eKitap: www.IslamKutuphanesi.com

KUR'AN'DA HZ.İSA VE ANNESİ'NİN ÖYKÜSÜ

1- İsa ve Annesinin Kıssası Kur'an'da Nasıl Geçer?

İmran'ın karısı, Mesih'in annesi İmran kızı Meryem'e hamile kalır. Karnındaki bebeği, doğurduğu zaman özgür kılınmış olarak mescide hizmet etmek üzere adar. O, karnındaki bebeğin erkek olduğunu sanır. Çocuğu doğurup kız olduğunu anlayınca üzülür, iç geçirir. Sonra ona, "hizmet eden kadın" anlamına gelen "Meryem" adını verir. Meryem doğmadan önce babası ölür. Annesi onu mescide getirir ve kahinlere teslim eder. Hz. Zekeriya da aralarındadır. Onun sorumluluğunu yüklenme hususunda birbirleriyle tartışırlar. Sonunda kura çekme hususunda anlaşırlar. Kura amacıyla oklar çektiklerinde kura Zekeriya'ya çıkar. Bunun üzerine Zekeriya onun sorumluluğunu üstlenir. Erişkinlik çağına gelince, onu diğer kahinlerden ayıracak şekilde araya bir perde çekerler. Meryem bu özel bölmede Allah'a ibadet ederdi. Sadece Zekeriya yanına girebilirdi. Zekeriya mihrapta onun yanına girdiği her seferinde yanında bir rızk bulurdu. Zekeriya; "Bunlar sana nereden geldi ey Meryem?" diye sorardı. O da; "Allah katından. Allah dilediğine hesapsız rızk verir." cevabını verirdi. Meryem (s.a) doğru sözlüydü. Allah tarafından günahlardan korunmuştu, masumeydi. Tertemizdi, arınmış ve seçilmişti. Meleklerin konuştuğu bir muhaddesti. Melekler ona; "Allah seni seçti ve arındırdı." demişlerdi. O, Rabbine gönülden boyun eğendi ve Allah'ın alemlere olan ayetlerindendi. (Âl-i İmrân, 35-44; Meryem, 16; Enbiya, 91; Tahrim, 12)

O, kendisine ayrılan özel bölmesinde bulunduğu bir sırada yüce Allah ona Ruh'u (Cebrail) gönderdi. Ruh ona normal bir insan olarak göründü. Ruh, Allah tarafından kendisine elçi olarak gönderildiğini ve görevinin Allah'ın izniyle ona babasız olarak bir çocuk bahşetmek olduğunu söyledi. Çocuğunun göstereceği göz kamaştırıcı mucizeleri müjdeledi. Yüce Allah'ın, onun oğlunu Ruh-ul Kudüs'le destekleyeceğini, ona kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğreteceğini, yüce Allah'ın apaçık ayetler desteğinde onu İsrailoğullarına elçi olarak göndereceğini haber verdi. Onun misyonunu ve kıssasını anlattı. Sonra Ruh ona üfledi. Böylece normal bir şekilde gebe kalan bir kadın gibi çocuğuna gebe kaldı. (Âl-i İmrân, 45-51)

Sonra Meryem, onunla ıssız bir yere çekildi. Doğum sancıları onu bir hurma dalına doğru sürükledi. "Keşke bundan önce ölseydim de hafızalardan silinip unutuluverseydim." dedi. Altından bir ses ona şöyle seslendi: "Üzülme, Rabbin senin ayağının altında bir ark akıtmıştır. Hurma dalını kendine doğru salla, üzerine henüz oluşmuş taze hurma dökülüverir. Ye, iç gözün aydın olsun. Eğer insanlardan birini görürsen, ona; "Ben Rahman olan Allah'a oruç adadım, bugün hiç kimseyle konuşmayacağım." de. Böylece onu taşıyarak kavmine geldi." (Meryem, 20-27) Meryem'in İsa'ya hamile kalması, onu doğurması, İsa'nın konuşması ve diğer varoluşsal özellikleri diğer insanlardan farklı değildi.

Kavmi onu bu halde görünce, onu kınamaya, ayıplamaya başladılar. Çünkü karşılarında gördükleri manzara, bir kadının kocasız olarak gebe kalıp bir çocuk doğurmuş olmasıydı. Dediler ki: "Ey Meryem, sen gerçekten şaşılacak bir iş yaptın. Ey Harun'un kız kardeşi, senin baban kötü bir kişi değildi ve annen de azgın, utanmaz bir kadın değildi." Bunun üzerine Meryem çocuğu gösterdi. Dediler ki: "Henüz beşikte olan bir çocukla biz nasıl konuşabiliriz?!" Çocuk şunları söyledi: "Şüphesiz ben, Allah'ın kuluyum. Allah bana kitap verdi ve beni peygamber kıldı. Nerede olursam olayım, beni kutlu kıldı ve hayat sürdüğüm sürece, bana namazı ve zekatı vasiyet etti; anneme itaati de. Ve beni mutsuz bir zorba kılmadı. Selam üzerimdedir doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak yeniden kaldırılacağım gün." (Meryem, 27-33)

Hz. İsa'nın henüz beşikteyken yaptığı bu konuşma, ileride zulme ve azgınlığa karşı gerçekleştireceği hareketin, Musa'nın (a.s) şeriatını yeniden canlandırıp pekiştireceğinin, silikleşen kavramları yenileyece-ğinin ve hakkında ihtilafa düştükleri ayetleri onlara açıklayacağının bir ön işareti, parlak bir haykırışı niteliğindeydi.

Sonra İsa (a.s) büyüdü, delikanlılık çağına geldi. O ve annesi, herkes gibi yiyip içiyorlardı. Yaşadıkları sürece diğer insanlarda bulunan varoluşsal arazlar, özellikler onlarda da vardı.

Sonra Hz. İsa'ya İsrailoğullarına tebliğ etmek üzere risalet, peygamberlik verildi. O da bu misyonu yüklenir yüklenmez, onları tevhit dinine davet etti. Şöyle diyordu: "Ben size Rabbinizden bir ayetle geldim. Ben sizin için kuş şeklinde çamurdan bir şey yapar, sonra onun içine üflerim ve o Allah'ın izniyle bir kuş oluverir. Allah'ın izniyle doğuştan körü, alacalıyı iyileştiririm, ölüleri diriltirim. Yediklerinizi ve evlerinizde depoladıklarınızı size haber veririm. Bunda sizin için bir ayet vardır. Hiç kuşkusuz, Allah, benim de, sizin de Rabbinizdir. Şu halde O'na ibadet edin."

Hz. İsa (a.s) İsrailoğullarını getirdiği yeni şeriata çağırıyordu. Bu şeriatın özü, Hz. Musa'nın şeriatını tasdik etmekti. Ancak, Yahudilere zorluk olsun diye Tevrat'ta haram kılınan bazı şeylere ilişkin hükümleri de yürürlükten kaldırıyordu. Diyordu ki: "Ben size hikmet getirdim. Hakkında ihtilafa düştüğünüz bazı konuları size açıklamak için geldim." Yine diyordu ki: "Ey İsrailoğulları, ben Allah'ın size gönderdiği elçisiyim. Benden önceki Tevrat'ı tasdik etmek ve benden sonra gelecek adı Ahmed olan peygamberi müjdelemek üzere gönderildim."

Hz. İsa (a.s), kuş yaratmak, ölüleri diriltmek, doğuştan kör olanları ve alaca hastalığına yakalananları iyileştirmek ve gizli olan bazı şeyleri haber vermek gibi sözünü ettiği tüm mucizeleri, Allah'ın izniyle gerçekleştirdi.

İsrailoğullarının iman etmelerinden ümidini kesinceye kadar onları Allah'ın birliğine ve yeni şeriatına davet etti. Soydaşlarının dik başlılıklarını, inatlarını, kahinlerin ve hahamların büyüklük taslamalarını görerek inanmalarından ümidini kesince, kendisine inanan bir avuç havariyi Allah'ın dininin yardımcıları olarak seçti.

Sonra Yahudiler onu öldürmek amacıyla ayaklandılar. Bunun üzerine Allah onu aldı ve katına yükseltti. Yahudiler birilerini ona benzettiler. Bazıları; "Biz onu öldürdük.", bazıları da; "Biz onu astık." dediler. Fakat doğrusu onlar karıştırıyorlardı. (Âl-i İmrân, 45-58; Zuhruf, 63-65; Saff, 6-14; Mâide, 110-111; Nisâ, 157-158) Kur'an'ın İsa ve annesiyle ilgili değerlendirmesi özetle bundan ibarettir.

2- İsa'nın Allah Katındaki Yeri ve Kendisinin    Tanımladığı Konumu

O, Allah'ın bir kuluydu ve peygamberdi. (Meryem, 30) İsrailoğulla-rına gönderilmiş bir elçiydi. (Âl-i İmrân, 49)Şeriat ve kitap sahibi beş çı-ğır açıcı (ulu'l-azm) peygamberden biriydi. Kendisine kitap olarak İn-cil verilmişti. (Ahzab, 7; Şurâ, 13; Mâide, 46) Yüce Allah onu "Mesih İsa" olarak isimlendirmişti. (Âl-i İmrân, 45)Allah'ın kelimesi ve O'ndan bir ruhtu. (Nisâ, 171) İmamdı. (Ahzab, 7) Ameller tanıklarındandı. (Nisâ, 159; Mâide, 117) Resulullah Efendimizin (s.a.a) müjdeleyicisiydi. (Saff, 6) Dünya ve ahirette gözdeydi, yakınlaştırılmışlardandı. (Âl-i İmrân, 45) Se-çilmişlerdendi. (Âl-i İmrân, 33) Seçkinlerden ve salihlerdendi. (En'âm, 85-87) Nerede olursa olsun mübarek kılınmıştı. İnsanlar için bir ayet ve Allah'tan bir rahmetti. Annesine karşı itaatkardı. Üzerine selam edilen-lerdendi. (Meryem, 19-33) Allah'ın kitap ve hikmet öğrettiklerindendi. (Âl-i İmrân, 48) Velayet makamına ilişkin bu yirmi iki nitelik, yüce Allah'ın bu ulu peygamber için saydığı ve bunlar vasıtasıyla derecesini yükselttiği vasıflardır. Bu nitelikler iki kısımdır. Bir kısmı, kulluk, yakınlık ve salihlik gibi kesbidir, kazanmaya, çalışmaya bağlıdır. Diğer bir kısmı ise, vehbidir, ona özgü niteliklerdir. Bunların her birini, anladığımız kadarıyla kitabın akışı içinde yeri geldikçe açıklamışızdır. Daha ayrıntılı bilgi için adı geçen açıklamalara başvurulabilir.

3- Hz. İsa Ne Söyledi? Onun Hakkında Ne Söylendi?

Kur'an, İsa'nın elçi olarak görevlendirilmiş bir kul olduğunu söyler. Onun kendisiyle ilgili olarak daha sonraları ortaya atılan yakıştırmaları kendisine nispet etmediğini vurgular. Muhataplarına sadece risaletten söz ettiğini belirtir. "Allah; "Ey Meryem oğlu İsa!" dedi, "Sen mi insanlara; "Allah'tan başka, beni ve annemi iki ilah edinin." dedin?" O; "Seni tenzih ederim." dedi, "Hakkım olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz. Eğer bunu söylediysem, mutlaka bilmişsindir. Sen, benim nefsimde olanı bilirsin, ama ben senin zatında olanı bilmem. Hiç kuşkusuz sen, tüm gizlilikleri bilensin. Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim, "Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin." dedim. İçlerinde olduğum sürece de onlara şahittim. Sen beni alınca, üzerlerindeki gözetleyici sendin. Zaten sen her şeye şahitsin. Onlara azap edersen, hiç şüphesiz onlar senin kullarındır. Onları bağışlarsan da, şüphesiz sen azizsin, hikmet sahibisin." Allah; "Bu, doğrulara, doğru söylemelerinin yarar sağladığı gündür." dedi." (Mâide, 116-119)

Bu ifadeler son derece ilginçtir. Kulluğun özünü içeriyor. İsa'nın Rabbi karşısında kendisine biçtiği yeri yansıtan göz kamaştırıcı edep tavrını kapsıyor. Onun insanlar ve amelleri karşısında kendisini nasıl bir yerde gördüğünü ifade ediyor. Bu ayetlerde çizilen tabloda, onun kendisini Rabbi karşısında bir kul olarak gördüğü anlatılıyor. Tek görevi, Rabbinin buyruğunu yerine getirmek ve O'nun emirlerine uymaktır. Ne yaptıysa ilahi bir emir doğrultusunda yapmıştır, ne söylediyse Rabbani bir buyrukla söylemiştir. Tek ve ortaksız Allah'a kulluk sunmaktan başka bir çağrıda bulunmamıştır. Kendisine ne emredilmişse, insanlara da onu söylemiştir. "Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin." demiştir.

