FATIMA'YA (AS) AĞIT
 

İÇİNDEKİLER:
Takdim
Önsöz
1. Bölüm
2. Bölüm
3. Bölüm
4. Bölüm
5. Bölüm
6. Bölüm
7. Bölüm
8. Bölüm
9. Bölüm
10. Bölüm

11. Bölüm
12. Bölüm
13. Bölüm
14. Bölüm
KAYNAKÇA

Yazan: Seyyid Mehdi Şücaî   
      Çeviri: İsmail Bendiderya         



 


 








 

 

 

 

 

 

Yazan: Seyyid Mehdi Şücaî   
      Çeviri: İsmail Bendiderya         
 

Hz. Fatima-i Zehra

                                                                  
 Mazlumiyetin Anası, Hz.Fatıma selâmullah aleyha'nın ayağının tozuna ithaf olunur.

Al-i Taha
 

Takdim

Hakikatler tatlı olabileceği gibi aci da olabilir. An-cak doğru olan, bu aci hakikatlerden kaçmak ve onlari olduğundan başka türlü görüp kendimizi avutmak mı, yoksa onları olduğu gibi öğrenip ona göre hareket et-mek mi?

Eğer ikinci seçeneği doğru buluyorsak, o zaman birçok konuda olduğu gibi İslâm tarihi ile ilgili bilgile-rimizi de yeniden gözden geçirmemiz gerekecek ve bizleri Peygamber'in /s.a.a/ gözünün nuru Hz. Fatıma-'nın hayatının acı yönleriyle tanıştıracak olan bu kitabı okumak hiç de bize zor gelemeyecektir.

Öte yandan, Hz. Fatıma'nın da Peygamber'in /s.a.a/ Ehl-i Beyt'inden olduğuna ve Kur'an-ı Kerim'in en açık emirlerinden bin de Peygamber'in /s.a.a/ Ehl-i Beyt'ini sevmek olduğuna göre, bu eserdeki konular, bizlerin Ehl-i Beyt'e olan sevgimizi ölçen bir mihenk

taşı da sa-yılabilir. Çünkü seven, hiç şüphesiz, sevdiklerinin acı-larını ve hüzünlerini paylaşır.

İşte bu eseri okumakla Hz. Fatıma'nın acıları ve hüzünlerinin üzerimizdeki etkisini ve bu vesileyle Ehl-i Beyt'e olan sevgimizi ölçmek fırsatını bulacağız. Dolayısıyla pek fazla bir şey eklemeden bu hususta bilgi edinmek isteyen veya bu gibi konulan merak eden bii-tiin Ehl-i Beyt muhiplerini bu eseri okumaya ve iize-rinde düşünmeye davet ediyoruz.

Al-i Taha Yayıncılık

Önsöz

Babasının vefatı üzerine yaslı Fatıma selâmullah a-leyha'nın çektiği acıları, Fatıma'nın "Beyt'ül-Ahzan"ın-daki fıganlarıyla sessiz gözyaşlarından başka tasvir e-debilen olmuş mudur acaba?!

Fatıma'sını duvarlarla kapı arasında görüp, onun pak naaşını yıkarken, yediği tokat izinin morarttığı yü-züyle ezilmiş kolunu müşahede eden Ali aleyhisselâm-'ın o sırada çektiği acı ve duyduğu ıstırabı ve onun al-nındaki kırışıklarda şekillenen "insanoğlunun derdinin büyüklüğü"nü anlatabilecek ve tasavvurlara sığdırabi-lecek hangi yanık ağıt, hangi arifane ve sanatkârane mersiye var, bizzat Ali'nin sessizce süzülen kurban o-lunası o pak gözyaşlarından başka?!

Cennet gençlerinin efendisi olan biricik ağabeyinin sevgili başını kanlı mızraklann ucunda gördüğü sırada Zeyneb'in çektiği o dayanılmaz acıyı, yine Zeyneb'in alnından süzülen kandamlalanndan

başka kim hakkıy-la tasvir edebilmiştir şimdiye değin sahi?!

Eğer Zeynep selâmullah aleyha, uğruna canlar feda olunası sevgili ağabeyi Hüseyin'in kesik başını gördü-ğü zaman takat getirip de alnını tahtırevanın direğine vurmamış olsaydı, yaratılış âleminin elemlerini, hü-zünlerini ve acılannı hakkıyla yorumlayabilecek birisi çıkar mıydı acaba?!

İnsanlık duygusu taşıyorsa eğer, yazanını yakıp ka-vuracak; yeryüzündeki bütün ağaçların sayısınca da ol-sa, yazan kalemleri kül edecek ve yeryüzü genişliğin-deki bir defteri mahşere değin yakıp duracak dertlerdir bunlar...

Fatıma'nın gözyaşlarındaki dayanılmaz acı ve hü-zün, onun "Beyt'ül-Ahzan"ında ariflerin takatini bugün bile kesmekte, "Ebrar"ın belini bükmekte ve "Evliyaul-lah"ın yüreğini kasıp kavurmaktadır hâlâ...

Fatıma'sının pak naaşını yıkarken Ali'nin bağrı taş-lı, gözü yaşlı hâlini satırlara dökebilmek, "Allah'ın As-lanı"nın o andaki hâlini kelimelerle ifade edebilmek mümkün müdür acaba?!

Nerede Esma? Ondan sorun...

Sorun ondan; o sırada Ali'nin gözpınarlarından süzü-len sessiz gözyaşlanna teberrüken dokunmak isteyen me-leklerin kollan kanatları tutuşuverip yanmamış mıydı?!

Şia tarihinin alnına böylesi derin kırışıklar düşüren bu tür dertlerdir işte... Bu dertler ki, yazılası değil, söy-lenesi değil, tasvir ve tasavvur edilesi değil...

Dert çok acı olursa yaraya benzetilir halk dilinde; yaranın en can yakıcı olanıysa ateşe... Yirmi beş yıl bo-yunca "gözünde diken, boğazında kemik kalmışçasına bir sükût"a tahammül eden Aliyy-i

Murtaza'nın dertli yüreğinin acılarını hangi ateşe teşbih etmeli peki?!

Bu tür dertler "teşbih edilebilir" değil, bizzat "teşbihe kıstas"tırlar.

Ve Ehl-i Beyt'in mazlum tarihi bu tiir dertlerle doludur.

Kerbelâ'nın mazlum alemdan, yiğit sancaktan vefakâr kardeş Ebulfazl'ıl-Abbas'ın -uğruna canlar feda- şahadeti karşısında ağabeyi Hüseyin'in dayanılmaz derdi gibi tipkı...

Ve canlar feda olunası o Abbas'ın, oklanan su tulumu karşısında yüreğinin oklanır gibi olması... Fazilet, mertlik ve vefakârlık timsali Abbas... Ve nihayet Kerbelâ'da; bir yandan gözleri önünde azizlerinin kanlar içinde teker teker kızgın kumlara düşüşünü seyrederken, bir yandan da susuz-luktan yanıp kavrulan Resulullah ailesinin masum yavru-caklannın umutla beklediği kahraman kardeş, kahraman amca, kahraman ba-ba, vefakâr Abbas'ın; kollanna inen kı-lıç darbelerini unutup o masum yavrucaklara taşıdığı su tu-lumunun oklanmasina ağlaması...

Canlar feda olunası Hüseyin'in; yine canlar feda o-lunasi biricik ağabeyi Hasan'in ciğerlerinin sinesinden parça parça, katre katre sökülüşüne şahit olup, bu tarifi imkânsız derdi sessizce bağrında tutabilmesi...

Ve babasının mazlumane şahadeti karşısında Sec-cad aleyhisselâm'ın duyduğu tarifi imkânsız acı...

Ve art arda gelen dertler yığını... Bir yara kapan-madan diğerinin açılması... Bir kan gölü kurumadan diğerinin dolmaya başlaması...

Şia beldesinde, tarihi, kanın yazmakta olduğunu sanırsın! Kanun mazlumiyetinin...

Ve bu naçiz kalemin elinden gelebilecek tek şey; söz konusu mazlumiyet kitabının metnini yorumlayıp tanit-mak şöyle dursun, onun alfabesini bile okuyup sökebilme konusundaki aczini itiraftan başka bir şey değildir.

Ve Hamd Âlemlerin Rabb'ine.

ı. Bölüm

Çok acayip bir devran bu, kızım!.. Hele dünya, çok daha acayip!..

Bu nasıl bir dünya ki, Allah Resulü'nün kızını ba-nndıramaz olmuş kendisinde?!

Bu nasıl bir devran ki, "kadının yaratılış sırrı"na takat getirememekte?!

Ne oluyor şu kâinata böyle; Allah'ın biricik inci-sini kendisinden uzaklaştırmakta?!

Çok garip bir devrandayız kızım!.. Hele dünya, çok daha garip!..

Senin yerin değil orası... Hayır; dünya hiçbir za-man senin yerin olamaz ve olmadı da! Gel kızım, gel; sen hiçbir zaman dünyalı değildin zaten... Sen cennet-ten gelmiştin oraya; cennetten gönderilmiştin sen!

Hira'da Rabb'imle halvete çekildiğim o şirin gün-lerden biriydi... Cebrail; âşıkla maşuk arasında gidip gelen o güzel haberci, kulla Rabb'i arasında irtibat sağ-

layan o hoş haberci; o pak, iyi ve samimî melek; be-nimle Allah Teala arasındaki sırların emini; yeni bir mesajla gelerek "Rabbin senin kirk gün kirk gece bo-yunca aralıksız halvete çekilmeni buyuruyor" dedi...

İlâhî mesajlara cam gönülden amade olan ve ilâhî nefesi alınca hasretle yanıp tutuşan ben, bu mesaj üze-rine Rabb'ul-âlemin, olanca büyüklüğüyle sırf benim olmuşçasına şevke kapıldım, sevinçten iki kanat çıka-rıp uçacak gibiydim. O muazzam sevgilinin mesajını yana yakıla, hasretle, özlemle bekler oldum.

Evet, canım kızım... Allah, Cebrail ve senin ko-candan başka kim bilebilir "Hira"nın ne olduğunu?! Allah'la halvete çekilmenin ne olduğunu?!

Ama... Ama şu dünyada birisi vardı ki çok sever-dim onu; Rabb'im de daima sevsin onu. Onun hassas kalbini kirmak, merak ve endişe duymasına sebep ol-mak istemiyordum.

Kimden söz ettiğimi anladın değil mi? Hani şu zor günlerimde bana sığınak olan, yoksul anlanmda yok-sulluğumu gideren, düşmanların kınama ve tahkirleri-ne karşı beni tasdik edip destek olan... Evet, annenden söz ediyorum, Hatice'den...

Rabb'ul-âlemin de onu sıkıntılı ve endişeli hâlde görmek istemiyordu. O şirin ve tatlı ilâhî mesaj da, kendisinden kirk gün ayrı kalacağımı Hatice'ye de bil-dirmem isteniyordu.

Bildirdim; Ammar'ı, o vefakâr dostu Hatice'ye gönderdim, "git ona şöyle de" dedim:

"Hatice'm! Can yoldaşım! Senden uzak kalmış ol-mam incindiğim, rahatsız olduğum ya da herhangi bir şeye üzülmüş olduğum için değil asla! Rabb'im de se-viyor seni, ben de! Allah Teala, ikimizin de can yol-daşı olan o yüceler yücesi sevgili, her gun meleklerine

10

seni gösterip "onunla övünüyorum" demekte. Ben de övünüyorum seninle Hatice...

Rabb'imle kirk günlük özel bir görüşmem ve ah-dim var... Senden uzak durmami isteyen de yine O... Şu kırk günü sabır ve huzurla geçir; kimseye, açma e-vimizin kapısını bu kirk gun, kirk gece boyunca.

Ben, Fatima bint-i Esed'in evinde kirk gece iftar edeceğim; kırkıncı geceden sonra ilâhî vaat gerçekleşe-cek ve o zaman tekrar görüşeceğiz inşaallah, bu fırak ancak o zaman sona erecek."

Annen Hatice bu mesajimi alınca gözleri dolu dolu olmuş, kırkıncı gecenin sonuna kadar kapimizin demir halkasından ayıramamış gözlerini... Kirk gece sonra o demir halkayı tutup çaldığımda Hatice'nin hüzünlü a-ma sıcak sesi yükseldi:

—  Muhammed'den başkasının çalmaya hakkı ol-madığı o kapıyı çalan kim?

— Ben! Muhammed!

Annenle görüşmemiz çok duygulandırıcıydı; göz-lerinden sevinç gözyaşları dökülüyordu, bahar yağmu-ru gibi. O gece iftarlığımı cennetten getirmişlerdi... Gurûp vaktine doğru Cebrail, o sevgili melek elinde bir tepsiyle gelip yanıma oturdu. Allah Zü'1-Celâl'in canlara can katan selâmını bana ilettikten sonra "Gö-rüşmenizin bu son akşamında iftarlığını o yüce sevgili dostun -celle ve alâ- cennetten armağan gönderdi" dedi.

Cebrail'in ardından Mikail'le İsrafıl de geldiler. Al-lah her ikisinden de razı olsun. Cebrail cennetten getir-diği bir ibrikle elime su dökerken Mikail ellerimi yıkı-yor, İsrafıl de kendisine verilen cennet havlusuyla elle-rimi kurutuyordu.

11

Evet kızım! Canım yavrum benim! Bütün bunlar, senin dünyaya gelişin için gerekli hazırlıklardı... Evet, senin dünyaya gelişin için gerekli bütün hazırlıklar cennet armağanlarıyla tamamlanmadaydı.

Bu arada yeri gelmişken şunu da hemen söyleye-yim sana; cennete girecek ilk kişisin sen! Cennetin ka-pısını cennet ehline sen açacaksın kızım!

Vefasız dünyadan ayrılmak üzere olduğun şu sıra-larda söylediğimi sanma bunu... Ölüm giysilerini ha-zırlaması için Esma'yı çağırdığın bu sırada söylemi-yorum sadece bunu...

Ölüm guslü almakta olduğun bu sırada da söylüyor değilim. Hayır, her zaman söylemişimdir, "Fatıma'dan cennetin kokusunu alıyorum ben" diye...

Bir defasında Ayşe dayanamayıp "Fatıma'yı neden böyle kokluyorsun sen? Niçin onu öpüp koklamaktan bunca zevk alıyorsun? Fatıma'yı görünce ne oluyor sana öyle?!" diye sordu.

"Sus!" dedim Ayşe'ye, "Neler diyorsun sen?! Fatı-ma cennetimdir benim, Fatıma Kevser'imdir benim! Ondan cennet kokusu gelir bana. Fatima cennetin tâ kendisi, cennete giriş iznidir. Benim rıza ve hoşnutlu-ğum Fatıma'nın rıza ve hoşnutluğundadır. Fatıma'nın gazabı Allah'ın cehennemi, rıza ve hoşnutluğuysa Al-lah'ın cennetidir!"

Fatıma'm benim! Seni bunca seviyor olmam, sırf kızım olduğun için değil elbet! Sen dünya kadınlarının seyyidesi, dünya kadınlarının en üstünüsün. Seni Allah seçti bu makama, Allah Teala sevmekte seni bunca.

12

Bunu kendimden söylemediğimi de bilirsin. Ben şimdiye değin kendiliğimden bir tek söz söylemiş de-ğilim ki...1

Miraca gittiğim o gece gürdüm ki cennetin kapi-sına fevkalâde güzel bir yazıyla şöyle yazılı:

"La ilâhe illallah. Muhammed'un Resulullah... Al-lah'tan başka ilâh yoktur. Muhammed, Allah'ın elçisi-dir. Ali, Allah'in sevgilisidir. Fatima, Hasan ve Hiiseyin Allah'ın seçtiği insanlardır. Allah'in bu sevgili kullanna kinbesleyene, onlaradüşmanlıkedene lânet olsun!"

Senin ebedî âleme göçüş guslü almakta olduğun şu sırada söylüyor değilim sadece bunu...

Hatırlarsın... Hani çadırda oturmuş, bir Arap yayı-nayaslanmıştım...

Ali, sen ve gözümün nuru, gönlümün çırağı Ha-san'la Hüseyin de oradaydınız. Kim bilir kaçıncı kez, Müslümanlara şöyle duyurdum:

"Ey Müslümanlar! Şunu biliniz ki, kim bunlarla -sizi göstermiştim o sırada- banşık olursa ben de onunla banşığımdır; kim de bunlarla savaşıp cedelleşirse ben de onunla savaşır, cedelleşirim. Ancak bunları seveni severim ben. Ve bunları ancak 'tıyneti ve hamuru temiz olanlar' sever; keza bunlara ancak 'kötüler' ve 'mayası bozuk olanlar' düşmanlık eder."

Fatıma'm benim! Gel! Seni ne kadar özlediğimi bi-lemezsin. Gel! Dünya senin yerin yurdun değil, buraya gel; cennet sensiz cennet olmuyor asla!

Sahi! Esma'ya söyle: Cennetten benim için getiri-len kâfur tozu vardı... Üçte birini kendim için kullan-mış, üçte ikisini seninle Ali'ye ayırmıştım ya hani...

l- Necm Suresi, 3-4.

13

Onu sana versin. O özel cennet kâfuruyla vücudunu ıtırlandır kızım; doğumun cennetlik olduğu gibi, vefa-tın da cennetliktir senin. Selâm olsun sana dünyaya geldiğin gün; selâm olsun sana yaşadığın iki gün, se-lâm olsun sana şimdi buraya gelmekte olduğun bu sırada ve selâm olsun sana yeniden dirileceğin o gün...

14

2. Bölüm

Sevgili Resul! Eve geldiğinde kırk karanlık gece-den sonra âdeta güneş doğmuş gibi oldu. Evim ışıl ışıl aydınlandı birden. Yüreğim aydınlanıverdi hâsılı. Asıl, senin varlığını damarlarımda hissetmeye başladığım o an, yaşadım kendimdeki "nur"u ben.

Aklımın köşesinden dahi geçiremezdim bunu. Nasıl tasavvur edebilirdim ki bir çocuğun, henüz ra-himdeki bir ceninin, annesiyle konuşacağını?! Allah'ı tesbih ve takdis edeceğini?! Allah'ın selâmı ona ve sevgili eşime olsun; Hz. İsa Peygamber'in kundaktay-ken konuştuğunu, Allah'ın birliğini ve kendisinin de O'nun Resulü olduğunu kundaktan haykırdığını duy-muştum ve bunu belleğime sığdırabileceğim en büyük mucize olarak düşünürdüm her zaman. Ama bir ceninin, henüz ana rahmindeki bir bebeğin, annesiyle ko-nuşacağını, ona teselli vereceğini ve babasının pey-

15

gamberliğini tasdik edip şahadet getireceğini nasıl dü-şünebilirdim ki?!

Hem sonra; onun benim bebeğim olması, beni mu-hatap alması... Anlatabilmek kabil değil bu heyecanı; bu mutluluğu dile getirebilmek mümkün değil inan...

Bu sonsuz mutluluğu nasıl yüreğimde saklı tuta-cağım şimdi ben?!

Bu muazzam bebeği karnımda nasıl taşıyabiliyo-rum ben sahi?!

Benim vücudumla birlikte olduğun o birkaç ay, ha-yatımın en güzel günleriydi yavrum... Canlara can ve-ren o latif sesini duyacağım lahzaları ve o berrak sözle-rini söylemeye başlayacağın anları gece gündüz iple çekerdim.

O birkaç ayın nasıl geçtiğini ve doğum sancısının ne zaman gelip çattığını fark etmedim bile... Ama bü-tün hamile kadınları korkutan o lahza gelip çatınca ben de Mekke kadınlarını yardıma çağırdım doğrusu... Ne var ki Kureyş ve Haşimoğulları kadınları yüz çevirdiler benden, ümidimi kestiler kendilerinden...

Acılar içinde kıvrandığım, yapayalnız ve yardıma muhtaç olduğum o lahzalarda azarladılar hatta beni: "Abdullah'ın yetimiyle evlenme demedik miydi sana? Seninle evlenmek isteyen bir sürü zengin var, demedik mi?! Soyluluk ve eşraflığın kurallarını çiğneme! O göz alıcı servetini yetim Muhammed'in fakirliğiyle birleşti-rerek Kureyş'in görkemine halel getirme, demekten di-limizde tüy bitmedi mi?" dediler ve eklediler acıma-sızca:

"Yine de bildiğini yaptın sen... Çek şimdi bakalım! Tat acısını yapayalnızlığın şimdi! Git de bebeğini in-ziva ebesi doğurtsun bakalım; aklın başına gelir belki o zaman!"

16

Çok kırıldım doğrusu... Ama ne diyebilirdim ki onlara! O karanlık kadınlar, peygamberlik nurunun ne olduğunu nereden bilebilirler ki?! Ahmedî bir evliliğin ne olduğunu ne bilsin onlar?! Muhammed'in ahlâk ve kişiliğini nasıl anlayabilirlerdi ki hem?! Muhammedî huy ve tıynetin büyüklük ve azametini nasıl idrak ede-bilirdi o zavallı bedbahtlar?!

O yeryüzü kadınları, semavî bir kocanın ne demek olduğunu nereden bileceklerdi?!

Eve döndüm. Doğum sancısıyla gittiğim yerlerden, doğum ve yalnızlık adlı iki sancıyla döndüm... Bir ye-rine, iki sancıyla kıvranıyordum şimdi.

Ama Peygamber... Zerrece telâş yoktu onda. İki a-yağı yerde, iki eli göklerdeydi öylece...

Ben ne kadar tedirgin ve telâşlıysam o, bir o kadar sakin ve huzurluydu. Onun sakin ve huzurlu oluşu ba-na da huzur veriyordu.

Birden kapının açıldığını gördüm. Selvi boylu, buğday tenli, nuranî yüzlü dört güzel ve saygın kadın girdi içeri.

Aman Allah'ım! Kim bu kadınlar böyle?!

İçimden geçenleri okumuşçasına konuşmaya baş-ladı içlerindenbiri:

—   Korkma Hatice! Rabb'inin sana gönderdiği dostlarız biz, senin bacılarınız hepimiz...

Ben biraz sakinleştikten sonra sözlerini sürdürdü:

— Ben Sara'yım... İbrahim Halilullah'ın zevcesi... Dudaklarından tebessümü hiç eksilmeyen öteki

nur yüzlü, hâlâ kulaklarımda çınlayan o unutulmaz se-siyle kendisini tanıttı:

— Ben de Meryem'im... İmran'ın kızı ve İsa Ruh-ullah'ın annesi...

17

Pek sevecen ve samimî bakışları olan üçüncüsü:

— Ben Asiye'yim, dedi... Mezahim'in kızı, Firavun'un eşi ve Musa'ya gönülden inanmış olan...

İstisnaî bir salâbet ve metanete sahip dördüncü-sünün de Musa Kelimullah'ın sevgili ablası "Gülsüm Hâtun" olduğunu anlamıştım.

"Rabb'imiz, her kadının diğer kadınların yardımına muhtaç olduğu zor anlarında sana yardım etmemiz için gönderdi bizi" dediler.

Sârâ sağıma, Meryem de soluma oturdu. Asiye karşımda, Gülsüm de başucumda durdu.

Kendimin değil, senin Yüce Allah indindeki ma-kamının ne kadar büyük ve önemli olduğunu işte o za-man anlayarak: "Hatice!" dedim içimde, "Karnındaki şu bebeği Yüceler Yücesi Rabb'ul-âlemin çok seviyor olmalı ki, dünya kadınlarının en ulularını ona ebe ola-rak göndermiş, baksana!"

Annelerin bebeklerini herhangi bir doğumla ebeye bırakır bir yükten kurtulurcasına değil, bir ananın ku-cağından diğer bir ananın kucağına aktarırcasına o dört büyük kadına bıraktım seni.

Ve, derken sen tertemiz ve pırıl pırıl bir hâlde gel-din şu dünyaya. Temiz mi temiz, mutahhar mı mutah-har, pâk mı pâk... Mekke senin dünyaya gelişinle ay-dınlandı; yeryüzü senin nurunla nura gark oldu o an...

Bugün bile diğer cennetliklerden çok daha büyük bir özlem ve hasretle seni görmeyi bekleyen on hurî vardı odamda; melih gözler, çarpıcı bakışlarla; ellerin-de ibrik ve leğenlerle... Kevser suyunu ilk kez orada gördüm ben; ancak onlar söyledikten sonra anlayabil-dim onun su olduğunu, Kevser olduğunu... Keza, Peygamber /s.a.a/ senin "Zühre" olduğunu ve Rabb'ul-âlemin senin "Kevser" olduğunu buyurmadan öncesine

18

kadar Zühre ve Kevser'in sen olduğunu da bilmiyor-dum ben.

Peygamber-i Ekrem; "Güneşe uyun, onda arayin hidayeti" buyuruyor ve; "Güneş batınca aya, ay batınca Zühre'ye, Ziihre de batinca iki kutup yıldızına uyun" diyordu.

Bu hidayet nurlannin kimler olduğunu sorusuna da Hz. Resulullah'ın /s.a.a/ cevabı şu olmuştu:

— Ben güneşim, Ali aydır, Fatıma Ziihre /Venus/ ve Hasan ile Hiiseyin de iki kutup yıldızı.

Ve Allah Teala sevgili Resuliine; "Biz sana Kev-ser'i verdik." buyurunca Kevser'in sen olduğunu anla-dim. Benim kizim gibisini doğurmuş değildir hiçbir ana...

O muhterem hatunlar seni Kevser suyuyla yika-dilar ve cennetten getirdikleri o siitten beyaz, misk ve amberden daha hoş kokulu iki elbiseye biiriidiiler seni.

Cennete geri dönüşüne hazırlanman için Esma'yı o cennet kâfurunu getirmeye gönderdiğin, Rabb'inle go-riişmeye hazırlanmak için en giizel elbiselerini giydi-ğin, kıbleye doğru uzanıp beyazlara büründüğün ve Es-ma'ya bir sure sonra gelip sana seslenmesini, cevap vermeyecek olursan sevgili babana kavuştuğunu bil-mesini söylediğin şu sırada, senin için cennetten gön-derilen o doğum elbiseleriyle o Kevser suyunu ve o u-nutulması imkânsız, tatlı lahzalan hatirladim birden... Birkaç giinliik bir ikâmet için cennetten gelmiş ol-duğun o yeryiiziinden, dertler ve kederlere boğulmuş bir hâlde ayrilmaya hazırlandığın şu sıralarda, tıpkı on sekiz yilhk kafesinden kurtulup bize doğru kanatlan-maya can atan yaralı kuş gibisin...

Kizim! Canim Yavrum benim! Ey kadınlar içinde Allah'ın en iistiin ve emsalsiz kıldığı Betül'üm! Ey

19

diinyadan yaka silkmiş olan, dünyevî bağlardan ken-disini kurtarmış bulunan biricik yavrum! Ey benim ahiret kizim! Sen, ey cennetlik yavrum benim! Ey Al-lah'in her nevi çirkinlik ve pisliklerden miinezzeh kil-mış olduğu Betül'üm! Canım yavrum! Diinya ehlinin "kadının yaratılış sırrının ne olduğu"nu bilmesi için Allah Teala seni birkaç günlüğüne emanet gönderdi onlara. Kadının yaratılış sırrı neydi? İnsanoğlunun yii-celiş sınırları nereye kadardı? Bunları insanoğluna anlatabilmek için gönderdi seni. Biliyorum kizim! Evet, haberim var, insanların Allah'ın emanetine neler ettiklerinden; Allah Resulii'niin /s.a.a/ biricik yavrusu-nun başına neler getirdiklerinden... Viicudumun parça-sına, ciğerpareme, biricik yavrucuğuma ne eziyetlerde bulunduklanndan, seni nasil incittiklerinden haberim var. Biliyorum kizim, hepsini biliyorum! Gel artik! Gel de aci ve keder dolu şu ömiir yiikiinden kurtul artik!

Melekler saf durmuş, senin gelişin için dakikaları saymada.

Hurîler biitiin cenneti gözyaşlarıyla çırağan etmişler.

Gel! Gel de cennet ve ehlini şu hasretle bekleyi-şine bir son ver artik!

Gel de babanin kollannda huzur ve siikûna kavuş artik!

Selâm sana! Selâm yılmak bilmeyen eşine!

20

3. Bölüm

Benim şu dünyadaki üç günlük ikametimin acı ve kederle yoğrulması Allah'ın takdiriydi galiba! Neyse, hepsi geçti artık! Takdir olduktan sonra şöyle veya böyle, geçecekti eni sonu.

Ve ben, takdirimin ne olduğunu bilmiyor değil-dim. Keder, soframın suyla ekmek gibi eksilmez par-çası. Acı ve hüzün, duvar komşum olacaktı yaşadığım sürece...

Ama yine de gel dim... Gel dim ki kadınlar kitabı "örnek"siz kalmasın. Gel dim ki Kur'an, kadinlara mii-kemmel bir örnek gösterebilsin, işte misal, desin, tefsir edilsin. Yaratılışın gayesiz kalmaması için, amaçsız ve boşuna zannedilmemesi için geldim ben. Geldim, çün-kü gelmemi takdir etmişti Rahman...

Ben olmasaydim... Babam olmasaydi... Kocam ol-masaydi... Evet, eğer babam, eşim, ben ve siz iki gözü-mün nuru sevgili yavrulanm olmasaydık kâinat yara-

21

tılmaz, yaratılış şekillenmez, tamamlanmış olmazdı. Bunu bizzat Allah Azze ve Celle buyurmaktadir sevgili yavmlanm.

Ağlamayın canım yavrularım, n'olur ağlamayın! Bundan sonra çok ağlayacaksınız nasılsa... Her birinize öyle acılar, öyle felâketler gelip çatacak ki dağları toz eder, kayaların yüreğini bir anda eritir o dertler.

Hasancığım! Bu, aci ve kederlerin henüz başlan-gıcıdır, bilesin... Aci ve keder ırmağı senin hayatının tarn ortasında akıp gidecek, ey sevgili ciğerpârem!..

Mazlumiyet gömleği, babandan sonra senin sırtına geçecek oğulcuğum. Sen tarihin mazlum terimini aşa-cak kadar mazlum olacaksin.

Ve sen, Hüseyin... Hüseyin'im benim... Senin ağla-man için henüz çok erken yavrum... Bari sen ağlama artık... Sen çünkü yaratılışın gözyaşının en parlak inci-sisin gülüm...

Bütün bir kâinat ağlayacak sana. Denizlerdeki ba-lıklardan, göklerdeki kuşlara varıncaya değin, dağlar taşlar gözyaşı dökecek Hüseyin'ime. Bütün peygam-berler, sen daha dünyaya bile gelmeden önce ağladılar, senin başına gelecek hadiseye; senin hadisenin vuku bulacağı o günden daha büyük bir gün olmadığına şa-hadet ettiler, hepsi de!

Kalk yavrum; ayaklarımın üzerinden kalk da gel, başını bağrıma koy, ama ağlama sakın, e'mi! Senin ağ-layışın çünkü Allah'ın meleklerinin ciğerini yakıp ka-vurur, Allah Resulü'nün bağrını kasıp kavurur.

Hem, şimdi üzülecek vakit değil ki! Benim için mutluluk anı bu, kurtuluş lahzam bu benim.

Acı ve üzüntülerim şu yeryüzüne indiğimde baş-ladı benim. Âdem aleyhisselâm gibi günah işlediğim-

22

den ve mecburen değil, tıpkı babam aleyhisselâm gibi kendi irademle ve Allah Azze ve Celle'nin liituf ve rahmetiyle indim cennetten diinyaya ben.

İndiğim yer, vahiy mekânıydı benim. Diinyaya gel-diğim ev, Cebrail'in niizul evi; karargâhım, Allah'ın en aziz ve en sevgili kulu son Peygamber salâvatullah a-leyh'in karargâhıydı.

O gelenler... Beni diinyada karşılamaya gel en o ka-dınlar, imkân âleminin en iistiin kadınlarıydı; yeryii-ziinde bana giydirilen ilk elbiseler de, cennet elbise-leriydi. Yıkandığım ilk su ise, Kevser'di.

Evet yavrum... Bütün bunlara rağmen şunu da bil ki, aci ve keder de benimle birlikte doğdu âdeta, be-nimle büyüdü günbegün ve nihayet benim günlük azı-ğım hâline geliverdi.

Henüz beşikte ilk günlerimi yaşadığım sıralardaydı ki, İslâm'ı ilk kabullenen, o acı ve kederlerle yoğrul-muş, ama yiğit, sabırlı ve sağlam karakterli Müslüman-lar evimize gidip gelmeye başladı. Mümince gelişlerdi bunlar; ama korku ve tedbirle ikiz kardeşler gibi...

İlk imam eden bu değerli insanların olmadık işken-celere maruz bırakılıp eziyet ve baskı gördükleri habe-ri, beşikte olduğum o günlerde birer ok gibi salpanı-yordu kalbime.

Bir gün Sümeyye'nin haberi geliyordu kulağıma... İşkenceyle vücudu iki parçaya aynlan, bir ömür boyu tevhit yağmurunun yağmasını bekleyen ve ilk damlala-nnı Peygamber'in avuçlanndan tadar tatmaz varını yo-ğunu feda edip, nihayet canını imanına kalkan edinen ve Allah Resulü'nün hak çağrısına lebbeyk diyebilmek için akla gelmedik işkencelere göğüs geren o fedakâr ve yiğit ihtiyar kadın...

23

Ertesi gün Yasir'in haberi geliyordu; "Müşrikler Yasir'i Hicaz'ın yakıcı kumlarına yatırıp göğsüne ve karnının üzerine ağır taşlar koyarak tevhidi bırakıp putlara tapmasını istemişlerdi ondan..."

Bir başka gün Bilâl'in haberi, bir gün Ammar'ın, diğer bir gün başka bir müminin...

Ve ben bütün bu işkence, baskı ve eziyetlerin o ilk müminlerden ziyade babam Resulullah'a indiğini görü-yor, hissediyordum. Ama babam da yapayalnızdı, ne yapabilirdi ki, her gun onların tutuklu bulunduğu yer-lerden geçip onları sabır ve tahammüle davet etmekten başka?... Sesi hâlâ kulaklarımdadır: "Sabredin ey Yasir ailesü", "SabretyaBilâl!"...

Ve sonra incinmiş, yüreği dolu, gözleri dolu bir hâlde eve gelir, ellerini Rahman'a açıp bahar bulutları gibi boşanır, her bir mümin için teker teker dua eder, yalvarırdı Allah'a...

Müminlerin gördüğü işkenceleri âdeta o görüyor, ama elinden hiçbir şey gelmediği için de içten içe ya-nıp kavruluyordu.

Allah Ebu Talip ile Hamza'dan razı olsun. O iki fe-dakâr ve yiğit Müslümanın himayesi olmasaydı, Hicaz-'ın kızgın çöllerine yatırılıp göğsüne ve karnının üze-rine ağır taşlar konularak işkence gören, babam olacak-tı, mızraklar onun göğsünü parçalayacaktı. Nitekim bu iki yürekli ve vefakâr himayecisine rağmen, yine de Allah Resulü'nün başına deve işkembesi boşaltacak, yoluna dikenler dökecek ve ayağını taşlarla yaralaya-cak kadar azgın değil miydi, Kureyş müşrikleri?

Allah'ın selâm ve salâtı yılmak bilmeyen yüceler yücesi insan, babam Resulullah'a...

24

Henüz süt emer bir bebektim ki, babamla ona ina-nan bir avuç müminin başına dar etmişlerdi dünyayı...

Sırf babamın yüzü suyu hürmetine yaratılmış olan şu koca dünyayı çok görmüşlerdi babama...

Babamla birlikte bizi ve diğer müminleri Ebu Ta-lip Vadisi'ne sürdüler sonunda. Hiçbir canlının yaşa-madığı kurak, taşlık bir çöl vadisiydi orası...

Yeryüzünde ilk yürüme denemelerimi bu Ebu Ta-lip Vadisi'nin yakıcı kumları üzerinde yapmıştım.

Ben ve benim gibi çocukların minik ayaklarına çi-vilenen sert taşlar, kabartılar ve nasırlardan daha acı o-lanı, iki cihan served sevgili babamın geniş yüreğini sıkan ve bağrını şerha şerha eden dertler ve halvetlerde gözlerinden boşalan sessiz gözyaşlarıydı.

Bir mümin, çölden daha kurak hâle gelmiş çatlak dudaklarıyla onun karşısında dikilip zorlukla; "Su... Ya Resulullah, bir yudum su!" dediğinde babamın nasıl a-cıyla kıvrandığını görüyordum ben. Bakışlarını mahcu-biyetle bir an yere dikiyor ve dişlerini biraz aralayıp ağzını gösteriyordu o mümine. O zaman Resulullah'ın pâk ağzındaki taşı güren sahabe onun da susuzluk ate-şiyle yanıp kavrulduğunu anlıyor ve Allah Resulü, iki cihan served sevgili babamın susuzlukla mücadele edebilmek için taş emdiğini bizzat görüyordu.

Ve bir ötekisi; ashabı ve yarenlerinin acziyet ve zaafa kapılıp bütün bu zorluklar karşısında mağlup ol-madığını, küfre sapmadığını ve müşriklerin baskı ve ambargoları karşısında hâlâ dize gelmediğini ve gel-meyeceğini gösterip kuvvet-i kalp verebilmek için a-yaklarını sürükleye sürükleye güçlükle babam Resulul-ah'ın /s.a.a/ huzuruna varıyor ve açlıktan takati kesil-miş bir hâlde; "Selâm ya Resulullah!"

25

diyerek kelime-i şahadeti yeniliyordu. Babam onu kutlamak için sev-giyle kucakladığında, işte ancak o zaman babamın da açlıktan karnına taş bağladığını fark ediyordu o sahabe...

Avuç dolusuyla bile insanı doyurmayan şu hur-manın bir tek tanesi o zaman kırk kişinin ağzından geçmekte ve onları ölümle hayat sınırında ayakta tut-maktaydı.

Annem Hatice'nin bu ölüm vadisindeki dertleriyle karışan sütünü emerek büyüdüm ben.

Vadideki müminler, onların kadınları ve çocuk-ları... Günlerce gözler vadinin sarp kayalıklarına dikilir dururdu öylece... Mekke müşriklerinin ambargosundan geçip vadinin sarp kayalıklarından salimen aşağı ulaş-tıktan sonra vadideki bütün ahalinin günlerce kit ka-naat geçimini temin edebilecek bir azığın bekleyişi içinde...

Nihayet, vadideki mahpus ve sürgünlerin direnci bitmeden bu vahşi ambargo dönemi de sona ermiş oldu.

Sona ermeyen tek şey, iki cihan served babam Re-sulullah'ın cismine ve ruhuna inen aralıksız darbeler, acılarvekederlerdi.

Annem Hatice hayatta olduğu sürece bütün bu acı ve kederler daha kolay tahammül edilebiliyor gibi ge-lirdi bize nedense...

Babam evden içeriye adım atar atmaz annem onu öylesine sıcak bir sevgiyle karşılar ve ona öyle moral verirdi ki, bu samimiyet ve fedakârlık babama yepyeni bir enerji kazandırırdı.

Bu yüzdendir ki babam, ömrünün sonuna kadar annemi sevgi ve rahmetle anar, hatta kimi zaman hal-

26

vetlerde onu hatırlayarak sessizce gözyaşları dökerdi onun için.

Hiç unutmam, bir keresinde Ayşe kıskançlığa ka-pılarak annemden tahkir edici ve horlayıcı laflarla söz edince, babam onu öyle azarladı ki, Ayşe bir daha da Resulullah'in /s.a.a/ huzurunda Hatice'den saygısızca söz etme ciiretinde bulunamadi artik.

Annemin ölüm haberi çok acı ve yıkıcıydı benim için, Ebu Talip Vadisi'nin acıları henüz dinmemişken hem de...

Annemin evde yokluğunu hissettiğim ilk gün, bii-yiik bir telâş ve tedirginlikle babama koşmuş ve:

— AnnemL Annem nerede baba? diye sormuş-tum. Babam üzüntü ve kederle başını öne eğip susmuş, hiçbir şey dememişti. O acı haberi yükleyecek bir keli-me bulamamıştı belki de kim bilir!

Bu acı olay üzerine, Cebrail inmiş ve Allah Tea-la'dan şöyle bir mesaj getirmişti:

"Fatıma'ya benden selâm söyle ve ona de ki: Anne-sini cennetteki en görkemli köşklerden birine yerleştir-dim. Altın ve yakuttan bir köşkte oturmaktadır şimdi o. İmran kızı Meryem ve Asiye'yle birliktedir orada!"

Yüce Rabb'imden gelen bu mesaj bana huzur ver-miş, teselli bulmamı sağlamıştı. Hemen Allah Azze ve Alâ'yı tenzih ve takdis ederek: "Selâm ve esenlik hep Allah'tandır; bütün selâm ve övgüler O'na ulaşır, O'na döner" dedim.

Allah Teala'nın yüce kelâmı elbette ki bana teselli vermiş, öksüz yüreğimi şefkatle okşamıştı. Ama birbi-rini izleyen onca sıkıntılı ve kederli hadiseler tufanında Hatice gibi bir şefkat, anlayış ve fedakârlık

27

timsalini u-nutmak ne ben, ne de babam için mümkün değildi asla.

Annem Hatice'nin şefkat ve tesellileri yoktu artık ama Allah Resulü'ne yapılan iftiralar, çalınan karala-malar, onun merhamet dolu yüreğini inciten ikiyüzlü-lük ve hadiseler alabildiğine vardı hâlâ... Bir gün deli ve mecnun diyorlardı, bir başka gün büyücü ve sihir-baz... Bir gün şair diyorlardı, bir başka gün masalcı... Kısacası her gün yeni bir ithamda bulunuyor, her gün bir başka türlü incitiyorlardı o sevecen ve merhamet timsali babacığımı...

Babam, bu tür cehaletler, iftiralar, töhmetler, büh-tanlar, eziyetler, kâfırlikler ve münafıklıklarla yılmaya-cak kadar güçlü bir karakter ve imana sahipti. Sarsıl-maz bir dağ gibiydi o; dalları budakları göklerde gittik-çe yayılan, gittikçe büyüyen muhkem bir ağaçtı tıpkı.

İnsanları hakka ve hidayete çağırma konusunda öylesine yılmaz bir azim ve çaba gösteriyordu ki, Rab-b'ul-âlemin kimi zaman ona biraz sakin olmasını tav-siye ediyor, bu yolda kendisini fazla üzmemesini ve bi-raz da kendisini düşünmesi gerektiğini emrediyordu.

Allah Resulü'nü üzen şey, düşmanlarının eziyet ve işkenceleri değil, cehaletleriydi. Onların elinden çekti-ği zulme değil, onların hâline üzülmedeydi... Neden bu derece cahiller?! Niçin küfür ve cehaletlerinde inat edi-yorlar?! Niçin tevhit atmosferinin hayat veren havasını teneffüs edip, ilâhî ubudiyet pınarından doyasıya içip kanmıyorlar?!...

Bu zor ve çetin gam yükünü omuzlama yolunda muvahhit Ebu Talip'le sevgili Hatice'den başka hiç

28

kimse onun dertlerini paylaşamamış ve onlann yerini kimse dolduramamıştır.

