tür insanlarda mezkur
hadisleri doğru olma kanaatiyle naklettiler. Eğer gerçekten yalan olduklarını
bilseydiler asla bunları nakletmez ve ona inanmazlardı.[836]
Dördüncü asrın
tarihçisi Ebu Abdullah İbrahim b. Muhammed kendi tarihinde şöyle diyor;
Sahabelerin faziletlerini içeren hadislerin çoğunluğu Beni Ümeyyenin döneminde
düzenlenmiş ve uydurulmuştur. Bu hadisleri uyduranlar ve söyleyenler bu vesile
ile hükümet tezgahına yaklaşmak ve onların beğenisini kazanmak istiyorlardı.
Emeviler de bu işleriyle Beni Haşimi devre
dışı bırakmak istiyorlardı.[837]
Konumuzun bu bölümünde yukarıda sölenenlere delil olsun diye bir çok düzmece
hadisi ve olayı nakledip, inceleyeceğiz.
“Yakın akrabalarını uyar.”[838] Ayeti
nazil olduğunda, Resulü Ekrem (s.a.a) efendimiz yakın akrabalarını İslam dinine
davet etmeye memur olundu. Bu davet Peygamberin risaletini evinden dışarı
taşıdığı ilk davetti. Zira o güne kadar Peygamberliğinden üç yıl geçmesine
rağmen, o Hazretin risaleti kendi evinde sınırlıydı. Ve sadece Hz. Ali ve Hz.
Hatice o Hazrete iman getirmişlerdi. Bir rivayete göre bu evde yaşayan Zeyd’de
iman getirmişti. Bu zamanlarda Hz. Ali (a.s) Resulü Ekrem (s.a.a)’in evinde
yaşıyordu. Hz. Ali’nin babasının imkanları elverişli olmadığı için Peygamber Hz.
Ali beş yaşında iken onu kendi himayesi altına almıştı. Bu ayet nazil olduğu
zaman Hz. Ali (a.s) on üç, on beş yaşlarındaydı. Resulü Ekrem (s.a.a) Hz. Ali’ye
yemek ve ayran hazırlatma emrini verdi. Böylelikle Beni Haşimden yaklaşık önde
gelen kırk kişi
davet olundu. Resulü Ekrem (s.a.a)onlara şöyle buyurdu; Allahu Teala,
onun birliğini ve benimde Peygamberliğimi tanımanız risaleti ile beni
göndermiştir. Sizlerden kim benim kardeşim, vasim ve halifem olmak için bu işte
bana yardım edecektir? Mecliste bulunanların hepsi yüz çevirdiler. Sadece orda
bulunanların hepsinden yaşça küçük olan Hz. Ali ayağa kalkarak şöyle dedi; Ben,
Ey Allah’ın Resulü bu yolda sana yardım edeceğim. Bu iş veya bu cümleler üç defa
tekrar olduktan sonra Hz. Resulü Ekrem (s.a.a) şöyle buyurdular; Bu sözlerin
aranızda, benim kardeşim, vasim ve halifemdir. Onun emrini işitiniz ve itaat
ediniz.
[839]
Bu rivayet Ehli
Sünnetin muteber hadis ve tarih kitaplarında naklolunmuştur. Ama Muaviye Hz. Ali
hakkındaki fazilet hadislerinin hiçbirisinin naklolunmaması veya tersinin
uydurulması için emir verdiğinden dolayı bu sahih rivayete de el uzattılar.
Bu rivayette açıkça
Hz. Ali (a.s)’ın ilk iman getiren şahıs olduğu ve Resulü Ekrem (s.a.a)
tarafından o Hazretin halifesi, vasisi ünvanında tanıtıldığı görülmektedir. Ama
hükümet tezgahı bu faziletleri hazmedemedikleri için bu rivayetin zıddını ve
tersini uydurdular.
Bu tür sahih
rivayetlerin karşısında uydurulan düzmeceler Ehli Sünnetin birinci aşama ve
derecede bulunan ravileri tarafından en muteber kaynaklarında naklolunmuştur.
Onlardan bir kaçı aşağıdakilerden ibarettir:
Aişe’nin ağzından
naklolunan rivayeti ona nispet
vermişlerdir. Ama hakikat ta, gerçekten bu rivayeti o mu nakletmiştir yoksa
birileri mi yalan yere ona nispet vermişlerdir?
Rivayet şöyledir; “Yakın akrabalarını korkut”
ayeti nazil olduğunda, Resulü Ekrem (s.a.a) Abdul Muttalib oğullarını bir araya
toplayarak onlara şöyle dedi; Ey Abdul Muttalib oğulları, ey benim yakınlarım,
ey Abdul Muttalib’in kızı Safiyye, ey Muhammed’in kızı Fatima, Allah’tan
korkunuz ve ona kulluk ediniz. Ben sizler için bir şey yapamam. Ben Allah
tarafından sizlere nispet hiçbir şeye malik değilim.[840]
Bu iki rivayet
birbirinin zıddıdırlar. Acaba bunların hangisi doğru ve sahihtir
ve hangisi düzmecedir.?
Ehli Sünnet mektebinde Aişeyi o kadar yüceltmişlerdir ki, Peygamberden
sonra en yüce makama çıkarmışlardır. Bunun bir sebebi şu idi; Onun ağzından
nakledilen rivayetlerin veya ona nisbet verilen rivayetlerin itibarını yüceltmek
ve Müslümanlara kabullendirmek için böyle bir atılımda bulundular. İşte bunun
için Aişe den ve Hz. Ali’den naklolunan birbirine ters ve zıd olan
rivayetlerden, Ehli Sünnet mektebinde Aişenin rivayeti ön plana çıkarılacaktır.
Dolayısıyla Hz. Ali’nin faziletini içeren rivayet değer ve itibardan düşmüştür.
Biz her iki rivayeti
de hadis kaidelerine göre inceleyeceğiz; Burada dikkat olunması gereken birkaç
nokta vardır:
1-
Konu olunan ayet bütün İslam alimlerinin icma
ve ittifakına göre bisatın (Peygamberliğin) üçüncü yılında nazil olmuştur.[841]
2-
İkinci hadisi nakleden Aişe bisatın
(Peygamberliğin) dördüncü yılında dünyaya gelmiştir.[842] Buna
göre hadisin geçtiği olaya şahid olması mümkün değildir. İşte bunun için Aişeden
naklolunan rivayet mürsel rivayet olduğundan muteber değildir. Oysa Hz. Aliden
naklolunan rivayet sened yönünden sahih olup her türlü noksanlıktan uzaktır.
Bunun yanısıra, Hz. Ali’de olay esnasında on beş yaşındaydı.
3-
İkinci hadiste ismi geçen, Peygamberin kızı
Hz. Fatıma sahih görüşe göre bisatın beşinci yılında dünyaya gelmiştir.[843] Hatta bu
konuda aralarında şiddetli ihtilaflar olanlarında sözünü kabullenecek olursak o
Hazret (Fatıma) o zamanlarda büluğ çağına bile gelmemişti ve en fazla sekiz
yaşındaydı. Bu yaşta birisinin de dinin resmi bir emrine muhatap olması
düşünülemez. Oysa ondan yaşça büyük olan kız kardeşleri o zaman hayatta idiler
ve kocaları bile vardı. Böyle bir durumda yaşça büyük olan bunların muhataba
alınması gerekirdi, bunlardan küçük olanı değil.
Ebu
Hureyreden bu konuda iki uzun rivayet naklolunmuştur; Birinci rivayette Ebu
Hureyre şöyle diyor; “Yakın akrabalarını korkut” ayeti nazil olduğunda, Resulü
Ekrem Kureyşi kendi yanına davet etti. Onların tamamı bir araya toplandılar.
Peygamber onlara hitap ederek şöyle buyurdu; Ey Ka’b’ın oğulları, kendinizi
cehennem ateşinden kurtarın. Ey Murret b. Ka’b’ın oğulları, kendinizi cehennem
ateşinden kurtarın. Ey Abdu Menaf oğulları kendinizi ateşten kurtarın. Ey Haşim
oğulları kendinizi ateşten kurtarın. Ey Abdul Muttalib oğulları kendinizi
cehennem ateşinden kurtarın. Ey Fatıma kendini cehennem ateşinden kurtar. Ben
sizler için bir şey yapamam. Ben sizler için Allah’ın katında bir şeye malik
değilim. Siz, kendinizi ateşten kurtarınız. Elbette sizler benim yakınlarımsınız
ve ben sizlerle sıla-i rahim yapacağım.[844]
İkinci rivayette Ebu Hureyre şöyle diyor; “Yakın akrabalarını korkut” ayeti
nazil olduğunda, Peygamber şöyle buyurdu; Ey Kureyşliler kendinizi Rabbinizden
satın alınız. Ben sizler için Allah katında hiçbir şey yapamam. Ey Abdul
Muttalib oğulları ben sizler için bir şey yapamam. Ey Abbas b. Abdul Muttalib
ben senin için bir şey yapamam. Ey Safiyye ben senin için bir şey yapamam. Ey
Fatıma benden ne istersen iste ama ben Allah’ın katında senin için bir şey
yapamam.
[845]
Aişenin rivayetinde Hz. Fatıma adına yapılan itiraz, bu iki rivayet içinde
geçerlidir. Diğer bir mesele ise, bisatın üçüncü yılında rivayetin birinci
ravisi olan Ebu Hureyre bu hadiseyi görüp, nakledebilmesi için neredeydi? Ebu
Hureyre Hayber kalesinin fethinden sonra Eş’es’liler Devslilerden olan bir grup
ile Medineye geldi.[846]
İşte bunun için, bu tarihten önce ebu Hureyrenin naklettiği rivayetleri kimden
naklettiğini belirtmesi ve söylemesi gerekir.
Neticede, Ebu Hureyrenin de bu iki rivayeti Aişenin naklettiği rivayet gibi
mürsel olup itibar derecesinden düşüktürler.
Ehli Sünnet kaynaklarının bu konuda diğer ravilerden naklettikleri rivayetlerde,
önceki rivayetler ya mürseldirler, veya olayın olduğu esnada ravi ya hayatta
değildi veya Mekke de değildi veyahut küçük yaştaydı veyahutta ravi zayıf ve
itimat olunmayacak birisidir. Bu sebepten dolayı Ehli Sünnet kaynaklarında konu
hakkında naklolunan rivayetlerin hepsini ayrı ayrı incelemeyi gerek görmedik.
Bunlardan anlaşıldığına göre, Hz. Ali’den naklettiğimiz ilk rivayet hariç, diğer
bütün rivayetler o sahih rivayet karşısında Muaviye döneminde tezgahlanan ve
uydurulan rivayetlerdir. Bunları uyduranlar, bunlara doğruluk payı kazandırmak
için uydurdukları bu rivayetleri sahabelerden bazılarının ağzı ile uydurmuş ve
onlara nispet vermişlerdir.
Muaviye döneminde Hz. Alinin
faziletlerini bildiren hadislerin zıddına uydurulan iki rivayeti daha örnek
olarak zikrediyoruz.
Birinci hadis Peygamber (s.a.a)’in Hz. Alinin fazileti hakkında buyurduğu meşhur
hadistir. Bu hadiste Resulü ekrem (s.a.a) şöyle buyuruyor; “Ben ilim şehriyim
Ali de onun kapısıdır. Şehri irade eden (isteyen) kapıya gelsin.”[847]
Bu meşhur
rivayet başka bir ibaretle de zikrolunmuştur. “Ben ilim şehriyim Ali de onun
kapısıdır. Şehri irade eden kapısından gelsin.
[848] “Ben hikmet eviyim ve Ali de onun
kapısıdır.”[849]
Bu muteber, meşhur ve sahih hadisi bir düzmece ile tedavi ettiler. O düzmece
şundan ibarettir; “Ben ilim
şehriyim, Ebu Bekir onun temelidir, Ömer onun duvarlarıdır, Osman onun tavanıdır
ve Ali de onun kapısıdır. (Sevaik-ul Muhrika, s. 34) bu hadisin gevşekliği
şurdan bellidir ki, bir şehrin duvar ve kapısının olması mümkündür ama onun
tavanının olması gayri mümkündür. Peygamberinde gayri mümkün olan bir şey
üzerine konuşması mümkün değildir.
Diğer rivayet İmam Hasan ve İmam Hüseyin hakkında Peygamberin buyurduğu meşhur
hadisi şerifleridir. Ama yazık ki, bu hadiste Muaviye dönemindeki kiralık
hadisçilerin ellerinden kurtulamamış ve zıddı uydurulmuştur. O rivayette Resulü
Ekrem (s.a.a) şöyle buyuruyor; “Hasan ve Hüseyin cennet gençlerinin
efendileridirler.”[850] Emevi
döneminin satılmışları ve kiralanmışları bu hadisi itibardan düşürmek için veya
bu hadisin karşısında Hz.Ali (a.s)’ın dilinden Peygamberin şöyle buyurduğunu
nakletmişlerdir; “Ebu Bekir ve Ömer cennet yaşlılarının efendileridir.”
[851]
Bu rivayetin açık bir yalan
olduğunun delili ve Ömer’in cennet yaşlılarının efendileri olarak
vurgulanmalarıdır. Zira cennette asla yaşlı ve ihtiyar olmayacak, oraya gidenler
gençleşerek gideceklerdir.
Bu konuda görülenler kısaca şunlardan ibarettirler:
1-Halifenin rızası
doğrultusunda, birileri ondan yararlanmak için Mehdi Abbasi, İslam’ın vade
verdiği ve Peygamberin Ahir-uz Zamanda zuhur edeceğini buyurduğu Mehdi olarak
tanıtılmıştır.
2-Halifenin emri ile ev
hadisi, ben ilim şehriyim hadisi ve Hasan- Hüseyin hakkındaki hadis karşısında
düzmece rivayetler uydurulmuştur. İşte bu düzmeceler ile Peygamber (s.a.a)’in
hadisleri arasında bir çok çelişkili ve birbirlerine zıd hadisler ortaya
çıkardılar ve bunlarla İslam’ın sahih bir şekilde tanınmasını herkese
zorlaştırdılar. Zikrettiğimiz bu birkaç örnek, Emeviler döneminde Peygamber
(s.a.a)’in hadislerine karşı yapılanların ne derece büyük ve vahim olduğunu
göstermekte yeterlidir... Bu tür rivayetlerin yanısıra, Emeviler döneminde Hz.
Alinin kötü bir insan olduğunu içeren bir çok rivayetler de uydurmuşlardır.
İşte bu uğraşlar ile,
hükümet tezgahını resmi olarak tanımayan islam’ın değerli ve yüce
şahsiyetlerinin aleyhine ve kendi kanaatlarında bulunup da bunlarla uyum
sağlayan kişilerin lehinde bir çok rivayet uydurdular.
Şimdi bazılarının
lehine uydurulan ve sayıları çok olan rivayetlerden bir kaçını inceleyerek cevap
vereceğiz.
DÜZMECELERDEN BİR KAÇINA CEVAP:
Usul ilmine göre,
kişiler hakkında her iki fırka tarafından ittifakla kabullenilen hadisler sahih
hadislerdir. Ama eğer hadis her iki fırka (Şia-Ehli sünnet) tarafından
kabullenmemişse o hadis muteber değildir. Hz. İmam Ali (a.s)’ın faziletleri
hakkında Ehli Sünnet kaynaklarında dahi naklolunan hadisler her iki fırka
tarafından kabullenilmektedir. Öyleyse bu hadisler muteberdir. Ama ilk üç halife
ve diğer bazı şahıslar hakkındaki hadislerde ittifak olunmamış ve Şia onları
kabullenmemiştir. Diğer bir husus ise Ehli Sünnet kaynaklarında Ebubekr, Ömer ve
Osman hakkındaki fazilet hadisleri birbirleriyle çakışmaktadır. Usul ilmine göre
hadis çakıştığı zaman itibar derecesinden düşer.
Bu muteber ve sahih
olmayan rivayetlerden bir kaçı şunlardan ibarettir: 1- Peygamber (s.a.a) güya
şöyle buyurmuş; “Benden sonra Ebubekr ve Ömer’e tabi olunuz.”
Cevaplar: 1- Resulü
Ekrem (s.a.a) efendimiz eğer sadece o ikisine tabi olunmasını, uyulmasını
emrettiyse, öyleyse sizler neden Osman, Ali, Muaviye ve diğerlerine de tabi
oluyorsunuz? 2- Ehli sünnet kaynaklarında
naklolunan diğer bir düzmece hadis yukarıdaki rivayeti çürütür. O düzmece hadis
şudur; “Ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine
uyarsanız hidayet olursunuz.”
Bu rivayet, Ebubekr ve
Ömer dışında diğer sahabelere de uyulacağını gösterir. Dolayısıyla bu rivayet
ile yukarıdaki rivayet çakışmaktadır. Daha önce de belirttiğimiz gibi, iki
rivayet çakıştığı zaman itibardan düşer.
3- Ebubekr ve Ömer arasında bir çok ihtilaf doğmuştur. Buna göre ümmet
birbirinin zıddı olan şeylere tabi olup öyle amel etmelidirler. Peygamber
(s.a.a) de ümmetini ihtilaflı işlere davet etmesi ve bunlara uyun demesi mümkün
değildir.
Örneğin, Ebubekir,
Ömer-i hilafete getirdi, ama Ömer hilafeti
şura’ya bıraktı. Ömer, Halid b. Velid Malik b. Nüveyreyi öldürdüğü için ona had
uygulamak istedi ama Ebubekir, Halid Allah’ın kılıcıdır diyerek Ömerle muhalefet
etti ve Halide had vurulmasına karşı çıktı. Ebubekir temettü haccına ve muta
nikahını helal olarak kabullendi ama Ömer her ikisini de reddederek yasakladı.
Ebubekir Fedek hurmalığının senedini imzalayarak Hz. Fatıma’ya verdi, ama Ömer
onu geri aldı. Ebubekir teravih namazının ferdi olarak kılınmasına amel etti,
ama Ömer onu cemaat haline dönüştürdü...
Şimdi bunca ihtilaf içerisinde bu iki çelişkili görüşlerden hangisini yapanlar
Resulü Ekrem’in sünnetine göre amel etmiş olurlar. Şüphesiz bu ihtilaflı
görüşlerin her iki tarafının da sünnet olduğu söylenemez. Bu ihtilaflar
içerisinde ümmet ne yapsın!!!... 4- Eğer bu hadis sahih olsaydı, Ebubekir bu
hadisi Sakifede delil olarak ortaya atardı. Oysa Ebubekir Sakifede, “imamlar
Kureyştendir” hadisini delil getirmiştir.
5- Bu hadis zayıf bir hadistir. Zira hadisin senedinde Abdul Melik b. Rebi
vardır. Bu şahıs şamlı olup kaba insanlardan birisiydi ve kendisi Sıffıyn’da Hz.
Ali’ye karşı savaştı ve Hz. Ali’nin düşmanlarındandı. Bunların yanı sıra zahirde
insanı fasık edecek fiillerle meşgul oluyordu. Bu hadisin senedindeki ravilerden
bur diğeri de Rebi b. Heraştır. Bu şahıs Ehli sünnete göre Rafizidir, Ömer ve
Ebubekir’in düşmanıdır. Bu şahıstan sonra, hadisin senedi Ömer’in kızı Hafsa’ya
ulaşır. Hafsa’da Hz. Ali’ye düşman olduğu için, Aişeye hoş gelsin diye ve diğer
bir taraftan da babasını yüceltmek için bu rivayeti uydurmuştur. Dolayısıyla ona
itimat olunmaz.
2- Peygamber (s.a.a) güya şöyle buyurmuş;
“Eğer kendime bir dost edinseydim, Ebubekiri seçerdim.”
Birinci Cevap: Kur’anı Kerim şöyle buyuruyor; “İnanan erkekler ve
kadınlardan bazısı bazısının velisidirler.”[852]
Bu ayete göre, eğer
Ebubekir mümin idiyse, yukarıdaki ayetin mefhumuna göre, Peygamber Ebubekiri
sevmeli ve aynı şekilde diğer müminleri de sevmelidir. Yani bütün müminler
Peygamberin dostudurlar. Bu dostluk sadece Ebubekire ait değildir. Ayet bütün
müminleri kapsarken Peygamberin sadece Ebubekiri söylemesi şaşılacak şey
doğrusu!! İkinci Cevap: Ehli sünnet kaynaklarına
göre Peygamber (s.a.a) Haberde şöyle buyurdular; yarın sancağı öyle birisine
vereceğim ki, Allah ve Resulü onu sever ve oda Allah ve Resulünü sever. Ertesi
gün sancağı Hz. Ali’ye verdi. Bu sahih hadis yukarıdaki hadisi saf dışı bırakır.
Üçüncü Cevap: Resulü Ekrem (s.a.a) efendimiz Ebubekiri Ömer ile, Talhayı
Zübeyr ile kardeş etti. Kendiside Hz. Ali ile kardeş oldu. Eğer hadis doğruysa,
neden Ebubekiri kendisine kardeş seçmedi?
3-“Peygamberden sonra
bu ümmetin en hayırlısı Ebubekir ve Ömerdir.”
Birinci Cevap: Eğer bu hadis doğruysa, öyleyse neden Peygamber Hayber
savaşında ve zatı selasilde Amr Ası onlara amir etti? Ve Üsame b. Zeyd-i ömrünün
son dönemlerinde onlara amir ve komutan etti? Ve ayrıca bir çok savaşta Hz.
Ali’yi onlara amir tayin etti.
Eğer bu hadis
doğruysa, neden Peygamber Allah’ın emriyle Tevbe suresinin tebliğ görevini
Ebubekir’den alıp Hz. Ali’ye verdi. Lat ve Uzza gibi putlara yıllarca secde
edenler nasıl olurda bu ümmetin en hayırlıları olabilirler! Oysa Hz. Ali
buyuruyor ki; Nasıl olurda onlar bu ümmetin en hayırlısı olabilirler? Oysa ben
onlardan önce ibadete başladım ve onlardan sonra da ibadete devam ettim.
İkinci Cevap: Ebubekir’in kendisi
şöyle demiştir; “Ali sizin aranızdayken, ben sizin en hayırlınız değilim.”
Üçüncü Cevap: Bu rivayeti tayr (kuş)
hadisi batıl etmektedir. Zira kuş hadisinde Allah ve Resulünün yanında Hz.
Ali’nin yüce makamına işaret olunmuş ve Ehli sünnet kaynaklarında bu hadisi
nakletmişlerdir. Dördüncü Cevap:
Hz.
Fatıma’ya yapılan eziyet ve musibetler ve Hz. Fatıma hakkındaki Peygamberin
buyruğu bu rivayetin düzmece olduğunu gösterir (BKZ. Hz. Fatıma’nın öfkesi)
4-“Ebubekir ve Ömer
cennet ihtiyarlarının efendileridirler.”
Bu hadis “Hasan ve Hüseyin cennet gençlerinin
efendisidirler” hadisi karşısında uydurulan bir rivayettir.
Birinci Cevap: Bütün Müslümanların
inancına göre cennette yaşlı ve ihtiyar olmayacaktır. Zira meşhur bir rivayete
göre, Esca’ya adında yaşlı kadın, Peygamberden cennete gidip gitmeyeceğini sual
eder. Peygamber yaşlı kadınlar cennete gitmeyecektir cevabını verdiğinde, yaşlı
kadın ağlamaya başlar. Daha sonra Peygamber efendimiz şöyle buyurur; Allah-u
Teala Kur’anı Kerimde buyuruyor ki; “Biz (Kadınları da) yeniden bir güzel inşa
etmişiz. Onları bakireler yapmışızdır.”[853] Daha sonra şöyle buyurdular; Ben mizah
ediyor ama haktan başkada bir şey söylemiyordum. Diğer bir rivayette o hazret
şöyle buyuruyor; “Cennet ehlinin hepsi gençtir ve insan ihtiyar olarak cennete
girmeyecektir.” Yani gençleşerek cennete girecektir.
Neticede, Kur’an ve
diğer hadislere göre yukarıdaki rivayet batıldır.
Başka bir rivayette
Peygamber (s.a.a) efendimiz şöyle buyuruyor; “Dünya Müminin zindanı, kabir onun
evi, cennet onun karargahıdır ve dünya kafirin cenneti, kabir onun zindanı ve
ateş onun karargahıdır.”
Eğer Ebubekir ve Ömer
hakkındaki o rivayet doğruysa, Peygamber dünya cennetini kastetmiş demektir.
Çünkü ahiret cennetinde yaşlı olmayacaktır.
1-
Aşere-i Mübeşşere: Ehli sünnet şöyle diyor;
Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur; “Ebubekir, Ömer, Osman, Ali, Talha, Zübeyr,
Abdurrahman b. Ovf, Sad b. Ebi Vakkas, Said b. Zeyd ve Übeydullah b. Cerrah
cennet ehlidirler.” Birinci Cevap:
Resulü Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuştur; “Fatıma benim vücudumdan bir parçadır
kim gazaplandırırsa beni gazaplandırmış olur.” Ehli sünnetin muteber kaynakları,
Fedek hurmalığı olayında Ebubekir ve Ömer’in Hz. Fatımayı incittiklerini ve Hz.