İnsanlar karşısında, onların amellerine tanıklık etmekten başka bir yükümlülüğü yoktu. İnsanların Allah'ın huzuruna döndükleri gün, onlara ne yapacağı, nasıl davranacağı konusunda yapabileceği bir şey yoktur. Allah dilerse onları bağışlar, dilerse onlara azap eder.

Eğer desen ki: Şu halde, daha önce şefaat konusunu işlerken, Hz. İsa'nın (a.s) da kıyamet günü şefaat edecek ve şefaati kabul edilecek kişilerden olduğuna ilişkin söylenen söz ne anlam ifade eder?

Buna cevap olarak derim ki: Kur'an'ın bu konudaki ifadesi açık veya açığa yakındır. Yüce Allah bu hususta şöyle buyuruyor: "O'nun dışında taptıkları, şefaatte bulunmaya malik değildirler; ancak bilerek hakka şahitlik edenler başka." (Zuhruf, 86) Hz. İsa hakkında da şöyle buyurmuştur: "Kıyamet günü de o, onların aleyhine şahit olacaktır." (Nisâ, 159) "Sana kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncili öğrettim." (Mâide, 110) Daha önce şefaatin anlamıyla ilgili olarak yeterli açıklamalarda bulunduk. Bu ise, Hıristiyanların ileri sürdükleri kendini feda etme olayından tamamen farklıdır. Çünkü fidye ve karşılık olayında cezanın ortadan kaldırılması söz konusudur. İleride açıklayacağım gibi bunun anlamı, mutlak ilahi otoritenin geçersiz kılınmasıdır. Ayet, bunu olumsuzluyor. Şefaate gelince; ayette olumlu ve olumsuz yönde bununla ilgili bir değerlendirmeye yer verilmiyor. Çünkü eğer, ayet şefaatin ispatıyla ilgili olsaydı, konunun akışıyla bağdaşmayacağı bir yanda dursun,[7] ifadenin şu şekilde kurulması gerekirdi: "Onları bağışlarsan da, şüphesiz sen, bağışlayansın, rahimsin." Yok eğer, şefaatin olumsuzlaşmasıyla ilgili olsaydı, bu durumda insanlara şahit olmasından söz edilmesinin bir anlamı olmazdı. Şimdilik bu şekilde genel bir açıklamada bulunuyoruz. İnşallah ayetleri tefsir ederken daha detaylı değerlendirmelere yer vereceğiz.

İnsanların Hz. İsa'yla ilgili olarak söylediklerine gelince; her ne kadar Hz. İsa'dan sonra insanlar çeşitli mezheplere bölündüler, inanç ve ibadet tarzları arasında büyük farklılıklar baş gösterdi, temel meselelerle ilgili ihtilafları sonucu yetmişi aşkın grup ortaya çıktı ve mezheplerin kendi içindeki ayrılıkları sayılmayacak kadar fazla olduysa da, ancak Kur'an-ı Kerim, sadece onların İsa ve annesiyle ilgili olarak söylediklerinin üzerinde durur. Çünkü bunların tevhidin temeliyle ilgisi vardır; Kur'an'ın davetinin ve dosdoğru fıtrat dininin tek hedefi de tevhittir. Ayetlerin tahrifi ve İsa'nın insanların günahlarının bağışlanması için feda edilmesi gibi ayrıntılara gelince; Kur'an bunların üzerinde pek durmamıştır.

Kur'an-ı Kerim, kitap ehlinin Hz. İsa'yla ilgili sözlerine veya onlara nispet ettiği nitelemelere şu şeklide yer verir: "Hıristiyanlar da; "Mesih, Allah'ın oğludur." dediler." (Tevbe, 30) Bu anlamı içeren daha birçok ayet vardır. Mesela, şu ayetler gibi: "Dediler ki: "Rahman, çocuk edindi." O, (bu tür yakıştırmalardan) yücedir." (Enbiyâ, 26) "And-olsun, "Allah, Meryem oğlu Mesih'tir." diyenler küfre saptılar." (Mâi-de, 72) "Andolsun, "Allah üçün üçüncüsüdür." diyenler küfre saptılar." (Mâide, 73) "...Üçtür, demeyiniz." (Nisâ, 171)

Yukarıda sunduğumuz ayetler, zahirleri itibarıyla farklı anlamlar ve içerikler kapsayan değişik ifadeler ihtiva ediyorlar. Bu yüzden de bazıları, bunları değişik Hıristiyan mezheplerin yaklaşımlarına yorumlamışlardır.[8] Örneğin; Melikaniye mezhebi, Hz. İsa'nın gerçekten Allah'ın oğlu olduğunu savunur. Nasturiler, inişin ve oğulluğun nurun billur gibi şeffaf bir cisme yansımasına benzediğini söylerler. Yakubiler, bunun bir tür dönüşüm olduğunu savunurlar. Onlara göre, Tanrı kan ve ete dönüşmüştür. Allah bu tür yakıştırmalardan yücedir.

Ancak Kur'an, doğrudan onların değişik mezheplerinin ayrıntılı görüşleriyle ilgilenmez. Onların tümünün üzerinde birleştikleri bir söz, yâni Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğu iddiası üzerinde durur. Hz. İsa'yı da yüce Tanrı gibi biri olarak değerlendirmelerini yoğun bir şekilde eleştirir. Yine buna bağlı olarak geliştirilen "teslis" inancı üzerinde durur. Bu konuda Hıristiyan mezheplerin farklı yorumlar getirmeleri önemli değildir; tartışma ve çekişmelerin girdabına girmiş olmaları da. Bunun kanıtı, Kur'an'da tümüne birden tek bir eleştiri ve itirazın yöneltilmiş olmasıdır.

Bunu şöyle açıklayabiliriz: Bugün mevcut bulunan Tevrat ve İnciller, bir yandan Tanrının tekliğini açık bir dille ifade ederler; diğer yandan İncil, Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu ileri sürer ve oğul babadır, başka değil, der.

Hıristiyanlar, İncil'de geçen "oğul" kavramını onurlandırma ve kutsama ifadesi olarak yorumlamaya yanaşmazlar. Oysa İncil'in birçok yerinde, söz konusu kavram, açıkça bu anlamda kullanılmıştır. Şurâda olduğu gibi: "Fakat ben size derim: Düşmanlarınızı sevin ve size eza edenler için dua edin ki, siz göklerde olan Babanızın oğulları olasınız; zira o, güneşini kötülerin ve iyilerin üzerine doğdurur; ve salih olanlar ile olmayanların üzerine yağmurunu yağdırır. Çünkü eğer sizi sevenleri severseniz, ne karşılığınız olur? (Romalıların) Vergi mültezimleri de öyle yapmıyorlar mı? Ve yalnız kardeşlerinizi selamlarsanız, fazla ne yapmış olursunuz? Putperestler de öyle yapmıyorlar mı? Bundan dolayı, semavî Babanız kâmil olduğu gibi siz de kâmil olun." (Matta İncili, Bap 5 : 44-48.)[9]

Bir başka yerde şöyle der: "Sizin ışığınız insanların önünde böyle parlasın da, sizin iyi işlerinizi görsünler, ve göklerde olan Babanıza hamdetsinler." (Matta İncili, Bap 5 : 16.)

Yine der ki: "Sakının, insanlara salâhınızı onların önünde gösteriş için yapmayın; yoksa göklerde olan Babanızın önünde karşılığınız olmaz." (Matta İncili, Bap 6 : 1.)

Yine der ki: "İmdi siz şöyle dua edin: Ey göklerde olan Babamız, İsmin mukaddes olsun." (Matta İncili, Bap 6 : 9.)

Yine der ki: "Çünkü insanlara suçlarını bağışlarsanız, semavî Babanız da size bağışlar." (Matta İncili, Bap 6 : 14.)

Veya der ki: "Babanız nasıl merhametli ise, siz de merhametli olun." (Luka İncili, Bap 6 : 36.)

Mecdelli Meryem'e şöyle der: "...fakat kardeşlerime git, ve onlara söyle: Benim Babamın ve sizin Babanızın, benim Allahımın ve sizin Allahınızın yanına çıkıyorum." (Yuhanna İncili, Bap 20 : 17.)

İncillerden aktardığımız bu parçalarda, yüce Allah hakkında "baba" ifadesi, İsa ve diğer insanlara nispet bir onurlandırma niteliği olarak kullanılıyor.

Bazı yerlerde ise, babalık ve oğulluğun birbirlerini tamamlar şekilde birleştikleri anlamına gelen ifadelere yer verilir. Şu sözler gibi: "İsa bu şeyleri söyledi ve gözlerini göke kaldırıp dedi: "Ey Baba, saat geldi; Oğlunu taziz eyle ki, Oğul seni taziz etsin." Sonra öğrencilerinden elçileri için dua eder ve şöyle der: "Yalnız onlar için değil, fakat onların sözü ile bana iman edecek olanlar için de, hepsi bir olsunlar diye, yalvarıyorum; nasıl ki, ey Baba, sen bendesin, ve ben de sendeyim, onlar da bizde olsunlar da, beni sen gönderdiğine dünya iman etsin. Bana verdiğin izzeti ben de onlara verdim ki, biz bir olduğumuz gibi, onlar da bir olsunlar; ben onlarda, ve sen bende, ta ki, bir olmak üzere tamamlanmış olsunlar; ve beni sen gönderdiğini, ve beni sevdiğin gibi onları sevdiğini dünya bilsin." (Yuhanna İncili, Bap 17 : 1 ve 20-23.)

Ancak İncillerde yer alan bazı ifadelerin zahirleri, onları onurlandırmaya yönelik nitelikler biçiminde yorumlamaya elverişli değildirler. Şu ifadeler gibi:

"Tomas ona dedi: Ya Rab, nereye gidiyorsun bilmiyoruz, yolu nasıl biliriz? İsa ona dedi: "Yol ve hakikat ve hayat benim; ben vasıta olmadıkça, Babaya kimse gelmez. Eğer beni tanımış olsaydınız, Babamı da tanımış olurdunuz; şimdiden onu biliyorsunuz, ve gördünüz. Filipus ona dedi: Ya Rab, Babayı bize göster, ve bize o yeter." İsa ona dedi: Bu kadar zaman sizin ile beraberdim de, beni tanımadın mı, ey Filipus? Beni görmüş olan, Babayı görmüş olur; sen nasıl: Babayı bize göster, diyorsun? İman etmiyor musun ki, ben Babadayım Baba da bendedir? Ben size söylediğim sözleri kendiliğimden söylemem; fakat bende duran Baba kendi işlerini yapar. Bana iman edin, ben Babadayım, Baba da bendedir." (Yuhanna İncili, Bap 14 : 5-11.)

"...çünkü ben Allahtan çıkıp geldim; çünkü ben kendiliğimden de gelmedim; fakat o beni gönderdi." (Yuhanna İncili, Bap 8 : 42.)

"Ben ve Baba biriz." (Yuhanna İncili, Bap 10 : 30.)

Öğrencilerine der ki: "İmdi, siz gidip bütün milletleri şakirt edin, onları Baba ve Oğul ve Ruhülkudüs ismiyle vaftiz[10] eyleyin." (Matta İncili, Bap 28 : 19.)

"Kelâm başlangıçta var idi, ve Kelâm Allah nezdinde idi, ve Kelâm Allah idi. O, başlangıçta Allah nezdinde idi. Her şey onun ile oldu, ve olmuş olanlardan hiç bir şey onsuz olmadı. Hayat, onda idi, ve hayat insanların nuru idi." (Yuhanna İncili, Bap 1 : 1-4.)

İncillerde yer alan bu ve benzeri ifadeler, Hıristiyanları birlik içinde teslis inancını benimsemeye itmiştir.

Bundan maksat, hem Mesih'in Allah'ın oğlu olduğu iddiasını korumak, hem de Mesih'in, öğretilerinde açıkça vurguladığı tevhidi korumaktır. Çünkü Mesih'in tavsiyelerin başında şu gibi ifadeler gelir: "Dinle, ey İsrail; Allahımız Rab bir olan Rabdir." (Markos İncili, Bap 12 : 29.)

Makul bir veri olmasa da, Hıristiyanların dediklerinin özü şudur: Zat bir cevherdir ve onun üç uknumu vardır. Uknumdan maksat sıfattır. Ki bir şey onunla belirginleşir, başkalarından ayrılır. Sıfat mevsuf-tan başka bir şey değildir. Sözü edilen üç uknum şunlardır: Varlık uknumu, ilim uknumu -ki bu uknum kelâmdır- ve hayat uknumu, yâni ruh.

Bu üç uknum; baba, oğul ve kutsal ruhtur. Birincisi, varlık uknumudur. İkincisi, ilim ve kelâm uknumudur. Üçüncüsü, hayat uknumudur. Oğul, yâni kelâm ve ilim uknumu, babasının yanından inmiştir. Baba ise varlık uknumudur. Oğul inerken kutsal ruh onunla beraberdi. O da, eşyayı aydınlatan hayat uknumudur.

Sonra, Hıristiyanlar arasında bu genellemenin ayrıntıları üzerinde büyük ihtilaflar baş gösterdi. Bu yüzden parçalandılar, çeşitli gruplara ve mezheplere bölündüler. Yetmişin üzerinde mezhep ortaya çıktı. Ki-tabımızın ölçüleri çerçevesinde bunlara ilişkin ayrıntılı açıklamalar su-nacağız.