Ebu Talip'le Hatice Allah'ın rahmetine göçünce, her ikisi de aynı yıl Resulullah'la vedalaşıp beka yur-duna gidince, babam beklediğinden çok daha yalnız kaldığını fark etti. Ve ben bu durumda onun sadece ki-zi olarak kalsaydim, onca gam yükü altında ciddî bir dert ortağı olamazdım babama. Evet... Onca dert ve gam dağlarını omuzlamış bulunan Allah Resulii baba-mın bir anneye ihtiyacı vardı o durumda. Anne şef-katine... Pervaneler misali etrafında dönüp dertlerini paylaşacak, onu teselli edip bağrına basacak sevecen ve şefkatli bir anneye...

Bu yüzdendir ki, dünyanın en aziz incisi olan iki ci-han served babam için gerçek bir "anne" olmaya karar verdim, karanmi uyguladim ve başarılı da oldum. Babam beni "anne" olarak kabul etti ve "Ümmü Ebîhâ", yani "Babasının Annesi" lakabıyla şereflendirdi beni.

Allah ve Resulü'nün bana verdiği lakapların en gii-zellerinden biriydi bu.

Bu lakabi pek kolay da kazanmadim tabii. Nice zahmetler, uykusuz geceler, savaşlarda yara tımar et-melerdi, bu iki kelimelik lakabın gerçek ruhu.

Kırgın ve bitkin bir şekilde gelirdi insanlardan kimi zamanlar; kimi zaman da tistii başı perişan... Ve kimi za-man yaralanmış, kanlar içinde... O hâliyle sarılıp bağrıma basar, kelimelere sığması imkânsız bir hüzün ve ıstırapla ağlayarak teselli vermeye çalışırdım babama.

Onu o hâlde görünce yüreğimin nasıl binlerce par-çaya ayrıldığını, bütün varlığımla nasıl acı çektiğimi kimseler bilemez...

Onun ayağına değen taşlar benim gözümü yara-lamış olurdu; onun mübarek vücuduna inen yaralar be-

29

nim ciğerimi kor ateşte kavrulmuşçasına yakardı sızım sızım... Şu farkla ki, onun kalbi bir peygamber kalbiy-di; sarsılmaz, kırılmaz, alınmaz ve geniş mi geniş... Benimkiyse Fatıma'nın kalbi işte... Babasının saçının bir teline halel gelecek olsa yüz bin yara almışçasına kanlara boğulan, elemlere düşen, çabucak kırılan ök-süzBetul'ünkalbi...

Şartlar giderek o kadar zorlaştı ki Allah Teala sev-gili Resulü'ne hicret emri verdi.

Evet... Güneşe çamur atan bir güruh karanlık ve zulmete lâyıktır elbet!

Güneş çamurla sıvanamaz ki! Kara bulutlar doğu-nun en uç noktasında pusuya yatsa bile, güneş olanca vakar ve metanetiyle onların önünden geçip gidecek ve ışınlarını yeryüzüne ulaştırmaya devam edecektir.

Peygamber'in gece yarısı Mekke'den çıkması gere-kiyordu. Yalın kılıç pusuda bekleyen kırk kâfırin evi-mizi muhasara edip babamın kanını aralarında eşit şe-kilde paylaşmaya azmetmiş olduğu o tehlikeli lahzalar-da, babamın yatağında yatıp kâfırlerin plânlarını suya düşürecek gerçek bir fedaî ve yürekli bir mümin gere-kiyordu. Ve babanız Ali'den başka bunu yapabilecek hiç kimse yoktu. İki cihan served bunu ona açıp da fık-rini sorduğu zaman Ali: "Benim başıma ne gelir o za-man ya Resulullah?!" diye sormadı asla.

—   Siz böylece kurtulmuş olur musunuz?! diye sor-du Peygamber'e.

— Evet, dedi, evet sevgili amcaoğlum!

Ve bizim kalbimiz duracakmışçasına bir tedirgin-lik ve heyecan içinde çırpınırken Ali, o gece hayatının en tatlı uykusunu Resulullah'ın /s.a.a/ yatağına hediye edip, Kur'an'da kendisi için bir ayetin daha nazil olma-

30

si gibi yüce bir iftihara ulaştı. Melekleri hayrette bira-kan Ali, Allah Azze ve Celle'nin övüncü olmuş ve Rabb'ul-âlemin onun için şöyle buyurmuştur:

"İnsanlar içinde öyle birisi var ki, kendi canını Allah'ın rızasıyla değiştirir ve Allah böyle kulları pek sever."2

Peygamber-i Ekrem /s.a.a/ Selman'ın sırtında, göz-leri ve kalpleri körelmiş küffarın önünden geçip gitti de onlar fark etmedi bile.

Selman'ın önünü kesip de:

— Nedir o sırtındaki?! diye sorduklarında doğrucu Selman:

— Peygamber! diye cevap vermiş, kâfırler kahka-hayla gülmüşlerdi.

Ve derken Peygamber'in yatağına saldırdılar. Ara-dıkları oradaydı, ama onlar bunu bilmiyordu. Onlar, Peygamber'in canını istiyorlardı ve Ali, Peygamber'in canıydı. Ali sadece Peygamber değildi; Peygamber'in tıpatıp aynısı, onun tarn bir timsaliydi. Mübahele aye-tinde de "nefisleriniz ve nefıslerimiz", buyruklarıyla bizzat Ali kastedilmişti, ama o yürek gözleri kör kâfır-ler bunu bilmediklerinden, Peygamber'in canının, Peygamber'in vücudu ve cismi olduğu zannıyla hareket et-miş ve onu yatakta bulamayınca büyük bir öfke ve ha-yal kırıklığıyla geri dönüp gitmişlerdi. Hışım dolu diş gıcırtıları gecenin sessizliğini yırtmada, ama ellerinden bir şey gelmemekteydi. Kâinattan soyutlanmıştı o za-vallılar. Zira o lahzalarda bütün bir kâinat, Sevr Mağa-rası'nda üç günlüğüne misafırdi.

Peygamber'in kurtulması Müslümanların yüreğini ferahlatmış, ama canlarını ve mallarını bir kez daha sı-

; - Bakara Suresi, 207.

31

nava sokmuştu. Çünkü Peygamber'i bulamayan kâfır-lerle müşrikler bunun acısını onun ailesinden ve diğer müminlerden çıkarmaya başlamış ve gözü dönmüş vahşilerden farksız bir hâle gelmişlerdi.

Ama Peygamber, kurtulduktan sonra Medine'ye girmedi. Medine'nin dışında Kuba'da bekledi ve Medi-nelilerin bütün ısrarlarına rağmen bir tek cümleyi tek-rarlayıp durdu:

— İki azizim olan Ali'yle Fatıma gelmedikçe, Medine'ye giremem ben!

Ve Peygamber, oradan Ali'ye mesaj göndererek; "Fatımalarla birlikte hemen yola çıkıp Medine'ye gel-mesini, kendisinin Medine yakınlarında onları gözle-mekte olduğunu" bildirdi.

Ali bin Ebu Talip, Resulullah'ın /s.a.a/ mesajını alır almaz üç Fatıma'yı; beni, annesi Fatıma bint-i Ese-d'i ve Zübeyr bin Abdulmuttalip kızı Fatıma'yı ve diğer birkaç kadınla zayıf ve yaşlı Müslümanı yanına alıp bir kervan oluşturarak alenî bir şekilde Medine'ye doğru yola çıktı.

Geceleri mola yerlerinde konaklayıp ibadet ve te-heccütle geçiriyor, gündüzleri yolumuza devam ediyor-duk. Babamı ellerinden kaçırmanın hıncını henüz ala-mamış bulunan Mekke kâfırleri, bizi geri çevirerek Mekke'ye götürüp rehin almayı kuruyorlardı.

Nitekim Mekke'den çok uzaklaşmamıştık ki Ebu Süfyan'ın kölesi Esvet, silâhlı adamlarıyla yolumuzu keserek:

—  Beni Ebu Süfyan gönderdi, o gelip ulaşıncaya kadar sizin yola devam etmenizi engellemekle görevli-yim! dedi.

32

Kervandaki kadınlar korkuyla titremeye başlamış-lardı. Ama ben Ali'den ve Rabb'ul-âlemîn'den yana e-mindim iyice.

Aliyy-i Murtaza dağlar gibi düşmanın karşısına di-kilip haykırdı:

—  Benim bu kervani sag salim Medine'ye ulaştır-mam lâzım. Yoluma çıkan kim olursa olsun öldürürüm, bilmiş olun! Ebu Süfyan'ın kölesi Esvet de olsan acimam sana! Canını kurtarmak istiyorsan çekil önümden!

Esvet Ali'yi dinlemedi. Aliyy-i Murtaza tehdidini üç kez tekrarladıktan sonra kihcini kınından sıyırıp onlara hamle etti. Kisa ama çok şiddetli bir çarpışma-dan sonra Esved'i cansız bir şekilde yere serip kervani hareket ettirdi.

Çok geçmeden Ebu Süfyan'la adamları çıktı kar-şımıza; Ebu Süfyan, Esved'in cesedini çölde görmüş, öfkesinden yaralı yılana dönmüştü. Hışımla bağırdı:

— Hey, Ali! Benim kölemin kanını nasıl dökersin sen?! Hem, benim akrabam olan o kadinlan kimin iz-niyle Medine'ye götürüyorsun bakalım?!

Aliyy-i Murtaza inanilmaz bir soğukkanlılık ve metanetle kihcinin kınına dayanip:

—  Benim iznimi elimde bulunduramn izniyle! dedi. Sen de kölenin akıbetine uğramak istemiyorsan başını al git, yıkıl karşımdan!

Ebu Süfyan, adamlarının önünde geri çekilmeyi kendisine yediremeyip Ali'ye kılıç çekti; ama çok kısa süren sert bir çarpı şmadan sonra, canını kurtarabilmek için başka çaresi kalmadığını anlayarak gerisin geriye dönüp kaçmaya başladı.

Evet, o gün kervandakiler; hepimiz gördük ve şa-hit olduk şu gerçeğe: Ali gibi yiğit, Zülfıkar gibi kılıç

33

gelmemiştir bu dünyaya! Ali'yi nasıl yarattığını bir Allah bilir...

Babam Resulullah'a /s.a.a/ ulaştığımızda Cebrail'in kokusu vardı hâlâ ortalıkta. Babamın kucağı Cebrail kokuyordu hâlâ; arş kokuyordu, vahiy kokuyordu el-van elvan. Babam Ali'yi hasretle kucaklayıp:

— Biraz önce Cebrail buradaydı! dedi. Yollarda nasıl ibadet ettiğinizi, Rabb'inize nasıl dua ve müna-catta bulunduğunuzu, hangi sıkıntılarla karşılaşıp nasıl kanlı çarpışmalara girdiğinizi hep anlattı ve sizin hak-kınızda nazil olan şu ayetleri getirdi bana:

"...Onlar ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. Ve derler ki: Rabb'imiz! Sen bunu boşıına yaratmadın. Sen pek yücesin. Bizi ateşin azabından koru."

"Rabb'imiz! Şüphesiz, sen kimi ateşe sokarsan artık onu hor ve aşağılık kılmışsındır. Zulmedenle-rin ise yardımcıları yoktur."

"Rabb'imiz! Biz, "Rabb'inize iman edin" diye imana çağrıda bulunan bir çağrıcıyı işittik, hemen iman ettik. Rabb'imiz! Bizim günahlarımızı bağış-la, kötülüklerimizi ört ve bizi de iyilik yapanlarla birlikte öldür."

"Rabb'imiz! Peygamberlerine vaat ettiklerini bize ver. Kıyamet gününde de bizi hor ve aşağılık kılma. Şüphesiz sen, vaadine muhalefet etmeyen-sin."

"Rableri de onlara -dualarını kabul ederek- ce-vap verdi: Şüphesiz ben, erkek olsıın, kadın olsun, sizden bir işte bulunanın işini boşa çıkarmam. Sizin kiminiz kiminizdendir. İşte, hicret edenlerin yurt-larından sürülüp çıkarılanların ve yolumda işkence

34

görenlerin, çarpışıp öldürülenlerin mutlaka kötü-lüklerini örteceğim ve onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağım. Bu, Allah katından bir karşılık /sevap/tır. Karşılığın /sevabın/ en güzeli O'nun katındadır."3

Bu ayetler bütün yorgunluk ve acılarımızı bir anda unutturdu bize; Allah yolunda katlandığımız zorluklara karşılık en güzel ödül oldu hepimiz için.

Medine'deki ilk dönemlerde gecelerimiz ve gün-düzlerimiz huzurlu geçiyordu.

Ensar mümin ve sevecendi; Muhacirler sabırlı ve dirençli.

Medine'nin bu nispeten huzurlu ve sakin ortamı, babanızın beni babamdan isteme fırsatı bulmasını sağ-ladı. Bu iki amcaoğlunun birlikte göğüs gerdiği onca sıkıntı ve zor yillardan sonra Medine'nin bu huzurlu ortamı, vuslatlar, mutlu günler için elverişli kısa bir huzur dönemi oldu.

Şimdi babanız Aliyy-i Murtaza gelecek sevgili yavrularım; kalkın. Artık yeter, fazla üzmeyin kendi-nizi... Babanız Ali şimdi yeterince üzgün ve dertlidir zaten; benim bu diyardan beka diyarına göçmek üzere olduğum haberini alır almaz yola koyulduğunu söyle-diler; acele ve telâştan yolda birkaç kez ridası ayakları-na dolaşmış, yere kapaklanmış birkaç kez. Sırf yüreği değil, ayakları da titremiş Ali'nin bu acı haberi duyun-ca... Kalkın artık canlarım benim; babanız çıkagelir şimdi... Yeterince üzgündür o şimdi zaten... Bir de siz-lerin böyle ağlaşmakta olduğunuzu

3 - Âl-i İmran Suresi, 190-195; Numune-yi Beyyinat Der Şe'n-i Nuzul-i Âyât, s. 172-173 ve Keşf'ül-Gumme Fi Marifet'il-Eimme, s.539.

35

görmesin bari. Hıçkırıklarınızı sinelerinizde gömün, gözyaşlarınızı i-çinize akıtın, belli etmeyin ona... Babanızın kimi var sizden sonra... Teselli vermeyi unutmayın sakın Ali-ye... Allah'ın selâmı ona olsun.

36

4. Bölüm

Benim ayaklarım titremezdi hiç... Ne oldu böyle... Ellerim, ayaklarım birbirine dolaşmada... Allah'ım! Ya Rabb'im! Sabır ver... Kalbim de titremeye başladı. Ağ-lamamalıyım diyorum, ama elde mi? Hıçkırıklarımı kursağıma gömdüm, ama gözyaşlarım...

Yüreğime teselli vermeliyim: Fatıma ölmedi... Diri o... Rabb'inin katında nzkını almada şimdi.

Sen... Ey Rahman'ın cilvesi... Ey Resulullah'ın bi-ricik yadigârı... Sensiz yaşamak ne de zor şimdi, sensiz şu yeryüzü üzerinde kalmak ne kadar zormuş.

Senin ölümün değil, âlemin ölümüdür bu. Sensiz hayata, hayat demek mümkün mü ki?!

Kâinatın kitabı dürüldü ölümünle...

Ah! Şu toprak seni nasil alacak bağrına?! Seni yu-tar da nasıl paramparça olmaz şu yerküre?!

Gökyüzü gidişini seyreder de nasıl darmadağın olmaz bir anda?!

37                                                                                                                                      38

Rabb'im yardımcı olmasaydı, nasıl katlamrdim bu büyük felâkete ben?!

İnna lillah ve inna ileyhi raciun... Hepimiz Al-lah'taniz ve hepimiz O'na döneceğiz sonunda...

Fatima'm... Ey Allah'ın sevdiği kul! Ey Resulullah-ın inci tanesi, ciğerparesi! Ne de büyük şu dünyanın fıtneleri... Ne de büyük ve ağır, hakikî iyilik ve ihsan sahibi Hak Teala'nin imtihan mihnetleri...

Rabb'im bilir ya; cammdan çok sevdiğim Resulul-lah'ın gidişinden sonra bir tek senin varlığınla teselli bulmadaydim ben.

Birçoğunun mürtet oluverdiği Resulullah'ın /s.a.a/ irtihalinden sonraki o dehşetli günlerde asil İslâm pı-nan senin evinden gönüllere akmadaydı sadece...

İslâm gemisinin, cahiliyet firtinasimn korkunç dal-galarına müptela olduğu o dehşetli fırtınalarda sağlam ve güçlü tek liman, senin imanlara iman katan nzandi.

Evet, Resulullah'in /s.a.a/; o iki cihan serverinin vefatindan sonra... Hakkın ayaklar altında çiğnendiği, Kâbe'ye sırt çevrildiği; Peygamber'in namının, yiirekle-rin en pash ve en gafıl köşelerine itildiği; gözlere, ku-laklara ve akıllara Şeytan iyiden iyiye musallat olduğu o şiddetli kasırgada senin evine giden yol, hidayet ve aydınlığa giden tek yol oldu... Ve yolcusu da az mi az-dı gerçekten...

İslâm Musa'sının o kısa yokluğunun daha ilk anla-rında Nebevî hidayet ve Alevî velâyet minberine Sami-rî'nin kurulup oturduğu o günlerde, Rububî nurlann yegâne tecelli mekânı senin evinin ağaçlanydı...

39

Senin rızan İslâm'dı, öfken küfür4...

Heyhat... Yazık olsun... Eğer İslâm ırmağı ana ya-tağından, yani senin rıza çizginden aynlmamış ve ilâhî gazap yatağına akıtılmamış olsaydı, baban Resulullah-tan sonra bu diinyadan bu kadar erken gitmezdin; ay-rılışın bunca tez olmazdi.

Seni; gencecik eşimi ölüm döşeğine düşüren dar-be, nura inen darbe oldu aslında. Resulullah'in /s.a.a/ vefatıyla birlikte nurun hançerlenmesi çökertti seni. Yavrularımın annesini genç yaşta ölüm döşeğine götü-ren şey, yürek yarası oldu, kimselere diyemeyip içine döktüğü dertleri, elemleri oldu.

Yer ve gök ehli şahittir ki, baban Resulullah'tan /s.a.a/ sonra elem ve dertten başka azığın olmadı senin.

Zehra'm! Mazlum Zehra'm benim! Bütün bunlar, bizim elem ve dert selimizin başlangıcıymış sadece...

Başını dizlerime aldığım şu elemli an... Ah!.... Senden sonra keder ve elemden başka yerim olmaz ar-tık benim... Kûfe hurmalıklarından başka dert ortağı yok artıkbana...

Başını göğsüne dayamış, ağlayışıyla, "anne!" "an-ne!" fıganlarıyla yüreğimi parçalamakta olan şu minik Hasan'ımız; gün gelecek ihanet zehriyle dağlanan ci-ğerlerini lime lime kan kusarak verecek gurbette.

Gidişinle perişan olan, gözyaşı döküp Allah'ın me-leklerini bile ağlatmaya başlayan şu minik Hüseyin-imiz; gün gelecek lebbeyk yerine kılıç şakırtıları duya-cak şu ümmetten; biat ve itaat yerine oklar, mızraklar

4 -"Biliniz ki Allah Tebarek ve Teala Fatıma'nın nza ve sevinciyle hoşnut olur, onun öfkesiyle gazaba gelir." Kenz'ül-Ummal, c.7, s.lll.

40

ve kılıçlar inecek ümmetin elinden Hüseyin'imizin ya-payalnız kalmış bedenine...

Ayaklarına kapanmış "anneciğim!" fıganlanyla ar-şı ağlatan ve yaralı ceylanlar gibi seni şimdi son bir kez, ama defalarca öpüp koklamakta olan şu Zeynep... Tıpkı bir mum gibi lahza lahza eriyip küçülmekte olan şu bağrı yanık mazlum minik Zeyneb'imiz; daha nice mumlann etrafinda pervaneler misali yana yakıla do-nüp duracağını ve ağır felâketler karşısında yapayalnız kalacağını bilmiyor mu?

Fatıma'm! Allah aşkına n'olur, son bir kez için ol-sun kalk da şu Ümmü Gülsüm'e, eğer babasını seviyor-sa artık ağlamaktan vazgeçmesini söyle... Hangi derdi-me yanayım, bilmem ki! Senin fîrakına mı, Ümmü Gülsüm'ün ciğerimi parçalayan şu ağlayışına mı? Bu-gün senin yokluğuna bunca gözyaşı döküp kendisini neredeyse bitiren şu masum kızcağız, yarın Kerbelâ'da göreceği o sahneler karşısında nasıl dayanacak sahi?!

Ama nasıl ağlamasınlar ki?! Şu minik yavrucaklar, senin ömrünün sonbaharında birkaç günden fazla bir-likte olamadılar ki seninle...

Bir ömür ki, sonbahardan başka mevsimi olmadı Fatıma'm.

Benim evime gelin gelmeden önce, babanın anne-siydin sen, ondan sonra da benim dertlerimi paylaştın, zerrece itiraz etmeden...

Henüz emekleme çağındaki İslâm'ın küfür, şirk ve cehalet oklarına hedef olduğu bir dönemde "anne" ol-manın "kalkan" demek olduğunu; küfür, şirk ve cehalet kılıçlarına göğüs germek demek olduğunu iyi bilirim ben!...

41

Medine'ye geldiğimizde minik İslâm yavrusu ken-di ayakları üzerinde durmaya başlamıştı artık. Ama Ebu Talip Vadisi sürgünü, senin çektiğin acılar, baban Resulullah'ın /s.a.a/ mübarek dişlerinin kırılması, nice yiğit ve mert insanların şahadeti pahasına gelebilmiştik o noktaya tabii.

Mekke'de yaşadığımız onca zor ve fırtınalı günler-den sonra Medine'de karşılaştığım o huzurlu ortam seni; dünyanın en üstün insanının kızını ve dünya kadın-larının en yücesi olan "Seyyidet-u nisâi'l-âlemîn"i, baban Hz. Resulullah'tan /s.a.a/ isteme fırsatı kazandırdı bana.

Bu ise mahcubiyet, edep ve terbiye okulunun üsta-dı olan benim gibi birinin; kendisi için amcaoğlundan öte, bir kardeş, hatta yalnızlık yıllarının babası, ilk öğ-retmeni, üstadı ve yegâne eğitimcisi olarak gördüğü ve uğruna her lahza canını vermeye hazır olduğu Peygam-berine karşı "elçilik"te bulunması demekti ki, pek zor ve çetin bir olaydı.

Ama, o güzelim Muhammedî ahlâkın çözemeye-ceği hangi düğüm vardı sahi?! Muhammedî dudakların açamayacağı hangi gonca vardı şu yeryüzünde?

Kapınızın tokmağını vurduğum sırada mahcubi-yetten bütün vücudum terler içinde kalmış, sırılsıklam olmuştum.

Ümmü Seleme kapıyı açıp da beni görünce, mahcubiyet ve perişanlıktan kızarmış yüzümü hâlâ unut-madığını söyler.

Araa... Benim de hiç mi hiç unutmadığım bir olay olmuştu o sırada.

Ümmü Seleme tokmağın sesini duyup da; "Kim o" diye sormadan önce baban Resulullah'ın latif ve huzur verici sesi can kulağımda hâlâ çınlar durur:

42

— Aç kapıyı ey Ümmü Seleme! İçeriye girmesini söyle. Allah ve Resulü'nün pek sevdiği insan odur işte! Allah ve Resulü'nün hem aşığı, hem maşukudur o! Aç kapıyı ey Ümmü Seleme! Bu kapı daima açıktır ona!

Ümmü Seleme'nin merakla sorduğu soruyu duy-muştum:

— Anam babam kurban olsun sana ya Resulullah! Kapının ardındakini daha görmedin ki onu böylesine övüyorsun!...

—  Yanılıyorsun ey Ümmü Seleme! O, kardeşim ve amcam oğludur benim en sevdiğim insandır o!...

Bu duygulu ve sevecen sözler bana ciiret verip di-limi açmada kolaylık sağlayacakken; Resulullah'tan /s.a.a/ gördüğüm sevgi ve yakinhk mahcubiyetimi kat kat artırmış ve söylemek istediğimi çok ağır bir yüke dönüştürmüştü dilimde.

Selâm verip içeri girdim. Resulullah'la /s.a.a/ karşı karşıya diz çöküp oturduk. Mahcubiyetten başımı yere eğmiş, gözlerimi amcam oğlu Resulullah'ın /s.a.a/ ayak parmaklannın önündeki toprağa dikmiştim. Utanıyor-dum.

Geçmiş ve gelecekten haberdar olan o eşsiz sevgi-linin benim niçin geldiğimi çok iyi bildiğinden emin-dim. Yine de her zaman olduğu gibi, meseleyi tabii bir seyirde götürmek için sordu bana:

—  Ne o Ali? Dağlar kadar hâcetin var galiba? İste-ğini, hacetini çekinmeden söyle bana; senin istediğin ne olursa olsun kabuldür benim yanımda!

Ne diyebilirdim?

— Anam babam sana kurban, canım sana feda, ya Resulullah! Dedim. Sen benim amcam oğlu olmaktan öte, şefkatli bir baba, bir öğretmen ve üstat oldun bana. Ben senin ellerinde büyüdüm. Henüz minik bir çocuk-

43

ken, babam Ebu Talip ile annem Fatıma bint-i Eset'ten alıp yetiştirdin beni. Miniciktim, lokmayı kendi ağzın-da çiğneyip ağzıma koyardın. Beni kendi terbiye ve ah-lâkınla terbiye edip büyüttün. Annemle babamdan da-ha sevecen, daha şefkatliydin bana. Allah Teala senin yetiştirmenle nicesinin saplanmış olduğu şirk ve sapık-lıktan berî kıldı beni.

Ve Allah Azze ve Celle'ye yemin ederim ki, ya Resulullah, kendimi bildim bileli sen benim en güçlü dayanağım, dünya ve ahiretim için yegâne sermayem ve iftihanm olagelmişsindir. Umarım Rabb'ul-âlemin, bundan daha yakın kılar beni sana.

Bana huzur verecek, evimin ocağımın sevinci ola-cak bir eşe ihtiyacım var...

Sözümü sürdüremedim. Bir an durdum. Başımı mahcubiyetle daha bir yere eğerek yavaşça sözlerimi sürdürdüm:

— Aziz kızın Fatıma'yı istemeye geldim senden... Bu isteğim, kabul sınırlarına ne kadar yakın olabilir sence?

Uğruna canım feda olası Hz. Peygamber-i Ekrem-'in nur yüzüne sevecen bir tebessüm yayıldı; gittikçe derin bir neşeye dönüştü... Derken, mübarek dudakları-nın arasından şu cümleler döküldü:

— Müjdeler olsun sana ey Ali! Senden biraz önce Cebrail buradaydı. Seninle Fatıma'nın nikâhının bizzat Allah Azze ve Alâ tarafından göklerde kıyıldığını bil-dirdi bana.

Ve sonra sevgili Resulullah /s.a.a/, Cebrail'in nasıl geldiğini ve Râhil'in arş minberinde nasıl nikâh hutbe-sini okuduğunu anlattı bana. Ve daha birçok sırlardan söz ettikten sonra şefkat dolu bir tebessümle:

44

— Aliciğim! dedi. Söyle bakalım, ev bark kuracak bir şeylerin var mı?

—  Canım uğruna feda, ya Resulullah! Benim du-rumumu en iyi bilen sensin. Bir kılıcım, bir zırhım, bir de devem var. Bütün dünyalığım bunlardan ibaret!

Baban yine gülümsedi:

— Kılıç lâzımdır sana! dedi. Sen kılıçsız olmama-lısın. Çünkü cihad etmekte ve Allah düşmanlannı o-nunla cehenneme yollamaktasın. Deven de gerekli yine... Kendi hurmalıkların ve ailenin hurmalıklarını su-lamak için devenle su taşıyor, bir yolculuk anında eş-yalarını ona yüklüyorsun. Sen sadece zırhını Fatıma'ya mihir olarak ver, yeter; ben razıyım bu kadarına. Ama sen? Sen de razı mısın benden ya Ali?

Allah Resulü /s.a.a/ alt list etmişti kalbimi. Sorulur muydu hiç?! Heyecanımı gizleyemeyerek:

— Evet ya Resulullah! dedim. Anam babam feda olsun sana, müjdelerin en güzeliyle müjdeledin beni. Senden daima hoşnutluk ve saadet tatmışımdır ben. Ne olursa olsun, senden razıyımdır daima; bunun tersi mümkün mü hiç?! Allah'ın selâm ve salâtı sana ya Resulullah!

Peygamber:

— Bu semavî vuslatın kurucusu, Cebrail-i Emin'in de söylemiş olduğu gibi, Allah Celle ve Alâ'dır; buyur-du. Bize düşen, göklerde zaten kıyılmış olan bu nikâhı yeryüzünde de kıymak ve hutbesini okumaktır. Şimdi kalk camiye git ve bu haberi halka duyur. Ben de bi-razdan gelecek ve nikâh akdini Müslümanların huzu-runda bizzat okuyup nikâhınızı kıyarak size ve sizi se-venlere dünya ve ahirette göz aydınlığı vereceğim!

Evet Fatıma'm... Ondan sonra seninle baban ara-sındaki konuşmaları sen daha iyi bilirsin zaten. Ama

45

ben, Resulullah'ın /s.a.a/ emriyle sevinçle camiye git-tim, beni hiçbir zaman bunca neşeli ve heyecanlı gör-mediklerinden olacak, ashap hayretler içinde yanıma gelip ne olduğunu soruyorlardı. Hepsine aynı cevabı veriyordum:

—  Allah ve Resulü beni Fatıma için seçmiş! Bi-razdan Peygamber bizzat gelip her şeyi sizlere anla-tacak!

Peygamber-i Ekrem /s.a.a/ camiye geldiğinde ön-celikle Bilâl'i çağırıp Ensar ile Muhacirlerin camide toplanmasini duyurmasını buyurdu.

Herkes camide toplamnca iki cihan served minbe-re çıkarak hutbesine başladı:

—    Hamd ve sena Allah'a ki, nimetlerine şükredilir, verdiği kudretle kendisine kulluk sunulur, hükmüne itaat edilir, cezalandırmasından korkulur. O'nun indin-de sadece hayir ve iyilik vardir; emri yerde ve gökte kayıtsız şartsız geçerlidir.

İnsanları kudretiyle yaratan Allah'tır O. Hükümle-riyle üstünlük kazandırdı insanlara; diniyle izzet ve şe-ref verdi onlara; peygamberi Muhammed /s.a.a/ vasi-tasıyla değerli ve say gin kıldı onları.

Ve izdivaç ve evlenmeyi siz insanlar için gerekli ve farz bağlardan bin kıldı.

Evlenme yoluyla akrabalık bağlarını güçlendirdi, insanları evlenmekle yükümlü kıldı.

Adi mübarek, makamı yüce Rabb'ul-âlemîn şöyle buyurdu: "O, insani bir damla Sudan yaratti; sonra o-nun için nikâh bağı, nesil ve evlâtlar oluşturdu. Rabb'in Kadir-i mutlaktır kuşkusuz, her şeye gücü yeter."

Ey insanlar! Biraz once Cebrail inerek Allah Azze ve Celle'den bir mesaj getirdi bana. Rabb'im bütün

46

melekleri Beyt'ül-Mamur'da toplayarak kulu, bendesi ve peygamberinin kızı Fatıma'yı, sevgili kulu Ali bin Ebu Talib'e nikâhladığını duyurmuş bulunmaktadır.

Ben de, bu ikisinin dünya nikâhını kıymak ve du-yurmakla görevlendirildim. Hepinizi bu nikâha şahit tutuyorum!

Resulullah /s.a.a/ sonra bana dönerek kalkıp ko-nuşmamı istedi.

Kalktim. Allah ve Resulii'yle, orada bulunanlann huzurunda bir konuşma yaptım.

Minberden indiğimde, babanın her zamankinden daha neşeli ve memnun olduğunu fark ettim.

Aliciğim! O zırhı git, sat! dedi. Fatima'yla seni bir an önce gelin giivey edelim, siz de evinizi ocağınızı kurun.

Bunu sen de defalarca duymuşsundur. Gittim, bir sahabeye sattim o zirhimi. O sahabe, zirhimi niçin sat-tığımı anlayınca parasını zırhla birlikte verdi bana. Kabul etmek istemediysem de israr edip:

— Şimdi bu ikisine de benden daha fazla ihtiyacin var senin, bu zırhı benim sana düğün armağanım olarakkabul et! dedi.

Olayı babana anlattığımda ona dua etti. Parayi ashaptan birkaç kişiye verip:

— Gidin ve bu parayla, bir ev için en zarurî şeyler neyse onlan temin edin, dedi.

Para, toplam 63 dirhemdi. Beyaz bir gömlek, bir uzun başörtüsü, bir havlu, bir sedir, iki döşek, dört yastık, bir hasir, bir el değirmeni, bir bakır kâse, bir su tulumu, bir leğen, bir adet çamurdan yapılma kâse, bir su kabi, bir adet yiin dokuma perde, bir ibrik, bir adet toprak testi, iki adet toprak çömlek, üzerinde oturmak için bir adet post ve bir de aba...

47

Evet, sevgili Fatıma; evlendiğimizde seninle birlikte kurduğumuz yuvanın bütün eşyası bunlardan ibaretti!

O zırhın parasiyla temin edilen bu eşyalar birer birer getirilip de babanın önüne konunca gözleri doldu, miibarek ellerini semaya kaldinp dua etti:

—  Allah'im! Ehl-i Beyt'ime bereket liitfet. Kap kacaklannin çoğu topraktan ve çamurdan yapılma olanlara bu izdivacı kutlu kıl.

Fatımacığım! Allah Teala indindeki makamin daha da yücelsin inşaallah; çünkü dünya kadınlarının en üstünü, en yücesi olmana ragmen, en asgari imkânlarla geçindin daima. Ben, seninle evlenmeden önce dünyayı boşamıştım zaten; bu yüzden de maddî sıkıntı kolay ve tath gelmedeydi bana. Ama sen, gencecik bir kızdın; nice arzulann, ev bark kurma hususunda nice tath hayallerin olabilirdi senin... Bu arzularla ayak bastığın dervişhânem-de bütün maddî sıkıntılara göğüs gerdin; hiç mi hiç, şikâyetçi olmadın, şükür ve hamddan gayrı bir söz duymadım ağzından.

Dünyada hiç gözü olmayan, onu dönüşü olmayan bir talâkla boşayan biriyle evlenip böyle bir hayatı sürdürebilmenin kolay olmadığını biliyorum. Bu ancak senin, Fatıma'nın becerebileceği bir imtihandı elbet.

İki gün durup dinlenmeden çalışıp da üçüncü gün yorgun, bitkin ve aç bir hâlde eve geldiğimde; "Fatımacı-ğım, yiyecek bir şeyler var mı?" diye sormuştum da, sen o tatlı ve sabırlı sesinle ve âdeta suçluluk mahcubiyetiyle:

— İki gündür evde yiyecek hiçbir şeyimiz yok ya Ali! Çocuklar da iki gündür bir lokmaya hasret! demiştin de, irkilmiştim birden...

48

—  Bu iki gün boyunca aç olduğunuzu neden söylemedin bana? dediğimde de:

— Bir şeyler bulabilseydin mutlaka getirirdin eve zaten. Söylemeye ne gerek var... İmkânın olmadığını bile bile senden bir şey istemeye yüreğim el vermez ki benim! demiştin.

Nasıl unuturum o ânı...

Bunca sabır, terbiye ve şefkat karşısında iliklerime kadar mahcubiyet duymuş, borçla da olsa, eve yiyecek bir şeyler bulup getirmek için hemen dışarı çıkmıştım.

Bir komşudan bir dinar borç edinip çarşıya doğru yönelmiş, yolda Mikdad'a rastlamıştım.

Hava çok sıcaktı. Gök tandıra dönmüştü, yerden alev fışkırıyordu sanki. Mikdat terden sinlsiklamdi; açlıktan yürüyecek takâti kalmamıştı. Selâm verip sordum:

— Mikdat, bu sıcakta dışarıda ne işin var, hayırdır inşallah?

— Sorma ya Ebu'l-Hasan!

— Nasıl sormam? Nasıl aldırmam senin ne hâlde olduğunu Mikdatcığım! Söyle, bir şey mi var?!

Kaytarıyor, söylemek istemiyordu. Sonunda ısrarımdan vazgeçmeyeceğimi anladı:

—   Karımla çocuklarımın açlıktan ağlamasına dayanamayıp çıktım evden... Belki Allah Teala bir umut kapısı açar diyerek...

Boğazımda düğümlenen yumruğu yutmadım, yaşlar boşanıverdi gözlerimden. Elimdeki bir dinarı onaverip:

—  Senin benden daha fazla ihtiyacın var buna! dedim.

Bomboş ellerle eve gelmeye utandım; sığınabileceğim tek yer camiydi. Namazı Hazret-i

49

Resulullah'ın /s.a.a/ imametinde edâ ettikten sonra çıkacaktım ki, baban beni çağırdı:

— Ya Ali! Beni evine misafır eder misin bugün? Allah'ımL. Ne diyebilirdim?! İki cihan served,

canım cananım Hazret-i Resulullah /s.a.a/ bize misafır olmak istiyor ve soframızda açlıktan başka sunabilecek hiçbir şeyimiz yok ona...

Susmaktan başka yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Peygamber:

—    Niçin susuyorsun Aliciğim? diye sordu. Gelmemi istiyor musun, istemiyor musun? Söyle hadü...

Onun emsalsiz ahlâkına sığınıp:

—  Mahcubiyetimi af buyurun! dedim. Tabii ki isterim. Başımızın üstünde yeriniz var!

Sevgiyle elimden tuttu, bize doğru yola koyulduk. Sıcaktan değil, utancımdan terler içindeydim şimdi de... Evde ne yapacaktım ben?L.

Bomboş sofraya, yiyecek bir lokma bulabilmek için çıktığım eve boş ellerle ve misafırle dönüyordum üstelik!...

İçeri girdiğimizde sen namaza durmuştun. Secdenin hemen yanındaki kaptan buram buram yemek kokusu geliyordu.

Dünya yemeği olmadığını hemen anlamıştım onun.

Namazını bitirdikten sonra bize selâm verip yaklaştın. Baban seni sevgiyle kucaklayıp yüzünü okşayarak:

— Nasılsın kızım? diye sordu.

Ve sen iki gündür açtın... Minicik yavrularının açlığını seyrederek hem de! Rengin iyiden iyiye

50

kaçmıştı, dizlerin titriyordu bitkinlikten. Yine de belli etmedin, hiçbir şey olmamış gibi:

— İyiyim hamdolsun! dedin. İyiyim babacığım! Sen... Kadınların ulusu sendin gerçekten...

—  Bu yemek nereden geldi Fatımacığım? diye sormuştum da, baban senden önce davranmıştı:

—    Aliciğim, bu senin Mikdad'a bağışlamış olduğun o bir dinarın ödülüdür! Tabii sadece dünyevî ödülüdür bu; o amelinin uhrevî karşılığınıysa ahirette göreceksin!

Ve sonra baban da dayanamayıp ağlamış ve elini omzuma koyup:

—    Allah'a hamdolsun ki seni Zekeriya ve Fatıma'mı da Meryem menzilesinde kıldı; onlara da cennetten yiyecek inerdi böyle!

Evet, Fatımacığım; böylesine sabırlıydın sen... Hiç şikâyetçi olmadın hayatından. Seni nasıl unutabilirim ben, mümkün mü unutmak seni Fatıma'm? Yokluğuna nasıl dayanırım ben şimdi?!

Hatırlıyor musun; nikâhımız kıyıldığı hâlde bir aydır henüz benim evimin gelini olmamıştın sen? Babana açmaya ise utanıyordum bunu. Bir gün kardeşim Akil gelip:

—     Kardeşim! dedi. Niçin gidip Hazret-i Peygamber'den Fatıma'yı gelin etmesi için izin istemiyorsun? Böylece hem bir an önce yuvanı kurmuş, hem de bizi ve seni seven diğer dostlarını bu vuslatla sevindirmiş olursun.

—  Ben de istiyorum bunu, dedim Akil'e. Ama bunu Peygamber'e açmaya utanıyorum!

Akil, hemen o sırada kalkıp size gitmemiz ve seni babandan istemem için yemin verdirdi bana.

51

Yolda Ümmü Eymen ve Ümmü Seleme'yle karşılaştık. Meseleyi anlayınca:

—  Bu işi bize bırakın, dediler, kadınlar böyle işleri daha iyi bilirler.

Kabul ettik. Sizin evin kapısının önünde bekledik. Çok geçmeden geldiler, Peygamber'in beni çağırdığını söylediler.

Çok utanıyordum. Utana sıkıla gidip Resulullah'in /s.a.a/ yanina oturdum. Her zamanki şefkat ve sevecenliğiyle:

—  Aliciğim, Fatıma'yı göçürmek mi istiyorsun? diye sordu.

— Eğer uygun bulursaniz, ya Resulullah!

— Çok güzel! O hâlde hemen bu akşam evinde bir yemek ver ve eşini al, götür!

Sa'd bir koyun hediye etti, hiç unutmam; sahabelerden birkaçı da mısır getirdiler. Ben de, babanın vermiş olduğu on dirhemle çarşıya gidip yağ, hurma ve biraz da kurut aldım. Sofrayı kurduk. Peygamber-i Ekrem /s.a.a/:

—   Git, istediğin herkesi çağır! buyurdu. Ama senin evin küçük olduğu için onar onar gelmelerini söyle. On kişi gelsin yemeğini yedikten sonra, yerini diğer on kişiye bıraksın!

Camiye gittim; gördüğüm herkesi davet ettim. Haber çok geçmeden bütün Medine'de yayılmış... İnsanlar akin akin yemeğe geliyordu bize.

Peygamber-i Ekrem /s.a.a/ yemek kazanimn yanina oturmuş, bizzat kendi mübarek elleriyle herkesin yemeğini vermekteydi. Yüzlerce misafir, onar onar gelip yedi doyasiya; ama Peygamber'in mtibarek ellerinin bereketi sayesinde, gelen herkese yetti o yemek.

52

El ayak çekildikten sonra seninle bana da ayırdı o yemekten kendi elleriyle. Misafırler gitmiş, kimse kalmamıştı üçümüzden başka. Benimle seni yanına çağırdı; ellerimizi tutup sevgiyle bağrına basarak bir sure öylece durduktan sonra ikimizin elini kavuşturuverdi. Ikimizin de almna birer buse kondurduktan sonra:

—  Aliciğim! En iyi eşe sahip oldun; kutlanm! dedi. Sonra da sana dönüp aynısını tekrarladı:

—  Fatımacığım! Sen de çok iyi bir eş kazandın kizim; kutlanm. Allah her ikinizi de mesut etsin! Canim yavrum benim; kocanın fakirliği endişelendirmesin sakın seni, e'mi! Fakirlik, ben ve Ehl-i Beyt'im için bir iftihardır, sakın unutma bunu! Kizim! Ben seni dünyanın en iyi insamyla evlendirdim. Kocan benden sonra diinya ve ahiretin "büyüğü"dür, bilesin... Sakın kocana itaatsizlikte bulunmayasin! Kocan, yeryüzünün en miimin, en bilge ve en iyi ahlâklı insanıdır.