Fatımanında onlara gazaplandığını nakletmişlerdir. Dolayısıyla Peygambere eziyet
olunmuş ve Peygamber gazaplanmıştır demektir. Allah-u Teala da Kur’anı Kerimde
şöyle buyuruyor; “Allah ve Resulünü incitenler varya, işte Allah onlara dünya ve
ahirette lanet etmiş ve onlar için alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.”
[854]
Neticede Peygamberin
ciğer paresini, kalbinin meyvesini incitmek, Peygamberi incitmek demektir.
Peygamberi de inciten Allah’ın lanetine şamil olur. Öyleyse nasıl olabilirde,
Hz. Fatımayı ve dolayısıyla Peygamberi incitenleri Resulullah cennet ile
müjdeler!... İkinci Cevap: Peygamber ömrünün son
dönemlerinde İslam ordusunun Usame b. Zeydin komutanlığında Rumlara doğru
hareket etmesi emrini verdi. Ebubekir ve Ömer de Usamenin komutası
altındaydılar. Ama bazıları Usamenin ordusuna katılmadılar. Orduya
katılmayanların içerisinde Ebubekir ve Ömer de yer almaktaydı. Bu olaydan dolayı
Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdular; Usamenin ordusuna muhalefet edipte ona
katılmayana Allah lanet etsin.
Nasıl olurda,
Peygamber bir yerde birilerini cennet ile müjdelemiş ve ömrünün son dönemlerinde
de bunlara lanet etmiş olsun, bu Peygamberin sözünde çelişkinin olduğunu
gösterir. O hazretin sözlerinde de asla çelişki olmaz.
Üçüncü Cevap: Ebubekr, Halid b. Velid-i Ridde ehli zekatlarını
vermedikleri için onlara karşı savaşa gönderdi. Ehli sünnetin görüşüne göre,
onlar zamanın halifesine karşı geldiklerinden dolayı mürted olmuşlardı, onun
için onlara karşı savaş açıldı. İşte bu sebepten dolayı yukarıdaki uydurma
hadiste yer alan Talha ve Zübeyr’de zamanın halifesi olan Hz. Ali’ye karşı savaş
açtıkları için murted olmuşlardır demektir. Acaba, Peygamber ileride, sonradan
murted olacak insanları mı cennetle müjdeliyordu? Şaşılacak şey doğrusu...
Dördüncü Cevap: Bu hadiste yer alan
altı kişi Ömer’in hilafet makamı için oluşturduğu şur’ada da yer almışlardır.
Onlar, Hz. Ali, Osman, Talha, Zübeyr, Sad b. Ebi Vakkas ve Abdurrahman b.
Ovf'dur. Ömer şöyle demişti; Bu altı kişi üç gün içerisinde içlerinden bir
halife seçmezler ise altısını da öldürün. Eğer dört kişi bir tarafa ve diğer iki
kişi de bir tarafa rey verirse, o iki kişi dört kişiye muhalefet ederlerse, o
iki kişiyi öldürün. Eğer üç, üç ayrılırlarsa Abdurrahman b. Ovf kimi tayin
ederse o halifedir. Eğer bu altı kişi cennet ile müjdelenmişti ise ve Ömer’in
kendiside o müjdelenenlerden birisiydi ise, nasıl olurda, cennet ehli, cennet
ehlinin öldürülmesi için hüküm verebilir! Eğer Ömer’in yaptığı doğru ve hak
idiyse
O hadis batıldır
demektir ve eğer o hadis doğruysa, Ömer hükmünde hata yapmış ve cennet ehlinin
öldürülmesine hüküm vermiş ve neticede günahkar olmuştur. Bu iki ihtimalin
dışında bir üçüncü ihtimali düşünmek mümkün değildir.
6-“Doğrusu Allah
herkese umumi olarak tecelli eder ama Ebubekire hususi olarak tecelli eder.”
7- “Peygamber (s.a.a)
şöyle buyuruyor; “Allah benim sineme döktüklerinin hepsini Ebubekirin de
sinesine döktü.”
8- “Ben ve Ebubekir
yarışta beraber olan iki at gibi eşitiz.”
9- “Dünyanın semasında
seksen bin melek Ebubekiri ve Ömer-i sevene istiğfar ederler ve ikinci semada
seksen bin melek Ebubekir ve Ömer-i sevmeyene lanet ederler.”
10- Peygamber (s.a.a) şöyle buyuruyor;
“Allah beni kendi nurundan, Ebubekiri benim nurumdan ve Ömer-i Ebubekirin
nurundan ve beni”m ümmetimi Ömer’in nurundan yaratmıştır. Ve Ömer cennet ehlinin
çırağıdır.”
Cevaplar:
Bu hadislerin zahiri manaları tamamen
yanlıştır. Zira altıncı hadis cisme delildir. Hiç şüphesiz Allah’ın cisim
olduğuna inanmak küfürdür. Bunun için Peygamber (s.a.a)’in mübarek ağızlarından
böyle bir sözün çıkması mümkündeğildir.
Yedinci hadis, Allah Resulüne nazil olanlara Ebubekir ile Resulullah’ın ortak ve
şerik olduğunu gösterir. Dolayısıyla buda yanlıştır. Sekizinci ve dokuzuncu
hadiste Ehli sünnet kaynaklarında Ehlibeyt hakkında naklolunan rivayetler ile
çelişmektedir. Zira Ehli sünnet kaynaklarındaki rivayetler, açıkça alemin en
üstün olanlarının Muhammed ve Al-i Muhammed olduğunu göstermektedirler.
En
son rivayette Kur’anı Kerim ile çelişmektedir. Zira Allah-u Teala şöyle
buyuruyor; “Ne güneş görülür orada ve nede dondurucu soğuk.”[855] Cennette
güneş ve ay bulunmamaktadır. Cennette taş, ağaç, duvar, kapı.... tamamen aydın
ve nurdurlar. Dünya ehlinin çırağa ve aydınlığa ihtiyaçları vardır ama cennet
ehlinin çırağa ihtiyaçları yoktur. Çünkü orada her şey nurdur. Bunların yanı
sıra, Ehli sünnetin önde gelen büyük alimleri bu hadislerin düzmece olduğuna
hükmetmişler ve açıkça şöyle demişlerdir; Bu hadisler, raviler ve senet yönünden
sahih değildirler. Çünkü bu hadislerin senedinde ehil olmayan yalancı ravilerin
yanı sıra bu, hadisler, akıl kavramları ve Kur’anın ayetlerine göre batıldır. O
alimlerden bir kaçı şunlardan ibarettir: Mukaddesi, (Tezkiret-ul Mevzuat), Firuz
Abadi, Şafii (Sefer-us Seadat), Hasan b. Kesir Zehebi (Mizan-ul İtidal),
Ebubekir Ahmed b. Ali Hatib-i Bağdad-i (Tarih-i Bağdat) Ebul Ferec İbni Cevzi
(El-Mevzuat), Celaleddin Siyuti (El- Lealil Mesnue fil ehadis-il Mevzue)...
11- Peygamber şöyle buyurmuştur; “Bir kavmin arasında Ebubekir varken başkasını
onun önüne geçirmek layık değildir.”
İslam tarihinde bir takım gerçeklere
bakıldığında bu hadisinde uydurma ve düzmece olduğu anlaşılacaktır.
Eğer gerçekten Peygamber böyle bir hadis buyurmuştu ise, peki neden o hazretin
kendisi kendi buyruğuna amel etmedi? Zira Hz. Resulü Ekrem (s.a.a) efendimiz,
Mübahele olayında Ebubekir olmasına rağmen Ali’yi ondan öne düşürmüştür. Tebük
savaşında Ebubekir olmasına rağmen Ali’yi ondan öne düşürmüştür. Ebubekir tevbe
suresini müşriklere Mekke de açıklamağa giderken neden o Hazret Ebubekiri bu
görevden azletmiş ve yerine Hz. Ali’yi atamıştır? Ebubekirin varlığı ile, neden
Kabe’deki putları kırmak için onu değil de Hz. Ali’yi kendisi ile beraber
götürmüştür? Ebubekirin varlığı ile neden Hz. Ali’yi Yemen halkını davet etmesi
için görevlendirmiştir? Ve bunların yanı sıra, Ebubekirin varlığı ile, neden Hz.
Ali’yi vasilik makamına atamıştır? İşte bunlara binaen, bu hadiste iki ihtimal
mevcuttur; 1- Eğer hadis doğru ve sahih ise, Peygamber kendi buyruğuna amel
etmemiştir ki o Hazretin de kendi sözüne amel etmemesi mümkün değildir. 2- Bu
hadisi gerçekten Peygamber buyurmamış, O Hazretten sonra birileri hükümet
tezgahına yaramak ve Ebubekirin makamını yukarı çıkarmak için Peygamberin
ağzından bu hadisi yalan yere uydurmuşlardır.
11.
Hadis: Resulü Ekrem (s.a.a) şöyle buyuruyor;
“Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayet bulursunuz.”[856]
Öncelikle bu hadisi sened yönünden inceleyelim. Bu hadis sened yönünden zayıf
bir hadistir. Nitekim, Eyyaz “Şerh-uş Şifa” adlı kitabının 91. Sayfasında şöyle
diyor; Bu hadisin hüccetliği yoktur. Ve yine Abdu b. Hamin kendi Müsnedinde
Abdullah b. Ömer’den nakletmiştir ki, Bezzar bu hadisin sahihliğini inkar
etmiştir. Ve yine, İbni Adiyy kendi “Kamil”inde Nafiden ve Abdullah b. Ömer’den
naklederek bu hadisin zayıf olduğunu söylemiştir.
Beyhaki bu hadis hakkında şöyle diyor; Bu hadisin metni meşhurdur ama senetleri
zayıftır. Çünkü bu hadisin senedinde, hali meçhul olan Haris b. Gızzin ve
yalancılıkla suçlanan Hamza b. Ebi Hamza Nasiri vardır. Bunun için hadisin
zayıflığı sabittir. İbni Hazm şöyle demiştir; Bu hadis yalan, uydurma ve
batıldır.
Bu hadisin senedinin zayıf olmasının yanı sıra, diğer birkaç delile göre bu
hadis düzmece olup itibardan düşüktür.
Birinci Delil: Gece yolculuk yapan yolcular, yol güzergahında yollarını
kaybettikleri zaman, milyonlarca yıldız gökyüzünde bulunmaktadır. Eğer bu
yıldızlardan her biri istedikleri gibi yol tayin ederlerse hiçbir zaman
kılavuzluk kapsamına girmezler. Aksine, hakikate göre, asıl caddeyi ve yolu
gösteren yıldızlar belirli ve muayyen olan yıldızlardır. Yolcular bu yıldızların
nuru görüngesinde yollarını bulabilirler.
İkinci Delil: Mezkur hadis, diğer onlarca hadisle çakışmaktadır.
Örneğin, “Sakaleyn” hadisi, “Benim
halifelerim Kureyşden on iki kişidir” “Ehlibeytim yıldızlar gibidir” “Benim
ehlibeytim Nuh’un gemisine benzer...” gibi hadislerle çelişmektedir. Oysa mezkur
hadisi Müslümanlardan sadece bir grubu nakletmiş ve kabullenmişlerdir. Ama bu
hadisin muhalifi olan hadisleri bütün fırkalar nakletmişler ve
kabullenmişlerdir. Üçüncü Delil:
Peygamber (s.a.a) efendimizin ve Fatımadan sonra sahabeler arasında çıkan
tartışmalar ve ihtilaflar mezkur hadis ile uyum sağlamamaktadır. Zira
sahabelerden bazıları murted oldular ve onlardan bazıları diğer bazılarına ağır
hakaretlerde bulundular...
Bunların yanı sıra, bu hadis sahabelerden bazısının bazısını lanetlemesi ile
bağdaşmamaktadır. Nitekim Muaviye Hz. İmam Ali’ye lanet etme emrini vermiştir.
Yine bu hadis sahabelerin birbirleriyle savaşmaları ile uyuşmamaktadır. Örneğin
Talha ve Zübeyr Hz. Ali’ye karşı Cemel savaşını ve Muaviye de sıffiyn savaşını
açmıştır.
Örneğin, Resulullah’ın iki sahabesi olan Muaviye ve Hz. Ali birbirlerine karşı
savaş açmışlardır. Yukarıdaki hadise binaen bunların her ikisine de tabi olmak
nasıl kurtuluş ve hidayete vesile olabilir? Çünkü bunların her ikisi de farklı
farklı görüşlere sahiptiler.
Acaba, gerçekten binlerce insanın katili olan Peygamberin sahabesi Busr b. Ertad
hidayet vesilesi olabilir mi? Acaba
sayıları fazla münafıklara iktida etmek hidayet vesilesi olabilir mi?
Acaba, Talha’yı öldüren Mervan b. Hekeme iktida etmek hidayet vesilesi olabilir
mi? Acaba sahabeden olup da Peygamber ile alay eden Mervanın babası Hekeme
iktida etmek hidayet vesilesi
olabilir mi?
İşte bu sebeplerden dolayı, sahabeler arasında çıkan olaylar ve meseleler ile
birlikte mezkur hadise dayanarak yinede onlara iktida etme ve uyma görüşünü
savunmak gülünçtür doğrusu.
Elbette bu hadisi doğru ve sahih bir hadis olarak kabul edecek olursak, şunlar
söylenebilir: Hadiste, Peygamber (s.a.a)’in buyurduğu “Ashabım” Salman, Ebuzer,
Miktad, Ammar-i Yasir.... gibi sahabeler olacaktır, diğerleri değil. çünkü
rivayetlere göre, Salman Medaine gittiği zaman Eş’as ve Cüreyr adında iki kişi
Salman ile karşılaşmışlar ve onun Salman olup olmadığında şüphe etmişlerdir.
Bunun üzerine Salman kendisini tanıtarak şöyle demiştir; Ben Resulullah’ın
sahabesi Salmanım. Hemen arkasından şunu demiştir; Ama şunu iyi biliniz ki,
Resulullah’ın sahabesi o hazretle beraber cennete girendir.
[857]
Başka bir ibarete göre, sahabe, Ömrünün sonuna kadar Allah Resulü’nün emirlerine
göre hareket edip, buna göre amel eden ve bu doğrultuda hiçbir değişiklik
yapmayan ve Allah’ın kanunlarının dışına çıkmayan kişidir. Bu esasa binaen,
mezkur hadis mana bakımından sahihtir. Ve bu tür sahabeleri bularak, insan
bunların vesilesi ile hidayet bulabilir.
İşte bu örneklerden de
görüldüğü gibi Resulü Ekrem (s.a.a)’in vefatından sonra,
özelliklede Emeviler döneminde bir takım şahısların lehine ve bazılarının da
aleyhine yüzlerce rivayet uydurulmuştur. Bu araştırmanın okuyuculara ışık
tutması ümidiyle ...
Mut’a dilimizce Muslumanlara tanınan bir tür kolaylıktır. Şöyle ki, toplumun ,
toplumun içerisindeki bir grup insanlar maddi imkansızlık ve çeşitli zorluklar
dolayısıyla evlenememektedirler. Bir grup insanlar da işleri gereceğince uzun
yolculuklara çıktıklarından eşlerinden uzak kılar ve cinsel isteklerini nasıl
gidereceklerini bilemezler ve bu, onlar için gerçek bir sorun haline gelir.
Bazen de ortada yolculuk söz konusu değildir, ancak eşi hayız yada nifaslıdır.
Hal böyleyken onunla yapılacak cinsel ilişkinin haram olduğunu bilir ancak
tatmin olmak için, helal yollar arar. Yine bazıları da öğrenci olup evlenmenin
tahsilleri için zaralı olduğu düşünerek mukaddes evliliği ertelerler. Tabi bu
arada, cinsel isteklerini giderebilmek için çeşitli yollara başvululur.
Yine kadınlar arasında dul olup da evlenmek şansı az olan kadınlar vardır. Her
insanda olduğu gibi dul kadınlarda da cinsel birleşme isteği doğacak, o da bu
isteğini tatmin etmeye çalışacaktır.
Acaba nasıl tatmin olunmalıdır? Hal böyleyken yukarıda zikredilen gruplara şöyle
bir baktığımızda cinsel isteklerini tatmin etmek veya bastırmak için aşağıda
sıralanan yöntemlerden birine başvurması gerekecektir.
1-
Cinsel istekği yok edici illaçlar
kullanılmalı.
2-
İstimna etmeli.
3-
Zinaya başvurmamalı.
4-
Televizyon, dergi, sinama vb.gibi erotik
sahneler segileyen kitle iletişim araçlarına (!) göz gezdirmemeli.
5-
Rahipiği seçmeli (Yani tamamen ilişkiyi terk
etmeli).
6-
Mut’A (geçici evlilik) yapmalı.
Şimdi bu karışık ve keşmekeş yoldan kurtulmak için bunların
hepsini inceleyelim.
Birinci şikta cinsel isteği yok edici ilaçlar kullanma önesine yer
verilmiştir. Bu, İslam dışı bir hareket olup dinimizce yasaklanmıştır. Zira,
cinsel istek fıtri bir duygudur ve fıtratı öldürmek ise, kesinlikle yasak ve
haramdır. Dolayısıyla bu yola başvurmak ilahi emirlere karşı gelmek olacaktır.
İstimna ve zina ise bir
sonraki konuda açıklayacağımız gibi haram olup, hem toplum hemde Allah
tarasından çirkin gürülen bir uygulamadır. Dolayısıyla 2. Ve3. Şık da kabul
edilmeyecektir.
Dördüncü şıkta yer
verilen seyretme yoluyla tatmin olma isteği de, göz zinası olarak
nitelendirilip, fesada yol açtığından dinimizce haram kılınmıştır.
Beşinci şikta binaen
Resul-i Ekrem (s.a.a)’ in bu konuda buyurmuş
oldukları hadislerin naklediyoruz: “İslam ‘da
rahiplik yoktur... “[858]
Gerçekten de rahiplik, bir tür fıtrata dolayısıyla ilahi yaratılışa karşı gelmek
demektir ve yine dinimizce haramdır.
Altıncı ve son önerme ise en
salih yol ve önermelidir. Yalnız, akit öncesi ve yerine getirilmesi gereken
şartlar vardır. Örneğin akitten önce kadına verilmesi gereken mehir miktarı
belirlenmeli, iki tarafın da rızası doğrultusunda kadına teslim edilmelidir.
Kadın dul olmalı ve
gereken iddetini tamamlamalıdır. Kız ile mut’a akdi, babasının izni olmadan
gerçekleşemez ve aksi taktirde haramdır.[859]
Velhasıl daimi
nikahla mut’a nikahının ortak ve farklı yönleri vardır. Konu fazla uzamasın diye
kısaca bazılarına deyineceğiz.
Daimi Nikahla Mut’a
Nikahının Ortak Yönleri
1- Ücret: Her iki nikahta bir miktar mehir
şarttır. Aaancak mehir
mut’a akit
içerisinde zikredilmesi şarttır; aksi taktırde nikah batıl
olur. Dami
nikahta ise, batıl olmaz ama onun yerine kadının emsali
olan diğer
kadınların mehir miktarı belirlenir.
2- Her iki nikahta mahremlik meydana
gelir. Dolayısıyla her iki
nikahta
kadının annesi ve kızı, kocasına ve kocasının babası
ve
oğlu kadına mahrem olur.
3-
Başkalrının daimi nikala evlenen kadını
istemeleri haram olduğu gibi, muta nikahi ile nikahlanan kadınıda istemeleri
haramdır.
4-
Her iki nikahla evli olan kadınla zina
yapılması ebedi haramlığa neden olur
5-
Her iki nikahta kadının yeni bir evlilik için
inddet beklemesi gereklidir. Daimi nikahta bekleme süresi üç defe adet görmesi,
mut’a nikahinda ise iki defa adetden temizlenmesi veyahut en azından 45 gün
beklemesidir.
6-
Her iki nikahta kadının kız kardeşi erkeğe
haramdır.
7-
Her iki nikha sonucu dıoğan çocuklar bablarına
mulhaktır. Dolayısıylada babalarından miras alırlar.
8-
Her iki nikahta akit olurken eşlik anlamanı
salıh bir şekilde ifade eden vafızların kullanılması şarttır. Dolayısıyla
kiralama veya satmayı ifade eden lafızlarla okunursa, nikah gerçekleşmez.
Daimi Nikahla Mut’a
Nikahının Farklı Yönleri
1-
Süre Daimi nikahta boşanma söz konusu olmadığı
taktirde nikah ebedidir. Mut’a nikahında ise eşlerin anlaşnasına bağlıdır.
2-
Daimi nikahta eşler birbirinden miras alırlar.
Mut’ada ise hiçbirisi diğerinden miras almaz.
3-
Mut’a nikahında eşler bazı konularda
özgürldürler.yani bir taraf diğerini
mecbur etme hakkına sahip değildir. Örneğin:
a)
daimi nikahta, nafaka yani kadının elbisesi,
evi, sağlık hizmetleri ve günlük zaruri masrafları erkeğin üzerindedir. Ama
mut’a nikahinda, eşlerin anlaşma şekline bağlıdır. Kadın, masrafların erkeğin
üslenmesini kabul etmeye bilir ve erkekte masraflarrı üslenmeye bilir.
b)
Daimi nikahda, erkek ailenin büyüğü ve sözü
geçerli olanıdır ama mut’a da her iki tarafın anlaşmasına bağlıdır.
c)
Daimi nikahla evli bir kadın, kocasının rızası
olmadan hamile olmaktan kaçınamaz. Mut’a nikahında ise eşlerin herikisininde
rızası gereklidir.
Kısacası daimi nikata delil ile istisna edilen bazı hükümler dişinda bütün
hükümler mut’a nikahındada geçerlidir. Allahu Teala Ku’an-ı Kerim’de mut’a
nikahi hususunda şöyle buyurmaktadır:
“Kadınlardan faydalandığınız taktirde
mehirle-rini kararla tırıldığı
miktarda verin.” 1
İmam Muhammed Bakır
(a.s)’a Mut’adan sorulunca:
“...Allah-u Teala onu
Kur’an-ı Kerim’de helal etmiş ve peygamberin sünneti de bunun üzerine
gerçeklerşmiş. Böyle olunca da kıyamet gününe kadar helal ve meşru
kalacaktır...” şeklinde cevap vermişlerdir.2
İmam Sadık (s.a)
mut’anın önemini belirtirken şöyle buyurmuşlardı.
“...Muta’ayı inkar eden ve onu helal olarak kabul etmeyen, bizden değildir.” 3 İmam Sadık (a.s) yine şöyle buyurmuşlardı:
“Mut’a Kur-an’da (açıklanmış) ve sünnette var olan bir şeydir.” 4
Kaynak kitaplarda
Mut’anın helal olduğunu açıklayıcı deliller ve ashabın dahi bununla amel
ettiğini bildiren bir çok rivayet vardır. Mut’anın resululah (s.a.a) zamanında
helal olduğunu açıklayan delillerden biriside tevatür haddine erişen ikinci
halifenin sözüdür. O Mut’anın Resülullah (s.a.a) zamanında helal olduğunu, ancak
kendisinin bunu haram ettiğini ve onunla amel edenleri cezanlandıracağını itiraf
etmiştir.”
Şimdi Ehl-i sünnet’in
Kur-an’dan sonra en güvenilir olarak nitendirdikleri kaynak hadis kitaplarında,
bakınız mut’a hakkında ne demiştir. Sahih-i Muslim’de Halife Ömer’in mimbere
çıkarak halka şöyle seslendiği zikredilmiştir.
“Ey insanlar!
Resulullah hayatda iken helal olan iki şey vardı. Ama ben onları haram ediyorum
ve onlara mürtekip olanlarıda şiddetle cazalandıracağımı bildiriyorum. Bu iki
şey mut’a-i hac ve mut’a nikahıdır.” 5
Şia’nın büyük
alimlerinden Cevahir-ul kelam kitabının sahibi merhum şeyh Muhammed Hasan
yukarıdaki rivayeti nakle __________________________
1-
Nisa / 24.
2-
Vesail-uş şia, kitab-un Nikah, Ebvab-ul Mut’a 1, h:4.
3-
Bihar-ul Envar, c.100, s.320, h:44.
4-
Vesail-uş şia, kitab-un Nikah, böl:9, b:1, h:5
5-
Sahih-i Müslim, c.3,s.38, Mut’a babı
derek şöyle der: Ehli sünnet, mut’a meselesini aslından saptırmış, tahrif
etmiştir. Onlara göre Peygamber efendimiz bu gibi ilahi kanunların din ve
şeriata getirilmesinde içtihat etmişlerdi. Yani bu tür konularda söz sahibiydi.