Yukarıda yaptığımız açıklamalar üzerinde düşünürsen, şunu anlarsın: Kur'an-ı Kerim'in onlarla ilgili olarak anlattığı ve onlara nispet ettiği; "Andolsun, "Allah, Meryem oğlu Mesih'tir." diyenler küfre saptılar." veya; "Andolsun, "Allah, üçün üçüncüsüdür." diyenler küfre saptılar." ya da; "Üçtür, demeyin; sakının…"şeklindeki ifadelerin tü-mü, tek bir anlama, yâni "birliğin üçlenmesi" anlamına dönüktür ki, Hıristiyanlık içinde ortaya çıkan bütün mezheplerin ortak görüşüdür. Buna "birliğin üçlenmesi" anlamı çerçevesinde değindik.

Sırf onlar arasında ortak olan bu nokta üzerinde durulmasının sebebi, onların Hz. İsa ile ilgili olarak ortaya attıkları birçok görüşün gelip dayandığı noktanın bu olmasıdır. Kur'an da eleştirilerinde bunu esas alır.

4- Kur'an'ın Teslis İnancına Karşı Çıkışı

Kur'an, teslis inancını çürütürken iki yöntemi kullanır. Birincisi, genel yöntem. Bu çerçevede yüce Allah'ın oğul edinmesinin imkansızlığı vurgulanır. Oğul olduğu iddia edilenin Hz. İsa veya bir başkası olması önemli değildir. İkincisi, özel yöntem. Bu çerçevede Meryem oğlu İsa'nın oğul ilah olmadığı, aksine yaratılmış bir kul olduğu vurgulanır.

Birinci yöntemin açıklaması: Oğulluğun ve doğurulmanın özü şudur: İnsan, hayvan ve hatta bitki gibi maddi ve canlı varlıkların öz maddesinden bir parça ayrılır. Sonra bu parça aşamalı bir eğitimle kendi türünden ve ayrıldığı köke benzeyen ayrı bir birey haline gelir. Buna bağlı olarak onda birtakım özellikler ve etkiler söz konusu olur ki, ayrıldığı kökte bulunan özellikler ve etkilerin aynısıdır. Hayvandan nutfenin, bitkiden de aşılanmayı sağlayan unsurun ayrılması gibi. Sonra bu ayrılan parçanın eğitimine başlanır ve aşamalı olarak, ayrıldığı köke benzeyen başka bir hayvan ve bitki olması gerçekleştirilir.

Bilindiği gibi, yüce Allah hakkında böyle bir durumun söz konusu olması mümkün değildir. Çünkü:

Birincisi: Bu durum, maddi bir cisim olmayı gerektirir. Yüce Allah maddeden ve hareket, zaman ve mekan gibi maddenin vazgeçilmez gereklerinden münezzehtir.

İkincisi: Yüce Allah mutlak uluhiyet ve rububiyete sahip olduğu için diğer tüm varlıklar üzerinde mutlak egemenliğe sahiptir. O'nun dışındaki her şey, var olmak için O'na muhtaçtır, varlığının devam etemesi de O'na bağlıdır. Dolayısıyla, O'nun dışında, tür olarak O'na benzeyen, özü itibariyle O'ndan ayrı olan bir şeyin varlığı tasavvur edilemez. O şeyin, O'na muhtaç olmaksızın aynı öze, niteliklere ve hükümlere sahip olması düşünülemez.

Üçüncüsü: Doğurma ve doğurulmanın yüce Allah hakkında tasavvur edilmesi, O'nun için aşamalı fiili gündeme getirir. Bu da, O'nun madde ve harekete hakim olan kanunlarının egemenliği altına girmesini gerektirir. Bu ise, olacak şey değildir. Çünkü, Allah'ın iradesi ve dilemesiyle gerçekleşen şeyler, mühletsiz ve aşamasız gerçekleşirler.

Bu açıklamayı şu ayetten de algılıyoruz: "Dediler ki: "Allah çocuk edindi." O, (bu tür yakıştırmalardan) yücedir. Hayır, göklerde ve yerde her ne varsa O'nundur, tümü O'na gönülden boyun eğmiştir. Gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca "ol" der, o da hemen oluverir." (Bakara, 116-117) Yukarıdaki açıklama açısından: "O, (bu tür yakıştırmalardan) yücedir." sözü bir kanıttır. "Göklerde ve yerde her ne varsa O'nundur, tümü O'na gönülden boyun eğmiştir." ifadesi diğer bir kanıttır. "Gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratandır..." diye baş-layan ifade de üçüncü bir kanıttır.

"Gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratandır." ifadesi, sıfatın failine izafe edilmesi şeklinde de algılanabilir. Bu durumda şöyle bir anlam elde edilir: Yüce Allah'ın yaratması, daha önce var olan bir örnek üzere değildir. Dolayısıyla, Hıristiyanların iddia ettiği gibi O'nun hakkında doğurma düşünülemez. Çünkü doğurma, kendine benzer ve kendisi gibi bir şey yaratmak demektir. Buna göre, ayetin bu bölümü, tek başına başka bir kanıt olur.

Onların; "Allah çocuk edindi." sözlerinin gerçek anlamda değil de, oğul ve çocuk anlamını geniş tutmayı esas alarak, maddi bir bölünme ve zamansal bir tedricilik söz konusu olmaksızın hakikati itibariyle benzer bir şeyin bir şeyden ayrılması anlamında kullanıldığı varsayılsa da, (Nitekim Hıristiyanlar, "Mesih, Allah'ın oğludur." sözünü açıklarken cisim, madde ve tedrici oluş sorunundan kurtulabilmek için böyle bir yoruma gidiyorlar.) yine geriye benzeme sorunu kalır.

Şöyle ki: Oğul ve babadan söz etmek, zorunlu olarak sayıyı gündeme getirir. Bu da, baba ve oğul arasında türsel birlik olduğu varsayılsa da, gerçek olarak çokluğu ispat eder. Tıpkı insanlardan olan baba ve oğul gibi. Bunlar, insanlık gerçekliğinde bir olsalar da, iki insan bireyi olmak bakımından çokturlar. Bu durumda; ilahın tekliğinin varsayımı, O'nun dışındaki her şeyin, bu arada oğulun, O'nun mülkü olmasını, O'na muhtaç bulunmasını gerektirir. Dolayısıyla artık varsayılan oğul, onun gibi bir ilah olmaz. O'na benzer, O'na muhtaç olmayan, O'-nun gibi bağımsız bir oğulun varsayımı da, şanı yüce ilahın tekliği (tevhit) inancını geçersiz kılar.

Şu ayet de bu anlamı vurgulamaya dönüktür: "Üçtür, demeyin; sakının, sizin için daha iyidir. Allah, ancak bir tek ilahtır. O, çocuk sahibi olmaktan yücedir. Göklerde ve yerde her ne varsa, O'nundur ve vekil olarak Allah yeter." (Nisâ, 171)

İkinci yöntem kapsamında ise, Meryem oğlu İsa'nın (a.s), ilahlık gerçeği bakımından Allah'a ortak ve O'nun oğlu olmadığı, çünkü onun bir beşer olduğu, beşeri özelliklere sahip olduğu vurgulanıyor.

Şöyle ki: Hz. İsa'ya Meryem hamile kalmıştır. Bir cenin olarak onu rahminde beslemiştir. Sonra herhangi bir kadın gibi çocuğunu doğurmuştur. Ardından onu, herhangi bir kadın gibi kucağında yetiştirmiştir. Derken İsa büyümüş, hayatın aşamalarını geçmiş, ömrün merdivenlerini tırmanmış, çocukken genç, gençken yetişkin olmuştur. Bu durumların tümünde, doğal hayatını yaşayan herhangi bir insan gibi olmuştur. Herhangi bir insana arız olan şeyler, ona da arız olmuştur; acıkmış, doymuş, sevinmiş, üzülmüş, zevk almış, acı çekmiş, yemiş, içmiş, uyumuş, uyanmış, yorulmuş ve dinlenmiştir.

İnsanlar arasında kaldığı sürece Hz. İsa'dan bu durumlar gözlemlenmiştir. Hiçbir akıl sahibi, durumu bundan ibaret olan bir kimsenin diğer insanlarla aynı türden bir insan olduğundan kuşku duymaz. Böyle olduğuna göre; o, diğer hemcinsleri gibi yaratılmış, var edilmiştir. Ölüleri diriltmek, çamurdan bir kuş şekli yapıp ona can vermek, doğuştan kör ve alacalıyı iyileştirmek gibi gerçekleştirdiği mucizeler, aynı şekilde babasız dünyaya gelmesi gibi varoluşuyla ilgili olağanüstülükler ise, bilinen ve alışılan kuralların, doğaya egemen olan yasaların dışındaki şeylerdir. Bunlar, az bulunur, nadir olgulardır. Ancak imkansız şeyler değildir. Örneğin; semavi kitaplar, Hz. Adem'in babasız olarak topraktan yaratıldığını söylemektedirler. Yine Salih, İbrahim ve Musa gibi peygamberler tarafından da birçok mucizeler gösterilmiştir. Vahiy yoluyla inen kitapların sayfaları arasında bunlardan sıkça söz edilir. Ama bunlar, onların ilah olmalarını, insanlık çerçevesinin dışına çıkmalarını gerektirmez.

Aynı yöntemin şu ayette de esas alındığını görüyoruz: "Elbette, "Allah üçün üçüncüsüdür." diyenler küfre saptılar. Oysa bir tek ilahtan başka ilah yoktur... Meryem oğlu Mesih, bir elçiden başka bir şey değildir. Kendisinden öncede birçok elçi gelip geçti. Annesi de gayet doğru bir kadındı. İkisi de yemek yerlerdi. Bak, biz ayetlerimizi onlara nasıl açıklıyoruz? Sonra da bak, onlar nasıl çevriliyorlar?" (Mâide, 73-75)

Onca eylem içinde yalnızca yemek yemekten söz edilmesi, bu eylemin, maddiliğe delalet etme ve ilahlıkla bağdaşmayan ihtiyacı ortaya koyma bakımından, eylemlerin en güzeli olmasından dolayıdır. Bilindiği gibi, doğası gereği acıkan ve susayan, sonra yemekle doyan ve iç-mekle susuzluğunu gideren kimse, ihtiyaç içindedir ve bunu ancak başkasının yardımıyla ortadan kaldırabilmektedir demektir. Durumu bundan ibaret olan bir kimsenin ilahlığından söz etmek doğru olmaz. Çünkü ihtiyaçla kuşatılmış, bunu gidermek için başkasına muhtaç olan bir kimse, özü itibariyle eksiktir, başkası tarafından yönetilmektedir; özü itibariyle ihtiyaçsız olan ilah değildir. O, ancak bir mahluktur, yönetimi elinde bulunduran bir gücün rububiyeti altında yönetilmektedir.

Şu ayeti de bu anlama yorumlamak mümkündür: "Andolsun, "Allah, Meryem oğlu Mesih'tir." diyenler küfre saptılar. De ki: "Eğer Allah, Meryem oğlu İsa'yı ve annesini ve yeryüzünde bulunan her şeyi helak etmek istese, O'ndan kim bir şey kurtarabilir? Göklerin ve yerin ve aralarında ne varsa hepsinin mülkü Allah'ındır. Dilediğini yaratır ve Allah'ın gücü her şeye yeter." (Mâide, 17)

Aynı şekilde, bundan önce sunulan ayetten sonra da Hıristiyanlara yönelik şöyle bir ifade bulunuyor: "De ki: Allah'ı bırakıp size ne zarar, ne de yarar dokundurmaya güç yetiremeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Oysa Allah, işitendir, bilendir." (Mâide, 76)

Bu tür karşı çıkışların, itirazların özü şudur: Hz. İsa ile ilgili olarak gözlemlenen durum şundan ibarettir: O, insan hayatına egemen olan yasa çerçevesinde yaşıyordu. Yemek, içmek ve diğer insani ihtiyaçlar, beşeri özellikler gibi kendi türünün tüm niteliklerini, eylemlerini ve durumlarını üzerinde taşıyordu. Onun bu niteliklere sahip oluşu, sırf zahiri duyulara veya tasavvura ilişkin değildi. O, gerçekten bu konumdaydı. Mesih, bu özelliklere, bu durumlara ve bu fiillere sahip bir insandı. İnciller, onun kendisini bir insan, bir insan oğlu olarak isimlendirdiğine ilişkin ifadelerle doludur. İncillerde, onun yemesini, içmesini, uyumasını, yürümesini, yolculuğunu, yorulmasını, konuşmasını vs. konu alan birçok hikaye yer almaktadır. Bunları görmezlikten gelmek, başka türlü yorumlamak mümkün değildir. Bunları teslim ettikten sonra da, diğer insanlar için geçerli olan hususların Hz. İsa için de geçerli olduğu, başkaları gibi onun da kendi adına bir şeye malik olmadığı ve diğerleri gibi onun da ölebileceği gerçeği ortaya çıkar.

