DİNE KARŞI DİN |
Şehit Ali ŞERİATİ |
eKitap: www.islamkutuphanesi.com
Şimdiye kadar dinin
karşısında ‘küfr’ün bulunduğunu ve tarih boyunca savaşın din ile dinsizlik
arasında gerçekleştiğini düşünen bizler için bu başlık ve ifadede bir
müphemlik olması doğaldır. Dolayısıyla “dine karşı din” ifadesi tuhaf,
şaşırtıcı ve kabul edilemez bir ifade olarak görülebilir. Oysa ben, son
zamanlarda anladım ki -şimdiki kadar açık olmasa da, çok zamandır böyle bir
şey hissediyordum- tarih boyunca din, din ile savaşım vermiş ve düşündüğümüz
gibi hiçbir zaman din, dinsizlik ile savaşmamıştır.
Buradaki ‘tarih’
ifadesinden kastım, genel olarak kabul gören, medeniyetin ve yazının ortaya
çıkışını değil; insan türünün yeryüzündeki toplumsal yaşamının başlamasını
esas alan tarihtir. Zira yazının ortaya çıkışı 6 bin yıllık bir geçmişe
sahipken, benim esas aldığım tarih, 30, 40 hatta 50 bin yıllık bir geçmişe
sahiptir. Bu süre, arkeolojik, tarihî, jeolojik ve mitolojik araştırmalara
göre farklılıklar arz etmektedir. Söz konusu bilimler sayesinde, ilk
insanların yaşadıkları toplumsal değişim süreçleri, onların yaşam biçimleri
ve inançları hakkında az da olsa bilgimiz vardır. Efsaneler ve masallardan
ibaret olan ilk zamanlarda olsun, tarihin ortaya çıkması ile birlikte daha
kesin bilgilerin bulunduğu son zamanlarda olsun, bütün bu dönemlerde hiçbir
istisna olmaksızın din, dine karşı çıkmıştır. Neden? Çünkü tarih, dinin
mevcut olmadığı bir dönemden söz etmediği gibi, dinsiz bir toplumun varlığına
dair bir bilgiye de yer vermemektedir. Hiçbir millette, hiçbir dönemde,
toplumsal değişimlerin hiçbir aşamasında ve hiçbir yerde dinsiz bir insan
olmamıştır.
Uygarlığın,
düşüncenin ve felsefenin son dönemlerde belli bir noktaya gelmesi ile
birlikte, Allah’ı ve yeniden dirilmeyi kabul etmeyen kimselerle zaman zaman
karşılaşıyoruz. Ancak tarih boyunca bu kimseler, bir toplumsal tabaka, bir
grup veya bir topluluk haline gelememişlerdir. Alexis Carrel’in söylediği
gibi: “Tarihteki bütün toplumlarda, dinî bir yapı her zaman var
olagelmiştir.” Tanrı, peygamber ve kutsal kitap gibi dinî unsurlar, bütün
toplumların sadece maneviyatının değil, şehirlerinin maddî yapılanmasının da
ruhu, özü ve merkezî noktası olmuştur.
Ortaçağ boyunca ve
millattan önceden beri Doğu’da ve Batı’da bütün şehirler, ya kabile
mensuplarının toplumsal konumlarına göre ya da herhangi bir toplumsal sınıf
esas alınmadan şekillenmiştir. Hangi şehir türünde olursa olsun, Doğu’da ve
Batı’da bütün medeniyetlerdeki şehirlerde ortak nokta, kendilerine bir kimlik
kazandıran sembollerinden dolayı sembolik şehirler olmalarıdır. Büyük
şehirlerin kimliği olan bu semboller, mabetlerdir; ancak bu gün bu yapı
gözden kaçmaktadır. Mesela Tahran, sembolik bir şehir değildir; çünkü bu
şehir, bir merkez, dinî olan ya da olmayan herhangi bir yapı etrafında
teşekkül etmemiştir. Öyleyse bu şehrin bir merkezi ve bir kalbi yoktur. Oysa
Meşhed’i bütünüyle gösteren bir kuşbakışı resmine bakıldığında, onun,
sembolik bir şehir olduğu görülür. Zira orada bütün binalar, şehrin kalbi
olan bir merkez, bir ışık etrafında toplanmıştır.
Bu şehirler, neden
semboliktirler? Çünkü hiçbir medeniyet, millet ve şehir, dinî bir amaç
olmadan vücuda gelmemiştir. Kum Tarihi, Yezd Tarihi, Belh’in Özellikleri,
Buhara Tarihi ve Nişabur Tarihi gibi, şehirler hakkında yazılmış olan bütün
kitaplar, dinî bir hikâye ile başlamaktadır. Çünkü insanlar, dinî ve manevî
bir sebep ve faktör olmadan bu büyük şehirlerin meydana gelebileceğini
düşünemiyorlar. Bu şehirlerde mutlaka, ya bir peygamber medfundur, ya dinî
bir mucize gerçekleşmiştir veya dinî bir şahsiyetin türbesi bulunmaktadır.
Kısacası her yerin dinî bir izahı vardır. Bu gösteriyor ki, sınıfsal
toplumlar, kabile toplumları, Bizans gibi büyük imparatorluklar, Atina gibi
şehir toplumları, Araplar gibi kabile toplumları, gelişmiş toplumlar ve geri
kalmış toplumlar, kısacası her ne şekilde olursa olsun bütün kadim toplumlar,
dinî bir temel üzerine kurulmuşlardır ve kadim insan, her dönemde dindar
insan olmuştur. Bundan dolayı, bugün anladığımız gibi "küfr" kelimesi,
doğaüstü bir kudrete, ahirete, gayba ve evrende bir veya birden çok tanrıya
inanmamak anlamında değildir. Çünkü bütün insanlar, esaslara inanma konusunda
müttefiktirler.
Bugün "küfr"
kelimesine verdiğimiz ‘dinliliğin karşıtı olmak’ ve ‘dinsizlik’ anlamı,
oldukça yeni bir anlamdır. İnsanın, tanrıya, aşkın kudrete ve öte dünyaya
inanmaması olan bu anlam, son iki üç asırda Doğu'ya taşınmış olan Batı
düşüncesinin bir ürünüdür. Oysa İslâm’da, kadim metinlerde, hiçbir tarih
kitabında ve hiçbir dinde "küfr" kelimesi dinsizlik anlamında
kullanılmamaktadır. Zira dinsizlik denilen durum hiçbir zaman var olmamıştır.
Küfür, kendi
dışındaki dinleri, küfür hali olarak gören bir din olarak ortaya çıkmıştır.
Öyleyse küfür, dinsizlik değil, dinli olmak demektir. Nitekim tarih boyunca
Doğuda ya da Batıda, her nerede ve her ne şekilde olursa olsun bir peygamber
zuhur ettiğinde veya dinî bir inkılâp gerçekleştiğinde şu durumlar söz konusu
olmuştur:
1-Yeni din, mevcut
bir dine karşı olarak ortaya çıkmıştır.
2-Yeni dine ilk
karşı çıkan ve ona karşı mücadele başlatan, mevcut din olmuştur.
Burada, son derece
önemli bir konu ile karşı karşıya gelmiş bulunmaktayız. Bu konunun açıklığa
kavuşturulması, aynı zamanda, günümüz aydınlarının din hakkındaki büyük bir
yargısının bilimsel ve tarihî bir izahı olacaktır. Aydınların dine dair
yargısı şudur: 'Din, uygarlığa, ilerlemeye, insana ve özgürlüğe karşıdır; ya
da en azından bu konulara ilgisizdir'. Bu yargı, kin, düşmanlık ve suizandan
kaynaklanan bir sövgü ve bir yanılsama değil; insan yaşamındaki tecrübe ve
olgular üzerine bina edilmiş olan tarihsel ve toplumsal bir gerçektir.
Peki, neden bu
yargı doğru değildir? Çünkü din mensubu olarak bizler ve diğer insanlar,
tarih boyunca pek çok sayıda ve şekilde ortaya çıkan dinlerin, özde iki
dinden ibaret olduğunu ve bunların, birbirleriyle mücadele ve çatışma halinde
bulunduklarını bilmiyoruz. Bu iki din, sadece birbirinden ayrı olmakla
kalmamış; dediğim gibi, aynı zamanda, aralarında fikrî ve dinî mücadeleler ve
savaşlar olmuştur. Fakat bu mücadeleler ve çatışmalar, bizim düşündüğümüz
sebeplerden dolayı olmamıştır. Zira biz, dinle ilgili genel bir yargı edinir
ve bu yargıya göre dinimize bir yer belirleriz. Hâlbuki bu, yanlış bir
yöntemdir.
Aynı şekilde, son
iki üç asırdaki, özellikle 19. asır Avrupa’sındaki din karşıtları da benzer
bir yanlışa düşerek iki dini birbirinden ayıramamışlardır. Hâlbuki bu iki
din, birbirine benzemediği gibi, temelde birbirine zıt ve muhalif olup tarih
boyunca birbiriyle savaşmış, halen savaşıyor ve gelecekte de savaşacaklardır.
Din hakkındaki bu
genel yargı, esasında iki dinden sadece biri için geçerli olup doğru ve
tarihî gerçeklere de uygun bir yargıdır. Fakat din mensupları olarak bizler
bilmediğimiz gibi, dine karşı olanlar da diğer dini bilmiyorlar. İki dinden
biri için söz konusu olan bu yargı, geçerli ve doğru bir yargıdır; yanlış
olan, bu yargının genelleştirilip diğer dine de
teşmil edilmesidir. İşte esas yanılgı, bu noktadadır.
Söylediğim gibi bu
iki din, o kadar birbirinden farklıdır ki, biri için geçerli olan bir
özellik, diğeri için kesinlikle geçerli değildir.
Hepimizin bildiği
bu kavramları, önceden zihinlerimizde var olan anlamlara göre değil, benim
kullandığım genel anlamlara göre anlamlandırıp değerlendirmenizi rica
ediyorum. İlk olarak, bahsi geçen iki dinin birbirine karıştırılmasına neden
olan küfr, şirk ve putperestlik kavramları üzerinde durmak istiyorum. Zira
çokça kullandığımız bu kavramlarda bir kapalılık söz konusudur.
Küfr, bir şeyin
üstünü örtmek demektir. Nitekim Arapça’da, çiftçinin, ektiği tohumun üstünü
toprakla örtmesi işlemine küfr denir. Aynı şekilde, insanın kalbinde var olan
bir dinî hakikatin üstünü çeşitli sebeplerle, cehalet, garaz ve çıkarcılıktan
bir örtü kaplar ki, bu hale küfr denir. Buna göre küfr, dinin yok edilmesi ve
dinsizlik demek değil, o dinî hakikatin yerine başka bir dinin ikame edilmesi
demektir.
Şirk, tanrısızlık
demek değildir; zira müşriklerin bizden daha çok tanrıları vardır. Müşrik,
bir tanrıya inanmayan ve ona ibadet etmeyen kişi değildir. Bildiğimiz gibi
İsa, Musa ve İbrahim peygamberlerin karşısında tanrısızlar değil, müşrikler
vardı. Peki, müşrikler kimlerdir? Müşrikler, tanrıya inanmayanlar değil,
birden çok tanrıya inanan ve tapan kimselerdir. Öyleyse onları, dinî
inançları ve duyarlılıkları olmayan kimseler olarak nitelendirmek mümkün
değildir. Zira onların bir değil, pek çok tanrıları vardır ve onlar,
tapındıkları bu tanrılarının, kendilerinin ve evrenin yazgısı üzerinde etkili
olduklarına inanırlar. Zaten biz Allah’a hangi gözle bakıyorsak onlar da
tanrılarına o gözle bakarlar. Öyleyse müşrik, duygu bakımından dindar bir
bireydir; fakat bağlandığı din yanlış bir dindir. Yanlış bir dine mensup
olmak, dinsiz olmaktan farklı bir durumdur. Demek oluyor ki şirk bir dindir;
hatta insanlığın tanıdığı en eski din şekillerinden biridir.
Putperestlik,
şirkin anlamdaşı değil, onun çeşitlerinden biridir. Şirk, insanın, tarih
boyunca gördüğü genel bir din iken putperestlik, tarihin bir döneminde ortaya
çıkmış olan şirk şekillerinden biridir. Putperestlik, bir heykele ya da
eşyaya kutsallık atfedilmesi demektir. Putperestler, kutsadıkları heykel ve
eşyanın, tanrının kendisi, tanrının bir benzeri veya insanla tanrı arasındaki
bir aracı olduğuna inanırlar. Onlara göre bu tanrılar, yaşam ve evren
üzerinde bir biçimde etki sahibidirler. Bütün türleri ile putperestlik, şirk
çeşitlerinden biridir.
Kur’an’da putperestler eleştirilirken
ya da onlardan söz edilirken, daha genel bir ifade kullanılmaktadır. Neden?
Tâ ki, şimdi zihinlerimizde var olan düşünce vücuda gelmesin; İslâm’ın, her
tür putperestliğe bir şekilde karşı çıktığını düşünmeyelim; geçmiş bütün
tevhidî hareketlerin devamı olan İslâm’ın, bütün çeşitleri ile şirke hücum
ettiğini ve ona temelden karşı olduğunu anlayalım diye. Oysa biz, şirk
dininin, “Siz kendi yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?” (Saffât, 95)
ayetinde geçtiği gibi insanların, kendi elleri ile yonttukları heykellere
tapınmak anlamına gelen putperestlikten ibaret olduğunu düşünüyoruz. Acaba
biz insanlar, tarih boyunca sadece taşlardan ve ağaçlardan yaptığımız putlara
mı tapındık? Hayır, şirk, görünen ve görünmeyen yüzlerce çeşidi ile insanlık
tarihinde genel bir din olarak var olagelmiştir. Bu güne kadar insan
toplulukları içinde görülmüş olan şirk çeşitlerinden biri de, Afrika ve
Arabistan cahiliyesinde ortaya çıkan putperestliktir. “Siz kendi yonttuğunuz
şeylere mi tapıyorsunuz?”[1]
Ayeti ise, şirk dinindeki tapınma biçimini ifade eden genel bir ilke ve
açıklamadır. Şirk dini, tarih boyunca tevhid dini ile birlikte, iki saf
halinde adım adım ve omuz omuza var olagelmiştir. Şirk dini, Hz. İbrahim’in
ve İslâm’ın zuhuru ile birlikte son bulmamış, bilakis yaşamaya devam etmiş ve
hala da devam etmektedir.