Dolayısıyla herhangi bir muçteyit
veya halifenin bu konularda Peygamberin sözlerinin aksine fetva vermesi caiz (!)
idi. Halife Ömer’de bu esasa (!) dayanarak mut’aya karşı çıkmış ve onu haram
kılmıştı. İşte bu yüzden Ömer, bu tür konularda tam bir yetkiye (!) sahipti.
Hatta Ömer bunlarla da yetinmemiş, Resulullah, (s.a.a) ve Ebubekir zamanında ve
Ömer’in halifeliğinin bir dönemine kadar ayrı-ayrı tek bir şekilde, Ramazan
aylarında kılınan nafile namazlarını, Ubey b. Ka’b’ı halka imam tayin ederek,
Ramazan ayının nafilelerini cemaat ile kılınmasını emretmiş ve bazıları da buna
amel etmişlerdi. Daha sonra camide nafileleri cemaatla yerine getirildiğini
gören Ömer, bu ne güzel bid’attır,”1
demiş. Hatta Ömer teravih namazının rekatlarının sayısında dahi içtihat etmiş ve
onu yirmi rekata çıkarmıştı. Oysaki Aişe şöyle diyor: “Resulullah (s.a.a) hem
Ramazan ayında ve hem de Ramazan ayı haricinde onbir rekattan fazla (nafile)
namazı kılmazdı.” 2
Görüldüğü
gibi, Ehli sünnet ulaması ilk üç halifenin hatalarını
içtihat ile yorumlamışlardır. Hatta bazıları Malik İbni Nuveyre’nin nikahlı
eşiyle zina eden Halid b. Velid’in bu denli
çirkin ve alçakça hareketini dahi yine içtihat ile yorumlamışlardır. Oysa hadis
ve Kur-an’da hükmü açıkca belirtilen hükümlere karşı hüküm vermek, nas
karşısında hüküm vermektir.
Allah’u
Teala Kur-an’ı Kerim’de Resul-i Ekrem’in sözleri ve onun doğruluğu hakkında
bakınız ne buyurmaktadır:
______________
1-
Sahih-i Buhari c.3, s.126
2-
Sahih-i Buhari, c.2, s.127
“...Sahibiniz ( Muhammed-s.a.a-) ne sapti ne de ayrıldı. O kendi dileği ile
konuşmaz. Sözü kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir.” 1
Bilindiği gibi yanlızca Kur-an’ı Kerim adına okunan ayetler değil, bunu yanında
Resul-u Ekrem’in ağzından çıkan her söz ve yaptıkları tüm fiiller hücettir.
Peygamberin bütün sözleri ve fiilleri vahye dayalıdır.
Bunu, Ehli Sünnetten Şafii mezhebine mensup, büyük alimlerden Celaleddin Siyuti
Durr-ul Mensur adlı tefsir kitabında şu rivayetiyle doğrulamaktadır:
“ Bir gün Resulullah (s.a.a) Ali (a.s)’ın evi hariç kendi camiine açılan evlerin
kapıların kapatılmasını emretti. Bu emir Müslümanlara pek ağır geldi. Hatta
Peygamber efendimizin amcası Hamza dahi bundan yakındı da (Resul-u Ekrem’e)
şöyle dedi: Nasıl olur amcanın, Ebubekir’in, Ömer’in, Abbas’ın kapılarını
kapattırırsında amcanın oğlu (Ali’nin) kapısının açık kalmasını istersin?
Resul-e Ekrem sözlerinin onlara ağır geldiğini anlayıp, halkı camiine davet etti ve hamd-u senadan sonra şöyle
buyurdu:
Ey insanlar, kapıları ben kapatmadım, (Ali’nin kapısınıda) ben açmadım ve
sizleri camiden dışarı çıkaran da ben değilim ve Ali’nin kapısının açık
kalmasını isteyende ben değilim.” Sonrada şu ayeti okudular: “inmekte olan
yıldıza and olsun ki, sahibiniz (Muhammed) ne sapti ne de ayrıldı. O kendi
dileğiyle konuşmaz. Sözü kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir.” 2
Değerli okuyucu, tarihden de anlaşıldığı kadarıyla, Mut’a, Resulullah’ın
zamanında var olan bir şeydi ve ashap da bununla amel etmişlerdi. Eğer Mut’a
gayri meşru bir fiil olsaydı Resulullah ashabı ondan men ederdi...
Hiç kimse ayet ve hadisler gereğince anlaşılan sarih ve açık
______________
1- Necm/1-4
2- Tefsir-i Dürr-ul Mensur, c.6, s.122
hükümler karşısında, hüküm vermeye ve içtihat etmeye hakkı yoktur.
“Allah ve Resulü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir ekek ve
kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resulüne
karşı gelirse, ap açık bir sapıklığa düşer.” 1
“ Elçi size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının,
Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azabı şiddetlidir.”
2
Kur-an’ı Kerim’de yer alan bunca esaslardan sonra hangi esasa dayanarak
halifelere ve hatta müçteyitlere Allah ve Resulünün emirlerin aksini söyleye
bilme yetkisi verilmiştir? Doğrusu içtihadın nerede ve ne koşullar altında
olması gerektiğini bilmedikleri gibi asılsız uydurmalarla ilahi emirlerin üstünü
örtmeleri ve bunu için çaba sarf etmelerinin nedeni bizim için merak konusudur.
Oysa ki Kur-an’ı Kerim’e tekrar bakacak olursak Resul-i Ekrem (s.a.a)’in dahi
nass karşısında içtihat hakkına sahip olmadığı görülür. Bu konu hakkında Allah’u
Teala Kur-an’da şöyle buyurmuştur:
“Onlara apaçık ayetlerimiz okunduğunda, bundan başaka bir Kur-an getir veya bunu
değiştir derler. De ki, onu kendi tarafımdan değiştiremem. Ben sadece bana
vahyolunana uyarım ve şüphe yok ki ben isyan ettiğim taktirde, o pek büyük günün
azabından korkarım3
Ayet-i kerimede de görüldüğü gibi bir ayetin dahi değiştirimesinin Resul-i Ekrem
(s.a.a) tarafından dahi olsa azaba sebeb olan işlerden olduğu beyan edilmiştir.
Yine Ehli Sünnete göre dördüncü halife Hz. Ali (a.s) halife Ömer’in mut’ayı
yasaklayışı hakkındaki sözleri de ilgi çekicidir:
__________________________
1-
Ahzab/36
2-
Haşr/7
3-
Yunus/15
“Eğer Ömer mut’ayı yasaklamasaydı alcaklardan başka hiç kimse zina etmezdi.” 1
Bu hadis ut’ayı tahrif etmenin ve yasaklamanın zararlarını anlattığı gibi,
Ömer’inde bu işi yaparken hatalı olduğunu anlatmaktadır.
Mut’aya Resul-i Ekrem (s.a.a) tarafından musade edildiği ve ashabında bununla
amel ettiği Ehli Sünnet ve Şia tarafından kabul edilmektedir. Yalnız, aradaki
ihtilaf, mut’anın hükmünün kaldırılışı hususundadır.
Ehli Sünnet’e göre bu hüküm Resül-i Ekrem zamanında helal olduğu halde sonraları
kaldırıldı ve ardından haram kılındı. Haram hükmü Sünnet’te gerçekleştirilip
Kur-an’da gelmemiştir. Şia’ya göre ise bu hüküm Resul-ü Ekrem zamanında olduğu
gibi tüm zamanlarda da var olcaktır.Dolayısıyla ihtilafın mezkur hükmün geçerli
olup – olmayışı hususnda olduğu görülmektedir.
Ehli Sünnet, mut’a hükmünün halife Ömer zamanında kaldırıldığına inanmaktadır.
Bazıları mut’anın Resulullah ve Ebubekir zamanında kaldırıldığını savunuyorlar.
Oysa bu asılsız bir savunmadır. Eğer mut’a Resulullah (s.a.a) veya Ebubekir
zamanında yasaklanmış olsaydı, Ömer, “Resulullah zamanında helal olan iki şeyi
ben haram ediyorum...”demezdi.
Dolasıyla Ömer’in bu hükümü içtihatı ile yorumlanmış, Allah ve Resulunun vermiş
olduğu hükmün tam tersi uygulanmıştır. Şia’nında kabullenmediği nokta buradadır.
Zira, içtihadın böylesini kabullemek gerçektende Allah’a kul olmanın hilafına
bir şeydir ve doğrusu bu pek büyük bir yanlıştır.
_______________________
1-
Tefsir-ul Mizan, c.4, s.313 ve Tefsir-i Taberi, c.5, s.9
Ayrıca Ehl-i Beyt, mut’anın
kıyamete kadar helal olacağını bildirmiştir. Halife Ömer’in yukarıdaki sözünü
mantıksal olarak inceleyecek olursak, içtihat ile yorumlamanın ve Ömer’e içtihat
hakkı tanıyarak olayı geçiştirmeye çalışmanın çok yanlış bir şey olduğunu
göreceğiz. Çünkü nass karşısında içtihat etmektir ve Allah-u Teala’nın Kur-an’ı
Kerim’de buyurduğuna göre sapıklıktır:
“Allah ve Resulü bir işte
hüküm verdiği zaman artık inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine
göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resulüne karşı gelirse apaçık bir
sapıklığa düşer.” 1
Oysa Ömer’in uyguladığı yasaklama, geçiçi ve o
zamanın maslahatına uygun olarak yapılan bir şey idi. Bunun içindirki
“Resulullah onları haram etti veyahut nesh etti” demiyor. Haram edişini
kendisine isnat ediyor. Yine “yapanları Allah cezalandırır” demiyor; “Ben
cezalandırırım” diyor. Bundan anlaşılıyor ki, onun maksadı o zamana ait bir
şeydi. Haram sayması ortam ve zamana göreydi, dine göre değildi. Fakat sonra
gelenler bu noktayı ve hiç kimsenin Allah’ın helal etiğini haram etme yetkisine
sahip olmadığını idrak edemediler.
Fazl, İmam Sadık (a.s) ‘dan şöyle rivayet etmektedir: İmam’ın şöyle buyurduğunu
duydum: “Ömer, Irak ehlinin onun mut’ayı haram ettiğini sandıkları haberini
duyunca, birisini gönderip onlara: onun mut’ayı haram etmediğini ve Allah’ın
helal kıldığı şeyleri haram etme yetkisine sahip olmadığını, sadece (zamanın
şartlarına uygun olarak) onun mut’adan nehyettiğini haber vernesini söyledi.” 2
_______________________
1-
Ahzab/36
2-
Bihar-ul Envar, c.100, s.319
444
Mut’ayla İlgili
Hadislerden Örnekler
1-
“Cabir b. Abdullah açıkca şöyle dedi: Biz Resulullah ve Ebubekir zamanında...
günlerce mut’a edebiliyorduk yalnız, Ömer onu Amr b. Haris yüzünden yasakladı.” 1
2-
“Ashaptan biri şöyle diyordu, Cabir b. Abdullah’ın yanındaydım, bir şahıs
gelerek ona, İbni Abbas ve ve İbni Zübeyr iki mut’a hakkında (mut’a-ı hac ve
mut’a-ı Nisa) ihtilaf etmektedirler, dedi. Cabir ; her iki mut’ayı da Resulullah
zamanında yapıyorduk. Daha sonra Ömer onları yasakladı ve bir daha o işi
yapmadık. Diye cevap verdi.” 2
Yukarıdaki hadisin bir
benzeri az bir farklılık ile sahih-i Muslim’in 3.cildinin 331. Sayfasında
(Dar-uş Şe’b baskısı) geçmektedir.
3-
Salebi Tefsir-i Kebir adlı kitabında İmam Ali
(a.s)’dan şu hadisi nakleder:
“Doğrusu mut’a rahmettir... Eğer Ömer onu yasak-
lamasaydı
şerefsizden başka hiç kimse zina etmezdi.”
4-
Taberi kendi Tefsirinde ve Ahmet İbni Hambel
Müsnedinde mut’ayla ilgili ayti tefsir ederken bu hadisi nakletmişlerdir: “Bir
gün İbni Abbas küçük bir meclisdeyken mut’adan konu açılmış: Peygamber efendimiz
mut’ayla amel ettiler, demişti. Urvet İbn-i Zubeyr: Ama Ebubekir ve Ömer mut’ayı
yasaklamışlar artık, de
__________________________
1- Sahih-i Müslim, c.2,s.1023 (16.h)
2- Sahih-i Müslim, c.2,s.1023 (17.h)
yince, İbni Abbas öfkelenerek ayağa kalkmış: bu adam cağız ne diyor ? demişti.
Meclistekilerden biri: O, Ebubekir ile Ömer’in mut’ayı yasaklamalarından söz
ediyor dedi. Bu cevabı alan İbni Abbas pek üzülmüştü şöyle karşılık verdi: Ben
bunların helak olduğunu görüyorum. Onlara Resul-u Ekrem’in buyruklarından söz
ediyorum, onlar ise Ebubekir ve Ömer’den bahsediyorlar.”
5-
Sahih-i Titmizi’de şöyle nakledilir; “Ömer
oğlu Abdullah’tan mut’a nikahı hakkında sorulduğunda; ‘Helaldir.’ diye cevap
verdi. Devamen; ‘fakat babam bunu yasaklamış, nehyetmiştir.’ dediler. Abdullah
ibn-i Ömer’in cevabı şu olmuştu: Eğer bir meseleyi babam nehyetmiş ve peygamber
onu kabul etmişse (nehyetmemişse) sorarım senden, acaba babama mı yoksa
peygamberime mi uyayım.”1
6-
Ehl-i Sünnet’in bazı alimleri bu denilenlere rağmen,
mut’ayı helal
bilmektedir. Örneğin: Ehl-i Sünnet’e
mensup, Tunus’un
büyük alimlerinden Zeytuni camii
imamı şeyh Tahir
b.Aşur yazmış olduğu “Et-Tahrir vet
Tenvir” adlı
tefsir kitabında mut’a konusuna yönelik
Nisa suresinin
24. Ayetine binaen “helaldir” şeklinde x
yazar.
1
Velhasıl
Şia mut’anın Peygamber zamanında helal ol-
duğundan dolayı
şimdi de onu, helal olarak bilmektedir.
“Muhammed (s.a.a)’in helalı, kıyamet gününe kadar
helaldır ve onun
haramı, kıyamet günene kadar haramdır. 2
__________________________
1- Bkz. Et-Tahrir vet-Tenvir, Tahir b:
Aşur c.3, s.5
2- Usul-u Kafi, c.1, s.58 (5.baskı) ve
Kenz-ul Ummal ve Müstedrek-ul Hakim, Mukaddime-i Daremi, s.39.
Terk edilen
İslami sünnetleri ihya etmek bütün Müslü- manların vazifesidir. İnsan, terk
edilen bir sünnete amel etti-
ğinde, iki gönden sevap alır: 1- Sünnete amel ettiğinden do-layı. 2- Terk
edilmiş bir sünneti ihya ettiğinden dolayı. Bu açıklamayla, mut’anın faziletiyle
ilgili rivayelerin felsefesi de aydınlığa kavuşmuş oldu. Örneğin:
“İmam Sadık
(a.s) şöyle buyuruyorlar:
“Allah-u
Teala,
mut’a ettikten sonra gusül eden bir er-keğin gusül suyunun her damlasından
yetmiş melek yaratır ve bu melekler kıyamet gününe kadar ona istiğfar ederler ve
kıyamet gününe kadar mut’ayı inkar edenlere de lanet eder-ler.
1
Beşir ibni
Hamza şöyle diyor: Bir kadın amcası oğluna şöyle bir haber yolladı; sen benim
çok malım olduğunu bili-yorsun, benimle evlenmek için beni istemeğe gelenler çok
oluyor, ama ben onların hepsini reddetmişim. Şimdi, Allah ve Resulünün emrine
itaat etmek ve dinde bid’at çıkaranlara muhalefet etmek amacıyla seninle mut’a
nikahı yapmak isti-yorum. (Ravi şöyle diyor) O şahıs İmam
Bakır (a.s) ile bu konu hususunda istişare edince,
İmam ona şöyle buyurdu: “Git geçici evlilik (mut’a) yap, Allah, bundan dolayı
size se-lam ve rahmet gönderir. 2
__________________________
1- Sefinet-ül Bihar, c.2; s.521.
2- Furur-u
Kafi,
c:5, s.452.
Kaza ve kader meselesi kelam ve felsefe konusu olup, uzun yıllar beşerin düşünce
ve zihin meşguliyeti olmuştur. Kaza ve kader konusuna berirli bir başlangıç
tarihi göstermek yanlıştır. Zira bu konu daima insanların zihinlerinde yer
almıştır. Düşünürler insanın bu dünyada halinin nasıl olduğunu hep düşünmüş ve
incelemişlerdir. Acaba, insan dünyada yaptığı fiillerde tamamen özgür olup kendi
ihtiyarıylamı yoksa her hangi bir etken tarafından mecbur olup o fiillerini
gerçekleştirmiştir?
Kaza ve kader konusu bu özelliğinden dolayı, insanları kendisi ile meşgul
etmiştir. Hatta felsefe ve kelamda öğrenimi olmayanlar dahi bu konuda görüş
bildirmişlerdir. Kaderciler bazen kaza ve kader kelimesi yerine baht ve şans
kelimesini kullanmışlar, sorumluluk altından çıkmak ve kendilerini avutmak için
karşılarına çıkan şeyleri baht ve şans ile yorumlamışlardır.
Bu önemli konuyu tam
ayrıntılarıyla ele almak için önce kaza ve kader kelimelerinin manalarını ele
alalım.
1- Kaza; iki davalı arasında hükmetmeye denir. Örneğin, “Şüphesiz ki Rabbin
kıyamet günü onların aralarında ihtilaf etmekte oldukları şeyler hakkında
hükmedecektir.” 1
2- Kaza; bir şeyin haberini vermeye,
birisini haberdar
etmeye denir. Örneğin, Allah-u Teala Hz. Lut’un kıssaında,
ona kavmının akibetinden haber vermiş ve şöyle buyurmuştur; “Ona, (Lüt’a) şu-
hükmümüzü vahyettik: Sabaha
çıkarlarken mutlaka onların ardı kesilmiş
olacaktır. 1
__________________
1-
Hicr,66
2-
Kaza, vacib etme ve emir verme anlamına gelir.
Örneğin, “Rabbin sadece kendisine kulluk etmenizi, ana babanızada iyi
davranmanızı kesin bir şekilde emretti.” 1
3-
Kaza, irade ve takdır anlamına gelir. Örneğin,
“Bir şeyi dilediğinde ona sadece -ol- der, oda hemen oluverir.” 2
“Sizi bir çamurda yaratan,
sonra ölüm zamanını takdir eden ancak odur.” 3
Kaderin bazı manaları ise şunlardan ibarettir;
1- Kader; kudret buldu,
atılım gücü buldu manasına
gelir. Allah-u Teala şöyle buyuruyor, “gökleri ve
yerleri yaratan onların
benzerlerini yaratmaya kadir
değilmidir?”4
“Allah dileseydi şüphesiz onların kulaklarını sağır,
gözlerini kör ederdi. Allah şüphesiz herşeye
kadirdir.”4
2-
Kader; daraltmak anlamına gelir. Yüce Allah şöyle
buyuruyor; “Onu imtahan edip rızkını daralttığımda
ise “Rabbim
beni önemsemedi” der.”5
“ Deki Rabbim
dilediğine bol rızık verir ve
(dilediğinden) kısar” 6
3-
Kader, tedbir ve ölçü anlamına gelir. Örneğin; “Yer yüzünde kaynaklar
fışkırttık. (Her iki) su, tedbir ve takdir edilmiş bir işin olması için birleşmişti.” 7
__________________________
1- İsra/23
2- Bakara/117
3- En’am/2
4- Bakara/20
5- Fecr/16
6- Sebe/36
7- Kamer/12
4-
Kader hüküm ve emir verdi manasına gelir,
örneğin, “Bunun üzerine onu ve ailesini kurtardır. Yalnız karısı müstesna; onun
geride kalmasını hükmettik”1
5-
Kader, ölçü ve denge anlamına gelir, örneğin;
“Geniş
zırhlar
imal et, dokunmasını ölçülü yap.2
6-
Kader, Kemmiyet ve miktar anlamına gelir,
örneğin; “Her şeyin hazineleri yalnız bizim yanımızdadır. Biz onu ancak belli
bir miktar-ölçü ile indiririz.3
7-
Kader, zaman ve mekan anlamına gelir, örneğin;
“Biz sizi dayanıksız bir sudan yaratmadıkmı? İşte o suyu belli bir süreye kadar
sağlam bir yere yerleştirdik.4
8-
Kader, kesin hüküm ve mutlak yerine gelmesi
gereken şey anlamına gelir; Örneğin; Önce gelip geçenler arasında da Allahın
adeti böyle idi. Allahın emri mutlaka yerine gelecek, yazılmış bir kaderdir.5
Müslümanlardan bazırlarının, insanların kaderi önceden belirlenmiştir, iyi ve
kötü amellerde insanın alın yazısı önceden yazılmıştır deyipte, kaza ve kader
inancında yanlışlığa düşenlerin, bu yanlışlıklarına kaza ve kader kelimelerinin
çok değişik olan manaları sebep olmuş olabilir.
__________________________
1- Neml, 57
2- Sebe, 11
3- Hicr, 21
4- Mürselat, 20-22
5- Ahzab, 38
KAZA VE KADERİN İNSAN FİİLİNDE TEFSİRİ
İnsanların fiilleri iki surette Allahın kaza ve kadere Şamil olur. Bunlar kulli
ve genel suret ile cüz’i suretlerden ibarettir. Birinci şık’dan maksat dünyaya
ve insanın fiillerine hakim olan yaratılışın kanunlarıdır ki, her insan bu
kanunlara mahkum olup bunlardan kaçma imkanına sahip değildir. Diğer bir ifadeye
göre ilahi sünnet ve kanunlar herkese eşit bir şekilde hakimdir. Fark,
insanların hangi sünneti seçmesindedir. Örneğin; yıkılmak üzere olan büyük ve
yüksek bir duvarı düşününüz; Burda ilahi takdir ve kaza şudur ki; O duvarın
yakınında, yanında oturmak tehlikeli olacak ve o duvardan uzak durmak emniyet ve
selamete sebep olacaktır. Bu iki sünnet herkes hakkında eşit bir şekilde
hükmeder. Kim olursa olsun birinci yolu seçerse tehlikeyi ve ikinci yoluda
seçerse selameti tercih etmiş olur.
Bazı rivayetlerde şöyle naklolunmuştur; Hz. İmam Ali (a.s) yıkılmağa yüz tutmuş
bir duvarı görünce hemen yerinden kalmış ve ondan uzaklaşmıştır. Bunu gören
birisi Hz. Ali’ye itiraz ederek şöyle demiş; Allahın kesin kazasından-danmı
kaçıyorsun? Hz.Ali, ben Allahın kazasından onun
takdirine kaçıyorum diye cevap vermişlerdir.1
Zira Allahu Teala, her ikisine takdir etmiştir.; Onların her ikisinide insanın
ihtiyarına bırakmıştır. İnsanlar onların her ikisinden birisini seçmede ihtiyar
hakkına sahiptirler.
Kuran-ı Kerim, Allahın bir takım sünnetlerine, şartlı kaza olarak işaret etmiş
ve bu sünnetlerin kesin ilahi kaza ve kaderi olduğunu beyan buyurmuştur. Ama
bunların kontrol ve etkisi altına girmek insanın kendi ihtiyarındadır.
__________________________
1-
Bihar-ul Envar, c.5, bab-ı Kaza ve kader
Bu konuya binayen Kuran-ı Kerim şöyle buyuruyor;
1-
“Dedim ki, Rabbinizden mağfgret diyen, çünkü O
bağış-
layıcıdır, üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin, mallarınızı ve oğullarınızı
çoğaltsın, size bahçeler ihsan etsin, sizin için ırmaklar akıtsın.”1
Şartlı cünlenin anlamı şudur; İnsan bu iki yoldan birisine
istiğfar ve tevbe
diğeri ise günaha devam etme. Bunların her
ikisininde kendilerine
göre sonuçları vardır ve her ikiside
ilahi takdire
bağlıdır. Ama bunlarda seçim beşerin kendi ihti-
yarındadır.
2-
“Hatırlayınki Rabbiniz size: Eğer
şükrederseniz, elbette
size (nimetimi) artıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüpesiz azabım çok
şiddetlidir, diye bildirmiştir. 2
Bu ayette
kaza ve kaderin her iki tarafıda kulli bir şekilde beyan olmuştur. Yani, her
ikiside Allahın sünneti ve kanunudur ama bunlarda seçim insanın kendi elindedir.