Aynı şekilde, Hz. İsa'nın ibadet ve dua edişine ilişkin olarak aktarılan ifadeler de, onun bunları sırf Allah'a kulluk sunmak, O'na yaklaşmak, O'nun kutsal egemenliğine boyun eğmek için gerçekleştirdiğini gösterir. Bunda en ufak bir kuşkuya yer yoktur. O, bu ibadetleri insanlara öğretmek veya buna benzer bir amaç için yapıyor değildi.

Şu ayet, Hz. İsa'nın ibadet edişine, kulluktan başka bir nitelemeyi reddettiğine ilişkin bir işaret içermektedir: "Ne Mesih Allah'ın bir kulu olmaktan çekinir, ne de yakınlaştırılmış melekler. Kim O'na kulluk etmekten çekinir ve büyüklük taslarsa, (bilmeli ki) Allah, onların tümünü huzurunda toplayacaktır." (Nisâ, 172) Hz. İsa'nın ibadet ve kulluk ediyor olması, onun ilah olmadığının en başta gelen kanıtıdır. Bu durum gösteriyor ki, ilahlık ondan başkasına aittir ve o, bunda pay sahibi değildir. Yoksa, bir şeyin, bir yandan kendisi için kulluk ve kölelik makamını öngörmesi, diğer yandan da aynı açıdan kendi ayak-ları üstünde durması ne anlam taşır?! Bu, açık bir husustur. Aynı şekilde meleklerin de kulluk ediyor olmaları, onların yüce Allah'ın kızları olamadıklarını, Ruh-ul Kudüs'ün de ilah olmadığını gözler önüne sermektedir. Çünkü onların tümü, Allah'a kulluk sunmakta, O'na itaat etmektedirler. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Dediler ki: "Rahman, çocuk edindi." O, (bu tür yakıştırmalardan) yücedir. Hayır; on-lar, ancak ikrama layık görülmüş kullardır; sözle O'nun önüne geçmezler ve yalnız O'nun emriyle iş yaparlar. O, onların önlerindekini de, arkalarındakini de bilir. Onlar, O'nun razı olduğu kimselerden başkasına şefaat etmezler ve onlar, O'nun korkusundan titrerler." (Enbiyâ, 26-28)

Kaldı ki İnciller, Ruh'un Allah'a ve elçilerine boyun eğdiğine, emre göre hareket ettiğine, hükme bağlı olduğuna ilişkin ifadelerle doludur. Oysa bir şeyin kendisine emretmesinin, kendisine boyun eğmesinin, kendisi tarafından yaratılanın emrine girmesinin anlamı yoktur.

Hz. İsa'nın Allah'a kulluk sunmasının, onun ilah olmadığına delalet etmesi gibi, onun insanları Allah'a ibadet etmeye davet etmesi de benzeri bir delalet içermektedir. Yüce Allah bir ayette konuya ilişkin olarak şöyle buyuruyor: "Andolsun, "Allah, Meryem oğlu Mesih'tir." diyenler küfre düşmüşlerdir. Oysa Mesih demişti ki: "Ey İsrailoğulla-rı, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a ibadet edin. Çünkü kim Allah'a ortak koşarsa, şüphesiz Allah, cenneti ona haram kılmıştır, onun barınma yeri ateştir ve zulmedenlere hiçbir yardımcı yoktur." (Mâide, 72) Ayetin hedefi ve vurguladığı husus gayet açıktır.

Yine İnciller, Hz. İsa'nın insanları Allah'a davet ettiğine ilişkin ifadelerle doludur. Gerçi bu ifadeler,

"Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a ibadet edin." şeklindeki kapsamlı ifadeyi içermiyor, ancak Hz. İsa'nın Allah'a ibadet etmeye yönelik davetini, Allah'ın kendisinin Rabbi olduğunu, işlerinin O'nun elinde bulunduğunu, O'nun insanların Rabbi olduğunu dile getirmesini içeriyor. İncillerde, Hz. İsa'nın insanları bizzat kendisine kulluk sunmaya çağırdığına ilişkin açık veya dolaylı tek bir ifade yer almaz. "Ben ve Baba biriz." (Yuhanna İncili, Bap 10 : 30.) gibi sözlere gelince; eğer gerçekten Hz. İsa (a.s) bu gibi sözleri söylemişse, onları şu şekilde yorumlamak gerekir: "Bana itaat etmek, Allah'a itaat etmek demektir." Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Kim Peygamber'e itaat ederse, gerçekte Allah'a itaat etmiştir." (Nisâ, 80)

5- Hz. İsa Allah Katında Bir Şefaatçidir, İnsanların İşledikleri Günahın Bedeli Değildir

Hıristiyanlar, Hz. İsa'nın, değerli kanını akıtarak kendisini onlara feda ettiğine ve böylece onları günahların sorumluluğundan kurtarmış olduğuna inanırlar. Bu yüzden ona "feda olan" adını vermişlerdir. Diyorlar ki: "Hz. Adem, cennette yasak ağacın meyvesinden yemek suretiyle Allah'a isyan etme hatasına düştü ve bu hatanın sorumluluğunu hep üzerinde taşıdı. Ondan sonra üreyip çoğalan zürriyeti de bu sorumluluğun altına girdi. Hatanın karşılığı ise ahirette azaba çarptırılmak ve ebedi helaka mahkum olmaktı.

Öte yandan Allah, hem merhametli, hem de adil idi. Bu durum, içinden çıkılmaz bir probleme sebep olmuştu. Eğer Allah, Adem ve zürriyetini hatalarından dolayı cezalandırsa, bu, onları yaratmasına neden olan rahmetine aykırı olacaktı. Şayet onları affetse, bu da, adaletiyle bağdaşmayacaktı. Çünkü adalet, hata eden suçlunun, hata ve suçunun cezasını çekmesini, iyilik yapan itaatkâr insanın da, iyiliğinden ve itaatkârlığından dolayı ödüllendirilmesini öngörür.[11]

Bu problem, Mesih'in bereketiyle çözüldü. (Allah'ın oğlu ve Alla-h'ın kendisi olan) Mesih, Adem'in zürriyetinden biri olan bakire Meryem'in rahmine girdi. Oradan herhangi bir insan gibi doğdu. Böylece o, hem tam bir insandır; çünkü insan oğludur; hem de tam bir ilahtır; çünkü Allah'ın oğludur; Allah'ın oğlu da Allah'ın kendisidir. (Allah bu tür yakıştırmalardan münezzehtir.) Dolayısıyla da bütün günah ve hatalardan beridir, masumdur.

O, kısa bir süre için insanlar arasında yaşadı, onlarla ilişki kurdu, aralarına karıştı, onlarla birlikte yedi-içti, onlarla konuştu, aralarında yürüdü. Sonunda da, kendisini en ağır bir biçimde öldürsünler diye, kendisini düşmanlarına teslim etti. Bu ağır öldürme şekli, çarmıha gerilerek asılmaydı ki, ilahi kitapta böyle bir cezaya uğrayanlar lanetlenmişlerdir. İsa, laneti ve çarmıha gerilme eziyetini ve işkenceyi üzerine çekmek suretiyle kendisini insanlara feda etti. Böylece onları ahiret azabından ve ebedi helaktan kurtardı. Onun bu şekilde öldürülüşü, kendisine inananların ve hatta tüm dünyanın günahlarının kefareti oldu."[12] Hıristiyanların dedikleri bundan ibarettir.

Hıristiyanlar, çarmıh olayını ve feda edilmeyi çağrılarının esası haline getirmişlerdir. Söze onunla başlıyor, onunla bitiriyorlar. Tıpkı tevhit mesajının İslam çağrısının esası olması gibi. Nitekim yüce Allah Resulüne (s.a.a) hitaben şöyle buyuruyor: "De ki: "İşte benim yolum budur. Ben, basiret üzere Allah'a davet ederim; bana uyanlar da. Allah münezzehtir ve ben müşriklerden değilim." (Yusuf, 108) Hıristiyanların bu yaklaşımına rağmen, İncillerden yaptığımız alıntılardan da anlaşıldığı gibi, Hz. İsa'nın ilk tavsiyesi, yüce Allah'ın birliği ve sevgisi şeklinde olmuştur.

Bu konuda, Müslümanlar ve diğer bazı araştırmacılar, Hıristiyanlarla tartışmışlar, onların bu iddialarının yanlışlığını, batıllığını gözler önüne sermişlerdir. Bu konuda kitaplar ve risaleler kaleme alınmış, sayfalar ve kağıt tomarları dolusu yazılarda, söz konusu iddianın akıl ve mantığa aykırı olduğu, aynı zamanda Eski ve Yeni Ahit'le çeliştiği dile getirilmiştir. Burada bizi ilgilendiren husus, kitabımızın kapsamının elverdiği ölçüde, Hıristiyanların bu iddialarının Kur'an'ın öğretisiyle çelişen yönlerini sergilemek, bu bağlamda Kur'an'ın gündeme getirdiği şefaat ile onların Hz. İsa'yla ilgili olarak savundukları feda edilme arasındaki farklar üzerinde durmaktır.

Kur'an açık bir şekilde, insanlara akıllarının ufukları kapsamına giren ifadelerle hitap ettiğini, insanların anlayıp algılayabilecekleri beyanlar kullandığına delil getirir. Bu sayede insan hakkı batıldan ayırabilir, hakkı alıp batılı bir kenara atabilir. Hayrı şerden, yararlıyı zararlıdan ayırıp hayır ve yararlı olanı alıp zararlı ve şer olanı terk edebilir. Kur'an'ı inceleyenler, onun aklıselimi açıklamalarının esası haline getirdiğini rahatlıkla görebilirler.

Hıristiyanların iddialarına gelince:

Birincisi: Onlar, Hz. Adem'in yasak ağacın meyvesinden yemek suretiyle günah işlediğinden söz ederler. Kur'an bu iddiayı iki açıdan reddeder:

1) Buradaki yasak, yol gösterme amaçlı bir yasaktır. Yasağa muhatap olan kişinin iyiliği ve durumuyla ilgili olarak işin doğrusunun gösterilmesi kastedilir. Burada efendiliğin, egemenliğin devreye sokulması söz konusu değil. Bu tür bir emre uymak, otorite açısından sevabı, terk etmek de cezayı gerektirmez. Danışılan kişinin danışana, doktorun hastaya yönelttiği emir ve yasakları buna örnek olarak gösterebiliriz. Yol gösterme amaçlı emirlere uymak, kişiye fiilden beklenen maslahatları kazandırır. Buna karşılık, bu tür emirlere aykırı hareket etmek de insanı fiilin zararının etkinliğine duçar eder. Nitekim, Hz. Adem hakkında cennetten çıkarılma dışında bir şey yapılmamıştır. Yaptığı işin sonucu olarak ilahi yakınlık ve hoşnutluğun rahatlık ve neşesini kaybetmiştir. Ahiret azabına gelince; böyle bir durum gündeme gelmemiştir. Çünkü o, ilahi otoriteye baş kaldırmak şeklinde bir günah işlememişti ki, karşılığında bir cezayı hakketmiş olsun. Geniş bilgi için Bakara, 35-39. ayetlerin tefsirine bakınız.

2) Hz. Adem (a.s) bir peygamberdi. Kur'an, peygamberlik misyonuna sahip kimselerin günahtan, Allah'ın emrinin dışına çıkmaktan münezzeh olduklarını vurgular. Akli kanıt da bunu destekler. Peygamberlerin masum oluşlarıyla ilgili olarak Bakara, 213. ayetin tefsirine bakılabilir.

İkincisi: Hıristiyanlar, Hz. Adem'in, işlediği hatadan sorumlu olduğunu iddia ediyorlar. Ancak Kur'an bu iddiayı şu şekilde reddeder: "Sonra Rabbi onu seçti, tövbesini kabul etti ve doğru yola iletti." (Tâhâ, 122) "Adem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı. Bunun üzerine Allah da tövbesini kabul etti. Şüphesiz O, tövbeleri kabul edendir, esirgeyendir." (Bakara, 37)

Akıl da bunu destekliyor, daha doğrusu açık bir değerlendirme olarak ortaya koyuyor. Şöyle ki: Hata ve günah, sakınılması ve korkulması gereken bir olgudur. Akıl veya ilahi otorite, bunu karşı çıkışın ve isyankarlığın bir karşılığı olarak öngörür. Bununla da yükümlülük olgusunun pekişmesi amaçlanır. Eğer ceza ve sevap olgusu olmazsa, tanrısal otorite eksik kalır, etkin olamaz. Herhangi bir emir veya yasağın da pratik bir değeri olmaz.