Kizim! Şunu bil ki diinya ve ahiretin biitiin servetlerini babanın ayağına döktüler; bunları kabul etmem hâlinde Allah katindaki makam ve derecemin zerrece azalmayacağını söyleyerek hem de! Ama ben kabul etmedim yavrum; mal, miilk ve servete itina etmedim asla.

Sevgili kızım! Ali'nin kıymetini bil!

Sonra yine bana döniip:

—  Aliciğim! dedi, Fatıma'ya iyi davran, sevecen ve samimî ol. İyilikte bulun ona, biitiin kalbinle sev onu; o benim viicudumun bir parçasıdır... Onun iiziilmesiyle ben de iiziiliir, onun sevinciyle sevinir, memnun olurum ben de!

53

Sizleri Allah'a emanet ediyorum. Rabb'ul-âlemîn yariniz, yâveriniz olsun. Sadece O'nu hakem edinin aramzda.

Ve sonra bizi baş başa bıraktı çıktı. Kapıyı kapadı ve kapının ardindan tekrar duada bulundu bizim için:

— Allah Teala sizi ve evlâtlarınızı mutahhar ve tertemiz kılsın! Sizin dostlannizla dost, düşmanlarınızla düşmanım! Allah'a emanet olun!

Evet Fatımacığım...

Ben, o çok kısa siiren evliliğimiz boyunca sevgi, şefkat, samimiyet, saygi ve vefakârlıktan başka bir şey görmedim senden. Umarım sen de razısındır benden.

"Babanin annesi" lakabina sahip olduğun için sevgili Resulullah /s.a.a/ seni yakınında görmek istiyordu. Evimizin onun evine çok yakın olmasını, böylece seni her giin görebilmeyi istiyordu. Ve tabii bu arada ben de her giin onu görebilmenin mutluluğunu yaşayacaktım böylece...

Harise bin Nu'man'ın Medine'de birkaç evi vardı. Hepsini takdime hazır olduğunu söyleyerek biiyiik bir mertlik örneği sergiledi. Hazret-i Resulullah /s.a.a/ kendi evine en yakın olanını bizim için seçip Harise'ye duada bulundu.

Ve böylece biz, Peygamber'e komşu olmuş olduk.

Nebevî siinnet, işleri seninle benim aramizda paylaştırıp bu sorumluluklann sınır ve hududu olarak da evimizin kapısını belirledi.

Evin içindeki işlerden sen, dışarıyla ilgili işlerden de ben sorumlu oldum.

Ama sana çok gelirdi onca ev işi; kıyamazdım senin evde onca işin altında ezilmene; hem, vücutça da pekzayıftın...

54

Dikiş işleri, çamaşır, bulaşık, ekmek pişirme, yemek hazırlama, un öğütme... Onca gece ibadetlerine ilâveten bir de bu işlerin tamamını, üstelik her gün peyderpey yapmak seni tüketir, takatini bitirirdi.

Bir gün elindeki kabarcıklarla morartıları görünce iliklerimin sızladığını hissettim, seni öyle görmeye nasıl dayanabilirdim ben?! Hemen Resulullah'a /s.a.a/ gidip kendisinden bir hizmetçi rica etmeyi düşündüm. Sana açtığımda kabul ettin. Birlikte babana gittik. Ama onun malî durumu bizden daha kötüydü o sırada. Ne var ki o yüceler yücesi insaniyet âbidesinin kitabında, kendisine yapılan bir rica ve isteğe "hayır" demek yoktu öteden beri. Nitekim hizmetçi vermediyse de, sana özel bir tesbihat öğretti ki, o tesbih sayesinde ev işleri artık kolay gelmişti sana:

— Her namazdan sonra 34 defa "Allahu Ekber" diyerek Allah'ın "Büyük" olduğunu söylemiş olun; 33 defa "Elhamdulillah" diyerek O'na hamd ve şükürde bulunun; 33 defa da "Subhanellah" diyerek Allah'ı tenzih edin, bütün olumsuzluk ve noksanlıklardan münezzeh bilin O'nu.

Ve böylece "Fatıma Ana Tesbihi" denildi ona, senin adınla tanınıp bilindi ve senin sayende diğer Müslümanlar da o tesbihatın büyük feyizlerinden faydalanma imkânı bulmuş oldular.

Allah'a yemin ederim ki, senin yuvan huzur ve saadet yuvasıydı benim için. Ne zaman kapıdan içeri adımımı atsam senin bir bakışınla bütün dertlerimi unutur, bütün yorgunluklarım dökülüverirdi bir anda bedenimden.

Cihada gideceğim zaman sen hazırlardın gerekli eşyalarımı; savaşlarda aldığım derin ve ağır yaralar senin şefkat dolu ellerinin tedavisiyle kapanıp

55

iyileşiverirdi, hatta benim ve Peygamber'in kılıcındaki kanları sen o mübarek ellerinle temizler, pırıl pırıl edip kınlarına yerleştiriverirdin.

Ve ben, seninle geçirdiğim bu süre zarfında Hz. Resulullah'ın /s.a.a/ buyruğunu herkesten ziyade anladım ve yaşadım:

"Kadının cihadı, kocası için iyi bir eş olmasıdır." buyurmuştu baban.

Adımlarımdaki sarsılmazlık, pazılarımdaki ezici güç, kılıcımdaki salâbet ve süratte, senin oynadığın rol ve etkinliği kim inkâr edebilir Fatıma'm?!

Sen olmasaydın kiminle yaşar, kiminle eş olabilirdim ben? Senin o masmavi gökler kadar engin yüreğinden başka hangi minik kalbe sığardı şu gönlüm benim?!

Fatıma'm... Benden başka kim bilebilir senin gerçek makam ve ilâhî dereceni? Tam dokuz yıl yaşadım seninle; bu süre zarfında Muhammdî huy ve ahlâkla, ilâhî sıfatlardan başka bir şey görmedim sende...

Öylesine büyük ve yüce bir ruhun vardı ki senin... İzleyicilerine şefaatte bulunabilme hakkı istedin nikâh mihrin olarak... Rabb'ul-âlemin de kabul buyurdu senin bu yüce dileğini.

Sözlerin tıpkı vahiy, davranışın ve amellerin tıpkı sünnetti senin. Bizzat kıstas ve ölçüydün sen. Hiçbir kıstasa da sığmadın; başlı başına mihenk taşı, kıymet ölçüsüydün daima.

İffet senden kaynaklanırdı; terbiye, ar ve hayâ senden yansırdı insanlara; takva senin sıfatındı; oruç, senin tuttuğundu; namaz, senin kıldığındı; salih amel, senin işlediğindi; iffet ve namus sana gıpta eder, dürüstlük ve nezaket sana imrenirdi: "kadın"lık

56

öğrencindi, çırağındı senin; "hanım efendilik" senin varlığından esinlenilmiş bir model ve örnekti.

O günü hiç unutmam; Resulullah /s.a.a/ camide, ashaba dönüp:

—  Kadın için en üstün sıfat nedir bilir misiniz? diye sormuştu da ashap cevap verememiş, kalakalmıştı. Hatta Resulullah'tan /s.a.a/ sonra ümmetin en bilgesi olan ben5 bile duraklamış ve hemen gelip senden sorduktan sonra camiye gidip sevgili Resulullah'a /s.a.a/ şöyle demiştim:

—  Bir kadın için en üstün sıfat, onun hiçbir -namahrem- erkeği, ve hiçbir -namahrem- erkeğin de onu görmemesidir!

Baban, bunu benim değil, senin cümlen olduğunu hemen anlamıştı.

— Ya Ali, bu cevabı kim verdi? diye sordu.

— Kızınız Fatıma söyledi, ya Resulullah! Baban memnuniyetle gülümsedi:

—   Aferin Fatıma'ya! Benim vücudumdan bir parça olduğunu bir kez daha ispatlamış oldu gerçekten!

İşte bu yüzdendir ki ben, Resulullah'ın /s.a.a/ vücudundan bir parçayı kaybetmiş oldum şimdi, Fatımacığım! Senin varlığın, sevgili Resulullah'ın /s.a.a/ yokluğuna tahammül etmemi kolaylaştıran bir merhemdi âdeta.

Amaya şimdi?!

Sevgili baban Resulullah'tan /s.a.a/ sonra şimdi de sen yalnız bırakıyorsun beni.

Başımı alıp nereye gideyim ben?! Ne yapayim şimdi bunca yalmzhkla böyle?!...

5 - "Ben ilim şehriyim, Ali de kapısıdır." Hadis-i Serif.

57   
                                                                                                                                                58

5. Bölüm

Eğer sen onca büyüklük ve erişilmezliğe sahip Fatıma ve ben de oldukça çabuk kırılan öksüz bir kalbe sahip Hasan olmasaydım dahi, senin "ağlamamam" yolundaki isteğini yerine getirebilmem yine de mümkün olmayacaktı anne...

Ben sırf bir çocuk, sen de sırf bir anne ol say din bile, kalbime üzülmemesini ve gözlerime ağlamamasını söylemem mümkün olmayacaktı yine de!

Kaldı ki, sen sırf bir "anne" değilsin; "Fatıma"sın da aynı zamanda... Dedem Hz. Resulullah'ın /s.a.a/ "vücudumun parçası, gözümün ışığı" dediği biricik "Zehra-yı Athar", "Seyyidetü Nisâ'il-Âlemin", vahyin alıcısından geriye kalan en yakın ve en mahrem yegâne emanettin sen!

Allah ve Resulü'nün seveni ve sevilenisin sen!

59

Allah ve Resulü'nün seni ne kadar sevdiğini kim bilebilir?!

Neredeyse Peygamber Bilâl'i çağırıp her ezandan sonra "Muhmmed, Fatıma'yı çok seviyor; Allah ve Resulü çok seviyor onu" demesini emredecekti doğrusu...

Evet, Allah Resulü pek, ama pek çok severdi seni. Ve senin ona olan sevgi ve tutkunluğunuysa bilmeyen yok zaten. Nitekim o "Ümmü Ebîhâ" diye çağıracak ve "Babasının Annesi" diye hitap edecekti sana. Onu kaybettikten sonra bir kez olsun yüzünün güldüğünü görmemiştir kimseler senin... Ve onun aramizdan ayrılışından sonra hep ağlaman, düşmanı çileden çıkarmıştı.

Her ne kadar hicretin üçüncü yılında dünyaya geldiysem de hicretten önce de, hicretten sonra da hep gördüm senin neler çektiğini ve nasil bir "sabır, direnç ve şükür" örneği sergilediğini... Bu nedenle de dedem Resulullah'in irtihalinden sonra onca yalniz ve garip bir hâlde "Beyt'ül-Ahzân"ına kapanıp duyanın ciğerini kül eden o yakıcı sesinle ağlayıp sızlamana hak veriyorum anne.

Ah... Dedem... Resulullah... Dünyaya gelişim ve onun beni kundaktayken şefkatle sevip okşamaları bile gün gibi aklımdadır hâlâ.

Peygamberlerin en azizi olan dedem senin ilk çocuğunu bir an önce görebilmek için fevkalâde bir iştiyak ve sevgiyle eve koşmuş ve beni kundaklanmış olarak kollarına verdiklerinde hemen mübarek kaşlarını çatılarak:

"Bebeği sarı renk kundağa sarmayın dememiş miydim?" diye buyurmuştu.

60

Dedem Resulullah defalarca tembihlemiş, ama ebeye yardımcı olan kadıncağız unutuvermişti. İşte beni bembeyaz örtüler içinde dedeme vermişlerdi.

Dedem sevincinden öyle gülmüştü ki, bembeyaz dişleri görünmüş ve alnımı, gözlerimi ve dudaklanmı öpücüklere boğarak:

"Allah'ım! demişti. Ben pek sevmekteyim bu bebeği!" Sonra da kulaklanma ezanla ikame okuyup senden ve babamdan:

— Adını ne koydunuz? diye sormuştu. Siz:

—   Çocuğumuza isim koyma hususunda Allah Resulü'nden öne geçmeyiz asla! diye cevap verince şöyle buyurmuştu:

— Ben de bu hususta Rabb'imden önce geçmem! Derken Cebrail gelmiş ve Allah Azze ve Celle'nin

benim için seçtiği ismi getirmişti: Hasan!

Ve bunun Hz. Harun'un ilk oğlunun İbranîce'deki ismi "Şeber"in Arapça'daki karşılığı olduğunu vurgulamıştı sevgili Cebrail.

Bunları hâlâ unutmuş değilim anne! Hatırladığımda iliklerime kadar hasretle kavruluyorum! Bir hoş olduğum asıl anlar, eşsiz şefkatinle beni sevip okşarken söylediğin maniler ve ninnileri duyduğum anlardı. Hani şöyle derdin:

"Babana benze Hasan'ım, onun gibi ol!

Hakkı kurtar boynundaki ipten.

Rahman Rabb'ime ibadet et daima

Uzak dur daima kin güdenlerden."6

Evet anne... Senin o ruhumu okşayan şiirlerinle ninnilerini unutmayan ben; Rabb'inle halvetlerdeki o

1 - Bihar'ul-Envar, c. 43, s. 286.

61

münacat ve yakarışlarını unutur muyum hiç?! Hani Rabb'ine yalvarırdın ya:

"Allah'ım! Arşın ve onu yüceltenin hürmetine, vahyin ve onu nazil buyuranın hürmetine, Peygamber'in ve ona vahiy getirenin hürmetine, Kâbe'nin ve onu kuranın hürmetine!

Ey bütün sesleri duyan! Ey bütün kaybedilenleri bulup getirecek olan ve ey mahlûkatı öldürdükten sonra diriltecek olan! Muhammed ve Ehl-i Beyt'ine selâm ve salât gönder! Doğudan batıya dünyadaki bütün mümin erkek ve kadınlara ve bu cümleden olmak üzere de bizlere katından yakın zamanda işlerimizde kolaylık ve ferahlık lütfeyle! Şahadet ederim ki bir tek Allah'tan gayrı ilâh yoktur. Muhammed /s.a.a/ senin elçin ve kulundur; Allah'ın selâmı ona ve onun pâk ve mutahhar evlâtlarına! "7

Veya senin dilinden hiç düşürmediğin şu duan:

"Şükür ve sabır anında, namazda ve zekâtta, geceleri sabaha kadar yapılan zikir ve ibadette, saadet ve berekette, rahmet ve artırmada, nimet ve keramette, farzların edasında, mutlulukta ve kederde, neşede ve gamda, musibette ve belâda, güçlükte ve rahatlıkta, zenginlikte ve fakirlikte; her zamanda, her mekânda ve her durumda hamd ve sena Allah'a mahsustur; O'nu daima tesbih ederim ben..."

Anne... Böylesine bir "Fatima" olan seni sevmemek elde mi?! Senden nasıl vazgeçer insan?! Hiç unutmam, bir defasında gece namazından sonra fevkalâde ilâhî bir hâlet-i ruhiyeyle duaya koyulmuş, Allah korkusundan titreyerek yakarıp durmuş; ama kendin için veya bizim için bir şey söylememiştin.

- Mühec'üd-Deavat, s. 177.

62

Sabahleyin dayanamayıp o gece sabaha kadar seni izlediğimi söylemiş ve:

— Anne! demiştim, Neden hep başkaları için dua ettin? Ya kendin? Yabiz?!

Ve sen, gözyaşlarının iz bıraktığı yüzünü bana çevirip:

— Yavrucuğum! Önce komşunun evi, sonra kendi evimiz; önce başkaları, sonra biz! demiştin.

Ve bu, senin hayat parolan, yaşam tarzındı ömrünün sonuna kadar.

Esasen hiç kendini düşünmedin ki sen... Tepeden tırnağa fedakârlık, tepeden tırnağa özveri... En güzel örnektin sen cömertlik ve bağışta...

Ben ve Hüseyin hastalandığımızda babamla sen, iyileşmemiz için üç gün art arda oruç tutmuş ve her üç günde de iftarlıklarınızı başkasına bağışlamıştınız; hatırlıyor musun anne?...

Kardeşim Hüseyin'le ben ateşler içinde yatıyorduk hani... Babamla sen pervaneler misali telâşla etrafımızda dönüyor, bizi iyileştirebilmek için elinizden geleni yapıyordunuz.

O sırada dedem Resulullah bizi görmeye geldi. "Çocukların iyileşmesi hâlinde Allah'a şükür ifadesi olarak bir adakta bulunun, bir şeyler nezredin." dedi.

Babamla sen:

—  Sevgili yavrularımız iyileştikten sonra üç gün art arda oruç tutmayı adıyoruz! dediniz.

Bunun üzerine Hüseyin'le ben yorgun göz kapaklarımızı zorlukla aralayarak:

— Biz de üç gün oruç tutmayı adıyoruz! dedik. Bunu söylediğimizde dedem Resulullah eğilip her

birimize üçer tatlı öpücük kondurdu. Yaşlı Fizze Hatun da bize katılarak:

63

—  Şu canlarım ciğerlerim iyileşsinler de ben de oruç tutacağım! diye atıldı.

Allah'ın lütfü ve sizin dualarınız sayesinde kardeşimle ben iyileştik. İyileştiğimiz ilk gün adağımızı yerine getirmeye başlayarak niyetlenip oruç tuttuk.

İftar vakti gelip çatmıştı. Babamın camiden dönmesini bekliyorduk, o gelince hep birlikte sofraya oturup iftar edecektik.

Soframızdaki yegâne yiyecek 5 arpa ekmeğinden ibaretti, her birimize bir ekmek... Arpasını babam borç almış, Fizze öğütmüş, sen de tandırda pişirmiştin. Mis gibi kokuyorlardı... Ve bir testi su...

Babam geldiğinde sofraya oturmuş ve elimizi tarn ekmeklere uzatacağımız sırada kapı çalınıvermişti:

—   Selâm olsun size ey vahiy ailesi! Ey Ehl-i Beyt-i Resulullah! Fakirim, yoksulum. Sofranızdan bana da bir şeyler verin. Allah sizden razı olsun.

Fakir daha sözünü tamamlamadan babamla sen ekmeklerinizi ona vermek üzere aldınız; kardeşimle ben ve nihayet Fizze de aynı şeyi yaptık. Bütün ekmekleri o fakire verip bundan başka yiyeceğimiz yoktur..." diyerek özür de dilediniz.

Suyla iftar edip o gece hepimiz aç midelerle yastığa koyduk başımızı.

Ertesi gün de aynı olay oldu. Tarn iftar vakti; bu sefer de bir yetim çalmıştı kapıyı. Beş ekmeğin beşini de ona vermiş ve yine suyla iftar edip yatmıştık.

Üçüncü gün, açlığımıza bir de zaaf geçirmemiz eklenmiş, ama bu bile, bütün ekmeklerimizi, kapıyı çalan esire vermemizi engelleyememişti.

64

O gece ben ve küçük kardeşim Hüseyin geçirdiğimiz zaafa dayanamayıp bayılmıştık. Senin de hâlin bizden pek farklı değildi aslında.

Gözlerin iyiden iyiye çukura inmiş, açlıktan gözlerinde fer, dizlerinde takat kalmamıştı. Açlığını unutmak için namaza durmuştun uzun uzadıya.

Öteden beri açlığa alışkın olan babamdı bir tek bu durumdan pek etkilenmeyen. Dağlar gibi dimdik ve güçlüydü hâlâ. Ama Hüseyin'le benim açlıktan kendimizden geçmemiz babamı çok üzmüştü.

Bizi o hâlimizle bile mesrur edebilecek tek şey, sevgili dedemiz Resulullah'ı görmek, onun kucağına atılmaktı.

Babamın dedemiz Resulullah'ı görmeye gitmemizi önermesi, küçük Hüseyin'le beni heyecanlandırmaya yetmişti. Neşeyle yerimizden fırlayıp babamızın elinden tutarak dedeme gittik.

Dedem bizim hâlimizi görünce alt list oldu; gözleri dolmuş, sesi kısılmıştı. Hemen seni sordu; sormakla da yetinmeyip; "Kalkın, eve gidelim" dedi, "Fatıma'm kim bilir ne hâldedir şimdi?!"

Yolda hep Allah'a yakanyor ve şöyle mırıldanıyordu:

— Allah'ım! Ya Rabb'im! Şahit ol... Bunlar senin rızanı kazanabilmek için neler yapmada, bak... Senin aşkınla kendilerinden geçmiş bunlar ya Rabbi!

Eve geldik. Sen namaz kılmaktaydın hâlâ. Dedem karnının sırtına yapıştığını, açlık ve zaaftan gözlerinin çukura inmiş, dizlerinin titremekte olduğunu görünce, kendisini tutamayıp sana sarıldı, hıçkıra hıçkıra ağladı. Allah Resulü'nün bu kadar rahatsız olduğu bir anda Cebrail'den başkası gönlünü alamazdı onun. Ve geldi... Ne gelişti o öyle...

65

Cebrail Peygamber'i selâmlayıp, bu evin halkına Allah Teala tarafından özel bir hediye ve büyük bir müjde getirdiğini söyledi. Bu hediyeyi bizzat getirmiş olmaktan dolayı fevkalâde memnun görünüyordu. Öyle ki, gülüşünün kokusu, bütün evimizi elvan elvan ıtırlandırmıştı bir anda.

Cebrail'in getirdiği o büyük hediye neydi acaba!

Allah Teala siz "oruçlular"ı ve sizin yüzünüz suyu hürmetine de bizleri övmüştü. Allah'ın bir kulunu övmesinden daha büyük bir hediye düşünülebilir mi? İşte:

"... Şüphesiz ki iyiler /ebrar/, cennet pınarlanndan doldurulmuş kâfur karışımlı kadehler içerler.

Allah'ın halis ve seçkin kullarına mahsus olan bu pınarları onlar, diledikleri zaman diledikleri yerlerde çıkarır, akıtırlar.

Onlar, adaklarını yerine getirirler ve şerri yaygın olup herkesi kaplayan kıyamet gününden korkar ve kendi ihtiyaçları olduğu hâlde yiyeceklerini fakire, yetime ve esire bağışlarlar /ve şöyle derler/:

'Biz, sadece ve sadece Allah'ın nzasını kazanmak için fedakârlıkta bulunuyoruz ve sizden hiçbir karşılık ve teşekkür de beklemiyoruz.

Biz, asık suratlı ve pek zor gun olan o kıyamet gününden ötürü Rabb'imizden korkmaktayız.'

Allah da onları böyle bir günün şerrinden korumuş ve onlara parıltılı bir aydınlık ve sevinç vermiştir.

Ve onları sabretmeleri dolaysıyla cennetle ve ipekle ödüllendirmiştir.

Orada tahtlar üzerinde yaslanıp dayanırlar. Onlar orada ne yakıcı bir güneş ve ne de dondurucu bir soğuk görürler.

66

Meyvelerin gölgeleri onlara pek yakın ve devşirilmeleri kolaylaştırıldıkça kolaylaştırılmıştır.

Çevrelerinde gümüşten billur kaplar, kupalar dolaştırılır.

Gümüşten billur kaplar ki, onlan belli bir ölçüyle takdir etmişlerdir.

Orada onlara bir kadeh içirilir ki, karışımı zencefıldir.

Bir pınar ki, orda "selsebil" olarak adlandırılır.

Çevrelerinde gençlikleri ve dinçlikleri ebedî kılınmış civanlar dolaşır durur; onlan gördüğün zaman saçılmış birer inci sanırsın.

Nereye baksan, bir nimet ve büyük bir mülk görürsün.

Üzerlerinde hafıf ipekten ve ağır işlenmiş atlastan yeşil elbiseler vardır. Gümüşten bileziklerle bezenmişlerdir. Ve Rableri onlara tertemiz bir şarap içirmiştir /ve şöyle demiştir/:

'Şüphesiz, bu sizin için bir mükâfattır. Sizin /Allah yolunda/ zorluklara katlanıp çaba harcamanız şükre değer, meşkûr ve makbul görülmüştür.'..."8

Bütün bunlar senin yüzünün suyu hürmetine bize ulaşan ilâhî bereketlerdi anne... Çocuklarımıza ulaşacak bereketlerin de hayır vesilesi yine sensin, sen...

Sen anne... Nübüvvetin kızı, velâyetin eşi ve imametin annesisin...

Ve biz bugün, böylesine bir azamet ve büyüklüğü kaybediyoruz artık. Bir tek biz değil, bütün kâinat

8 - Söz konusu üç günlük oruç ve fakir, yetim ve esire bağış olayı üzerine Ehl-i Beyt hakkinda inen bu muazzam ayetler, İnsan Suresi'nin 5-22. ayetleridir.

67

mateme boğulmuş dummda bugün. Gök ansızın yanlip tepemize inse, dağlar keder ve üzüntüden ansızın parçalanıp tuzla buz olsa, hiç şaşılmaz bugün.

Sana ağlamamak elde mi anne?!

Senin öksüzün olanların ağlamaması mümkün mü anne?!

Dedem Resulullah'ın /s.a.a/ irtihalinde matemler içinde okuduğun o yanık şiirlerini çağrıştınyorsun şimdi gidişinle:

"Böyle bir dert hiç gelmemişti başa

Kalbim durur herhâlde, bu elemle baba!

Dertlerim artmakta vallahi günbegün

Gözyaşlarım durmaz, hep ağlarım sana baba!

68

6. Bölüm

Anneciğim! Gerçi dedem Resulullah'ın /s.a.a/ hayatta bulunduğu yıllarda da sen çok çetin zorluklar yaşadın; ama onun vefatından sonraki kara günlere oranla onlar iyi günlerin sayılır senin.

Sen ve babam, dedem Resulullah'la /s.a.a/ adım adım ve omuz omuza mücadeleler verip işkenceler gördünüz, sıkıntılar yaşadınız; ama asla yılmadınız; sizin için önemli olan, günden güne yükselen İslâm sancağıydı çünkü.

Gerçi çoğu zaman günler geçiyor, ama en fakir insanların bile mahrum kalmadığı bir lokma arpa ekmeği geçmiyordu boğazınızdan sizin; ama gösterdiğiniz gayret ve fedakârlıklar sonucu, İslâm'ın gün geçtikçe geliştiğini, giderek bu bebeğin serpilip büyüdüğünü bizzat müşahede ediyordunuz.

69

Yıllar boyu odanızın yegâne minderi, yatağınız ve dünyalık namına sahip olduğunuz tek şey, tabaklanmış o koyun derisinden ibaretti.

Hayatınız hep savaş ve müdafaayla geçti, biliyorum. Babam, bir savaştan henüz yeni dönmüşken; sırtının teri henüz kurumamış, kılıcının kanı henüz yıkanmamışken bir başka savaşa daha gitmek zorunda kalıyor ve bir cepheden diğerine koşarak İslâm ordularına komuta ediyordu.

Evet, bütün bunları biliyorum. Ama o zor günlerde dahi hiç olmazsa dedem Resulullah /s.a.a/ hayattaydı; küfrün ve cehlin karanlıkları sizin birbirine kenetli nurlu ellerinizle dağılmada ve İslâm şafağı sökerek güneşi armağan getirmedeydi yavaş yavaş.

Nitekim, ben de Hendek savaşında gelmedim mi dünyaya?!

O günlerde de zorluklar yok muydu?! Türlü sıkıntılar, türlü eziyetler yaşamıyor muyduk?!

Vardı, yaşıyorduk elbette... Ama dedem Resulullah'ın /s.a.a/ bir tek sözü yüreklerimize su serpiyor ve bütün zorlukları unutturuyordu hepimize:

"Ali'nin Hendek günü bir kılıç vuruşu, insanlarla cinlerin bütün ibadetlerinden üstündür."

Hatırlıyorsun değil mi anne?... Bu yüzdendir ki, "O günler saadet günleriydi" diyorum.

Bugünlerse zor... Bugünler matem ve keder günleri anne!..

Dedem Resulullah elimizden tutar, ayaklarımızı onun ayağı üzerine koyar, sonra da dizine, oradan da karnına ve göğsüne tırmanırdık neşeyle; oradan da omuzlarına çıkardık. O ise durmadan teşvik ederdi bizi:

70

"Daha yukarı yavrularım, hadi göreyim sizi canlanm benim!"

Sonra da bizi dudaklarımızdan öper, tepeye tırmandınız diyerek kutlar ve:

"Ya Rabbi! derdi, Ben şu Hasan ile Hiiseyin'i pek seviyorum! Onlan seveni sev, sevmeyenlerine düşman ol!"

Elleriyle dizleri üzerine çökerek bizim atımız olur, Hasan'la beni sırtına ahp hareket eder ve neşeyle:

"Ne güzel binek, değil mi?! Binicileri de pek yaman ha!" derdi...

Bazen beni sokakta görür, ben ondan kaçar gibi yapardim. Beni yakalamadıkça peşimi bırakmazdı. Çenemin altını okşar, başımı okşar, dudaklarıma buseler kondurur ve:

"Aman ya Rabb'im! Ne kadar da seviyomm şu Hüseyin'imi ben!" derdi.

Bazen ağabeyim Hasan'la beni güreştirir ve sürekli Hasan'ı teşvik ederek onun tarafını tutmaya çalışırdı. Bir defasında sen hayretle:

—  Babacığım! dedin, Küçüğün tarafını tutacağın yerde, büyüğünü teşvik ediyorsun sürekli sen!

Dedem o çok sevdiğim tebessümüyle:

—  Cebrail öbür tarafta durmuş, Hüseyin'i teşvik ediyor kızım; bu durumda Hasan'ı da teşvik edecek biri lâzım değil mi? dedi.

Küçücüktük. Camiye giderdik, onu bulabilmek için. Bazen secdeye rast gelirdi, hemen sırtına oturuverirdik. Arşı kat ediyoruz sanırdık... Biz kendiliğimizden sırtından ininceye kadar secdeyi uzatır, bütün cemaati bizim için bekletirdi. Müminler, namazdan sonra hemen koşar:

71

—  Siz secdedeyken Cebrail mi geldi? Vahiy mi nazil oluyordu ya Resulullah? diye sorarlardı.

O, gülümseyerek ve memnuniyetle cevaplardı:

— Cebrail'den daha sevgili, vahiyden daha tatlı... Dedem Resulullah minberdeyken girerdik kimi

zaman da camiye. Bizi gören cemaat hemen yol açardı, koşarak minbere çıkar, dedemizin kollanna atılırdık. Boynundan asılırdık. En arka saflarda oturanlar bile, ayak bileklerimizdeki halhalları görürdü.

Dedem her fırsatta hatırlatır, tekrarlardı cemaate: "Ben bunları severim, bunları seven beni sever, bunları inciten düşmanımdır benim!"

Bir gün babamla sen, ağabeyim Hasan'la beni de ahp dedemi ziyarete gitmiştiniz hani... Biz tarn kapının önünde beklerken içeriden dedem çıkmış, sırtındaki Hayber abasının bir ucundan kaldırıp gölgelik gibi başımızın üzerinde tutarak, o sirada orada bulunan birkaç sahabenin de duyacağı bir şekilde:

"Ben sizin düşmanlarınızla savaşır, dostlarınız ve izleyicilerinizle dost olurum." demişti.

Evet... Ne güzel günlerdi o giinler anne... Ancak o giinleri görüp yaşamayanlar, zor giinler zanneder o giinleri...

Dedem Resulullah, babamdan çok sık söz eder, onun güneşine her gun bir pencere açardı Miisliimanlar için.

Bir giin cemaatin huzurunda babama döniip:

"Ya Ali! Senin dostluğun iman, sana düşmanlık ise nifak ve münafıklıktır!" dedi.9

Bir başka giin de yine kalabalığın huzurunda:

' - Nur'ul-Ebsar, s. 72.

72

"Ya Ali!" dedi, "Sırat-ı Müstakim /doğru yol/ sensin!"10

"Ya Ali! Hak daima seninledir, senin dilindedir, senin kalbindedir, senin iki kaşının arasındadır!" n

Ve bir başka gün şöyle buyururdu:

"Ya Ali! Sen Beytullah gibisin tıpkı."12 Kâbe'yle aynıdır konum ve prestijin senin!

"Ya Ali! Cennetle cehennemi sen paylaştırırsın. Cennetliklerle cehennemlikler senin işaretinle belli olurlar!"

Kimi zaman da babam o sirada orada olsun veya olmasin cemaate şöyle buyururdu dedem:

"Ali'nin hizbi, Allah'in hizbi ve onun düşmanlarının hizbi de Şeytan'ın hizbidir." 13

"Ali, Allah'in sağlam ipidir!"14

"Ali, hidayet sancağıdır!"15

Evet anne... Bunlar, dedem Resulullah'in /s.a.a/ miibarek elleriyle ve birbiri ardınca evimizin kapısına dikilen iftihar sancaklanydi...

Ama yine de dedem endişeliydi. Bütün endişesi, onun ölümünden sonra bir ateş fırtınasının kopup bu sancakları yakmasıydı.

Gadir Gölü, Hz. Resulullah'in /s.a.a/ bu muhtemel firtinaya karşı en güçlü tedbir ve önlemlerinden biriydi.

10 - Yenabi'ul-Mevedde, s. 133.

11  - Miftah'ün-Necat, s. 66.

12  - Kunuz'iil-Hakaik, s. 188. Birbaşka rivayette de şöyle geçer: 'Senin konumun, tıpkı Kâbe gibi tavaf edilendir, tavaf eden değil."

13 - Yunabi'ul-Mevedde, s. 55.

14 - Yunabi'ul-Mevedde, s. 445.

15

- Hulyet'ül-Evliya, c.l, s. 66.

73

Ve Cuhfe, masum bir lider olmaksızın dinin tamamlanmış olmayacağı ve Ali'nin velâyeti olmaksızın İslâm'ın eksik kalacağı yolunda Allah Teala'nın Müslümanlara duyuruda bulunduğu mekândı.

Dedem Resulullah:

"Kim benim peygamberliğime inanıyorsa benden sonra da Ali'nin velâyetine inanmalıdır!" diyerek şöyle ekliyordu:

"Benim elimle Müslüman olanlar, İslâm'ın benden sonra Ali'nin ellerinde olduğunu bilsinler."

Liderlik ve velâyet sancağı benden sonra Ali'ye emanet edilmiştir. Zira Allah Teala bana; eğer bunu insanlara bildirmezsem, peygamberlik vazifemi yapmamış olacağımı buyurmuş bulunmaktadır.

Nitekim Rabb'ul-âlemin, dedem Resulullah'in /s.a.a/ irtihaliyle birlikte peygamberliğin sona ermesi nedeniyle iimmetin imamet ve hilâfet mesuliyetinin kimin uhdesinde olacağını böylece belirledikten sonra, bir ayetin niizuliiyle bunu da tespit etmiş oldu:

"Bugiin dininizi kemale erdirdim, nimetimi size tamamladim ve bu -velâyetli- İslâm'ınızdan razı ve hoşnut oldum."

Anne! O günler çok zordu biliyorum, ama ne de olsa dedem Resulullah'in /s.a.a/ sımsıcak eli omzundaydı babamın; onun miibarek destek ve himayesi söz konusuydu; hem, sen de vardın o giinlerde babama destek ve moral verecek...

Ama dedem Resulullah'in /s.a.a/ öliim döşeğine düşmesiyle birlikte ilk kara bulutlar da belirmeye başladı bu mazlum İslâm'ın semalarında.

Camideki o olayı hatırlıyor musun? Dedem minbere çıkıp cemaate şöyle seslenmişti:

74

"Kimin benim üzerimde bir hakkı varsa ya gelip istesin ya da helâl etsin: Rabb'imin dergâhına huzurla çıkmak istiyorum ben. Tekrar diyorum, ben beka diyarına göçmek üzereyim. Eğer birini rahatsız etmişsem, incitmişsem veya birinin boynumda hakki varsa kalkıp söylesin."

Camide bir uğultu kopmuş, birinin sesi bu uğultuyu bastırmıştı:

— Ya Resulullah! Benim üç dirhem alacağım var sizden!

—  Pekalâ! Ey Fazl! Gel, şu adamın üç dirhemini öde!

Vebirbaşkası:

—   Ya Resulullah! Ben beytülmale üç dirhem ihanette bulundum.

— Niçin yaptın bunu kardeşim?

— Muhtaçtım... İhtiyacım vardı...

—  Ey Fazl! Ondan üç dirhem alıp beytülmale ekle.

Ve bir ses daha:

— Ya Resulullah! Bir gün devenize binmiş olarak yoldan geçerken, ona yavaşça vurduğunuz kırbaç yanlışlıkla bana değmişti...

—  Ey Fazl! Git o kırbacı evden getir, bu adam kısas edebilsin...

Kırbaç geldi. Adam, Resulullah'ın yanında duruyordu, elinde o mübarek kırbaç vardı.

—  Ya Resulullah! Ben o sırada gömleksizdim. Sırtımda hiçbir şey yoktu... Eğer mümkünse siz de....

Ve dedem hiç alınmadan hemen sırtındaki gömleği yukarıya sıyırıp eğildi:

— Buyur kardeşim! Kısasta bulun!

75

Ve adamcağız dayanmayıp kendisini şevkle dedemin üzerine atmış, onun mübarek vücudunu gözyaşları içinde buselere boğmuştu:

—   Ya Resulullah! Sizin mübarek vücudunuza nasıl kırbaç vururum ben?! Nasıl kıyarım sizin incinmenize, ey Allah'ın ve meleklerinin sevgilisi! Şu mübarek vücudunuzu son bir kez olsun ziyaret etmek ve şu günahkâr dudaklarımı o tertemiz teninizle müteberrik etmek istedim. Asıl siz helâl edin beni ya Resulullah! Ensar arasında, güneşi öpen tek kişi ben olayım istedim!...

—  Allah senden razı olsun kardeşim! Ey cemaat! Şimdi kimsenin benim boynumda bir hakkı yok mu? İçim rahat olarak göçebilir miyim aranızdan şimdi?

Mescid'ün-Nebi cemaatin hıçkırıklarıyla sarsılmaya başladı. Birçok insan, dedem Resulullah'ın /s.a.a/ yerine kendi canını feda etmeye hazırdı belki de o anda... Ama ertesi gün aynı insanlar, dedem henüz hayatta olduğu hâlde Ebu Bekir'in arkasında namaz kıldılar pekâlâ!

Dedem Resulullah /s.a.a/ bunu duyunca önce şaşırmış, sonra pek rahatsız olmuştu:

"Ebu Bekir'e, Üsame komutasında hemen Medine'yi terk etmesini emretmiştim! Niçin gitmemiş?! Neden hâlâ Medine'de?!"

Dedem Resulullah /s.a.a/, Ebu Bekir'in niçin Medine dışına çıkması gerektiğini çok iyi biliyordu; keza, onun sarih emrine rağmen niçin gitmeyip Medine'de kaldığını da...

Ayşe defalarca gelip:

"İzin verin, bir kez de babam sizin yerinize namaz kıldırsın cemaate." demişti.

76

Hatta birkaç kez de Hafsa'yı aracı etmiş, ama Resulullah /s.a.a/ her seferinde; "Hayır!" demiş ve onların bu ısrarlı tavn karşısında nihayet azarlamıştı:

"Siz, tıpkı Yusufun eşleri gibisiniz!"

Bütün bu "hayir'lar ve azarlamalara ragmen, izin verilmediği hâlde Ebu Bekir cemaatin önüne geçmiş, namaz kıldırıyordu şimdi!

Allah Resulii /s.a.a/ bu tutuma tahammiil edememişti; babamı çağırarak:

"Ya Ali!" demişti, "Gel koltuğuma gir de camiye götür beni!"

Hz. Resulullah /s.a.a/ hastalığı ağırlaştığı hâlde, olayı duyar duymaz o hâliyle kalkıp camiye gitmiş16 ve Ebu Bekir'in namazını yarıda bıraktırıp kendisi kıldırmıştı o hâliyle... Hâli hiç de iyi olmadığından, oturarakhem de!

Sonra da babamı çağırarak son vasiyetlerini yapmak istediğini söyledi. Bunu duyan Aişe'yle Hafsa koşup gelmeleri için babaları Ebu Bekir'le Ömer'e hemen haber yolladilar. Ama dedem, onları görür görmez kaşlarını çatarak:

"Eğer gerekirse çağırırım sizleri!" diye buyurup çıkmalarını işaret etmişti.17

Evet anne.... Fitnenin ilk kara bulutları, dedemin hastalanıp yatağa düşmesiyle birlikte başladıydı...

Dedem Resulullah /s.a.a/:

"Benden sonra sapmamanız için size yazılı bir kılavuz bırakmak istiyorum; bir kalemle bir levha getirin bana!" buyurdu.

' - Sahih-i Buharî, c: 1 - Taberî, c. 3, s. 195, Farsçaterc.

77

Allah Resulü'nün /s.a.a/ ne yazmak istediği ve ne gibi bir "yazılı belge" bırakacağı apaçık ortadaydı. Ömer engel oldu! Keşke engel olsaydı sadece! "Bu adam sayıklıyor!" diye de bağırdı ve ekledi: "Allah'ın kitabıyeterbize!"18

Evet anne... Babandan söz ediyordu, "Bu adam" diyerek... Ceddimizden... Dedemden, Allah'ın Resulü'nden söz ediyordu...

Yaranı tazelediğimin farkındayım, ama öyle birisi için "sayıklıyor" diyordu ki, sayıklamak bir yana, söylediklerinin bir tek cümlesi bile kendisinden değil, mutlak vahiydi. Yüceler yücesi Rabb'ul-âlemin de belirtmiyor muydu bunu:

"... O peygamber, heva ve heves üzere, kendi istek ve tutkularıyla konuşmaz; onun söylediklerinin tamamı vahiydir."19

Evet anne... Allah Azze ve Celle'nin bu sarih buyruğuna rağmen sarf edilen o söz, dedem Resulullah'ı /s.a.a/ pek incitmiş, gözleri doluvermişti o sırada, bir kâinat dolusu yalnızlık, mazlumiyet ve ümmetinin o nahoş tavrıyla... Ama meseleyi hiç mi hiç, üstelememişti artık o son lahzalarında...

"Vahyin boğazına sarılabilen inkâr pençesi, bir kağıt parçasını da kolayca buruşturup atabilirdi ayaklar altına küstahça çünkü!"

"Senin başına gelecek belâdan daha büyük belâ yokHüseyin'im!" deme anne...

Aşura günü benim başıma gelecek olanlar, her ne kadar "felâketin doruğu" olacaksa da; başlangıç

1 - Bu olay, Sahih-i Buharî'de beş yerde geçmektedir. ' - Necm Suresi, 3-4.

78

noktası, dedeme karşı sergilenen o tavırdı aslında anne!

Aşura'da önüme çekilecek olan o çizginin ilk ucu burada işte anne!

Dedem başını toprağa koymak üzereyken daha, başladı bütün sapmalar anne... Kerbelâ, o ilk eğrilik ve sapmalann bir uzantısından başka nedir ki ashnda?!

Ne diyordum... Evet, o sirada dedem seni çağırıp kulağına bir şeyler fısıldadı. Bahar yağmuru gibi yaşlar boşanmaya başladı gözlerinden. Bir şeyler daha fısıldadı. Bu kez de bütün dertlerini unutup, bulutlar arasında yağmurda ansızın ortaya çıkan güneş gibi gülüverdi yüzün.