[Bu, dinler
tarihinin bir konusudur; fakat ben, İslâm’daki ve kültürümüzdeki kavramları
kullanarak konuyu ele almaya çalışacağım.]
Bu iki saftan
birinde, Allah’a ibadet vardır. Allah kâinatı yaratan, tedbir eden, bilgi ve
irade sahibi olandır. Bu sıfatlar, bütün İbrahimî dinlerde vardır. O,
Hâliktır, bütün kâinatı yaratmıştır; Müdebbirdir, kâinatın yönetimi ve
varlığının sürmesi Ona bağlıdır; İrade sahibidir, varlığa hükmetme biçiminde
özgürdür, dilediği gibi tasarrufta bulunur; bütün kâinatı murakabe altında
tutabilecek sınırsız bilgiye ve görme özelliğine sahiptir. Bununla birlikte
Allah, varlığın ve kâinatın gayesi olduğu gibi, âlemin istikametini de
belirler. Bu sonsuz kudrete ibadet etmek, bütün insanları, evrendeki tek
kudrete ibadet etmeye davet etmek, varlıktaki yegâne gücün bu olduğuna
inanmak ve hayat boyunca bu kudrete dayanmak demektir. Zaten bütün İbrahimî
dinlerdeki en büyük esas budur ve İbrahim’in (a.s) kendisi de bu esasa
yaptığı çağrı ile tanınmıştır.
‘Tevhide davet’
olarak tarihe geçen bu çağrının şöyle evrensel bir yönü de vardır: İnsanlar,
hayvanlar ve cansızlardan oluşan bütün varlığın, tek bir gücün eseri
olduğuna; varlıkta tasarruf yetkisinin sadece bu güce ait bulunduğuna; onun
dışında hiçbir etki sahibinin mevcut olmadığına ve her şeyin, herkesin, her
rengin, her türün ve her özün tek yaratıcının yapımı olduğuna inanmak olan
‘ilahî birlik’in mantıkî sonucu, insanların birliğidir. Başka bir değişle,
tevhidin anlamı şudur: Varlığın tümü, bir tek gücün elindeki bir imparatorluk
gibidir. Bütün insanların türedikleri kaynak birdir, insanlar aynı irade ile
hidayete erer, aynı hedefe yönelir ve aynı tanrıya sahiptirler. Bütün güçler,
işaretler ve değerler, Onun karşısında yok olur. Tevhide inanan biri olarak
kâinata baktığımda O’nu bir beden gibi, canlı bir bütün olarak görüyorum. Bu
beden, aynı ruh, aynı kudret ve aynı tedbir tarafından yönetildiği için bir
bütündür. İnsanlığa baktığımda da, insanların, aynı türden ve aynı değerde
olduklarını görüyorum; zira onlar da aynı elden ve aynı tezgâhtan
çıkmışlardır. Söz konusu iki dinden (şirk ve tevhid) biri olan tevhid dini,
tek tanrıya ibadet etme ve bütün varlığın ve insanlığın tarih içindeki bütün
yazgısının, tek kudretin eseri olduğuna inanma temeli üzerine oturmaktadır.
Daha önce de söylediğim gibi, tanrının birliği, evrenin birliğini, evrenin
birliği ise insanın birliğini gerektirmektedir.
Diğer yandan,
tevhid inancı insana mahsus bir inançtır. Bir güce ibadet ve kutsal bir
varlığa (Durkhe im’in ifadesi ile) ya da gayba (Kur’an’ın ifadesi ile) inan
ma duygusu, insanda fıtrî olarak mevcuttur. Bu fıtrat, baş tan beri insanla
birlikte var olagelmiştir. İnanma ve ibadet duygusunun, insan fıtratında
bulunduğunun göstergesi, bu duygunun devamlı olması ve her zaman ve her yerde
yaygın bir şekilde mevcut olmasıdır. Tarihe baktığımızda, tümüyle ibadetten
uzak yaşayan hiçbir millet yoktur. Yine, yeryüzünü gözden geçirdiğimizde
görürüz ki ibadet, her yerde vardır. İşte bu durum, ibadetin fıtrî bir olgu
olduğunun delilidir.
İnsan fıtratındaki
tapınma arzusu, Tevhid dini ve evrende hâkim olan kudretin tanınması
vesilesiyle bütün beşeriyetin, halkların, sosyal sınıfların, ailelerin ve
fertlerin birliğine dönüşür ve bunun neticesinde de hukuk birliğinin, değer
ve onur birliğinin ortaya çıkmasına sebep olur.
Diğer tarafta ise
söz konusu dinî duygu, şirk şeklinde tarih sahnesine çıkar. Şirk, her dönemde
farklı bir şekilde ortaya çıkar ve tevhid dininin karşısına büyük, dirençli
ve saldırgan bir güç ortaya çıkarır.
Burada, her Tevhid dininin karşısına
çıkan bütün güçleri tek tek açıklama imkânı yoksa da, en azından büyük
peygamberlerin yaşam hikâyelerine şöyle bir göz atabiliriz. Bu durumda da,
şirk dinini inceleme imkânını elde etmiş oluruz. Mesela, Musa (a.s)
bağlamında Tevrat’a, Tevrat’a dair kitaplara, Yahudi kültürüne, hatta
Kur-an’a ve hadislere baktığımızda görürüz ki, Musa’ya (a.s) karşı ilk isyan
bayrağı açan ve herkesten önce ona saldıran Sâmirî[2]
ve Bel’am-i Bâ’ur[3]
olmuştur.
Musa (a.s),
yıllarca süren sıkıntı ve mücadelelerden sonra kavmine, bir olan Allah’ı
tanıttı ve kavmini, hurafecilik, putperestlik ve buzağıya tapma gibi o
dönemin şirk biçimlerinden temizledi. Ancak Sâmirî, insanları yeniden
buzağıya tapar hale getirmek için, Musa’nın, (a.s) kavminden uzakta kısa bir
süre geçirmesini fırsat bilerek bir buzağı heykeli yaptı. Hâlbuki insanların
tapınmaları için buzağı heykeli yapan bu kişi, tanrıtanımaz ve dinsiz
değildi; bilakis, dine inanan hatta insanları dine davet eden biriydi.
Bel’am-i Bâ’ûr,
materyalist bir filozof ya da bir natüralist miydi? Hayır, o dönemin en büyük
din adamlarından biriydi ve insanlar dinî konularda ona danışırlardı. Ancak
o, Musa’ya (a.s) karşı çıktı ve kendisine olan dinî bağlılıktan dolayı
insanlar üzerinde daha etkili olup hak dine tarihteki en büyük zararlardan
birini verdi.
Hz. İsa’ya bir
bakın! Ölünceye- Hıristiyan inancına göre çarmıha gerilinceye- kadar çektiği
acılar, gördüğü baskılar, duyduğu küfürler, kendisi ve annesi hakkında
yapılan en bayağı iftira ve ithamların arkasında Ferisîler vardı. Hâlbuki o
vakit, dini, müdafaa ve himaye etme iddiasında olanlar da onlardı ve onlar,
materyalist, zındık ya da mulhid değillerdi. Zaten o dönemde materyalizm diye
bir şey de yoktu. Onlar, Hz. İsa ve havarilerine karşı şirk dininin
bayraktarlığını yapan kimselerdi.
İslâm peygamberine
bir bakın! Uhud’da, Tâif’de, Hevâzin’de, Mekke’de, Bedir’de ona kılıç
çekenlerden kaç kişi ateist ya da dinsiz idi? Bir kişi bile bulmak mümkün
değildir. Hepsi de doğru ya da yanlış, bir şekilde inanıyorlardı; fakat Hz.
Muhammed (s) ve ona inananları yok etmek de istiyorlardı. Neden böyle
yapıyorlardı? Çünkü –onların iddiasına göre- Muhammed, Hz. İbrahim’in evine
olan saygınlığı bitirecek, onların dini inançlarını ve kutsallarını yok
edecek, kutsal Mekke şehrini yıkacak ve Allah katında kendilerine şefaat
edecek ve aracılık yapacak olan putları kıracaktı. Onların bahaneleri buydu.
Binaenaleyh, gerek Kureyş müşriklerinin bu tavırları olsun, gerek diğer Arap
kabilelerinin Hz. Muhammed (s)’e karşı yaptıkları savaşlar olsun, ‘dine karşı
din’ çerçevesinde ortaya çıkan vakalardır.
Bu anlayış,
Peygamber (s)’den sonra da farklı biçimlerde devam etmiştir. Hz. Ali’ye ve
İslâm’ın özünü yaşatmak ve devam ettirmek isteyen harekete karşı çıkanlar,
kâfir, inançsız ya da dinsiz kimseler miydi? Yoksa Allah mı inkâr edilmişti?
Ya da Emevîlerle Ali taraftarları arasında ve Abbasîlerle Ehl-i Beyt arasında
yine, dine karşı yeni bir dinin karşı çıkışı mı söz konusuydu?
İbrahimî[5]
ve tevhidi dinin özelliklerinden biri, Allah’a ibadettir. Hz. Âdem’den
günümüze kadar insanlık tarihine, değerlerine ve hayatına yön veren ve insanı
evrendeki ilahî kanuna teslim olmaya çağıran tek din ve tek inanç
hareketleri, tağuta[6]
ibadet etmeye karşı çıkmışlardır ve insanlık var olduğu sürece de karşı
çıkmaya devam edeceklerdir. Tağuta tapanlar ise insanı, nihaî gayesi Allah
olan ve İslâm adındaki[7]
yaradılış yoluna davet eden bu dine karşı çıkmışlardır.
Bu din, insanlığı
Allah’a teslim olmaya ve Onun dışındaki her şeye isyan etmeye çağırırken;
şirk dini, evrendeki ilahî kanuna ve her şeyin özü, başı ve sonu olan Allah’a
çağırmak anlamında olan İslâm’a isyan etmeye davet eder. Bununla da kalmaz,
Allah dışındaki yüzlerce güce teslim olma ve kulluk yapma çağrısında bulunur.
Şirk, bir taraftan insanı Allah’a
kulluk yapmaktan alıkoyarken, diğer taraftan da, pek çok puta[8]
teslim olmaya, boyun eğmeye ve insanı köleliğe mecbur eder. Bunu yapan,
kâinattaki yüce kudrete karşı gelen ve insanların, kendi elleriyle yontup[9]
ürettikleri putlar olan tağuttur. Her şey put olabilir; Lât, Uzzâ,[10]
araba, üstünlük taslama, sermaye, kan, soy… Her dönemde farklı bir tağut
Allah’a karşı isyan etmiştir.
Tevhid dininin
özelliklerinden biri, inkılabî olması; şirk dininin özelliklerinden biri de
muhafazakâr ve saptırıcı olmasıdır.
İnkılabî dine
mensup olan ve bu dinin eğitimini alan bir kişi, hayatın maddî manevî ve
sosyal alanlarının tümüne tenkidi bir gözle bakar ve batıl olarak gördüğü
şeyi kaldırıp, yerine hakkı ikame etme sorumluluğunu taşır. İnkılabî olan
tevhid dini, mevcudu, olduğu gibi benimsemez ama ona ilgisiz de kalmaz.
Peygamberlerin tümüne bir bakın, saf ve hiçbir değişikliğe uğramamış olan ilk
çıkışlarında hepsinin yaptığı ilk iş, mevcut tuğyana ve kötülüğe karşı
çıkmaları ve Allah’ın kanunlarının tecellisi olan kâinattaki kanunlara itaat
etmeye çağrıda bulunmalarıdır.
Mesela Musa’ya bir
bakın, O, üç sembole karşı çıkmıştır: Zamanın en zengini olan Karun, şirk
dininin en büyük dinî lideri olan Bel’am-i Ba’ur ve en büyük siyasî otorite
olan Firavun. Musa bu üç sembole mi karşı çıktı, yoksa statükoya mı? O zaman
statüko neydi? O zamanki statüko, azınlıkta olan Sebtî ırkının, Kıptîlerin
baskısı altındaki yaşamalarıydı. Musa’nın mücadelesi, Kıptî ırkının
üstünlüğüne dayanan ırkçılığa ve bir ırkın, diğer ırkın esareti ve zilleti
altında yaşamasına karşı çıkmaktı. Onun hedefi ve ideali, tutsak olan bir
kavmi, doğru yola getirmek ve inanç temelinde kurulmuş, tağuta tapınılmayan
ve tevhid dininin gerektirdiği toplumsal birliğe sahip olan bir toplum
kurabilmek için o kavmi, vadedilmiş olan yere hicret ettirip yerleştirmekti.
Şirk dini, tanrı,
ölümden sonra dirilme ve gaybî güçler gibi metafizik bütün inanç ve din
esaslarını olduğu gibi kabullenerek ya da onları tahrif edip saptırarak
insanları, kendilerinin ve toplumlarının mevcut durumunun, olması gereken bir
durumda olduğuna ve bu durumun, ilahî takdirin bir tecellisi olduğuna
inandırmaya çalışır.
Mesela, bu günkü kaza-kader inancımız,
Muaviye’nin oluşturduğu ve bize bıraktığı bir hediyedir. Tarih açıkça
göstermektedir ki, kader ve cebr[11]
inancı, Emevîlerin oluşturdukları bir inançtır. Bu inanç sayesinde
Müslümanları, her türlü sorumluluktan, teşebbüs ruhundan ve eleştiriden
alıkoymuşlardır. Zira cebr, var olan ve sunulan her şeyi kabul etmek
demektir. Oysa Hz. Peygamber’in ashabına baktığımızda, onların, her an için
toplumsal sorumluluk duygusuna sahip olduklarını görürüz.
EMR-İ Bİ’L-MA’RÛF VE
NEHY-İ ANİ’L-MÜNKER[12]
Geniş halk
kesimlerinde ayağa düşmüş olan ve aydınlarca telaffuz bile edilmeyen ‘emr-i
bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker’ kavramı, bugünkü Avrupa aydınlarına göre
insan, sanat ve aydın sorumluluğu olarak ifade edilmektedir. Felsefe, sanat
ve edebiyatta ele alınmış olan bu sorumluluk, ‘emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i
ani’l-münker’ ile ifade edilen sorumluluğun ta kendisidir. Ancak bugün ‘emr-i
bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker’i öyle bir şekilde uygulamaya çalışıyoruz
ki, bu uygulamanın bizzat kendisi münkerdir.