Ancak, itaatkarlara sevap uygulamak gibi suçlulara ceza uygulamak, ilahi otoritenin bir özelliği olduğu gibi, tanrısal egemenlik çerçevesinde ilahi otoritenin mutlaklığı da bir gerekliliktir. Dolayısıyla ilahi otoriteye sahip hükümran güç, hatalıların hatasını ve günahkârların günahını af ve bağışlama yoluyla görmezlikten gelebilir. Çünkü bu da bir tür tasarruf ve egemenliktir. Bunun gibi, bunlardan dolayı söz konusu kişileri cezalandırabilir de. Bu da bir egemenlik şeklidir. Güç ve egemenlik sahibi kimselerin hoşgörü, bağışlama ve görmezlikten gelme gibi yöntemlere başvurdukları kuşku götürmez bir gerçektir.

Aklın kurallarına göre hareket eden insanlar, bugüne kadar hep bu yönteme başvurmuşlardır. Dolayısıyla insandan sadır olan her hatanın sürekli olarak onu sorumlu kılmasının bir anlamı yoktur. Aksi takdirde af ve bağışlama olgularının bir gerçekliği olmaz. Çünkü bağışlama ve aff etme, hatayı silmeye ve günahın izini gidermeye yöneliktir. Günah ve hatanın hiçbir şekilde insandan ayrılmadığının, sorumluluğunun ka-lıcı olduğunun varsayılması durumunda, af ve bağışlamanın ilgili olabilecekleri bir objektif alandan söz edilemez. Oysa vahiy yoluyla bildirilen ilahi mesajın kapsamında af ve bağışlamadan sıkça söz edilir. Aynı durum, Eski ve Yeni Ahitler için de geçerlidir. Hatta Hıristiyanlardan aktardığımız değerlendirmede de bunu gözlemleyebiliriz. Kısacası, herhangi bir günahın veya herhangi bir hatanın sürekli olduğunu, tövbe, pişmanlık, geri dönme ve nedamet yoluyla bile olsa silinmeyeceğini, bağışlanmayacağını söylemek, aklıselim ve bozulmamış fıtratın kabul edeceği bir şey değildir.

Üçüncüsü: Hıristiyanların; "Adem'in işlediği hata, kendisini bağladığı gibi, kıyamete kadar gelecek tüm zürriyetini de bağlar." şeklindeki sözleri, bir kişinin işlediği günahtan, onun dışında ilahi otorite açısından günah işlemeyen başkalarının da sorumlu tutulmasını gerektirmektedir. Bu, bir fiilin bir kişiden sadır olması, ama isyanının ve sorumluluğunun bu fiili işlemeyeni de tıpkı faili gibi kuşatması demektir. Bu durum, bir topluluğun bir günah işlemesinden, onlardan sonra gelenlerin de buna razı olmalarından, dolaysıyla günahın tümünü kuşatmasından farklıdır. Buna günah işlemeden vebalinin altına girmek denir. Kur'an böyle bir şeyi kabul etmez: "Doğrusu, hiçbir günahkâr bir başkasının günah yükünü yüklenmez. Doğrusu, insana kendi çabasından başkası yoktur." (Necm, 38-39) Bu konuda akıl da Kur'an'a arka çıkar. Çünkü akıl, bir kimsenin, işlemediği bir günahtan sorumlu tutulmasını çirkin karşılar. Daha geniş bilgi için, insanların fiilleri bağlamında Bakara, 216-218 ayetlerin tefsirine bakınız.

Dördüncüsü: Hıristiyanların bu sözleri, bütün hata ve günahların, aralarında hiçbir fark olmaksızın ebedi helakı gerektirdiği anlayışından kaynaklanıyor. Bu ise, büyük-küçük tüm hata ve günahların farksız olmasını, hatta tümünün büyük azabı gerektiren büyük günahlar olmasını gerektirir. Kur'an'ın öğretisinden anlaşılan ise, onun hata ve günahları farklı değerlendirdiğidir. Günahların bir kısmı büyük, bir kısmı küçüktür. Bunların bir kısmı affa uğrayabilir, şirk gibi bazı günahlar da tövbe etmeksizin affa uğramazlar. Konuyla ilgili olarak yüce Allah şöyle buyuruyor: "Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin kusurlarınızı örteriz." (Nisâ, 31) "Gerçekten, Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında kalanı ise dilediğine bağışlar." (Nisâ, 48) Görüldüğü gibi, yüce Allah, yasaklanan hata ve günahların bir kısmından büyük, bir kısmından da küçük günahlar olarak söz ediyor. Bunu, karşılaştırma karinesinden hareketle anlıyoruz. Bu arada yüce Allah, bazı günahların bağışlanmayacağını, bazısının bağışlanacağını belirtiyor. Şu halde, günahlar ve hatalar arasında bir şekilde farklılık vardır. Her günah ateşte sonsuza dek kalmayı ebedi helakı gerektirmez.

Akıl da, bütün günahların bir yerde istif edilmesini, aynı sıraya konulmasını kabul etmez. Söz gelişi, birine tokat atmak, onu öldürmek gibi değildir. Yabancı bir kadına yönelik rahatsız edici bakış, zina gibi değerlendirilemez. Bunun gibi daha birçok örnek bulunabilir. Hiçbir zaman, aklı başında olan insanların herhangi bir hata veya günahı başkasının yerine koydukları görülmemiştir. Onlar, değişik suçlar için farklı cezalar ve sorumluluklar öngörmüşlerdir. Aralarında onca farklılık varken bütün günahları ve suçları aynı kategoriye sokmak nasıl düşünülebilir?! Günahların ve suçların farklılığı kabul edildikten sonra, sonsuz ceza, ebedi helak ancak bunların bir kısmı için öngörülebilir. Kur'an-ı Kerim'in de vurguladığı gibi şirk bu tür bir günahtır. Bilindiği gibi, ağacın meyvesinden yemekle ilgili yasağı çiğnemek, Allah'ı inkar etmek veya bu düzeydeki bir başka günah kadar ağır bir suç değildir. Dolayısıyla ağacın meyvesini yemekle ilgili yasağı çiğnemenin cezasını ebedi azap şeklinde öngörmenin bir anlamı yoktur. (Daha önce sözü edilen insanların fiilleri bölümüne bakınız.)

Beşincisi: Hıristiyanların bir problem olarak gördükleri, rahmet ve adalet sıfatları arasında bir çelişme olarak değerlendirdikleri, bundan kurtulmak için Mesih'in yeryüzüne indiğini, sonra göğe yükseldiğini ileri sürdükleri hususa gelince; bu sözler ve gerektirdiği hususlar üzerinde düşünenler, onların bu iddialarının altında şu anlayışın yattığını kavrayacaktır: "Yüce Allah, yaratıcı bir varlık olarak, her şeyin nispet edildiği, gelip dayandığı bir güçtür. Bütün cüzleriyle şu yaratılmış evren, O'nun tarafından var edilmiştir. Ne var ki, O, bir şeyi kendisinde mevcut olan bir irade ve ilme dayalı olarak işler. İradesinin gerçekleşmesi de, bilgiye dayalı tercihine bağlıdır. Nitekim insan da, bilgisince tercih edilen bir şeyi irade eder. Allah'ın fiillerinin örtüştüğü olumluluklar ve olumsuzluklar vardır. Yüce Allah, fiillerinde bunları izler. Bazen ortüştürme noktasında yanılır ve yaptığı işten pişman olur.[13] Bazen bir şeyi düşünür, ama onun yararlı yönünü elde edecek yolu bulamaz. Bazı şeyleri bilmez."

Kısacası, onların anlayışına göre, yüce Allah sıfatları ve fiilleri itibariyle insan gibidir. Her ne yaparsa, düşüncesi ve fikriyle yapar. Bunları yaparken de fiilinin bir maslahatla örtüşmesini amaçlar. Dolayısıyla O, maslahatın hükmüne tabidir ve maslahatlar, dışarıdan O'nun işinde etkili olabilmektedir. Bu arada doğruyu isabet ettirmesi mümkün olduğu gibi, aynı şekilde şaşırması, olguları birbirine karıştırması, gaflete düşmesi de mümkündür. Bildiği şeyler gibi bilmediği şeyler de vardır. Bazen galip, bazen de mağlup olur. Dolayısıyla ilmi gibi gücü de sınırlıdır. Bütün bunlar O'nun için geçerli olunca, fiil işlerken düşünen ve irade eden tüm varlıklarda olduğu gibi, bir fiilden dolayı sevinmesi, üzülmesi, övünmesi, pişman olması, heyecanlanması, coşması vb. gibi tepkimeler de caiz olur. Bu durumda olan bir varlık, maddi ve cismani olur. Hareket, değişim ve tekamül yasasına tâbi olur. Böyle bir varlık, olsa olsa mümkün yaratılışlı, daha doğrusu sonradan var edilmiş bir insan olabilir. Varlığı zorunlu, her şeyin yaratıcısı yüce Allah olamaz.

Eski ve Yeni Ahit'lere (Tevrat ve İncil'e) baktığınızda, yüce Allah'a cisimlik atfettikleri, cismani nitelikleri O'na yakıştırdıkları, O'nu bir insan gibi gördükleri yönünde onlara nispet ettiğimiz hususların doğru olduğunu göreceksiniz.

Bütün bu hususlarda Kur'an, yüce Allah'ı bu tür asılsız vehim ve hurafelerden tenzih eder: "Allah, onların nitelendirdiklerinden yücedir." (Sâffat, 159) Kesin akli kanıtlar da, yüce Allah'ın tüm kemal sıfatlarına sahip olduğunu öngörür. O, yoklukla en ufak bir ilintisi bulunmayan varlığa sahiptir. O, acze düşmeyen kudret sahibidir. Cehaletin yol bulamadığı mutlak bilgi O'nundur. O, mutlak hayat sahibidir. Ölüm ve yokluk O'nun açısından imkansızdır. Böyle olduğuna göre, varlığı, bilgisi, gücü veya hayatı açsından bir değişime uğraması düşünülemez.

Şu halde O, cisim ve cismanî bir varlık değildir. Çünkü cisimler ve cismani varlıklar, değişimler ve dönüşümlerle kuşatılmışlardır. İmkanların, yoksunlukların ve ihtiyaçların mahalli konumundadırlar. Yüce Allah, cisim ve cismani bir varlık olmadığına göre, değişik durumlara ve farklı gelişmelere maruz kalmaz. Gaflet, yanılma, yanlış yapma, pişmanlık, şaşırma, etkilenme, tepkime, horlaşma, küçülme ve yenilme gibi hallere duçar olmaz. Kitabımızın kapsamı içinde, yeri geldikçe konuya ilişkin kanıtlara dayalı açıklamalarda bulunmuşuzdur. Söz konusu bölümlere başvurulduğunda detaylı bilgiler bulunacaktır.

Gözlemci bir eleştirmen, dikkatli bir düşünür şu iki görüşü mukayese etmelidir: Kur'an, evrenin ilahı ile ilgili olarak verdiği bilgilerde, O'nun bütün kemal sıfatlarına sahip olduğunu belirtir. O'nu eksik sıfatlardan tenzih eder. Zihinlerimizin sınırlı aleme ilişkin yargılarına ve değerlendirmelerine sığmayacak kadar yüce ve büyük olduğunu vurgular. Buna karşın, Eski ve Yeni Ahit'lerin yüce yaratıcıyla ilgili değerlendirmelerinin bir benzerini, ancak Yunan mitolojisinde, eski Hind ve Çin hurafelerinde ve ilkel insanın zihninde oluşturduğu vehimlerde bulabiliriz.

Altıncısı: Hıristiyanlar diyorlar ki: "Allah, oğlu Mesih'i gönderdi ve ona bir rahme yerleşmesini, bir ilah olduğu halde insan olarak oradan doğmasını emretti." Bu, akla sığmayan saçma bir sözdür. Daha ön-ce açıkladığımız gibi Kur'an-ı Kerim, bunun asılsızlığını kesin bir dille ifade etmiştir ve biz o sözleri burada tekrarlamak istemiyoruz.

Bilindiği gibi, akıl da böyle bir iddiaya arka çıkmaz. Yüce Allah i-le ilgili olarak inanılması ve dile getirilmesi gereken ebedilik, değişmezlik, sınırsız varlık sahibi olma, her şeyi kuşatma, zamandan, mekandan ve buna tabi olgulardan münezzeh olma gibi zorunlu sıfatları düşündüğün zaman, bunun yanında bir de, önce bir damla su, sonra ana rahminde bir cenin olarak -ister bu kelimeye Melikanilerin getirdiği açıklamayı ele alın, ister Nasturilerin, ister Yakubilerin, ister bir başka grubun- oluşmaya başlayan bir insanın durumunu düşündüğün zaman, cisim olan ve tüm cismani nitelik ve etkilere sahip olan bir varlıkla, cismani olmayan, zaman, mekan ve hareket gibi maddi bir niteliği bu-lunmayan varlığın hiçbir şekilde bir olmayacaklarını anlarsın.