3- O ülkelerin halkı ve insanları
sakınsalardı, elbette onla- rın üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları
açardık, fakat yalanladılar, bize ettikleri yüzünden onları yakalayı verdik.3
4-
Bir
toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye ka-
dar, Allah onlarda bulunanı değiştirmez.4
Allahın
kulli sünnet ve kanunlarını gösteren bu tür ayetler Kuran-ı Kerimde çokca
görülmektedir. Bu tür bir kaza ve takdire inanmak insan elinden ihtiyar ve
özgürlüğü almaz. Zira bu tür sünnetlerin neticeside kulli ve genel olur. Ama
önemli olan kişinin kendi seçimidir.
__________________________
1- Nuh, 10-12
2- İbrahim, 7
3- Araf, 96
4- Rad, 11
Dünyanın bütün varlıklarının kendilerine has ve özgü bir haddi ve sınırı olduğu gibi insanında fiilleri
bu tekvinin sınır ve haddin dışında değildir. İnsanın tüm fiilleri bir takım
kesin sonuçlarla iç içedir. İnsandan ortaya çıkan fiiller her ne kadar insanın
kendisine bağımlı ise de Allah ile ilişiği olmayan ve sadece insana nisbet
verilen türden değildir. Zira bu takdirde, alemde iki bağımsız failin ortaya
çıkması söz konusu olur; Birisi insanı yaratan fail diğeri ise kendi fiilini
yapan fail. Burdaki ikilemeden kurtulmak için insanın fiillerini Allaha nisbet
vermeden ve bu fiillerde insanın mutlak seçme ve ihtiyar hakkını kabullenmeden
başka bir çare bulunmamaktadır. Allahın ilminin mazharı olan önceki takdir
vekaza hiçbir zaman insandan ihtiyar ve özgürlüğü almaz.
Nitekim Allahın takdir ve kazası mutlak surette değil-
Dir. Çünkü tüm fiillerin
hepsi kendi failinden südur ederken kendi şart ve özelliklerine bağımlıdır.
Allahu Teala insanın kendi fiillerinde, bu fiiller ister ha-yır ve istersede şer
fiiller olsun insanın ihtiyar ve irade sahibi olmasını ve insanın yaptıklarını
kendi irade ve ihtiyarıyla yapmasını irade etmiştir. Bu ezeli irade cebre sebep
olmadığı gibi insandan ihtiyarıda almaz. İnsan bu ilahi iradeye göre kendi
fiilinin faili ve illetidir.
Elbette alemde ortaya çıkan herşey ve insanın kendi fiilleri Allahın iradesinin
dışında değildir ve hiçbir şey onun iradesi olmadan gerçekleşmemektedir ve onun
iradesi ezelden ortaya çıkacak olan şeylere endekslenmiştir. Ama Allahın ezelden
irade ettiği şey, insanın yaptıklarında mecbur değilde, tam anlamıyla
yaptıklarında irade ve ihtiyar sahibi olması üzerinedir. Bu tür bir ezeli irade
insanı asla mec-bur kılmaz ve bu irade cebr inancının tam karşısında ve onun
tersinedir.
Hiç şüphesiz, Allahu Teala herşey için sebepler karar kılmıştır ki; varlık ve
varlığın özellikleri o sebeplere bağlıdır. Alemde var olan varlıklar sebepsiz ve
tasadüf olarak vücuda gelmemişlerdir.
Örneğin, yağmurun veya karın yağması sebepsiz olarak gerçkeleşmez. Bu hadisenin
gerçekleşmesi için, bulutun meydana
gelmesi ve bir noktada yerini yağmura veya kara bırakması bir gerçektir
vebuda sebepsiz değildir. Aynı şekil-
de insanın fiilleride
insandan tesadüf üzere südur etmez. İnsan önce bir şeyi tasavvur eder, sonra o
şeyde düşünür ve daha sonra onun faidesini ölçtükten sonra o şeyi yapar.
Dolayısıyla her hadise ve fiilin meydana gelmesi illet ve sebebe dayalıdır. Bu
bozulması mümkün olmayan bir düzendi, zira bunun böyle olmasını Allahu Teala
takdir etmiştir.
Şüphesiz bu inancın özgürlük ve ihtiyar ile çakıştığı hiçbir yönü yoktur. Çünkü
insanın ihtiyar ve özgürlüğünün kendisi varlık aleminin illet ve sebeplerinden
birisidir ki ; insan bundan yararlanarak, isterse kendi gücü ve kudreti
dahilinde olan fiilleri yapar istersede onları terk eder.
Alemde vücuda gelen hadiseler hakkında genelde üç görüş belirtmek mümkündür;
1- Alemde vüku bulan hadiselerin geçmişle hiçbir irti-batı yoktur. Her zamanda
vüku bulan her hadise kendisenden önceki hadiselerle irtibat ve ilişiği yoktur.
Hem onun asıl varlığı, hemde onun özellikleri, şekli, ölçüsü ve sınırı geçmişte
olan hiçbir şeye bağlı değildir.
Bu görüşe göre, bu
hadise ve varlıklar arasında irtibat olmadığı için hiçbir varlığın kaderinin
önceden tayin olunmadığı ortaya çıkar. Bu görüşe göre illet (sebep-neden)
ekolünü tamamen inkar etmek ve hadiselerin hesapsızca, tesadüf üzere ortaya
çıktığını savunmak gerekir. Oysa bu yanlış bir varsayım-dır. Zira illet ekolü
kabul gören umumi bir görüştür. Çünkü her hadise kesinliğini, özelliğini bir
önceki hadise ile olan irtibatından kazanır. Kısacası önceki ve sonraki
hadiseler arasındaki ilişki kesin ve zaruri olup inkar edilmesi mümkün değildir.
2-
Her hadisenin illeti olduğunu kabul edelim ama
sebep-
ler ve nedenler silsilesini
inkar edelim. Alemin bir illet ve failinin varlığına ve onun da yüce Allah
olduğuna inanalım.
Bütün hadise ve varlıkların
vasıtasız ve direktif olarak Allahdan südur ettiğini v Allahdan başka fail ve
etkenin olmadığını kabul edip şöyle diyelim; Allah ezelde falan hadi-senin falan
zamanda olacağını biliyordu, bnun için o hadise kesin olarak o zamanda ortaya
çıkacaktır ve onun ortaya çık-masında ise hiçbir etkenin müdahalesi
olmayacaktır. İnsanın amel ve fiilleride bu hadise gibi insanın ihtiyar ve
iradesi olmadan ortaya çıkar. Bu tür görüşler zahiri bir perdeden ve
gösterişten başka bir şey değildir.
Bu görüşde iki delile göre kabul görmeyen bir görüştür;
1-
Sebepler düzeni ve hadiselerdeki illet ve melul arasındaki rabıtaların inkar
edilmesi gayri mümkündür. Zira tabii ilimler, his ve tecrubeye dayanan gözlemler
sebepler zinciri-ne bağlıdır. Bilim adamları bu asla binaen yeni buluşlarında
başarılı olmuşlardır.
2-
İnsan muhtar ve özgür olarak yaratılmıştır. İnsana akıl, fikir ve irade
verilmiştir. İnsan iradi işlerinde yukarıdan aşağıya atılan ve cazibe kanunun
etkisiyle ister istemez aşağıya düşen bir taş misali değildir. Yine insan
şartlarına göre belirli sınırlar içerisinde ister istemez ilerleyen bir bitki
misali değildir. Yine insan, yaptıklarını garize ve şehvet ile yapan bir hayvan
misali değildir. İnsan dörtyol misali gibi bir noktada durur ve bu yollardan
dilediğini seçer. Herhangi bir yolu seç-tiği zaman diğer yollar ona kapalı
değildir. O yollardan birisini seçmek insanın kendi görüş, düşünce ve iradesi
ile gerçekleşir. İşte bu ikinci görüşde cebr (mecburluk) ile netice-lendiği için
doğru değildir.
3-
İllet ekolünü ve bunun yanısıra dünya düzeninin bütün hadiselerin hatta insanın
fiillerinin illet ve melul ile ilişki ve rabıtasının olduğuna inanalım; Bununla
birlikte, insanın irade ve ihtiyarının yaptıklarında tesirinin olduğuna inanıp
insan kaderinin kendisinin yarattığı düzene bağlı olduğunu kabul edelim.
İnsanın geleceğinin seadetli veya bedbahtlı olması onun şahsiyetine, ruhi
sıfatlarına ahlaki durumuna ve amel şekline bağlıdır. İnsan sonunda kendi seçmiş
olduğu yola sürüklene-cektir.
İnsan tabii ve maddi boyutu ile muvafık olan ve hiçbir dış engel ile karşı
karşıya olmayan herhangi bir ameli kendi maslahatına göre terketme kudretine
sahiptir. Aynı şekilde, kendi nefsani istekleriyle muhalif olupta, herhangi bir
dış etken ile zorunluluğu olmayan bir ameli kendi maslahat ve taşhisine göre
yapabilir insan özgürlük kavramıyla iç içedir. Bir işi yapmak veya terk etmek
onun kendi akıl ve irade ekolü ile mümkün olup, hiçbir etken onu istek ve
rağbetinin tersine zorlayamaz.
Bu görüşü (üçüncü görüş) Allahın Resulleri, semavi kitaplar tayid etmişler,
islam felsefecileri ve alimleride bu görüşün doğruluğuna dair şehadet etmiş ve
bu görüşü kabul etmişlerdir.
Bu göre göre ortaya çıkan sonuç şudur ki ; Allahın takdiri insanların kendi
fiillerini mecburluk kaydıyla değilde kendi ihtiyar ve iradeleri ile yapmalarına
gerçekleşmiştir. Yani cihana illet ve me’lul hakim olmasına rağmen insanın
fiillerinde hiçbir mecburluğu yoktur. Şüphesiz özgürlük ve ihtiyarı içeren kaza
ve kader insanın tekamül, tarakki ve ilerlemesine engel olmaz ve bu doğrultuda
insanın elini bağlamaz. Aksine insan dilediği gibi tam bir hürriyetle iste-
diğini seçip ilerlemesini
sağlayabilir. İnsan hangi yöne dönerse, o onun kaza ve kaderi olur ve insan bunu
kendi ira-
desi ile seçer.
İnsanın sadece bir tane alın yazısı yoktur aksine insanın muhtelif ve çeşitli
alın yazıları vardır. Bunlardan herhangi birisi bir diğerinin yerini alabilir.
Örneğin, hasta olan bir insan tedavi görür ve iyileşirse, bu onun alın yazısı ve
kaza-kaderi ile gerçekleşir. Ama tedavi görmez ve hasta kalırsa veya ölürse buda
onun alın yazısı ve kaza-kaderi ile gerçek-
leşir. Hz. Alinin daha önce
zikretmiş olduğumuz, “Allahın kazasından onun kaderine kaçıyorum” yani onun
başka bir kazasına yöneliyorum sözübunu doğrulamaktadır.
Sonunda insan hangi tarafı seçerse bu onun kendi ihtiyarı ile seçmiş olduğu alın
yazısı ve kaza-kaderi olur. Ve bununla birlikte insan umumi sebep ve neden
kanunu ile iç içe yaşamaktadır. Bu doğrultuda, kaza ve kadere inanmak insanı
faaliyetten ve gayretten kesinlikle alıkoymaz.
Alemde etki ve tesirini gösteren illet ve sebepler kaza ve kaderin mazharı olup
maddi şeylerle sınırlı değillerdir. İnsanın alın yazısısını etkileyen değiştiren
ve bu konuda tesiri olan bir takım manevi unsurlarda vardır. İnsanın yapmış
olduğu hal, haraket ve davranışlarının bir hesabı ve yan etkisi vardır. İyi ve
kötünün değerlerlendirilmesinde farklılıklar vardır. Örneğin, herhangi bir
canlıya eziyet etmek, özellikle bu canlı fazla hukk sahibi olan
anne-baba-üstad... olursa, bu dünyada kötü sonuçlarını muhakkak bir gün
doğuracaktır.
Nitekim onların haklarına riayet etmek ve onlara saygı göstermekte insanın
seadetli oluşunda etkisiz ve esersiz ol-
maz. Duada bu alemin manevi
ünsurlarından birisidir ki herhangi bir hadisenin sonucunda tesirli olabilir.
Genel olarak günah veya itaat, tevbe veya hayasızlık, adalet veya zulüm, iyilik
veya kötülük, dua veya nifrin.... insanın ömür, selamet, rızık, başarı gibi
alanlarında etkili ve tesirli olan manevi etkenlerdir.
İmam Cafer Sadık şöyle buyuruyorlar; Günahlar vesile-
Si ile ölenlerin sayısı
ömürleri bittiğinden dolayı ölenlerden fazladır ve iyiliklerinden dolayı uzun
bir müddet yaşayanla-
rın sayısı asıl ömürleri ile
yaşayanarıdan fazladır.1
Şimdi bu görüş karşısında yer alan cebr (mecburluk) görüşünü inceleyelim:
Tarihden anlaşıldığına göre cebr (mecburluk) görüşü bazı sahabeler arasında
yaygındı ve bu görüşün ortaya çıkış esasları cahiliyye zamanına dönmektedir. Bu
tür bir düşünce tarzı onların zihinlerinde kök salan bir nevi cehalet
düşüncesidir. Bu ekol islamın zuhurundan sonrada kendisini göstermiştir.
Biz burada sadece onlardan bir kaçına işaret edeceğiz:
1-
Vakidi kendi Meğazi’sinde şöyle yazar; Huneyn
sava-
şında müslümanlar
yenildiğinden Ummut Haris ensari Ömer b. Hattabın savaş meydanını terkettiğini
ve bir nokta ya doğru firar ettiğini gördü, ona itiraz ederek şöyle dedi; Bu
nedir? O, Allahın işidir! diye cevap verdi.2
__________________________
1- Bihar-ul Envar, c.73, s.354
2- Vakidi, Meğazi, c.2, s.904
2-
Ebru Hilal Askeri şöyle diyor; İnsanların
fiillerini
Allahın iradesine bağlayan
ilk kişi Muaviye b. Ebu Sufyandır.1
3-
Hatib Bağdadi Ebu Kutade’den şöyle nakleder; “Aişeye haricilerin başından
geçenler ve onların Hz. Alinin emrine itaatsizlik ettikleri anlatılınca, o şöyle
dedi ; Benim hakkı söylememe hiçbir şey engel değildir. Peygamberden şöyle
duydum; Benim ümmetim iki gruba ayrılacaktır; Onlardan bir grubu saçlarını ve
bıyıklarını kesecekler, kısa elbiseler giyecekler, Kuran okuyacaklar ama Kuran
onların boğazından aşağı inmeyecektir. Ben ve Allahın yanında ümmetim en
değerlileri olanlar onları öldüreceklerdir.
Ebu Kut’ de diyorki Aişeye şöyle dedim; Sen Alinin bu makam ve değerini bilğin
halde neden ona böyle davrandın? O cevaben şöyle dedi; Bu Allahın kaza ve
takdiriydi ve takdir için bir çok sebep mecuttur.2
İbni Kuteybe şöyle yazıyor; Muaviye Hasan İbni Aliyi zehirledikten sonra, oğlu
yezidi hilafete geçirmede İslam coğrafyasının siyasi zeminesini müsait
gördüğünde Hicaza giderek peygamberin sahabesi ile konuştu. Abdullah b.Ömer bu
işe itiraz edince, Muaviye ona şöyle cevap verdi; Ben seni müslümanların arasına
ihtilaf sokmadan sakındırmıyo-rum;
Yezidin hilafeti Allahın takdir ettiği bir şeydir ve insanların bu konuda
ihtiyarı yoktur.3
Aynı itirazı
Aişede Muaviyeye etmiş ve Muaviye yukardaki cevabı Aişeyede vermiştir.4
Elbette bu tür bir düşünce tarzı Muaviyeden sonra ço-
ğalmaya ve
şiddetlenmeye başladı. Hatta evliyalar ve fazilet
sahiplerinin
katillleri dahi kendi cinayetlerini bu safsata gö-
rüşlerle yorumlayıp,
geçiştirdiler.
______________________
1- El-Evail, s.225
2- Tarihi Bağdat, c.1, s.160
3-
El-İmamet ves-Siyaset, c.1, s.171
4-
El-İmamet ves-Siyaset, c.1, s.167
Abdullah b. Muti, Ömer b. Sad’a itiraz ünvanında, sen
Hemdan ve Rey
topraklarını amcan oğlu Hüseynin kanını
dökmeye tercih ettin
diye dediğinde, o şöyle cevap vermiştir;
Bu, Allah tarafından
takdir olunan işlerdendi ve ben savaştan
Önce amcam oğlunu
uyardım ama o biat etmekten sakındı.1
Hatib ve vaiz olan Hasan-ı Basri böyle bir takdire itiraz
ettiğinde, bir daha
itiraz etmemesi için zamanın hükümeti ta-
rafından tehdit
olunuyordu. Oda bu konuda bir daha konuş-
mayacağına dair söz
verdi.2
Sirei Nebevinin müellifi Muhammed b.İshak ki İbni
Hişam kendi siresini
onun siresinin esasına göre kaleme al-
mış ve gerçekte onu
hülasa etmiştir, bu manada olan takdiri
inkar ediyordu. O (bu
manada olan) kaza ve kaderi inkar et-
mesin diye zamanın
hükümeti tarafından dövülmüştür.3
İbni Murtaza şöyle diyor; Cebre olan inanç Muaviye ve
Beni Mervan hakimleri
zamanında şiddet kazandı ve fitne o
zamandan çoğalmaya
başladı.4
Sahabe ve tabiinden bazılarının cebr manasında savun-
duğu kaza ve kader
birkaç delile göre batıldır.
1-
Her ahlaki ve dini mektebin esasını oluşturan
teklif (so-
rumluluk) cebr ile bağdaşmamaktadır. Eğer insanlar yapmış oldukları işlerde
mecbur olsalar o zaman emrin ve nehyin, mükafat ve cezanın cennet ve cehennemin
bir mefhumu ve anlamı kalmaz. Bir insanın vazgeçmediği ve yapmasında mecbur
olduğu bir işte ona vazgeç demek doğru değildir. Böyle bir teklif ve sorumluluk
akıllı bir insanda düşünülemez, nerde kaldı ki Allahda düşünülebilsin!
Netice
itibarı ile, sorumluluk meselesi islam ve diğer semavi mekteplerin hiçbirisinin
cebr mektebi olmadığını göstermektedir.
__________________________
1- Tabakat-ul Kübra, ibni Sad, c.5,s.148
2-
Tabakat-ul Kübra, ibni Sad, c.7,s.148
3-
İbni Hacer Askalani, Tahzib-it Tahzib, c.9,s.38
4-
Tabakat-ul Mutezle, s.6
2- Bütün insanlar kendi
vicdanlarında, kendilerinin otomatik bir eşya türünden olmadıklarını
derketmektedirler. Aksine yapılan işler her insanın irade, düşünce ve tam bir
özgürlüğü ile gerçekleşmektedir. İşte bu sebepden dolayı hakkı elinden alınan
birisine kendi hakkını alması ve savunması için mahkemeye başvurma hakkı
verilmiştir.
Eğer insan
kendi işlerinde mecbur olmuş olsaydı bu insanın hakkını aramaya ve karşı karafı
mahkemeye çekmeye hakkı olmamış olurdu.
3-
Bunların yanısıra Kuran-ı Kerimdeki ayetler
insanın
işlerinde mecbur değilde muhtaç oluğunu, kendi irade ve ihtiyarıyla ister
seadeti ister bedbahtlığı, ister ilerlemeyi ve istersede gerilemeyi seçtiğini
beyan etmiştir.
Aşağıdaki
ayetler bu meseleyi açık bir şekilde göstermektedir;
1-
“İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu.”1
2- “Şüphesiz
biz ona yolu gösterdik. İster şükredici olsun ister nankör.”2
3- “Semuda
gelince onlara doğru yolu gösterdik, ama onlar körlüğü, doğru yola tercih
ettiler.”3
4- “İnsan
için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.”4
Yukardaki ve
onlara benzer ayetlerden anlaşılan şudur ki ; İslamı Cebri (mecburi) bir mektep
tanıtan yanılmış, kaza ve kaderin manasını anlamamıştır. Veya islam muhalifleri
gibi bu düşünce tarzı ile su istifalerde bulunmak ve bazı müslümanların
zihinlerini bulandırmak istemişlerdir.
__________________________
1- Rum, 41
2- İnsan, 3
3-
Fussilet,
17
4-
Necm,
39
Kuran-ı Kerim ve sünnete baktığımızda bu iki aslın Kuranın göstermiş olduğu
akidelerden olduğu anlaşılmaktadır. Alemde ortaya gelen herşey ve her varlık bu
iki aslın dairesi ve içeriğine göre vücuda gelmektedir. Takdirden maksat
varlığın sınırı, ölçüsü ve özellikleridir. Kazadan maksat ise belirli
özelliklerde ve sıfatlarda olan varlığın vücut merhale-sine ve aşamasına
gelmesidir.
Ama taktir ve kazanın her ikiside iki kısımdır;
1-
İlmi takdir ve vücuda gelme takdiri.
2-
İlmi kaza ve vücuda gelme kazası.
Bunların her ikisininde açıklaması
şöyledir.
1- İlmi ve vücudi takdirler; Mühendis yapmak istediği bina-nın projesini önce
zihninde canlandırır veya kağıt üzerine döker. O binada kullanılacak olan
malzemelerin tamamının hesabını ya zihninde veya kağıt üzerinde yapar. Bu
hesaplama ve projeler mühendisin ilmi takdiridir.
Mühendis düşünmüş olduğu projesini pratiğe geçirdiği ve binayı tamamladığı vakit
ilmi takdir hayata ve icriaata dökülmüş ve vücut bulmuş olur.
İster
tasavvur makamında ve isterde vücut bulma makamın-
dan olsun her varlığın vücudunun ölçüsünde lazım olan malze-meler, binanın
şekli, binanın ömrü ve devamının hesabı yapılır ve bina belirli özellikler ve
sınırlar içerisinde yapılır.
İlahi takdirin
hakikatında da şunları şöylemek mümkündür ki; Allahu Tealanın hikmet üzere olan
iradesi, ister maddi ve ister madde üstü varlıklarda olsun, ister vücud aşama
derecesinde veyahutta onların bekasında ve bekasının engellerinde olsun has bir
ölçü üzerine gerçekleşmiştir. Varlıklar yaratılış ve vücud bulma makamında bu
takdir ile ölçünün dışında değillerdir. Yani varlıklar bir hesap üzere
yaratılmışlardır. Dolayısıyla bir yaratılışdan önce ve birde yaratılışdan sonra
bir takdir vardır. Kuran-ı Kerim her iki takdirin aşamasında da şöyle buyuruyor;
“Yeryüzünde
vüku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu
yaratmadan önce, bir kitapda yazılmış olmasın. Şüphesiz bu Allaha göre
kolaydır.”1
“Yaptıkları
herşey kitaplarda mevcuttur. Küçük büyük herşey satır satır yazılmıştır.”2
Bu ayetler,
varlığın yaratılmasından önce olan ilmi takdirden bahsetmektedir. Ama Kuran-ı
Kerim varlığın yaratılmasın-da olan diğer takdirde beyan buyurmuştur; “Biz
herşeyi bir ölçüye göre yarattık.”3
“Herşeyin
hazineleri yalnız bizim yanımızdadır. Biz onu ancak belli bir ölçüyle
indiririz.”
Takdir
aşamasından sonra kaza aşaması ve varlığın vücud bulmasının gerekliliği gelir.
Mühendis muhasebe yapıp maslahatı taşhis ettikten sonra, kendi düşüncesinde
şöyle söyler; Bu keyfiyette yapılması gerekir. (ilmi kaza) Bütün malzemeler
hazırlandıktan sonra onun vücuda gelmesinin gerekliliği ve lüzumu olan vücuda
gelme kazasına sıra gelir.
Başka bir
ibarette göre; Vücud bulmadan önce söylenmiş olduğu “keyfiyet gerekliliği” ilmi
kazadır. Yani vücud ve oluşumun gerekliliğine hükmetme.Onun bütün unsurları
sağlandıktan sonra, artık beklenilmez, düşüncedeki zahire dökülür ve vücud
bulur. Buna kaza, vücud bulma ve tekvini kaza derler.
Kuran-ı
Kerimin bazı ayetleri bu iki kazadan haber vermiş ve şöyle buyurmuştur;
“Biz
kitapda İsrailoğullarına; Sizler yeryüzünde iki defa fesat çıkaracaksınız ve
azgınlık derecesinde bir kibre kapılacaksınız, diye bildirdik.”4
__________________________
1- Kamer, 49
2- Hadid, 22
3- Kamer, 52,53
4-
İsra, 4
“Andolsun,
biz cinleri ve insanlardan bir çoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların
kalpleri vardır, onlarla kavramazlar, gözleri vardır onlarla görmezler,
kulakları vardır onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir. Hatta dahada
şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.”