ŞİRK DİNİNİN TARİHTEKİ SEYİR
BİÇİMİ
Şirk dini tarihte
iki şekilde devam etmiştir. Daha önce değindiğim gibi şirk dininin amacı,
statükoyu savunmak ve muhafaza etmektir. Tarih boyunca insanların asil
olan–olmayan, efendi–köle, sömüren–sömürülen, yöneten–yönetilen ve
özgür–tutsak şeklinde iki kısma ayrıldığını görüyoruz. Bunların bir kısmı,
yiyecek, içecek, altın ve soy sop sahibi iken, diğerleri herhangi bir şeye
sahip değildir. Daima bir millet diğer milletlere egemen olmuş, bir sınıf
diğer sınıfa tercih edilmiş ve bir aile diğer ailelere üstün tutulmuştur. Bu
durum, statükonun muhafaza edilmesi ve savunulması sonucunu doğurmuştur.
Bunun için de her bölgeye ait bir tanrı olmalıdır ki, her ırk ve her hanedan
varlığını sürdürebilsin, anlayışı ortaya çıkmıştır.
Bazı kimseler,
kendilerine hukukî, iktisadî ve sosyal imtiyazlar tanırken, kendileri
dışındakileri de mahrum bırakırlar. Ancak bu imtiyazları muhafaza etmek
zordur; gün gelir zorbalar, söz konusu imtiyazları ve kaynakları zorbalıkla
ellerinde tutamaz olurlar. Bu durumda şirk dini devreye girer ve statükoyu
muhafaza görevini üstlenir. Şirk dininin buradaki görevi, insanları,
kendilerine sunulan ve dayatılan her şeyin, Allah’ın iradesinin tecellisi
olduğuna ikna etmek ve ona teslim olmalarını sağlamaktır. Bunun sonucunda da
insanlar, sadece kendilerinin değil, tanrılarının ve putlarının da,
kendilerinden üstün olan insanların tanrılarından ve putlarından daha aşağı
bir seviyede olduğuna inanmaya başlarlar.
ŞİRK DİNİNİN KURUCU VE
KORUCULARI
Şirk dini, sınıf ve
ırk ayırımcılığı üzerine bina edilmiş olan bu yapıyı güçlendirme görevini
üstlenir ve onu sürekli hale getirir. Bundan dolayıdır ki şirk dininin kurucu
ve koroyucuları, toplumda her zaman üst tabakanın sırasında ve seviyesinde
yer almışlardır; hatta kimi zaman üst tabakadan daha etkin, üstün ve zengin
olmuşlardır.
Sasanîlerdeki
ateşperest din adamlarına ve Zerdüştî rahiplere, Avrupa’daki keşişlere,
İsrail oğullarındaki hahamlara ve Bel’am-i Ba’ur gibi tiplere, Afrika ve
Avustralya’daki putperest kabilelerde bulunan büyücü, kâhin ve falcılar gibi
mevcut dinin sahipleri olarak ortaya çıkan kimselere bir bakın, hepsi de ya
toplumdaki egemen zümre ile el ele ve omuz omuza hareket etmişler veya
onların da üstünde bir yere sahip olmuşlardır. Avrupa’da, toprağın % 75’inden
fazlasının keşişlerin elinde olduğu dönemler olmuştur. Sasanîler döneminde
ise, Zerdüştî din adamları ve mabetlerinin tasarrufu altındaki toprak,
çiftçilerin elindeki topraktan daha çoktu.
İnandığımız ve
izlerini takip ettiğimiz peygamberler, düşündüğümüzün ve tahayyül ettiğimizin
aksine, tarih boyunca eski toplumlara ekonomik, ahlakî ve fikrî bakımlardan
zalimce ve insanlık dışı bir hayat yaşatan ve tevhid dinine karşı tağuta ve
puta tapınmayı savunan şirk dininin karşısında yer almışlardır.
Şirk dininin
temeli, bir grup insanı zenginleştiren, diğerlerini ise fakir bırakan
ekonomik anlayıştır. Bu ekonomik sistem, var olabilmek ve varlığını
sürdürebilmek için dine ihtiyaç duymaktadır. Zira din kadar insanları
kendiliklerinden boyun eğmeye sevk eden güçlü hiçbir etken yoktur. Bu görevi
daima, şirk dini, statükoyu muhafaza ederek yerine getirmiştir. Şirk dini bu
görevi iki şekilde yapmıştır:
1-İnsanlara, egemen
güç ve aileler sayısınca tanrı inancını aşılayarak…
2-Kendine mensup
olan egemen sınıfa, alt tabakadaki insanlara karşı imtiyazlar sağlamak ve bu
imtiyazları tarih boyunca muhafaza etmek suretiyle…
Din karşıtlarının
da söylediği gibi, şirk dininin ana unsurları, cehalet, korku, ayrımcılık,
sermayedarlık ve bir sınıfın insanlarını diğer insanlara karşı üstün
tutmaktır. Din karşıtlarının bu değerlendirmesi, hak din için değil, şirk
dini için doğrudur. Doğru olan bir şey daha vardır ki, o da şirk dininin,
zillet, sıkıntı, çaresizlik ve cehalet içinde yüzen halkları, içinde
bulundukları durumun kendileri, ataları ve çocukları için ilahî bir takdir
olduğuna inandıran ve buna teslim olmaya çağıran bir uyuşturucu görevini
görmesidir.
Mesela Mürcie
mezhebine bakın; bu mezhep, İslâm toplumundaki günahkâr ve suçluların, bu
durumlarından sorumlu olmadıklarını iddia etmektedir. Mürcie’nin görüşü
şudur: “Allah (c) mahşerde, Ali ve Muaviye’nin hesabını görmek için terazi
kurar.” Bu şu demektir: Allah (c), hesaplarını göreceğine göre, Ali ve
Muaviye hakkında bir şey söylemek sana düşmez; sen, neyin doğru neyin yanlış
olduğuyla ilgilenmeden hayatını yaşamaya bak!
Şirk dini tarih
boyunca iki şekilde hareket etmiştir:
1-Dinler tarihinde görüldüğü gibi şirk
dininin, kendine mahsus bir hareket çizgisi vardır. Bu hareket, Totem,[14]
tabu,[15]
mana,[16]
grup tanrısı, çok tanrıcılık ve ruhlara tapınma şeklinde bir seyir çizmiştir.
Dinler tarihindeki bu şirk dinleri, aslında şirk dininin farklı tezahür
biçimleridir.
2-Şirk dininin en
tehlikeli, en sinsi olan ve insana ve hakikate en çok zarar veren şekli gizli
şirktir. Bu, tevhid perdesi altında gizlenen şirk biçimidir. Tevhid
peygamberleri şirke karşı çıktığı sürece şirk dini de onlara karşı çıkmıştır.
Ne zaman ki peygamberler, muzaffer olmuşlar ve şirk dinine diz
çöktürmüşlerse, şirk dini, tevhid dininin takipçileri arasında gizli bir
şekilde varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Mesela Musa’ya (a.s) ve onun
davasına karşı çıkan Bel’am-i Ba’ur, Musevî din adamları olan hahamlar ve
İsa’yı (a.s) öldürmeye teşebbüs eden Ferisiler kılığında ortaya çıkıp iş
yapmıştır.
İsa’yı (a.s)
öldürmek isteyen, ona karşı çıkan ve putperest Rum Kayseri ile el ele, omuz
omuza, tevhide karşı mücadele eden güruhun içinde, Musa’ya (a.s) inananların
takipçisi olan kimseler de vardı. Bel’am-i Ba’ur ve Sâmirî, Musa’nın (a.s)
getirdiği dinin kisvesi altında sahneye çıkmışlardır. Orta çağdaki Hıristiyan
keşişlerin, sevgi, dostluk, vefa ve sabır dini olan Hıristiyanlık ve barış ve
affın timsali olan İsa (a.s) adına işledikleri cinayetleri, Moğollar
rüyalarında bile işlememişlerdir. Peki, bunlar İsa’nın (a.s) izleyicileri ve
havarîleri miydiler, yoksa şirk dininin mensupları mıydılar? Aynı Ferisiler,
bu sefer keşişler kılığında sahnedeydiler, Musa’nın dinini şirk ile öldürmek
istediler ve bunu başardılar da.
Hal böyle olunca
19. yüzyılda din hakkında söylenen şu sözün doğruluğunda hiçbir şüphe yoktur:
“Din, insanların, ölümden sonraki hayat ümidiyle bu dünyadaki fakirlik ve
mahrumiyete karşı tahammül edebilmeleri ve yaşadıkları her sıkıntının ve
kendilerine sunulan her durumun tanrının iradesi ile olduğuna, dolayısıyla da
bu durumu değiştirmelerinin mümkün olmadığına inanmaları için bir afyondur.”
Yine 18 ve 19. yüzyıldaki bilginlerin söylediği şu sözler de doğrudur:
“Din, insanların,
bilimsel gerçekler konusundaki cehaletlerinden doğmuştur.”
“Din, insanların
mevhum korkularının ürünüdür.”
“Din, feodal
yapıdaki ayrımcılık, sermayedarlık ve fakirlik sonucu ortaya çıkmıştır.”
Peki, bu hangi dindir? Bu din, gizli
kalmayan hemen tümüyle tarihe geçmiş olan şirk dinidir. Bu din, kimi zaman
tevhid, Musevilik, İsevîlik adlarını kullandığı gibi hilafet, Abbasîlik ve
Ehl-i beyt[17]
adlarını da kullanmıştır. Aslında bunlar, tevhid, cihad ve Kur’an kisvesi
altındaki şirk dinleridir. Üstüne üstlük bu dinlerin mensupları, Kur’an’ı
mızraklarının ucuna takmak suretiyle bu konuda önde görünmekten de geri
durmamışlardır.
Kur’an’ı mızrağının
ucuna takıp sokağa çıkanlar, Lât ve Uzzâ için Hz. Peygambere karşı çıkan
Kureyşliler değildi. Zira onlar, durumlarını o dönemde açıkça ortaya
koyamıyorlardı. Bunun için mızraklarının ucuna Kur’an’ı takarak dâhilde Ali,
dolayısıyla da Allah ve Muhammed (s) ile savaşıyorlardı. Halife, cihada ve
hacca gidip Peygamber (s) ve onun ailesi adına Kur’an esasına dayalı İslâm
devletini yönetirken aslında şirk dinini yönetiyordu.
Şirk dini, orta
çağda Musa (a.s) ve İsa (a.s) adına hüküm sürmüştür. Musa (a.s) ve İsa (a.s),
tevhid dininin kurucuları oldukları halde şirk dini onların adını kullanarak
varlığını sürdürmüştür.
Evet, yukarıdaki
alıntılarda sözü edilen din, saptıran, uyuşturan, duraklatan, sınırlandıran
ve insanların durumlarına karşı lakayt davranan şirk dinidir. Bu din, tarih
boyunca da insanlara musallat olmaktan geri durmamıştır. Demek ki, “Din,
korkudan doğmuştur; insanları uyuşturur ve sınırlandırır; feodalitenin
ürünüdür.” diyenler doğru söylemişlerdir. Bu tespitleri yapanlar, tarihi esas
almaktadırlar; oysa bunlar, din konusunda da tarih konusunda da uzman
kimseler değiller. Dolayısıyla tarihe bakan herkes gibi onlar da, tevhid-şirk
ayrımı yapmadan din hakkında genel değerlendirmelerde bulunmuşlardır.
Gerçekten de
İbrahimî dinlerdeki ve şirk dinlerindeki tanrı isim ve sıfatlarını
karşılaştırdım ve şirk dininin, korku ve cehaletten doğduğunu gördüm. Bundan
dolayıdır ki müşrikler, insanların, uyanmasından, okur-yazar ve bilgi sahibi
olmalarından korkarlar. İsterler ki, belli konulardaki bilgiler her zamanki
gibi sabit kalsın, o konularda ilerleme kaydedilmesin ve bu bilgiler de kendi
tekellerinde olsun. Zira bilginin artması, insanların uyanması, tenkidi bakış
açısı, ideal sahibi olma ve adalet talebi, şirk dinini sarsar ve yok eder.
Bunun içindir ki, şirk dini feodalizm öncesinde, sırasında, sonrasında,
Doğu'da ve Batı'da daima mevcut durumu muhafaza yoluna gitmiştir.
Şirk dinlerindeki
tanrıların bütün isim ve sıfatları, korku, vahşet ve zorbalık gibi istibdadın
farklı boyutlarını içeren isim ve sıfatlardır. Oysa üç bin yıl önceki dinler
dâhil, İbrahimî dinlerin isimlerinin manaları şu iki mana ile bir şekilde
bağlantılıdır:
1-Aşk, güzellik,
celal ve cemalin yegâne sahibine kulluk
2-Koruma, dayanak
noktası, baba şefkati, lider ve sığınak
Öyleyse tarih
boyunca dünyada hüküm süren şirk dininin, cehaletten ve insanların doğa
olaylarından kaynaklanan korkularından doğduğu düşüncesi doğrudur. Hâlbuki
İbrahimî dinler aşktan, insanın, tek hedefe ve kâinattaki tek rabbe kendisini
adamasından, varlıktaki tek kıbleye yönelmesinden, ruhî, fikrî ve sosyal her
tür ihtiyacına cevap veren mutlak cemal, kemal ve celal sahibine olan
bağlılığından doğmuştur.
İbrahimî dinlerin
peygamberleri, maddî, manevî ve sosyal bütün egemen güçlere ve -F. Bacon’un
ifadesiyle- zihnî, beşerî, ekonomik ve maddî her tür puta karşı çıkmışlardır.
Kendilerini ve mensuplarını, statükoyu değiştirmek ve Kur’an’da
peygamberlerin gönderiliş amacı olarak gösterilen adaleti sağlama ve sürdürme
konusunda sorumlu görmüşlerdir.
Bütün bunlardan
hareketle varmak istediğimiz nokta şudur: Tarih boyunca din, dinsizliğe karşı
değil, dine karşı olmuş ve dinsizlikle değil, din ile savaşmıştır.
Bilgi, basiret, aşk
ve insanlığın fıtrî adanmışlığı üzerine kurulmuş olan tevhid dini, cehalet ve
korkudan doğmuş olan şirk dininin karşısında yer almıştır. İnkılabî bir din
olan tevhid dini daima, sahih inançları tahrif etmek ya da sahte inançlar ve
tanrılar üretmek suretiyle statükoyu koruyan tağutperestliğe karşı çıkmıştır.