Yukarıda işaret ettiğimiz iddianın, akıl açısından doğruluğu zorunlu olan önermelerle bağdaşmaması, Pavlus gibi önde gelen papazların değerlendirmeleri kapsamında felsefeyi yermelerinin, akli yargıları ayıplamalarının altındaki sırrı da oluşturmaktadır. Pavlus bir yerde şunları söylüyor: "Çünkü yazılmıştır: "Hikmetlilerin hikmetini yok edeceğim ve anlayışlıların anlayışını iptal edeceğim." Hikmetli nerede? Yazıcı nerede? Bu dünyanın bahsedicisi nerede? Dünyanın hikmetini Allah akılsızlığa döndürmedi mi?... Çünkü Yahudiler alâmetler isterler ve Yunanlılar hikmet ararlar; fakat biz... haça gerilmiş Mesih'i... vâzederiz." (Pavlus'un Korintoslulara 1. Mektubu, Bap 1 : 18-24.)

Bu tür ifadelere hem onun, hem de başka Hıristiyan din büyüklerinin sözleri arasında çokça rastlanır. Bunun gerisindeki tek neden, inancın yayılması, tebliğ edilmesi ve öğüt politikasıdır. Bu tür risale ve kitaplarda göz gezdirenler, bunlardaki hitap şekli ve telkin tarzı üzerinde düşünenler bunu rahatlıkla fark ederler.

Bu açıklamalarımızdan, Hıristiyanların, "Yüce Allah her türlü günah ve hataya karşı masumdur." şeklindeki sözleriyle de çeliştikleri or-taya çıkmaktadır. Çünkü onların tasvir ettikleri tanrı, kesinlikle hatadan berî değildir. Yâni kavrama ve fiilde yanılabiliyor.

Bu, itaati farz olan birine muhalefet etme anlamındaki hatadan farklıdır. Çünkü itaat ve boyun eğme gerektiren şeylerde serkeşlik etmek anlamında isyan ve günah, yüce Allah hakkında tasavvur edilemez. Dolayısıyla bu anlamda masumiyet de O'nun hakkında düşünülemez.

Yedincisi: Hıristiyanlar diyorlar ki: "İsa, daha sonra insan oldu ve bir insan gibi diğer insanlarla ilişki içine girdi. Sonunda da kendisini düşmanlarına teslim etti." Bu sözler, varlığı zorunlu olan ilahın, varlığı mümkün olan herhangi bir varlığın niteliklerini alabileceğinin, dolayısıyla aynı anda ve aynı enlemde hem tanrı, hem de insan olabileceğinin ifadesidir. Buna göre, varlığı zorunlu olan tanrı, kendi yarattığı şeylerden biri olabilir. Yâni, objeler dünyasındaki varlık türlerinden herhangi birinin vasıflarını gerçekten üzerinde taşıyabilir. Bazen insan olur, bazen at olur, bazen kuş, böcek vs. olur; bazen de aynı anda insan, at, böcek gibi bir türden fazlası olur.

Dolayısıyla, varlık türlerinden sadır olan herhangi bir fiil, ondan da sadır olabilir. Çünkü o, her an varlık türlerinden herhangi biri olup ona özgü herhangi bir fiili işleyebilir. Aynı şekilde, adalet ve zulüm gibi karşıt fiilleri de işleyebilir. İlim ve cehalet, kudret ve acizlik, hayat ve ölüm, zenginlik ve fakirlik gibi karşıt niteliklere sahip olması da mümkündür. (Gerçek hükümranlık sahibi olan Allah, bu tür yakıştırmalardan münezzehtir.) Bu da, altıncı maddede geçen sakıncadan ayrı bir husustur.

Sekizincisi: Hıristiyanlar diyorlar ki: "İsa, çarmıha gerilmeyi ve laneti üslendi. Çünkü çarmıha gerilerek asılan mel'undur." Acaba onlar, "laneti üslendi" sözleriyle neyi kastediyorlar? "Lanet"ten maksatları nedir? Geleneksel olarak bilinen ve sözlükte rahmetten ve saygınlık gibi onur verici şeylerden uzak olma anlamına gelen laneti mi kastediyorlar? Eğer maksat, bizim bildiğimiz ve sözlükte tanımlanan lanetse, yüce Allah'ın -haşa- kendisini veya başkasının O'nu rahmetten uzaklaştırmasının anlamı nedir?! Rahmet, birini varlık bağışı, nimet ihsanı ve varoluş meziyetleriyle donatmaktan başka ne anlam ifade eder?! Bu demektir ki, söz konusu uzaklaştırma ve lanet, anlam itibariyle mal, makam gibi herhangi bir hususta dünya veya ahiret ya da her ikisi bağlamında yoksunluğu ifade eder. Peki, bizzat ihtiyaçsız ve zengin olan, her şeyin yoksulluğunu gideren yüce Allah'ın, ne şekilde tasavvur edilirse edilsin, lanetle irtibatlandırılmasının anlamı nedir?!

Kur'an'ın öğretisi, kelimenin tam anlamıyla bu tuhaf değerlendirmenin karşı noktasındadır. Yüce Allah buyuruyor ki: "Ey insanlar, siz Allah'a muhtaç olanlarsınız; Allah ise, hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır..." (Fatır, 15)Kur'an fakirlik, yoksulluk, muhtaçlık, noksanlık, yokluk, kötülük, çirkinlik, horluk ve zelillik gibi yakışıksız nitelikleri kesinlikle yüce Allah'ın kutsal zatına yaklaştırmaz; yüce Allah'ı bu niteliklerle asla bağdaşmayan isimler ve sıfatlarla anar.

Eğer denilirse: Yüce Allah'ın -haşa- horlukla ve lanetlenmeyle ni-telenmesi, insanla birleştiğinden dolayıdır. Yoksa O'nun zatı böyle bir durumdan yücedir.

Buna cevap olarak denilir ki: Sözü edilen bu birleşme, acaba gerçek anlamda mı laneti yüklenmesini ve bu tür meşakkatleri çekmesini gerektirdi, yoksa burada bir mecaz mı söz konusudur? Eğer gerçek anlamda böyle bir durumun söz konusu olduğu söylenirse, sözünü ettiğimiz sakınca gündeme gelir. Eğer bir mecazın söz konusu olduğu söylenirse, problem yeniden geri döner. Yâni Mesih'in doğması, rahmet ve adalet olgularının çelişmesi durumunu ortadan kaldırmaz. Çün-kü yüce Allah'tan başkasının musibetlere katlanması, azap ve lanet tür-lerini yüklenmesi, sözü edilen fidye olayının, yâni Allah'ın insanların fidyesi olması olayının gerçekleşmesini sağlamaz. Bu, gayet açıktır.

Dokuzuncusu: Hıristiyanlar diyorlar ki: "Bu, İsa'ya inananların, daha doğrusu tüm alemin hatalarının kefaretidir." Bu sözler, onların günah ve hataların gerçekte ne anlama geldiğini kavramadıklarını, nasıl uhrevi azabı gerektirdiklerini ve bu azabın nasıl gerçekleştiğini algılayamadıklarını, bu hatalar ve günahlarla bunlara ilişkin yasamalar arasındaki irtibatı bilmediklerini, yasamanın bu konudaki fonksiyonunu anlayamadıklarını ortaya koyuyor. Kur'an, bütün bunları en net şek-liyle ortaya koyuyor.

Daha önce kitabımızın kapsamı içinde yer alan açıklamalar çerçevesinde, bu arada; "Şüphesiz Allah, bir sivrisineği, hatta onun üstünde olanı da örnek vermekten çekinmez." (Bakara, 26) ayeti ile "İnsanlar tek bir ümmetti..." (Bakara, 213) ayetinin tefsiri bağlamında şunları söy-lemiştik: Muhalefet edilen, baş kaldırılan, dolayısıyla günah ve hataya düşülen hükümler ve kanunlar, itibari ve saymaca şeylerdir. Bu hükümler ve kanunların yasanıp geçerli kabul edilmesinden maksat, onlara göre hareket etmekle, onların gözetilmesiyle insan toplumunun maslahatının korunmasıdır. Bu kanunlara başkaldırma ve muhalefet etmeden dolayı gündeme gelen ceza ise, olumsuz ve kötü bir sonuçtur ki, insanların bunu öngörmelerinin ve vâzetmelerinin nedeni, yükümlü konumundaki insanı, suç işlemekten ve itaat çizgisinin dışına çıkmak-tan alıkoymaktır. İnsan topluluklarını kuran ve yöneten akıl sahibi kişilerin yaklaşımı budur.

Ancak Kur'an öğretisi, konuya bundan daha üstün ve daha incelikli bir anlam getirmektedir. Daha önce de söylediğimiz gibi akli araştırmaların sonuçları da Kur'an'ı destekler niteliktedir. Şöyle ki: İnsan, Allah tarafından kendisi için indirilen şeriata uymak ya da uymamakla, kendi içinde üstün ve övgüye değer ya da alçak, iğrenç ve pis sıfatlardan birtakım gerçekler oluşturur. İnsanı cennet ve cehennem şeklinde somutlaşan uhrevi nimete ya da uhrevi cezaya muhatap kılan da budur. Cennet ve cehennemin hakikati ise, Allah'a yakın olmak veya O'ndan uzak olmaktır. Şu halde iyilikler ve hatalar, itibari ve saymaca değil, gerçek bir düzene bağlı olan gerçekliklere dayanmaktadırlar.

Şurâsı açıktır ki: İlahi yasama (teşri), yaratılışa yönelik ilahi kamilleştirmenin bütünleyici unsurudur. Onunla varoluşsal (tekvini) hidayetin, yaratılışın amacına ulaştırılması hedeflenmektedir. Diğer bir ifadeyle: Yüce Allah, her varlık türünü, varoluşunun kemaline ve zatı için öngörülen hedefe ulaştırmak istemektedir. Bu bağlamda, dünyada yapıcı ve elverişli bir sistem içinde hareket etmek, ahirette mutlu ve nimetlerle bezenmiş bir hayat sürdürmek, insan türünün varoluşunun kemalinden sayılmaktadır. Bunun yolu da, toplum yaşamı için elverişli olan yapıcı kanunları ve insanı Allah'a yakınlaştıracak çeşitli ibadetleri kapsayan dindir. Bu kanunlara riayet etmek, bu ibadetleri yerine getirmekle insan hayatı düzene girer, insan kendi öz benliğinde, zatında ve amelinde ahiret yurdundaki ilahi onurlandırmaya hazırlanır. Bütün bunlar, kalbine yerleştirilen nur ve nefsinde oluşan temizlik sayesinde gerçekleşir. İşin gerçeği budur işte.

Böylece insan için Allah'a yakın olmak veya O'ndan uzak olmak söz konusudur. Bu ikisi, onun sürekli mutluluğunun veya mutsuzluğunun ve dünya hayatındaki medeni toplumunun salah veya fesadının özünü oluşturur. Bu yakınlık ve uzaklığı vücuda getiren tek etken dindir. Bütün bunlar, gerçekliği olan şeylerdir; boş, saçma şeyler değildir.

Adem'in yasaklanan ağacın meyvesinden yemesi gibi bir günahı işlemesinin kendisi, hatta tüm zürriyeti için sürekli bir helakı gerektirdiğini ve Mesih'in feda edilmesinden başka bunu tedavi edecek bir ilacın, bu tasayı giderecek bir kurtuluş yolunun olmadığını varsayarsak, o halde Mesih'ten önce, Mesih'le birlikte ve Mesih'ten sonra din gönder-menin, din çerçevesinde kanunlar yasamanın yararı nedir?!

Söz konusu günahın insandan sadır olmasıyla daimi helakın ve uhrevi cezanın kaçınılmaz olacağını, ne amelin, ne de tövbenin insanı bu sorumluluktan kurtaramayacağını, ancak feda yöntemiyle ondan kurtu-lacağını kabul etmemiz durumunda, Allah katından şeriatlar yasalaştırılmasının, kitaplar indirilmesinin ve resuller gönderilmesinin bir anlamı olmaz. Bu demektir ki ilahi vaat, tehdit, uyarı ve müjdeleme, gerçekliği olmayan şeylerdir. Azap zorunlu olduktan ve fesat kaçınılmaz olduktan sonra bu saydıklarımız neyi ıslah edecekler ki?!

Bir de, daha önce indirilen şeriatların hükmü uyarında amel edip kemal düzeyine ulaşanları, onlara gelen İbrahim ve Musa gibi ulu peygamberler ve Rabbani kulları düşünün! Bunlar, Mesih'in feda edilişinden önce ölmüş gitmiş şahsiyetlerdir. Şimdi ne olacak?! Onlar birer bedbaht olarak mı, yoksa mutluluğa erişmiş olarak mı yaşamlarını tamamladılar?! Ölüm anında ve ahiret yurdunda ne ile karşılaştılar?! Ceza ve helakla mı, yoksa sevap ve mutlu hayatla mı?!