1
Allahu Tealanın,
alın yazısı ve sonunda başka bir alemde olan yaratılan insanlar ve cinler
hakkındaki kazası vüku bulan kazadır. Ama dünyaya ayak basmayanlar hakkındaki
kazası ilmi kazadır.
Vüku bulan
kaza hakkında Kuran-ı Kerim şöyle buyuruyor; “Böylece onları iki günde yedi gök
olarak yarattı ve her göğe görevini vahyetti.”2
Başka bir ayette şöyle buyuruyor; “İnkar edenler, göklerle yer bitişik bir halde
iken bizim, onları birbirinden kopardığımızı görmedilermi.”3
(düşünmedilermi)
Büyük bir
ihtimale göre, gökler ve yerin bu bitişiği, birbirine yığılı ve toplanmış
gazların durumudur ama daha sonra yedi göğün ve yerin yaratılması ile onları bu
halin dışına çıkarmış ve onları birbirinden ayırmıştır.Daha sonra Allahu Teala
her semanın keyfiyetine ve tabiatına göre onlara özgü emirlerini vermiştir.
Başka bir
ayette şöyle buyuruyor; “Sizi bir çamurdan yaratan, sonra ölüm zamanını takdir
eden ancak O dur.”4
Elbette Allahu Tealanın yaratılanlar hakkındaki kazası vüku bulan kaza ve
gelecek insanlar hakkındaki kazası ise ilmi kaza olacaktır.
Bu ayetler
ve bunların dışındaki ayetlerin tamamı bizlere hem ilmi ve vüku bulan takdirleri
ve hemde ilmi ve vüku bulan kazaları göstermektedir.
__________________________
1- Araf, 179
2- Fussilet, 12
3-
Enbiya, 30
4-
En’ am, 2
EHLİBEYT İMAMLARINDAN KAZA VE KADER HAKKINDA RİVAYETLER
Birinci rivayet: Iraklı birisi Hz. Alinin yanına gelerek şöyle sordu; Bizim
Şamlılara olan kıyamımız Allahın kaza ve kaderimiydi? İmam Ali (a.s) şöyle cevap
verdi; Evet, Allaha yenim olsun ki, çıkmış olduğunuz ve inmiş olduğunuz tepeleri
ancak Allahın kaza ve kaderine göre gerçekleştirdiniz. O şahıs şöyle dedi; Benim
zahmetimin Allah katında hesap olunmasını ümid ederim.1
İmam o şahısa şöyle buyurdu; Ey Şeyh! Biraz yavaş ol, herhalde sen Allahın kesin
kaza ve kaderini söylediğimi anladın! Eğer böyle olursa, o zaban sevab ve azab,
emir ve
kanehiy boş olur, korkutmak
ve müjde vermenin bir manası kalmaz. Bu halde günahkarı azarlamak ve melamet
etmek, iyilik sahibi medhetmek yersiz olur. Aksi takdirde günahkar medholunmağa
ve iyilik sahibide azarlanmağa daha layık olur.2
Bu göz, putperestlerin, Allahın düşmanlarının, kadercilerinin ve bu ümmetin
mecusilerinin görüşüdür! “Ya şeyh, Allah kullarını kendi ihtiyarlarına göre amel
etmeleri için mes’ul kıldı ve onların kötülüklerden el çekmeleri için onları
nehyetti. Allah az amele çok sevab, irade edip zoraki ibadet olunmağı
istememiştir. O gökleri, yeri ve bu ikisinin arasındakileri boşa yaratmamıştır.
Bu kafir olanların zannıdır....”3
_________________________
1- Yani, eğer bizim kıyam ve
cihadımız Allahın kaza ve kaderine göreyse biz sevaba layık değiliz. Bunun için
zahmetimizin hesap olunmasını ümid ederim demiştir.
2- Zira her ikiside temelde
eşittirler. Çünkü amel onların irade ve ihtiyarına göre yapılmamıştır. Bunun
yanısıra iyilik sahibi medholunur ve
bu övgüyü kendi hakkı olarak görür,
oysa
böyle değildir. İşte bu düşünceden dolayı iyilik yapan günahkara nazaran
azarlanmağa dahada layıktır. Zira günahkar azarlanır ve bu melametide yerli
görür, oysa
buda böyle değildir.
3-
Tevhid-i Şeyh Saduk, s.360
İkinci rivayet; İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyuruyor; İnsanlar kader hakkında
üçe ayrılmışlardır:
1-
Allahın, insanları günahda mecbur bıraktığına inananlar. Bu insan
Allahın hükmünde ona zulmetmiştir ve böyle bir insan kafirdir.
2-
Herşeyin insanlara bırakıldığına inananlar. Bu insan Allahı kudret ve
sultasında zayıf görmüştür ve buda kafirdir.
3-
Allah kullarını güç ve kuvvetleri miktarınca sorumlu kılmış ve onların
gücü üstünde olanları onlardan istememiştir. O (insan) iyi iş yaptığında Allaha
hamdeder, kötü işede düçar olduğunda Alllah’dan af diler. İşte bu tam bir
müslüman-dır.1
Üçüncü rivayeti: İmam Rıza (a.s) şöyle buyuruyor; Allah, zoraki olarak itaat
olunmamış, zayıflık ve yenilgiden dolayıda ona fermansızlık yapılmamıştır. O
kullarını kendi mülkünde başı boş bırakmamıştır. O, onların (insanların)
ihtiyarına sun- duklarına malik ve onların kudretine verdiği şeylerede kadirdir.
Eğer kullar ona itaat yolunu seçseler Allah onların yolunu kapamaz ve onları
itaatinden engellemez. Eğer kullar itaatsizlik yolunu tercih etseler, Allah
dilese onlar ile günahları arasına fasıla düşürür. Eğer Allah günaha engel
olmamış ve onlarda günah yapmışlarsa onları o günaha düşüren Allah değildir.2
Yani insan
Allaha itaat ederken bu itaatinde zorunlu ve mecbur değildir ve yine Allaha
karşı günah işleyen kişi Allahın iradesine göre bu günaha düçar olmamıştır.
Aksine Allah kullarının irade ve ihtiyar sahibi olmasını istemiştir.
İmama Rıza
(a.s) kudsi bir hadisde Allahu Tealanın şöyle buyurduğunu naklediyor; Ey Adem
oğlu, benim isteğim ve irademle sen ihtiyar sahibi oldun; Kendin için neyi
dilersen onu seçebilirsin.
_________________________
1-2 Tevhid-i Şeyh Saduk, s.361
Benim kuvvet ve kudretimle farzlarımı yapıyor ve benim nimetlerimle bana
itaatsizliğe kadir oluyorsun, ben seni işiten, gören ve kuvvetli kıldım.
(Öyleyse bunu iyice bil ki) sana gelen bütün iyilikler Allahdan ve sana isabet
eden bütün kötü şeyler ise kendi nefsindendir.1
İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyuruyor; Ne cebir doğrudur ve nede tafviz; Bu
ikisinin arasında bir şeydir. Birisi imama, bu ikisinin arasında bir şeydir,
demekle neyi kastediyorsunuz? diye sorunca şöyle buyurdu;
Bu, günah ile meşgul olupda, senin nehyettiğin ve nehyini kabullenmeyene (o
günahı yapana) benzer. Bu nehyin-den sonra onu bırakırsın ve oda o günahı yapar.
Senin nehyini kabul etmediğinden dolayı ve seninde onu bıraktığın için, onu o
günaha emreden sen olmamış olursun. 2
İmam Sadık (a.s.) şöyle buyuruyor; İnsanı azarlayabile-ceğin her iş onun
kendisindendir ve insanı azarlayamayacağın işler ise Allahdandır. Allahu Teala
kuluna şöyle buyurur; Neden asi oldun? Neden itaatsizlik yaptın? Neden içki
içtin? Neden zina yaptın? Zira bunlar kulun fiilleridir. Allah kulundan şöyle
sormaz; Neden hasta oldun? Neden boyun kısadır? Neden beyazsın? Neden siyah
yüzlüsün? Zira bunlar Allahın işleridir.3
Dördüncü rivayet; Birisi Hz. İmam Ali (a.s) den kaza ve kaderi sorunca, o hazret
şöyle buyurmuştur; Yazıklar olsun sana, sen kaza ve kaderin kesin ve mutlak bir
şey olduğunumu sanıyorsun? Böyle olsaydı artık sevap ve ceza vermenin bir anlamı
kalmaz ve söz verme boş yere olurdu. Allahu Teala kullarına ihtiyar üzerine emir
etmiş ve ona görede nehyetmiştir. Onların tekliflerini kolay kılmış,
zorlaştırmamıştır. Az bir amele karşılık çok sevap vermiştir. Allahu Teale
mağlup olunarak isyan etmemiş, zorlada kimseyi itaat etme mecburiyetinde
bırakmamıştır.
_________________________
1- Tevhidi Saduk,
s.327,340,344,362-Usul-u Kafi , c.1,s.160, Nisa süresi Ayet, 79
2- Tevhidi Saduk, s.361
3- Bihar-ul Envar, c.5,s.59,h.109
Peygamberleri oyuncak olsun diye göndermemiş kitapları da boşyere nazil
etmemiştir. Gökleri, yeri ve onların arasında bulunan varlıklarıda batıl ve boş
yere yaratmamıştır. “Bu kafirlerin hayalidir. Cehennem ateşinden dolayı eyvahlar
olsun kafirlere.”1
Bu
rivayetler konu hakkında çok açık ve net beyanlardır. Bu konuda mezkur
rivayetlerden daha açık, daha net ve sağlam bir delil olmaz. Bütün müslümanlar
bu açıklama ile amellerinin sadece kendi irade ve ihtiyarlarından
kaynaklandığına inanmalıdırlar. Zira Allahu Teala emretmiş ama seçim
hürriyetinide bizlere bırakmıştır. Hz. Ali (a.s) nin “Allah kullarına ihtiyar
üzerine göre emretmiştir.” Sözünün anlamı budur.Daha sonra, Hz.Ali (a.s) konuya
daha açıklık getirerek şöyle buyurmuştur; Allah mağlup kılınarak isyan
edilmemiştir.” Yani, Allahu Teala insanları bir işi yapmak zorunda bırakmak
isteseydi, insanların tamamıda birleşselerdi yinede Allahın işine galip
gelemezlerdi. Bu ise Allahu Tealanın itaat ve isyanda kullarına seçme özgürlüğü
verdiğini gösterir.
Bu konuda
Allahu Teala şöyle buyuruyor; “Deki hak Rabbinizledir, isteyen iman etsin,
isteyende kafir olsun.”2
Daha sonra
Hz. İmam Ali (a.s) konuyu açıklığa kavuş-turmak için kesin bir ifadeyle şöyle
buyuruyor; “Bazılarının inandığı gibi, eğer insan fiillerinde mecbur olsaydı o
zaman artık peygamber gönderip, kitap indirmek bir nevi oyun ve faydası olmayan
abes bir iş olurdu. Allahu Teala ise oyundan ve abes iş görmekten münezzehtir.
Zira peygamberlerin gönderilmesi ve kitapların nazil olunması insanları ıslah
edip onları karanlıklardan çıkarıp, nura hidayet ederek nefsani hastalıklarını
tedavi etmek seadetli bir hayatın örnek yolunu onlara açıklamak içindir.
_________________________
1-
Şerhi Nehc-ül Belağa, Muhammed b.Abduh,
c.4,s,673
2- Kehf, 29
Bu konuda Allahu Teala şöyle buyuruyor; Şüphe yokki bu Kuran insanları en doğru
yola sevkeder.”1
Daha sonra Hz. İmam Ali (a.s) sözlerini “cebre inanmanın göklerin yerin ve ikisi
arasında bulunan varlıkların boş yere yaratılmadığına inanmayı gerektirdiğini
açıklayarak sona erdiriyor.”2
İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyuruyor; Ne cebir doğrudur nede tafviz. (Hakikat)
bu ikisinin arasında bir şeydir. Birisi imama; Ne cebir doğrudur nede tafviz;
(Hakikat) bu ikisinin arasında bir şeydir, demekle neyi kastediyorsunuz? diye
sorunca, o hazret şöyle buyurmuştur; Yeryüzünde yürümen yere düşmen gibi
değildir.”3
Yani, insan yürürken kendi ihtiyarıyla yürür ama düşmesi insanın iradesinin
dışında olan bir şeydir.
Bunlardan anlaşılan şudur ki; Kaza ve kader ile ilgili sahih ve doğru görüş
cebir fikri ile tafviz düşüncesi arasında bulunan bir fikirdir. Yani bir kısım
işler insanın kendi elinde olup kendi ihtiyar ve iradesiyle yaptığı şeylerdir.
Bir kısım işler ise insanın iradesinin dışında olup bunlara boyun eğmek
zorundadır. İnsan birinci bölümden dolayı hesaba çekilir ama ikinci kısım
işlerden dolayı insanın bir sorumluluğu yoktur. Buna göre, insan aynı halde hem
muhtardır ve hemde mecbur.
Beşinci rivayet; İmam Rıza (a.s)’a İmam Sadık (a.s)’ın “Ne cebir doğrudur ve
nede tafviz; (Hakikat) bu ikisi arasında bir şeydir.” Sözünün manası sorulunca
şöyle buyurmuştur; Allahu Tealanın bizim fiillerimizi yaptığını ve daha sonrada
bize o fiillerden dolayı azap verdiğini sanan kimse cebre inanmıştır. Allahu
Tealanın yaratmak ve rızık işini kendi hüccetlerine tafviz ettiğini hayal eden
bir kimse ise, hak yoldan sapmıştır. Cebre inanan birisi kafirdir, tafvize
inanan ise müşriktir.
_________________________
1-
İsra, 9
2-3 Akaid-üş Şia Fil kaza vel kader
Ama gerçek bu ikisi arasında bir şeydir, sözünün manası, “Allahın emrettiği şeyi
yapıp, nehyettiği şeyden kaçınmanın bir yolunun bulunduğuna inanmaktır. Yani
Allahu Teala, onu hayrı yapmağa veya terketmeye kadir kılmıştır. Hayrı emretmiş
şerden ise nehyetmiştir.
Ama ne yazıkki müslümanlardan bir grubu, zem zem suyu kadar bu saf olan
yukardaki doğru ve sahih olan bu inanca karşılık cebir yolunu ve diğer bir
grubada tafviz yolunu tercih etmiş ve yanılgıya düşmüş ve düşürülmüşlerdir.
Bazırlarıda “hayrun min-ellah ve şerrun minellah” (hayır ve şer Allahtan-dır)
diyerek şerlerini, cürumlarını Allahın tarafına hamletmişler-dir.
Oysa bunlar tamamen yanlış ve maazallah Allahı suçlu duruma düşüren görüşlerdir.
Şöyleki; Allahın alemdeki bütün yaratıkları arasında mutlak şerri görmek ve
bulmak mümkün değildir. Bazı varlıklarda olan şer, mutlak değilde nisbi şerdir.
Çünkü Allah hiçbir varlığı yaratırken sırf şerr olsun diye yarat-mamıştır. Çünkü
hiçbir varlık boş ve abes yaratılmamıştır. Örneğin akrep, yılan vb. gibi
hayvanların havadaki zehiri içlerine almaları ve insanın rahat bir biçimde nefes
almasını sağlamala-rıdır. Nisbi şerleri ise, eğer insan onlara zarar verir veya
dokunursa veya onlardan korunmaz ve uzak durmaz ise onlarında muhakkak zararı
olacaktır. Bu zarar nisbi zarardır mutlak zarar değildir. Allahu Teala
Firavunları, Nemrutları, Ebu Süfyan ve Ebu Cehilleri zalimler olsunlar diye
yaratmamıştır. Allahu Teala tüm insanların, hatta yukarıdakilerin akıl yolunu
tutup nur vadisine girmelerini istemiştir ama onlar tam aksine nefis,
heva, heves ve cehalet yolunu tutmuş ve dolayısıyla şerler yapmış ve kendilerini
helak etmişlerdir. Şimdi bunların yaptıkları bu şerleri Allaha yüklemek
doğrumudur?
Diğer bir mesele ise, şerrin Allahdan olması için Allahda şerrin mevcut
bulunması gerekir. (Maazallah) Allahda şerr varmı ki şer südur edebilsin?! Bu
tamamen batıl ve şeytani bir söz ve ve inançtır. Bu görüşün sahipleri Allahu
Tealayı bilerek veya bilmeyerekten kendilerine benzetmeye çalışmışlardır. Allahu
Teala ise bu tür vasıflardan ve benzetmelerden tamamen sonsuz olarak
münezzehtir.
Dünya hayatında, yaşayışında ve akibetinin ne olacağında hürriyet ve
özgürlüğünün olmadığına inanan bir insan ile bunun tam aksini düşünen birisi
arasında bir çok farklılıklar vardır.
Birinci kişi, bu inanç ile birlikte kendi faaliyet ve çabalarına değer vermez ve
herşeye karşı teslim olur. Böyle bir insan nefsani isteklere kapılan ve şehevi
duygularına esir olan birisi olur ve hayatında başarılı olamaz. Zira nefsani
istek ve arzularına ve vüku bulan dengesizliklere karşı mücadele ruhuna sahip
değildir. Böyle bir inanç gün be gün sahibini geriye doğru iter ve onun bedbaht
olmasına sebep olur.
Ama ikinci şahısa gelince; ikinci şahısa göre, bu şahsın yaşam tarzı ve şekli
onun kendi iradesi ile gerçekleşir ve her şey karşısında onun iradesi tesirli
bir rol oynar. İstediği takdirde, daima işlerin kesinliğini kendi irade ve
ihtiyarı dahilinde görür. Dileği zaman istediğini yapar veya terkedebelir.
Şüphesiz bu şahısın hayat ve yaşamındaki başarısı çok fazla olacaktır. Zira
kendisini iç ve dış etkenlere karşı esir olarak görmemektedir.
Kısacası, insan bu iman sayasinde Allahın yaratıcılığını, kudret ve hakimiyetini
tanımış olur. Böylece ruhu güç kazanmış olur, ahlak duyguları yükselir, hayata
büyük bir güçle atılır ve başarıdan başarıya ulaşır. Çünkü yüce Allahın kaza ve
kaderine razı olan bir kimse, hiçbir şeyden yılmaz, sebeplere sarılmayıda kaza
ve kaderin bir gereği bilir. Bir işte başarısızlığa uğrayacak olsa, “Bundan kim
bilir Allahın ne gibi gizli hikmetleri vardır” diye düşünür. Allahın kazasına
razı olur ve ümitsizliğe düşmez, azminde gevşeklik olmaz, heyecama kapılmaz,
huzur içinde üzüntü çekmeyen bir kalb ile hayat alanındaki çalışmasını sürdürür.
Zira şöyle buyuruyor;“Kim Allaha güvenirse, Allah ona yeter.”1
Netice olarak diyoruz ki; İnsan kendi irade ve ihtiyarı ile işi kazanır, yüce
Allahda işi yaratır. Bu dünya bir imtihan yurdudur. Allahu Teala hikmeti gereği
olarak insanlara güç ve kudret vermiştir. Bu sebeplede insanı sorumlu ve yükümlü
tutmuştur. İnsan yaratıcısının bu ihsan ve lütfunu hayırlı işlerde sarfederse
hayır (mükafat) görür. Kötü yoldada harcarsa kötülük karşısına çıkar ve azaba
düçar olur.
Bunun için insanların görevi, kendi hayatlarını kurtarıp parlak ve nurani bir
hayata kavuşmak için hem düyaya ve hemde ahirete ait işlerini güzelce yapmaya
çalışmaktır. Aksine “kaza ve kader ne ise o meydana gelir” deyip bu çalışma,
gayret ve çabayı terketmek asla caiz olamaz. İslam dini ne böyle bir görüşü ve
nede tembellik ve gevşekliği tasvib etmez. Allahu Teala şöyle buyuruyor; “İnsana
ancak çalıştığı vardır.” 2
KAZA VE KADER HAKKINDA BİRKAÇ SORU VE CEVAP
Sorular şunlardan ibarettir;
1-
Şeytan insana daima vesvese edip onu kötü yola
çektiği ve ona hakim olduğu halde, insan muhtardır demek doğrumudur?
2-
Kötü bir çevrede bulunan veya büyüyen insanda
böyledir; Böyle bir insan kötü, bozulan çevre ve toplumda fesad ve şerden başka
bir şey görmemesine rağmen, nasıl olurda kendi ihtiyarına göre amel edebilir?
3-
Peygamberlerin daveti kendisine ulaşmayan ve
uzak bölgelerde, dağlarda, ormanlarda... yaşayan bir insan ne yapmalıdır?
_________________________
1-
Talak, 3
2-
Necm, 39
3-
Zinadan dünyaya gelen zinazadenin günahı ve
suçu nedir? Zinazade neden başkalarının suçu ve günahından dolayı şerri seven ve
şerr yapan olsun?
Birinci ve İkinci Sorunun Cevabı :
Allahu Teala insanların dünya hayatında İlahi kaide ve kavramlara göre yaşayıp
kendilerini kötülük ve günahlardan arındırmaları için hüccetini onlara
tamamlamıştır. İnsana akıl, irade ve ihtiyar nimetlerini ve iyinin, kötünün
sonuçlarının ne olacağının vadesini vererek bahane ve özür yolunu insana
yapamıştır. Misak ayetinde şöyle buyuruyor; “Kıyamet günü biz bundan habersizdik
demeyesiniz.”1
İnsan acıktığı zaman nasıl içindeki açlığı hissediyor ve biliyorsa ve karnını
doyurmak için nasıl bundan gafil olmu- yorsa, hakiki sebep sahibini ve sebebi
doğuranı da tanımak için, insanda marifet taleb fıtratı vardır.
Üçüncü Sorunun Cevabı:
Bu sorunun karşısında, en güzel cevap Allahu Tealanın şu buyruğudur; “Allah
herkese ancak gücü yettiği kadar sorumluluk yükler.”2
Dördüncü Sorunun Cevabı:
Zinadan dünyaya gelen zinazade dahi kötüyü ve şerri yapmaya mecbur değildir. Ama
zina eden erkek ve kadının zina halindeki ruh yapıları kötüdür. Onlar o halde
kendilerini toplumsal ve ahlaki kaide ve kanunlara karşı hain görürler. Şunu
gayet iyi bilmektedirler ki, toplum onların yaptığını çirkin ve kötü olarak
görmekte ve eğer onları bu halde görseler onlara düşman kesileceklerini ve
onlara kötü gözle bakacaklarının farkındadırlar. İyi, salih ve şerefli
insanların bu işten nefret ettiklerini iyi bilmektedirler.
_________________________
1-
Araf, 172
2- Bakara, 286
Zina edenlerin bu ruhi yapısı ve içlerindeki kabusları nutfede kötü eser bırakır
ve veraset kanunu yoluyla çocuğa intikal eder ve neticede çocuğu şerri ve kötüyü
seven ve iyiliklere ve iyilere düşman kesilen birisi eder.
Bu kötü işin neticesinin en açık örneği Ziyad b. Ebih ve onun oğlu İbni
Ziyad’dır. Bunlar kendi hükümet dönemlerinde Irakda yapılmaması gerekenleri
yaptılar. Özellikle İbni Ziyad, İmam Hüseynin şehadetinden sonra, O melunun
emriyle İmam Hüseyn ve yaranının bedenlerine çok kötü şeyler yaptılar, onların
kesilen başlarını şehirlerde dolaştırdılar. Peygamberin yakınlarını esir
ünvanında Kufeye ve Şama götürdüler...
Bu yapılanların hiçbir geçerli cevabı yoktur. Bunların tek sebebi, onun şerri
sevmesiydi. Bu yüzden o, islami değerlere göre yüce değeri olan peygamber
hanedanının insanlar arasındaki azametini düşürmek onları itibarsız kılmak
istiyordu. Evet o, tam manasıyla şerri seven ve iyiliklere düşman olan
birisiydi.
İşte bunlardan dolayı, zinazade ile helalzadenin farklılıklarının olduğunu kabul
etmemek mümkün değildir. Ama bunların tamamının yanısıra bunların hiçbirisi
(zinazade-helalzade) yaptıkları iyi işler ve kötü işlerde mecbur değildirler.
Bu ikisi genç ve yaşlı olan iki insan misali gibidir; Şöyleki genci zinaya
sürükleyecek kuvvetler ve zemineler ihtiyara nazaran daha fazladır. İşte bu genç
mazur olması için zine etmeye mecbur değildir. Aksine, eğer zina zeminesi genç
için müsaid olurda, genç: “Rabbinin makamına varmaktan korkan ve nefsini kötü
arzulardan uzaklaştıran (olursa), şüphesiz onun mekanı cennettir.”1
_________________________
1-
Naziat, 40
KAZA VE KADER İLE HİLAFET MESELESİ
Ehli sünnetin etkin bazı grupları, Allahu Tealanın kulları amellerinde mecbur
kıldığını ve onların tam bir anlamda ihtiyar ve seçme haklarının olmadığını
söylemelerine rağmen tamamı Hilafet konusunda Hz. Peygamber (s.a) vefat
ettiğinde halkın kendi istediklerini seçmeleri için meseleyi onların kendi
iradelerine bıraktığına inanmaktadırlar.