Son demlerini yaşadığından emin olduğunu duyunca ağlamış, ona Ehl-i Beyt'inden ilk kavuşacak olanın kendin olduğunu duyunca da sevinmiş, ferahlayıp gülmüştün.

Evet; şahadetin, şu dünyada çektiklerine son veren bir gökkuşağı sayılır senin için. Gidişin senin için dertlerin ve acılarının sonu oldu anne; ama bizler için... Elem üstüne elem...

Sen kurtuldun ama bizim dedem Resulullah'tan /s.a.a/ sonra bir kolumuz kanadımız daha kırıldı gidişinle...

Dedem Peygamber'le senin gidişinden sonra İslâm kanatlanarak güç bulamaz artık.

Dedem, o sahabenin tavrını görünce, kendisini yalnız bırakmalarını söyledi; Ehl-i Beyt'ten başka herkesin çıkmasını emretti.

Sen, babam, ağabeyim Hasan, Zeynep, Ümmü Gülsüm ve ben kaldık içeride sadece.

Ümmü Seleme'ye de kapının önünde beklemesini ve içeriye artık kimseyi almamasını tembihledi.

79

Aman Allah'ım... Yoksa... Dedem... Resulullah...

Babamın yanına yaklaşmasını istedi, yorgun sesiyle:

"Gel Ali'm, yanıma otur şöyle!" dedi.

Ve seninle babamın ellerini tutup hasretle bağrına bastı. Sizin elleriniz, dünyanın bütün dertlerine merhemdi sanki o sirada anne... Dedem konuşmak istiyordu, ama yapamadı. İçine gömdüğü dertler, ümmetin cehaleti, bencilliği ve makam hırsının mübarek kalbinde biriktirdiği elemler gözyaşlarıyla teselli buluyordu âdeta...

Ne kadar da yalnızdı dedem. Çektiği bunca zahmet ve katlandığı onca sıkıntılardan sonra, son demlerini yaşadığı şu lahzalarda Allah'tan başka yâri, biz Ehl-i Beyt'inden başka da yaveri kalmamıştı, Allah Resulü'nün.

Dedem, dünyanın o en sevgili, en değerli, en üstün, en aziz ve en büyük insanı; yıllarca kendilerini yetiştirmek için didindiği, cehalet karanlığından iman gündüzüne çıkarabilmek için çırpındığı insanların elinden ağlıyordu şimdi. Hem de son nefeslerini vermek üzere olduğu lahzalarda...

Ne kadar da mazlumdu dedem. Uğrunu canlar feda olası bu eşsiz insan ne kadar da yalnızdı Allah'ım!...

Onun gözlerini yumup sessizce ağlaması seni de ağlatmıştı... Babam da ağlıyordu şimdi. Bizler de ağlaşmaya başlamıştık... Acı bir hadisenin hemen eşiğinde olduğumuz hissediliyordu.

Boynunu büküp gözyaşları içinde dedeme eğildin gayri ihtiyari:

Baba! Babacığım! Ey Allah'ın en sevgili kulu! Ey peygamberlik bahçesinin son çiçeği! Ne olur, ağlama!

80

Dayanmak mümkün değil senin gözyaşlarına... Ne olur, üzme kendini baba!... Ey Allah'ın son elçisi! Ya Resulullah! Ey sevgililerin sevgilisi! Ey gözyaşlarına kurban olduğum! Ne olur, ağlama!...

Son nefeslerinde sana böyle davrananlar, senden sonra bize neler yapmazlar ki baba!...

Senden sonra ne olur bizim hâlimiz, ya Resulullah!

Sen göçer gidersen, bunlar bize nasıl davranacak, kimbilir?!

Senden sonra kim arka verecek Ali'ye?! Kim ona "kardeşim" diyerek arka çıkacak?! Kim ona destek verip "Kitabullah ve Ehl-i Beyt"in Müslümanlara kılavuz ve hidayet meşalesi olduğunu beyan edecek?!

İslâm'ın başına neler gelecek senden sonra baba?!

Hıçkırarak, sarsıla sarsıla ağlıyordun. Gözyaşların elbiseni ıslatmıştı anne...

Gayri ihtiyari dedemin üzerine attın kendini, biteviye öpmeye başladın; yüzünü, yanaklannı, gözlerini, dudaklannı, sakalını, elini... Öptün, öptün... Onu kaybetmeden önce doyasıya öpmek istiyordun.

Gözyaşlarınız birbirine kanşmıştı. Dedem seni kuvvetle bağrına basmış, ağlıyordu öylece...

Babam da alt üst olmuştu. Ya biz? Hiç Sorma o sıradaki hâlimizi anne!

Her an uçup gidecek, her lahza ansızın kaybolması mümkün o çiçeği doyasıya koklamak istiyorduk hepimiz.

Hiçbirimiz kendimizde değildik o sırada... Vakar ve metanet timsali olan babam bile dedemin üzerine kapanmış, sarsıla sarsıla ağlıyordu, o salâbetli dağları andıran heybetiyle...

81

Dedem senin elini tutup babamın avuçlarına koyarak:

"Kardeşim! Ya Ebu'l-Hasan!" dedi, "Bu, Allah ve Resulü'nün emanetidir sana!

Aliciğim! Bu emaneti iyi koru! Allah'a yemin ederim ki, cennet kadınlarının efendisidir bu!

Meryem-i Kübra'nın bile gıpta ettiği kadındır bu!

Aliciğim! Allah'a yemin ederim ki, ben bu mevki ve dereceye ulaşma yolunda Allah'tan kendim için ne istediysem, Fatıma'm için de istedim, Allah Teala da lütuf buyurdu hamdolsun!

Aliciğim! Fatıma'mın bütün sözleri benim kelâmımdır, bilmiş ol! Onun sözleri vahyin ve Cebrail'in kelâmı, babasının sözleridir.

Aliciğim! Allah'ın, benim ve meleklerinin rızası, Fatıma'nın rızasındadır!

Kızım Fatıma'ya zulmedecek, onu incitecek kimsenin vay hâline!

Ona saygısızlıkta bulunacak olanın vay hâline! 0nun hakkını çiğneyecek olanın vay hâline!"

Sonra da dedem, tekrar sana sarılıp defalarca öptü, öptü ve: "Baban sana kurban olsun Fatıma'm!" dedi.

Sen daha şiddetle ağladın:

"O ne söz baba! Benim canım yüz binlerce kere fedadır sana!" dedin.

Dedem, ölümünden sonra kızının ve Ehl-i Beyt'inin diğer fertlerinin başına neler geleceğini o sırada görmedeydi sanki.

Sadece yüzü ve sakalları değil, üzerindeki örtü de ıslanmıştı dedemin, gözyaşlarından.

Hasan'la ben, ayaklarına sarılıp ağlamaya başladık dedemin. Ayaklarını öpüyor, kokluyor, hasretle kucaklayıp sıkıyorduk.

82

Babam, dedemin rahatsız olmamasi için bizi kaldirmak istediyse de dedem engel oldu:

"Bırak dursunlar! Bırak hasret gidersin yavrulanm!... Gelin şu son nefeslerimde doyasiya öpüp koklayayım sizi evlâtlarım! Vedalaşmak için fazla vakit kalmadı çünkü!...

Benden sonra şu iki yavrucağın başına çok çetin belâlar gelecek; sert fırtınalara tutulacak ikisi de defalarca...

Ehl-i Beyt'ime zulmedecek olanlara Allah lânet etsin!

Ya Rabbi! Bu ikisini sana ve salih kullanna emanet ediyorum!"

O lahzalarda konuşabilen tek dilimiz, gözyaşlarımızdı; doldukça daha fazla ağlıyor, ağladıkça daha bir hüzünleniyorduk.

Babam... Ali... O dağları andıran Allah'ın aslanı yavaşça doğruldu. Çok güçlü bir kasırgaya tutulduğu her hâlinden belliydi:

—  Peygamberinizin yokluğunda Allah sabır ve ecrinizi artırsın ey Ehl-i Beyt-i Resulullah! Yüceler Yücesi Rabb'ul-âlemin, sevgili Peygamber'ini kendi yanınaaldı...

Ah!... Yani?! Aman Allah'ım!

Ah u fıganımız arşı titretiyordu. Dedem ayrılmıştı aramızdan. Ve sen kendini kaybetmişçesine onu çağırıyor, onu arıyordun sanki.

— Baba! Baba! Babacığım!

Ve biz senin gözyaşlarının seline kapılmazlık edemedik:

— Dede! Dede! DedeciğimL.

Ve babam... Sabır, yiğitlik ve ilim timsali olan babam:

83

— Ya Resulullah! Ey Allah'ın en hayırlı kulu! Ey yaratılmışların en hayırlısı, en sevgilisi... Ey canlar uğruna fedâ olası... diye mırıldanarak öylesine yavaş ve hüzünle ağlıyordu ki, onun o sıradaki hâlinden de etkilenmemek mümkün değildi.

Biraz sonra babam kalkıp gusül ve kefenleme işiyle meşgul olacaktı.

Nasıl bir güneşin battığını ve nasıl bir karanlık ve zulmetin hızla yaklaşmakta olduğunu çok iyi bilen sense, sadece ağlıyordun...

Kapalı kapıların ardından sızarak kamçı gibi vücudumuza inen o soğuk rüzgâr, yaklaşmakta olan meşum olayların habercisiydi âdeta... Ağlıyorduk...

Odanın içinde, yaratılmışlann en üstün ve en azizinin yerdeki mübarek cesedi henüz soğumamışken, dışarıda mevki ve makam kavgaları başlamış, akbabalann sesleri ayyuka çıkmıştı.

O sırada seni öylesine yakıp kavuran şey, odanın içindeki felâket miydi, yoksa dışarıdaki gürültülü hadisenin "iğrençliği" miydi bilemiyorum...

Belki de her ikisiydi anne...

Kısacası; her hâlükârda ağlamakta haklıydın sen... Dedem Resulullah'la /s.a.a/ babam, sen ve diğer bir avuç mümin salih Müslümanın, İslâm'ın ilk gününden başlayarak onca zahmetlerle kurdukları temel yıkılıyor, bütün emekler yele veriliyordu dışarıda şimdi...

Hangi derdime ağlayayım şimdi ben anne?

İslâm'ın garipliğine mi? Dedemin vefatına mı? Babamın şu mazlumiyetine mi? Senin şu şahadetine mi?... Hasan, Zeynep ve Ümmü Gülsüm'le benim şu öksüzlüğümüze mi yoksa?...

84

Hangi birine yanayım?... Hangi birine ağlayayım?... Hiçbiri kolay tahammül edilebilir gibi değil ki bunlann...

Dedemin yasıyla ağladığın zamanlarda dilinden düşürmediğin o ağıtı tekrarlıyorum şimdi ben de:

"Son peygamberin yokluğu sabrımı yıktı; yashyim.

Ey gözüm, ağla bahar bulutu gibi; kan ağlasan yeridir.

Ey Allah'ın elçisi! Ey seçkinlerin en seçkini!

Ey zayiflar, yoksullar ve yetimlerin tek sığınağı!

Minberinin senden sonra ne hâle geldiğini,

Nurdan sonra zulmet ve karanlığın ona

Nasıl çöküp konduğunu kalk da gör!...

Allah'ım! Ya Rabb'im! Al şu canımı artık

Küskünüm hayata ben!"20

20 - Beyt'iil-Ahzan.

85                                                                                                                           86

7. Bölüm

Babacığım! Ey Allah'ın seçkin kulu! Ey Muhammed! Ey Resul! Ey Ebu'l-Kasım! Ey öksüzlerin, sığınaksızların sığınağı!

Babacığım! Kıble ve mihrabın hâli ne olacak senden sonra?!

Babasını; en aziz yakınını yitiren şu kızının feryatlanna kim yetişecek şimdi baba?! Sabnm tükendi, takatim kalmadı artık.

Düşmanlarım sevinç içinde baba. Şu matemim onların sevinci olmuş, baksana!

Dayanılmaz bir dert, büyük bir acı bu...

Yapayalnız kaldım baba, yapayalnız... Ne yapacağımı bilemiyorum, bunca yalnızlık içinde.

Sesim iyiden iyiye kısıldı, kulaklar iyiden iyiye takandı karşımda. Ne bir yardımcım, ne bir koşanım varferyadıma... Dünyamı kararttılar baba...

87

Senden sonra... Bu korkunç yalnızlık ortamında yarsız, yarensiz kalıverdim baba.

Beni yatıştıracak, şu derdime derman olup yarama merhem sürecek kimseler yok şimdi.

Babacığım! Cebrail'in getirdiği Kur'an ve Mikail'in indiği mekân senden sonra garip mi garip oldu.

Babacığım! Senden sonra devir döndü, devran değişti, yollarımı birer birer kesti eşkıyalar.

Babacığım! Bir an once sana kavuşma arzusundayım; aksi takdirde keder ve hüznüm bitmeyecek asla.

Babacığım! Zaman unutturamaz seni bana! Günlerin geçmesi acımı daha bir tazelemekte, yaramı daha bir deşmekte... Sensiz edemem baba!

Acım daima taze, derdim her zaman büyük, gözyaşlarım hep akar... Huzur yok artık bana. Senin yokluğuna tahammül edebilen bir kalp, gerçekten çok sabırlı bir kalp olsa gerek!

Gidişinle, nur da gitti dünyadan; dünya çiçekleri soldu güneşin batışıyla.

Senin acın, kıyamete dek çıkmaz bağrımdan.

Gidişinle, sabır ve tahammülü de alıp götürdün sanki benden.

Babacığım! Dullarla yetimlerin hâli n'olur senden sonra?!

Kimleri var şimdi onların artık?!

Bu ümmet, senden sonra kimle teselli bulacak kıyamete değin?!

Baba! Senden sonra çaresiz ve yapayalnız kaldık biz.

İnsanlar, senden sonra yüz çevirdiler bizden...

88

İnsanlar, senin için hürmet gösteriyorlardı bize. Sen varken saygı görüyorduk, bizi böyle horlayamıyorlardı sen hayattayken...

Baba! Babacığım! Sana ağlamayan bir göz düşünebilmek kabil mi?!

Senden sonra bir lahza olsun biter mi keder?!

Senden sonra kimi uyku tutar artık?!

Dinin baharı, peygamberlerin nuruydun sen.

Senden sonra dağların kederden nasıl paramparça olmadığına, deryaların suyunun bir anda çekilip kurumadığına ve yeryüzünün baştanbaşa nasıl bir depreme tutulmamış olduğuna şaşmamak elde değil!

Üstelik... Senden sonra nice felâket oklarına hedef oldumben...

Hiç de tahammül edilir gibi değil şu acılarım; dayanılır gibi değil başıma gelenler...

Bir belâ ki, bula bula gelip bizim kapımızı buldu. Melekleri ağlatır bu belâ, ağlattı da...

Feleğin çarkı durdu hayretten.

Baba, senden sonra minberin korkunç bir hâle uğradı!

Mihrabın, münacat ve Allah'a gönülden yalvarıp yakarmalardan mahrum durumda artık.

Ama seni kucaklayan o toprak ne de mutludur şimdi baba... Evet... Ne mutlu seninle kucaklaşmış bulunan o toprağa...

Öteden beri seni, münacatlarını, namaz ve dualarını özleyip duran cennet de memnundur şimdi.

Babacığım! Düne kadar senin nurunla dolu yerler, karanlık ve zulmetler içinde bugün.

Sana kavuşmakla iyileşecek bir yara bu ancak.

Baba! Babacığım! Ali'nin hâlinden haberin var mı? Senin Ali'n, Ebu'l-Hasan'ın... Hasan'la

89

Hüseyin'inin babası, "kardeşim" dediğin, en yakın dost ve en sevgili arkadaşın... Bir bebekken alıp ellerinde büyüttüğün ve büyüttükten sonra da kendine kardeş edindiğin...

En çetin saatlerde, en samimî ve en fedakâr bulduğunyarenin...

Hicret eden ilk mümin ve senin en can yoldaşın...

Şimdi yapayalnız... En azizini kaybetmenin hüznüne gömülmüş durumda.

Hüzün ne kelime?! Dert, keder, acı, felâket, belâ... Sevgilinin kaybıyla gözyaşlarımız durmaz akar, acılar yakamazı bırakmaz artık bizim.

Ne yapayım şimdi ben baba?!

Sabrım kalmadı, yokluğuna tahammüle... Teselli uzak mı uzak benden.

Ağla gözlerim, ağla!... Kan ağlamazsan şaşarım asıl sana!

Ey ilâhî elçi! Ey seçilmiş insan! Ey yetimlerle dulların sığınağı!

Dağlar, taşlar, hayvanlar, kuşlar, yer, gök... hepsi ağladı sana.

Ey gönlümün served! Hücun, Rükün, Meş'ar ve Bethaağladı sana...

Mihrap ve Kur'an dersi gece gündüz fıgan ettiler, ağlayıp durdular.

Ve İslâm ağladı sana... Gidişinle iyiden garipleşen İslâm... Ah, kalkıp da şu minberinin hâlini görseydin şimdi! Senin oturduğun o minbere zulmet çıkıp oturuyor şimdi!

Allah'ım! Ölümümü bir an once ulaştır bana; yaşamak istemiyorum artık...

Baba! Hayat sensiz bomboş. Sensiz hayat ölüm; sensiz aydınlıksa elbette ki zulmettir.

90

Yitiğini arayıp da bulamayan ne hâle gelirse, o hâldeyim ben de... Canımı, canânımı yitirdim; kalbimi, gönül huzurumu yitirdim, gidişinle baba.

Yakup gibi gömleğini koklayayım; belki biraz yatışırım dedim; hani şu göçerken sırtında olan... Ali sana gusül verirken üzerinde bulunan gömleğin... Ah... Koklamaz olaydım... Yaram depreşti; kokunu alınca aklım başımdan gitti; hasretin ateşi harman gibi yakıp kül etti varlığımı. O gömleği bana verdiğine pişman oldu Ali'm.21

Ah... Baba... Baba...

Bilal ezan okumayı bıraktı artık senden sonra...

"Okumam" diyor, okumuyordu da. Bir gün "Bilal" dedim, "Babamın müezzininin sesini duymak istiyorum minareden, belki biraz teselli bulurum..."

Beni kıramadı...

"AllahuEkber."

Daha ilk tekbirde dizlerimin bağı çözüldü. Ağlamaya başladım.

Bilal seni hatırlatan o aşina sesiyle "Eşhedu enne Muhammeden Resulullah!" deyince gayri ihtiyari bir çığlık atıp olduğum yere yığılıvermişim... Evdekiler öldüğümü zannederek ağlamışlar. Kendime geldiğimde Bilal bütün ısrarlanma rağmen ezanı tamamlayamayacağını söyledi, gözleri dolmuştu. "Ya Zehra!" dedi, "Ne olur ısrar etme... Bak... Ali'yle çocuklar ağlamada... Bir daha böyle kendinden geçersen artık uyanmamandan korkarız."22

Ne yapayım baba? Unutamıyorum seni, elimde değil... Esasen seni unutabilmem de mümkün değil...

- Maktel-i Harezmî. : - Bihar'ul-Envar, c. 10.

91

Kabrinin kenarına oturup sessizce gözyaşı dökerek toprağınla dertleşmekten başka ne gelir elimden?

Ah, Baba... Seni sevenler hem sana, hem senden sonra bizim düştüğümüz bu gariplik ve hiizne ağlamadan edemeyecekler kıyamete değin...

Ahmed'in toprağını koklamış birinin, miskle ambere ne ihtiyacı var artık ebediyen?!

Şu toprağın derinliklerinde gizlenen, duyuyor mudur acep şu anda beni?!

Ah! Bana çöken şu keder, gündüzün üzerine çökseydi bir anda geceye dönüşüverirdi.

Ben, Muhammed'in /s.a.a/ rahmet ve himayesinin gölgesinde yaşardım bir zamanlar.

Onun sayesi başımın üzerinde oldukça endişem yoktu hiçbir şeyden.

Bugünse kolumu, kanadımı kırdılar benim; alçaklara karşı bile çaresizim bu gün.

Ve korkar oldum zulümden, güç belâ kovup uzaklaştırıyorum zalimi kendimden.

Keder ve acılarım dallanıp budaklandı; dallarıma kumrular yuvalanıp ağlar oldular geceleri şu mazlum hâlime.

Senden sonra tek dostum kederle acı şimdi; gözyaşlarımla yıkıyorum her gün yüzümü baba...

92

8. Bölüm

Gam ve keder, derin yara gibi tıpkı... Geliveriyor birden; ama gitmesi çok uzun sürüyor, ve ne zaman kapanacağı belli olmuyor. Hele bir de tuz biber dökerlerse... Yaranı deşerlerse... Yapayalnız bırakır, feryadına koşmaz, sesine cevap vermezlerse...

O çok zor işte... Ne anlatması kolay, ne de anlaması. Dumansız bir ateş gibi yakar kavurur seni, ama ateşini gösteremezsin kimselere... Kimsecikler de fark etmez, dumanı olmadığından.

Peygamber-i Ekrem'in /s.a.a/ ölümü, sırf babanın ölümü değildi senin için, biliyorum... Allah Resulü'nün de ölümüydü aynı zamanda; mesajın ölümü, ışığın ölümü, güneşin batışı ve mumun sönüşüydü, zifıri karanlıklarda...

Hatırlıyor musun, o gün "Bize Allah'ın Kitabı yeter!" diye bağırarak yüz çevireni?... Allah'ın Kitabı'nı tanımıyordu o. Peygamber'in iki ağır emaneti

93

olan Kur'an ve Ehl- Beyt'ten birinin bırakılmasının, diğerinin de bırakılması anlamına geldiğinin farkında değildi. Bu durumda düzen ve dengenin bozulacağını bilmiyordu o cahil. Güvercinin iki kanadından birini kırmanın pek büyük bir vebal olduğunu, tek kanatla uçulamayacağını, hatta düşe kalka yeryüzünde yürümeyi bile zorlaştıracağını anlamıyordu işte...

Sadece o değil; halk da bilmiyordu, imamsız bir kitabın kitap olmadığını; ruhsuz ve cansız birkaç sayfadan ibaret olacağını; imamsız kıblenin kıble olmadığını; imamsız Kâbe'nin bir taş yığınından hiçbir farkı bulunmadığını ve imamsız Kur'an'ın "içinde ev sahibinin bulunmadığı ev"e benzediğini.

Ev sahibinin bulunmadığı bir eve misafir giden, elbette ki aç dönecektir...

Resul'ün ölümü sırasında mesaj kitabının da öldürüldüğünü gözlerinle gördün sen. "Mesaj getiren"in gidişiyle birlikte "mesaj"ın da nasıl ört bas edilmeye çalışıldığına bizzat şahit oldun.

Sen haklıydın. Senin durduğun yerden her şey açık seçik görülebilmedeydi. Geçmiş ve gelecek hadiselerden haber vermedeydin sen. Her şeyi görüyormuşçasına hem de...

Allah Teala, Peygamber ile babama Peygamberlik ve imamet dışında- verdiklerinin tamamını sana da vermişti.

Bir keresinde babamın yanında arş, kürsü, geçmiş ve gelecekten öylesine söz ettin ki, babam hayretle alelacele Resulullah'a koşup durumu anlatınca dedem:

"Evet," dedi, "bizim bildiklerimizi o da bilmektedir."

Kimseler inanmasa da ben, dedemin irtihalinden sonra Cebrail'in bu evden her zaman için ayrılmaya

94

gönlünün razı olmadığından ve yerle gök arasındaki ilişkinin süregeldiğinden eminim.

Dedem Resulullah /s.a.a/ dünyadan göçer göçmez gelecekte vuku bulacak bütün fıtne, acı ve felâketler bir anda gözlerinin önünden geçiverdi âdeta. "Eyvahlar olsun! Babam!..." diyerek haykırışın arşı titretmişti o gün.

Babamın elleri dedem Resulullah'ın pâk naaşını gusülle meşgulken, Benî Saide Sakîfesi'nde olup bitenleri biliyorsun.

İşte böylece o iki cihan served Muhammed'in /s.a.a/ mutahhar naaşı henüz yerdeyken kara bulutlar sarmaya başladı İslâm ufuklannı... Ve... Fitne yağmuru yağmaya başladı.

Harun Musa'yı ölümsüzlük Tur'una uğurlamaktayken tebaası, ahireti unutmuşçasına kır kırana makam kavgasına tutulmuştu. Karşılığında işe yarar bir dünya olmaksızın hem de... Böylece dünyada da, ahirette de hüsrana uğramıştır onlar; ne de büyük bir hüsrana hem de...

Muen bin Adiy ile Uveym bin Saide, koşarak Ömer'e geldiler:

— İktidar elden gitti, işi bitiriyorlar!

— Nerede?

— Sakîfe'de!

— Başlarını kim çekiyor?

— Sa'dbinUbade!

Ömer hemen gidip Ebu Bekir'i buldu:

— İş işten geçmeden biz de gidelim. Bakarsın... Yolda, Ebu Ubeyde Cerrah'ı da alarak alelacele ve

telâşla Sakîfe'ye yollandılar.

Sakîfe'de Sa'd bin Ubade kolları sıvamış, "iktidar devesini" önüne katmış gütmedeydi. Bu arada

95

hastaymış gibi görünerek ve güya "pek istekli olmadığı, ama kendisine ısrar edildiği için" devenin yularını yavaş yavaş ve nazla kendisine doğru çekmedeydi.

İşte bu sırada öbür üçlü de yetişiverdiler...

Öyle yağma olur muydu?... Ya onlar?...

Bu üçlü yetişir yetişmez, yara bere içinde kalmış olan "iktidar devesi"ni Ensarın elinden kaparak dişlerinde alıp götürdüler...

Evet... Sahibine vermek için değil, kendileri parçalayabilmek için...

Deve sahibi matemler içinde; kaybettiği azizinin guslü ve kefeniyle meşgul olup o acıyla devesini de, yularını da unutmuş bir hâlde iken cereyan ediyordu, bütün bunlar.23

Ömer her zaman yaptığı gibi burada da işi kızgınlık, sinir, öfke ve şiddete dökmüştü. Sa'd ile sert ve çirkin bir tartışmaya girdiyse de Ebu Bekir hemen bir kenara çekip hatırlattı ona:

"Sakin ol... Burada şimdilik yumuşak davranmamız lâzım..."

23 - Nitekim Hz. Ali (a.s), Hz. Resulullah'in (s.a.a) mübarek naaşının gusül, kefen ve defin işlerini tamamladıktan sonra Hz. Fatıma ve Hasan ile Hüseyin'i de yanına alarak biat için Medinelilerin kapısını teker teker çaldığında genellikle; "Ebu Bekir'e biat etmiş olduk artık... Eğer sen daha önce isteseydin, vallahi sana biat ederdik..." şeklinde cevaplar alınca; "Süphanallah! O sırada Resulullah'ın cenazesini gusül ve kefenle meşgul değil miydimben?! Ben de onlar gibi, Resulullah'in cenazesini yerde bırakıp biat mi toplasaydım yani?! Allah'a sığınırım böyle bir amelden!" buyurmuştu.

Bkz: İbn-i Ebi'l-Hadid, Şerh-i Nehc'ül-Belâga, c. 2, s. 5; el-Gadir, c. 8 ve el-İmame Ve's-Siyase, c. 1, s. 12-13.

96

Ve Ebu Bekir hem en dizginleri ele geçirmiş oldu... Muhacirler ve Ensann her ikisini de öven bir konuşma yaptı ilkin. Böylece herkesi biraz yatıştırmış oldu. Ama sözlerinin devamında Muhacirlerin biraz daha üstün olduğunu, onlann devlet ve devlet başkanlığına, Ensann da tabii ki vezirliğe lâyık bulunduğunu söyledi...

Onun meseleyi tereyağından kıl çeker gibi halletmesi, olayı "bir ayak sürçmesi" ve bir "oldubitti" olarak tanımlayan Ömer'i bile şaşkına uğratmış ve daha sonralan "Ben bu konuda daha önceden ne hileler düşünmüş idiysem, Ebu Bekir ya tıpatıp aynısını, ya da daha kurnazcasını uyguladı orada!" demesine yol açmıştı.

Bu olaylar vuku bulmadan çok daha önceleri Hz. Resulullah /s.a.a/:

"Ümmetimi, Kureyş'ten olan bu güruh helâk edecek!" buyurmuştu.

"O zaman Müslüman halka düşen nedir?" diye sorulduğunda da şöyle buyurmuştu:

"Keşke böyle bir olaya bulaşmasalar..."24

Önce Ebu Bekir centilmence bir tavır sergileyerek halifeliği Ömer'le Ebu Ubeyde Cerrah'a teklif edecek, onlar da "Aaa! Siz dururken bize düşer mi hiç?!" diyerek hemen Ebu Bekir'in eline sarılıp biat edecek ve böylece işi oldubittiye getirerek diğerlerinin de biat etmesini sağlamış olacaklardı...

Ve aynısını yaptılar... İş, oldu bitti!

Ebu Bekir, ilkin Muhacirler ile Ensarı öven, sonra da Muhacirlerin daha üstün olduğu, bunun için

- Bkz: İmam Ahmed, Hasâis, Sakîfe olayı, Mısırbas. s. 24.

97

Muhacirlerin "sultan" Ensann da "vezir" olması gerektiğini belirten nutkunu tamamladiktan sonra:

"Şimdi ya Ömer'e, ya da Ebu Ubeyde Cerrah'a biat edin, bitsin bu iş!" dedi.

Ömer hemen atıldı:

"Hayir, vallahi olmaz; siz varken hiçbirimiz el atmayız bu işe. Ver elini biat edeyim sana!"

Ebu Bekir hiç bekletmeden hemen elini uzatti... Önce Ömer, ardından Ebu Ubeyde Cerrah, sonra da Huzeyfe'nin kölesi Salim biat ettiler. Bu üç biat üzerine Ömer çok sert ve kırıcı ifadeler kullanarak orada bulunan diğerlerinin de "Peygamberin Halifesi"ne /?!/ biat etmelerini istedi.

Babam, dedem Resulullah'i /s.a.a/ gusiil ve kefenle meşgulken dışarıdan tekbir sesleri yükselmişti. O sırada içeride bulunan büyük amcamız Abbas'a:

"Amca, bu tekbirler neyin nesi?" diye sordu.

Abbas:

"Olmamasi gereken şey oldu işte!" diye cevap verdi.25

O sırada babamın içinde bulunduğu durum kimilerine göre "gaflet" ve "bulunmasi gereken yerde bulunmama"ydi. Ama gerçek hiç de öyle değildi ashnda... Babam, bulunmasi gereken yerdeydi o sirada ashnda...

Sahi... Allah'in Peygamberi'nin cenazesi heniiz yerdeyken, bir Müslümanın Peygamber'in yaninda mi bulunmasi, yoksa o mutahhar naaşı gusiil ve kefenlemeden öylece yerde bırakıp Sakîfe'de koltuk kavgasınamı koşması gerekirdi sence?...

25 - - Ensâb'ul Eşrâf, s. 582 ve Zindegani-yi Fatime-yi Zehra, Dr. Şehidî, s. 108.

98

Evet, haklısın anne... O sirada Allah Teala, iman sınıfında bir imtihan daha almakta ve "yoklama" yapmaktaydi.

Ve bu hassas "yoklama" sırasında Resulullah'ın /s.a.a/ yaninda bulunmayanlar deftere "yok" yazılmadaydı... "Burada!" ve "Gelmedi!" kelimeleri çok büyük anlamlar ifade ediyordu o sirada anne... Allah'in dini, Allah'in sevgilisi yerdeyken, onun yam başından         ayrılmayanlar         sınıfı         geçtiler;

bulunmayanlarsa vesvese, kuruntu ve desiselere kapıldılar...

Işığın yanında ve ışıkla birlikte olan, yolunu kaybetmeyecektir elbet o zifiri karanhkta...

Ayın gökte olması ve güneşten ışık alması gerekir, birkaç ateşböceği için ayın yere inecek kadar tenezziil etmesi yakışmaz elbet. Fitne bulutları çok geçmeden Sakîfe damını geride bırakarak Peygamber' in evine ulaştı... Evin önünde gürültüler giderek artıyordu, homurdanmalar işitiliyordu. Birden, kapı şiddetle yumruklanmaya başladı, Peygamber'in sade evi sarsılmıştı bu darbelerle...

— Hey! İçeridekiler! Dışarı çıkın! Yoksa hepinizi evle birlikte yakarim!26

Ömer'in sesiydi bu!

Sen, dünyanın acı ve kederlerini omuzlamış olarak kapıya gittin, ama kapıyı açmadın.

26 - Bu olayla ilgili geniş bilgi için Ehl-i Stinnet kaynaklanna bkz: er-Riyaz'un-Nazira, Tarih-i Hamîs ve İbn-i Ebi'l-Hadid'den rivayetie Cevherî. Yakubî, bu olayda Hz. Ali'nin kıyasıya kendisini müdafaa ettiğini ve kilicinin kırıldığını yazar. Bkz: Yakubî Tarihi, c. 2, s. 105.

99

—   Ne istiyorsun bizden? Yaslı olduğumuzu görmüyor musun Hattap oğlu?! Yasımıza karışma bari!

Ama Ömer dinlemeyip bağırdı:

—  Ali! Abbas! Haşimoğulları!... Hepsinin bugiin camiye gelip Resulullah'in halifesine biat etmesi gerekiyor!

—  Hangi halife? Resulullah'in /s.a.a/ halifesi ve Müslümanların imamı burada; babam Resulullah'in cenazesini gusiil ve kefenle meşgul...

Ömer yine öfkeyle bağırdı:

—   Müslümanlar Ebu Bekir'e biat ettiler, ona değil!... Aç kapıyı, yakarım yoksa!...

Bu sirada oradakilerden biri:

—  Kapının arkasındaki Fatıma'dır... Resulullah'in /s.a.a/ kızı... Ne dediğinin farkında mısın sen?! Hem, Resulullah'in evi burası!... dedi Ömer'e. Fakat Ömer aldırmıyordu bile:

—  İçeride kim olursa olsun, ateşe vereceğim bu evi eğer dışarıya çıkmazsanız!

Yakılabilecek bir şeyler toplatıp kapının online yığdı Ömer... Çok geçmeden Resulullah'in /s.a.a/ evinin kapısından dumanlar yükselmeye başladı.

Sen, hâlâ kapının arkasında durmuş, onu hidayete çalışıyordun.

Kulaklarını kendi elleriyle tıkamış birine sesini nasil duyurabilirsin anne?! Hayrı, şerri, peygamberlik ve imameti ona nasil anlatabilirsin ki?!

O sirada içeride, dedem Resulullah'in /s.a.a/ yakin ashabından birkaç kişi daha vardı. Ama Peygamber'in evini müdafaa hususunda senden öne geçme saygısızlığı göstermeyecek kadar da edepliydiler.

100

Ömer, dedem Resulullah'ın eviyle birlikte seni ve onları yakıyordu şimdi.

Sen, nübüvvetle velâyeti birbirine bağlayan halkaydın anne; Peygamber'le vasisi arasındaki en yüce ve en mükemmel bağlantı.

O sırada kapının arkasındakinin, Resulullah'ın sevgili kızı biricik Fatıma'sı ve vücudunun parçası olduğunu bilmeyen yoktu.

"Fatıma vücudumun bir parçasıdır benim; onu inciten beni incitmiş olur, beni inciten de Allah'ı!" hadisini duymayan hiç kimse yoktu en azından Medine'deki Müslümanlar arasında...

Buna rağmen... Evet, buna rağmen... Ateş iyice yükselince Ömer, oradakilerin gözleri önünde, var gücüyle bir tekme savurdu kapıya...

Hamileydin anne...

O sıradaki can alan feryadını unutmam mümkün değil...

O şiddetli darbeyle; kapıyla duvar arasında kalıvermiştin!...

Aşura'yla korkutma beni anne! Kerbelâ'yla avutma beni... Aşura burası işte... O gün en büyük Aşura'ydı anne.. Ve de dedemin evi en büyük Kerbelâ...

Eğer bugün birileri kalkıp da Peygamber'in cenazesi henüz soğumamışken onun evini ateşe verip kızına saldırabiliyorsa, onun manevî çocukları da yarın elbette ki Peygamber'in çocuklarına saldırabilecek ve Resulullah'ın evlâtlarını Kerbelâ'da katledip, çadırlarını ateşe verecektir anne...

Yarınları, dünlerin ve bugünlerin doğurduğunu bilmiyor değilim ben...

Kardeşim Hüseyin'e Kerbelâ'da çekilecek kılıçların "Sakîfe atölyesi"nde yapıldığını ve o

101

kılıçlara Sakîfe'de çifte su verildiğini biliyorum ben. Sa'd oğlu Ömer'in Kerbelâ'daki Karargâhının temelleri de Sakîfe'de atılmış olmadı mı?!

Eğer bugün "Ali" yalnız bırakılmamış olsaydı kardeşim Hüseyin Kerbelâ'da yalnız kalır mıydı anne?!

Hüseyin, Kerbelâ'da kendisine kılıç çekenlere Resulullah'ın /s.a.a/ evlâdı, cennet gençlerinin efendisi olduğunu anlatmaya çalışıyordu ayetler, hadislerle... Halbuki sen bizzat Peygamber'in evinde ve onun Medineli komşularının gözleri önünde böylesine saldırıyauğramaktasın "ashap-ı güzide" tarafından!...

Peygamber'in evinde, Peygamber'in kızına saldırmak mı daha zor, Kerbelâ çöllernde Peygamber'in torunlarına mı?

Ve, hangisinin suçu daha ağır sence?...

Ah anne!... Kerbelâ'da hiçbir kadın duvarla kapı arasında kalıp çocuk düşürmeyecek... Sen, kendin anlattın Kerbelâ'yı en ince ayrıntılarına kadar bize... En fazla; esir düşeceğimizi, kırbaçlanacağımızı, aç ve susuz bırakılacağımızı söyledin biz Ehl-i Beyt kadınlarının... Ama böğrümüze paslı çivi batmayacak hiçbirimizin...

Ah, anne! Seni güç belâ kapının arkasından çekip çıkarırlarken, kapıdaki kanlı çivileri gördüm ben... Ah! Gördüm...

Ağlamamamı isteme benden anne; ağlamak ne ki; ölünse yeridir bu acıya... Bin kez ölse insan, yeridir senin başına gelenlere... Ben hâlâ nasıl yaşayabildiğime şaşıyorum zaten!

Aşura'dan daha çetin bir gün olmadığını nasıl söylersin anne?

Aşura günü oklanan bebek altı aylıktı...

102

O gün senin düşürdüğün kardeşim Muhsin'se dünyaya bile gelmemişti henüz...

O sırada can havliyle Fizze'nin kollarına nasıl yığıldığını ve acıyla inleyerek "Yardım et Fizze! Muhsin'im!.. Muhsinim'i öldürdüler..." dediğini gördüm ve duydum anne...

Bize sezdirmemeye çalıştın, amaben oradaydım...

Ah... Dedem hayattayken bu evde biri sesini biraz yükseltecek olsa "Sesinizi yükseltmeyin" diye vahiy nazil olurdu hemen.

Eğer biri dedeme ismiyle hitap etse "Ona saygıyla seslenin..." emri gelirdi hemen...

Ve o gün... Ah!... Dedemin gusül verilmiş pâk naaşı henüz kurumamışken kapısını ateşe verdiler Resulullah'ın...

Aşura günü çadırları yakacak olan ateşlerin kavı, buradan alınmıştır işte...

AhL. Bu mu olacaktı ümmetinin sana teşekkürü?!

Böyle mi ödenir karşılığı iyiliğin, Allah'ım?!

Annesinin derdini bilmeyen kıza kız evlâdı denir mi anne?!

O canhıraş feryadın arşı inlettiğinde Kerbelâ'yı kapıyla duvar arasında gördüm ben anne...

Kerbelâ beni şaşırtmaz artık... Aşura günü esirler kervanına öncülük edebilmem için Rabb'im eğitmekte şimdiden beni... O günkü imtihanı kazanabilmem için... Ama....

Bu nasıl bir imtihan ki Allah'ım, eğitimi kendisinden daha zor?!

103

Kerbelâ'da düşman küfür ve şirkini apaçık ortaya koymakta, vahyi ve Kur'an'ı reddetmektedir.27

Ama bunlar "İslâm tehlikede" diyerek geldiler; "Bir fıtne olmasından endişeleniyoruz" diyerek fıtneyi kopardılar.

Bundan büyük fıtne mi olurdu sahi?!

Hem... Bir fıtne endişesi vardı da; Ali gibi bir yiğidi niçin hemen haberdar etmediniz bundan?!

Ve fitne diyerek fıtneyi kopardılar, sapmayı başlattılar, zulmettiler... Bundan büyük fıtne, bundan büyük sapma, bundan büyük zulüm mü olur?!

Bu ne saygısızlıktı böyle Resulullah'a?!

Naaşı henüz yerde kalmışken hem de....

Keşke bu kadarla tamamlansaydı... Dahası var...

Seni öyle yarı cansız bir hâlde yere serdikten sonra eve doluştular...

Kapısı vurulmadan, izin alınmadan, selâm verilmeden girilmesi haram olan eve. Haramiler gibi üşüşüverdiler tepemize...

Seni o hâlde gören babam dayanamadı; Hendek saldırışıyla atılıp bir hamlede Ömer'i tüy gibi tepesine kaldırdı... Yere vurdu. Boynundan yapışıp burnunu kumlarda iyice ezdikten sonra doğruldu, tepesine dikilip çöl aslanları gibi kükredi:

— Ey Sahhak'ın oğlu! Muhammed'i peygamberliğe seçen Allah'a yemin ederim ki sabır ve sükutla görevlendirilmiş olmasaydım, Allah Resulü ve Ehl-i Beyt'ine saygısızlığın ne demek olduğunu gösterirdim sana!

27 - Ne bir vahiy geldi, ne bir haber; Haşimoğulları saltanatla oynadı, hepsi bu kadar. (Yezid'in şiirinden)

104

Ve babam, hışmının öfkesine yenilmemek için uzaklaştı ondan.

Ama... Yine de o... Ah.... Hatırlaması bile zor...

Utanmadı yine de.... Utanmadılar... Ömer, kölesi Kunfuz bin Hazae ve diğerleri, zorla biat ettirmek üzere camiye götürmek için babamın boğazına urgan geçirdiler.

Güneş darağacında... Hakkın boynunda ip... Mazlumiyetin bundan ötesi var mı?!...

Sen dayanamadın yine. Ayağa kalkacak mecalin yoktu, ama imameti düşmanın pençesinde görmeye de takat getiremedi yüreğin...

O yaralı hâlinle kendini yerde sürüye sürüye güneşe ulaştın; babamın, o mazlum "Allah aslanı"nın eteğine yapıştın iki elinle:

— Ali'mi nereye götürüyorsunuz?! Bırakın onu! Kamçı mıydı, kılıcın kınımıydı, kabzası mıydı, bilemiyorum; Ömer o sırada elindeki bir cisimle kollarına ve yaralı böğrüne o kadar vurdu ki, babamın eteğini bırakıverdin gayri ihtiyari, kendinden geçip yığıldın oracıkta.