Tevhid peygamberi,
insanları, Allah’ın iradesinin tecellisi olan varlıktaki kanunlara ve
evrensel gidişata uymaya çağırır. Tevhid dininin gereği, Allah dışındaki her
güce ‘hayır’ demektir. Allah’a kulluğun karşısında, tağutperestlik vardır.
Tağut ise insanı, evrene ve insan hayatına egemen olan hak nizama karşı
çıkmaya ve toplumdaki farklı güç odaklarının tezahürleri olan çeşit çeşit
putlara köleliğe ve onlar karşısında zelil olmaya davet eder.
Tevrat ve İncil’in tahrif edilmemiş
olan bölümlerinde ve Kur’an’ın istisnasız hemen her yerinde insan ile Allah
kelimeleri aynı çizgide zikredilmektedir. Yani ilmî ve yaradılışa dair
ayetlerde değil, sosyal, siyasî ve ekonomik meseleleri açıklayan bütün
ayetlerdeki en-nâs kelimesini kaldırıp yerine Allah kelimesini koymak, Allah
kelimesinin yerine ise en-nâs kelimesini koymak, cümlede hiçbir değişikliğe
neden olmaz.[18]
Mesela “Kim Allah’a güzel bir borç verirse…”[19]
Ayetinin manası, Allah’ın ihtiyacı olduğu için Ona borç vermek demek
değildir; onun manası, “insana borç vermek” demektir. Sosyal konularla ilgili
ya da sosyal bir yönü olan bütün ayet ve hadislerde Allah ile insan aynı
safta yer almaktadırlar.
Hak din safının karşısında kimler
vardır? Tağuta tapanlar; peki tağuta tapanlar kimlerdir? Tağuta tapanlar,
Kur’an’da mele’ ve mütref[20]
olarak geçen toplumdaki aç gözlü oburlar ve her yetkiye sahip olup hiçbir
sorumluluğu olmayan kimselerdir.
Mele’ ve mütref
dini, ya kendi adıyla açık bir şekilde ya da ‘Allah ve insan dini’ olan hak
dinin perdesi altında kendisini gizleyerek tarih boyunca egemen olmuştur.
Oysa tevhid dininin hükümranlığı tarihte gerçekleşmemiştir. Bana göre Şianın
gurur duyulacak özelliklerinden biri, orta çağda İslâm yönetimi adına dünyaya
sunulan hiçbir şeyi kabul etmemesi, sömürgeci emperyalistlere karşı
mücadeleden geri durmaması ve söz konusu yönetimleri Allah Resulü'nün
hilafeti olarak değil Kayser ile Kisra yönetimleri olarak kabul etmesidir.
Zaten İbrahimî ve
tevhidi din, daima, tağuta tapınmaya, mele’ ve mütref dinine karşı çıkmış,
insanları da bu cepheye karşı çıkmaya davet etmiştir. Tevhid dini şunu
söylemiştir: Allah, siz insanların safındadır; Onun muhatabı insandır ve
amacı, adaleti sürekli bir hale getirmektir. Tevhid dini, insanı, kâmil hale
getiren bilgi, sevgi, yüce kudrete kulluk ve bilinç dinidir. Ne yazık ki,
tarihe ve mevcut duruma karşı eleştiri ile ortaya çıkan tevhid dini, tarihte
hiçbir zaman tam olarak hayata geçememiştir. Tağuta yani mele’ ve mütrefe
tapınmayı öneren muhafazakâr ve uyuşturucu şirk dini ise her zaman var ve
egemen olmuştur.
Bana, “Bir aydın
olarak sen, nasıl dine bu kadar sarılıyorsun?” diyen aydınlara da şunu
söylemek istiyorum: “Ben bir dinden söz ediyorsam, bilin ki, geçmişte topluma
hükmetmiş olan herhangi bir dinden değil, bu dini ortadan kaldırmayı
hedefleyen dinden söz ediyorum. Peygamberleri, her tür şirki ortadan
kaldırmak için çalışmış olan dini kastediyorum. Ancak sözünü ettiğim din,
hiçbir zaman sosyal hayat bakımından tam olarak toplumda hayat bulamamıştır.
Benim dile getirmek istediğim bu konudaki şu sorumluluğumuzdur: Tevhid
peygamberlerinin yaptığı gibi, muhafazakâr ve uyuşturucu şirk dinini kaldırıp
yerine tevhid dinini ikame etmek için çaba göstermek, bizim ve gelecekteki
insanların insanî sorumluluğudur.”
Öyleyse benim dine
sarılmam, geçmişe dönmek değil, tarihteki bu mücadeleyi devam ettirmek
demektir.
DİNE KARŞI DİN
Birinci bölümde,
“dine karşı din” ifadesinden neyi kastettiğimi söyledim. Orada söylediğim,
aslında karmaşık felsefî bir konu değil, basit bir konudur. Fakat pek çok
basit konu vardır ki, onları ihmal ettiğimizde sonuçları çok ağır olmaktadır.
İşte benim de yeni fark ettiğim gerçek şudur: Kafalarımızdaki anlayışın
aksine, tarih boyunca din, küfürle yani dinsizlikle savaşmamıştır. Çünkü
tarih, sosyoloji, din sosyolojisi ve antropoloji bilimlerinin de gösterdiği
gibi tarihte tanrısız hiçbir toplum yoktur ve insanların toplumsal yaşamları
din merkezli olmuştur.
Yine şunu söyledim: Geçmişteki bütün
toplumlar, hangi ırktan ve hangi dönemde olursa olsun, dinî toplumlardır.
Yani tarihteki her toplumun düşünce ve kültürünün temelinde din vardır.
Kültürleri ve medeniyetleri inceleyen ya da üniversitede okutan bir tarihçi,
görür ve bilir ki, aslında tek toplum ve tek millet vardır; değişen, sadece
din ve kültür anlayışlarıdır. Kim Vedalar[21]
ve Buda dinlerini dikkate almadan Hint kültüründen söz edebilir? Kim antik
Çin’i değerlendirirken, Çin kültürünün özü ve temeli olarak değil de sadece
bu kültürün büyük şahsiyetlerinden birileri olarak Laf Tse[22]
ve Konfüçyüs’ten söz edebilir?
Bu gerçeklerden anlıyoruz ki, tarih[23]
boyunca bütün toplumlar, dine bağlı olarak yaşamışlardır. Toplumlar, sadece
bir dine inanmakla kalmamış, yaşamlarında da dini esas almışlardır. Din,
sadece onların manevî, ahlâkî ve düşünsel hayatlarını değil, maddî ve
ekonomik hayatlarını, hatta şehirlerinin mimarî yapılarını bile yüzde yüz
etkilemiştir. Daha önce de söylediğim gibi antik şehirlerin çoğu, sembolik
şehirler olup bir mabet etrafında kurulmuştur. Zamanla bu mabet, o şehir için
bir sembol haline gelmiştir. Bu gün Eyfel kulesi Paris’in sembolü olduğu
gibi, geçmişte de mabetler şehirler için bir semboldü.
İlk insan Hz.
Âdem’den son peygambere kadar İbrahimî dinlerin/İslam dininin bütün
peygamberleri, hangi cepheye, hangi düşünceye ve hangi sosyal yapıya karşı
çıkmışlardır ve hangi cephe onlara karşı durup direnmiştir? Bu cephenin,
küfür cephesi olduğunu biliyoruz; fakat küfür, dinsizlik değildir. Zaten
peygamberler de insanları salt anlamıyla dine davet etmek ya da onlarda dinî
duyarlılık oluşturmak için gelmemişlerdir. Peygamberler, fertler ve
toplumlar, illaki bir dine inansınlar diye de çalışmamışlardır. Yine
peygamberler, toplumda ibadeti yaygınlaştırmak için de gelmemişlerdir; çünkü
ibadet, dinî duygu, gayba ve bir tanrıya, ya da tanrılara inanma kişilerde ve
toplumlarda daima var olagelmiştir.
Tarihte, peygamberlere, daha çok da
İslâm kelamcıları ve filozoflarına karşı çıkan zındıklar ve dehrîlere[24]
gelince, bunlar, başka bir dinî anlayışa sahiptiler ve farklı bir metafizik
inanışları vardı. Ayrıca dehrîlik olgusu, geç dönemde ortaya çıkmış olan bir
olgudur. Felsefe ve akılcı düşüncenin gelişmesi ile birlikte nadir de olsa
bazı kimseler, din ve maneviyat konularında bazı şüpheler ortaya attılar.
İşte dehrîler, bu çerçevede ortaya çıkan kimselerdir. Demek ki dinsizlik,
tarihte kelime anlamıyla hiçbir zaman var olmamış, herhangi bir toplum
oluşturmamış ve herhangi bir döneme damgasını vurmamıştır.
Daha öncede
söylediğim gibi insanlık tarihinde sosyal yapısı, tarihi, ekonomisi, kültürü
ve medeniyeti bir birinden farklı pek çok toplum yaşamıştır ve bunların tümü
de dinî toplumlardır. Bunun içindir ki peygamberlerimiz, insanlık tarihinin
başlangıcından beri, toplumlarının ihtiyaçları ve sorunlarına göre dinî
hareketlerini şekillendirip toplumun mevcut dinine ve onun koruyucularına
karşı harekete geçmişlerdir. Buna mukabil, her zaman bir güç, peygamberlere
karşı çıkmış ve bizim inandığımız dinî hareketi engellemek, onu yok etmek ya
da tahrif etmek için bütün gücünü ve imkânını kullanmıştır. Bunu, dinsizlik
değil küfür yapmıştır.
Öyleyse bizim
inandığımız manada din, insanlık tarihi boyunca, başka bir dine karşı çıkmış
ve peygamberlerin mücadelesi, dinsizliğe karşı değil, küfre karşı olmuştur.
Zira toplumlarda dinsizlik vücut bulmamıştır. Dolayısıyla da mücadele,
toplumun ve zamanın dinine karşı yapılmıştır.
Allah (c), Peygamber’e (s) şöyle diyor:
“De ki: Ey kâfirler,[25].”[26]
Bu ayetin geçtiği Kâfirûn suresindeki tekrara ve Peygamber’e (s) söylemesi
emredilen “Ben sizin taptıklarınıza tapmam!” ayetindeki inceliğe dikkat edin.
“Ben sizin taptıklarınıza tapmam!” ayeti “Ey Muhammed, sana karşı gelenlere
söyle: Ben, siz kâfirlerin ibadet ettiği şeye ibadet etmem!” demektir.
Kullanmak istediğim her kelime, bu surede mevcuttur. Bu ayette, ibadet
meselesinin karşısında ibadetsizlik değil, ibadet yer almaktadır. Yani
Peygamber’in (s) karşısında yer alan kimseler ibadete inanmayan tanrıtanımaz
kimseler değildi; bilakis ondan daha çok tanrıya sahiptiler. Görüldüğü gibi
tartışmaya konu olan asıl mesele, din meselesi değil tanrı meselesidir. Daha
sonra gelen “Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz”[27]
ayeti, anlam bakımından bir önceki ayetin aynısıdır. Bu tür tekrarlarla
Kur’an, önemli meseleleri farklı boyutlarıyla tam olarak zihinlere
yerleştirmeyi amaçlamaktadır. Bundan dolayıdır ki “Ben sizin taptıklarınıza
tapmam!” ayetinden hemen sonra “Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz.”
ayeti nazil olmuştur. Nihayetinde sure, şöyle bir açıklama ile bitmektedir:
“Sizin dininiz size, benim dinim banadır.”[28]
Yani din, din ile savaşır.
Peki, birinci
bölümde sözünü ettiğimiz savaşta hangi taraf galip oldu? Tevhid / (benim
dinim banadır) dini mi, yoksa kâfirlerin dini mi? Tarih boyunca kâfirlerin
dini galip olmuştur. Toplumlara baktığımızda, hak olduğuna inandığımız
peygamberler, tarihin hiçbir döneminde dinlerini, istendiği gibi tam olarak
topluma hâkim kılamamışlardır.
Peygamberler, daima
kendi dönemlerindeki mevcut dinlere karşı bir devrim şeklinde dinlerini
ortaya koymuşlardır. Ancak ellerinde güç olan kâfirler, her seferinde
statükoyu muhafaza eden dinlerini toplumda daha kuvvetli bir şekilde hâkim
kılmışlardır. Çünkü ekonomik, sosyal ve siyasî güç daima onların elinde
olmuştur. Tarihin başlangıcından şimdiye kadar hak din, toplumda tam olarak
yaşama imkânını bulamamıştır. Bundan ötürü de toplumlar, tarih boyunca küfür
dininin tasallutu altında yaşamak zorunda kalmışlardır.
Peki, bu din, hangi
dindir ve bu dinin mensupları kimlerdir? Dinin mahiyetini aydınlığa
kavuşturmak ve daha basit ve anlaşılır bir açıklama yapmak için dinî
metinlerden farklı isimler ve sıfatlar da çıkarılabilir, fakat Peygamber (s),
bu dinler için “Sizin dininiz size, benim dinim banadır.” ifadesini
kullanmıştır. Muhatap bakımından ‘insan dini’, öz, eksen ve davet yönü
bakımından ‘Allah'ın dini’ olarak nitelendirilebilecek dini, Peygamber (s),
“Benim dinim banadır!” şeklinde ifade etmiştir. Tarih boyunca mevcut dine
karşı bir itiraz ve devrim şeklinde ortaya çıkan ve peygamberler tarafından
tebliğ edilen hak dinin muhatabı insan, ulaşmak istediği hedef ise Allah’tır.
Kur’an’a baktığımızda ilk kelimenin,
Allah, son kelimenin ise en-nâs (insanlar) kelimesi olduğunu görüyoruz.
Kur’an’ın her yerinde muhatap insandır. Birinci bölümde ‘Allah ve insan dini’
olarak ifade ettiğim hak din, felsefî açıdan -panteizm dışında- Allah’ın
zatını, Onun dışındaki varlıklardan ayırmaktadır; ancak sosyal bakımdan
ikisini aynı safta görmektedir. İnsanın sosyal ve ekonomik hayatı ile ilgili
bütün ayetlerde Allah kelimesinin yerine en-nâs (insanlar) kelimesi, en-nâs
(insanlar) kelimesi yerine de Allah kelimesi kullanılabilir. Mesela “Mal,
Allah’ındır.”[29]
İfadesi, putperestlerin iddia ettiği gibi, Allah’ın da ihtiyaçları vardır;
onun için mabede ve onun sahibine adaklar ve kurbanlar vermek gerekir,
şeklinde anlaşılmamalı. “Mal, Allah’ındır.” ifadesi, “Mal, insanlarındır.”
demektir. Bu, günümüz dünyasının etkisinde kalarak benim yaptığım bir yorum
değildir; Ebû Zer el-Gıfarî’nin, Muaviye’nin yakasından tutup ona söylediği
şu sözün aynısıdır: “Sen, ‘Mal, Allah’ındır.’ şeklindeki sözünle insanların
malını yemeyi amaçlıyorsun ve şunu demek istiyorsun: Mal, insanların değil
Allah’ın malıdır, ben ise Allah’ın yeryüzündeki temsilcisiyim. Dolayısıyla da
insanların (kamu) malını dilediğim gibi kullanırım, istediğim kimselere
veririm ve istemediğim kimselere de vermem!”