Şia ise bunun tam aksine inanmaktadır. Şia insanın tüm yaptıklarında ve
amellelerinde mecbur değilde, muhtar olduğunu ve istediği şekilde kendi
iradesine göre Allahın izniyle haraket ettiğini söylemelerine rağmen, hilafet
konusunda insanların ihtiyarının ve seçme haklarının olmadığı gürüşündeler. Buda
ilk bakışda bir çelişkiymiş gibi gözükür, ama gerçeğe göre böyle değildir.
Aksine “İnsanlar amellerinde mecburdur” diyenlerin görüşleri çakışmaktadır. Zira
Ehli sünnete göre, gerçek anlamıyla ihtiyar sahibi Allahu Tealadır ama insanlar
muhtar oldukları zannı ve hayali içerisindedirler.
Öyleyse bu görüşe göre, Örneğin birinci halifeyi Sakife günü önce Ömerin daha
sonrada diğer sahabelerin seçmesi zannı, hayali ve
ehmi
bir seçimdir. Zira onlar gerçekte Allahın emrini
gerçekleştiren bir vasıtadan başka bişey değillerdir. Bu görüş hakikatlarla
apaçık olarak çelişmektedir.
Ama Şia inancına göre, daha öncede belirttiğimiz gibi, Allah kullarını kendi
fiillerinde muhtar yaratmıştır. Bu inançda hilafetin Allahın seçimiyle
gerçekleştiği inancıyla asla çelişmemektedir. Zira şöyle buyuruyor; “ Ve senin
Rabbindir ki, dilediğini yaratıp, dilediğini seçer. Onların seçme hakkı yoktur.”1
İşte bundan dolayı, insan ya kendi isteği üzere Allahın seçtiğini kabul edip ona
boyun eğer ve itaat eder veya kendi isteği ile ona karşı gelir.
_________________________
1-
Kasas, 68
Kaza ve kader inancını yanlış bir yorumla cebir
ünvanında tefsir edenlerin görüşüne bakılırsa hiç kimse sorumlu tutulmaz. O
halde alemde yapılan bunca haksızlık, bunca kötülük, bunca fehşalık ve dökülen
bunca kanın ve çiğnenip yok olan bunca değerlerin (maazallah) sorumlusu Allahu
Tealamıdır? Bazı sözde ilim sahibi olduklarını iddia edenler bu hususta şu ayeti
kerimeyi delil olarak getiriyorlar; “Eğer senin Rabbin isteseydi onu
yapamazlardı.”1
Oysa yukarıdaki ayet Allahın mutlak iradesinden bahsetmektedir ki, daha önce bu
konuyu ele almıştık.
Şia sapıklığa, kötülük ve çirkinliğe yol açık Allaha isyan eden her insanı kendi
yaptığından dolayı sorumlu bilkete ve böyle inanmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.a)
efendimiz şöyle buyuruyor; “ Hepiniz sürü sahibisiniz ve herkes de kendi
sürüsünden sorumludur.” Ve Allahu Tealada şöyle buyuruyor; “Bekletin onları,
onlar sorguya çekilecektir.”2
Bu kısa araştırmanın okuyuculara ışık tutması ümidiyle.
_________________________
1-
En’am, 112
2- Saffat, 24
[1]- Ahzab Suresi 33.
Ayet.
[2]- Sevaik-ul Muhrika;
s. 85- Gayet-ül Meram; s. 288- Tefsir-I Dür-rül Mensur; c. 5, s. 198- Kifayet-ül
Talib (kenci şafii) s. 376
[3]- Sevaik-ul muhrika,
s.85- Dürrül Mensur, c.5- s. 198 Yenabî-ul mevedde, s. 108- Nezm-u Durer-us
Simtayn, s. 204
[4] -Sahihi Müslim, c.5,
s.27,h.2409
[5] -Yasin
83.
[6] -İnsan Suresi, 6- 22
[7] -Şura Suresi, 23
[8] -Muhubbid-Din Tabari,
Zehair-ul Ukba, s. 25, İhya-ul Meyyit bi fezail-i Ehlilbeyt, s. 8, Dürr-ul
Mensur,c. 6, s. 7
[9] -Al-i İmran Suresi,
31.
[10] -Al-i İmran Suresi,
61
[11] -Tefsir-i Keşşaf,
Al-i İmran Suresi, 61. Ayetin tefsiri
[12] -Müsned-i Ahmed, c.
1, s. 77, Zehair-ul Ukba, s. 123
[13] -Menakib-i İbni
Meğazili, s. 90-ve 297
[14] -Menakib-i İbni
Meğazili, s. 63, Yenabi-ul Mevedde, s. 97
[15] -El- Keşşaf,
Zamehşeri, c. 4, s. 221, Tefsiri Fahri Razi, c. 27, s. 166, Tefsiri Kurtubi
[16] -Sünen-i Tirmizi, c. 2, s. 308 Müstedrek-us Sahiheyn, c. 3, s. 149
[17] -Müstedrek-i Hakim,
c. 3, s. 128, Kenz-ul Ummal, c. 6, s, 155
[18] -Fezl-u Al-il Beyt,
s. 17
[19] -Füsul-ul Mühimme, s.
5, Yenabi-ul Mevedde, 62. Bab
[20] -Yenabi-ul Mevedde.
Bab, 62, s. 355, Nür-ul Ebsar, s. 139 Füsul-ul Mühimme, s. 4
[21] -Sevaik-ul Muhrika,
s. 88
[22] -Nehc-ül Belağa,s.
63,-69
[23] -Nehc-ül Belağa, s.
75
[24] -Nehc-ül Belağa, 144.
Hutbe
[25] -Nehc-ülBelağa, 154.
Hutbe
[26] -Nehc-ülBelağa,94.
Hutbe
[27] - Nehc-ülBelağa,97.
Hutbe
[28] -Ahzab, Suresi, 70-71
[29] -Tefsir-i Taberi,
c.22, s.5- Ed-Dürrü-ül Mensur, c.5, s. 199
[30] -Tefsir-i Taberi, c.
22, s. 5
[31] -Tefsir-i Keşşaf, c.
3, s. 425
[32] -Tefsir-ul Kebir, c.
25, s. 209
[33] -Tefsir-ul Meraği, c.
22, s. 7
[34] -Mufredatu Elfaz-il
Kur’an, s. 187
[35]
-En- Nihaye fi Ğarib-il Hadis, c. 2, s.200
[36] -Lisan-ul Arab, c. 1,
s. 1128
[37] -El-Kamus-ul Muhit,
c. 2, s. 227
[38] -Vucuh-u Kur’an,
s.110-111
[39] -Hac suresi. 30
[40] -Maide suresi, 90
[41] -En’am suresi, 145
[42] -Tevbe suresi, 125
[43] -Nisa süresi, 59
[44] -Nisa süresi, 165
[45] -Hucurat suresi, 6
[46] -Bakara suresi, 124
[47] -Nisa süresi, 63
[48] -Lokman suresi,13
[49] -Bakara suresi, 254
[50] -Maide suresi, 29
[51] -Nisa suresi, 59
[52] -Haşr suresi, 7
[53] -Nehl suresi,44
[54] -Ahzab suresi, 20
[55] -Necm suresi, 3-4
[56] -Cin suresi, 28
[57] -En’am suresi, 9
[58] -Zümer suresi, 37
[59] -Yasin suresi, 62
[60] -Nisa suresi, 165
[61] -Sad suresi, 82-83
[62] -Ğurer-ul Hikem
[63] -Bihar-ul Envar,
c.25, s. 194, h.6- Al-i İmran, 101
[64] - Bihar-ul Envar, c.
25, s. 192
[65] -Bakara suresi, 124
[66] - Yusuf suresi, 22
[67] -Taha, suresi 40
[68] - Ed – Dürr- ül
Mensur, c. 5, s. 199
[69] - Sahih-i Buhari, c.
3, s. 186- Sahih-i Tirmizi, Kitab-ul vesaya- Süneni İbni Mace, Kitab-ul vesaya
[70] -Müstedrek-i Hakim,
c. 3, s. 148
[71] - Sahih-I Müslim, c.
3, s. 186- Süneni Tirmizi ve Süneni Nesai, Kitab-ul vesaya
[72] - Sahih-i Müslim, c.
4, s. 1803, h. 2408
[73] -Sünen-i Daremi, c.
2, s. 431-432
[74] - Sünen-i Tirmizi, c.
5, s. 663, h. 37788
[75] -Hafız Mezzi,
Tahzib-ul Kemal, c. 3, s. 127
[76] -İbni Hacer Askalani,
s. 391 DarulMarifet mat.
[77] - Ebu Hatem Razi, El-
Cerh vet- Tadil, c. 5, s. 92
[78] - Masuma nisbet
verilmeyen hadislere merfu denilir
[79] -Hafız Mezzi
Tahzib-ul Kemal , c. 13, s. 96
[80] - İbni Hacer,
Tahzib-ut Tahzib, c. 4, s. 355
[81] - Zehebi, El- Kaşif,
2412. Terceme
[82] - Zehebi, Mizan-ul
itidal, c. 2, s. 302
[83] - Et- Tamhid, c. 24,
s. 331
[84] - “
“ “ “
“ “ “
[85] - İbni Hacer,
Tahzib-ut Tahzib, c. 8, s. 377- Tahzib-ul Kemal, c. 24, s.138
[86] - Sahih-i Müslim,
Bab-u Merez-in Nebi ve vefatihi c. 5, s. 138-Sahihi Müslim, Kitab-ul vesaya, c.
2, s. 16
[87] -Ahzab suresi, 36
[88] -Tezkiret-ul Hifaz,
Zehebi, c. 1, s. 3
[89] - Sahihi Buhari, c.
6, s, 129
[90] - Sahihi Buharı, c.
2, s. 153
[91] - Yunus suresi, 36
[92]- Fussilet suresi, 42
[93]- ispat-ul vasiyyet,
s. 248
[94]- El- Gaybet, Şeyh
Tusi, s. 241- Kemal-ud din, s. 431
[95]- El-İrşad, s. 390
[96] - El-İrşad, s. 390-
Bihar-ul Envar, c. 51, s. 12- Kemal-ud Din, c. 2, s. 89- El- Gaybet, Şeyh
Tusi,s. 244
74- Kemal-ud Din s. 424, ve 427
[97]- Kasas Suresi, 5-6.
Kemal-ud Din, s. 424-426
[98]- Müntehab-ul Eser, s.
286
[99] -Kemal-ud Din, s.
435- Bihar-ul Envar, c. 2, s. 25
[100] -Tarih-i siyasiyi
gaybet-i İmam devazdehum, Dr. Casım Hüseyn, s. 124
[101] -Kemal-ud Din s. 429
[102] -El-İrşad, c. 2, s.
340
[103] -İhticac, s. 28
[104] -İhticacı Teberisi,
c. 2, s. 459
[105]-Al-i İmran suresi,
112
[106]-Rahman, suresi 34
[107]- Saf suresi, 9
[108] -Zuhruf suresi,61
[109] -Tefsir-i Ruh-ul
Meani, c. 25, s. 95
[110] -Bakara suresi, 114
[111] -Tefsir-i Cami-ul
Beyan, c. 1, s. 501
[112] -Al-i İmran suresi,
83
[113] -Yenabi-ul Mevedde,
s. 421
[114] -Kasas suresi, 5
[115] -İhkak-ul Hak, s. 378
[116] -Tevbe suresi, 33
[117] -Zuhruf suresi, 43
[118] -En’am suresi, 158
[119] -Yenabi-ul Mevedde,
s. 423
[120] -Feth suresi, 28
[121] -Yenabi-ul
Mevedde, s. 78
[122] -Nur suresi, 55
[123] -Yenabi-ul Mevedde,
s. 81
[124] - Hac suresi, 41
[125] - Yenabi-ul Mevedde,
s. 80
[126] - Hud suresi, 8
[127] -İbrahim suresi, 5
[128] -Saf suresi, 6
[129] -Saf suresi,26
[130] -Al-i İmran suresi,
144
[131] -Maide suresi, 12
[132] -Araf suresi, 155
[133] -Araf suresi, 157
[134] -Nisa suresi, 59
[135] -Bakara suresi, 248
[136] -Maide süresi, 54
[137] -Sahih-i Buhari, c.5,
s.26, Sahih-i Müslim, c.4, s.1902, Hadis:2449
[138] -Âhzab,57
[139] -Tevbe suresi, 33
[140] -Saf süresi,6
[141] Şerhu’l Nehcu’l
Belağa, c.2, s.535, Mısır baskısı
[142] El-Burhan, Fi’l
Alamat-ı Mehdi Ahiri’z zaman
[143] -Enbiya suresi, 105
[144] -Nur suresi, 55
[145] -Kasas suresi, 5
[146] Enisu’l A’lam, c.7, s.383-385
[147] İbn Hibban, Sahihinde
rivayet etmiştir.
[148] Ra’d süresi. 15. ayet
[149] Fussilet süresi, 37.
ayet
[150] Büyük İslam ilmihali,
Ömer Nasuhi Bilmen, s.131
[151] Neyl’ul Evta, c.2,
s.260
[152] İslam Fıkhı
Ansiklobedisi, Vehbe Zuhayli, c.1, s.522 ve 524
[153] İslam Fıkhı
Ansiklobedisi, Vehbe Zuhayli, c.1, s.522 ve 524
[154] Vesailu’ş Şia, c.3,
bab.1 h.1
[155]
Musdereku’l Vesail, c.4, bab,10, min ebvabı ma yescud-u aleyhi
[156] Hucurat, 13
[157] Sahih-i Buhari, c.1,
s.91, Kitab-ut Teyemmüm, h.2, Sünen-i Beyhaki, c.2, s.433
[158] Müsned-i Ahmed b.
Hanbel, c.3, s.327, Sünen-i Beyhaki, c.1, s.439, Sünen-i Nesai, c.1, s.204
[159] Sünen-i Kübra, c.2,
s.106
[160] Kenz’ul Ummal,
Muttaki Hindi, c.7, s.465
[161] Kenz’ul Ummal,
Muttaki Hindi, c.7, s.465
[162] Tabakat-ül Kübra,
İbni Sad. C.1, s.151
[163] Müntehab-u Kenz-ul
Ummal, .c.3, s.194
[164] Sünen-i Kübra,
Beyhaki, c.2, s.105
[165] Ahbar-ı İsfehan, Ebu
Naim İsfehani, c.2, s.141, Müsned-i Ahmed b. Hanbel, .c1, s.269-303-309 ve 358
ve c.6, s.331-335, Sahih-i Buhari, c.1,
s.106
[166] Sahih-i Müslim, c.1,
s.312-313, Sünen-i Ebi Davud, c.1, s.68, h.261
[167] Sahih-i Buhari, c.1,
s.108, Müsned-i Ahmed, c.6, s.331-335, Sahih-i Müslim, c.2, s.109, Sünen-i
Kübra, c.2, s.106
[168] Sahih-i Buhari, c.2,
s.64, Kitabu’s Salat
[169] El-İhticacati’l Aşere
Me’el Ulema-i Fiil Mekke ve Medine, Hz. Ayetullah Seyid Abdullah Şirazi, s.13-15
[170] Biharu’l Envar, c.85,
s.153
[171] Lima-ze Ehtertu
Mezhebet Teşeyyü, s.341-348
[172] el-hidaye, c.1,
s.47,el-Mecmu, c.3, s.311, el-Muğni, c.3, s.473, Şerh-i Nevevi li sahih-i
Muslim, c.3, s.5
[173] el-hidaye, c.1,
s.47,el-Mecmu, c.3, s.311, el-Muğni, c.1, s.473, Feth’ul Kadir, c.1, s.201
[174] el-Hideye, c.1, s.47, Şerh’u Feth’ul Kadir, c.1, s.101, el-Muğni, c.1, s473
[175] el-Hidaye, c.1, s.47,
el-Mecmu, c.3, s.311, el-Muğni, c.1, s.473
[176] Muhammed b. Salih,
Durus ve Fetava fi’l Harem’il Mekki, .s.26
[177] - ibni
Hacer, Feth-ul Bari fi serhi Sahih-i Buhari, c. 2, s. 224, Bab-u vez’ul yumna
elel yusra- Süneni Kübra, Beyhaki, c. 2, s. 28, h. 3 Bab’u vez’ul yumna elel
yusra fis- selat
[178] -Masuma
nisbet verilmeyen rivayetlere merfu denir.
[179] -Sahih-i
Müslim, c.1, s. 301,kitabus- Selat b. 15
[180] -Süneni
Beyhaki, c. 2, s. 28
[181] -Süneni
Beyhaki, c. 2, s. 28, Bab-u Vez’i yedil yumna elel yusra, h. 5
[182] -Vesail-us
Sia, c. 4, bab. 15, h. 7
[183] -Süneni
Beyhaki, c. 2, s. 72, 73, 101, 102, Süneni Ebi Davud, c. 1, s. 194, bab-u
iftitahus- Selat, h.730,736, Süneni Tirmizi, c. 2, s. 98, bab-u Sifet-us Selat
[184] el-Lübab, c.1,
s.185-187.
[185] eş-Şerhu-s Sağir,
c.1, s.487-492, eş-Şerh’ul Kebir, c.1, s.368. Bidayet-ul Müctehid, c.1,
s.165-167.
[186] el-Mecmu, c. 8, s.
253-269., el-Mühezzeb, c. 1, s.104, Muğnil Muhtac, c.1, s.271-275.
[187] Keşşaf’ul Kına, .c2,
s.3-8, el-Muğni, .c2, s.273-281.
[188] Muvatta, Kitabu’s
Salat, s.125. h.178. Sahih-i Müslim;c.22, s.151. Bab-u Cem’us Salateyeyn fil
hezer.
[189] Muvatta Kitab-us
Salat, s.134, h.176, Sahih-i Müslim, c.2, s.152.
[190] Muvatta Kitab-us
Salat, s.125, h.177
[191] Muvatta Kitab-us
Salat, s.124, h.175
[192] Muvatta Kitab-us
Salat, s.125, h.179
[193] Muvatta Kitab-us Salat, s.125, h.181
[194] Muvatta Kitab-us
Salat, s.125, h.181
[195] Sahih-i Müslim, c.2,
s.153, Seferi olmadan iki namazı birlikte kılma bölümü.
[196] Müsned-i Ahmed, c.1,
s.251
[197] Şerh-i Muvatta,
Zerkani, c.1, Bab-u Cem’us Selateyn fil Hezar
ves-sefer, s.294
[198] Şerh-i Muvatta,
Zerkani, c.1, Bab-u Cem’us Selateyn fil Hezar
ves-sefer, s.294
[199] Sahih-i Müslim, c.2,
s.151, Bab-u el-Cem’u beyne-s Salateyn
[200] Sahih-i Müslim, c.2,
s.152
[201] Sahih-i Müslim, c.1,
s.140 Akşam namazı vakti bölümü
[202] Sahih-i Müslim, c.2,
s.153, Bab-u Cem’u beyne-s Selateyn fi’l Hezar
[203] Sahih-i Müslim, c.2,
s.151
[204] Muvatta Malik, s.125,
h.180
[205] Kenz-ul Ummal,
Kitab-us selat, Bab-ı Cem, c.8, s.246
[206] Sahih-i Müslim, Bab-u
el-Cem’u beyne-s Salateyn
[207] Sahih-i Müslim, c.2,
s.159, Seferi olmadan iki namazı birlikte kılma bölümü.
[208] Sahih-i Müslim, c.2,
s.159, Seferi olmadan iki namazı birlikte kılma bölümü.
[209] Şerh-i Muvatta Malik,
c.1, s.263, Bab-u Cem’us Beyne-S Selatayn.
[210] Fahri Razi Tefsir-i
Kebirde Abdest ayetini tefsir ederken yukarıdaki mezkur iki kişinin ismini
getirmiştir. Güya, onlar ayetle hadis çakıştığından dolayı şaşkınlıkta kalarak
hem meshetmeyi ve hem de yıkamayı gerekli görmüşlerdir.
[211] Fütuhat-ı Mekkiye,
c.1, s.448
[212] Sahih-i Buhari, c.1,
s.48,51,52
[213] Sahih-i Buhari, c.1,
s.48,51,52
[214] Sahih-i Buhari, c.1,
s.48,51,52
[215] Mesabih-us Sünnet, c.1, s.30
[216] Biz daha önce ‘ercul’
kelimesinde ki amilin ‘vemsehu’ olup da ‘feğsilu’ olmadığını delilleriyle izah
ettik. Bknz.s...
[217] Fahri Razi, Tefsiri
Kebir, c.3, s.370, Maide Süresi, 6. Ayetin tefsirinde
[218] Guniyet-ul
Mutemelli-il Kebir, s.16
[219] Şerh-i Sünen İbni
Mace, c.1, s.88 (Ayakları yıkama konusu)
[220] İbni Hemmam, c.1,
s.17-21
[221] Füru-u Kafi, c.1,
s.8-9
[222] Tefsir-i Kebir, c.3,
s.371
[223] İrşad-us Sari, c.2,
s.4
[224] Tefsir-i
Fahri Razi, c.3, s.371
[225] Kenz-ul Ummal, c.5,
h.2213, c.5, h.2211, c.9, s.433 h.26840 ve 26842
[226] Kenz-ul Ummal, c.5,
h.2213, c.5, h.2211, c.9, s.433 h.26840 ve 26842
[227] Kenz-ul Ummal, c.9,
s.434, h.26852
[228] Sünen-i İbni Mace,
c.1, s.156, h.458, Kitab-ut Teharet
[229] Sünen-i İbni Mace,
c.1, s.156, h.459-460, Celaleddin Suyuti, Tefsir-i dur’rul Mensur, c.2, s.264,
bab, 57
[230] Sünen-i İbni Mace,
c.1, s.156, h.459-460, Celaleddin Suyuti, Tefsir-i dur’rul Mensur, c.2, s.264,
bab, 57
[231] Nisa, 2. ayet
[232] Ceziri, El-Fıkhu Elel
Mezahib-il Erbaa-Muhammed Cevad
Muğniye, El-Fıkhu Elel Mezahib-il Hamse, s.39
[233] Zehair-ul Ukba, s.172
[234] Nur-ul Ebsar, s.47
[235] Şerhi Nehcul Belağa,
c.1, s.356
[236] Şerhi Nehcul Belağa,
.c1, s.356-364
[237] Es-Sahih Min Siyre,
c.2, s.156
[238] Muhammed Peygamberi
ez Nu bayed Şihant, s.117
[239] Muhammed Sitareiki
der Mekke direhşid, s.14
[240] Mecalis-u Muminun,
c.1, s.164
[241] el- Muhteser fi
Ehbar-il Beşer, .c1, s.120
[242] Bu şiir çok uzun
şiirdir. İbni Hişam Siresinin, c.1, s.286-298’de o şiirden 94 beytini zikretmiş
ve bence bu kasideden 94 beyti sahihtir demiştir.
İbni Kesir kendi tarihinde, c.3, s.53-57’de ondan 92 beyit zikretmiştir. Ama Ebu Hefan Abdi Divan-ı Ebu Talip’de, s.3-12’de kasidenin tamamının 111 beyit olduğunu nakletmiştir.
[243] Şerh-i Nehcul Belağa,
c.14, s.71
[244] Musterdek-i Hakim,
c.2, s.623
[245] Şerh-i Nehcul Belağa,
İbni Ebil Hadid, c.14, s.72, Siyre-i İbni Hişam, c.1, s.373, Büluğ-ul Edep, .c1,
s.325, Tarihi İbni Kesir, c.3, s.87
[246] Şerh-i Nehcul Belağa,
İbni Ebil Hadid, c.14, s.74
[247] Divan-ı Ebu Talib,
s.75
[248] Şerh-i Nehcul Belağa,
İbni Ebil Hadid, c.14, s.78, Divan-ı Ebu Talib, s.75
[249] Siyre-i Halebi,
Halebi Şafii, c.1, s.383-Tarih’ul Hemis, c.1, s.339
[250] Siyre-i Halebi,
Halebi Şafii, c.1, s.382
[251] Nihayet-ut Taleb ve
Gayet-üs Süal fi Menakib-i Al-ir Resul, İbrahim b. Ali b. Muhammed Dinveri,
Seyyid b. Tavus’un Teraif’inin, s.458’den naklen.
[252] Şerh-i Nehc-ul
Belağa, İbni Ebil Hadid, c.14, s.76.