Ah... Biz çocuklar bir köşede durmuş, olan bitenleri izliyorduk korku ve şaşkınlıkla...

Bütün bu insanlar, daha düne kadar dedemle babama dost görünenlerdi...

Ah anne... O darbeler senin kollarınla böğürlerine değil, bizim minik yüreğimize iniyordu âdeta. Ama ne yapabilirdik ki?!

Babam da eli kolu bağlıydı zaten.

Sen kendinden geçmiştin. Babamı ite kaka camiye götürdüler. Yolda babam dedemin mezarına doğru dönüp şöyle haykırdı:

105

"Kardeşim! Bu ümmet musallat oldu bize! Beni öldürmek istiyorlar!"

Ah... İsrailoğulları'nın ahitlerini çiğneyip dinden dönmeleri karşısında Hz. Harun'un, Hz. Musa'ya söylediği cümlenin aynısıydı bu!

Kim bilir, kardeşi Resulullah'la /s.a.a/ dertleşirken, aynı zamanda Yahudilerle Sâmiri olayını da hatırlatmak istemişti belki de bu ümmete...

Belki de Allah Resulü'nün /s.a.a/ şu hadisini hatırlatmak istemişti insanlara:

"Ya Ali! Harun Musa'ya ne menziledeyse -ki kardeşi ve vasisiydi- sen de bana o menziledesin; sadece şu farkla ki, benden sonra peygamber yok!"

Camiye gittiklerinde Ömer Ebu Bekir'in önünde babama:

— Ali! dedi, Ebu Bekir'e biat et!

— Etmezsem ne olur?

— Boynunu vururum! Babam başını dikti korkusuzca:

—    O zaman Allah'ın kulu ve Resulullah'ın kardeşini öldürmüş olursun!

—  Allah'ın kulu, evet; ama Resulünün kardeşi, değil!

Babam, bunca alçalacaklarını tahmin etmiyor olmalı ki hayretle sordu:

—  Yani Resulullah'ın /s.a.a/ uhuvvet günü beni kendisine kardeş ilân ettiğini inkâr mı ediyorsun?

Evet.

Ebu Bekir de aynı cevabı verdi:

Biat et artık!

Babam başını salladı:

— Biat etmem!... Ben Sakîfe'de yoktum o sırada; ama siz, Peygamber'e Ensardan daha yakın

106

olduğunuzu öne sürerek halifeliğe daha liyakatli olduğunuzu söylemişsiniz orada... Eğer ölçü buysa, ben Peygamber'e hepinizden daha yakınım, o hâlde sizin bana biat etmeniz gerekir! Allah'tan korkuyorsanız, insafı elden bırakmazsınız!

Hiçbirinin diyecek bir sözü yoktu buna.

Ama Ömer:

—    Biat etmelisin... Biat etmedikçe yakanı bırakmayız! dedi.

Babam, Ömer'e dönüp:

—  Hilâfet düğümünü bugün Ebu Bekir için iyice sıkıyorsun ki yarın bu düğümü sana açsın. İyi sağ bunu, bu sütten sana da pay var! Allah'a yemin ederim ki siz gasıplara biat etmem ben.

Ah anne... Kendine gelir gelmez, ilk işin babamı sormak oldu, Fizze'den:

— Ali Nerede?

Fizze, babamın camiye götürüldüğünü söyledi.

O hâlinle camiye kadar nasıl yürüyebildiğini hâlâ anlamış değilim; babamı onların pençesinde ve kılıçla tehdit edilir hâlde görünce haykırdın:

—  Ey Ebu Bekir! Amcamın oğlunun yakasını bırakmazsan vallahi başımı açar, yakamı yırtar, hepinizi Allah'a şikâyet ederim! Allah'a yemin ederim ki ne ben Salih'in devesinden daha değersizim Allah katında, ne de evlâtlarım!

Herkes dehşete kapıldı... Sen ellerini semaya açıp lânetleyecek olursan neler olacağını bilmeyen bir Müslüman yoktu Medine'de. "Fatıma'yı inciten beni, beni inciten de Allah'ı incitmiş olur" buyurmamış mıydı dedem?!

Yalânetleseydin?!

Ah anne... Keşke lânetleseydin...

107

Babam da razı olmadı lânetlemene. Selman'ı çağırdı:

Git, engelle, sakinleştir Fatıma'yı.... Eğer lânetlerse...

Selman telâşla koşup sana geldi:

—  Ey Resulullah'ın /s.a.a/ kızı, öfkelenmeyin.... Lânetlemeyin sakın... Allah Teala babanızı rahmet için görevlendirmişti... Sen ağlayarakhaykırdın:

— Ama... Ali'yi; Allah'ın hak halifesini öldürmek istiyorlar baksana!

Geçici de olsa, bıraktılar babamı. Ve sen, babamı onlardan almadıkça eve gelmedin. Ama ne gelişti o... Ruhun ve vücudun yaralar içinde...

Ve senin o sırada hangi güçle ayakta durabildiğine hâlâ şaşıyorum ben...

Sen Ali'den daha yorgun; Ali de senden... Sen Ali'den daha mazlum, Ali de senden...

Birlikte eve geldiniz... Ama ne gelişti o...

Kırık dökük olmuş, parçalanmış bir gemi limana nasıl yanaşırsa öyle...

Bir elin böğründe... Kolların ve yüzün mosmor...

Ve babam... Kendisini kurdun kucağına atan bir sürünün çobanı gibi üzgün, rahatsız, ama bir o kadar daçaresiz...

Ah, anne... Sen de kabul edersin ki Aşura ne kadar dehşetli de olsa bundan daha dehşetli değildir...

Kerbelâ'nın acıları hiç kalır bu acıların yanında anne...

Şimdi belli etmemeye çalışsan da, sana gusül verirken yüzünü, kollannı ve böğrünü görecek babam...

İşte ondan sonra her günü bin Aşura demektir babamın...

108

9. Bölüm

Bir gün, Fedek'in elinizden alındığı haberi geldi ansızın... Hilâfetin gasp edilişinin acısını henüz yaşamış bulunan sizin için bu ikinci acının ne kadar ağır olduğunu fark etmemek mümkün değildi.

Oradaki adamlannızdan biri bir gün gelip:

"Halife bizi oradan çıkarıp kendi adamlarını yerleştirdi!" dedi.

Siz hastaydiniz, yataktan kalkacak gücünüz yoktu. Renginiz benziniz sararıp solmuştu; elleriniz titremekteydi hâlâ. Gözlerinizde fer kalmamış, iyice çukura inmiş, etrafinda mor halkalar oluşmuştu...

Ömer'in tekmesiyle kaburgalanmzin parçalandığı o lahzada:

"Fizze... Yandım! YetişL." diye inlediğinizde her şeyi anlamış, bebeğinizi düşürdüğünüzü sezmiştim. Olmaması gereken o felâket vuku bulmuştu bir tekmeyle...

109                                                                                                                         110

Ve Fedek'in haberi geliyordu şimdi; acı üstüne acı, tekme üstüne tekme...

Siz o hasta hâlinizle doğrulup:

"Niçin?!" diye sormuştunuz, duyduğuna inanmamanın şaşkınlığıyla.

Bilemiyorum... Aldılar Fedek'i elimizden! Hükümet el koydu. Fedek'imizi de gasp ettiler...

Ama... Niçin?!

Bu "niçin" in cevabı yoktu işte. Fedek'te çalışan adamlarınız bir tarafa, halifenin de bu "niçin"e verecek bir cevabı olmadığından emindim.

Evinizde hiçbir karşılık beklemeden hizmetinizi gören ben bile biliyorum ki Fedek, Medine civarındaki küçük köylerden biridir. Medine'den iki üç günlük bir uzaklıkta... Hicretin yedinci yılına kadar bu bağ Yahudilerin elindeydi. Yedinci yıl Müslümanlar büyük bir güce kavuşunca Yahudiler korkuya kapılmış ve işi barışçıl yollarla halletmeye karar vererek Fedek hurmalığını babanız Hz. Resulullah efendimize /s.a.a/ hediye etmişlerdi.

Böylece İslâm kuvvetlerinden aman dilemiş oluyorlardı...

Peygamber-i Ekrem /s.a.a/ bu bağı almış ve "Akrabaya hakkını ver..."28 ayet-i kerimesiyle Allah Teala'nın sarih buyruğuna istinaden Fedek'i size bağışlamıştı.

Bu gerçeği inkâr edecek hiç kimse yoktur Medine'de.

Sevgili babanız irtihalinden önce bütün Müslümanları toplayıp "Fedek kimindir?" diye soracak olunsa; "Fatıma'nındır." demeyecek, bundan

1 - İsrâ Suresi, 26.

111

habersiz olduğunu söyleyecek bir tek Müslüman bulunmazdı Medine'de.

Buna Rağmen, şimdi ağızlara niçin mühür vurulduğunu ve niçin kimsenin bu gerçeği söyleyip şahadette bulunmaya yanaşmadığını bir türlü anlayamıyorum.

O bağın ürününü her yıl kendilerine bağışladığınız onca fakir ve yoksuldan biri çıkıp söylese bari bunu!... Ama nerede?!... Babanız Resulullah'la /s.a.a/ birlikte halkın imanı da öldü âdeta; o imanın yerini korku, dehşet ve dünya sevgisi aldı göz açıp kapayıncaya kadar.

O hasta ve yaralı hâlinizle güç belâ kalktınız yataktan.

Babanızın vefatından sonra mübarek alnınıza her gün bir kırışık eklenmekteydi. Ama bu hadise sizi öyle etkilemişti ki, ben bile şaşırdım.

Beni affedin hanımım... Ey değerli hatun... Kendi aklımca; "Şu Fedek dediğin nedir ki, hanımım, Zehra-yı Merziyye bu kadar üzülüyor onun için?!" demekteydim.

Varsın gasp etsinlerdi...

Fedek oldukça değerli ve geliri bir hayli yüksek bir mülktü, evet ama, dünyaya sırt çevirip bekaya bel bağlamış Fatıma gibi birisi için ne değeri olabilirdi ki?!

Hem sonra; Fedek'ten siz şahsen hiçbir fayda sağlamıyordunuz ki!

Fedek sizin mülkünüz olduğu hâlde, evinizin taşı toprağı fakirlikle yoğrulmuştu sanki. Fedek sizindi, ama çoğu kez bir arpa ekmeği bile bulunmuyordu sofranızda. Fedek sizin mülkünüzdü, ama nice günler ocağınızdan duman tütmezdi, bilirim...

112

Canlar feda olası kocanız, o değerli alim ve yiğit zahit Ali, Fedek'in yilhk mahsul gelirini, binlerce dinari bir saatte fakir fukaraya dağıtır, bomboş eller ve aç mideyle gelirdi eve...

O hâlde sizi o hasta ve yaralı hâlinizle yataktan kaldirip Ebu Bekir'e kadar götüren ne vardı şu Fedek olayinda?!

Bunun sırrını anlamakta gecikmedim. Ama bu evin hizmetkârı olan ben Fizze'nin bunu anlamış olmasi neyi değiştirirdi ki?! Halk anlayabilseydi olayi keşke... Hadi, bunlann imam olaylar firtinasinda şuradan buraya sürüklendi diyelim, ama ya akillan?! Akillan da mi yoktu şu insanların?!

Fedek sizin için bir "hurma bağı" veya "miilk" gibi anlamlar ifade etmiyordu asla!

Fedek, halifelik madalyonunun diğer yüzüydü...

Bu yüzdendir ki siz, halifelik gasp edilirken onu gasp edenlerin karşısına nasıl pervasızca dikildiyseniz, Fedek'in gasbina da aynı şiddet ve kararhhkla karşı çıkıp var gücünüzle dikildiniz karşılarına.

Tıpkı hilâfet olayinda olduğu gibi, Fedek olayinda da "İslâm'dan sapma" olan bir "gasp" görüyordunuz siz.

Evet, Fedek demek halifelik demekti; halifelik de Fedek! Fedek, halifeliğin ekonomik boyutuydu.

Halifelik de, Fedek'in siyasî boyutu...

Halifelikle Fedek'se İslâm'ın uygulanma imkânı demekti. Kur'an ve sünnetin ihyası demekti...

Peygamber'in mutahhar cenazesi heniiz yerdeyken onun emirleri toprağa gömülebiliyorsa... Peygamber'in mezar-ı şerifınin daha rutubeti bile kurumamışken sünnet diri diri mezara gömülebiliyorsa... Her sapma ve her felâket "mümkün" demektir artık.

113

Ve İslâm, dört gün zarfinda, halkın sırtında tersine geçirilmiş bir kaftana dönüştürülmüştü.

Sizi, diinya ve ahiret kadinlannin en ulusu olan Zehra-yi Merziyye'yi en çok üzen de buydu.

Hemen Ebu Bekir'e gidip öfkeyle şöyle dediniz:

—     Fedek'in benim olduğunu ve babam Resulullah'ın /s.a.a/ Allah'ın emri gereğince onu bana bağışlamış olduğunu biliyordun; buna rağmen niçin gasp ettin Fedek'i?

Ebu Bekir hiç istifıni bozmadan:

— Şahidin var mi? diye sordu. Ah! Neredesiniz Müslümanlar?!

Hakkında "Allah, ancak siz Ehl-i Beyt'ten her türlü günah, hata ve pisliği uzaklaştırmak ve sizi tertemiz kilmak ister." ayeti inen ve sözü kesin giivenilir olup "hiiccet" kabul edilen Fatima-i Zehra'ya "şahitgetir" diyorlar...

Ve bu, hakkında onca ayetlerin indiği Zehra-yi Merziyye'yi "yalan ithamı"yla suçlamak değil miydi?!

Sıdıyka-i Kiibra, diinya ve ahiret kadinlannin ulusu, hakkinda berin cennetleri miijdeleyen ayetlerin indiği, babasının "Ümmii Ebîha"sı, Allah Resulii'niin "teninin bir parçası"...

Ah! Ne olduysa babaniz Hz. Resulullah'in diinyadan göçmesinden sonra oldu işte...

Ümmet küstahlaşıverdi... Hırslar imanlara galebe çaldı. Münafıklar arsızlaşıverdi.

Salt "sahabe'lik "yıldız'la taltif edilirken, Hz. Resulullah'in /s.a.a/ Ehl-i Beyt'i iimmetin "şamar oğlanı" hâline getirildi...

Aman ya Rabb'im! Kiyamet bu mu yoksa?! Kim, kimden şahit istiyor Allah'ım?!

114

İki cihan served Hz. Resul-i Ekrem sizin hakkınızda:

"Allah Azze ve Celle, kizim Fatıma'yla evlâtlarını ve onları gerçekten sevenleri cehennem ateşinden uzak tutmuş, bu nedenle de ona "Fatıma" adını vermiştir..." diye buyururken, Resulullah'ın halifesi olduğunu iddia eden kimse sizin sözünüze ancak şahit getirebilmeniz hâlinde inanabileceğini söyleyebiliyor...

Hz. Resulullah'ın /s.a.a/ sarih buyruğuna göre "öfkesi Allah'ın öfkesi, rızası Allah'ın rızası olan Fatima", sözünün doğruluğunu ispatlayabilmek için şahit getirsin öyle mi?!...

Küstahlaşmanın haddi hududu var midir?! Hele cehaletin hortladığı yerde?!...

Ama siz, hiçbir şey demediniz, kabul ettiniz şahit getirmeyi... Sabir ve tahammül örneğiydiniz çünkü siz. Ve meselenin ashni biliyordunuz.

— Peki, dediniz, şahit getireceğim!

Ve Ali'yi /a.s/ şahit götürdünüz. Yaradılışın şahidini... Hayatı boyunca Allah'ın rızasından başka rızayı aklından dahi geçirmemiş olan Allah'ın aslanını...

İlim şehrinin kapısını...

Resulullah'ın /s.a.a/ "kardeşim" dediğini...

Evliyalar şahını...

Ama o, yine aynı küstahlıkla:

— Yetmez! dedi. Bir kişi yetmez!

Eyvahlar olsun! İslâm'ın vay başına gelenlere bundan böyle!

Allah Resulü'nün /s.a.a/ şu buyruğunu defalarca duymuş olanlardan biri de bizzat Ebu Bekir değil miydi sanki:

115

"Ey Müslümanlar! Bilmiş olun ki hak daima Ali'yle ve Ali de daima hakla beraberdir. Hak Ali'nin etrafında döner, Ali'nin ardından gider; Ali nerede olursa, hak oradadır."

Allah Resulü'nün /s.a.a/ sarih nassı değil miydi bu?! Resulullah'ın /s.a.a/ hayatta bulunduğu yıllarda bu hadis-i şerifı niçin o kadar sık tekrarladığını şimdi anlıyorum...

Ali'nin sözü "doğru hüküm", Ali'nin yargısı "adalet"tir ve ona uyulması gerekir demek değil miydi bu?!

AhL. Resulullah'ın Ehl-i Beyt'i, ondan sonra bu kadar mı horlanacak; şunun bunun oyuncağı hâline mi getirilecekti böyle Allah'ım?!!

Hâlife, karşısında su bulunduğu hâlde teyemmüm edecek toprak arıyordu işte... O teyemmümle kılana da, kılınana da yazık...

Ali'ye de böyle hakaret edilmesine çok gücenmiş, ama yine de "sabretmeye" söz verdiğiniz için bir başka şahit getirmiştiniz:

İkinci şahidiniz Ümmü Eymen, şahadette bulunmadan önce:

—    Sen, bir meseleyi bizzat itiraf etmeden şahadette bulunmam ben! dedi Ebu Bekir'e.

— Ne itirafı? Maksadın ne?!

—  Peygamberimizin benim hakkımdaki meşhur hadisini duymuşsundur; onun "Ümmü Eymen cennet kadınlarındandır" buyurduğunu kabul ediyor musun?!

Ebu Bekir başını salladı, yanındaki adamları da onu taklit ettiler:

—   Evet, evet; ben de duydum, Resulullah'tan bunu... Hepimiz duymuşuz bunu!

116

—   PekalâL. O hâlde iyi dinle! Ben, cennet kadınlarından Ümmü Eymen, "... Akrabaya hakkını ver..."29 ayeti nazil olunca Hz. Resulullah'ın /s.a.a/ Fedek'i Hz. Fatıma'ya verdiğine şahadet ederim!

Halife meseleye bundan fazla karşı çıkamayacağını anlamıştı, verecek cevabı da kalmamıştı artık. İster istemez omuzlarını salladı:

— İyi, peki! Fedek senindir!

Ve sen, karşındakileri çok iyi tanıdığından bu söze güvenilemeyeceğini çok iyi biliyordun, bu nedenle:

— O hâlde yaz bunu! dedin. Halife afallayarak:

—  Kâğıda ne lüzum var canım? dediyse de sen israr ettin:

— Yaz!

Ve Halife; "Fedek Resulullah'ın /s.a.a/ kızı Fatıma-i Zehra'nındır." diye yazıp mühürledi.

Bitti mi?

Hayır...

O esnada Ömer girdi içeri:

Neler oluyor burada?!

Hiç... Fatıma'nın olan Fedek'e el koymuştuk; şahit getirdi, ben de geri verdim.

Ömer o yazılı metni alıp yırttı ve ümitlerinizle beraber attı...

AhL. Keşke ben olsaydım kalbinizin yerine sinenizde; ve ben bölünseydim bin parçaya!... Keşke o esnada Resulullah'ın kızı olmasaydınız; Fatıma olmasaydınız; bunca sevilen olmasaydınız!... Tepeden tırnağa yanıp yakılmazdım o zaman...

' - İsrâ Suresi, 26.

117

Gözlerinizin          doluvermesi,          boynunuzun

çaresizlikle bükülüvermesi ve susmanız.

Ah, o susmanız yok mu? Yürekleri dağlayan...

Müminlerin Emiri, Allah'ın aslanı Ali /a.s/, dağların dayanamayacağı bir dertle derin bir ah çekti; kaşları hafıfçe çatıldı:

— Niçin yaptın bunu?

—   Şahidiniz az! Daha fazla şahit getirmeniz gerekir!

İmam Ali, Ebu Bekir'e döndü:

— Eğer birinin elinde bir mülk olur da ben onun bana ait olduğunu iddia edersem, benim mi şahit getirmemi istersiniz, yoksa o mülkü elinde bulunduranın mı?

Ebu Bekir cevap verdi:

—  İslâm hükmüne göre, iddiada bulunan şahsın şahit getirerek iddiasını ispatlaması gerekir.

—  O hâlde niçin Fatıma'dan şahit istiyorsunuz? Fedek öteden beri onun mülkiyetinde değil miydi?

Ebu Bekir, İmam'ın bu sözüne verecek cevap bulamamıştı. Susuyordu. Ama Ömer yine küstahça atıldı:

—    Bu lafları bırak Ali! Fedek'i size geri vermeyeceğiz, bilmiş olun!

İmam Ali, dağları andıran o inanılmaz sabır ve soğukkanlılığıyla bir ah daha çekerek şu ayetleri tilâvet etti:

—  "İnna lillah ve inna ileyhi raciun = Hepimiz Allah'tanız ve sonunda herkes O'na dönecektir. Pek yakında zalimler nasıl bir inkılaba uğrayıp devrildiklerini anlayacaklardır..."

İslâm'ın bekası için Ali'nin kendi şahsına yönelik bütün bu zulümlere göğüs germekle görevlendirilmiş

118

olduğunu ve bu hususta Hz. Resulullah'a /s.a.a/ söz verdiğini onlar da biliyordu mutlaka...

Yoksa, Allah'ın aslanı Aliyy-i Murtaza'nın karşısında bu küstahlıklarda bulunulabilmesi mümkün müydü sahi?!

Ah, hanımım! Eve döndüğünüzde ne kadar da ağladınız... Ev, hüzün yuvasına dönüşmüştü. Bunca zulüm ve cefadan Allah'a sığınıyor, size bu zulümleri reva görenleri sevgili babanız Hz. Resulullah'a şikâyet ediyordunuz.

Ani bir kararla doğruldunuz, camiye gidip orada her şeyi halka anlatacağınızı söylediniz.

Tehlikeli bir karardı bu.

Ama her mazlumun da son çaresi gerçekten...

Hiç olmazsa zulme uğradığını haykırıp insanlara duyurabilmek...

Böylece insanlara; bu kulağı sağır ve dilleri mühürlenmiş cemaate hücceti tamamlayacak, mahşer günü Allah'ın huzuruna çıkarıldıklarında "Biz bilmiyorduk... Haberimiz yoktu böyle bir şeyden..." diyemeyeceklerdi.

Bilmeyenler bilecek, bilip de susanlar silkinecekti enazından...

Ama... Velâyet güneşi evinde hapsedilmişse gecenin karanlığı hangi şafakla sökülüp parçalanabilirdi ki?!

Siz, yine de üzerinize düşeni yaptınız; Allah da öyle buyurmamış mıydı babanıza: "... Sen, üzerine düşeni tebliğle sorumlusun..."

Haber kısa zamanda bütün şehirde yayıldı, Medine âdeta yeniden canlanmış gibiydi:

— Fatıma camiye gelip konuşacakmış!

119

—   Resulullah'ın /s.a.a/ kızı neler söyleyecek acaba?!

— Halifeliğin gasbıyla ilgili olabilir...

— Belki de Fedek'in gasbıyla ilgilidir...

— Hadi, camiye gidelim!...

Cami göz açıp kapayıncaya kadar tıklım tıklım dolmuştu. Muhacirler ile Ensar âdeta yarışmadaydı. Resulullah'ın /s.a.a/ kızını görebilmeleri için babalar yavrularını omuzlarına almışlardı. İğne atılsa yere düşmeyecek bir kalabalık... Mescid'ün-Nebi'nin duvarları yıkılacak gibi neredeyse...

Halife, durumu engelleyerek herhangi bir itiraza muhatap olup halkın öfkesini daha fazla üzerine çekmemek için adamlarını caminin çeşitli noktalarına yerleştirmiş, kendisi de sesini çıkarmaksızın bir köşeye oturmuştu.

Ah! Ey gözler nuru, Resulullah'ın /s.a.a/ biricik yadigârı! Görülmemiş bir metanet ve vakarla çıktınız evden. Yürüyüşünüz nasıl da andırıyordu babanız Resulullah'ı /s.a.a/... On dörtlük aydı sanki semalarda süzülen... Herkes size bakıyor; "Tıpkı Resulullah..." diyordu ardınızdan "Tıpkı babası... Yürüyüşü bile tıpatıp onu andırmada..."

Haşimî kadınları gecenin karanlığında parlayan yıldızlar gibi etrafınızı sarmış, aya eşlik eden yıldızlar kervanı misali sizinle camiye gelmişlerdi.

Ah! Resulullah /s.a.a/ yeniden dünyaya gelmişti sanki!

O nevakardı öyle?!...

Siz camiden içeri girer girmez sesler kesildi, nefesler kesildi... Sizin emrinizle gerilen perdenin arkasında oturdunuz. Bir süre hiçbir şey söylemeden sustunuz öylece... Ne suskunluk hem... Dünyalar

120

dolusu sözler vardı o suskunluğunuzda. Bu suskunluğun feryadını duyabilecek gönül kulağı olanlar dayanamayıp ağlamaya başladılar. Mescid'ün-Nebi hıçkınklarla sarsılıyordu şimdi.

Hançerenizde            düğümlenen            yumruk,

gözyaşlarından başka şeyle çözülecek gibi değildi...

Siz de ağlamaya başlayınca camide velvele koptu. Ağlamamak elde değildi artık.

Bütün bir cami ağlıyordu şimdi.

Ve sonra sustunuz... Yangını körükleyen, merakları kamçılayan acı bir suskunluk...

Ve konuşmaya başladınız:

"Bismillahirrahmanirrahim.

Verdiği nimetler için hamd ve sena Allah'a... Verdiği ilhama şükürler olsun. Öteden beri veregeldiklerine hamdederiz.

İnsanoğlunu sürekli kuşatan ve sürekli Rabb'inden ona lütuf olunagelen nimetler için şükürler olsun...

O'nun nimetleri sayıya gelmez, hakkıyla şükredilemez, ebediyete kadar insan havsalasına sığamaz, künhüne ulaşılamaz.

İnsanlara; nimetlerin devamını ve artmasını istemeleri için şükretmelerini öğretti.

Yarattıklarına nimetlerini arttırarak onların şükürlerini artırmalarına yol açtı; duayı nimetlerin artışına vesile kıldı.

Ve ben "Lâ ilâhe illallah" diyerek Allah'tan başka ilâh olmadığına ve O'na hiçbir ortak koşulamayacağına şahadet ederim.

Tevili ihlâs olan, yürekleri kendisine bağlayan, düşüncelere ışık tutan sözdür bu.

Öyle bir Rab'dir ki O, gözler O'nu göremez; diller O'nu vasfedemez.

121

Ne düşünce, ne de hayal kanatlarının O'nun zatının idrakine ulaşabilmesi mümkün değildir.

Varlıkları yarattı, onlardan önce herhangi bir yaratılmış varolmaksızın; kudret ve meşiyeti sayesinde var etti onları, hiçbir kalıp veya benzerinden faydalanmaksızın. Bu yaratışta ne bir fayda vardı O'na, ne de herhangi bir ihtiyacı... Ancak hikmetini tespit ve yarattıklarını O'na ibadete yöneltip gücünü izhar etmek, insanlara ubudiyetinin yolunu göstermek ve çağrısıyla onlara izzet ve şeref kazandırabilmek için yarattı onları.

Kulları, O'nun hışım, azap ve intikamından çekinerek yine O'nun rahmet cennetlerine sığınsınlar diye itaat ve teslimiyete karşılık sevap, günaha karşılık da ceza ve azap verdi.

Babam Muhammed'in, Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna şahadet ederim.

Ve Rabb'ul-âlemin, insanlara elçi olarak göndermeden önce seçti onu; yaratmadan önce elçiliği için aday kıldı onu, peygamber olarak göndermeden /bi'set/ önce seçti ve üstün kıldı onu.

Yaratılmışlar henüz gayb âleminde gizli iken; yokluk sınırlarının köşe bucaklarında korku, dehşet ve zulmet içinde yüzmekteyken...

İşlerin nereye varacağına, neyin nasıl olacağına ve mukadderat menzillerinin durumuna tamamen vâkıf bulunan Allah Azze ve Celle, tanrılık işini tamamlayabilmek için onu /Hz. Muhammed'i /s.a.a// yarattı, böylece verdiği kesin hükmü imzalamış ve kesin mukadderatını iyiden iyiye pekiştirmiş oldu.

Derken, Muhammed /s.a.a/ elçilikle görevlendirilince türlü türlü ümmetler buldu karşısında; çeşitli dinlere ayrılmış, kimi ateşin

122

karşısında diz çökmüş, kimi putlara karşı eğilmiş, şu veya bu şekilde "Allah'ı inkâr tuzağı"na yakalanıverip gitmiş...

Derken, Allah Azze ve Celle, Muhammed'le /s.a.a/ karanlıkları aydınlığa çıkardı; şüphe karanlıklarını yüreklerden gideriverdi, gözlere ve gönüllere engel olan kara bulutları sürüp götürdü.

Peygamber, insanları hidayet etmeye başladı; yanlışlar ve sapmalardan kurtardı onları; sararmış gözlerine basiret nuru serpti; sağlam ve dosdoğru dine yöneltti onları; doğru yola, Sırat-ı Müstakim'e çağırdı hepsini.

Derken, Allah Teala merhametin şefkat dolu elleriyle ve bizzat onun kendi rızası ve kendi kararıyla katına aldı onu.

Muhammed /s.a.a/ dünyanın şerlerinden amandadır şimdi; iyilik melekleri dört bir yanını sarmış, bağışlayıcı Rabb'ul-âlemîn'in rıza ve hoşnutluğu ona gölge salmış, Cebbar Allah'a komşulukla şereflenmiştir.

Allah'ın selâmı babam Muhammed'e olsun; O'nun peygamberine, O'nun vahyinin güvenli eminine; O'nun seçtiği, O'nun gönderdiği ve O'nun rızası demek olan o sevgili kuluna...

Allah'ın selâm, rahmet ve bereketi babama..."

Zaman durmuş gibiydi. Mescid'ün-Nebi'de çıt yoktu. İnsanlar nefes almıyordu sanki.

Ve siz, hanımım... Bu dünyada değildiniz âdeta, kimseyi görmüyor gibiydiniz o sırada.

Arştaydınız sanki o an...

Allah'ı ve Resulü'nü övdünüz, onlan anlattıktan sonra tekrar yeryüzüne döndünüz âdete... Camiye...

123

Babanızın Mescidine... Halkın arasında, onlarla konuşuyordunuz yine şimdi:

"...Siz, ey Allah'ınkulları...

Sizler Allah'ın emir ve yasaklannın uygulanması için ahitte bulunmuş merciler, muhafızlar ve sancaktarlarsınız; O'nun emirlerini bizzat kendinize tebliğle sorumlusunuz, O'nun kendi üzerinizdeki eminleri, vahyinin bekçilerisiniz; diğer ümmetlere de O'nun tebliğcilerisiniz siz.

Hakk'ın yönetim sorumlusu, sizlerle daha önce gerçekleştirdiğe biatle aranızdadır şimdi.

Sizlere Allah'ın "Konuşan Kur'anı"nı emanet ve yadigâr bırakmıştır; dosdoğru Kur'an'ı, ışıyıp duran nuru, sönmeyenışığı...

Delilleri apaçık, batınları besbelli bir kitap; zahirleri sürekli tecelli hâlinde, izleyicileri onunla övünmede, başka ümmetler ona gıpta etmede.

Öyle bir kitap ki, ona uymak razılığa yöneltir insanı; onu can kulağıyla dinlemek kurtuluşu armağan eder insana; Allah'ın nurlu hüccetleri onunla tanınıp bilinir.

Farzlar, vacipler, haramlar, burhanlar, deliller, faziletler, güzel şeyler, ruhsatlar, lütuflar, yetkiler, cevazlar, şeriat kurallan, yazılı ve sözlü direktiflerin tamamı Kur'an'la tanınıp bilinir.

Allah Teala sizleri şirkten temizlemek için imanı koydu.

Ve sizi kibir, gurur ve büyüklenme duygusundan kurtarmak için namazı koydu.

Ve canınızı temizleyip nzkınızı artırmak için de zekâtı emretti.

124

İhlâs ve samimiyetinizi ispatlayabilmeniz için de orucu, ve dininizde muhkem olmanız için haccı farz kıldı.

Ve kalplerinizin tanzimi için adaleti, ve milletin düzen ve disiplin bulup tefrika ve bölücülükten amanda kalması için de bizim imamet ve önderliğimizi size farz kıldı, biz Ehl-i Beyt'e itaat etmenizi emretti.

Ve cihadı, İslâm'ın şeref ve izzet vesilesi kıldı; sabrı da Hakk'ın rıza ve ödülünü kazanma vesilesi...

İnsanların iyiliğini "iyiliğe emretme" aslına bağladı.

Anne babaya iyiliği, cehennemin ateşinden koruyacak bir kalkan etti.

Akraba ve yakınlarla ilişkilerin artınlmasını nüfusun artması ve gücünüzün çoğalmasına vesile kıldı.

Kanların korunması için kısası; bağışlanma ve affedilme için nezir ve adaklann yerine getirilmesini; alış verişte ölçü ve hakka riayet edilmesi için ölçü, tartı ve fıyat belirlenmesini; çirkin ve iğrenç işlerden uzak durulması için şarap içilmesinin yasaklanmasını; Allah Teala'nın gazabına uğranılmaması için iftira ve töhmetten uzak durmayı; iffet kazanabilmek için de hırsızlığın haram edilmesini vesile kıldı sizlere...

Tek tanrı inancında samimî olunması için şirki haram kıldı.

O hâlde Allah'a karşı gereğince takvalı olun, İslâm'dan başka bir elbiseye bürünmüş olarak ölmeyin. Allah'ın emir ve yasaklarına uyun.

O'na itaat edin, bilin ki ancak düşünebilen kullar Allah'tankorkarlar."

Cemaat hayret ve merakla can kulağı kesilmişti. Bu Fatıma'mıydı, yoksa edebiyat ve söz kalelerinin

125

fatihi mi?! Bu ne fesahat, bu ne belâgattı böyle?! Hz. Resulullah'ın /s.a.a/ Zehra'sı... Hitabe ustası... En mahir konuşmacılar ve en usta edebiyatçılar bile hayretler içinde kalmıştı şimdi. Resulullah'ın /s.a.a/ Betul'ü, Tahire'si, Sıddıyka-i Kübrası...

Allah'ın sevgili Resulü'ne hediye ettiği sürekli kaynayıp coşan Kevser Fatıma...

Herkesi hayretler içinde bırakmıştı bu mükemmel hitabesiyle.

Çorak topraklardan farksız, o katılaşmış yüreklere nasıl da emsalsiz bir tohum serpmişti Zehra-yı Athar!

"Ey insanlar! Bilin ki ben Fatıma'yım! Babam, Muhammed'dir benim!

Özüm ve sözüm doğrudur; lafı eğip bükmem; ilk sözüm, son sözümle birdir!

Ne sözlerimde hata vardır, ne de işlerim ve davranışlarımda bir yanlışlık... Esasen hata ve günah uzak kılınmıştır bizden!

Aranızdan bir peygamber gönderildi size. Sizden biriydi o; zahmet ve sıkıntıya düşmenize gönlü elvermez, doğru yolu size göstermek ve sizi hidayet edebilmek için çırpınır dururdu. Müminlere karşı pek yumuşak, pek sevecendi.

Onun kim olduğunu araştırmak isteyenler görecektir ki, o benim babamdı, sizin kadınlarınızın değil! O, benim amcaoğlumun kardeşiydi, sizin erkeklerinizin değil!

Ve bu, ne de güzel bir yakınlıktır doğrusu!

Derken o, elçilik vazifesini yerine getirdi; işe sizden başladı, müşriklerin uçurumundan çekip kurtardı sizi; tepelerine kılıçla indi onların, boyunlarını vurdu, nefeslerini kesti; en güzel dille, hikmet ve nasihat diliyle Allah'a davet etti onları.

126

O kadar putlarını kırdı, fıkirlerini çürüttü ve düşüncelerini yerlere çalıp mağlup etti ki, sonunda müşriklerin birliği bozuldu, parçalandılar, hezimetten başka sığınacak yerleri kalmadı.

Gece, olanca karanlığıyla kaçtı o gelince; gündüzü getirdi o size. Onunla hak zahir oldu, besbelli gördünüz; şeytanların naraları kesiliverdi onun gelişiyle.

Nifak dikenleri çürüyüp toz oldu; küfür ve kötülük düğümleri kör mü kördü, ama onun hikmetli elleriyle açılıverdi; işte o zaman sizin diliniz açıldı, "lâ ilâhe illallah" diyebildiniz.

Bu sırada kof mu kof, yalnız mı yalnızdınız, ateşten bir uçurumun hemen yanı başındaydınız.

Bir hiçtiniz.

Hiçbir şeydiniz. Bir yudumluk su, bir tadımlık lokma gibiydiniz. Bu zaafınız, bencil ve egoist duyguları tahrik ediciydi. Henüz tutuşmadan sönüveren bir kavdan farksızdı hâliniz. Gelip geçenlerin ayaklan altında ezilen ayak takımıydınız. Hor ve hakirdiniz.

Pis ve kirli suları içiyordunuz, ağaçların yapraklarını yiyordunuz. Zelil, zavallı ve acınacak bir hâldeydiniz; her lahza birilerinin ayakları altında kalıp ezilivermekten korkuyordunuz.

Hâliniz bu iken, Allah Teala, babam Muhammed'i /s.a.a/ göndererek kurtardı sizi.

Siz halkın elinden çekmediği kalmadı. Arapların eski kurtları ve Ehl-i Kitabın asileri pek eziyet etti ona.

Ne zaman savaş ateşini alevlendirseler, Allah Teala söndürüvermedeydi.

127

Ne zaman şeytanın boynuzları görünecek olsa ya da müşrikler ejderhası ağzını açsa, Peygamber, sevgili kardeşi Ali'yi gönderiverirdi ejderhanın ağzına!

Ve Ali, bu dev sıfatlı gaddar canavarların burnunu iyice ezip kin ve nefret ateşlerini, kılıcının suyuyla söndürmedikçe dönmezdi Resulullah'ın /s.a.a/ yanına.

Ali, Allah aşkının deryasına dalmış bir kuldu, gece gündüz Allah'ın rızasını kazanabilme telâşındaydı; Allah Resulüne yakın mı yakındı.

O, Allah'ın yakın dostlarından ve mert mi mert kullarından oldu daima; Allah velilerinin piri ve seyyidi, sürekli çalışıp çabalayan, daima dirençli, daima iyiliksever, morali her zaman yerinde, yılmak nedir bilmez, yenilgiyi tatmaz, daima savaşa hazır, cihada cam gönülden amade.

Ama siz... O hengameler sırasında rahat yaşadınız, keyfınize baktınız ve feleğin çarkının bizim aleyhimize dönmeye başlayacağı zamanı beklediniz.

Evet, siz! Savaştan kaçan siz! Düşman, yüzünüzden ziyade sırtınızı gördü daima sizin; biz Ehl-i Beyt'in zayıf düşeceği bir am beklediniz hep, bu fırsatı kollayıp durdunuz sinsice.

Tâ ki, babam vefat edinceye kadar... Beklediğiniz fırsat elinize geçmiş oldu böylece.

Allah Teala onu peygamberlerin evine, seçkinler yurduna yerleştirmeyi tercih etti.

Ve derken, sizdeki gizli nifak alâmetleri süratle aşikâr olmaya başladı, öz benliğinizin derinliklerinden kaynayıp coşuverdi, açığa çıktı nifakınız!

Din elbisesi sizler için eskimiş oldu artık; azgınlar ve sapmışların elebaşısı bülbül kesilip ötmeye başladı. Düne kadar zerrece değeri olmayan en karaktersizler, fırsatı ganimet sayıp meydanda at koşturur oldular.

128

Batıl, tarn tepesinde yankılanmaya başladı.

Derken, şeytan ininden çıkarak hepinizi teker teker, adıyla çağırdı.

Bu çağrıya çoktan hazır olduğunuzu, ona koşarak geldiğinizi, her nevi hile ve kalleşliğe daha diinden amade bulunduğunuzu gördü.

Sizi yerinizden kaldırdı, ne kadar da kolay kalktığınızı gördü o zaman; sizi tahrik etti, ne kadar kolay tahrike kapıldığınızı gördü; kin ve nefret harmanlarınızı tutuşturuverdi, ne çabuk alevlendiğinizi gördü.

Böylece şeytanın azdırmasıyla, size ait olmayan bir deveye göz koydunuz, o deveyi başkasına ait çeşmeye sürdünüz.

Ne yaptığınızı biliyordunuz hem de!

Kasten, bilerek yapılan bir yanlış!

Üstelik Peygamber son nefeslerini verirken hem de!

Yaramız daha kapanmamış, Resulullah'ın /s.a.a/ acısı daha sinemizden çıkmamış ve Allah Resulü'nün /s.a.a/ mübarek naaşı henüz yerde kalmışken hem de!...

"Bir kargaşa çıkar korkusuyla hemen bir halife seçmeyi uygun bulduk" diyerek özür ve bahane getirdiniz. Yazıklar olsun size! Asıl şimdi fıtne uçurumuna yuvarlanmış durumdasınız işte! Asıl kargaşayı kendiniz çıkardınız! Gerçekten de cehennem, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır.

Yazıklar olsun size!

Nasıl yaptınız bunu?!

Nasıl bu kadar alçalabildiniz?!

Ne yaptığınızın farkında mısınız?!

Nereye gittiğinizi biliyor musunuz?!

129

İşte, Allah'ın Kitabı aranızda! Her şey apaçık, her şey besbelli değil mi?!

Ahkâmı apaçık, nişaneleri parlamada, yasakları ve emirleri apaçık belli; ama siz ona sırt çevirdiniz; Allah'ın Kitabı'nı ayaklar altına attınız, çiğneyip geçtiniz!

Ondan kaçar mı oldunuz yoksa?! Ondan başkasının mı hükmünü kabul ediyorsunuz yoksa?!

Eyvahlar olsun! Zalimler, pek kötü bir alternatif seçtiler Kur'an'ın yerine!

"İslâm'dan başka din arayanınki kabul edilmeyecektir, kıyamette ziyankârlardan olacaktır."

Fitnelerin durgunlaşmasını dahi beklemediniz; hilâfetin yularını, daha sakinleştirmeden kendinize doğru çekmeye başladınız.

Fitne ateşini kendi ellerinizle tutuşturdunuz, alevlendirdikçe alevlendirdiniz. Saptırıcı şeytana kulak kesildiniz; Hakk'ın dinini ve O'nun seçtiği Resulü'nün sünnetini ortadan kaldırmaya ve Allah'ın nurunu söndürmeye azmettiniz! Sütün üzerindeki köpükleri alma bahanesiyle sütü bir içişte bitirdiniz; kimseciklere sezdirmemeye pek özen gösterdiniz. Sonra da utanmadan, kalabahk bir grubu da arkanıza alıp Peygamberinizin evine, onun Ehl-i Beyt'ine saldırdınız, çoluk çocuğuna hücum ettiniz!