Kaldı ki Hz. İsa, açıkça günahkârları ve hata işleyenleri kurtarmak üzere gönderildiğini, salihlerin ve iyilerinse, buna ihtiyaçları olmadığını söylüyor.[14]

Kısacası, bu durumda Mesih'in feda edilişinden önce ilahi şeriatların gönderilişinin, dinsel yasaların bildirilişinin, boş ve anlamsız olmaktan kurtulmalarını sağlayacak geçerli bir hedefi olmaz. Bu yakıştırmalardan yüce ve münezzeh olan Allah'a nispet edilen böylesine tuhaf bir fiil için ancak şöyle bir izah getirebilirler: Yüce Allah, Adem'in işlediği hatanın sakıncası ortadan kaldırılmadıkça, bu şeriatların hiçbir yarar sağlayamayacağını biliyordu. O, bu şeriatları bir ihtiyat olarak indirdi; bir gün bu sakıncayı ortadan kaldırabilir ve böylece önceki şeriatlar da meyvelerini verir, amaçlarına ulaşırlar umuduyla. Bu demek-tir ki, yüce Allah, yasalaştırdığı tüm şeriatlar bağlamında hem peygamberlerden, hem de diğer insanlardan bir şey gizlemiş, ortada bir engelin bulunduğunu, bu engel bertaraf edilmediği sürece peygamber-lerin ve tüm mü'minlerin çabalarının boşa gideceğini, şeriatların heba olacağını onlardan saklamış, şeriat ve davetin ciddiyet ve gerçeklik üzere bina edildiğini izhar etmiştir.

Bu demektir ki, yüce Allah -haşa- hem insanları, hem de kendisini kandırmıştır. İnsanları kandırmıştır; çünkü şeriata göre amel etmeleri durumunda bağışlanmaya nail olacaklarını, mutluluğa kavuşacaklarını açıklamıştır. Kendisini kandırmıştır; çünkü feda yoluyla, engelin kaldırılmasıyla, şeriat indirmek boş bir iş olur, şeriatın insanların mutluluğu açısından hiçbir etkisi olmaz; engel kalkmadıkça hiçbir etkisi olmadığı gibi. Feda zamanına kadar din ve şeriat yasamanın konumu bundan ibaret olur!

Feda ediliş zamanında ve ondan sonraki dönemlerde ise, şeriat yasama, dinsel davet ve ilahi yol göstericilik çok daha anlamsız ve gereksiz olur. Çünkü işlenen hatadan dolayı oluşan sakınca bertaraf edildikten, en çekingen insan ile en sapık insan arasında hiçbir ayırım söz konusu olmaksızın mü'min-kâfir, iyi-kötü tüm insanlar için bağışlanma ve rahmet zorunlu olduktan, hatanın devamı durumunda hep birlikte helak olacakları gibi, feda yoluyla hatanın silinmesiyle birlikte topluca rahmete kavuşacakları kesin olduktan sonra, hak bilgilere iman etmenin, onlara göre amel etmenin ne yararı vardır?! Nasıl olsa feda olayı olmadan hiçbir amel hatayı ortadan kaldırmıyor!

Eğer denilse ki: Feda ediliş, yalnızca Mesih'e inananlar için yarar sağlar. Dolayısıyla, Mesih'in de müjdelerinde işaret ettiği gibi, dinsel davetin yararı vardır.[15]

Ona cevap olarak denir ki: Bu iddia, daha önce işaret ettiğimiz Yuhanna'nın Mektubu'nun içeriği ile çelişmesinin yanı sıra, geçmişteki tüm temelleri de yıkıyor. Çünkü Hz. Adem'den (a.s) itibaren küçük bir azınlık dışında hiç kimse için kurtuluş umudu ve ihtimali bırakılmıyor. Bu azınlık da Hz. İsa'ya ve Ruh'a inananlardır. Daha doğrusu, onların da temel prensiplerde ihtilaf eden gruplarından bir tanesidir. Geride kalanlar ise, daimi helak içindedirler. Bu durumda, peki Hz. İsa'dan önce gelen peygamberlerin ve onlara inanan ümmetlerin durumu ne olacak?! O peygamberlerin getirdikleri kitaplar ve hükümler doğru olarak mı, yoksa yalan olarak mı nitelendirilecek?! Bilindiği gibi İnciller, Tevrat'ı ve davetini onaylıyorlar. Oysa Tevrat'ta Ruh'tan ve feda edilişten söz edilmez. Şimdi İnciller, bir doğruyu mu tasdik ediyorlar, yoksa bir yalanı mı?!

Şayet denilse ki: Önceki semavi kitaplar, bildiğimiz kadarıyla Mesih'i müjdeliyorlar. Bu demektir ki, o kitaplar, Mesih'in inişinin ve feda edilişinin keyfiyeti hakkında ayrıntılı bilgiler sunmasalar da, Mesih'e yönelik icmali bir davet içeriyorlar. Böylece yüce Allah, sürekli peygamberlerine Mesih'in ortaya çıkacağını müjdelemiştir ki, ona inansınlar ve onun yapacağı fedakârlıkla gönülleri hoş olsun.

Buna cevap olarak denir ki:

Birincisi: Hz. Musa'dan önceki peygamberlerle ilgili olarak böyle bir şey söylemek, hiçbir dayanağı olmaksızın gaybtan haber vermek olur. Kaldı ki, böyle bir müjde olsa bile, bu, kurtuluşa ilişkin bir müjde olur, ona iman etmeye ve dinine girmeye ilişkin bir davet olmaz.

İkincisi: Bu durum, bizzat Mesih açısından bile, İncillerin dolu olduğu ahlak ve fiiller gibi dinin ayrıntılarına ilişkin davetin abesliği sakıncasını ortadan kaldırmaz.

Üçüncüsü: Hatanın neden olduğu ilahi amacın hedefine ulaşmaması mahzuru yine de devam eder. Çünkü yüce Allah, tümüne rahmet etmek, nimet ve mutluluğu tümüne bahşetmek için insanları yaratmıştır. Fakat iş tam tersine dönmüş, küçük bir azınlık dışında herkes ilahi gazap ve cezalandırmayı hakketmiş, ebedi helaka mahkum olmuşlardır.

Yukarıda sunduğumuz açıklamalar, Hıristiyanların konuya ilişkin iddialarının aklen yanlış olduğunu ortaya koymaktadır. Bunu Kur'an da desteklemektedir: "...Bizim Rabbimiz, her şeye yaratılışını veren, sonra doğru yolunu gösterendir." (Tâhâ, 50)

Bu ayette, her şeyin hangi hedefe yöneleceğinin gösterildiği, her şeye, varlığının gereklerinin bildirildiği vurgulanıyor. Yol gösterme (hidayet), hem varoluşsal (tekvini), hem de yasamasal (teşrii) yol göstermeyi kapsar. Çünkü egemen olan ilahi yasa, hidayet ve yol göstericiliğin genelleştirilmesi şeklinde işler. İnsanlar açısından dinsel yol göstericilik de bu kapsamdadır.

Sonra yüce Allah, cennetten indirdiği sırada Adem'e ve beraberindekine bir ilk yol göstericilik olarak şöyle buyuruyor: "Dedik ki: "Oradan tümünüz inin. Bundan sonra size benden bir hidayet geldiğinde, kim benim hidayetime uyarsa, onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır. İnkar edip de ayetlerimizi yalanlayanlar ise, onlar ateşin halkıdırlar ve orada süresiz kalacaklardır." (Bakara, 38-39)

Bu ayetlerin kapsamı, kıyamet gününe kadar gönderilecek şeraitlerin ayrıntılarının bir özeti niteliğindedir. Bunun içinde, en ufak bir tereddüt ve kuşku söz konusu olmaksızın, yasama, vaat ve tehdit vardır.

Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ben hakkı söylerim." (Sâd, 84) Yine buyuruyor: "Benim huzurumda söz değiştirilmez ve ben kullara zulmedici değilim." (Kâf, 29)

Bu ayetlerden anlaşılıyor ki, yüce Allah, kesinleştirdiği şeylerle ilgili olarak tereddüt etmez. Uygulamaya koyduğu, geçerli kıldığı şeylerin tersini yapmaz. Ancak dediğini yapar. O'nun işi, yönelmesini dilediği mecradan başka bir tarafa yönelmez. Bir şeyi irade edip de sonra yapıp yapmama hususunda tereddüde düşmez. Ya da bir şeyi irade edip de sonra onu yapmaması gerektiğini düşünmesi söz konusu olmaz. Dilediği bir şeyin önüne engellerin çıkması ve O'nu bundan vazgeçirmesi düşünülemez. Bir dış etkenin baskısıyla iradesini geri alması olacak iş değildir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah, emrinde galip olandır." (Yusuf, 21) "...Allah, kendi emrini yerine getirip gerçekleştirendir." (Talak, 3) Bir ayette de Hz. Musa'dan şu ifadeler aktarılır: "Dedi ki: "Bunun bilgisi Rabbimin katında bir kitaptadır. Rabbim şaşırmaz ve unutmaz." (Tâhâ, 52) "Bugün her nefis, kendi kazandığıyla kar-şılık görür. Bugün zulüm yoktur. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir." (Mü'min, 17)

Bu ve benzeri ayetler gösteriyor ki, yüce Allah varlıkları yaratmış, ama hiçbir zaman onların durumundan gafil olmamış, ileride olabilecek herhangi bir şeyden habersiz, bilgisiz olmamıştır. Yaptığı hiçbir şeyden dolayı da pişman olmamıştır. İnsanların hayatına egemen olsun diye indirdiği şeriatları tam bir ciddiyetle, şakadan, korkudan ve umuttan berî olarak yasalaştırmıştır. O, her amel işleyene işlediği amelinin karşılığını verir. Hayırsa hayır, şerse şer olarak değerlendirir. Hiç-bir galipten etkilenmez. Hiçbir hakim güç, O'na hükmedemez. Fidye, dostluk veya şefaatin O'nu etkilemesi mümkün değildir. O'nun izni ol-madan şefaat edilemez. Bütün bunlar, O'nun varlıklar üzerindeki mutlak hükümranlığıyla bağdaşmaz çünkü.

Onuncusu: Feda edilme meselesiyle ilgili sözleri şu açıdan da yanlıştır: Gerçek anlamıyla feda ve fidye, insanın kendisinin veya onunla ilintili olan can ve malın öldürme veya yok olma gibi olumsuz bir durumla karşı karşıya kaldığında, bu kötü durumu bir karşılık vererek gidermesi demektir. Tutsak edilmiş bir insanın başka bir tutsak veya mal karşılığında serbest bırakılması ya da suç ve cinayetlere karşılık fidye verilmesi gibi. Bu karşılığa fidye ve feda denir. Fidye ve feda, bir tür muameledir ki, hak ve egemenlik sahibinin, hakkında fidye verilen mal veya can üzerindeki hakkı, fidye olarak verilen mal veya feda edilen cana geçer. Böylece hakkında fidye verilen mal veya can, maruz kaldığı kötülükten kurtulmuş olur.

Bundan da anlaşılıyor ki, fidye verme ve feda etme olayı, yüce Allah'la ilgili olarak makul değildir. Çünkü ilahi egemenlik, -insanla-rın itibari, saymaca ve anlaşmalı egemenliklerinden farklı olarak- gerçekliği olan, değiştirilmesi ve elinden alınması mümkün olmayan gerçek bir egemenliktir. Varlıklar, zatları ve etkileri itibariyle yüce Allah tarafından var edilmişler, varlıklarını O'nunla sürdürmektedirler. Bu gerçeğin değişmesi nasıl tasavvur edilebilir?! Bu, meydana gelmesi şöyle dursun, düşünülmesi bile mümkün olmayan bir şeydir. İlahi ege-menlik, biz insan topluluklarının bireyleri arasında geçerli olan mülk, egemenlik, hak ve benzeri şeylerden tamamen ayrı bir şeydir. Bunlar, dizginleri bizim elimizde olan birtakım itibari ve saymaca şeylerdir ki, biz toplum bireyleri, hayattaki çıkarlarımızın değişmesine göre, bazen bunları geçersiz kılar, bazen değiştiririz. (Daha geniş bilgi için: "Din günün sahibi." (Fatiha, 4) ve "De ki: "Ey mülkün sahibi Allah'ım!..." (Âl-i İmrân, 26) ayetlerinin tefsirine bakınız.)

Yüce Allah, bir ayette özellikle fidye olayını olumsuzlamaktadır: "Bugün artık ne sizden, ne de inkar edenlerden fidye alınmaz. Barınma yeriniz ateştir..." (Hadid, 15) Daha önce, yüce Allah'ın Hz. İsa'dan aktardığı şu sözün de bu kategoride değerlendirilmesi gerektiğini belirtmiştik: "Allah; "Ey Meryem oğlu İsa!" dedi, "Sen mi insanlara; "Allah'tan başka, beni ve annemi iki ilah edinin." dedin?" O; "Seni tenzih ederim." dedi, "Hakkım olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz... Ben onlara, ancak bana emrettiğini söylemedim, Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin." dedim. "İçlerin-de olduğum sürece de onlara şahittim. Sen beni alınca, üzerlerindeki gözetleyici sendin. Zaten sen her şeye şahitsin. Onlara azap edersen, hiç şüphesiz onlar senin kullarındır. Onları bağışlarsan da, şüphesiz sen azizsin, hikmet sahibisin." (Mâide, 116-118)

"İçlerinde olduğum sürece de onlara şahittim..." ifadesi şu anlama gelir: "Benim onlarla ilgili fonksiyonum, bana verdiğin görevle, benim için tayin ettiğin işle sınırlıydı. O da, tebliğ ve elçilikti; aralarında bulunduğum sürece, amellerimin üzerinde gözetleyici olmaktı. Onların helakı, kurtuluşu, azabı ve bağışlanmalarına gelince; bütün bunlar, senin elinde olan şeylerdir. Benim bu konularla ilgili hiçbir fonksiyonum yoktur. Dolayısıyla onlar için sana karşı bir şey yapmam, onları senin azabından kurtarmam veya egemenliğinin altından çıkarmam, asla söz konusu değildir." Böylece bu ifade de, fedayı olumsuz-lamaktadır. Çünkü eğer feda edilme durumu söz konusu olsaydı, Hz. İsa, kendisini onların amellerinin sorumluluğundan sıyırmaz, onların azaba uğratılmaları veya bağışlanmaları konusunda kendisinin hiçbir et-kisi olmadığını ve bunun yüce Allah'a kaldığını belirtmezdi.