Bu sözü ile Ebû Zer, Muaviye’ye “Mal,
Allah’ındır.” ifadesinin, “Mal, insanlarındır.” anlamında olduğunu
dolayısıyla da malın ve servetin, imtiyazlı sınıfa değil halka ait olduğunu
öğretmiş oluyordu. Allah’ın malı, halkın malıdır; çünkü sosyal ve ekonomik
konularda Allah ile halk / nâs aynı saftadırlar. Bundan dolayıdır ki,
“İnsanlar, Allah’ın ailesidir (ıyâl).”[30]
denmiştir.
Allah’ın ailesinin
yani insanların karşısında mele’ ve mütref zümresi vardır. Bu zümre, tarih
boyunca insanlar üzerinde tahakküm sahibi olmuş ve insanların varını yoğunu
ellerinden almıştır. Böylece insanlar kendi sosyal ve ekonomik kaderlerini
tayin etme hakkından mahrum kalmışlardır.
Mele ve mütref
sınıfının dini vardır. Onlar, hiçbir zaman materyalist, egzistansiyalist ve
ateist olmamışlardır ve değillerdir. Firavun dâhil hepsinin de bir ya da
birden fazla tanrısı vardır. Zaten onların nasıl bir dine sahip oldukları da
aşikâr bir durumdur. Peygamberler, onlara karşı çıkmış ve onların dini olan
şirk dinini ve Allah’a isyanı tazammun eden tağutperestliği yok etmek için
çalışmışladır.
Birinci bölümde
dediğim gibi şirk, sadece felsefî bir yorum değil, aynı zamanda statükonun
muhafazası ve savunuculuğudur. Peki tarihte statüko neydi? Tarihte statüko,
sosyal şirkti. Sosyal şirk ise putperest toplumlardaki çok sınıflılık ve çok
ırklılık demektir. Böyle bir toplumda her ırkın ve her kabilenin bir putu
vardır ve herkes kendine mahsus puta ibadet eder. Toplumu oluşturan ırklar,
sınıflar ve grupların kendilerine mahsus hukukî statüleri ve hakları vardır;
bundan dolayı da toplumun soylu kesimidirler. Oysa tevhid dini yani ‘Allah ve
insan’ dini, peygamberler aracılığıyla, Allah dışında hiç bir mabud, yaratıcı
ve rabbin var olamayacağını bildirmiştir.
Bütün şirk dinleri,
yaratıcılık özelliğinin Allah’a ait olduğunu kabul eder fakat rab olma
özelliğine gelince bu noktada çok sayıda put devreye girer. Nemrut ve Firavun
gibi kimseler bile yaratıcılık iddiasında değil, rab olma iddiasında
bulunmuşlardır. Firavun demiştir ki: “Ben sizin en yüce rabbinizim!” Yani ben
sizin en büyük sahibinizim, sizin yaratıcınız değilim. Yunan mitolojisi dâhil
bütün şirk dinlerinde Allah, yaratıcı olarak yer almaktadır. Yunan
mitolojisine göre Allah evreni yaratıp kenara çekildikten sonra devreye diğer
tanrılar girmişlerdir. Şirk düşüncesinin amacı, insanları ırklara ve milli
toplumlara bölmek, daha sonra da birbirlerine karşı sınıflar ve gruplar
oluşturarak yöneten (yönetilen ve fakir) yoksul kesimlerini oluşturmaktır.
Tarih boyunca ‘Allah ve insan’ dini[32],
toplumu mevcut yapı üzerinde yapılandıran bir din olarak değil, mevcut yapıya
karşı bir hareket olarak ortaya çıkmıştır. İnsanlık tarihi boyunca ‘Allah ve
insan’ dinine göre kurulmuş olan tek toplum, Medine toplumudur. O da bir
dönem olarak değil sadece bir model olarak tarih sahnesine çıkabilmiştir.
Medine toplumunun
ömrü ve tarihi, insanlığın bilebildiğimiz elli bin yıllık tarihi içinde
sadece on yıldır. Bunun dışında sürekli olarak, saf ve doğru din olan tevhid
dininin perdesi altında şirk dini Medine’de hüküm sürmüştür. Ekonomik sistem,
toplumsal düzen, eğitim sistemi, fertler, gruplar, sınıflar, ırklar ve
azınlık-çoğunluk arasındaki ilişkiler, sadece on yıl ‘Allah ve insan’ dinine
göre yaşanmıştır. Bu da tam olarak gerçekleşmemiş, ancak yapının ana iskeleti
ve çatısı kurulabilmiştir. Zira böyle tarih üstü bir yapıyı, on yılda kurmak
mümkün değildir. Bu on yıl içinde insanlar, cahiliye döneminden kalma
alışkanlıklarını ve sosyal ilişkilerini tam olarak değiştiremedikleri gibi bu
çatıyı da muhafaza edememişlerdir. Nitekim yirmi yıl sonra, düşman, bu yapıya
musallat olup onu ele geçirmiştir.
Burada şu sonuca
varıyoruz: Tarihi bu şekilde okumak ve yorumlamak, din, dinsizlik,
günümüzdeki dinsiz aydınlar, geçmişteki dindarlar, medeniyet, ilim,
materyalistler ve dindarlar hakkındaki anlayışlarımızın tümünü
değiştirmektedir.
Öyleyse 17, 18 ve
özellikle de 19. yüzyılda “Din, halklar için bir uyuşturucudur.” diyen
aydınlara hak vermek gerekir. Çünkü onlar, tarihte var olan bir dinden söz
ediyorlardı. Tarihe egemen olan dine bakıp inceledikten sonra görmüşler ki
din, gerçekten insanları uyuşturuyor. Dolayısıyla “Din, ekonomik ve sosyal
bakımdan, azınlığın çoğunluk üzerinde tahakküm kurmasını sağlayan bir
araçtır.” diyen bu kimselere hak vermek gerekir. Zaten feodal dönemde dinin
görevi, statükoyu yani kölelik ve efendiliği korumaktı. Sadece feodal dönemde
değil, şekli ne olursa olsun, yönetim ve ekonominin mevcut olduğu farklı
toplumlarda her dönemde ve her sınıfta din, insanların fıtrî din duygularını
istismar ederek statükoyu koruyan bir araç olmuştur. Bunun örnekleri pek
çoktur. Tarihin herhangi bir dönemine baktığınızda dinin neler yaptığını
görebilirsiniz. Bunun örneklerinden biri İran’dır.
Sasanî döneminde
din, toplum üzerinde tam bir egemenliğe sahipti. Padişahlar ve onların
çocukları, Zerdüştî din adamlarının ve mabetlerinin sözünden çıkmıyorlardı.
Her tabaka, diğer bir tabakadan tam olarak ayrıydı; hiç kimse hiçbir şekilde
içinde bulunduğu tabakadan çıkıp bir üst tabakaya terfi edemiyordu, sınıf
değiştiremiyordu.
Sasanîler döneminde
şah ailesi ve eşraf, birinci sınıfı teşkil ediyordu. Onların yanı başında yer
alan ikinci sınıf ise Zerdüştî din adamlarıydı. Sasanî tarihinde iktidar, bu
iki tabakanın arasında gidip gelmiştir; bazen birinci tabaka iktidarı ele
geçiriyordu, bazen de ikinci tabaka. Ama mele’ ve mütref olan her iki tabaka
da insanları sömürüp fakirleştiriyordu. İki tabaka arasında tek bir fark
vardı; o da, birinci tabaka zorbalıkla, ikinci tabaka ise dini kullanarak
insanlar üzerinde tahakküm kuruyordu. Sonuçta vakıa şuydu: İnsanların mal
varlıkları tamamıyla bu iki tabakanın elindeydi. Ancak bazen din adamları,
daha çok pay alabiliyorlardı. Nitekim Albert Mallet diyor ki: “Bazen Zerdüştî
din adamlarının elindeki malın oranı, bütün malların yüzde 18/20 sine
ulaşıyordu.”
Sasanîlerin üçüncü sınıfı ise sanatkâr,
esnaf, asker ve sıradan insanlardan oluşuyordu. Hiçbir meziyeti olmayan ve
Hindistan’da olduğu gibi, soysuz olarak kabul edilen bu sınıfın hiçbir sosyal
hakkı yoktu. Firdevsî,[33]
hicrî dördüncü asırda Rüstem-i Ferhzad’ın ağzından şunları söylemektedir:
“İslâm geldiğinde her şeyi dağıtır, soylar birbirine karışır, hünersiz köle
padişah olabilir ve insanları yönetmek için soy ve ululuk bir anlam ifade
etmez. Irk ve hanedanın yönetim açısından bir önemi kalmayınca köleler bile
yönetici olabilir.”
Firdevsî’nin
İslâm’a hakaret amacıyla söylediği bu sözler, günümüz dünyasında İslâm’ın
gurur duyulacak özelliklerindendir.
Sasanî dönemindeki
üçüncü tabaka, dinî açıdan nasıl değerlendiriliyordu? Zorbalar, felsefeyi
bilmedikleri, din hakkında bilgileri olmadığı ve metafizik dünyayı
anlamadıkları için işlerini kaba kuvvetle hallediyorlardı. Bir ayakkabıcı
çocuğu okuyamazdı. Çünkü o okuduğu zaman yönetici ya da yönetim sınıfının bir
üyesi haline gelebilirdi! Mademki babası ayakkabıcıdır, öyleyse dahi de olsa
ayakkabıcının çocuğu, ömrünün sonuna kadar ayakkabıcı olarak kalmalıdır! Eğer
dahi ise dâhiliğini ayakkabıcılıkta kullanmalıdır!
SINIFLI
YAPININ KORUYUCULARI OLAN ZERDÜŞTÎ DİN ADAMLARI
Sasanîler
dönemindeki Zerdüştî din adamları, dini kullanarak insanları bölmenin ve
toplumu sınıflı hale getirmenin öncülüğünü yapıyorlardı. Sasanîler döneminde,
her biri ulu tanrı Ahuramazda’nın tecellisinin birer parçası olan üç ateş
vardı:
1-Azerbaycan’da
bulunan Âzergeşesb ateşi
2-Sebzevar
yakınlarındaki Âzerberzinmehr ateşi
3-Pars bölgesinde
bulunan Âzerıstehr ateşi
Bu üç ateş, Ahura Mazda’dır, Ahura
Mazda[34]
ise toplumu tabakalara ayırır. Azerbaycan’daki ateşten padişahlar ve onların
çocukları, Fars’taki ateşten Zerdüştî din adamaları ve Sebzevar yakınındaki
kalede bulunan ateşten ise çiftçiler oluşmuştur.
İyilik tanrısının bir olduğu ve
herkesin Ahura Mazda’ya tapıp Ehrimen’le[35]
mücadele etmesi gerektiği Zerdüşt[36]
dininde bile Ahura Mazda’nın toplum hayatında tek tezahürü ve tek ateşi
değil, birden çok tezahürü ve ateşi vardı. Kutsal ateşin anlamı şudur: Söz
konusu üç tabaka birbirinden ayrıdırlar, birbirlerine karışmaları mümkün
değildir ve birbirine benzer hiçbir yönleri yoktur; kutsal ateş bunu
gerektirir. Bu dinin mensuplarına göre bu ayrışma, Ahura Mazda’nın toplum
hayatındaki tecellisidir. Böylece Ahura Mazda, toplumdaki bu üç tabakalı
yapıyı daha sabit hale getirmiştir. Bunun için de, bir çiftçi bilir ki, onun
kutsal ateşi Fars bölgesinde ya da Azerbaycan’da değil, Sebzevar’dadır ve
diğer ateşlerle de hiçbir alakası yoktur.
Hindistan’a bir
bakın, Buda, tanrılar ve büyük tanrı hakkında bilgi vermek ya da bir manayı,
yüce bir duyguyu ve yüksek seviyedeki bir düşünceyi açıklamak istediğinde
derdi ki, bu Aryaî, Arya ırkına ait bir değer ve bir düşüncedir. Yani bu
düşünce, Aryaî olmayan pis insanlara değil, necip, yüce ve soylu bir ırk olan
Arya’ya aittir!
Görüyoruz ki,
tanrılar ve en kutsal duygu ve düşünceler bile ırkî ve sınıfsal bir üslupla
ele alınmıştır. Bu dönemde felsefî düşünce henüz tam olarak gelişmediği için
bu ayırımcılık dine dayalı olarak gerçekleşmiştir. Eflatun ve Aristo’ya göre
köle ezelden beri köle, efendi ise ezelden beri efendidir. Aristo şöyle
demektedir: “Dünyada asil kana sahip olan soylu aile sayısı sadece yirmidir;
bunlar da Atina aileleri olup sayıları ne azalır ne de artar.” Filozoflar
tarafından yapılmış olan bu değerlendirmelerde yine din etkili olmuştur.
Çünkü o dönemde toplum üzerinde felsefe değil din hâkimdi. Din ise bu dönemde
de mevcut durumu savunan bir yapı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu din, şu öğütleri
ile insanları uyuşturuyordu: Sizin bir sorumluluğunuz yoktur, çünkü her ne
oluyorsa tanrının iradesi ile oluyor! Yoksulluğunuzdan şikâyet etmeyin, çünkü
diğer dünyada, çektiğiniz sıkıntıların karşılığını alacaksınız! Öyleyse bu
dünyadaki eksikliklerinizden söz etmeyin, çünkü diğer dünyada onların on
misli size verilecektir!
Böylece itiraz etme
ve tercihte bulunma arzuları, insanların iç dünyalarına ve zihinlerine
hapsedilmiş oluyordu. Bir kişi ya da bir grup, ayaklandığında da zorbalar,
onları kaba kuvvetle bastırırlardı. Burada dinin rolü, ayaklanma, eleştirme
ve özgürce düşünme ruhunu insanların iç dünyalarında etkisiz hale getirmekti.