Ama biz sabrettik yine. Boğazımıza hançer, böğrümüze mızrak saplanmışçasına -bir acı içinde bulunduğumuz hâlde- sesimizi çıkarmadık, tahammül ettik. Hatta işi öyle bir noktaya vardırdınız ki, bize miras düşmeyeceğini zannettiniz. Cahiliyet dönemi hükmünü uyguladınız bize. Oysa inananlar için, Allah'ın hükmünden daha iyi hüküm olur mu?

130

Siz bunu bilmiyor değilsiniz. Biliyorsunuz! Güpegündüz parlayan güneşi bildiğiniz gibi biliyorsunuz ki, ben Peygamber'in kiziyim!

Ey Miisliimanlar! Bana ait bir mirasin benden zorla ahnmasi hak midir sahi?!

Ey Ebu Kuhafe'nin oğlu! Ey Ebu Bekir!

Sen babandan miras alabildiğin hâlde, benim babamdan miras alamayacağıma dair bir hüküm mü var Allah'ın Kur'an'inda?! Ne de kötü bir yenilik getirdin sen!

Allah'ın Kitabı'nı kasten ve bile bile mi görmezlikten geliyorsunuz, yoksa bilmeyerek mi?!

Kur'an-ı Kerim'in "Süleyman'a Davut'tan miras kaldı..." buyurduğunu bilmiyor musun sen sanki?!

Kur'an-i Kerim, Zekeriya'yı anlatırken şöyle buyurmuyor mu: "Rabb'im! Benden ve Yakup soyundan miras alacak bir evlât bağışla bana!"

Yine Kur'an-i Kerim şöyle buyurmuyor mu:

"Miras konusunda akrabalannizla yakınlarınız, yabancilardan daha once gelir"

Yada:

"Evlâtlarınız hakkında Allah'ın size emri erkek evlâtların, kız evlâtların aldığının iki katı miras almasıdır."

Yine Kur'an şöyle buyurmuyor mu:

"Eğer birisi kendisinden sonra bir mal miilk birakacak olursa, babasi, annesi ve yakınları için gereğince vasiyette bulunsun, bu takva sahiplerinin hakkıdır."

Siz, benim, babamdan hiçbir miras ve fayda alamayacağımı mı sanmaktasınız şimdi?!

131

Yani Allah Teala sizlere mahsus bir ayet indirmiş ve babama bu hakkı tanımamış mı demek istiyorsunuz?!

Yoksa "iki ayn din mensubu birbirinden miras alamaz, senin dinin babamnkinden ayn" mi diyorsunuz bana?!

Yoksa Kur'an'in genel ve özel hükümlerini babam Resulullah ve amca oğlum Ali'den daha mi iyi bildiğinizi iddia etmektesiniz?!

İyi o zaman, gel al! Gel şu eyerlenmiş hazır atı al da git hadi!

Kiyamette görüşürüz seninle!... Allah en giizel hakem, Muhammed /s.a.a/ en giizel adaletçidir! Ve kiyamet ne de giizel bir hesaplaşma diyarı!...

Batıl ehli o gun zarar edecek, hiisrana uğrayacaktır; o giin pişmanlık hiç fayda etmez. Her olay için bir durak vardır orada; o hâlde giderek zilleti artinci azabin kimin başına geleceğini, ölümsüz azabı kimin tadacağını pek yakında siz de anlayip bileceksiniz!"

Ah!... Cami... Mescid'iin-Nebi o sirada insanla mi doluydu, yoksa taşla mı?! Eğer insanlar dinliyorduysa bunlan, yiirekleri bir anda niçin tutuşup yanmadı?! insanlar nasil oldu da Resulullah'in /s.a.a/ biricik Fatıma'sından bunları duydukları hâlde yanıp kiil olmadılar o sirada?!...

Resulullah'in /s.a.a/ halkta oluşturduğu o coşkun nehir, ne de çabuk göle dönüşüverdi, ne de çabuk durgunlaşıverdü...

Biz kadınlar, erkeklerin erkekliğe sığmaz bunca namert davranışları karşısında mahcup olduk, saçımız ağarıverdi üzüntüden...

132

Onca erkek arasında bir tek "erkek" çıkmadı; bir teki olsun, kalkip da "Fatima, sen hakhsin!" diyecek yürekliliği gösteremedi!

Onca boş kılıf arasında bir tek kılıç bulunmadı, hakkı batıldan kesin bir çizgiyle ayırt edebilecek...

Onca cenaze ve onca cansız mahluk arasında bir tek can çıkıp da Samirî'nin buzağısını parçalayıp Musa'yla Harun'a arka çıkmadı...

Haşimî kadınları, "belki birileri çıkıp bir şeyler söyledi de biz duymadik, biz göremedik" diyerek boylanıp dikkatle cemaati gözden geçirdiler. Ama... Mescid'ün-Nebi'de çıt yoktu. O koca cemaat, büyük bir mezarlığa çevirmişti camiyi âdeta; bu ölüm sessizliğine sebep olan diktatörlerse cemaatin içinde... Gözleri gözlerinde, her hareketi kollamada...

Ancak, ikinci birinciye dönüp; "Allah öldürsün onu, ne de güzel konuşuyor!" demişti herhâlde.

Yedi kefen çürütmüş ölüler bile bir deprem sırasında mezarlarından dışarı dökülüverirler; bu hitabenin depremiyse bir tek mezardan zerrece toz dahi kaldırmamıştı... Canlılar mezarından hem de!

Ah, hanımım! Siz, "belki de hiç olmazsa Ensar gayrete gelir de kendileri için olsun, bu alçaltıcı duruma bir tepki gösterirler hiç olmazsa" diye düşünmüştünüz. Bu nedenle Ensara dönüp konuşmanızı sürdürdünüz:

"Ey yiğit insanlar! Ey bu halkın pazıları! Ey İslâm'a yardım eden Ensar!

Benim hakkıma karşı gösterdiğiniz bu sessiz, lakayt ve gevşek tavrınızın nedeni nedir?!

Zulme karşı gösterdiğiniz bu gaflet ve müsamahakâr tavrın sebebi nedir?

133

Babamın her zaman; "Bir insana gösterilen saygı, onun çocuklarına takınılan tavırdan belli olur." buyurduğunu bilmez misiniz?!

Bu mu bize saygınız?! Bu mu babama saygınız?!

Ah! Ne de çabuk unuttunuz, ne de çabuk yolda kalakaldınız, ne de tez yoldan çıktınız!... Siz benim haklı olduğumu görüyor, hakkımın ve hürmetimin çiğnendiğini bizzat müşahede ediyorsunuz; bana yardım edebilir, beni destekleyebilirsiniz, hakkımı almama yardımcı olabilirsiniz; ama yapmıyorsunuz işte!

Peygamber öldü, her şey bitti diye mi düşünüyorsunuz?!

Evet, büyük, çok büyük bir felâket bu! Doldurulması imkânsız bir çatlak oluştu, kapanması imkânsız bir yara açıldı.

Yeryüzü onun yokluğuyla karanlıklaşıverdi, yıldızlar bütün parlaklıklarını yitirip sönükleştiler onun hicranından.

Onun gidişiyle birlikte ümit ve arzu dağları yıkıldı, ümitsizlik dikenleri ele ayağa batmaya başladı.

0nun gidişiyle birlikte hürmet ve saygı da gitti, edebe riayet kalmadı.

Vallahi pek büyük bir felâket bu, pek büyük bir acı bu! Bir belâ ve felâket ki eşi görülmemiş; bir acı ki yakıcı mı yakıcı!

Ama Allah'ın Kitabı daha önceden haber vermişti bubelâyı.

Bu kesin bir hüküm ve değiştirilemez bir kaderdir; daha önce de diğer nebiler ve peygamberlere de inmiş, başlarına gelmiş bir haberdir bu. Evlerinizde olan, gece veya gündüz, yüksek veya yavaş sesle tilâvet ettiğiniz o kitapta şöyle buyruluyor: "Muhammed bir

134

peygamberdir ki ondan önce de peygamberler gelmişti. O öldürülür veya ölürse, siz geçmişteki hâlinize mi döneceksiniz?! Her kim geçmişteki cahiliyete dönerse, Allah'a hiçbir zarar veremez /zaran kendisine olur, kendisini ziyana uğratmış olur/ Allah şükredenlerin ödülünü verir elbet!"

Ey Kıyle oğulları! Ey soyu ona ulaşan, şerefli ve onurlu insanlar!

Babamin mirasi ayaklar altina ahnirken sizin duruma seyirci kalmaniz reva mıdır?!

Benim zulme uğradığıma dair feryadımı duyup da hiç sesinizi çıkarmamaya gönlünüz nasıl elveriyor?!

Topluluğunuz sesimi duymada, feryadim aranizdan yankilanmada; çağrımı işitiyor, başıma getirilenleri görüyorsunuz... Hakkı savunmak için gerekli her şeye de sahipsiniz iistelik!

Hem sayıca çoksunuz, hem gerekli silâh ve edevatiniz var; adamlanniz, kılıçlarınız, zırhlarınız, kalkanlanniz var...

Buna ragmen yine de çağrıma koşmuyor, feryadıma kulak asmıyor, yardımıma gelmiyorsunuz öyle mi?!

İmdat feryatlarımı duyduğunuz hâlde aldırmıyor musunuz?!

Cesaret ve savaşçılığıyla meşhur olan siz değil misiniz?!

Hayırlı işlere ön ayaklığınızla tin salan siz değil misiniz?!

Ensar ve yardımcı adıyla adlandırılan siz değil misiniz?!

Siz bu ümmetin seçkinleri değil miydiniz, seçilmişler değil miydiniz?!

Sizdemi?!...

135

Araplar içinde vuruşan, yara alan, yaralayan, sıkıntı ve acılar çeken, çeşitli ümmetlerle savaşa giren, büyük savaşçılarla göğüs göğüse çarpışan siz değil misiniz?!

Siz her zaman bizim safımızda oldunuz, bizim emirlerimize itaat ettiniz. Böylece İslâm değirmeni bizim ailemizin etrafında dönmeye başladı, dünya anasının göğsü sütle doldu /nimetler arttı/, şirk naraları kesiliverdi, töhmet ve tamah ateşi söndü, küfür alevleri yalımını yitirdi, kargaşa ve hercümerç son buldu, din şekillendi, düzen ve disiplin buldu.

Onca faaliyet ve haykırıştan sonra şimdi ne oldu da sustunuz?! Niçin sesiniz bile çıkmamada?! Nedir bu şaşkın ve ne yapacağını bilemez hâliniz?!

Büsbütün aşikâr olduktan sonra neden hakkı örtemeye, gizlemeye çalışıyorsunuz?!

Onca ileri adımlarınızdan sonra niçin şimdi gerilemedesiniz?!

Verdiğiniz sözü niçin tutmamada, ahdinizi niçin çiğnemedesiniz?!

İman ettikten sonra ne diye tutup tekrar şirke yöneldiniz?!

Kur'an-ı Kerim'in şöyle buyurduğunu bilmiyor musunuz:

"... Ahdini çiğneyen, anlaşmayı bozan, Resulü kovmaya çalışan ve savaş ateşini tutuşturup körükleyen güruhla savaşmayacak mısınız?! Yoksa korkuyor musunuz onlardan?! Hâlbuki eğer müminseniz Allah, kendisinden korkulmaya daha lâyıktır!"

Gördüğüm kadarıyla tembellik ve rahatına düşkünlük tehlikesine dalmışınız! Uyarırım sizi!

136

Siz, Müslümanları yönetmeye herkesten daha lâyık olanı bir kenara itip rahatlık ve tembelliği seçtiniz; sorumluluğun darboğazından, refah ve rahatın geniş mahvoluşluğuna daldınız.

Özenle koruduğunuz şeyi bir çırpıda bir kenara fırlattınız; itinayla yiyip yuttuğunuz şeyi hemencecik kustunuz.

Ama kimseye bir zararınız dokunamaz, kendinizden başka. Allah Teala da böyle buyurmuyor mu zaten: "Eğer siz ve yeryüzündeki herkes kâfir olursa, Allah'a hiçbir zararı olmaz bunun; O, övülen ve müstağnidir."

Gevşeklik, alçaklık, ihmalkârlık ve hakkı savunmama gibi hasletlerin vücudunuza iyice yerleştiğini, hıyanet ve sadakatsizlikle yoğrulmayı tercih ettiğinizi bildiğim hâlde, yine de sizlere söylemem gerekeni söyledim. Bilmiş olun ki günah benden gitti.

Bütün bunlar, üzüntü dolu bir kalbin hışım ve acıyla coşup köpüren dalgalandır; sonunda gönül evinin sahillerine vurmakta ve bağrımızı yakıp kül etmektedir.

Kısacası ben size söylemem gerekenleri söylemiş oldum; artık kendiniz bilirsiniz. Hücceti tamamladım artık size.

Alın hilâfeti, alın Fedek'i! Ama unutmayın ki hilâfet bineğinin sırtı yara, tırnakları deşiktir; ne sırtına binmenize izin verir, ne de sizinle yol gider...

Utanç ve yüzkarasıyla dağlanmıştır, Allah'ın gazabından nişaneler vardır onda. Ebediyen rezil ve rüsvadır artık o!

Onun yularından asılacak olanlar, Allah'ın kalpleri kuşatacak gazap ateşine gömülecektir mutlaka.

137

Bilin ve unutmayın ki bu yapıp ettiklerinizin tamamına Allah Azze ve Celle şahit ve tanıktır!

"Zulmedenler, nasıl bir akıbete duçar olacaklarını pek yakında bileceklerdir!" Ve ben, size hemen önünüzdeki acı mı acı bir azabı haber verenin kızıyım, unutmayın!...

"O hâlde siz elinizden geleni yapın, dilediğinizi yapın bakalım! Biz de gerekeni yaparız. Bekleye durun hele! Biz de beklemedeyiz" ..."

O sımsıcak sözleriniz camideki taş kalpleri eritmedi, ama biraz da olsa ısıttı, arşı titreten depremli konuşmanız o ölü kalpleri diriltmediyse de mezar taşlarını birazcık oynatabildi yerinden...

Ah hanımım!... Ayaklar sadece şöyle bir oynayıverdi, ama doğrulacak kadar canlanmadı hiçbiri. Eller, bir üzüntü ve teessür ifadesi olarak şöyle birkaç kez sağa sola sallandıysa da sımsıkı bir yumruğa dönüşemedi hiçbiri...

Gayret ve hamiyetin kokuşmuş birikintisi şöyle bir dalgalanır gibi olduysa da kayaları yerinden sökebilecek bir sele dönüşemedikten sonra... Neye yarar?...

Dünya nimetleri ve dünyevî görkemlerden söz etseydiniz, bunca lâkayt kalmayacaklardı besbelli.

Feryat değil, haykırış değil; ortalığı inleten bir coşku ve başkaldırı hiç değil... Mescid'ün-Nebi'de fısıltılar başladı sadece... Tıpkı kadınlar gibi... Eliyle dili aynı yönde, aynı amaçla çalışmayan, korku ve tedirginlik dolu kararsız kadınların fısıltı ve mırıldanmaları gibi...

Bu volkanı andıran alevli konuşmanın o ruhsuz bedenlerde yarattığı kıvılcımlar o kadar zayıf ve azdı

138

ki, bir bardak hileye karışık necis suyla kolayca sönebilirdi... Ve söndü de!

Halife, cevap vermek için ayağa kalktı:

"Ey Allah Resulü'nün kızı! Baban müminlere karşı merhametli, yumuşak ve affediciydi; kâfırlere karşıysa oldukça sert ve şiddetli. Evet, onun başka kadınların değil, senin baban olduğu ve başka erkeklerle değil, sadece senin kocanla kardeşlik bağı kurduğu doğrudur. Peygamber'in rıza ve hoşnutluğunu en fazla kazanan ve ona en yakın olanın da yine senin kocan olduğu doğrudur.

Ebedî saadete ermişlerden başkası sevemez sizi; kötülerden başkası düşman olamaz size. Siz, Resulullah'ın mutahhar ve tertemiz soyu ve ıtratı, Ehl-i Beyt'i, kâinat ulularının en seçkinlerisiniz!

Siz, bizi hayra götüren bir kılavuz, cennete yönlendiren bir hidayet edicisiniz. Bilhassa sen kadınların ulusu ve en yüce peygamberin kızısın!

Sözünde dosdoğru, akılda pek ilerisin.

Ben senin hakkını asla alamam, sadakat ve doğruluğuna da hiçbir diyeceğim olamaz!

Vallahi ben Resulullah'ın reyinden ileri adım atmadım, onun izni dışında bir adım gitmedim!

"Gözcü", kendi kavmine yalan söylemez!

Allah'ı şahit tutanm ki Resulullah şöyle buyurdu: "Biz peygamberler ev, tarla, altın ve gümüş gibi şeyler miras bırakmayız. Biz sadece kitap, hikmet, ilim ve nübüvveti miras bırakırız. Dünyalık olarak bıraktığımız şeyler konusundaysa bizden sonraki emir sahipleri karar verirler, nasıl isterlerse öyle davranırlar."

139

Şimdi biz Fedek'in gelirini at ve silâh temini için harcıyoruz; böylece Müslümanlar o at ve silâhlarla küffara ve bağilere karşı cihad edeceklerdir.

Ben tek başıma ve müstebitçe de vermedim bu kararı; diğer Müslümanların da ittifakıyla bu kararı vermiş bulunuyoruz!

Benim malım mülküm hep senin; buyur işte! Senden esirgemem, bir başkası için de biriktiriyor değilim zaten!

Çünkü sen, babanın ümmetinin kadınlarının en ulususun; çocukların için seçere-i tayyibesin sen!

Senin faziletlerini inkâr edemem; ününü, hürmetini azaltamam. Buyur, al; neyim var, neyim yoksa hepsi senin olsun! Ama sen, bu hususta babanın emrine aykırı davranmamı ister misin benden?!"

Evet, halife pek kurnazca bir konuşma yapmıştı...

Mescid'ün-Nebi'deki o kalabalığın içinde kaç insan olmuştu onun sözlerindeki bu apaçık hile ve politikayı anlayabilen?! Bu hileli suyla kaç kıvılcım söndüydü acaba?!

Siz yine ayağa kalktınız. Gözlerinizin önünde cemaatin saf ve berrak duygularının iğfal edilip imanın politika oyuncağına dönüştürülmesine razı olmadı gönlünüz... O hasta hâlinize rağmen gür bir sesle haykırdınız:

"Fesuphanallah! Yani sen, Allah Resulü'nün Allah'ın Kitabı'na uymadığını ve senin uyduğunu mu söylemek istiyorsun, bunca insanın gözlerinin içine bakarak?!... Resulullah, Kitab'ın ahkâmına aykın mı davrandıyani?!

Elbette ki hayır! O, surelerin ardı sıra yürüdü; daima Kitabullah ileydi o!

140

Ama size gelince... Siz zorbalığınıza bir de süslü püslü ifadelerle, kelli felli kelimelerle hile ve yalan elbisesini de giydirmek istiyorsunuz! Zorbalığınızı hile ve politik oyunlarla örtmeye, kendinizi hakh ve sevecen göstermeye çalışıyorsunuz!

Peygamber'in vefatından sonra bu yaptiklanniz tıpkı hayatta olduğu dönemlerde onu ortadan kaldırmak için kurduğunuz tuzaklara benziyor.

Şimdi sizinle benim aramızda Allah'ın Kitabı var; kesin, net ve adil bir hüküm verecektir; Kur'an buyuruyor ki: "Zekeriya, kendisine ve Yakup oğullarına varis olmasi için Allah'tan ona bir evlât vermesini istedi."

"Süleyman, Davud'un mirasçısı oldu."

Evet; Allah Teala hisseler, farzlar, miraslar, mirastan kadınlarla erkeklere düşen pay miktan hakkındaki hükümleri çok net ve kesin bir dille belirtmiştir ki, batil ehlinin bahanesi kalmasin ve kıyamete kadar kimse şüpheye kapılmasın!"

Ah hanimim!... Bunları söyledikten sonra Yusufun kardeşlerinin hile ve oyunlanni anlattiniz; onların Yusufu kuyuya attıkları hâlde olayı babalan Yakub'a başka türlü aktardıklarını ve Yakub'un da; "Sizin dediğiniz doğru değil, bu size hilekâr nefsinizin gösterdiği bir yol! Yalan söylüyorsunuz, ama ben sabredeceğim; Allah da gerçeğin açığa çıkmasına yardımcı olacaktır!" dediğini söylediniz.

Eyvahlar olsun! Mevki ve makam hırsı gözleri, kulaklan ve kalpleri nasil da mühürlemede; insanoğlunu nasıl da acizleştirmede şu nefıs denilen canavar!...

141

Ebu Bekir, vaziyeti kurtarabilmek için hemen demagojiye başladı:

"Evet, Allah ve Resulü doğru söylemiştir. Kızı da doğru söylüyor. Sen hikmet madeni, hidayet ve rahmet kaynağı, dinin siitunu, hiiccet ve delilin pınarısın. Söylediklerini inkâr edemem, yanlıştır diyemem, hak olan sözünü reddedemem. Ama şu Müslümanlar hakem olsunlar ikimizin arasında. Halifelik yularını bunlar boynuma asti benim; senden aldığım şeyi bunların ittifak ve yardımıyla aldım, kendi keyfimce ve zorbahkla ya da herhangi bir menfaat düşünerek değil; işte, kendileri de burada ve şahittirler!"

Ah!... Ebu Bekir bunları söylüyordu işte...

İşte tarn o sırada bir şeyler olmalıydı, olmasi gereken şeyler için en uygun zaman... Hakh itiraz için enyerindefırsat...

Çünkü halife her şeyi bir oldubitti olarak gösteriyor ve suçu halka yüklemeye çalışıyordu. Mertlik ve dürüstlük ölmemişse, mutlaka burada, ama ancak burada, ortaya çıkar ve kendi sini gösterir şimdi...

Ama kimse kalkmadı ayağa! Kimse çıkmadı ortaya!

Evet... Dirilerin, mertlerin ve müminlerin ortaya çıkma fırsatıydı bu; ama çıkan olmadı. Mertlik ölü doğurmuştu âdeta yavrusunu! Korku, dünyalık umudu, bilinçsizlik, bana necilik... Ah!... Zulüm her zaman bu tern el taşlarıyla kura geldi zaten sarayını.

Halkin, kendi sini bunca ucuza satmasına ve göz göre göre cehennemlik olmasina elvermedi yine de gönlünüz; Zehra-yı Athar'dınız çünkü siz... Cemaate dönüp haykırdınız:

142

"Ey insanlar! Ey batih duymaya daha hevesli olan, kötü ameller ve çirkin davranışları pekalâ görmezden gelebilenler! Kur'an üzerinde hiç düşünmez, hiç tefekkür etmez misiniz siz?! Kalplerinize kilit mi vurulmuş yoksa?! Elbette ki hayır! Ama işlediğiniz ve gözlerinizin önünde işlendiği hâlde sesinizi çıkarmadığınız kötü ve çirkin ameller, giderek kalbinizi karartmış sizin. Bu karartı kulaklarınızı da tıkamış, gözlerinizi de görmez etmiş işte!

Kur'an'a pek kötü davrandınız siz; halifenin online ne de kötü bir yol koydunuz, ne de korkunç şu yaptığınız!

Allah'a yemin ederim ki, sırtınız bu ağır günahın altında eğilip bükülecek, bu işin vebali kesinlikle hepinizi pişman edecek!

Gaflet perdeleri kalplerinizden kaldınlıp da bu işin doğurduğu zararlar apaçık aşikâr olduğunda ve hiç hesaba katmadığınız şeyi ansızın karşınızda bulduğunuzda...

İşte o zaman, batıla gönül verip meyledenler zararlı çıkacaklar!..."

AhL. Cemaat bunları da duydu, ama hiçbir tepki göstermediler yine de!

Bu uyandırıcı sözler bir ölüye söylense dirilir, haktan ve haklıdan yana feryat ederdi; ama bu ölüden beter cemaate ne olmuştu böyle?! Sizin sözleriniz de onları etkilemiyordu artık! Refah ve rahata düşkünlük, sorumsuzluk ve gevşeklik ne hâle getiriyor insanı gerçekten! Akıl, şeref ve insanlık bilincini buncasına köreltip işlemez hâle getiren hile, sahtekârlık ve düzencilik mi yoksa?!

143

Artık onca kalabalık arasında muhatap almaya değer bir tek insanın, bir tek mert kişinin bulunmadığı anlaşılmıştı.

Çorak topraklara yağmur yağması, yarasalar diyarına gün doğması ne kadar etkiliyse, hak söz de bu kavme o kadar etkili işte...

Allah'tan yüz çeviren o kavimden yüz çevirdiniz siz de, içinizi babanıza açtınız. Derdinizi Resulullah'a /s.a.a/ söylediniz:

" Ah baba! Senden sonra döndü feleğin çarkı Pek acayip ve muğlâk olaylar bizi sardı Sen olsaydın şimdi bütün bunlar Bunca büyük gelmeyecekti gözümüze şüphesiz! Yağmurdan mahrum kesilen toprak gibi Senden mahrumuz, seni kaybettik baba! Kavmin pek kötü bozuldu senden sonra! Gel de gör neler ettiler senin Fatima'na! Her ailenin, her boyun

Halkın indinde hürmeti ve saygınlığı var; bizden başka!

Sen gittiğinde, üzerini toprak örttüğünde

Senin sağlığında asıl niyetlerini gizleyen bazilan

Maskelerini çıkardılar, aşikâr oldu gerçek yüzleri!

Sen gittikten sonra bizden yüz çevirdi onlar

Bizi alabildiğine ezip horladılar

Mirasımızı elimizden aldilar...

Ayin on dördüydün sen

Etrafını aydınlatan bir nurdun

Sevgili Allah tarafindan kitap inerdi sana

Cebrail, Kur'an ayetleriyle munisti bize

Ama senin gidişinle bütün hayırlar örtülü kaldı

Keşke senden önce ölseydik de

144

Aramıza girmeseydi şu ayrılık

Mesafe büyümeseydi bunca

Gerçekten de bizim başımıza gelen felâketler

Ne Arap, ne Acem, kimsenin başına gelmiş değil!

Ah, hanımım! Diyecek çok şey vardı daha; ama siz hücceti tamamlamıştınız artık; söylenmesi gereken her şeyi söylemiştiniz miktarınca... Bu yiizden Mescid'iin-Nebi'yi terk edip eve doğru yürüdünüz. Cami duvannın kenanndan geçerken duvarın, yolun, taşın, toprağın sizin önünüzde hürmetle eğildiğini hissettim birden. Sizi tanıyordu onlar. İşte o zaman, Mescid'ün-Nebi'ye toplanan onca sağır, dilsiz ve körler topluluğunun bu taş ve toprak yığınından da değersiz olduğunu anladım.

Siz çıktıktan sonra camide, zayıf da olsa, itiraz mırıldanmaları başladı. Ama bunlar, tıpkı kuru iki yaprağın çıkardığı hışırtı gibi bir sesti... Zayıf, ölü ve dirençsiz...

Hiç olmazsa, taşın taşa değince çıkardığı gibi tok ve canlı değil.

Ama halife bu kadarından bile korktu; siz çıkar çıkmaz hemen minbere fırlayıp gürlemeye başladı:

"Ey cemaat! Nedir sizin şu kararsız hâliniz?! Birinden bir şey duyunca hemen o tarafa meylediyorsunuz! Bu iddialar, bu arzular, Allah Resulü zamanında var mıydı?! Duyan veya gören varsa çekinmesin, kalkıp söylesin bakalım!

Demin şurada konuşan o kadın, dişi bir tilkiydi, kuyruğundan belliydi ne tilki olduğu!

Bunlar fıtne çıkaracaklar, ortalığın karışmasına sebebiyet verecekler!

145

Ali, halifelik kavgasını başlatma sevdasında yeniden... Artık eskimiş olan bu meseleyi yeniden güncelleştirmek istiyor, bunun için de kadınları kullanıyor işte! Kötü kadınlar bile onun yanında melek sayılır!"

Ah hanımım! Ey dünya ve ahiret kadınlarının ulusu! Bu acı hatıralar siz ölüm döşeğindeyken gelmeseydi aklıma keşke! Dayanılması çok, ama çok zor bir elem bu... Ama ne gelir elden?! Siz ölüm döşeğini yayalı, yolculuk hazırlıklarına başlayalı bu acı hatıralar gelip geçmekte hep gözlerimin önünden.

O zamanlar, "Bu kadar kötüleşebilen insanların cehennemi nasıldır acaba?" diye düşünür dururdum hep. Cehennemin cehennemi nasıl yutabileceğini ve alevin alevi nasıl bastırabileceğini şimdi çok iyi anlıyorum artık. O olaydan sonra her şey mümkün geliyor bana; olmayacak şey yok artık; halk bütün değerini yitirdi gözümde gayrı.

Halk... Cemaat... Peygamberlerinin ciğerpâresini bunca acı, baskı ve zulümde göre göre susan, üç günlük dünya hayatı için zilleti tercih eden bedbahtlar...

Bu acı hatıralar zihnimde çağrışıp durmasaydı keşke. İnanamıyorum hâlâ! Hatırlaması bile tüylerimi ürperten o sahneler, bu halkın gözleri önünde vuku buldu da bir tek insanın kill bile kıpırdamadı!

Peygamberlerinin vefatından henüz birkaç ay bile geçmemişken hem de!

Tarih nasıl da tekerrür etmede; insanoğlu nasıl da nankörlüğünü ve cehaletini göstermede...

Bunca zillet ve alçalışı görünce insanlığından utanıyor insan.

146

Onca kalabalık arasında Müslüman ve miimin olduğunu iddia eden onca erkek bozuntusu arasinda bir tek kadın çıktı erkekçe zulmün karşısına dikilebilen... Ümmü Seleme... O mert ve yiğit kadın, o gerçek anlamadaki Ümm'ül-Müminin, halifenin karşısına dikilip haykırdı:

"Resulullah'ın kızı Fatıma-i Zehra gibi biri için bu tabirleri kullanman doğru mudur ey halife?! Allah'a yemin ederim ki o, insanlar arasında yaşayan bir huriyedir, cihana can veren bir candır o!

O, dünyanın en pâk ve temiz insanlarının evlâdıdır; temiz ve mutahhar insanlann elinde büyümüştür; dünyaya geldiğinde melekler arasında elden ele dolaştırılan bebektir o! Örnek kadınlar yetiştirdi onu; Fahr-i kâinat, Server-i âlem Hz. Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem terbiye ederek büyüttü onu! En iyi şekilde yetiştirilmiş, en mükemmel şekilde eğitilmiştir o!

Yani siz, Allah Resulü'nün /s.a.a/ onu kendi mirasından mahrum ettiğini ve böyle bir şeyi de kendisine söylememiş olduğunu mu demek istiyorsunuz?! Allah Teala'nın "Yakınlarını gözet." buyruğuna rağmen mi hem de? Yoksa onun; Resulullah'ın /s.a.a/ "vücudumun parçası" dediği Fatıma'nın, yalan söylediğini ve kendinizin doğru söylediğinizi mi demeye getiriyorsunuz?! Yani o, hakki olmayan bir şeyi mi gelip sizden istiyor?!

Kâinat kadınlarının en ulusu, seçkin kadınıdır o; cennet gençlerinin efendilerinin anasıdır ve Meryem'e denktir o. İki cihan served olan babasi, vallahi Zehra'yi pek sever, onu sıcaktan ve soğuktan korumaya çalışırdı. Bir elini başının altına koyup ona yastık eder, diğer elini almna koyup onu korurdu.

147

Evet, Fatıma budur işte! Siz büyüklüğünü bile bile ona saygısızlıkta bulundunuz! Biraz ağır olun! Fazla ileri gitmeye başladınız! Peygamber şu anda da görmektedir yaptıklarınızı! Günün birinde Allah'ın huzuruna çıkacağınızdan hiç şüpheniz olmasın! Yaptıklarınızın karşılığını göreceğiniz o gün acırım hâlinize!"

Evet! Yiğit kadındı Ümmü Seleme... Onun bu itirazını hazmedemeyen halife, Ümm'ül-Müminin Ümmü Seleme'ye beytülmalden ayrılan ödeneği kestirdi. Ah! Diğerleri de bundan korktukları için susmayı tercih ediyorlardi demek ki!

Her şeylerini, ama her şeylerini ne de ucuza satmıştı şu ölü cemaat! Ne de aci! Ne de iğrenç! Ne de alçakça ve namertçe! Dinini dinara satanlar!...

Namusunu mal mülkle değişenler!

Bir hiçe karşılık cenneti verenler!

Allah'in nzasini şeytanın vesvesesine satan şaşkın zavalhlar!

Bu göç lahzalarınızda böylesi hatıralar ister istemez zihnimde canlanıverdiği için affedin beni n'olur. Elimde değil inanın... Bu zulüm ve gaddarhklann her biri gencecik yaşınızda kırışıklarla doldurdu alnınızı, yüzünüzü, kalbinizi, takâtinizi...

O değerli eşiniz Aliyy-i Murtaza'dan size elbiseyle gusiil vermesini istemeniz de bu yüzden değil miydi zaten... Değil mi ki kolunuz ve böğrünüzde insanlık için felâket sayılan yara izleri duruyordu hâlâ.... Anlatılsa bir destan olur, yükselen dağların belini kirar budertler...

Ah! Allah'in aslani Ali gibi biri nasil dayanir, biricik eşinin vücudundaki o darbe izlerini görmeye?!

148

Ali... Er meydanlarının istisnasız galibi.... İlim şehrinin kapısı, erenler şahı, gönüller güzergâhı...

Dayanamaz elbet Zehra'sını öyle görmeye...

Onun bunca musibete nasıl tahammül ettiğine ise akil sir erdirebilmek mümkün değil gerçekten!...

149

1O. Bölüm

Ölme anne, n'olur ölme! Hem, neden bu kadar erken?! Bizim yetim ve öksüz kalmamız için de çok erken değil mi şimdi?!

Çok küçüğüz biz daha... Ne oyuna, ne çocukluğumuza doyabilmiş değiliz henüz. Omuzlarımız öksüzlüğün ağır acısını taşıyamayacak kadar narin.

Henüz fılizlenmiş minik bir fîdan elbette ki bakım ister, bahçıvan ister; sıcağa, soğuğa, fırtınaya nasıl dayanır?! Biz daha küçüğüz anne... Nasıl dayanırız seni bile yıkan bu fırtınalara?!

Ama, hayır... Kalma... Bizi korumak, bize kol kanat gerebilmek için kalmani da istemez gönlümüz doğrusu, bu kalınması zor mekân ve zamanda...

Sen tedavi ve bakıma muhtaçsın zaten, şu yaralı hâlinle... Kalacaksan, bizim konuğumuz olarak kal,

150

gözümüz gibi bakalım sana, yaralarını sarıp iyileştirelim.

Sen şimdi tıpkı bir cankurtaran gemisine benzemektesin şu hâlinle... Fırtınaya yakalanmış bir gemi... Boğulmakta olanlann, sığınacaklan yerde, cahillikleri yüzünden attıklan taşlarla kırık dökük olmuş, böğründen yara almış bir gemi... O fırtınada kendisini kurtaracağı yerde, boğulmak üzere olanları kurtarabilmek için fırtınanın en şiddetli zamanı ve dalgaların en azgın yerinde demirleyen gemi...

Bizleri öksüz bırakmamak için kal... Senin gibi bir annemiz olsun diye kal... Anasız bırakma bizleri.

Çok yorgunsun, biliyorum... Çok acılar çektiğini, çok felâketlere uğradığını, çok yıpratıldığını biliyorum. Ve kalmaktansa gitmeyi tercih ettiğini ve o diyarı bu diyardan çok daha fazla sevdiğini de biliyorum.

Ama sen güneşsin anne... Gitme, kal ne olur... Aldırma sen o yarasalara, onlann bulaşıcı körlüğü sıkmasın canını; güneşe ve aydınlığa gönül veren şu birkaç "gerçek aşık" için kal.

Biliyorum gerçek âşıkların ne bulunmaz olduğunu... Görebilen bir göz, hissedebilen bir kalbin peşindesin şu ruhunu yitirmiş cemaat arasında... Bir elin parmaklannı geçmedi bulabildiklerin, biliyorum...

Çocuk olabilirim anne; ama senin o hasta hâlinle bir merkebe binip babam Ali ve ağabeylerim Hasan ve Hüseyin'le birlikte gece yarıları teker teker Ensar ve Muhacirlerin kapılannı çalıp onları haktan ve haklıdan yana tavır koymaya davet ettiğinizi de biliyor ve hatırlıyorum; onlardan Allah aşkına yardım istiyor ve şöyle diyordun:

151

"Ey Muhacirler ve ey Ensar! Allah'a, Resulü'ne, Resulü'nün vasisi ve kızına yardım edin! Sizler, Resulullah'la ahitleşmediniz mi?! Senin çocuklarına kendi çocuklarımız gibi davranacağız diye söz vermediniz mi?!

Bizlere yapılacak bir zulüm ve haksızlığa, kendinize yapılmışçasına karşı çıkıp direneceğinize dair babamla ahitleşmediniz mi?!

Niçin şimdi ahdinizi yerine getirmiyorsunuz?!"

Evet... Sizin bu sözünüzü duydular, ama yardımınıza koşmadılar, sözlerinde durmadılar, ahitlerine vefa göstermediler. Her bin bir bahane sürüyordu öne; çocukları bile güldüren sudan bahaneler...

"Keşke daha önce gelseydiniz! Biz Ebu Bekir'le biatleşmiş olduk, bir kez artık!"

"Ah! Daha once deseydiniz size biat ederdik!"

"Bizim için ne fark eder ki?! Siz söyleseydiniz size biat ederdik!"

"Siz haklısınız, ama olmuş bitmiş artık!"

"Yazık! Peygamber'in nassını nasıl da hatırlayamadık o sirada!"

"Aaa! Gadir-i Hum hadisesini unutmuştuk; ama artik oldu bir kere; biatleşmişiz onunla!"

"Evet, tathir ayeti sizin için inmiştir, biliyorum, ama..."

"Fedek'i Hz. Resulullah'in /s.a.a/ size bağışlamış olduğunu biliyorum, ama doğrusu halifeyle de dalaşmak istemiyorum, beni anlıyorsun değil mi?..."

"Çoluk çocuğumuz var; bizi karıştırmayın bu işlere..."

Evet... Yukarıdaki laflar şu bildiğimiz Ensar ile Muhacirler denilen cemaatin ağzından çıkmadaydı.

152

Onlar böyle dedikten sonra diğer Müslümanları varın siz düşünün artık...

Hiç unutmam; böyle gidip kapısını çaldığınız son ev, Muaz bin Cebel'in eviydi. Sizi dinledikten sonra şöyle demişti:

— Size destek veren başkaları da var mi? Ve sen tek bir sesle şöyle demiştin anne:

— Hayır! Hiç kimse yok...

—   O hâlde sadece benim ne faydam dokunur size?!

Bu "hayir" demekti yolunca... Sen Muaz'dan yüz çevirip:

—  Muaz! dedin, Resulullah'la görüşünceye kadar seninle konuşmayacağım artık.

Senden sonra Muaz'ın oğlu gelmiş eve. Olayı öğrenince senin son sözlerini babasından dinleyince:

— Ben de Resulullah'ın huzuruna çıkıncaya kadar konuşmayacağım seninle artık baba! demiş.

Dedem Resulullah /s.a.a/ bunu insanlara anlatabilmek için çok çırpındı, ama insanların çoğu anlamadı yine de, anlamak istemedi...

Herkesin huzurunda, herkesin duymasi için defalarca tekrarlayip durdu bunlan:

"Ya Fatima! Senin sevgin cennete girme iznidir; senin gazabin cehennemi boylamak demektir!"

"Ya Fatima! Senin rızan Allah'ın rızası, senin dargınlığın Allah'ın darılmasıdır."

Hem... Bütün bu felâketler dedem Resulullah'in vefatindan sadece birkaç gün sonra vuku buluyordu ve en aci olani da buydu!

Evet, birkaç yıl değil, sadece birkaç gün sonra!

Senin rahatsızlığını bilmeyen kaldı mi?! Mevcut durumdan razı olmadığını ve vaziyeti "gasp"

153

kelimesiyle tabir ettiğini bilmeyen kim vardı şu Medine'de?!...

Eğer biri kalkip da; "Annenin yüzündeki tokat izini, Ömer'in tokadının izini ben görmüş değilim şahsen!" diyecek olursa, hiç düşünmeden "Ya kolu?!" diye sorarım hemen, "Kolundaki kırbaç izlerini de mi bilmiyorsun sen?!" Yine bilmediğini söylerse, o zaman; "Kapıyla duvar arasında kaldığında yükselen aci feryat... Onu da mi duymadin, iniltilerini işitmedin mi annemin?!" derim.

İşitmediğini söyleyecek olursa, evimizin kapısının ateşe verildiği o lahzayı hatirlatinm ona; "Ateşle dumanı da mi görmedin?!" derim, "Resulullah'in evinin kapısından yükselen dumanlan fark etmedin mi sen yani?!"

"O duman benim gözüme kaçmadı." ya da "Ben öyle bir ateşi fark etmedim hiç." diyecek olursa; "Annemin gece gündüz ağlayışını da fark etmedin öyle mi?!" diye soranm, "Medine'de duymayan, görmeyen kalmadı onun yiiksek sesle ağladığını... Nasıl unutabilir o günleri insan?! Komşular gelip de babama şikâyet etmemişler miydi?! "N'olur şu Fatıma'ya söyleyin ya geceleri ağlasın ya da gündüzleri... Gece gündüz ağlıyor, bizim de huzurumuzu kaçırıyor ağlamasıyla..." dediklerini bilmeyen, duymayan mi kaldı şuMedine'de?!"

"Bunu da duymadım, görmedim." Diyene; "Ya onun Mescid'ün-Nebi'deki konuşması?! Onu da mi duymadin, onu da mi bilmiyorsun?!" derim ve haykinnm: "O gün Mescid'ün-Nebi'ye gelmeyen bir tek Medineli yoktu çünkü!!!"

Yine de "Yoktum, görmedim, duymadım." diyecek olursa; "Ya halifeye dargınlığı?!" diye

154

sorarım, "Halifeye darıldığını inkâr edemezsin ya! Onun Ebu Bekir'le Ömer'i konuşturmadığını ve onlardan küstüğünü bilmeyen kalmadi, bu haber bomba gibi patlamıştı çünkü. Sonunda bir ölüden, canlı bir cenazeden farksız hâle gelmiş olan halktan itiraz sesleri yükselmeye başlamıştı:

"Resulullah'ın kızı, halifeyi konuşturmuyormuş, halife ne yapmış acaba?!" fisiltilan şehrin duvarlarını yalayıp geçmedeydi her gun.

İkisi de bu duruma bir çözüm yolu aramak için kara kara düşünmek zorunda kalmış, yeni hileler, yeni oyunlar arar olmuşlardı.

Ah anne! Hatirhyorum da... Kimleri göndermediler ki... Senin bu küskünlüğünü bırakıp onları konuşturman için akla gelebilecek herkesin aracılığına başvurdular, ama sen hepsini reddettin.