[253] Emali Saduk, 89.
Meclis, h-12-13, Revzet-ül Vaizin, c.1, s.139
[254] Mecme-ul Beyan,v c.4,
s.287, Usul’u Kafi, Ebvab-u Tarih, s.340, El-Gadir, c.7, s.336
[255] Şerh-i Nehc-ul
Belağa, İbni Ebil Hadid, c.14, s.68
[256] Mecalis-ul Müminin,
Şüşteri, c.1, s.136
[257] Ebu Talib Mümin-i
Kureyş
[258] Tarih-i Yakubi, c.2,
s.35 Emali Saduk, Meclis 63, s.243
[259] Kenz-ul Ummal, c.12,
s.82
[260] İmanı Ebu Talib,
Kitab-ul Hüccet, s.61-76
[261]El-Gadir, c.7, s.397
[262] Şerh-i Nehc-ul
Belağa, İbni Ebil Hadid, .c3, s.312
[263] Tarih-i Yakubi, c.2,
s.20
[264] Ebu Talib Mümin-i
Kureyş, s.269
[265] Kitab-ul Hüccet,
s.363
[266] Esna-l Metalib fi
necatı Ebi Talib, s.12, Ebu Talib, Mümini Kureyş, s.152
[267] Rahmet-i Alemiyan,
s.108
[268] Ravzet-ül Vaizin,
c.1, s.311
[269] Emali ŞeyhTusi, c.1,
s.311
[270] Emal-i Şeyh Saduk,
Meclis.89, s.366, Şerhi Nehc-ul Belağa, Hadid, c.14, s.70
[271] Yenabi-ul Mevedde, Kunduzi Hanefi, bab.52, s.152-153
[272] Şerh-i Nehc-ul
Belağa, İbni Ebil Hadid, .c14, s.84
[273] Şerh-i Nehc-ul
Belağa, İbni Ebil Hadid, .c14, s.78
[274] Ebul Fida,
El-Muhteser fi Ahbar-il Beşer, c.1, s.120
[275] Süberavi El-İthaf bi
Hubbil Eşraf, s.11
[276] Zehebi, Tarih-i
İslam, c.1, s.135
[277] Şüberavi, el-İthaf bi
hubbil Eşraf, s.9, Şerh-i Nehc-ul Belağa, c.14, s.69
[278] İman-ı Ebu Talib,
Kitab’ul Hüccet, s.61, 61-76
[279] El-Gadir, c.7, s.372
ve 399
[280] Ebu Talib Mu’mini
Kureyş, s.258
[281] Üsd-ul Gabe, .c1,
s.19
[282] Siyret-ul Mustafa, s.
216-219
[283] Siyret-ul Mustafa, s.
216-219
[284] El-Füsul Muhtare,
s.80, Kemal-ud Din, Şeyh Saduk, s.103
[285] Sire-i İbni Hişam,
c.1, s.38-62-Büluğ-ul Arab, Alusi, c.1, s.250
[286] Kemal-ud Din, s.104,
Tefsir-i Burhan, c.3, s.795
[287] Şerh-u Nehc’ul
Belağa, İbni Ebil Hadid, c.3, s.312
[288] El-İstiab, c.2,
s.509, Zehair-ul Ukba, s.222
[289] El-Hüccet-u Ele-z
Zahib, s.361
[290] -Sahih-i Buhari, c.4,
s. 208 Kitab-ul Hums bab-ul feraiz
[291] -Sahih-i Buhari, c.5,
s. 382, Kitab-ul Meğazi babu gazvet-u Hayber
[292] -Sahih-i Buhari, c.8,
s. 202, Kitab-ul İsti’zan
[293] -Sahih-i Buhari, c.5,
s. 75, Kitab-ul Fezail-us Sahabe, bab-ı Menakıbı Fatıma
[294] -Sahih-i Buhari, c.
5, s. 74
[295] -Menal-ut Talib fi
şerhi tevalil Geraib, İbni Esir, s. 504
[296] Neml-16
[297] Meryem-6,7
[298] Şerh-i Nehcul Belağa,
ibni Ebil Hadid, c.16, s.284
[299] Sahih-i Buhari, c.9,
s.145, Kitabu’l Fiten
[300] Sahih-i Müslim, c.4,
s.517, Kitab-ul İmare
[301] Müsned-i Ahmed, c.3,
s.476
[302] Bihar-ul Envar, .c23,
s.78
[303] Sahih-i Buhari, c.5,
s.382, Kitab-ul Meğazi, bab-u gazvetu Hayber
[304] Sahih-i Buhari, c.8,
s.202 Kitab-ul İstihzan
[305] Sahih-i Buhari, c.5,
s.747, Kitab-ul Fezailus Sahabe
[306] Sahih-i Buhari, c.5,
s.747, Kitab-ul Fezailus Sahabe
[307] el-Fıkhu Ela-l
Mezahib-ul Hamse, Muhammed Cevad Muğniye, s.224
[308] Bakara-196
[309] Buhari, Kitab-ul Hac,
Feth-ul bari, c.4, s.168-169, Müsned-i Ahmed, c.1, s.249
[310] Sahih-i Buhari, c. 1,
s. 186- Sünen-i Ebi Davud, c. 2, s. 159- Sünen-i Beyhaki, c.5, s. 13
[311] Sünen-i Ebi Davud,
c.1, s. 159
[312] Sahih-i Buhari, c.1,
s. 189- Sünen-i Beyhaki, c.4, s. 356
[313] Sünen-i Beyhaki, c.
5, s.4
[314] Sünen-i Ebi Davud,
c.2, s.182, Sünen-i İbni Mace, s.1022, Müsned-i Ahmed, c.3, s.32, Sünen-i
Daremi, c.3, s.44, Sünen-i Beyhaki, c.5, s.7, Sahih-i Buhari, c.4, s.166
[315] Sahih-i Buhari, c.1,
s.190
[316] Feth-ül Bari, c.17,
s.108-109
[317] Sünen-i Beyhaki, c.4,
s.356
[318] Bidayet-ü müctehitd,
c.1, s.346, Zad-ul Mead, c.2, s.205, Muğnii İbni Kuttame, c.7, s.527, Muhella,
İbni Hazim, c.7, s.107
[319] Müsned-i Ahmed, c.1,
s.92
[320] Sünen-i Nesai, c.2,
s.15, Müsned-i Ahmed, c.1, s.57, Tarih-i İbni Kesir, c.5, s.126
[321] Sahih-i Buhari, c.1,
s.190, Müsned-i Ahmed, c.1, s.136
[322] Muvatta Malik, c.1,
s.344, Sünen-i Nesai, c.2, s.15, Sünen-i Tirmizi, c.4, s.38, Sünen-i Beyhaki,
c.5, s.17
[323] Yenabi-ul Mevedde,
s.276, Müsned-i Ahmed’den naklen
[324] Duhan,29
[325] Tefsir-i Taberi,
c.25, s.124, Tefsir-i Dur-rul Mensur, c.5, s.749, Tefsir-i Ruh-ul Beyan, c.8,
s.413, Evalim-i Behrani, c.17, s.468
[326] Tefsir-i Salebi,
s.338, Sevaik-ul Muhrika, s.194, Tezkiret-ul Havas, s.274
[327] Sevaik-ul Muhrika,
s.194
[328] Kamil-i İbni Esir,
c.4, s.90
[329] Sevaik-ul Muhrika,
s.194
[330] Tezkiret-ul Hevas,
s.274
[331] Tefsir-i Salebi,
s.338. hattı. Sevaik-ul Muhrika, s194
[332] -Sevaik-ul Muhrika,
s. 194
[333] -Tezkiret-ul Havas,
s. 273, Nezm-u Durer-us Simtayn, s. 222
[334] -Nezm-u Durer-us Simtayn, s. 223, Yenabi-ul Mevedde, c. 2, s. 389
[335] -Hüseyin ve illeti
Mubgiyeyi İslam, s. 64
[336] -Felsefeyi şahadet ve
ezadari, s. 123-132
[337] -Zendegani-i Hz.
Hüseyin Seyyid İbni Tavus, s. 78
[338] -Muhammed Rıza
Hakimi, Mukaddimei Hemasei Horşid, s. 23
[339] Kıyam-ı Mukaddes, Hak
Şinas, s.154
[340] Felsefeyi Şehadet ve
Ezadarii Hüseyn, s.92-99
[341] Felsefeyi Şehadet ve
Ezadarii Hüseyin, s.106-109
[342] Tarih-i Edebii İran,
c.1, s.332-335
[343] Prof. Dr. Vehve
Zuhayli, İslam fıkhı ansiklopedisi, c.3, s.127-130
[344] Sahih-i Müslim, c.2,
s.793, Muvatta Malik, c.1, s.219
[345] Sahih-i Müslim, c.2,
s.794
[346] Sahih-i Müslim, c.2,
s.794
[347] Tahrir-ul Vesile,
c.1, s.553, İmam Humeyni
[348] El-Urevet’ul Vuska,
c.2, s.70
[349] Cevahir-ul Kelam,
c.17, s.107, Furu-u Kafi, c.4, s.146
[350] Furu-u Kafi, c.4,
s.147
[351] Furu-u Kafi, c.4,
s.147
[352] Furu-u Kafi, c.4,
s.148
[353] Furu-u Kafi, c.4,
s.148
[354] İstiska lugatta,
sulamayı istemektir. Şer’an istiska; kulların ihtiyacı olduğu zamanlarda Allah’u
Teala’dan yağmur yağdırmasını hususi bir şekilde istemektir.
[355] Sahih-i Buhari, c.1,
s.233, Kitab-ul Salatu-t Teravih, Sahih-i Müslim, c.1, s.283, Kitab-u Salatul ve
kesruha, babu Terğibu fi kıyami Remazan ve huve-t teravih
[356] Sahih-i Buhari,c.1,
s.342
[357] Ahzab, 36
[358] Şura, 51
[359] Maide,67
[360] Al-i İmran, 7
[361] Nahl, 44
[362] Tevbe, 101
[363] Sahih-i Müslim, Şerhi Nevevi, c.1, s.28
[364] Feth, 18
[365] Feth, 10
[366] Sahih-i Buhari, c.9,
s.144, Kitab-ul fiten
[367] Sahih-i Buhari,c.9,
s.144, Kitab-ul fiten
[368] Sahih-i Buhari, c.9,
s.315, Kitab-ul İtisam bil kitab ve-s sünnet
[369] Cuma,11
[370] Sahih-i Buhari, c.6,
s.67, Kitab-ul Tefsir
[371] Sahih-i Buhari, c.4,
s.47, Kitab-ul Cihad
[372] Tevbe, 67-68
[373] Enfal, 67-68
[374] Sahih-i Buhari, c.6,
s.397, Kitab-ut Tefsir
[375] Sahih-i Buhari, c.3,
s.508, Kitab-uş Şahadet
[376] Sahih-i Buhari,c.5,
s.57, Kitabu Fezailu-s Sahabe,
[377] Sahih-i Buhari, c.4,
s.260, Kitab-ul Hums
[378] Tahrim, 4-5, 9-10
[379] Sahih-i Buhari, c.7,
s.489, Kitab-ul libas
[380] Sahih-i Buhari, c.6,
s.404, Kitab-ut tefsir
[381] Sahih-i Buhari, c.3,
s.454, Kitab-ul Hibe
[382] Ahzab,51
[383] Sahih-i Buhari, c.6,
s.295, Kitab-ut Tefsir
[384] Sahih-i Buhari, c.6,
s.295, Kitab-ut Tefsir
[385] Sahih-i Buhari, c.5,
s.104, Kitab-u Menakib-ul Ensar
[386] Müstedrek-i Hakim,
c.3, s.151
[387] Mecme’uz Zevaid-i
Haysemi, c.9, s.168
[388] Bakara,3
[389] İlzam-un Nevasib,
c.2, s.340
[390] Al- İmran, 81
[391] Tefsir-i Ayyaşi, c.1,
s.181, Tefsir-i Burhan, c.1, s.295
[392] Tefsir-i Burhan, c.1,
s.295, Tefsir-i Ayyaşi, c.1, s.181
[393] A’raf, 127
[394] Tefsir-i Burhan c.2,
s.27, Nur-us Sakaleyn, c.2, s.57
[395] Bihar-ul Envar,c.53,
s.108
[396] Tevbe,33
[397] Yunus,39
[398] İlzam-un Nevasib,
c.2, s.344, Bihar-ul Envar, c.53, s.51
[399] Tefsir-i Burhan, c.2,
s.186
[400] Yunus,54
[401] Bihar-ul Envar, c.53,
s.51, Tefsir-i Safi, c.2, s.406
[402] Hicr, 36-38
[403] Bihar-ul Envar, c.53,
s.42, Tefsir-i Burhan, c.2, s.343
[404] Nahl, 38
[405] Nur’ul Sakaleyn, c.3,
s.54, Tefsir-i Burhan, c.2, s.368
[406] Enbiya,35
[407] Bihar-ul Envar, c.53,
s.66, Tefsir-i Nur-us Sakaleyn, c.3, s.429
[408] Enbiya,95
[409] Tefsir-i Burhan, c.3,
s.71, Bihar-ul Envar, c.53, s.61
[410] Mecme-ul Beyan, c.7,
s.62, Tefsir-i Safi, c.3, s.354
[411] Tefsir-i Ebu’l Fütuh,
c.7, s.107
[412] Bihar-ul Envar, c.93,
s.86
[413] Nur, 55
[414] Mecme-ul Beyan, c.7,
s.152
[415] Neml, 82
[416] Tefsir-i Burhan, c.3,
s.209, Tefsir-i Safi, c.4, s.75
[417] Bihar-ul Envar, c.40,
s.38, Besair-ud Derecat, s.150
[418] Bihar-ul Envar, c.52,
s.194, Kemal-ud Din, c.2, s.527
[419] Bihar-ul Envar, c.41,
s.5, Menakıb-i Al-i Ebi Talib, c.1, s.320
[420] Menakıb-i Ali Ebi
Talib, c.2, s.579, Bihar-ul Envar, c.39, s.244
[421] Tefsir-i Keşşaf, c.3,
s.384, Tefsir-i Durr-ul Mensur, c.5, s.116
[422] Sünen-i İbni Mace,
c.2, s.1353
[423] Müstedrek-i Hakim,
c.4, s.484, Tefsir-i Keşşaf, c.3, s.384
[424] Tefsir-i Durr-ul
Mensur, c5, s.116, Tefsir-i Keşşaf, c.3, s.384
[425] Tefsir-i Keşşaf, c.3,
s.384, Sünen-i Tirmizi, c.5, s.340
[426] Kenz-ul Ummal, c.4,
s.258, Sahih-i Müslim, c.1, s.138
[427] Tefsir-i Keşşaf, c.3,
s.384
[428] Sünen-i Tirmizi, c.4,
s.477, Sünen-i Ebi Davud, c.2, s.212
[429] Neml, 83
[430] Bihar-ul Envar, c.53,
s.51, Kehf, 47
[431] Bihar-ul Envar, c.93,
s.86
[432] Mecalis, s.130,
Bihar-ul Envar, c.53, s.131, El-Gadir, c.2, s.258
[433] Mecalis, s.130,
Bihar-ul Envar, c.53, s.131, El-Gadir, c.2, s.258
[434] Nur-us Sakaleyn, c.4, s.100
[435] Cevami-ul Cami,
c.341, Nur-us Sakaleyn, c.4, s.101
[436] Bihar-ul Envar, c.53,
s.89, Tefsir-i Burhan, c.4, s. 12
[437] Mumin,11
[438] Tefsir-i Safi, c.4,
s.336, Bihar-ul Envar, c.53, s.56
[439] Bihar-ul Envar, c.53,
s.144
[440] Mecme-ul Beyan, c.8,
s.516
[441] El-Mizan, c.17, s.331
[442] Bihar-ul Envar, c.53,
s.116, Tefsir-i Burhan, c.4, s.93
[443] El-İykaz, s.84
[444] Şura, 44
[445] Casiye, 14
[446] Tefsir-i Kebir, c.27,
s.262, Tefsir-i Ebi’l Fütuh
[447] İlzam-un Nevasib,
c.2, s.350
[448] Bakara, 56
[449] Bakara,72-73
[450] Bakara,243
[451] El-Mizan, c.2, s.283,
Tefsir-i Burhan, c.1, s.234
[452] Bakara,259
[453] Mecme-ul Beyan, c.1,
s. 370, Tefsir-i Safi, c.1, s.269
[454] Bakara,260
[455] Tefsir-i Safi, c.1,
s.270, Tefsir-i Burhan,c.1, s.250
[456] Al-i İmran, 49
[457] Tefsir-i Ayyaşi, c.1,
s.174, Tefsir-i Burhan, c.1, s.284
[458] Kehf, 19
[459] Tefsir-i Safi, c.3,
s.237, Bihar-ul Envar, c.53, s.129
[460] Bihar-ul Envar, c.53,
s.46
[461] Nehc-ul Belağa, c.2,
s.23, 129. Hutbe
[462] Bakara,254
[463] Bakara,255
[464] Zuhruf,67
[465] Bakara,48
[466] Bakara,123
[467] Bakara,47-122
[468] Maide;18
[469] Bakara,111
[470] Bakara,111-112
[471] Bakara,80
[472] Tefsir-i Keşşaf, C.1,
s.215, Mecme-ul Beyan, c.1, s.103
[473] A’raf, 53
[474] Şuara,98-101
[475] Müddessir, 46-48
[476] En’am, 94
[477] Yunus,18
[478] Rum,13
[479] Zumer,43
[480] Yasin, 23
[481] İnfitar, 19
[482] Bakara,166
[483] En’am, 94
[484] Yunus,30
[485] Bakara,48
[486] Bakara,254
[487] Duhan,41
[488] Mumin, 33
[489] Saffat, 25-26
[490] Yunus,18
[491] Şuara,100-101
[492] Tefsir-i Mizan, c.1,
s.156-157
[493] En’am,51
[494] En’am,70
[495] Secde,4
[496] Zumer,44
[497] Bakara,255
[498] Yunus, 3
[499] Meryem, 87
[500] Taha,109
[501] Sebe,23
[502] Zuhruf, 86
[503] Enbiya,26-28
[504] Necm,26
[505] Mümin,7
[506] Bakara,48
[507] Sünen-i İbni Mace,
c.2, s.1440, Müsned-i Ahmed, c.1, s.281, Muvatta Malik, c.1, s.166, Sünen-i
Tirmizi, c.5, s.238, Sünen-i Daremi, c.2, s.328, Sahih-i Müslim, c.1, s.130,
Sahih-i Buhari, c.8, s.170.
[508] Müsned-i Ahmed, c.1,
s.301, Sünen-i Nesai, c.1, s.172, Sünen-i Daremi, c.1, s.323, Sahih-i Buhari,
c.1, s.92, 119
[509] Müsned-i Ahmed, c.2,
s.426
[510] Müsned-i Ahmed c.2,
s.526, Sünen-i Tirmizi, c.4, s.365
[511] Sünen-i Tirmizi, c.2,
s.248, Sünen-i Daremi, c.1, s.26-27
[512] Müsned-i Ahmed,c.2,
s.307 ve 518
[513] Sünen-i İbni Mace,
c.3, s.1441
[514] Müsned-i Ahmed, c.6, s.428
[515] Sahih-i Buhari, c.1,
s.36
[516] Sahih-i Müslim, c.1,
s.130, Sünen-i Daremi, c.1, s.27
[517] Senin-i İbni Mace,
c.2, s.1444
[518] Sünen-i Tirmizi, c.5,
s.247, Sünen-i İbni Mace, c.2, s.1443
[519] Sünen-i İbni Mace,
c.2, s.1440, Sahih-i Müslim, c.7, s.59
[520] Müsned-i Ahmed, c.5,
s.347
[521] Sünen-i Tirmizi, c.4,
s.114, Sünen-i İbni Mace, c.2, s.1443, Müsned-i Ahmed, c.4, s.434, Sünen-i Ebi
Davud, c.2, s.537
[522] Sünen-i İbni Mace,
c.2, s.1441
[523] Maide, 118
[524] Müsned-i Ahme
d, c.5, s.149
[525] Sahih-i Buhari, c.9,
s.160, Müsned-i Ahmed, c.3, s.94
[526] Sahih-i Müslim, c.1,
s.122, Sahih-i Buhari, c.8, s.143
[527] Sünen-i İbni Mace,
c.2, s.1443
[528] Sünen-i Nesai, c.2,
s.181
[529] Müsned-i Ahmed, c.5,
s.43
[530] Müsned-i Ahmed, c.3,
s.325
[531] Müsned-i Ahmed, c.3,
s.12
[532] Müsned-i Ahmed, c.3,
s.26
[533] Müsned-i Ahmed, c.3,
s.79, Sünen-i İbni Mace, c.2, s.1441
[534] Müsned-i Ahmed, c.3,
s.345
[535] Sünen-i Ebi Davud,
c.2, s.15, Müsned-i Ahmed, c.4, s.131
[536] Sünen-i Tirmizi, c.4,
s.245, Sünen-i İbni Mace, c.1, s.78, Müsned-i Ahmed, c.1, s.148
[537] Müsned-i Ahmed, c.2,
s.89
[538] Sünen-i Daremi, c.2,
s.328, Sünen-i Tirmizi, c.4, s.46, Sünen-i İbni Macem, c.2, s.1444, Müsned-i
Ahmed, c.5, s.43
[539] Müsned-i Ahmed, c.4,
s.212
[540] Müsned-i Ahmed, c.5,
s.257
[541] Müsned-i Ahmed, c.5,
s.43, Sünen-i Tirmizi, c.4, s.46
[542] Sünen-i İbni Mace,
c.2, s.1215
[543] Muvatta Malik, c.2,
s.201, Müsned-i Ahmed, c.2, s.133
[544] Müsned-i Ahmed, c.3,
s.500
[545] Müsned-i Ahmed, c.4,
s.108
[546] Sahih-i Buhari, c.1,
s.159, Sünen-i İbni Mace, c.1, s.239, Sünen-i Tirmizi, c.1, s.136
[547] Sünen-i Ebi Davud,
c.1, s.124, Sahih-i Müslim, c.2, s.4, Sünen-i Tirmizi, c.5, s.246
[548] Müsned-i Ahmed, c.1,
s.72
[549] Müsned-i Ahmed, c.6,
s.448, Sahih-i Müslim, c.8, s.24
[550] Müsned-i Ahmed, c.5,
s.251
[551] Müsned-i Ahmed, c.2,
s.199
[552] Müsned-i Ahmed, c.2,
s.174
[553] Menakıb-i İbni Şerhi
Aşub, c.2, s.15
[554] Men La Yehzeruh-ul
Fakih, c.1, s.155
[555] Men La Yehzeruh-ul
Fakih, c.3, s.376
[556] Menakib, c.2, s.14
[557] Mecme-ul Beyan, c.1,
s.104
[558] Mecme-ul Beyan, c.1,
s.104
[559] Emal’i Saduk, s.291
[560] Hisal-ı Saduk, s.264
[561] Hisal-ı Saduk, s.156
[562] Hisal-ı Saduk, s.355
[563] Mehasin-i Berki,
s.184
[564] Tahzib, c.1, s.455
[565] Menakib, c.2, s.14
[566] Menakib-i İbni Şehr-i
Aşub, c.2, s.14
[567] Sifet-uş Şia, Saduk,
s.181, s.14
[568] Emali-i Saduk, s.177
[569] Mehasin-i Borki,
s.184
[570] Mehasin-i Borki;
s.183, Bihar-ul Envar, c.8, s.41
[571] Sevab-ul Amal, s.251
[572] Mehasin-i Borki,
s.184
[573] Bihar-ul Envar, c.8,
s.56
[574] Usul-u Kafi, c.3,
s.270
[575] Uyun-u Ahbar-ur Rıza,
c.2, s.66
[576] Uyun-u Ahbar-ur Rıza,
c.2, s.24
[577] Bihar-ul Envar, c.8,
s.44
[578] İsra,79
[579] Münafikun, 5
[580] Bakara,255
[581] Müddessir, 40-48
[582] Maide,64
[583] Rahman,29
[584] Ra’d, 39
[585] Ra’d, 7, 27
[586] Ra’d, 38-40
[587] Şuara,120-121
[588] Şuara, 139
[589] A’raf, 133
[590] İsra,90-92
[591] Her iki rivayette
Taberi yukarıdaki ayetin tefsirinde zikretmiştir. Ebu Vail Şakik b. Seleme Esedi
Küfe’lidir. Onun hayatı ‘Tahzib-ut Tahzib’’in c.10, s.354’de şöyle
naklolunmuştur. O güvenilir birisidir. Hem cahilliye dönemini ve hem de İslam
dönemini derk etmiştir. Sahabe ve tabiinin döneminde yaşamış ve Ömer b. Abdul
Aziz’in hilafet döneminde 100 yaşında iken vefat etmiştir.