Din bunu, “Vuku bulan her şey Allah’ın iradesi ile olmaktadır; dolayısıyla
yapılan her itiraz Allah’ın iradesine olan bir itirazdır.” şeklindeki düşünce
ile gerçekleştiriyordu.
Görüyoruz ki bütün bu öğretiler, dinî
öğretilerdir. Zaten din, inanç ve ibadet esaslarına dayalı olarak oluşan bu
öğretilerden meydana gelmektedir. Buna karşılık, insanları uyuşturan,
aldatan, büyüleyen, iradelerini ellerinden alan, toplumu soy ve sınıf
esaslarına göre yapılandıran, hatta tanrıları bile millî[37]
ölçülere göre belirleyen dinin karşısındaki her şeyin, hak din olduğunu
görüyoruz.
Çoban ve emekçi
olan tevhid dininin peygamberleri, baştan sona egemen sınıfın yani
keşişlerin, Zerdüştî rahiplerin, büyücülerin ve muğların yapımı olan dinin
karşısında yer almışlardır. Onlar, sıkıntıyı, fakirliği ve açlığı herkesten
daha çok yaşamış ve bu halleri bedenlerinde ve ruhlarında hissetmişlerdir.
Peygamberimizin (s) dediğine göre bütün peygamberler çobanlık yapmıştır.
Tevhid ve insan
düşmanı olan ve tarihte sürekli olarak hüküm süren tağutperestlik dini ise
her zaman, hiçbir şeyi olmayan bir tabakaya zulmeden, onları kandıran,
susturan ve her şeye sahip olan tabakaların kullandığı bir araç olmuştur.
Tağutperestliğin
ilk ve açık şekli şirktir. Günümüzde Afrika’da bu din mevcuttur. Birden çok
tanrıya inanmak, güzel boncuklara tapmak, her kabilenin kendine ait bir
‘tabu’ya ve kutsal bir hayvana ibadet etmesi demek olan bu din, hala bazı
yerlerde mevcuttur.
Açık ve aşikâr olan
mele’ ve mütref dini olan tağutperestlik ile mücadele etmek kolaydır. Ancak
tarihte olduğu gibi, tevhid adı altında faaliyet gösteren ve tağuta ibadeti
Allah’a ibadet adı altında gerçekleştiren şirkin ikinci şekli olan gizli şirk
ile mücadele etmek oldukça zordur.
Şu soruya cevap
verilebilirse, İslâm tarihindeki pek çok sorun hatta sosyal sorunlar bile
çözülebilir: Hz. Muhammed (s) de Hz. Ali de aynı dini tebliğ ettiler, neden
biri başarılı oldu, biri başarısız oldu? Miladî 7. asırdaki Arap toplumunda,
din İslâm dini, Kur’an aynı Kur’an, Allah aynı Allah, dil aynı dil, zaman
aynı zaman, toplum aynı toplum, Hz. Muhammed (s) de Hz. Ali de insanları aynı
şeye davet ettiler; fakat biri muvaffak oldu diğeri olmadı, neden?
Sorduğum bu soruya
bazıları, şöyle korkunç cevaplar vermişlerdir: “Ali, uzlaşmacı değildi,
haksız olanlarla uzlaşma yoluna gitmezdi, baskıyı ve zulmü kabul etmezdi,
katı idi…” İyi ama muvaffak olan Hz. Muhammed (s) de böyle davranmıyor muydu?
Doğrudur, Hz.
Ali’nin başarısızlığında bu sebeplerin etkisi vardır; fakat bu sebepler
konuyu tam olarak açıklamamaktadır. Bu sorunun cevabı, Peygamber (s)
zamanında olmayan fakat Hz. Ali zamanında var olan bir sebepte aranmalıdır.
Aşikârdır ki bu sebep, ırk, kabile, hanedan ve sınıf esasına dayanan ve
dönemin mele’ ve mütrefîni Kureyş kabilesinin elindeki araç olan tağut
perestlik ve şirk dinidir.
Şirk dini,
Peygamber (s) döneminde açık ve netti. Ebû Süfyan, Ebû Cehil ve Ebû Leheb,
putların kendilerine ait olduğunu, Kureyş ticaretinin devam etmesi için
Kâ’be’yi korumaları gerektiğini, Kureyş hâkimiyetinin ve ticaretinin putlara
dayalı olduğunu, dünyada ve Arap kabileleri arasındaki üstünlüklerinin,
makamlarının ve haysiyetlerinin Kâ’be’ye ve putlara bağlı olduğunu açık bir
şekilde söylüyorlardı. Onlar diyorlardı ki, bu putlar ve onlarla ilgili
efsaneler, bize atalarımızdan miras kalmıştır, dolayısıyla onları hiçbir
şeyle değiştiremeyiz, onları savunmak zorundayız. Onlar, bu görüşlerini
açıkça söyledikleri için kendileri ile mücadele etmek ve onlara karşı
muvaffak olmak kolaydı. İşte Peygamber’in (s) muvaffak olmasının sebebi
budur.
Ben, tarihî ve
sosyolojik esaslara göre konuşuyorum, gaybî sebepleri ne ben bilebilirim ne
de başkası. Hz. Ali bütün bu şirk unsurlarıyla savaşıyordu, fakat bu unsurlar
bir örtü altında gizliydi. Bu örtü, şirk muhafızlarının yüzündeki tevhid
perdesiydi. Hz. Ali’nin kendilerine kılıç çektiği Kureyşliler, putların değil
Ka’be’nin muhafızları idiler. Onlar mızraklarının ucuna muallakat-ı seb’ayı
değil Kur’an’ı takıyorlardı. Böyleleri ile mücadele etmek daha zordur. Bu
dönemde şirk ne yapmaktadır? Cihada gitmekte, İslâmî fetihler yapmakta,
mihrabı vardır, görkemli camiler yapmakta, bu camilerde cemaatle namaz
kılmakta, Kur’an okumakta, bütün âlimler ve kadılar kendisine tabidir ve
Peygamber (s) dinin savunucusu ve yücelteni olarak görünmektedir. Oysa içi
şirktir.
Dost görünüşlü bir düşman olan, takva
ve tevhid elbisesi içindeki şirk ile mücadele etmek zordur; hem de o kadar
zordur ki, Hz. Ali bile ona karşı mağlup olmuştur. Tarihteki bütün toplumsal
olayların ve ıslahat hareketlerinin liderleri, milletlerine saldıran yabancı
ve belirgin düşmanları kolaylıkla etkisiz hale getirebilmişlerdir. Bu
liderler, büyük güçlerine rağmen yabancı düşmanları yok edebilmişlerdir.
Ancak dünyanın en büyük ordularını mağlup eden bu kahramanlar, milleti
perişan eden ve sıkıntıya düşüren ve sayısı oldukça az olan dâhilî düşmana
yenilmişlerdir. Nitekim S. Radhakrishnan[38]
şöyle demiştir: “Kaba kuvvet ve hile, takva elbisesi giydiğinde, dünyanın en
büyük gücü ve faciası meydana gelmiş demektir.”
Öyleyse şirk dininden söz ettiğimizde,
aklımıza geçmişte yaşanmış olan ve hayvan, ağaç ya da heykellere tapınmaktan
ibaret olan şirk gelmemeli. Nasıl olsa, İbrahim (a.s) ve Peygamber (s) söz
konusu şirk dinini yok etmişlerdir de dememeliyiz. Zira şirk, mele’ ve
mütrefînin istismar ettiği her türlü dinî duyarlılık demektir. Bu sebeplerden
dolayıdır ki, 17 ve 18. yüzyılın ve yeniçağın aydınları, bu dine karşı çıkmış
ve muhalefet etmiştir. İnsanların, perişanlık, sıkıntı, zillet, zaaf içinde
ve iradesiz bir şekilde yaşamalarına neden olan ve halkı ırklara, gruplara ve
tabakalara ayıran yapıyı muhafaza eden bu dinle mücadele etmişlerdir. Onlar:
“Bu din, insanların ilerlemesine, özgürlüğüne ve birlikteliğine karşıdır.”
şeklindeki görüşlerinde haklıydılar. Dinin kenara itilmesinden sonra göz
kamaştıran gelişmelerin vuku bulması, Avrupalı aydınların bu görüşünü te'yid
eden bir tecrübedir. Özgürlük isteyen bu aydınlar, insanın, hurafelerden,
zilletten ve din adıyla ortaya çıkmış olan bu zehirli uyuşturucudan
kurtulması için mücadele ediyorlardı.[39]
Ancak bu aydınlar, biz din mensupları gibi, bir noktada yanılıyorlardı.
Aydınların
yanılgısı şuydu: Tarihte yer alan her tür ibadeti, mabedi, cihadı, kutsal
savaşları, haçlı savaşlarını ve İslâm cihadını ayrım yapmadan hepsini din adı
altında değerlendirdiler. Zaman zaman bizim de böyle yaptığımız vakidir.
Hâlbuki daha öncede söylediğim gibi
İslâm, inkılabî bir dindir ve şirki kabul etmemektedir. Gelecekte de hak
dinin hâkim olacağını ve dinî liderin (veliyu’d-dîn) geleceğini
öngörmektedir. Açık şirk şeklinde olsun, tevhid perdesi altında olsun Doğuda
ve Batıda halklara musallat olanların hiçbirini benimsememekte ve onları şirk
olarak nitelendirmektedir. Bunları yok etmek için peygamberler gönderen din
ise peygamberler gibi diğer insanları, özellikle de aydınları sorumlu
tutmakta ve onlardan peygamberlerin davasının devam ettirilmesini
istemektedir. Peygamberimiz (s) “Ümmetimin âlimleri, Beni İsrail’in
peygamberlerinden daha üstündür.”[40]
buyurmaktadır. Yani peygamberliğin nihayete ermesinden sonra peygamberlik
misyonunu sürdürmek âlimlerin görevidir.
ÂLİMLERİN VE AYDINLARIN GÖREVİ
Âlimlerin görevi,
tarihte hayata hâkim olmamış olan dini, hayata geçirmek ve yerleştirmek için
mücadele etmektir. İnsanlık, artık bu olgunluğa erişmiş, vicdanî ve dinî
özgürlüğünü elde etmiş olmalıdır. Dolayısıyla da tevhidin, tağutperestlikten
farklı olduğu ve şirkin tevhid örtüsünü yalandan yüzüne örttüğü anlaşılmalı
ve bu örtü paramparça edilmelidir. Ta ki insanlar, materyalistlerin doğru bir
şekilde ifade ettikleri gibi, cehalet ve korku ürünü olan dinden kurtulup
gerçek bir dine kavuşsunlar. Kur’an defalarca, denizde yolculuk yaparken gemi
bozulduğu için korkudan Allah’a sığınan ve tehlike geçtiğinde de bunu unutan
kimselerden söz etmekte ve onları eleştirmektedir. İşte bu, korkudan doğan
bir dindir.
19. yüzyıldaki
materyalistlerin doğru bir şekilde ifade ettiği gibi, tabiî tehlikelerden
korkup da dine sığınanlar da bu şekilde korku ürünü olan bir dine
sahiptirler. Kur’an, onlardan çok önce korku dininin mensuplarından söz etmiş
ve bu korkudan türemiş olan muamele biçimini ve toplumsal sınıflaşmayı
eleştirmiştir. Bu sınıflaşmayı kim icad etti? Bu sınıflaşmayı, “Yiyecek bir
lokma ekmeğin ve besinin yoksa, dayan, senin için cennette sofralar
hazırlanacaktır!” diyenler icad etmişlerdir. Sınıflı toplumların ürünü olan
bu din, hak dine bir veba gibi nüfuz etmektedir.
Hz. Ali şirk dinini
‘ticaret dini’ ve ‘korku dini’ olarak nitelendirmektedir. Oysa hak dindeki
kulluk, özgürlükten, yüce kudret sevgisinden, adalet arzusundan, insanî
amaçlardan, birlikten, adaletin dünyada sürekli hale getirilmesinden ve bütün
kötülüklerin yok edilmesinden doğmaktadır. İşte bu din, şirk dinine
düşmandır.
Şirk dini ise,
tarih boyunca fakirliği, esareti ve köleliği savunmuş ve halkları mele’,
mütref ve zorbaların çıkarları için susturup uyuşturmuştur. Bu din şöyle der:
“Allah, şunun bunun açlığı, susuzluğu, ekmeği, yağı ve peyniri ile uğraşmaz.”
Bu din, dini duyguları kullanmak suretiyle insanları uyuşturarak, toplumsal
hayattan soyutlayarak veya dünya malını kötüleyerek her şeyi eline geçirmeye
çalışır.
Kur’an her zaman, toplum üzerinde baskı
kuran, insanların iradelerine ipotek koyan ve onların bedensel ve zihinsel
güçlerini zorbaların menfaati için kullanan kimseleri; fakirliği, açlığı ve
hastalığı dinî zühdün gereği olarak göstermek suretiyle dini istismar eden
zihniyeti ve ahiret adına insanları dünya hayatından ve toplumsal
sorumluluktan alıkoyup münzevi bir hayat yaşamaya iten ve daha sonra da
onların her şeyini temellük eden dinî düşünce sahiplerini eleştirmektedir.
İnsanların dini duygularını kullanarak kendisine ve sömürgeci güçlere menfaat
sağlayanların sembolü olan Bel’am-i Ba’ur konusuna gelindiğinde ise Kur’an,
hiçbir yerde kullanmadığı şu ifadeyi kullanmaktadır: “O, köpeğe benzer…”[41]
Bu ifade ile Kur’an şunu kastetmektedir: Tarih boyunca zülüm, zillet,
istismar, ayrımcılık ve cehalet böyle kimselerin çabalarıyla gerçekleşmiştir.
İnsanların yeteneklerini körelten ve onları geri bırakanlar, büyük
kahramanları ve yüce insanları öldürenler ve hak peygamberlerin bütün
çalışmalarını akim bırakanlar böyle
kimselerdir. Kur’an, lanetli şirk dininin tarihte yaptıklarını nefretle
eleştirmek için bu ifadeyi kullanmıştır.
Sonuç olarak şunu söylemek istiyorum:
Avrupa’daki aydınların ve özgürlükçülerin, Avrupa’yı bin yıl geri bırakan ve
Hz. İsa kisvesi altında çalışan kilise ve orta çağ dinlerine karşı
sürdürdükleri mücadele ile peygamberlerimizin tarih boyunca sürdürdükleri
mücadele aynıdır.[42]
Peygamberlerimiz her zaman, bu taşlaşmış, bozulmuş, insan ve insan hakları
düşmanı olan dine karşı mücadele etmişlerdir; uyuşturucu ve aldatıcı şirk
dininin putlarını ve bütün sembollerini yok etmek için çalışmışlardır. Bunu
sürdürmek, her zaman hak dinin mensupları için bir görev olmuştur ve
olacaktır.