Sonunda babam Ali'nin eline ayağına düştüler.

Babamı biliyorlardı çünkü... Bir rahmet yağmurundan farksızdı babam; Müslüman olsun, kâfir olsun, herkese yağardı, dileyenin dileğini yerine getirebilecekse esirgemezdi ondan. Amr bin Abdiived gibi birinin göğsünden kayıtsız şartsız kalkıp gidebilen bir Ali, düşmanının bu ricasını geri çevirmeyecek kadar büyüktü. Bu ricada ne gibi maksatlar gizli olduğunu bile bile, düşmanının kurduğu oyundan haberdar ola ola hem de!...

Babam o gun eve geldiğinde senin döşeğinin başucuna çöküp:

— O ikisi... Seninle görüşmek, konuşmak istiyorlar. Ne dersin? demişti.

O sırada babama verdiğin cevap beni hâlâ her hatırlayışımda ağlatır:

155

—   Aliciğim! demiştin, benim fıkrimi bilmiyor değilsin. Ama burası senin evin... Ve hür doğup hür ölecek olan bu Fatıma da senin bir hizmetçin sayılır ancak...

Babam da ağlamıştı...

O ikisi içeri girip de selâm verdiklerinde sen cevap vermemiş, yüzünü duvara doğru çevirerek onlardan tiksindiğini açıkça belli etmiştin.

Ebu Bekir başlamıştı söze:

—  Biz hata ettik, pişmanız. Buraya, senin bizi affetmen için geldik, özür dilemekteyiz senden, n'olur kabul et!

Yalandı bu... Bu sözleri söyleyebilmek yüz isterdi doğrusu. Çünkü özür dileyecekleri yerde, hatalarını düzeltebilirlerdi pekalâ. Ne yapmaları gerektiğini kendileri de çok iyi bilmedeydi. Hilâfeti ve Fedek'i gasp etmiş; bu arada seni de tokatlamışlardı.

Bu iki hatanın düzeltilmesi demek halifeliği ve Fedek'i ehline ve hak sahibine geri vermek demekti.

Bu ikisi içinse hiç de geç kalınmış sayılmazdı, eğer sözlerinde doğru olsalardı...

Ama ne hilâfetten, ne Fedek'ten söz etmiyordu hiçbiri...

Hiçbir şey olmamışçasına, bir de affedilmekten söz ediyorlardı zerrece utanıp sıkılmadan...

Yalan söylüyorlardı işte. Yaptıklarından hiç de pişman değildi ikisi de. Hem hilâfet ve Fedek'e sahip olmak, hem de Müslümanlar arasında "senin tarafından dışlanmış oldukları imajını silmek" istiyorlardı. Bu ikisinin birlikte gerçekleşmesi ise mümkün değildi. Zer ve zoru /para ve iktidarı/ ele geçirmişlerdi, tezviri /yalan ve yanlışı doğru diye yutturma/ de elde etmeye çalışıyorlardı şimdi... Ama

156

sen o muazzam feraset ve basiretinle bu yolu tıkamıştın onlara.

İnsanlara "Fatima bizi muhatap aldi, bizimle konuştu" diyememeleri için babamı muhatap alarak onlara şöyle demesini istedin.

—   Ben sizinle konuşmamaya ahdettim; ama madem ki geldiniz bir sorum var size; dürüstçe cevap verecek misiniz?

İkisi de, dürüst cevap vereceklerine dair Allah'a yemin ettiler. O zaman sen, Resulullah'ın /s.a.a/ şu buyruğunu bizzat kendi kulaklanyla ondan duyup duymadiklanni sordun:

"Fatima benim vücudumun bir parçasıdır, o bendendir, ben de ondan. Onu inciten beni, beni inciten de Allah'ı incitmiş olur. Ben hayattayken onu incitenle, vefatimdan sonra onu incitenin durumu aynıdır."

Her ikisi de; "Bu hadisi Resulullah'tan /s.a.a/ bizzat duyduk." diyerek yemin ettiler.

Sen sorunu ve hadisi üç kere tekrarladın. Her üçünde de bu cevabi ahnca ellerini göğe kaldırıp şöyle dedin:

—  Allah'ım, şahit ol! Şu anda burada bulunan herkes de şahit olsun ki şu ikisi beni incittiler, ben bu iki kişiden razı değilim ve Rabb'imle buluşuncaya kadar da bunlarla konuşmayacağım. Ya Rabbi! Huzuruna vardığımda şu iki kişiden şikâyetçi olacağım sana, bunların bana ettiği cefaları anlatacağım...

Ebu Bekir bu sözleri duyunca ağladı, rahatsızlık belirtisi gösterdi; "Keşke ölseydim de bu günü görmeseydim, annem beni doğurmamış olsaydı keşke!" dedi.

157

Dedi ama, zorla gasp ettiği hiçbir şeyi de geri vermedi. Onun sahiden ağladığını zanneden Ömer de sinirlenerek Ebu Bekir'i hemen orada azarlamadan edemedi:

— N'oluyor sana?! Kendine gel be adam! Seni halife seçenlerin aklına şaşarım! Bir kadının öfkesinden rahatsız oluyor, onun rıza ve hoşnutluğunu arıyorsun ha?! İncinmişse incinmiş, sana ne oluyor?! Kalk hadi, gidelim!

Hep böyle oluyordu zaten. Ebu Bekir'i kaldıran da, oturtan da Ömer'di daima.

Her ikisi de çıktılar; avam halkı kandırabilmek için aradıkları malzemeleri bulamamışlardı bizim evde.

Salâbet timsali olan babam senin bu direncini takdirle karşılamıştı... Ama senin mazlum hâlinin onu kahrettiğini de bilmiyor değildim. Ah anne!... Henüz on sekizinde ve genceciktin çünkü sen... Ama öylesine çökmüş, öylesine hastalanmıştın ki... Seni o hâlinle görüp de kahrolmamak elde değildi...

Allah Teala senin düşmanlarından pek çetin bir intikam alacak, bunu çok iyi biliyorum; birkaç ay zarfında habislik ve kötülük törpüsüyle ömrünü tükettiler genç yaşta senin çünkü...

Ah anne! Kızın Ümmü Gülsüm kurban olsun o giderek fersizleşen gözlerine, o solgun mu solgun yüzüne; acılar içinde kıvrandığın hâlde bana, minik Ümmü Gülsüm'üne dünyalar dolusu şefkat ve sevecenlikle gülümseyen o unutulmaz çehrene...

158

11. Bölüm

Bir gnıp kadının evimizin kapsında toplandığını görünce sizin gibi ben de şaşırdım önce.

—   Esma! dediniz bana seslenerek, Git bak bakahm, ne istiyorlar...

Gittim. Çok geçmeden dönüp size aktardim:

—  Ensar ve Muhacirler kadinlanndan bir grup... Sizi görmek istiyorlar... Geçmiş olsun demeye gelmişler...

Ensardan da, Muhacirlerden de pek incinmiş olduğunuzu, onlara pek darılmış bulunduğunuzu bilmiyor değildim. Ama sizin o lâtif ve merhamet dolu kalbinizin; kapınıza geleni geri çevirmeyecek kadar sevecen olduğunu da biliyordum... Hatta sizi incitmiş, size zulmetmiş ya da zulme seyirci kalmış olsa bile...

Bu nedenledir ki içeri aldım onları. Sayıları epey kalabalıktı. Yatağınızın etrafını sardılar; yere çökmüş, gözlerini size dikmişti hepsi de. Şu üç günlük dünyada

159                                                                                                                         160

neler görüyor insan... Ömer'le Ebu Bekir'i bile kabul etmiştiniz; şimdi de kapılarını teker teker çalıp hakhdan yana tavir koymalanni istediğiniz hâlde türlü bahaneler öne sürerek en zor giinlerinizde size sirt çeviren Ensar ile Muhacirlerin kadinlan...

Gerçekten de pek tuhaf bir dünyada yaşıyoruz.

İnsanı once yarahyor, sonra da hasta ziyareti diyerek yanina geliyorlar!...

Kendi elleriyle insanın ciğerini parçalıyor, sonra da gelip; "Nasılsınız efendim? Allah şifalar versin efendim!" diyorlar.

Keşke bu kadarla kalsa.

Gelip yarayı deşmeleri yok mu bir de!

Yeni yaralar açmaları yok mu...

Kadinlardan bin, diğerleri adına da sözcülük yaparak:

— Ey Resulullah'ın sevgili kızı! dedi, Bu ağır hastalığınıza rağmen geceyi nasıl sabahladınız?!

Evet, böyle sormuştu kadıncağız. Ama sizin asıl acınızı kim anlayabilirdi ki?! Gerçi kaburgalarınız kırılmış, kapının çivisi göğsünüze batmış, çocuğunuzu düşürmüş, kolunuz mosmor olmuş, suratınızda sille izi kalmış ve eviniz ateşe verilmişti; ama bütün bunların manevî bir kaynağı vardı, fızikî acıları çok aşan bir acı...

Çünkü siz durup dururken hastalanıp yataklara düşmediniz ki... Ayağınız bir taşa takılıp da yerlere kapaklanmış, ya da tesadüfen kapıyla duvar arasında sıkışıp çocuğunuzu düşürmemiştiniz. Eğer böyle olmuş olsaydı, onların bu tür sorularına; "İyiyim, iyileşiyorum" ya da "Kötüleşiyorum, yaram beterleşiyor" derdiniz.

161

Ama sizin hastalığınız bunlar değildi ki. Bunlar, hastalığınızın belirtileriydi sadece.

Sizin hastalığınızın nedeni, kocam Ebu Bekir ile onu avucuna almış olan Ömer'di... Bu halk; adına Muhacirler ve Ensar denilen bu insanlar da bu hastalığın oluşup gelişmesine yardımcı olan en müsait ortam... Ah! İnsanoğlunun hiç bitmeyen ve sürekli tekrarladığı hâlde de hiç değişmeyen tuhaf kaderi...

Adına Ensar ve Muhacirler denilen şu halk, cehaletin kör tuzağına düşmemiş olsaydı, hilâfet elbette ki gasp edilemez ve sizin ruhunuza bu öldürücü darbe indirilmiş olamazdı.

Şu insanlar hamiyet ve mertlik melekesini üç günlük dünyevîliğe değişmemiş olsalardı, Fedek'i kim alabilirdi sizi elinizden?! Kim indirebilirdi bu ikinci, ama birincisi kadar öldürücü yarayı?!...

Peygamber'in kızının evine, ancak halkın cehaletinin karanlık gecesinde saldırabilmek kabildir elbet... Basiret ve idrakin gündüzünde yarasalar ne arar zaten?!

İnsanlar siyaset yollarını boşaltıp da ihanet çıkmazlarına sığınınca Medinet'ün-Nebi'de Resul-i Ekrem'in /s.a.a/ biricik yavrusunu tokatlamak, gözlerini kan çanağına çevirip yüzünde şamar izi bırakmak elbette ki mümkün olacaktır.

Düşünüyorum da... Kullarının gözyaşlarını seven Rabb'ul-âlemin, sizin ibadet sırasında dahi gözyaşları dökmenize razı olmaz mutlaka diyorum. Ama... Buna rağmen sizin o mazlum gözyaşları seliniz, şu halkın taşlaşmış kalbini nasıl oynatmadı yerinden, anlayamıyorum doğrusu!...

İnsanoğlunun            dosyasındaki            karanlık

muammalardan biri de bu olsa gerek.

162

Belki de utandırıcı olduğu için Allah-u Zü'1-Celâl tarafından karanlıkta tutulmakta ve insanlığın ayıbının daha fazla açılmasına engel olunmaktadır, kim bilir?!...

Evet, ya Fatıma... İnsanlar rahat ve huzurun serin kilerlerinde süründüğü ve herkes kendi köşesinde kıvnlmayı tercih ettiği zaman, elbette ki güneşin talibi pek az olacak ve birileri pekalâ güneşin boyuna urgan atarak onu gece karanlığına biate zorlayabilecektir.

Güneş artık ortaya çıkmamaya -sahi, ne zamana kadar?- zorlanmaktadır. Böylece gece daha uzun olabilecek, yarasalar ellerini ovuşturup duracaklardır zevkle.

Geceye ve karanlığa bunca düşkün gözler, elbette ki daima kör kalmaya mahkûmdur.

Bütün bunlara dayanabilmek mümkün değildi. Bir gün Ebu Bekir'e; "Seninle evlendiysem, cehaletimdendi" dedim , "Ama senin kann olmaktan çok daha yüce insanî bir derece bilirim ben; o da onca zulmü reva gördüğün Resulullah'ın /s.a.a/ sevgili Fatıma'sına hizmet ederek hiç olmazsa zerrece gönlünü alabilmek! Eğer kabul etme lütfünde bulunur ve bu büyüklüğü gösterirse tabii!..."

Ve siz kabul ettiniz. Böylece ahiretimi kurtardiniz benim. O diyara gitmekte olduğunuz şu sırada... Babanıza selâm ve hürmetlerimi iletin ve ona Esma bint-i Umeys dünyalı değil, buralı, ahiretlidir deyin; ahiret yurdunun hizmetçisi olmayı halife sarayinin hanimi olmaya tercih ettiğimi söyleyin.

Asiye'ye de selâm söyleyin benden...

Sizi ziyarete gelen o kadınlara vereceğiniz cevabı çok merak ediyordum doğrusu.

163

Esasen o ağır hasta hâlinizle bu kalabalığa bir şeyler söyleyecek takatiniz olmadığını da biliyordum.

Ama siz konuştunuz.

Ne konuşmaydı o hem de!

Fırtına gibi estiniz dersem daha yerinde olur.

"Nasıl sabahladınız?" sorusu, küllerin altındaki ateşi körüklemiş, bir yanardağı harekete geçirmişti âdeta.

Eski bir yaraya vurulan neşter gibi tıpkı.

İnanılmaz bir enerjiyle kalkıp oturdunuz. Dağları andıran salâbet ve metanetle, Allah'a hamd u senadan sonra söze başladınız:

"...Allah'a andoslun ki, sizin dünyanızdan bıkmış ve erkeklerinizin pısırıklığından gazaba gelmiş olarak sabahladim.

Dindarhk ve mertliklerini ölçtüm, sınadım; dinsiz ve namert çıktılar!

Ebediyen yiizleri karadir artik benim nazanmda!

Sizin erkekleriniz kırılmış kılıçlara, paslanmış ve körelmiş hançerlere benziyor tıpkı! Ne de çirkin ve iğrenç bir gevşeklik bu!

Onca ciddiyet, çaba ve gayretten sonra kendilerini kaptırdıkları bu rehavet ve rahatlık ne de iğrenç duruyor üzerlerinde!

Mertlik ve yiğitlik mızrağının böylesine yarılıp çatlamış olması ne de acı!... Kim ve ne olduğuna bakmaksızın her emir verenin emrine eğilme zilletine katlanmaları ne de kötü!

Dosdoğru yoldan bunca sapma, hedef ve gayeden bunca uzaklaşma, akıl ve düşüncede bunca bozulma ne de üzücü gerçekten!...

164

Kur'an-ı Kerim'deki şu ayeti hatırlıyor musunuz: "İsrailoğullarının kâfırleri Davut ve İsa ve Meryem tarafından lânetlendiler. Zira onlar zorbalikta bulunuyor, itaat etmiyorlardı. Kötülüğü yasaklamıyor, engellemiyor, hatta bizzat kendileri kötülükte bulunuyorlardı. Ne de kötüydü yaptıklan... Onlardan pek çoğunun, kâfırlerle dost olduğunu görürdün. Kendileri için önceden /ahirete/ gönderdikleri /amel/ ne de çirkin ve kötü. Zira onlar Allah'ın gazabını kendilerine çekmişlerdir; ebedî azaptadırlar."

Evet! Sizin erkeklerinizin de kendileri için önceden /ahirete/ gönderdikleri ameller ne de kötü, ne de çirkindir gerçekten! Çünkü onlar da Allah'ın gazabını kazanmış oldular böylece ve ebedî azaptadırlar artık!

Bu nedenledir ki, ben ister istemez kendi hâllerine bıraktım onları, sorumluluk yularını kendi boyunlarına attım mecburen. Ben hakikat ve delil silâhıyla onları çepeçevre kuşatmış olduğum hâlde onlar "başkasının hakkını gasp etme"nin ağır yükünü omuzlamış oldular.

O hâlde elleri, ağızları ve dudakları kopsun onların, helâk olsunlar umarım! Yazık ettiler kendilerine!

Hakkın, risalet ve peygamberlik merkezinde yerleşmesine neden engel oldular? Nebevî hilâfet karargâhını neden vahyin indiği evden uzağa taşıdılar? Cebrail bu eve inmiyor muydu?! Risalet aslı bu evin temelleri üzerine kurulu değil miydi?!

Niçin dünya ve ahiret işlerini pek iyi bilen insanları bir kenara itip liyakatsiz ve ehil olmayanları onların yerine geçirdiniz?

Hiç şüphesiz pek büyük ve apaçık bir ziyan ve hüsrandır bu.

165

Ebu'l-Hasan'a kin beslemeleri ve onu sahne dışı bırakmalarının nedeni neydi?

İsterseniz ben söyleyeyim!

Çünkü onun adalet kılıcı akraba ve yabancı gibi bir ayrım yapmazdı.

Çünkü o ölümden korkmazdı.

Çünkü kılıcının bir ağzıyla şirk, küfür ve fesat elebaşılarını keser, diğer ağzıyla da gerisini ürkütüp yerine oturturdu o!

Çünkü Allah rızası yolunda kimseden ve hiçbir şeyden çekinmezdi o, bu yolda kimseye acımaz, zerrece müsamaha göstermezdi.

Allah'ın hükümlerini uygulama hususunda asla gevşeklik göstermez, uzlaşma yoluna gitmezdi!

Eğer ötekilerin karşısına dikilir ve Resulullah'ın /s.a.a/ Ali'ye bırakmış olduğu halifeliği onun elinden çekip almasaydınız, Ali bütün işleri yoluna koyardı; ümmeti kolayca mutluluk ve saadete götürürdü, maksada ulaştırırdı. Kimsenin hakkı zerrece çiğnenmeksizin hem de! Şu bineğin hareketi de bunca acı vermezdi o zaman!

İşte o zaman Ali, halkı daima dupduru, daima berrak ve durmaksızın akan pınarın başına götürürdü. Bir pınar ki ne suyu kesilir, ne bulanıklık görülür onda... Her yanında su taşıp akar, herkes doyasıya içip kanardı; kimse susuz kalmazdı o pınarda!...

İnsanların olduğu ve olmadığı yerde Ali daima onların hayrını ister, ona göre davranırdı, kendi şahsî çıkarları için değil. Beytülmali kendi meylince kullanacak biri değildi, çünkü Ali. Şu değersiz dünya malından, ancak ihtiyacını alırdı. Susuzluğunu giderecek kadar su ve açlığını bastıracak kadar birkaç lokma. Hepsi bu! Ali bu kadarını bile güç belâ

166

kullanırdı hatta; ter döküp zorluk ve zahmet çekerek alırdı, o bir yudum suyla bir lokmayi da diinyadan!...

Ali bizzat terazi ve ölçüdür; terazinin dili bizzat Ali'dir. Eğer o halife olsaydi, kimin ziiht ve takva ehli, kimin hirs ve tamah düşkünü olduğu belli olurdu; kimin doğru söyleyip kimin yalanlar uydurduğu apaçık çıkıverirdi ortaya. Nitekim Kur'an-ı Kerim de şöyle buyurmuyor mu:

"Bedeviler iman edip takvalı olsalardı, yerin ve göğün bereket kapılarını onlara açardık; ama onlar yalan söylediler, biz de kazandıklarına karşılık onları yakalayiverdik."

Sizin bu durumunuzu Kur'an şöyle anlatır:

"Bunlar içinde zulmedenler yok mu, kazandiklannin kötü sonuçları pek yakında kendilerine ulaşacaktır; onlar bizi acze uğratamazlar."

O hâlde iyi dinleyin ve kulağınızı dört açın!

Gerçekten de feleğin ne tuhaf oyunları var; ne acayip hadiseler vuku bulmakta sahiden!

Ama bunların söyledikleri çok daha şaşırtıcı!

Erkeklerinizin niçin böyle yaptığını bilseydim keşke! Hangi sığınağa sığındılar, hangi dayanağa dayandılar bu yaptıklarıyla?! Hangi ipe sarıldılar?! Hangi durağı seçtiler?! Hangi aileden öne geçtiklerini bir bilseler... Kimlere galip oldular yani?! Neye güvenerek bunca cefayı reva gördüler?!

Ne de kötü bir veli seçtiler kendilerine; ne de kötü bir yerde konakladılar!

Zalimler pek kötü bir menzilde konaklarlar; pek çirkin neticeler görür, pek kötü sonlara uğrarlar!

Allah'a andolsun ki, uçulabilecek kanatlar yerine kürkler ve kumaşları tercih ettiler; kuyruğu başa tercih ettiler!

167

O hâlde çirkin ve iğrenç davrandığı hâlde pek isabetli ve iyi davrandığını zanneden kavme lânet olsun!

Kur'an-ı Kerim; "Bunlar bozguncudurlar, ama kendileri bilmezler bunu." buyurmaktadır onlar hakkında.

Vay onların hâline!

Kur'an'ın şu buyruğunu bilmez misiniz:

"Gerçekten yolu bulmuş olan mı itaate daha lâyıktır, yoksa kendisine yol gösterilmeye ihtiyacı olan ve bir kılavuzu olmazsa yolu bulamayacak olan mı?!"

Ne oluyor size?! Bu ne biçim yargı ve karar Allah aşkına?! Uyarırım hepinizi! Canıma yemin olsun ki, fıtne tohumları ekildi, fesat yayılmaya başladı!

O hâlde bu uğursuz tohumun yeşermesini bekleyin, fesadın neticelerini pek yakında görürsünüz.

Bundan sonra İslâm ve hilâfet devesinin memesinden süt yerine kan fışkıracak, öldürücü bir zehir akacak.

İşte o zaman, batıla meyledenler hüsrana uğrayacak ve gelecek nesiller, geçmişlerinin yaptığı işlerin neticesini görecekler.

Bu kalpleriniz ve bu fıtnelerinizle, sizi bekleyen yalın kılıçları, istila ve zulümleri göreceksiniz yakında.

Sonu sınırı olmayan bir hercümerç ve anarşi saracak sizi; zalimce ve pek acı bir istibdat göreceksiniz ilerde. Malınız mülkünüz ve haklarınız yağmaya gidecek bundan böyle; sizi tarumar edecekler.

Yazıkları olsun size! Acınacak hâldesiniz! Hasret içinde kalacaksınız. Sonunuz ne olacak böyle?! Yazık ki hakikati görebilecek göz ve tahammül yık sizde! Bu

168

durumda, çekindiğiniz bir işi nasıl yaptırabilirim ben size?!"

Söylenecek çok şeyler vardı daha, gözlerinizden anlamıştım bunu. Yüreğinizin tarn tepesine çöke kalmış olan o ağır yük, bu birkaç cümleyle hafıfleyecek gibi değildi çünkü. Ama nefesiniz tıkanmış, pek yorulmuştunuz.

Böğrünüz ve kaburgalarınız yaralıydı çünkü.

Derin bir nefes alır gibi oldunuz; çok yanık bir ah çektiniz.

Oradaki kadınlann yüzlerine dikkatle baktım. Yüzlerindeki ifadenin hayret ve şaşkınlık mı, utanma ve mahcubiyet mi, hasret ve gam mı, yoksa pişmanlık ve nedamet mi olduğunu anlayabilmek güçtü.

Tuhaf, ama çok tuhaf bir anlam vardı yüzlerde... Belki de bu ifadelerin tamamını kapsayan bir anlamdı bu; kim bilir?!

Her duygunun kendine has bir tepkimesi vardır ki, insanın yüzüne ve mimiklerine de yansır çoğu kez; ama birkaç duygu birbirine karışınca bu reaksiyonu anlamak da bir o kadar güçleşiyor.

Bu nedenledir ki, hiçbiri ne yapacağını bilemiyordu. Derken içlerinden biri konuştu, ama; "Hatamızı anladık, biatimizi geri alıp doğru yola dönüyoruz artık." diyeceği yerde:

— Eğer Ebu Bekir'le biatleşmeden önce bunları bilseydik, kesinlikle biat etmezdik, Ali'den başkasıyla biatleşmezdik; ama artık biat ettik bir kez! dedi.

Büyük bir yalandı bu. Tıpkı uykudaki insana benziyordu hâlleri. Çağrılınca; "Ben uyuyorum şimdi, seni duymuyorum." diyorlardı açıkça... Evet, başını kuma gömen insanlar...

169

Küstahlık, hatta alçaklıktı bu... Dayanamayıp haykırdınız:

—  Yeter! Gidin artık! Bunca bahane, bunca özür yeter... Yaptığınız işlerden sonra bu söyledikleriniz tamamen anlamsız!

Sizi ziyarete gelenler arasında biri vardı ki hepsinden farklıydı; gönül dostuydu, dert ortağıydı, yiğit ve gözü pek bir kadındı: Ümmü Seleme!

Onların sorduğu soruya Ümmü Seleme de tekrarladı:

— Geceyi nasıl sabahladınız?

Onları âdeta azarlamış, tekdir etmiştiniz. Ama Ümmü Seleme'yle dertleştiniz:

—   Nasıl sabahlamış olabilirim? İşim gücüm kederle gam arasında gidip gelmek; kimsesizlikle musibet arasında hervele etmek!... Bir yandan babamın yokluğu, bir yandan gözlerimin önünde kocamın hakkının elinden alınması...

Gördün işte, biliyorsun... Allah ve Resulü'nün hükmüne sırt çevirdilr; Resulullah'ın vasisi ve ondan sonra imam olan Ali'den hilâfeti alıverdiler. Niçin mi? Çünkü Ali'den nefret etmekteydiler gizlice... Bedir ve Uhut'ta müşrik ve mülhit babalarını öldürmüştü, Ali onların çünkü!

Ah! Ne diyebilirim ki ya Fatıma?! Ey Resulullah'ın /s.a.a/ biricik kızı; ey Kevser! İnsanlık tarihi senden daha mazlum ve senden daha yalnız bir kadın görmüş müdür, bilmem; ama bunca büyüklüğüne rağmen bunca zulüm gören ikinci bir kadının olmadığını kesin! Ben sizden mahcubiyet ve ahlâk öğrenmeye geldim; ama bu sınırsız deryaya oranla ne kadar küçük bir testi olduğumu çok iyi anlıyorum artık.

170

Hayatınız boyunca hiçbir namahrem görmedi sizi. Buna ragmen siz, tabutla mezarhk arasindaki mesafeyi nasıl kat edeceğinizi düşünüyordunuz son nefeslerinizde kara kara... Yam başınızda oturmuştum.

—   Esma! dediniz, Şu tahta üzerinde cesedin götürülmesi çok kötü! Cesedin kadın mı, erkek mi olduğu belli oluyor. Viicut hatlannin belli olmadığı bir tabut yapılsaydı keşke!

Bu hassasiyet, iman ve mahcubiyete takdir ve sevgiyle eğilmemek elde mi?! Son demlerindeyken hem de! Gözyaşlarımı tutamadım, gülümsemeye çalışarak:

—  Habeşistan'da bulunduğum günlerde kenarları yüksekçe bir tabut görmüştüm, ölüyü içine yerleştirip üstüne de bir örtü çekiyorlar! dedim.

Sonra da birkaç hurma dalı ve yaprağıyla şeklini göstermeye çalıştım.

Siz pek sevindiniz. Çocuklar gibi neşelendi yüzünüz:

— Çok güzel! dediniz, Cesedin kadın mi erkek mi olduğu hiç belli olmuyor. Bana da böyle bir tabut yaptır, onun içinde götürün beni mezarlığa!

Benden bir şey istediğiniz için çok sevinmiş, ama bunun sağlınızda değil, ancak ölümünüzden sonra size yarayacak bir şey olmasına da üzülmüştüm doğrusu.

Onu yaptırdım, hazır şimdi... Benim sizi değil, sizin beni o tabuta koymanızı arzulardı gönlüm... Kaderin çok zor cilveleri var gerçekten... Şahit olup da dayanabilmek her yiğidin kârı değil...

171

12. Bölüm

Melekler saf saf olmuş uçmaktaydılar. Kimi iniyor, kimi kalkıyordu. Gök melekle doluydu.

En önde bulunan ikisinin, "öncü"leri oldukları beliydi. Gelip selâm verdiler ve beni kanatlarının arasına alıp göğe yükseldiler bir çırpıda. Birden, cennetin kokusu geldi burnuma. Derken, şaşırtıcı güzellikte bağlar, bahçeler, köşkler ve ırmaklar göründü.

Huriler saflar hâlinde durmuş, beni beklemekteydiler.

Önce goncanın açılmasını andırır bir tebessüm ve ardından hep birlikte:

— Hoş gel din ey cennetin yaratılış nedeni! Hoş gel din, sefalar getirdin ey "Sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım." buyruğuna muhatap olan yüce sevgili Mustafa'nın /s.a.a/ göz nuru!

172

Daha da yükseldik, daha yükseklere çıktık. Muazzam saraylar, uçsuz bucaksız bahçeleriyle... Göz alıcı elbiseler, süsler, bin birinden giizel ziynetler...

Şaşırmamak elde değil. Bu ne ihtişam... Bu ne fevkalâde güzellik ve letafet ya Rabbi!

Bir ırmak akıyor şurada... Sütten beyaz, miskle amberden daha hoş kokulu...

Derken, ötekilere hiç mi hiç benzemeyen bir saray.

Saray kelimesi yetmiyor bu ihtişamı anlatmaya.

— Burasi kimin? diye sordum giptayla, Kimin bu ihtişam? Burası neresi?!

Melekler:

—  Burasi yiiksek Firdevs cennetleridir! dediler. Cennetin en yiice mertebesi! Baban ve onunla birlikte olan peygamberler ve Allah'in kendisiyle birlikte olduğu, Allah'a gerçek anlamda kul olan herkes buraya yerleştirilir! Bu da Kevser ırmağıdır!

Saray, beyaz inciden yapılmış gibiydi. Babam yüksekçe bir sedire yaslanmıştı.

Beni görür görmez kalktı, bağrına bastı şefkatle, öpüp kokladı; alnımdan öptükten sonra:

—   Burasi senin, kocanın, evlâtlarının ve sizi sevenlerindir! dedi. Gel artik kizim, pek göresim geldi seni!

—  Babacığım! Ben çok daha fazla özledim sizi! Hasretinizle yanıp tutuşmada kalbim!

Ah... Derken uyandim. Riiyada da olsa babam Resulullah'a /s.a.a/ seslenmek bütün acıları unutturmuştu bana, nasıl da hafıflemiştim birden!

Babamla görüşüvermiştik işte. Ben "bak!" diyebilmiştim bir kez daha ona.

173

Ah! Ne saadet bu gerçekten! Hiçbir lakap veya kiinye eklemeksizin ona "baba" diyebilme saadetinin sadece bana mahsus olduğunu düşündüğümde kuşlar gibi kanatlanıp uçacağım geldi bir an.

"Aramzdan bin gibi çağırmayın onu." mealindeki ayet nazil olunca ben de babama "ya Resulullah" diye seslenmiştim de babam sevgi ve şefkatle başımı okşayarak:

— Bu ayet diğer Müslümanlar içindir Fatıma'm, senin için değil! buyurmuş ve şöyle eklemişti: Sen yine "baba" diye çağır beni, sen hep "baba" de bana! Senin "baba" demen kalbime zindelik verir benim. Allah'i da daha hoşnut eder!

Allah'in en iyi sevgili kuluna; en yiice peygamberine "baba" diyebilmenin benim için ne biiyiik bir saadet olduğunu o da biliyordu mutlaka.

Evet... Babam, bu gece ona misafır olacağımı miijdeledi bu riiyada bana!

Ali'm... Can yoldaşım, sırdaşım... Ey en şefkatli eş, ey en vefakâr arkadaş! Ben... Senden aynlmak iizereyim şimdi... Bu gece babama gideceğim, beka yurduna göçeceğim Ali'm... Rahman'ın misafıriyim artık! Helâl et hakkını Ali'm...

Belâlarla dolu şu dünyadan bıkkın, ebedî kalıcı beka âlemineyse hasret ve özlem doluyum. Gideceğim, ama tek endişem sen ve çocuklanmız... Bu diinyayla benim aramdaki tek bağ sizlersiniz şimdi; gidişimi zor kılan tek şey bu! Ama sizin de ahiret ehli olduğunuzu düşününce teselli buluyor gönliim. Evet, siz de orahsiniz, buralı değil! Cisminiz ve bedenleriniz burada, ama ruhunuz ve kalbinizin orada olduğunu biliyorum. Sizinle orada görüşmek çok daha kolay ve çok daha mutluluk verici şüphesiz...

174

Ama Ali'm... Bütün bunlara ragmen... Senden ayrılmak çok zor geliyor, inan... Ahiret âlemine iştiyak ve heyecanla göçüyor olsam da senden ayrılışın hi cram var yüreğimde... Allah'a emanet ediyorum hepinizi... Bu dünyanın zorluklanni sizlere kolaylaştırmasını dilemekteyim O'ndan.

Aliciğim! Ben hep sadık ve vefakâr kaldım sana. Bir tek kez olsun hile, düzenbazlık veya ihanet etmemişimdir ahdimize; iffet, sevgi, şefkat ve sadakat ahdinden bir adım öteye geçmemişimdir hiçbir zaman. Senin emir ve isteğine aykırı bir söz söylemedim, böyle bir davranışta bulunmadım evliliğimiz boyunca. Bunu sen de bilirsin.

Yine de helâllik istiyorum senden...

Kadının cihadının, kocasına iyi bir eş ve çocuklarına iyi bir anne olması gerektiği olduğuna inandım daima. Bu inancima aykin da davranmadim hiç.

Ali'm! Ölüm haktır ve eni sonu ölecek olan insan da vasiyet etmek zorundandir.

Ben den sana vasiyette bulunmak istiyorum.

Bir şeyler yazdım. Onlan biliyorsun. Bir de onlara eklemek istediğim bazı noktalar var:

Yazih vasiyetimde, Peygamber'den kalan vakif bağlarını Hasan'a bırakmanı belirttim. O da Hiiseyin'e, Hiiseyin'den sonra da imam olan evlâttan bir diğer imama kalacak.

Bir de Peygamber'in eşleriyle Haşimî kadınlara ve bilhassa kız kardeşimin kızı Ümame'ye bir pay ayırdım. Eğer bunlardan bir şey kalırsa kızımız Ümmü Gülsüm'e verirsin.

Bunları yazdım sana. Ama şimdi diyeceklerim bunlardan çok daha önemli:

175

Birincisi; benden sonra evlenmek zorundasin sen, bekâr kalamazsın. Kızkardeşimin kızı Ümame'yle evlenmeni isterim; benim çocuklarıma karşı daha sevecen davranir o.

İkincisi, sana daha önce izah ettiğim türde bir tabutla mezara götür beni; cesedimin hatlannin belli olmasını istemiyorum...

Üçüncüsü; bana geceleyin gusiil ver, elbisemi çıkarmaksızın... Entarim üzerimde kalsın... Cenaze namazımı geceleyin kil ve yine geceleyin gizlice mezara koy beni, mezarımın yerini sizden başka kimseler bilmesin... Bana zulmeden şu insanların; bilhassa o ikisinin cenazeme, namazima ve mezara defnedilişime katılmalarını ve mezanmin yerini bilmelerini istemiyorum.

Cenaze namazi, cenaze ve defin merasimine sadece o bir avuç çok yakın dostlarımız ve yarenlerimiz katılsın; kadinlardan sadece Ümmü Seleme, Ümmü Eymen, Fizze ve Esma bint-i Umeys; erkeklerden ise sadece Selman, Ebuzer, Mikdat, Ammar, Abdullah ve Huzeyfe... Sadece bunlar!...

Ah, ağlıyor musun Ali'm?! N'olur ağlama... Bakma benim ağladığıma; ben senin için gözyaşı döküyorum, sen ne diye ağlıyorsun? Senin gözlerini ağlar görmeye dayanamam Ali'm, ne olur ağlama... Hem, hâline ağlanacak biri varsa o da sensin; senden daha mazlum, senden daha garip ve senden daha yalniz kim var?... Bütün kâinat ağlasa senin başına getirilenlere, yeridir. Ben, senin gasp edilen hakkin için çırpındım, seni savundum ve bunu cam gönülden yaptım. Yiiz canim olsa, hepsini sana feda ederdim Ali'm, ağlama, ne olur ağlama!... Ben gidiyorum artik... Babam kendisine ilk benim kavuşacağımı

176

söylemişti zaten; benden sonra senin başına neler geleceğini de... Ve oğlumuz Hasan'ın ve Hüseyin'imizle şu minik Zeyneb'imizin... Babam hepsini anlattı Ali'm... O hâlde sen ağlama, bırak da ben ağlayayım, benden sonra sizlere reva görülecek olan onca acı, zulüm ve felâketlere...

Bu benim kurtuluşum, dertler ve acılarımın noktalanışıdır biliyorum... Sen ve yavrularımız içinse dertler ve acıların başlangıcı... Bunun için ağlama diyorum ya... Ey en yiğit er, ey en mazlum eş, ey en dertli baba, ey en yalnız İmam...

Ağlama Ali'm, ağlama amcamın oğlu, ağlama Haydar'ım, ağlama Ebu Turab'ım, Murtaza'm, küfür ordulannın korkulu rüyası Safter'im, Ebu'l-Hasan'ım... Babamın vasisi, onun ilminin ve hilminin varisi, Zülfıkar'ın emsalsiz yiğidi, ilim şehrinin kapısı, Hendek günü bir tek kılıç vuruşuyla bütün insanlar ve cinlere imam olmaya hak kazanan Allah aşığı, yetimlerin sevgilisi, kimsesizlerle fakirlerin dostu, dayanağı; mazlumun sevecen yari, zalimin şiddetli düşmanı... Ağlama ne olur! Bunca acıdan sonra bir de gözyaşlarını görmeye tahammül edemem senin...

Seni ve yavrularımı Allah'a emanet ediyorum Ali'm. Kıyamete dek bütün evlâtlarımıza selâmımı söyle. Allah yariniz, yardımcınız olsun.

Ah! Ali, bak!... Sen de görüyor musun benim gördüğümü? Bak, işte Cebrail bu! Bana hoş geldin diyor, tebrik ediyor, bak!

— Aleykesselâm ya Cebrail!

Bu da Mikail, bu da İsrafıl işte! Evet, selâm veriyorlar, bak!

— Aleykümesselâm ya Mikail, ya İsrafıl!

177

Bunlar da diğer melekler... Beni karşılamaya gelmişler.

Ne görkem bu ya Rabbi! Bu ne haşmet, bu ne azamet!

Ve bu da Azrail işte Ali'm! Selâm vermekte bana.

— Aleykesselâm ey ölüm meleği! Al canımı da, babama kavuştur beni... Baba!... Ne kadar da özledim seni, bir bilsen!

Allah'ım! Rabb'im! Ey yüceler yücesi! Ben sana gelmekteyim şimdi, al beni Allah'ım!

Evet, sana gelmekteyim şimdi, ateşe değil!

Selâm babacığım! Vaatlerin hep hak çıktı, selâm olsun sana! Selâm o şipşirin tebessümüne! Fatıma'n geldi, Zehra-yı Merziyye'n geldi işte! Gözün aydın olsunbaba! Merhaba!...

178

13. Bölüm

Ne kadar zor bir gece bu Allah'ım!... Şu kulun hiçbir zaman bunca çaresiz ve yapayalmz kalmadı. Şu eller, şu ayaklar, şu kalp, hiçbir zaman böyle titremiş değildi ömrünce. Şu göz hiçbir zaman bunca aralıksız ve biteviye ağlamış değildi. Nisan yağmurları gibi... Kulun Ali, ne yapsın şimdi bunca yalnızlıkla?! Kime gitsin, kimlere açsın içindeki derleri senden gayrı?!

Ya Rabb'im! Benim için en ağır darbe ve en üzücü matem olan Resulü'nün irtihalinde, Fatıma'nın hayatta olduğunu düşünmek teselli veriyordu bana. "O gül bahçesinden bir gül var nasılsa benim gülhanemde" diyerek avunmadaydım. Ya şimdi?! Ne diyeyim şimdi ben?! Kime götüreyim bunca yalnızlığı?! Kiminle paylaşayım şimdi bunca hüznü, bunca derdi ya Rabb'im?!...

Fatıma'm melek gibi bir kadındı... İffet ve vakar timsaliydi. O minicik kalbinde deryalar dolusu sevgi

179                                                                                                                         180

ve şerfkat vardı Fatıma'mın. Ne de sabırlı, ne de çilekeşti Fatıma'm...

Hiçbir şeye kapılmaz, hiçbir şeye gönül vermezdi; kalbi yok sanırdı onu tanımayanlar, bu hâliyle. Hiçbir şey onu kendisine bağlayamaz, hiçbir meşgale onu "bağımlı" kılamazdı. Hiçbir süse, altına, pula, elbiseye veya yiyeceğe düşkünlüğü yoktu; esasen ne varlığa sevinir, ne yokluğa yerinirdi. İşte bu nedenledir ki, onun bu dünyaya ait, bu toprak âleme bağlı olmadığına emindim; vücudu ve bedeni olmayan, sırf ruh ve sırf candı Fatıma'm benim.

Bazen, hiçbir erkekte olmayan bir yürek taşıdığını düşünürdüm onun; yürekli mi yürekliydi. Dağlar gibi daima dimdik, granit kayalan gibi salâbetli ve dirençli, göğün görünmeyen sütunları gibi sağlam mı sağlam, sarsılmaz, titremez...

Tek başına bir iktidarın karşısına dikildi; zerrece korkmadı, zerrece sürçmedi. Ben susmakla görevliydim; bu yüzden o, benim sözlerimi de dile getirdi, bütün sonuçlarına da mertçe ve yiğitçe katlanarak hem de!

Cahiliyet döneminden kaç yıl geçiyor şunun şurasında sanki?! Kadının bir deve kadar bile kıymet taşımadığı cahiliyet dönemi... Bir dönem ki kız çocuğu utanç ve yüzkarası, at ile deveyse övünç ve iftihar vesilesi sayılmadaydı...

Böylesine bir kavmin, böylesine şartlarına rağmen bir kadın tek başına kalkıp da tehlikeli bir hakkı savunacak...

Ah!... Dağ olsa yıkılır şu gönlüm; çelik olsa erir, kaya olsa parçalanıp un ufak olur, onun uğradığı musibetler karşısında.

181

Bazen Fatıma'nın çiçek yaprağından bir kalbi olduğunu düşünürdüm... Öylesine hassas, öylesine sevecen ve yumuşak... Billuru kıskandıran, ipeği gıptayla depreştiren...

Bir insanın nasıl bunca hassas, sevecen ve şefkatli bir kalbe sahip olduğuna şaşırmamak elde değil.

Ah! O çok garip ve çilekeşti Allah'ım! Çok... Bazen onun kalbiyle ulaşırdım senin sevecenlik yoluna.