[592] Bihar-ul Envar, c.98,
s.162
[593] Sahih-i Buhari,
c.3,s.34, Kitab-ul Adab, bab,12-13, Sahih-i Müslim, s.1982, h.20 ve 21, bab,
Silet-ur Rehm, Müsned-i Ahmed, c.3, s.248, 266.
[594] En’am, 2
[595] Tefsir-i Kurtubi,
c.9, s.329-331
[596] Sünen-i İbni Mace’nin
mukaddemesi, bab-10, s.90
[597] Tefsir-i ibni Kesir,
c.2, s.519
[598] Tefsir-i Kurtubi,
c.2, s.329
[599] Tefsir-i Taberi,
c.13, s.111, Tefsir-i Suyuti, c.4, s.65
[600] Yunus, 98
[601] A’raf, 142
[602] Bakara,51
[603] Ra’d, 11
[604] A’raf, 96
[605] Müsned-i Teyalisi,
s.350, h.2692, Müsned-i Ahmed, c.1, s.251, 298 ve 371, Tabakat-ı İbni Sa’d, c.1,
s.7-9, Sünen-i Tirmizi, c.11, s.196-197
[606] Durr’ul Mensur, c.3,
s.66
[607] Sahih-i Müslim, c.5,
s.142, Kitab-ul birr ves-sile vel-edeb
[608] Sahih-i Buhari, c.8,
s.6, bab-ı Men bu site lehu fir-rızk bi siletin
[609] Sahih-i Buhari, c.4,
s.208
[610] Sahih-i Buhari,c.4,
s.250, Bab-um Mirac, Sahih-i Müslim, c.1, s.101
[611] Sahih-i Buhari, c.4,
s.250, Bab-ul Mirac, Sahih-i Müslim, c.1, s.101
[612] Bihar-ul Envar, c.4,
s.108
[613] Bihar-ul Envar, c.4,
s.108
[614] Bihar-ul Envar, c.4,
s.108
[615] Bihar-ul Envar, c.4,
s.108
[616] Bihar-ul Envar, c.4,
s.99
[617] Bihar-ul Envar, c.4,
s.102
[618] Münafikun, 11
[619] Bihar-ul Envar, c.4,
s.102
[620] Bihar-ul Envar, c.4,
s.102
[621] -Bihar-ul Envar, c.
4, s. 111
[622] -Emali-i Şeyh Saduk,
s. 600
[623] - Bihar-ul Envar, c.
14, s. 491
[624] - Usul-u Kafi, c. 2,
s. 470
[625] -Sahih-i Buhari, c.
4, s. 208
[626] - Tarık suresi, 15-16
[627] - Neml suresi, 50
[628] - Nisa suresi, 140
[629] - Tevbe suresi, 67
[630] - Bihar-ul Envar, c.
4, s. 111
[631] - Seba suresi, 24
[632] - Sahih-i Buhari, c.
8, s. 105, Sahih-i Müslim, c. 3, s. 1453
[633] - Sahih-i Buhari, c.
8, s. 127
[634] - Müsned-i Ahmed, c.
5, s. 92
[635] - Sahih-i Müslim, c.
3, s. 1452, kitab-ı İmaret
[636] - Müstedrek-i Hakim,
c. 4, s. 501
[637] - Sahih-i Müslim, c.
3, s. 1452
[638] - Müsnedi Ahmed b.
Hanbeli, c. 5, s. 89-92-94-99-108
[639] - Sünen-i Tirmizi, c.
2, s. 35
[640] - Sevaik-i İbni
Hacer, s. 113
[641] - Yenabi-ul Mevedde,
s. 444, bab, 77
[642] - Yenabi-ul Mevedde, s. 444, bab, 77
[643] - Şura suresi, 23
[644] - Yenabi-ul Mevedde,
Kunduzi, s. 446
[645] - Mektel-ul Harezmi,
c.1, S. 96, Sırat-ul Mustakim, Beyazi, c. 2, s. 143, Bihar-ul Envar, c. 36, s.
262
[646] - Mektel-ul Hüseyn,
Harezmi, s. 145
[647] - Yenabi-ul Mevedde,
Kunduzi Hanefi, bab. 1, s. 441
[648] - Yenabi-ul Mevedde,
Kunduzi Hanefi, s. 3- 442
[649] - İhkak-ul hak, c.13,
s.79, Menakib-i Zamehşeriden naklen Mektal-u Harezmi, c.
1, s. 59, Yenabi-ul Mevedde, s. 93
[650] - Menakib-i Harezmi,
s. 75, h. 55, Müstedrek-i Hakim, c. 3, s. 139, h. 240
[651]- Fezail-i Ahmed, s.
181, h. 253, Şerh-i Nehc-ül Belağa, c. 9, s. 170, Hilyet-ül Evliya, c. 1, s. 86,
Kenz-ul Ummal, c. 12, s. 103
[652] - Şerh-i Sünen-i
Tirmizi, c. 9, s. 68-69
[653] - Sahih-i Müslim,
Şerhi Nevevi, c.12, s. 201, Sahih-i Buhari, Feth-ul Bari, c. 16, s. 339-341
[654] - Feth-ul Bari, c.
16, s. 338 ve 341, Şerh-i Nevevi- Sahih-i Müslim, c. 12, s. 203, Tarih-ul
Hülefa, s. 12
[655] - El-Bidaye ven
Nihaye, İbni Kesir, c. 6, s. 249
[656] - Feth-ul Bari, c.
16, s. 341
[657] - El- Bidaye ven-
Nihaye, c. 6, s. 250
[658] - Feth-ül Bari, c.
16, s. 340
[659] - Feth-ul Bari, c.
16, s. 340
[660] - Feth-ül Bari fi
Şerh-i Sahih-i Buhari, c. 16, s. 341
[661] - Sevaik-ul Muhrika,
s. 21
[662] - Feth-ül Bari, c.
16, s. 338-339
[663] - Kenz-ul
Ummal, c. 13, s. 27
[664] - Kenz-ul
Ummal, c. 13, s. 27
[665] - Kenz-ul
Ummal, c. 13, s. 27
[666] - Sahih-i Müslim, c.
6, s. 3
[667] - Sahih-i Müslim, c.
6, s. 4, Kenz-ul Ummal, c. 13, s. 27, h. 162
[668] - Mecme-ul Beyan, c.
10, s. 352
[669] - El- Gadir, c. 1, s.
239-246
[670] - Bakara suresi, 143
[671] - Sahih-i Müslim,
Sıfat-ul Ezan babı
[672] - Ebu Mehzure
hakkında naklettiklerimiz tarih ve rical alimleri tarafından kabul görmüştür. Bu
konuda İbni Hacerin El- İsabesine müracaat edebilirsiniz.
[673] - Muğnil Mutac, c. 1,
s. 133
[674] - İslam fıkhı
Ansiklopedisi, Vehbe Zuhayli, c. 1, s. 415-416
[675] - Sünen-i Ebi Davud,
c. 1, s. 134, Bab-ul ezan, h. 498
[676] - Sünen-i Ebi Davudi
c. 1, s. 145, Bab-u Keyf-ul ezan, h. 499, Sünen-i Tirmizi, c. 1, s. 359,
Kitabu-us Selat, Bab, 25, h. 189, Tirmizi bu hadisi sahih olarak nitelemiştir.
[677] - Necm suresi, 3-4
[678] - Enbiya suresi, 26
[679] - Ar’af suresi, 203
[680] - Yunus suresi, 15
[681] - Ahkaf suresi, 9
[682] - Kıyamet suresi,
16-19
[683] - Hakka suresi, 44-47
[684] - Al-i İmran suresi,
159
[685]- Müstedreki Hakim, c.
4, s. 348, Kitab-ul Feraiz
[686] - Hucurat suresi, 1-2
[687] - Vesail-uş Şia, Ezan
ve ikame babı
[688] - Müstedrek-i Hakim,
c. 3, s. 171, Kitabu marifet-us Sahabe
[689] - Kenz-ul Ummal, c.
6, s. 277, h. 397
[690] - Şerh-i Tecrid,
imamet konusunun son bölümleri.
[691] - Sire-i Halebi, c.
2, s. 110, Bab-ı Bid-ul ezan ve meşruiyyetuhu
[692] - Bakara suresi, 45
[693] - Maide suresi, 55
[694] - Tefsir-u Taberi, c.
6, s. 186, Ahkam-ul Kuran, Tefsir-u Cessas, c. 2, s. 542 Tefsir-u Beyzavi, c. 1,
s, 345, Tefsir-u Dür-rul Mensur, c. 2, s. 293
[695] - Kenz-ul Ummal,
Kitab-us Selat, c.4, s. 266, Süneni Beyhaki, c. 1, s. 424 Muvatta, Malik, c. 1,
s. 93
[696] - Kenz-ul Ummal, c.
8, s. 342, h. 23174
[697] - Kenz-ul İrfan, c.
2, s. 158, Sırat-ul Mustakim ve Cevahir-ul Ahbar vel- Asar, c. 2, s. 192, Şerh-u
Tecrid, Guşçi, s. 484
[698] - Kenz-ulUmmal, c. 8,
s. 355, h. 23242- 23243
[699] - Kenz-ul Ummal, c.
8, s. 355, h. 23242- 23243
[700] - Delail-us Sidg, c.
3, s. 93’den naklen
[701] - Al-i İmran suresi, 164
[702] - İ’lam-ul Müki’in,
c. 2, s. 208
[703] - Tarih-ul Fıkh-ul
İslami, s. 86
[704] - Mukaddime-i
İbni Haldun, s. 392
[705] - Saffat suresi, 83
[706] - Kasas suresi, 15
[707] - Beyyine suresi, 7
[708] - Dürr-ul Mensur, c.
8, s. 589
[709] - Fireg-uş Şia, s.
17-18
[710] - Ayan-uş Şia, c. 1,
s. 18-19
[711] - Beyyine suresi, 7
[712] - Tarih-i Hülefa,
Celaleddin Siyuti, s. 1-2
[713] - Eş-Şia vel-
Hakimun, Muhammed Cevad Muğniye, s. 149
[714] - Tarih-i Mes’udi, c.
3, s. 31, Tarih-i İbni Esir, c. 4, s. 275
[715] - Ayan-Uş Şia, c. 1,
s. 29
[716] - Tarih-uş Şia, s. 75
[717] - Tarih-ul Hülefa, s.
437
[718] - Tarih-i Temeddün-ü
İslami, Corci Zeydan, s. 587
[719] - Tarih-ul Hülefa, s.
369, Tarih-i Temeddün-ü İslami, s. 814-820
[720] - Eş- Şia vet
Teşeyyü, s. 177-188
[721] - Tarih-i Temeddün-ü
İslam, s. 822-825
[722] - Tarih-uş Şia, s. 192-194, Eş- Şia vel Hakimun, s. 190-193
[723] - Tarih-uş Şia, s. 214-219
[724] - Tarih-uş Şia, s. 220- 224, Şia der İslam, s. 31
[725] - Şia vel Hakimun, s. 194-197
[726] - Menakib-i Şafii, c. 1, s. 524
[727] - Tezkiret-ul Hifaz, c. 1, s. 224
[728] - Zür-ul İslam, c. 4, s. 96
[729] - Müstedrek-i Hakim, c. 1, s. 129
[730] - Hisal, c. 2, s. 584-585
[731] - Bihar-ul Envar, c. 28, s. 2-36
[732] - El- Ferg-u Beyn-el Firek, s. 5-7
[733] - Sünen-i Ebu Davud, Kitab-us Sünnet, s. 198, Sünen-i Tirmizi, c. 5, s. 26, h. 2641, Sünen-i İbni Mace, c. 2, s. 479
[734] - Ehsen-ut Tekasim fi marifet-il Ekalim, Şemsud Din Muhammed b. Ebi Bekr Beşari
[735] - Tevbe suresi, 80
[736] - Tefsir-ul Menar, c. 8, s. 221-222
[737] - Cami-ul Usul, c. 10, s. 407, Sünen-i Ebi Davud, c. 4, s. 198
[738] - Cami-ul Usul, c. 10, s. 408, Sünen-i Tirmizi, Kitab-ul İman, c. 5,
[739] - Müstedrek-i Hakim, c. 4, s. 430
[740] - Revzat-ul Cennat, s. 8
[741] - El- Cem’u Beyn-et Tefasir’den naklen
[742] - Tarih-i Taberi, Sirei İbni Hişam, akd-ul Ferid, c. 2, Sirei Halebi, c.
[743] - Kenz-ul Ummal, c. 1, s. 44, bab-ul İtisam bil kitab ves- Sünnet Sünen-i Tirmizi ve Nesai’den naklen
[744] - Müstedrek-i Hakim, c. 3, s. 151, Yenabi-ul Mevedde, s. 30, 370
[745] - Müstedrek-i Hakim, c. 3, s. 142
[746] - Eş- Şems-ul Münire, el yazması hattı, Astan-ı Kudsi Rezevi, Numara, 1706
[747] - Maide suresi, 64
[748] - Eş’eri der Ebane, s. 18
[749] - Hayat-ı Muhammed, s. 49
[750] - Kenz-ül Ummal, c. 10, s. 281, el-İsabe, c. 1, s. 1801
[751] - Al-i İmran suresi, 190-191
[752] - Zümer suresi, 17-18
[753] - Kamil-i İbni Esir, c. 5, s. 294
[754] - Fihrist-i İbni Nadim, s. 303
[755] - Usul-u mantık vel Kelam, Celaleddin Siyuti, s. 7-8
[756] - Nisa suresi, 65
[757] - Sirei İbni Hişam, c. 2, s. 316-317
[758] - Al-i İmran suresi, 159
[759] - Sahih-i Buhari, c. 1, s. 30, Kitab-ul ilm
[760] - Tebagat-ı İbni Sad, c. 1, s. 190, En-Nas vel içtihat, s. 20-21
[761] - Tevbe suresi, 60
[762] - En’am suresi, 41
[763] - Sünen-i Ebi Davud, c. 3, s. 322, h. 3660, Sünen-i İbni Mace, c. 1, s. 84-86, h. 230,231,232,236, Sünen-i Daremi, c.1, s. 57, Müsnedi Ahmed, c. 3, s. 225, Sünen-i Tirmizi, c. 5, s. 33,34
[764] - Sahih-i Buhari, c. 1, s. 24, Sünen-i İbni Mace, c. 1, s. 85, h. 233
[765] - Bihar-ul Envar, c. 2, s. 152, h. 43
[766] - Bihar-ul Envar, c. 2, s. 152
[767] - Mean-il Ahbar, s. 375, Cami-u Beyan-ul ilm, c. 1, s. 55
[768] - Sahih-i Buhari, Kitab-ul İlm, bab-u Kitabet-ul İlm, c. 1, s. 34, Sünen-i Tirmizi, c. 5, s. 39, h. 2667, Üsd-ul Ğabe, c. 6, s. 162
[769] - Bihar-ul Envar, c. 2, s. 147, Müsned-i Ahmed, c. 2, s. 162 Sünen-i Daremi, c. 1, s. 125
[770] - Bihar-ul Envar, c. 2, s. 153, Kenz-ul Ummal, c. 10, s. 224
[771] - Sünen-i Ebi Davud, c. 2, s. 255, Sünen-i Tirmizi, c. 10, s. 132, Sünen-i İbni Mace, c. 1, s. 6, Sünen-i Daremi, c. 1, s. 144, Müsned-i Ahmed b. Hanbel, c. 4, s. 132
[772] - Sünen-i Ebi Davud, Kitab-us Sünnet, c. 2, s. 256, Sünen-i Tirmizi, Kitab-ul İlm, c. 5, s. 35, h. 2663
[773] - Müsned-i Ahmed, c. 6, s. 8
[774] - Sünen-i Ebi Davud, c. 3, s. 170, h. 3050
[775] - Müsned-i Ahmed, c. 2, s. 367
[776] - Haşr suresi, 7
[777] - Et- Tibyan fi tefsir-il Kur’an, c. 9, s. 564, Tefsir-i Kebir, c. 29, s. 286
[778] - Nahl suresi, 44
[779] - Ahzab suresi, 21
[780] - Necm suresi, 1-4
[781] - Tezkiret-ul Hifaz, Zehebi, c. 1, s. 2-3
[782] - Sünen-i Daremi, c. 1, s. 85, Sünen-i İbni Mace, c. 1, s. 12
[783] - Kenz-ul Ummal, c. 5, s. 239, h. 4865, El- Müstedrek, c. 1, s. 110
[784] - Sünen-i Tirmizi, c. 5, s. 669, h. 3801, Sünen-i İbni Mace, c. 1, s. 55, h. 156, Müsned-i Ahmed, c. 2, s. 163 ve 175
[785] - Tezkiret-ul Hifaz, Zehebi, c. 1, s. 7, Şeref-u Ashab-ul Hadis, Hatib-i Bağdad-i, s. 87
[786] - Tabakat-ul Kübra, c. 5, s. 140
[787] - Müsned-i Ahmed’de Müntehabu Kenz-ul Ummal, c. 4, s. 64
[788] - Hatib-i Bağdadi, Şerefu Ashab-ul Hadis, s. 91
[789] - Feth-ul Bari, bab-u kitabet-ul ilm, c. 1, s. 218
[790] - Tezkiret-ul Hifaz, Zehebi, c.1, s. 5
[791] - Cami-u Beyan-ul İlm ve fezlihi, İbni Abdul birr, c. 1, s. 77
[792] - Takyid-ul ilm, Hatib-i Bağdad-i, s. 52, Tabakat-ul Kübra, c. 5, s. 188
[793] - Müsned-i Ahmed, c. 3, s. 12,21,39, Sünen-i Daremi, c. 1, s. 119
[794] - Takyid-ul ilm, s. 34
[795] - Takyid-ul ilm, s. 36
[796] - Sünen-i Ebi Davud, c. 3, s. 319
[797] - Bühus-un fi Tarih-i Sünnet-il Müşerrefe, s. 228
[798] - Tezkiret-ul Hifaz, c. 1, s. 5
[799] - Hicr suresi, 9
[800] - En-Nihaye, İbni Esir, c. 5, s. 282, Lisan-ul Arap, c. 12, s. 400
[801] - Camiu Beyan-ul ilm, c. 1, s. 81
[802] - Es- Sahih min siret-in Nebi, c. 1, s. 27
[803] - Tabakat-ul Kübra, c. 5, s. 188
[804] - Es- Sahih min siret-in Nebi, c. 1, s. 27
[805] - Tabakat-ul Kübra, c. 5, s. 141
[806] - Kavaid-u fi ulum-il hadis, s. 454
[807] - Sahih-i Müslim, c. 8, s. 24-27, h. 88, bab, 25, Müsned-i Ahmed, c. 6, s. 107
[808] - Sahih-i Müslim, c. 8, s. 24, Kitab-ul Birr ves-Sile
[809] - Müsned-i Ahmed, c. 6, s. 52
[810] - Sahih-i Buhari, Kitab-ul iman, bab, 36 ve Kitab-ul Adab, bab. 44, ve Kitab-ul fiten, bab. 8, Sahih-i Müslim, Kitab-ul iman, c. 1, s. 57, h. 116, Sünen-i Tirmizi, Kitab-ul Birr, bab. 51
[811] - Sahih-i Buhari, c. 8, s. 18
[812]- Sünen-i Ebi Davud, c.4, s. 278, h. 4908, Kenz-ul Ummal, c. 2, s. 122
[813] - Sünen-i Ebi Davud, c. 4, s. 277, h. 3905
[814] - Sünen-i Ebi Davud, c. 4, s. 278, h. 4907
[815] - Kenz-ul Ummal, c. 2, s. 125
[816] - Müsned-i Ahmed c. 6, s. 72 ve 257
[817] - Müsned-i Ahmed, c. 6, s. 137, Sünen-i Daremi, c. 2, s. 288
[818] - Müsned-i Ahmed c. 6, s. 22, 114, 116, 182, 223, 229 ve 232, Tabakat-ul Kübra, c. 1, s. 91, Sahih-i Buhari, c. 4, s. 189 Sahih-i Müslim, c. 7, s. 80
[819] - Sünen-i Ebi Davud, c. 4, s. 250, Muvatta, c. 2, s. 902
[820] - Müsned-i Ahmed, c. 6, s. 174
[821] - Tevbe suresi, 128
[822] - Kalem suresi, 1-4
[823] - Necm suresi, 1-5
[824] - Sahih-i Buhari, Kitab-u fezail-ul Kur’an, bab. 33, c.6, s. 193, Sahih-i Müslim, c. 2, s. 190, Müsned-i Ahmed, c. 6, s. 62
[825] - A’la suresi, 6
[826] - Mecme-ul Beyan, c. 10, s. 475, El-Keşşaf, c. 4, s. 589
[827] - Kıyamet suresi, 16-19
[828] - Taha suresi, 114
[829] - Sahih-i Buhari, c. 3, s. 153, Sünen-i İbni Mace, c. 1, s. 652
[830] - Sahih-i Buhari, c. 2, s. 225, Sahih-i Müslim, bab-u ruhsatun gil lab-i La mesiyete leh, h. 19
[831] - Sahih-i Müslim, c. 3, s. 22, Kitab-u Selat-ul İydeyn
[832] - Sahih-i Müslim, c. 3, s. 23
[833] - Muntehab-u Kenz-ul Ummal, c. 4, s. 393
[834] - El-Bidaye ven Nihaye, c. 10, s. 153
[835] - Cemaat yılından maksat hicretin kırkıncı senesidir. Muaviye bu yılda bütün İslam alemine hakim oldu. Bu sebepten dolayı bu seneyi cemaat yılı diye adlandırdılar.
[836] - Şerh-i Nehc-ül Belağa, İbni Ebil Hadid, c. 3, s. 15-16, eski baskı
[837] - Şerh-i Nhc-ül Belaga, İbni Ebil Hadid, c. 3, s. 15
[838] - Şüra suresi, 214
[839] - Tarih-i Taberi, c. 3, s. 1173, c. 2, s. 321, Tefsir-i Taberi, c. 19, s. 75, el-Bidaye ven-Nihaye, c. 3, s. 40, İbni Esir, c. 2, s. 42, Müsned-i Ahmed, c. 2, s. 352, h. 1371, Tefsir-i Dürrul Mensur, c. 5, s. 97
[840] -Sahih-i Müslim, c. 1, s. 133
[841] - Tarih-i Taberi, c. 2, s. 319, Tarih-i İbni Esir, c. 2, s. 41, Tarih-i İbni Kesir, c. 3, s. 37, Tabakat-ul Kübra, c. 1, s. 199, Ensab-ul Eşraf, c. 1, s. 15
[842] -Tabakat-ul Kübra, c. 8, s. 58, Üsd-ul Gabe, c. 6, s. 192
[843] - Usul-u Kafi, c. 1, s. 457, Tac-ul Mevalid, Teberisi, s. 97, El-Müstedrek El- Es Sahiheyn, c. 3, s. 156
[844] - Sahih-i Müslim, c. 1, s. 133, Kitab-ul İman, h. 348, Sünen-i Nesai, c. 6, s. 250, Müsned-i Ahmed, c. 2, s. 333
[845] - Sahih-i Müslim, c. 1, s. 133,
[846] - Tabakat-ul Kübra, c. 1, s. 78, Feth-ul Bari, c. 6, s. 31, El-İsabe, c. 3, s. 287
[847] - Müstedrek-us Sahiheyn, c. 3, s. 126, Tarih-i Bağdat, c. 4, s. 348, Macme-uz Zevaid, c. 9, s. 14, Tahzib-ut Tahzib, c. 6, s. 320, Cami-us Sağir, c. 1, s. 108
[848] - Müstedrek-us Sahiheyn, c. 3, s. 127
[849] - Sünen-i Tirmizi, c. 5, s. 637
[850] - Sünen-i Tirmizi, c. 5, s. 656, h. 3768 ve 3781, Müsned-i Ahmed, c. 3, s. 3, 62, 64 ve 82, Hiylet-ul Evliya, c. 4, s. 139
[851] - Sünen-i Tirmizi, c. 5, s. 656, h. 3768 ve 3781, Müsned-i Ahmed, c. 3, s. 3, 62, 64 ve 82, Hiylet-ul Evliya, c. 4, s. 139
[852] - Tevbe suresi, 71
[853] - Vakia suresi, 36-36
[854] - Ahzab suresi, 57
[855] - İnsan suresi, 13
[856] - Sahih-i Müslim, Kitab-u Fezailu-s Sahabe, Müsned-i Ahmed, c. 4, s. 398
[857] - Fetava Sahabii Kebir, s. 677
[858] - Mustedrek-ul Vesail, Kitab-un Nikah,c.14,h:16356.
[859] - Mut’a akdi için gereken şartlar ve hükümler hususunda her Müslüman’ın kendi taklit mercilerinin ilmihal kitaplarına müracaat etmesi gerekir.