Mademki
peygamberlerimiz, tarihe hükmeden şirk dinine karşı mücadele etmişler,
öyleyse biz de bu mücadeleyi sürdürmekle yükümlüyüz. Nitekim bu güne kadar
mele’, mütref ve onların uşaklarına karşı yapılan mücadeleler ve tarihin
seyrinin değiştirilmesi için gösterilen çabalar tevhid dini adı altında
gerçekleşmiştir. Bizim amacımız, geriye gitmek değil hak peygamberlerin
yolunu takip etmektir. Zira onlar, halkın içinden çıkmış olan dolayısıyla da
mele’ ve mütrefi emrindeki din adamları ve prensler ya da ağalarla bir
şekilde irtibatı olanların karşısında yer alan peygamberlerdi.
Bizim gibi,
Avrupalı materyalist aydınların da, din hakkında anlamadıkları husus şudur:
İmtiyazlı tabakaların ve sömürgecilerin dini olan şirk dinine ait her şeyi,
mutlak manada bütün dine teşmil etmek. Bu yanlıştır, zira tarihte bir din
değil pek çok din vardı. Buna benzer olarak Gurvitch de şöyle demektedir:
“Büyük bir toplum yoktur, toplumlar vardır.”
Dolayısıyla her
toplumu ayrı ayrı ele almak gerekir. Tarihte iki cephe ve iki saf mevcut
olduğu gibi iki de din vardır: Biri, zulüm ve terakki, hakikat, adalet ve
medeniyet düşmanlığı cephesidir. Bu cephe, dinsizlik cephesi değil hırsı ve
sapkın arzuları gerçekleştirmek için insanlara musallat olan şirk dini
cephesidir.
Diğer cephe ise hak
din cephesidir. Hak din, karşı cepheyi ortadan kaldırmak için gelmiştir. Bazı
yönlerden düşüncelerini desteklediğim Avrupalı aydınların bir hususta
haksızlık yaptıklarını ve insafsızca yargıda bulunduklarını görüyorum.
Tabakalar ve ırklar ayrımcılığına, feodal yapıya ve sömürgeciliğe dayanan
Buda, Zerdüşt, Mezdek, Mani ve Yunan dinleri ve din adına dünyaya egemen olan
güçler hakkındaki bütün değerlendirmeleri her iki cepheye de yani hem şirk
dinine hem de hak dine teşmil etmişlerdir. Hâlbuki herkesten önce sıkıntı ve
fakirlik ile tanışan, şirk dinine karşı koyan, bu uğurda hayatlarını
kaybeden, zindanlarda zehirlenen ya da öldürülen ve şirk dininin güçleri
tarafından kendileri ve takipçileri katliama uğrayan Allah ve hakikat
peygamberlerinin dini olan çobanlık dini ile şirk dinini aynı değerlendirmeye
tabi tutmak ilmî gerçeklere, aydın olmaya, ahlaka ve görünen gerçeklere
aykırıdır. Zira tarih boyunca sadece peygamberler, “Sizin dininiz size, benim
dinim bana!” diyerek şirk dininin karşısında durmuşlardır.
Aydınlar,
neredesiniz? Bir konuda tercüme yoluyla değerlendirme yapılamaz. Avrupalının,
kendi dini hakkındaki yargısı nasıldır? Avrupalı üç yüz yıl mücadele etti,
çalıştı, düşündü, inceleme yaptı, ancak Hıristiyanlığın, Avrupa’nın başına
nasıl bir bela getirdiğini anlayabildi. Avrupalılar din hakkında bir yargıda
bulunuyor, biz de hemen kabul ediyoruz; bu, bir aydının tutumu olamaz, böyle
yapan aydın olamaz.
Tarih boyunca, aç
olan, aç kalsın, ekmeği elinden alınsın ve fakirlik var olup devam etsin
diyen bir dini, Ebu Zer’in dini ile aynı tutabilir miyiz? O Ebû Zer ki,
İslâm’ın parlak yüzüdür, bizzat Peygamber’in (s) terbiyesi ile yetişmiştir.
Onun, ırk, sermaye ve kültür adına hiçbir şeyi yoktu; o, kâmil bir insan
olmaktan başka hiçbir şeye sahip değildi. O, hak din tezgâhının, kitabının ve
okulunun ürünüydü. O şöyle diyordu: “Evinde yiyeceği olmayıp da kılıcını alıp
sokağa fırlamayana şaşarım!”
Sahibini söylemeden Avrupa’da bu sözü
söylediğimde, bazıları bunun, Proudhon’a[43]
ait bir söz olduğunu düşündüler; çünkü Proudhon, sert konuşmasıyla bilinir.
Onlara dedim ki, böyle bir söz söylemek Proudhon’un haddine değildir!
Bazıları da Dostoyevski’nin bu sözü söylemiş olabileceğini düşündü. Zira
Dostoyevski şöyle demiştir: “Bir yerde öldürme olayı varsa, olaya
katılmayanların elleri de kana bulaşmış demektir.” Doğrudur!
Dikkat et bakalım,
Ebû Zer ne diyor? Onun söylediğini din söylüyor, dine mensup olan biri değil.
Zaten Ebu Zer, dinin canlı şekliydi, başka bir şey değil. O, başka hiçbir
etki altında kalmadı ve Fransız devrimini yapanlardan biri değil, Gıfar
kabilesinin bir ferdiydi. O şöyle diyordu: “Evinde yiyeceği olmayıp da
kılıcını alıp sokağa fırlamayana şaşarım!” O, fakirliğe neden olana ve
sömürgecilere kılıç çekin demiyordu. Onun çağrısı, bütün toplumu hedef alan
bir çağrıydı. O, toplumda yaşayan herkes, sömürgecilerden olmasa bile yaşanan
açlıktan ve fakirlikten sorumludur, demek istiyordu. Zira bu durumun ortaya
çıkmasında herkesin payı vardır.
Yani toplumdaki
herkesin, aç kalmama neden olan sömürgecilere bir katkısı vardır! Herkes,
benim açlığımdan sorumludur! Ebû Zer, Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın
dediği gibi “Bir toplumun hakları, baskıyla gasp edilirse, o toplum haklarını
almak için ayaklanabilir.” demiyor. Ebû Zer, hak sahibi ve aç olan kişi
hakkını alsın ya da bütün insanlara kılıç çeksin, demiyor. O, aç kalıp da
kılıcını çekmeyene şaşarım, diyor…
Öyleyse, insana ve insan hayatına bu gözle bakan bir dini, açlık olgusunun müsebbibi olan bir din ile aynı değerlendirmeye tabi tutmak insafsızlık, mutlak cahillik ve hem ağlatan hem de güldüren bir durum olmaz mı?
[1]
Saffât, 95.
[2]
Sâmirî: Sâmirî’nin mahiyeti hakkında tefsirlerde farklı görüşler yer
almaktadır. Bazı müfessirlere göre Sâmirî kelimesi, Hz. Musa zamanındaki
Benî İsrail’den bir kişinin adıdır. Ancak Sâmirî, sıradan bir kişi değildi;
çevresinde bazı insanlar vardı ve onlar kendisine itaat ediyorlardı.
(eş-Şevkânî, Muhammed b. Ali, Fethu’l-Kadîr, Dâru’l-Fikr, Beyrut, trs.) İbn
Abbas’tan yapılan bir rivayete göre Sâmirî’nin gerçek adı Musa olup ineğe
tapan bir kavimdendi ve içinde kavminin ibadet sevgisi olduğu halde
müslüman olduğunu söylüyordu. Diğer bir rivayette ise Sâmirî’nin Sâmira
denilen bir yerden olduğu söylenmektedir. (İbn Kesir,
Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azîm, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1401.)
Hıristiyan misyonerler ve Oryantalistler, Sâmirî kelimesinin, bir kişinin
adı olarak Kur’an’da yer aldığı varsayımından hareketle Hz. Muhammed’in (s)
bu ve benzeri konularda kulaktan dolma bilgilere sahip olduğunu,
dolayısıyla da Kur’an’ın vahiy ürünü olamayacağını ileri sürerler. Zira
onların kaynaklarına göre Sâmirî bir kişinin değil, bir kitlenin adıdır.
İşte çağdaş müfessirlerden Mevdudî bu hususa dikkat çektikten sonra onlara
şu şekilde cevap vermektedir: Sâmirî kelimesinin sonundaki ‘ye’ harfi
Sâmirî’nin, o kişinin asıl adı olmadığını göstermektedir. Çünkü Arapça’da
bu harf, kişinin memleketi, kavmi ve akrabalarıyla olan ilgisini göstermek
için kullanılır. Ayrıca baştaki ‘el’ belirlilik takısından da Sâmirî’nin,
aynı kabile veya memlekete mensup birçok kişiden sadece biri olduğu
anlaşılmaktadır. (Mevdudî, Ebû Ala, Tefhîmu’l-Kur’an, III, s. 235.)
[3]
Bel’am-i Ba’ûr: Hz. Musa zamanında yaşayan ve irtidad eden bir din adamı.
“Onlara o herifin kıssasını da anlat ki, ona ayetlerimizi vermiştik, ama o,
onlardan sıyrılıp çıktı, derken onu, şeytan arkası- na taktı da yolunu
şaşırmışlardan oldu. Eğer dileseydik biz onu ayetlerle yüceltirdik, fakat
o, yere alçaklığa saplandı ve hevasının peşine düştü.
Artık onun hali, o
köpeğin haline benzer ki, üzerine varsan da dilini uzatır solur, bıraksan
da solur! İşte böyledir ayetlerimizi inkâr eden o kimselerin durumu;
kıssayı kendilerine naklet, belki biraz düşünürler.” (A’raf, 175–176)
ayetlerinin tefsirinde sadedinde ismi, çeşitli
tefsir ve tarih kitaplarında geçmektedir. Bel’am-i Ba’ûr, dünyevî
çıkar ve hesaplar için Allah’ın dinini tahrif eden, kâfir yöneticilere
yaranmak maksadıyla Allah’ın hükümlerini çiğneyen ve asıl gayesinden
saptıran kimseleri temsil etmektedir. (Şamil İslâm Ansiklopedisi, Bel’am
maddesi, cilt 1.)
[4]
Ferisîler: İkinci Tapınak döneminin sonlarında (M.Ö. 515-M.S. 70)
Filistin’de Museviler arasında ortaya çıkan dinî gurup. Hz. İsa zamanındaki
en popüler akım olan Ferisîlik, dinsel kaynak olarak Eski Ahit’in yanı sıra
Sözlü Torah olarak adlandırılan sözlü geleneği de kabul ediyordu. Yeni
Ahit’e göre Ferisîler, Hz. İsa’ya en çok muhalefet edenlerdi.
Hz. İsa’nın,
bunlara karşı yaptığı birçok tenkit ve konuşma Yeni Ahit metinlerinde yer
alır. (Gündüz, Şinasi, Din ve İnanç Sözlüğü, s. 129, Vadi Yayınları, 1998,
Ankara; Ana Britannica Ansiklopedisi, Ferisîler maddesi, c. 26, İstanbul,
1993, VIII, s. 520)
[5]
Bu ifadeyi kullanmamın nedeni, herkes tarafından daha iyi anlaşılmasıdır. (Müellif)
[6]
Tağut, azmak, azıtmak ve haddi aşmak anlamlarına gelen tuğyân kelimesinden
türemiştir. Terim olarak ise zorla veya isteğe bağlı olarak kendisine
ibadet edilen şey demektir. Bu özelliğe sahip olan her şey tağuttur. Bu bir
put olabileceği gibi bir insan da olabilir. Açık tağut olabileceği gibi
gizli tağut da olabilir. Aslında put gibi cansız unsurlar, doğrudan tağut
olamazlar; zira onların Allah’a karşı bir azgınlıkta bulunma imkânları
yoktur. Dolayısıyla insanlar dışındaki varlıklar olsa olsa tağut için bir
araç ya da bir sembol olabilir. (Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur’an
Dili, II, 869-870)
Allah’a isyan üç derecede olabilir: 1- Allah’ın kulu olduğunu
[7]
İslâm, bütün hak dinlerin adıdır. (Müellif)
[8]
Burada put kelimesinden, hokkabazlık, yalancılık, cehalet ve zulüm üzerine
inşa edilmiş olan ve insanı kulluğa davet
[9]
2. Bakara, 256, 4. Nisa, 60.
[10]
Necm suresi 19. Ayette geçen bu ifadeler, müşrik Arapların taptıkları
putlardan iki tanesinin adlarıdır. Bir sonraki ayette Menât adlı puttan söz
edildiği gibi Nuh suresi 23. Ayette de Yeğûs, Ye’ûk ve Nesr adlı başka
putlardan söz edilmektedir.
[11]
Cebriye: Zorlamak manasındaki cebr kökünden gelen ve bu manaya nisbet
edilen kişiler için kullanılan bir ifadedir. İslâm düşünce tarihine Cebriye
olarak geçen ekolün ana düşüncesi şudur: İnsanın fiilleri, insan kaynaklı
değil Allah kaynaklıdır. İnsanın iş yapma kudreti olmadığı için işlerini
kendi iradesi ile değil, mecburen yapar. Diğer varlıklarda görülen
durumları Allah (c) yarattığı gibi insanın fiillerini de O (c) yaratır.
Fiillerin insana nisbeti, ‘Ağaç meyve verdi.’ ‘Taş yuvarlandı.’ ve ‘Güneş
battı.’ cümlelerindeki işlerin eşyaya nisbeti gibi mecazî bir nisbettir.
İnsan sevap kazanmaya veya ceza görmeye mecburdur. (Ebû Zehra, Muhammed,
İslâm’da Siyasî ve İtikadî Mezhepler Tarihi, s.126, Çev: Hasan Karakaya -
Kerim Aytekin, Hisar Yayınevi, İstanbul, 1983.)