Eve geldiğimde, bir sevgi deryasında bulurdum kendimi. Mutluluk ve sefa yuvasıydı âdeta. Yorgunluk mu?... Fatıma'yı gören bir gözün sahibi yorgunluk, sıkıntı, bezginlik... gibi kelimelerin anlamını hatırlamaz artık.

Evet, hayatımız pek zor, müşkülâtımız pek fazlaydı, ama eve geldiğimde hiçbiri kalmazdı belleğimde; kadifeden bir ırmaktaymış gibi olurdum; letafet ve duygu esintileri okşardı bütün ruhumu.

Fatıma bu dünyada Kevser'in hakikatiydi benim için. Onun olduğu yerde açlığın, susuzluğun, yorgunluğun, savaşın, yaranın ve acının gerçekten hiçbir manası kalmıyordu artık.

Ne kadar yorgun olduğumu şimdi hissediyorum işte... Çünkü Fatıma'm yok yanımda artık.

Ah! Ne kadar da yorgunmuşum meğer ben, Allah'ım! Çokyorgunum.

Uğruna canımı vermeye hazır olduğum şu cansız bedene nasıl gusül vereyim, onu nasıl yıkayıp kefenleyeyim ben ya Rabbi?!

Fatıma'nın cansız bedenini gözyaşıyla yıkamama izin verilseydi suya hiç hacet kalmazdı şüphesiz...

Ah!... Ölünün gömülmesi vacip olmasaydı Fatıma'mı verir miydim toprağa ben?!

182

Bu semavî bedeni nasıl toprağa verir insan?! Bu gök yıldızını toprağa nasıl gömer insan?!

Ama yerkürede yaşamanın kaçınılmaz geleneği bu; ne gelir elden?!

Su dök Esma o hâlde, su... Bir de şu ateşler içinde yanıp tutuşan yüreğime serpilseydi zerrece keşke! Ağla ey göz, dökülsün ipil ipil gözyaşları... Burada ağlamayıp da nerede ağlayacak dide-i perişanım benim?!

Benim kadar Fatıma'yı tanımayan, benim kadar ona tutkun ve onunla birlikte bulunmayan şu melekler ağlıyor da, ben nasıl ağlamam Fatıma'ma; sevgili Resul'ümün tek emaneti olan ciğerpâresine?!...

Ağla Ali, ağla!...

Senin Fatıma'ndı o... Ve sen Fatıma'sız kaldın şu yeryüzü uğrağında.

Ah!... Kolun niye böyle mosmor Fatıma?! Eyvahlar olsun! Bu, o kamçılann izi olsa gerek!...

Bu ne acı ya Rabb'im?! Ali'n nasıl tahammül etsin Allah'ım bunca acıya?!... Fatıma'nın kolunabaksana...

Bunca sabır ve tahammüle elbette ki secde etmekle mükelleftir melekler.

Fatıma'm... Elbiseni çıkarmadan gusül vermemi istemenin sebebi buydu değil mi?! Şu yorgun yüreğimin daha fazla dağlanmasını istemedin mi giderayak Fatıma'm? Ali'n kurban olsun senin o merhametli yüreğine... Göze görünmese de, yaranın varlığı elle anlaşılabiliyor ama...

Ey yüreğimin goncası! Kalbi olanlann görebilmek için göze ihtiyaçları yoktur ki!

Sen, ömrün boyunca hiçbir şeyi gizlemedin benden... Ama yaralarını gizlemeye çalışmışsın Ali'nden, bak... Acılarını... Senin kocan, bu tür ağzı

183

mühürlü sırları bilmeyecek biri mi?! Geceleri, hurmalıklar arasında perişan hâlde yürüyerek ağladığın dertlerdirbunlar...

Ali'n nasıl bilmez bunlan Fatıma'm?!

Burası, namertlerin kamçı yeri işte, biliyorum... Kocanı, erkeğini urganla bağlayıp götürüyorlarken, hani... Hatırlıyor musun?!

Allah'ımL. Ölüye gusül değil, dünyanın acı ve felâketlerin dalış bu; insanın bir ömür boyu çektiği dertleri yeni baştan çekmesi, bütün acıları tekrar ve birden yaşayıp tatması bu!...

Ali'ye yapılabilecek en büyük işkence, Allah'ın aslanına verilebilecek en büyük acı...

Eyvah! Eyvahlar olsun! Muhsin'imizL. Kapıyla duvar olayı!

Ah, Fatıma'mL. Ey mazlum çiçeğim benim; kolunu kanadını nasıl da kırdılar acımadan?...

O demir çivilerle nasıl söyleşmem ben?! Kapının ateşe verilmesini görüp de bütün alevlere karşı yüreğimi nasıl kalkan etmem?!

O alçak el, bu yüce ve masum yüzüne nasıl indi senin, Fatıma'm?!...

Sabır ver Allah'ım!

Tahammül ver ya Rabbi!

Ali'nin yüreği nasıl dayanır bunca namertliğe?! Fatıma'sına reva görülen bunca acıya?! Bunca mihnete, bunca sessiz feryada?!

Yavaş Esma... Fatıma'mın cansız vücuduna yavaş yavaş dök şu suyu; yaraları pek köhne, pek derin Zehra'mın... Yavaş... İncitmeyesin Fatıma'mı sakın...

Bu günleri de mi görecektim Allah'ım?! Fatıma'mın gassali de mi ben olacaktım?!

184

Fatıma'mın sabrı benim sabır taşımı çoktan toz etmiş meğer...

Allahu Ekber! Bu senin sevgili Fatima'n ya Rabbi! Senin sabnna nasil secde etmez insan, ey yiiceler yücesi, ey kâinatı yaratan?!

Viicudu bunca yarahysa, kalbinde ne yaralar vardi Fatima'min kim bilir!...

Lânet olsun seni incitenlere... Kırılsın o kırılası eller...

Getir artık Esma; getir şu cennet kâfurunu da bitsin şu iş... Allah da biliyor ya; takat kalmadi bende artik bunca aciya...

Cebrail'in getirdiği şu kâfurun üçte birini sevgili Resulullah'ın cenaze guslünde kullanmıştım, Allah ve meleklerinin selâm ve salâvatı ona olsun; üçte biri de şimdi senin için... Geriye kalan son üçte biriyse, benim... Şu son üçte birin zamanı ne zaman gelecek Allah'ım?! Ne zaman kavuşacağım onlara ben de?!

Şu yedi parçadan müteşekkil kefeni versene Esma... Ne olurdu; sevdiklerinin yerine, ayrılık ve ölümü kefenleyebilseydi insan?!...

Allah'ım... Bu, senin kulun... Hakkında Kevser'i indirdiğin Fatıma'n... Resulünün sevgili kızı... Habibinin, sevgilinin, uğruna kâinatı yarattığın ve iki cihan served olarak isimlendirmiş olduğun güzeller güzeli, gönüller muradı, gözler nuru Muhammed-i Mustafa'nın /s.a.a/ biricik yavrusu...

Allah'ım!... Kurtuluşuna sebep olacak şeyi diline getir onun; burhan ve delillerini muhkem kıl, mertebelerini yücelt ve onu babasına ulaştır!

Çocuklar, gelin!... Hasan, Hüseyin, Zeynep, canım Ümmü Gülsüm'üm, gelin; gelin yavrulanm... Gelin vedalaşın annenizle; zor olduğunu biliyorum, ama ne

185

gelir elden?! Allah'tan hepinize sabır ve tahammül vermesini dilemekten başka ne yapabilirim canım yavrularım?!

Biraz yavaş... Ağlamayın demiyorum; bunu istemek merhametsizliktir, evet; ama sessiz ağlayın, benim gibi sessiz ve yavaş...

Sizi nasıl teselli edebileceğimi bilemiyorum doğrusu... Herhangi bir anne değildi çünkü kaybettiğiniz... Ne eşi vardı, ne benzeri. Kim doldurabilir onun yerini yavrularım?!

Ama Allah Teala'nın takdiri bu işte... Rıza gösterin... Sakın O'nun takdirinden şikâyetçi olmayasınız, e'mü...

Yüzünü mü? Annenizin yüzünü açmamı mı istiyorsunuz? Peki, gelin bakın, o tokat izinin morartısına bakacak mecal kalmadi artik bende. Ah Fatıma'mL. Mehtabı andıran simanla şu mehtaplı gece ne deuyumlu!

Bu kadar "anne, anne" diye figan etmeyin yavrularım, ne olur... Annenizin size cevap verebilecek mecali yok ki artık. Sadece bakın; bakın ve ağlayın sessizce.

Araa... Fatıma'nın eli değil mi bu?! Kefenden çıkıp yavrularını okşamada.

Bu, onun şefkati işte; sizin fıgan etmenize dayanamadı Fatıma'nın ana yüreği... Cevap vermezlik etmedi size yavrularım. Fatıma'm... Senin Allah'a bunca yakın mevkiin...

Yeter artık çocuklar, Allah aşkına kalkın artık.

Cebrail; "Çocuklan kaldır artık!" diyor, "Neredeyse ruhlarını teslim edecekler annelerinin üzerinekapanıp..."

186

"Arşı titretti" diyor, "bu fıganlar; kaldır artık çocuklan... Melekleri de ağlattı onların bu hâli bak... Kaldır artık şu öksüzleri incitmeden Ali'm!"

Kalkın çocuklar... Hadi... Vedalaşın annenizle artık... Allah'ım... Ne zor bir gece bu... Ne kadar da hüzün, yalnızlık ve gurbet var bu gecenin mehtabında. Güç ve kudret ancak Allah'ındır. O'ndan gayrı ne güç vardır, nekuvvet...

Hadi, kalkın... Kalkın da namaz kılalım anneniz için... Bu namaz rahatlatır ruhumuzu, teselli buluruz o zaman.

Hasancığım! Git o bahsettiğim arkadaşlara haber ver, gelsinler. Ama sessizce... Kimse bilmesin...

Her şey bu gece bitmeli sessiz sedasız... Annenin vasiyeti böyle, biliyorsun.

Sakin ol Hüseyin'im, Allah'a tevekkül et; bu büyük acıya tahammül gücü iste O'ndan.

"İnna lillah ve inna ileyhi raciun."

Hepimiz Allah'tanız ve sonunda dönüş O'nadır.

"Ve inna ilâ Rabbina lemungalibun..."

— Ve Aleykümüsselâm. Allah hepinizden razı olsun, zahmet oldu... Şurada, benim arkamda durun. Sakin olun, sabırlı olun dostlar. Yavaş sesle ağlayın. Resulullah'ın /s.a.a/ kızının vasiyetini unutmayın, ağlama sesleriniz duyulursa herkes anlar... Onun cenaze namazına sadece sizin katılmanız gerekiyor çünkü. Allah'ı zikredin, sakinleşir, huzur bulursunu o zaman.

"Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah'il-Aliyy'il-Azîm."

Şanı pek yüce ve büyük olan Allah'tan başka güç ve kuvvet sahibi yoktur!

187

Allah'ım!... Resulünün kızından hep razı ve hoşnut oldum ben. Mezara konulmak üzere olduğu şu sırada sen yar ol ona ya Rabbi!

Allah'ım! İnsanlar onu yalnız bırakmışlardı, sen yalnız bırakma onu. Allah'ım! Ona zulmettiler, sen aralarında hüküm ver; şüphesiz, sen en iyi hüküm verensin.

Es-salâtL. Es-salât!...

AllahuEkber!...

Allah'ım; sevgili Resulünün kızı Fatıma'dır bu; zulmetler ve karanlıklardan nurlara çıkardın onu.

Siz üçünüz... Gelin tabutu kaldıralım, "İleyye!... İlleyye!... = Bana!... BanaL." sesinin geldiği o tarafa götüreceğiz. Duyuyorsunuz değil mi siz de?! Fatıma'yı kendisine çağırmada Rabb'im.

Burası işte! Tam burası... Tabutu yere koyalım yavaşça... Hah, tamam Fatıma için gerekli her şeyi Rabb'ul-âlemîm hazırlamış işte! Şu hazır mezar Zehra'mın mezarı... Canlar fedaZehra'ma...

Şöyle çekiliverin biraz... Ben mezara ineyim... Yavaş ağlayın dostlar!... AhL. Ne oluyor banaböyle?! Elim ayağım hiç titremezdi benim...

Allah'ım sabır ver... Rabb'im, güç ver Ali'ye, takatimi artır şu zor lahzalarda...

Ne de ağır bir hüzün şu yüreğimin başına gelip çöken... Ve Zehra'msa ne kadar da hafıf, çektiği onca dert ve onca acıya rağmen!...

Ey toprak! Duyuyorsun beni değil mi?! Sana getirdiğim şu emaneti de tanıyorsun... Fatıma bu... Benim Zehra'm... İki cihan served, fahr-i kâinat Hazret-i Resul-i Ekrem Muhammed-i Mustafa'nın

188

/s.a.a/ gözünün nuru, sevgili kızı... Sallallahu aleyke ya Resulullah! Ne mutlu sana FatımacığımL.

"Bismillahirrahmanirrahim. Bismillah ve billâh ve alâ millet-i Resulillah, Muhammed ibn-i Abdilalh."

Rahman, Rahim Allah'ın adıyla. Allah'ın adıyla, Allah'in yardimiyla ve Abdullah oğlu Allah Resulii Muhammed'in dini iizere...

Sıddıykacığım! Seni öyle birine teslim ediyorum ki, O'na benden daha lâyıksın... Fatıma'm, Zehra'm... Allah'in takdirine raziyim ben... Senin için ne takdir etmişse, razıyım...

"Sizi topraktan yarattık, sonra yine toprağa döndüreceğiz ve sonra tekrar topraktan çıkaracağız sizi..."

Fatima'm... Allah'a ismarliyorum seni gülüm... Kavuşacağımız anı hasretle beklemekteyim şimdiden...

Ey toprak... Ey taşlar ve kumlar... Fatima'mla beni ayırdığınızı mı sanıyorsunuz şimdi?! Asia! Fatima'yla benim kalbimiz öylesine birleşip yoğrulmuştur ki yekdiğeriyle, bin kez mezara girip çıksa yine de aynlmaz kalplerimiz.

Gözün ay din olsun ya Resulullah! Fatima'm sana geldi işte şimdi!

Senin de gözlerin aydın olsun Fatima'm, kutlanm seni! Bunca aynhk ve hicrandan sonra sevgili babana kavuştun işte sonunda!

Size sevinç ve bana hüzün...

Ama nihayet kavuşacağımız tesellisi var...

Ya Resulullah! Benden ve kızın Fatıma'dan selâm olsun sana.

189

Kızından, sevgili Fatıma'ndan selâm sana... Gözünün nuru, gölünün sevinci Fatıma'ndan selâm sana...

Senin yurdunda, senin toprağında yatan Fatıma'ndan selâm sana. Allah Teala onu hemen sana kavuşturdu, bak...

Ya Resulullah, sevgili kızının yokluğunda sabır kâsem taşmada, kâinat kadınlarının ulusunun fırakına tahammülüm tamamlanmada.

Ağlamaktan başka ne gelir elimden ya Resulullah?! Bir belâya uğranıldığında ağlamak senin sünnetindir; seni kaybettiğim zaman da ağlamaktan başka ne geldi ki elimden?!

Benim kollanmda can verdin sen ya Resulullah; kendi ellerimle kapattım gözlerini, o mutahhar bedenini ben yıkadım, ben kefenledim, ben defnettim, o miibarek başını ben koydum lahde...

Takdir böyleymiş... Takdir-i ilâhîye karşı sabır ve rıza göstermekten başka ne gelir elden?!

"İnna lillah ve inna ileynhi râciun."

Hepimiz Allah'taniz ve sonunda hepimizin dönüşü O'nadır.

Ey Allah'in Resulii! Emanet, sahibini buldu şimdi. Sevgili Zehra'n zuliim ve sitem firtinalanndan kurtuldu artik. Bundan sonra diinya, yeriyle ve göğüyle, benim nazanmda ne de çirkin artık Zehra'siz...

Artik hiizniim bitmez benim, gözerimi uyku tutmaz, gözyaşlarım dinmez benim ya Resulullah!

Şimdi senin yatmakta olduğun evde konaklayincaya kadar hiiziin ve keder kalbimin başucundan ayrılmayacak, dert benim aynlmaz yoldaşım olacak.

190

Kalbim kan ağlamakta ey amca oğlum... Yorgun mu yorgunum, Zehra'mın gidişiyle; dertli mi dertliyim, yarimin hicramyla...

Ne de çabuk düştü şu ayrılık aramıza... Ancak Allah'a şikâyet edebilirim bu hâli ben...

Ümmetinin el ele verip nasıl bana karşı birleştiğini, onun hakkını nasıl zorla ve hileyle elinden aldığını kızın gelip anlatacak sana ya Resulullah...

Olayi ondan sor... Her şeyi anlatacak sana...

Bağrı dertlerle doluydu burada; açıp söyleyemiyordu kimseciklere... Ama sana söyleyecektir, eminim... Senden gizleyecek hiçbir şeyi yoktur onun çünkü... Kalbinin yaralannı sana gösterecek, içini sana dökecektir.

Ama, hayır... Zehra'n; dertlerini sana bile anlatmayacak kadar mahcup ve naziktir... Sen sor ama! Israrla sor ondan, anlatmasini iste! O zaman Allah, onunla ona bunca eziyeti reva gören düşmanları arasında bir hükme varacaktır ve şüphesiz Allah en güzel hüküm verendir, en iyi yargılayıcıdır.

Allah'in ve meleklerinin selâmı sana ve sevgili Fatima'na olsun ya Resulullah...

Ve...

Allah'a ısmarladık...

Bıkkınlık veya bezginlikten dolayı değil bu vedalaşmam.

Gidişim ve vedalaşmam bıkkınlık ve bezginlikten olmadığı gibi, kalışım da O'nun sabredenlere bulunduğu vaatten şüpheye kapılmış olmamdan değil asla.

Aman Allah'ım! Sabrımı artir benim! Ne de zor bir dert bu, ne de güç bir aci! Sabretmekten daha etkili

191

hangi silâh var, müminin bu gibi büyük acılar karşısında, bu dertler ve hüzünler fırtınasında.

FatımacığımL. Düşmanın bir densizlik yapmayacağından emin olsaydım, senin kabrini kendime itikaf mekânı edinir, burada itikafa çekilir ve gencecik yavrusunu yitiren analar gibi gece gündüz ağlardım sana.

Görüyor musun ya Resulullah?!... Sen de şahit oldun ki, sevgili kızın Fatıma'yı gizlice ve sessizce verdik toprağa. Hakkı elinden alındı, mirası yağmalandı, Fatıma'n incitildi. Halbuki sen daha yeni vefat etmiştin, mezarının toprağı terütazeydi heniiz...

Allah'a şikâyetçiyim ya Resulullah... Ve seni andıkça hicran ateşi alevlenmede ve er geç sana kavuşacağım tesellisi sabrımı kolaylaştırmada.

Ey peygamberlerin sonuncusu! Ey kullann en güzeli, ey yaratılmışların en seçkin incisi! Allah'in selâm, rahmet ve bereketi sana ve sevgili kızın Fatima'ya olsun!

Fatımacığım... Duyuyorsun beni değil mi?!... Söyle, ne yapayim ben şimdi?! Sensiz nasıl döneyim eve ben?! Çocuklar?!... Ne derim ben onlara şimdi?!

Ya kalbim?! Kalbime ne diyeyim Fatıma'm?!... Şu dağlarca yalnızlığıma, kimsesizliğime, gariplikleri aratan şu garipliğime?!...

Gidemiyorum işte!

Ama kalamam da...

Burada kalakalırsam, düşman senin mezarının yerini öğrenmiş olur Fatıma'm...

Gitmeliyim...

"Can kuşum şu ten kafesinde mahpus

Can da çıksa keşke şu ahımla sinemden!"

192

Senden sonra hayatın tadı yok, yaşam ruhunu yitirdi âdeta.

Ağlayışım, ömrümün uzun olabileceği korkusundan... Senden sonra yaşamanın ne denli zor geleceğini bilirsin bana...

Hem de pek zor... Böylesine bir yükü kalbine yükleyen biri nasıl gülebilir artık?! Onca sevgi ve şefkatini götürüverdin kendinle, ne yapanm ben şimdi?! Nasıl katlamnm aciya, bunca kedere, bunca el erne?!...

Sevgililer, bir gun vuku bulacak bu aynhktan kaçamaz... Ama aynhk ne de zor gerçekten! Canlar cam sevgili Muhammed-i Mustafa'dan /s.a.a/ sonra şimdi de sevgili kızının acısını yaşıyorum ben. Dünyanın ne denli geçici olduğuna şahit ve delil mi ister yine insan?!

Ah!... Muhammed'le /s.a.a/ Fatıma'nın ayrılığı pek zor gelmede bana... İki ayrılık birden hem de... Ne gecem var, ne gündüzüm; hasretinizle ağlamada, yokluğunuzla inlemedeyim. Siz ne de giizel bir mekânda konakladınız şimdi... Ama Ali'nizi yalniz bıraktınız şu belâ diyarında.

Ağla ey göz, durmaksızın gözyaşı dök. Bu dert unutulur gibi değil, Mustafa'yla /s.a.a/ Fatıma'yı kaybettim ben, onları unutabilir miyim hiç?!

Bir dost ki, yerini kimseler tutamaz; bir yar ki gayrisi bulunamaz. Gözlerden silinen hâline karşılık, yüreğimin başköşesine kazınan hayaliyle...

Fatımacığım... Şu mutahhar makberinin başında durup seni anmada, seni çağırmadayım sürekli; ama sen cevap vermiyorsun ki...

Ah... Keşke Ali'ni bunca yalniz, bunca çaresiz, garip ve kimsesiz bırakıp gitmeseydin Fatıma'm...

193                                                                                                                          194

14. Bölüm

Yaratıldığım ilk gündendir seni bekliyorum.

Allah Azze ve Celle beni, yeri, güneşi, ayı ve gezegenleri yaratırken:

"Sizi beş kulumun yüzü suyu hürmetine yaratıyorum." dedi.

"Onların en başta geleni de babasıyla Zehra'dır."

"Bunlar olmasaydı, hiçbir şeyi yaratmaz, yokluğa varlık libasını giydirmezdim."

"Bu beşi olmasaydı, yaratılışın bir anlamı olmazdı ki..."

"Bu beşi Fatıma'yla babası, Fatıma'yla eşi ve Fatıma'yla oğullarıdır."

Sadece ben değil; yer de, güneşle ay da, yıldızlar ve gezegenler de seni bekleyip durduk hep.

Allah indinde bunca aziz olan şu Fatıma kim?! Allah'ın gazap ve rızası bile onun gazap ve rızasına

195

bağlı olan şu Fatıma kim?! diye merak ve iştiyakla seni bekleyip durduk hep.

Adem, Allah'a yakınlık cennetinden ayrılık ve hicran yurduna indirilince sizler onun yegane kurtuluş vesilesi oldunuz. Mübarek adlarınız, onun andının Esma-i Hüsna'sı odlu. İşte o zaman sizin Allah indinde ne denli yüce bir makama sahip olduğunuzu anladık, varlığınızın ne denli etkili olduğunu sezdik.

O dehşetli fırtınada Nuh'un, sizin adınızı anmasıyla Allah-u Zü'1-Celâl'in sizin yüzünüzün suyu hürmetine onun gemisini sağ salim karaya oturtunca hepimiz; "Bu isimlerde büyük bir sir var, yaratılış âleminin büyüklüğünce büyük hem de!" dedik.

Neydibu sir?!...

Binler, yüzler yıl geçti; aylar ayları, günler günleri kovaladı seni beklerken... Bu ağır bekleyiş sırasında tuhaf, ama pek yerinde bir soru oluşmaya başladı, bütün varlık âleminin zerrelerinin zihninde:

Bu büyüklüğü, bu yüceliği, bu azizliği ve Allah'a bunca yakınlığıyla Fatıma yeryüzüne ayak basınca ne olacak acaba?!

Nasıl bir fırtına kopacak?!

Ne gibi bir mucize vuku bulacak?!

İnsanlar ona nasıl davranacak?!...

Küçük bir mesele değildi bu. Çünkü insanlar öteden beri elle tutulur, gözle görülür bir tanrı armadalardı yeryüzünde.

Nitekim kendi elleriyle yaptıkları putlara da tanrı ve ilâh olarak değil, Tanrı'nın temsilcisi ve yeryüzündeki tezahürü olarak tapınmadaydılar. Onların, kendileriyle Tanrı arasında bir vasıta olmasını istiyorlardı öteden beri.

196

Tanrı'ya söylemek istediklerini bu putlara söylüyor, O'ndan istediklerini putlara anlatıyorlardı; bereket, af, yağmur... vs. istiyorlardi.

Putlar, bu istekleri Allah'a ulaştıracak vasıtalarıydı onlann. Putlar, bu ihtiyacın sahte karşılayıcısıydı, cahil zanlannda. Bu yiizden Allah, bu ihtiyacın gerçek karşılayıcısı olabilecek kullar yaratmak istedi. Onlar elle tutulan, gözle görülebilen "örnekler" olacaktı. Meselâ, sevgi elle tutulur, gözle görülür olacaktı böylece. Lütuf, ihsan, bağış, büyüklük... vb. en mükemmel insanî hasletler bu örneklerde bir araya getirilmiş olacaktı. İnsanlar, Tanrı'yla kendileri arasında bir vasıta bulabileceklerdi böylece... Onları Allah'a götüren, insanüstü, Tanrı altı örnek kullar...

Ve sen ey Fatıma; baban, kocan ve oğullarınla böyle bir "örnek"tin işte. Bu yüzdendir ki senin için şöyle buyrulmuştu:

"Fatıma'nın öyle bir celâl, ceberut ve azameti vardır ki, ondan yücesi Allah'tan -celle celâluh-başkasında bulunmaz. Yine o, Allah'tan başkasının daha yücesine sahip olmadığı bir kerem, bağış ve lütfe sahiptir."

Evet... Bu nedenledir ki, bunca heyecanla sizi beklemekte ve insanlann size nasıl davranacağını merak etmekte haklıydık biz...

Baban, dünyaya gelişiyle yeryüzünü nura boğduğunda ben bütün dikkatimle onu izlemeye başlamıştım.

Ne zaman güneş latif vücudunu rahatsız edecek olsa, hemen bir bulutla gölge ederdim ona. Ne zaman soğuktan rahatsız olsa, hemen güneşin ısısını artırırdım. Ne zaman geceleri yola çıkacak olsa, mehtabı ayakları altına serer, yıldızları yere

197

yaklaştırırdım iyice... O mübarek ayaklar sakın bir taşa takılıvermesin diye...

Ve... İnsanların ona lâyıkıyla davranmadığını, o yüce makamı bir yana, içlerinden herhangi birine gösterdikleri kadar bile ona hürmet göstermediklerini, onu yalanlayıp taşladıklarını görünce gözlerime inanamadım... Sıradan herhangi bir insanı yalanlamaz, alay konusu etmez, delilik veya sihirbazlıkla suçlamazlar iken, ona bütün bunları yaptılar şu insanlar...

Sihirbaz dediler, mecnun dediler, şair dediler... Düşmanlık ettiler ona, hatta onunla savaştılar... Kin ve nefret küllerini savurdular onun mübarek başına... Dişini kırdılar, alnını yaraladılar, Ebu Talip Vadisi'ne kovup orada ambargo uyguladılar ona...

Ve ben... Gök denilen ben... Bütün bunları gördükçe kahroldum... Cansız olduğum hâlde ölmeyi arzuladım. Yaratılışın gayesi, iki cihan served, "Sen olmasan gökleri yaratmazdım." sözünün muhatabı, insan-ı kâmil, akl-ı küll ve en güzel ahlâkın timsaline reva görülmedeydi bütün bunlar...

Ve... Ondan sonra da size reva görüldü bütün bunlar...

Size... Allah'ın "habibim" dediği Resulullah'ın "ciğerpârem" dediğine...

"Andoslun zamana, insanoğlu zarardadır..."

Bense, insanlann sizi başlarına taç edeceklerini, gözleri gibi koruyacaklarını, önünüzde saygıyla eğileceklerini, kalplerini sizin sevginizle dolduracaklarını, ayağınızın tozunu sürme gibi gözlerine süreceklerini, vereceğiniz her emri anında yerine getirmek için can atacaklarını sanmıştım halbuki...

198

Sanmıştım ki, herkes sizi memnun etmeye çalışacak, insanlar sizin hayır duanızı alabilmek için yarışacak...

Cebrail'in bineğinin ayağındaki tozu alan bir insanın yaratılışa nasıl müdahaleye çalıştığını daha önce görüp bu tür olaylara çokça şahit bulunduğumdan; insanlann sizin ayağınızın tozuyla kanatlanıp yerden kesileceklerini ve beni aşıp miraca yükseleceklerini sanmıştım ilkin...

Oysa ki...

"Andolsun zamana, insanoğlu zarardadır..."

"Ne de nankördür şu insan..."

"Vecahilmicahil..."

Şu insanların arayıp durdukları şey neydi ki, sizde bulamadılar?! Neydi aramaya değer olup da sizde varolmayan?! Dünya mı?! Sizde vardı. Ahiret mi?! Sizdeydi. Dünya ve ahiret saadeti mi?! O zaten sizdiniz! İlim sizde, marifet sizde, bilginin en hası sizde değil miydi?! Hatta dünyanın parası pulu, mevkii makamı, ünü şöhreti de sizin ellerinize ram edilmiş değil miydi?!

Niçin isyan ettiler yine de?! Niçin cefa ettiler onca size?! Neden baş eğmediler emrinize?! Nereye gitmek istiyordu şu insanlar?! Ne yapmak istiyorlardı sahi?!

Ebu Cehil'le Ebu Lehep de Ebuzer gibi olsaydı, ne olurdu sanki?!

Niçin Ebu Bekir de bir Ebuzer veya Selman olamadı?! Halbuki ben ve bütün bir kâinat, sırf size itaat ettiği için Selman'a hizmetle görevlendirildik. Diğerleri de onu izlese, onun yaptığı gibi size saygı ve sevgi gösterseydi, pek iyi olmaz mıydı?! Onun gibi olamadılar diyelim; ya düşmanlıklarına ne buyrulur?! Düşman olmasalardı bari... Onca eza ve cefada

199

bulunmasalardı hiç olmazsa... Onca alçalmasalardı... Medine'nin seması olduğum için yaratılışın ta başından beri sevincinden kabuğuna sığmayan ben, gördüğüm bu hadisler karşısında öylesine hiddete kapıldım ki, can kulağı olanlar, öfkemi duydular; can gözü olanlar, gözyaşlarımı gördüler. Kâh ağladım, kâh hasret çektim, kâh öfkelendim, kâh inledim, kâh gürledim, kâh hayretten küçük dilimi yutarak sustum... Bir susuş ki... Bunca faciaya tanık olacağımı nereden bilebilirdim ki?!

Senin evin... Kur'an'ın, Resul'ün, Cebrail'in kardeşinin... Kurtuluş evi olan o evin kapısı ateşe verilince tandır gibi tutuşup yandım ben.

Senin kaburgalarınla birlikte kaburgalarım kırıldı benim ve çatırtısı arşı inletti haykırışımın...

Sen acıyla kıvranarak Fizze'ye seslenirken insaniyet denilen mahluk, daha dünyaya gelmeden düşük yaptı bebeğini...

Kapıdaki o kanlı çivileri görünce kendimi yerde buldum... Utancımdan erimiş, yağmur sularıyla birlikte toprağın derinliklerine dalıp yitmiş, alıp gitmiştim başımı...

Kollarına inen kamçıları görüp de mosmor olmamam mümkün müydü benim?!

Sana ait bir mülkün gasp edildiğini gördüğümde hayretten küçük dilimi yuttum; suskunluğum mezarlıkları ürküttü yeryüzünde... Yaşadığıma hayıflandım bunca çaresizliğim ve zorunlu tanıklığımla şu insanoğlu denilen mahlukun cehli ve küfrükarşısında...

Senin suratına tokat indiğinde gözümü kan bürüdü... Ne yapabilirdim ama, ağlamaktan gayrı sessizce?!...

200

İhanet ve küstahlık senin kapını çalınca çıkmaza girdim ben...

Sen Muhsin'ini düşürünce, insanlara beslediğim bütün ümitlerimi bir anda yere çaldım ben de... Bin parça oldu ağlamaktan çanağa dönen gözlerimin önünde.

Ah... Ali dün gece senin cansız bedenini yıkayıp gusül verirken nasıl da ağlıyordu, öksüz çocuklar gibi... Nasıl da sessizce süzülüyordu gözyaşları, Allah'ın aslanının yanaklarından...

Hasan'la Hüseyin'in ağlayışlarını, hele Zeynep'le Ümmü Gülsüm'ün zülüflerini döküp sana ağıtlar yakarak hıçkırdıklarını gördüğümde dün gece... İnfılâk etmeme ramak kalmıştı kederimden... Bir ben değil; bütün bir kâinat paramparça olacak gibiydi, o yavrucakların hâlini görüp de hiçbir şey yapamamanın çaresizciliği karşısında.

Bir tek Ali... Senin evinin sütunu... Yaratılış çadırının direği... Evet bir tek onun sabn ve azmi teselli oldu bize.

Ama onun o hâlini görmeye dayanmak da kolay değildi doğrusu...

Haydar... Ali... Başını seninle yaşadığı o minik odanın duvarına dayanmış, hazin hazin ağlıyordu sessizce, boynu bükük...

Onu bunca yalnız ve mahzun görmemiştim hiç... Ama o dağları kıskandıran sabrıyla hepimizi bir kez daha hayretler içinde bıraktı.

Meleklerin Adem'e niçin secdeyle emredildiklerini o gün bir kez daha anladım.

Ne zor bir geceydi dün gece! Dün geceki facianın acısı dünya durdukça yakıp kavuracak beni. Senin,

201

tarihi ebediyen dehşete düşürecek olan o insanca "küsmen" gibi tıpkı... Ah o mazlum küsüşün...

Sana gizlice gusül verip kefenlemesini, yine gizlice ve bütün gözlerden uzak defnetmesini rica etmiştim Ali'den... Makberinin yerini kimselerin bilmemesini istemiştin...

Yaktıkları bu zulüm ateşinin sadece onları değil, dünya varoldukça tarihi de tutuşturup duracağını ve insanlann, Resulullah'ın /s.a.a/ gözünün nuru olan biricik Zehra'sının /s.a/ makberini ziyaretten mahrum kalacağını söylemiş oldun, düşmanlarınaböylece!...

Senin mazlumluğunu gösteren ölümsüz bir beige bu!

İnsanca, melekçe, hatta daha ötesi büyüklüğün şanına yaraşırca bir intikam alış bu...

Ertesi gün düşmanların, Bakiy Mezarlığı'nda kırk yeni mezar gördüklerinde neye uğradıklannı şaşırmış ve Allah Resulü'nün /s.a.a/ biricik kızının mezarını bulamayacaklannı anlayarak öfkelenmişlerdi. Sen hastayken yanına geldiklerinde ne oyunlar düşündüklerini anlamış, meydan vermemiştin; onlar da son oyunlarını senin vefat anına ertelemişlerdi. Ama bu kararınla o son oyunlannı da bozmuş oluyordum.

Kuruyla birlikte yaş da yanmış; bu gerekli kararla birlikte, düşmanların gibi dostlann ve seni seven ve sevecek olan bütün müminler de mutahhar mezarının yerinden bihaber kalmıştı böylece...

Seni, sevgili Resullerinin ciğerparesini seven müminler mezannın başında bir duada bulunamamanın burukluğunu yaşayacaktı, artık kıyamete değin.

Birbirine benzeyen kırk kabir! Hepsi de yeni kazılmış, yeni örtülmüş, besbelli! Medineliler merakla

202

toplanıveriyorlar, Bakiy'de... Kimi şaşkın, kimi meseleyi anlamaya çalışıyor, ama nafile!... Kimi hayretler içinde, kimi perişan, kimi üzgün, kimi yenilgiye uğramış, kimi öfkeye kapılmış, bir avuçtan müteşekkil, kimi de bu manzara karşısında titreyerek kendisine gelmiş olan, uçurumlarından kurtuluvermiş... Ömer de orada:

—    Böyle olmaz! diyor, öfkeyle söylenerek. Mezarları teker teker açmamız, ölüyü bulmamız, mezardan çıkarıp cenaze namazını kılmamız, sonra da gereğince toprağa vermemiz gerekir!

Ali'n duyuyor bunu. Sabrı ve tahammülü seni çoğu kereler şaşırtan, hatta kimi zaman sana ağır gelecek raddeye varan Ali'n... Kalkıyor. Savaşlarda giydiği o sari abayı alıyor sırtına, cihad sırasında bağladığı o bez şeridi bağlıyor alnına, dinî Muhammed'in /s.a.a/ maslahatı için kılıfında duran kihcini sıyırıp Bakiy Mezarlığı'na doğru yola düşüyor.

Sen de gördün o sirada Ali'yi, biliyorum. Ama bir de yerde olup da görseydin, Ali'nin /a.s/ adimlanyla yeryüzünün nasıl sarsıldığını o sirada...

Bakiy Mezarlığı'na varınca çıkıp yüksekçe bir yerde durdu; alnının daman şişmiş, ona bakan herkesi ürpertiyle ürküten bir kasırgaya dönüşmüştü âdeta.

—  Hey! diye bağırdı, Bu mezarlardan bir tekine dokunulacak olursa, kimseyi sağ bırakmam! Bunu böylece bilmiş olun!

Orada toplananlar korkudan iliklerine kadar terlemişlerdi, Allah'ın aslanimn bu kararh tehdidi karşısında. Ömer sesini kalınlaştırmaya çalışarak; "Ama biz Fatıma'yı mezardan çıkarıp ona cenaze namazi kilmak istiyoruz!" deyince Ali /a.s/ durduğu

203

yerden bir sıçrayışta atlayıp Ömer'e ulaşmış ve boş bir çuval gibi havaya kaldırıp yere çarparak dizini göğsüne dayanıp haykırmıştı:

— Ey Sevda'nın oğlu! Eğer dün kendi hakkımdan vazgeçtiysem, senin gibi birinden korktuğum için değil; din temellerinin yıkılmaması; insanlann, heniiz inanmaya başladıkları bu dinden dönmemesi için vazgeçtim. Bu hususta yeminliydim, Resulullah'a /s.a.a/ verilmiş sözüm vardı! Ama Fatima'nin mezan ve vasiyeti için kimseye verilmiş böyle bir sözüm olmadığını bilesin! Allah'a yemin ederim ki, bu mezarlara uzanacak elleri doğrar, buna yeltenen kelleleri şuracıkta uçururum! Canından bezen varsa, dokunsun bakalım şu mezarlardan birine!...

Oradakiler başlarını öne eğip susmuş, herkes birkaç adım geri çekilmişti.

Allah Resulü'nün /s.a.a/ vefatindan heniiz bir yil bile geçmeden onun Ehl-i Beyt'inin başına gelen bu olaylar beni kara bulutlara gömmiiş, Ali'nin o siradaki mazlumiyet ve yalnızlığına varlığın biitiin zerreleri ağlamıştı.

Ömer bir yandan kurtulmaya debelenirken bir yandan da sözlerinin yanlış anlaşıldığını söyleyerek yalvarmaya başlamış, Ebu Bekir hemen müdahale ederek:

— Ya Ali! demişti, Allah ve Resulünün hakkı için, ne olur affet! Seni iizecek bir şey yapmayacağımıza söz veriyoruz!

Ali... Salâbeti ve vefasıyla dağların gıpta ettiği kocan... Bırakıvermişti onları... Onlar bozguna uğramış olarak Bakiy'den uzaklaşırken orada bulunan çocuklar daha önce hiç mi hiç bilmedikleri bazı şeyleri anlayıvermişlerdi o zaman.

204

Ah... Ali'nin ayak sesleri değil mi bunlar?!...

Evet, o... Ağır, metin ve vakur, ama pek hüzünlü ve yorgun... Bundan sonra Ali sadece gece yanlan dertleşecek seninle... Ancak gece yanlannin sessiz yalnızlığında dökebilecek sana içini...

Bana da susmak düşer şimdi. Evet, susmalıyım... Bak, Ali geliyor karanhkta... Dertli ve ağır adımlarla... İçini dökmeye geliyor sana; dertlerini açmaya...

Senden sonra neler gelecek daha Ali'nin başına...

Şefaat ya Bint-i Resulullah!

Allah'in ve meleklerinin selâm ve salâvatı ebediyen sizlere olsun ey Ehl-i Beyt-i Resulullah!

205                                                                                                                         206

KAYNAKÇA

1- Kur'an-ı Kerim.

2- Bihar'ul-Envar, Allame Meclisî, c.10 ve 43.

3- Keşf ül-Gumme, Erbilî.

4-    Fatımafüz-Zehra Min'el-Mehd-i İle'1-Lehd, Seyyid Muhammed Kazvinî, Farsça terc: Dr. Hüseyin Feridunî.

5- el-İhticac, Tabersî.

6- Sahih-i Muslim.

7-  Sahih-i Buharî.

8- Menakıb, Harezmî.

9- Menakıb, İbn-i Şerhraşub. 10-İrşad, ŞeyhMüfıd.

11- Ensab'ul-Eşraf, Belâzurî.

12- Taberî Tarihi, Taberî.

13- Tabakat, İbn-i Sa'd.

14- Müntehe'1-Âmâl, Şeyh Abbas Kummî.

15- Celâ'ul-Uyûn, Allâme Meclisî.

16- Beyt'ül-Ahzan, Şeyh Abbas Kummî.

17-   Vefat-ı Hz. Zehra, Abdurrazzak Musevî Mugarrem.

18- Fatime-yi Zehra, Allâme Eminî.

19-  Zindegani-yi Fatime-yi Zehra, Seyyid Cafer Şehidî.

20-  Macera-yı Sakîfe, Allâme Muhammed Rıza Muzaffer, Farsça terc: Seyyid Gulam Rıza Saidî.

207

21- Numune-yi Beyyinat Der Şe'n-i Nuzul-i Âyât, Muhammed Bagır Muhakkık.

22- Şerh-i Nehc'ül-Belâga, İbn-i Ebi'l-Hadid.

23-  Fatime-yi Zehra Banu-yi Numune-yi İslâm, İbrahim Eminî.

24-  Fedek Der Tarih, Şehid Seyyid Muhammed Bagır es-Sadr.

25- Hz. Fatime-yi Zehra, Ali Muhammedali Dehîl, Farsça terc: K. Eminî.

26-  Fatime-yi Zehra, Tevfık Ebu Elem, Farsça terc: Ali Ekber Sa'd.

27-  Fatime-yi Zehra, Tevfık Ebu Elem, Farsça terc: Rehber İsfehanî.

28- Fatime Fatime Est, Dr. Ali Şeriatî.

29-   Fatime-yi Zehra Bunyangozar-i Mekteb-i İtiraz, Muhammed Mukimî.

30-     Hitbeha-yi Roşengerane-yi Hz. Zehra, Bünyad-ı Bi'set.

31-  Hz. Zehra ve Macera-yi Gamengiz-i Fedek, Nasır Mekarım-i Şirazî.

208