[12]
Emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker, özü tevhid olan dinî veya dünyevî
bir hayra ve faydaya insanları davet etmek demektir. Ma’rûf, İslâm’a uygun
olan, münker ise İslâm’a muhalif olan şeydir. (Yazır, II, s. 1155)
[13]
Allah’ın affının her şeyi kapsadığına inanan, inkârdan başka bütün
günahları affedeceğine hüküm veren, küfür durumunda itaatin faydası
olmadığı gibi iman durumunda da günahın bir zararının olmayacağına inanan
bir inanç ekolüdür. (Ebû Zehra, s. 152.) Bu ekole mensup olanlar, amellerle
imanı tam olarak birbirinden ayırdıkları için idarecilerin hatalı
tasarruflarını da kabullenmişlerdir. (Watt Montgomery, İslâm Düşüncesinin
Teşekkül Devri, Çev: Ethem Ruhi Fığlalı, Birleşik Yayıncılık, İstanbul,
1998.)
[14]
Totem: Bazı kültürlerde klanın ya da kabilenin atası sayılan veya klan ya
da kabileyle soy birliğine sahip olduğu düşünülen hayvanlar, o kabilenin
totemi olarak
[15]
Tabu: Çekinilmesi ve uzak durulması gereken kutsal ve tehlikeli şey
anlamındadır. Tabu sayılan her hangi bir şeye özel bir takım hazırlıklar
yapmadan dokunmak ya da onunla ilişkiye geçmek son derece tehlikeli sayılır.
Bu kurala riayet edilmediği takdirde ilgili nesne ya da varlıkta bulunan
tehlikeli gücün, temas kuran kişiye geçeceği ve ona zarar vereceği
düşünülür. (Şinasi Gündüz s. 356)
[16]
Çeşitli kabile dinlerince nesneler ve insanlarda bulunabileceği düşünülen
elektrik enerjisine benzer bir gizemli güç için kullanılan Polinezya
dilindeki bir terim. (Şinasi Gündüz s. 244)
[17]
‘Ev halkı’ anlamına gelen Ehl-i beyt terkibi, ev sahibi ile onun eşini,
çocuklarını, torunlarını ve yakın akrabalarını kapsamına alır. Cahiliye
devri Arap toplumunda kabilenin hâkim ailesini ifade
[18]
Bu genelleme, genellemelerin çoğunda olduğu gibi içinde bazı sorunlar ve
riskler barındırmaktadır. Zira bu kuralı sosyal ve ekonomik içerikli
ayetlere tam olarak uygulama imkânı yoktur. Ancak bazı ayetler için böyle
bir şey söylenebilir. Mesela bu kuralı, yukarıdaki örneklerde olduğu gibi
bu ayetlere uygulamak mümkün değildir: “Eğer Allah insanların (en-nâs) bir
kısmını bir kısmı ile defetmeseydi manastırlar, kiliseler, havralar ve
içinde Allah'ın adı çok anılan mescitler elbette yıkılırdı.” (22. Hac, 40)
ve “Kim, bir cana kıymayan veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayan bir nefsi
öldürürse, bütün insanları (en-nâs) öldürmüş gibi olur. Kim de bir nefsin
yaşamasına sebep olursa, bütün insanları (en-nâs) yaşatmış gibi olur” (5.
Maide, 32).
[19]
Hadîd, 11.
[20]
Mele’: Toplandıkları zaman göz ve yer dolduracak kalabalıkta olan topluluk
anlamında olup bir toplumda söz sahibi olan ve toplumun ileri gelenleri
için kullanılan bir ifadedir. (Yazır, II, s. 827.) Mele’ kelimesi, her ne
kadar Kur’an’ı Kerim’de sarihî bir şekilde olumsuz bir içerikle
kullanılmamışsa da, geçtiği hemen her yerde kafirler topluluğunun ileri
gelenleri olarak kullanıldığından böyle bir içeriğe bürünmüştür. Yazarın,
bu ifadeyi olumsuz bir içerikle kullanması da bundan ötürü olmalıdır.
Mütref: Sahip olduğu zenginlik ve bolluktan dolayı şımarıp ömrünü bayağı
arzularla heba
[21]
Hinduizmin en eski ve en önemli kutsal literatürü. Bu dinsel literatürün on
bin yıllık bir tarihi olduğuna inanılır. Vedalar, uzun zaman ezber yoluyla
nesilden nesile aktarılmıştır. Veda, kutsal bilgi anlamına gelir.
Genellikle tanrılara methiyeyi konu alan ilahilerden oluşur. (Gündüz, s.
383)
[22]
Lao Tse/Lao Tze: M.Ö. 604 yılında ortaya çıktığı sanılan Taoizm’in
kurucusu. Chou’da imparatorluk arşivinde çalışan ve emekli olan Lao’nun
mitolojik bir figür de olduğu düşünülür. Taoizm’in kutsal kitabı Tao Te
Ching (Yol ve Onun Gücü Klasiği) ona atfedilir. Yaşamının sonlarına doğru
Lao’nun, bir öküz üzerinde dağlara doğru gittiğine ve orada kaybolduğuna
inanılır. (Gündüz,s. 233.)
[23]
Tarihten kastımız, tarihin ıstılahî anlamı olan insan toplumunun yaşam
macerası ve onun başından geçenlerdir. (Müellif)
[24]
Mutlak zaman anlamına gelen dehr kelimesine nisbet olan dehrî kavramı,
İslâm dünyasında genel olarak materyalist ve ateist düşünce akımları için
kullanılır. İslâm’dan önce bazı Cahiliye Arap larının da bu düşünceye sahip
olduğunu Kur’an şöyle ifade etmektedir: “Hem dediler ki: Hayat ancak bizim
şu dünya hayatımızdan ibarettir. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman (dehr)
yok eder! Hâlbuki bu hususta bir bilgileri yoktur. Onlar sadece
zannederler.” (Câsiye, 24) Ayette geçen dehr kelimesinin dehrî şeklinde
kullanımı ise sonraki bir gelişmedir. (TDVİA, Dehriyye mad, cilt 9.)
Dehrîler, bütün metafizik gerçekleri inkar ederler. Dinleri ve
peygamberleri lüzumsuz görürler. Bundan dolayı da kendilerine zenadıka adı
verilmiştir. (Şamil İslâm Ansiklopedisi, Zındık maddesi, cilt 6.)
[25]
Kafir, dini olan insandır, dinsiz insan değildir. İbrahim (a.s), Musa (a.s)
ve İsa (a.s) ile savaşanlar, din muhafızları idiler; dinî duyguları olmayan
kimseler değillerdi ve din adına yeni dinin peygamberiyle savaşıyorlardı.
(Müellif)
[26]
Kâfirûn, 1.
[27]
Kâfirûn, 3.
[28]
Kâfirûn, 6.
[29]
Kur’an’da böyle bir ifade bulunmamaktadır. Buna en yakın Kur’an ifadesi
“Mülk Allah’ındır.” (Zümer, 6;.Teğâbun, 1) ifadesidir. Müellifin, Kur’an’da
bulunmayan bir ibarenin Kur’an’da varmış gibi dile getirmesi, bir
duyarlılık eksikliğini gösterse de kötü niyete hamledilmemelidir. Bu,
aşikar bir gerçek olduğu için üzerinde durmaya değer görmüyoruz.-Çev.notu)
[30]
Bu hadis, kaynaklarda “Varlıklar, Allah’ın ailesidir.” şeklinde
geçmektedir. Taberânî, Ebû Nu’aym ve Beyhakî gibi muhaddislerin naklettiği
bu hadisi, en-Nevevî, senedinden dolayı zayıf olarak kabul etmektedir.
Bununla birlikte bu hadisin, mana bakımından genel olarak kabul edildiğini
görüyoruz. Bazı âlimler, bu hadisteki ıyâl ifadesinin mecaz olduğunu
düşünüp hadisi şu şekilde yorumlamışlar: İnsanlar, kendi ailelerinin
geçimlerini sağladıkları gibi Allah da bütün varlıkların rızkını vererek
onların hayatlarını idame etmesini sağlamaktadır. Bazıları da, hadisteki
ıyâl kelimesinin fakir ve muhtaç anlamına geldiğinden hareketle hadisi şu
şekilde anlamlandırmışlardır: Bütün varlıklar, Allah’a muhtaçtır.
(el-Aclûnî, İsmail b. Muhammed, Keşfu’l-Hafâ’, I, s. 457-458,
Müessesetu’r-Risâle, 1405, Beyrut.)
[31]
Rab, sahip demektir, yaratıcı demek değildir. (Müellif)
[32]
‘Allah ve insan dini’ başlangıçtan günümüze kadar, peygamberlerin,
insanları kendisine çağırdığı dindir. Ancak tarihî süreçte söz sahibi olan
muhalif güçler, bu dinin toplumda hayat bulmasına imkân vermemişlerdir.
Bunun için, insanlar, her bakımdan öyle güce, şuura ve fikrî olgunluğa
ulaşmalılar ki, bu dini topluma hâkim kılabilsinler ve şirk dinini ortadan
kaldırabilsinler. İnsanlar, hiçbir zaman böyle bir olgunluğa ulaşmadıkları
için, tarihin ve toplumun dizginlerini mele’ve mütrefinlerin elinden alıp
kendi kaderlerini tayin edememişlerdir. Bundan dolayı da İbrahimî din,
hiçbir zaman istediği gibi bir toplum oluşturamamıştır. Yiğit insanlara
düşen de böyle bir toplum oluşturmaktır. (Müellif)
[33]
Firdevsî (ö. 1020): İran’ın milli destanı Şehnâme’nin müellifi. Başlangıçta
diğer şairler gibi gazel ve kasideler yazan Firdevsî, bir süre sonra
döneminin de etkisinde kalarak eski İran tarihine büyük bir ilgi duydu. O
dönemin eserlerinden faydalanmak için babasından veya Zerdüştî rahiplerden
Pehlevîce öğrendi. Şiir yazacak kadar da iyi Arapça biliyordu. (TDVİA,
Firdevsî maddesi, c. 13)
[34]
Ahura Mazda: Mecusilikte, her şeyi bilen, yaratan yüce tanrı anlamındadır.
Ahura ‘ilahî varlık’, Mazda ise ‘hikmet ve aydınlanma’ demektir. Ahura
Mazda, gerçeğin, kutsalın, iyiliğin ve sağlığın yaratıcısıdır. Ondan
kötülük kaynaklanmaz; dolayısıyla o, Ehrimen’in karşısında yer alır. Ahura
Mazda’nın etrafında kötülüğe karşı savaşan sayısız ilahî varlık bulunduğu
kabul edilir. İnanışa göre Ahura Mazda, sonunda Ehrimen’i yenecek ve
böylelikle iradesi tamamıyla gerçekleşmiş olacaktır. (Gündüz, Şinasi, Din
ve İnanç Sözlüğü, s. 22, Vadi Yayınları, Ankara, 1998.)
[35]
Ehrimen: Mecusiliğin kötülük ve eksiklik ruhu, tanrı Ahura Mazda’nin rakibi
ve düşmanı. Ehrimen’in hayata karşı ölümü yarattığına; kötü varlıkları,
sürüngenleri, vahşi hayvanları, kötü inancı, bozgunculuğu vb. bütün kötü
unsurları yönlendirdiğine ve bunları iyi ve güzel olanların üzerine
saldığına inanılır. (Gündüz, s. 22.)
[36]
Zerdüşt: Zerdüştlüğün kurucusu olan kişidir. M.Ö. 628-551 yılları arasında
yaşadığı söylenir. Kendisine atfedilen Avesta kitabının Gatalar kısmında
tek tanrıcı görüş ve düşünceleriyle dikkat çeker. İran’da halkın çok
tanrıcılığı terk etmesi ve tek yüce tanrıya tazimde bulunması için yoğun
çaba harcamıştır. (Gündüz, s. 404) Zerdüşt döneminden sonra ise bu tek
tanrıcı inanışlardan eski İran’ın çok tanrıcı dinlerine doğru bir hareket
olmuştur. Zerdüştlük, iyiliğin kaynağı Ahura Mazda ve kötülüğün kaynağı
Ehrimen şeklindeki düalist bir düşünceye dayanmaktadır. (Gündüz, s. 252)
Zerdüşt, Hz. Musa ve Hz. İsa gibi gerçek bir peygamber olarak
değerlendirenler de vardır. (Farukî, İsamil R., Tevhid, s. 44, çev. Dilaver
Yardım, İnsan Yayınları, 1987, İstanbul.)
[37]
İzed ve Hudâ adlarındaki antik İran tanrıları, İranlılar tarafında Enîran
ile savaşıyorlardı. Bunun anlamı şudur: Kötü ve pis olan Enîran’a karşı
sürdürülen savaşta evrenin tanrıları bile İran’ın üstün ırkının yanında yer
alıyorlardı. Enîran ise İranlı değildi. Görüyoruz ki, burada da din, bu tür
yollarla ırkî ve sınıfsal statükoyu muhafaza etmiştir. Zaten bu görevi her
zaman din yapmıştır. (Müellif)
[38]
S. Radhakrishnan (1888-1975): 1962-67 yılları arasında Hindistan
cumhurbaşkanı olan Hintli bilim ve devlet adamı. Radhakrishnan, Doğu
dinleri ve ahlakı üzerine yaptığı çalışmalarıyla tanınmaktadır. (Ana
Britannica, Radhakrishnan maddesi, c. 26.)
[39]
Tarih boyunca bütün peygamberler, bu şirk dinine karşı mağlup olmuşlardır.
Bir gerçek vardır ki, peygamberler dışında şirk dini ile mücadele eden
olmamıştır. (Müellif)
[40]
Hadis kaynaklarında böyle bir ifade geçmemektedir. Buna benzer olarak hadis
kaynaklarında şöyle bir ifade yer almaktadır: “Ümmetimin âlimleri, Benî
İsrail’in peygamberleri gibidir.” Ancak bu haliyle bile hemen hemen bütün
alimler, bunu aslı olmayan bir söz olarak kabul etmişlerdir. Bunların
yerine “Peygamberler, dinar ya da dirhem değil, ilim miras bırakırlar.”
hadisi daha kabule şayan olarak görülmüştür. (El-Aclûnî, II, s. 83.)
[41]
A’raf, 176.
[42]
Elbette ki, onların vardıkları sonuçların tümünün doğru olduğunu söylemek
istemiyorum. (Müellif)
[43]
Proudhon,
Pierre-Joseph (1809-1865): Fransız radikal siyaset kuramcısı ve gazeteci.
Geliştirdiği görüşler, anarşist kuramın temelini oluşturmuştur. “Mülkiyet
hırsızlıktır!” sözünde olduğu gibi sert ve dikkat çekici görüşleriyle
tanınmıştır.
(Ana Britannica,
Proudhon maddesi, c. 26.) |