Şu ayetler de aynı anlamı vurgulamaya yöneliktir: "Sakının o gün-den ki, hiç kimse, kimse adına bir şey ödeyemez, kimseden şefaat da kabul edilmez, kimseden bedel de alınmaz ve onlar yardım da görmezler." (Bakara, 48) "...Ne alış verişin, ne dostluğun, ne de şefaatin olmadığı gün..." (Bakara, 254) "O gün arkanızı dönüp kaçacaksınız, ama sizi Allah'tan koruyacak bir şey yoktur." (Mü'min, 33) İlk ayette geçen "bedel", ikinci ayette geçen "alış veriş" ve üçüncü ayette geçen "Allah'tan koruyacak şey", "fidye" anlamına gelir. Onların olumsuzlan-ması, "fidye"nin olumsuzlanması demektir.

Hıristiyanların "feda edilme" iddialarına karşılık Kur'an, Hz. İsa'nın şefaat edeceğini vurgular. "Feda edilme" ile "şefaat" arasındaki far-ka gelince; "...hiç kimse, kimse adına bir şey ödeyemez..." (Bakara, 48)ayetinin tefsiri çerçevesinde de vurgulandığı gibi şefaat, şefaat eden kimsenin, şefaati kabul eden makamın katındaki yakınlığı ve mevkisinin bir göstergesidir, aslında. Dolayısıyla şefaatçi, kesinlikle hiçbir şeye malik değildir. Şefaatçi, şefaati kabul eden yüce zatın mülkünü ve saltanatını asla olumsuzlamamakta, O'nun suçlu tarafından çiğnenen hükmünü ve suçlu için koyduğu ceza kanununu geçersiz kılmamaktadır. Çünkü şefaat, bir tür dua ve yalvarıştır. Şefaatçi, katında şefaatte bulunulan Rabbin tasarrufuyla ilgili bir temennide bulunur. O'ndan, kendi mülkünde kendisi için caiz olan bir tasarrufta bulunmasını diler. Caiz olan bu tasarruf, cezalandırma hakkına sahip olduğu halde affetmesidir. Çünkü efendi, suç işlemesi durumunda kölesini, kanunlara uygun olarak cezalandırabileceği gibi bağışlayabilir de.

Kısacası; şefaatçi, katında şefaatte bulunulana ricada bulunur, ona dua eder, günah sebebiyle azabın hakkedildiği durumlarda af ve bağışlamasını işletmesini ister. Ama kesinlikle onun egemenliğini sınırlandırmak veya olumsuzlamak söz konusu olmaz. Feda edilme ve fidye olayında ise, durum farklıdır. Daha önce de söylediğimiz gibi feda olayında egemenlik bir şeyden başkasına geçer. Feda edilen, fidye olarak verilen, fedası ve fidyesi olarak harcandıkları şeyi, fedayı ve fidyeyi kabul eden otoritenin egemenliğinden çıkarır.

Bu hususa şu ayet de işaret etmektedir: "O'nun dışında taptıkları, şefaatte bulunmaya malik değildirler; ancak bilerek hakka şahitlik edenler başka." (Zuhruf, 86) Bu ayet, istisna edilenlerin şefaat edeceklerini açıkça bildirmektedir. Bilindiği gibi Hz. İsa (s.a), Hıristiyanların Allah'ın dışında taptıkları arasındadır. Kur'an da, Allah'ın ona kitap ve hikmet öğrettiğini ve kıyamet gününün şahitlerinden olduğunu bildirmektedir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "O'na kitabı ve hikmeti öğretecek..." (Âl-i İmrân, 48) Bir diğer ayette onun lisanıyla şöyle buyuruyor: "İçlerinde olduğum sürece de onlara şahittim." (Mâide, 117) Başka bir ayette ise şöyle buyuruyor: "Kıyamet günü de o, onların aleyhine şahit olacaktır." (Nisâ, 159)

Görüldüğü gibi ayetler, Hz. İsa'nın şefaatte bulunacak kimselerden olduğunu göstermektedir. Daha önce, şu ayetin tefsiri çerçevesinde konuya ilişkin ayrıntılı açıklamalarda bulunduk: "Sakının o günden ki, hiç kimse, kimse adına bir şey ödeyemez..." (Bakara, 48)

6- Bu Görüşler Nereden Kaynaklandı?

Kur'an, bu görüşleri Hıristiyanlara telkin edenin, bu inançları onların arasında yaygınlaştıranın, Hz. İsa olduğunu kesin bir dille reddetmektedir. Tersine, bu görüşlerin, onların din konusunda körü körüne önderlerine uymaları, bu konuda onlara tam yetki vermeleri, önderleri-nin de bu durumdan istifade ederek eski dönem putperestlerinin inanç-larını Hıristiyanlık kalıpları içinde onlara sunmaları sonucunda ortaya çıktığını vurgulamaktadır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Yahudiler; "Uzeyr, Allah'ın oğludur." dediler. Hıristiyanlar da; "Mesih, Allah'ın oğludur." dediler. Bu, onların ağızlarıyla söyledikleri sözleridir. On-lar, bundan önceki inkar edenlerin sözlerini taklit ediyorlar. Allah onları kahretsin! Nasıl da çevriliyorlar?! Onlar, Allah'ı bırakıp hahamlarını ve rahiplerini Rabler edindiler ve Meryem oğlu Mesih'i de. Oysa onlara, tek ilaha ibadet etmekten başka bir şey emredilmemişti. O'ndan başka ilah yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir." (Tevbe, 30-31)

Yüce Allah'ın, "Onlar, bundan önceki inkar edenlerin sözlerini taklit ediyorlar." sözüyle işaret ettiği "inkar edenler"den maksat, cahi-liye Arapları ve onların putperestlik inançları değildir. Gerçi cahiliye Arapları da; "Melekler, Allah'ın kızlarıdır." diyorlardı, ancak Yahudi ve Hıristiyanların Allah'a oğul nispet ettikleri tarih, onların Araplarla temas kurmalarının, içlerine karışmalarının öncesine rastlar. Özellikle Yahudilerin bu inançları çok daha eskidir. Bu arada, "bundan önceki"ifadesi, bu inancın Yahudi ve Hıristiyanlardan önce de benimsendiğini göstermektedir. Kaldı ki, cahiliye Arapları da putperestliği başkalarından almışlardır; ilk defa kendileri onu icat etmiş değillerdir.[16]

Üstelik; Roma, Yunan, Mısır, Suriye ve Hint putperestliği, Filistin ve dolaylarında yaşayan Ehl-i Kitaba daha yakındı. Putperestlik inanç-ları ve sanılarının onlara geçişi, hem daha kolay, hem de ortam buna çok daha uygundu.

Dolayısıyla Ehl-i Kitabın, Allah'ın oğlunun olması konusunda tak-lit ettikleri "inkar edenler"den maksat, eski Hint ve Çin putperestliğiyle, Roma, Yunan ve Kuzey Afrika gibi Batı putperestliğidir. Nitekim tarih de, söz konusu eski putperest topluluklarda, Yahudi ve Hıristiyan topluluklarda var olan baba, oğul, teslis, çarmıha gerilme ve feda edilme gibi inanışların var olduğunu ortaya koymaktadır. Bunlar, Kur'an'ın dikkat çektiği tarihsel gerçeklerdir.

Aşağıdaki ayet de, önceki ayetler gibi bu gerçeğe delalet etmektedir: "De ki: "Ey kitap ehli, haksız yere dininiz konusunda aşırı gitmeyin ve daha önce sapmış, birçoğunu saptırmış ve dümdüz yoldan kaymış bir topluluğun hevalarına uymayın." (Mâide, 77) Bu ayet, Ehl-i Kitabın haksız yere dinlerinde aşırıya kaçmalarının, daha önce sapmış bulunan bir kavmi taklit etmelerinden, onlara uymalarından kaynaklanan bir durum olduğunu ortaya koymaktadır.

Bu kavim, kuşkusuz Ehl-i Kitabın hahamları ve rahipleri değildir. Çünkü ifade mutlaktır ve kayıtlı değildir. Söz gelişi; "Sizden olan, sizden birçok kimseyi saptıran bir topluluk" şeklinde bir ifade kullanılmamıştır. Daha önce söylediğimiz gibi, bunlardan maksat, cahiliye Arapları da değildir. Dikkat çeken bir husus, bunların "birçoklarını saptıranlar" olarak nitelendirilmeleridir. Yâni onlar, taklit edilen ve tâbi o-lunan önderlerdirler. Oysa Araplar, o dönemde baskıya uğrayan, okumasız-yazmasız sıradan bir topluluktu. Bilim, uygarlık ve ilerlemişlik adına, Fars, Roma ve Hint gibi uygarlıkların onlara uyacağı, onları tak-lit edeceği herhangi bir şeye sahip değillerdi.

Şu halde, daha önce de söylediğimiz gibi, ayette geçen "topluluk"-tan maksat, Çin, Hint ve Batı putperestliğidir.

7- Ehl-i Kitap, Hangi Kitaba Mensuptur? O Kitap, Nasıl Bir Kitaptır?

Bazı rivayetler, Mecusileri de Ehl-i Kitaptan sayar. Onların da Ehl-i Kitaptan sayılması için kendilerine özgü bir kitaplarının olması ya da Kur'an'ın adından söz ettiği bir kitaba bağlı olmaları gerekir. Hz. Nuh'un Kitabı, Hz. İbrahim'in Suhuf'u, Hz. Musa'nın Tevrat'ı, Hz. İsa'nın İncil'i ve Hz. Davud'un Zebur'u gibi. Fakat Kur'an, Mecusilerden söz etmez, onlara ait bir kitaptan da bahsetmez. Mecusilerin elinde olan "Avesta"nın da adı Kur'an'da geçmez. Onların da bundan başka kutsal bir kitapları yoktur.

Kur'an, yüce Allah'ın kendilerine indirdiği kitaba atfederek Yahudiler ve Hırıtiyanlardan "Ehl-i Kitap" olarak söz eder.

Bugün Yahudilerin elinde otuz beş tane kutsal kitap vardır. Bunlardan biri, Hz. Musa'ya indirilen Tevrat'tır ki, beş kitaptan oluşur.[17] On iki tanesi, tarihçilerin kitaplarıdır.[18]Biri, Eyyub'un kitabıdır. Biri, Davud'un Zebur'udur (Mezmurlar). Üçü, Süleyman'ın kitaplarıdır.[19]On yedi tanesi de "Rüyetler" kitaplarıdır.[20]

Kur'an, bunların içinden sadece Hz. Musa'ya indirilen Tevrat'tan ve Hz. Davud'a indirilen Zebur'dan söz eder.

Hıristiyanların elinde ise, kutsal kitap olarak dört İncil bulunmaktadır: Matta İncili, Markos İncili, Luka İncili, Yuhanna İncili. Bir de, "Resullerin İşleri" kitabı, bazı mektuplar[21] ve "Yuhanna'nın Vahyi (Rü-yeti)" kitabı var ellerinde.

Kur'an, Hıristiyanların elindeki bu kutsal kitaplardan söz etmez. Yalnızca yüce Allah'ın Hz. Meryem oğlu İsa'ya indirdiği "İncil" adlı bir kitaptan bahseder. Bir tek İncil, İnciller değil. Gerçi Hıristiyanlar tek İncil'i tanımıyor ve bilmiyorlar, ancak önderlerinin sözleri arasında, İsa'nın "İncil" adlı bir kitabının bulunduğuna ilişkin itiraflarını içeren bazı bilgiler bulmak mümkündür.[22]

Bununla beraber Kur'an, gerçek Tevrat'ın bir kısmının Yahudilerin elinde, aynı şekilde gerçek İncil'in de bir kısmının Hıristiyanların elinde bulunduğuna ilişkin işaretler içermektedir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "İçinde Allah'ın hükmü bulunan Tevrat yanlarında olduğu halde, seni nasıl hakem kılıyorlar?" (Mâide, 43) Yine şöyle buyuruyor: "Biz Hıristiyanlarız, diyenlerden de kesin söz almıştık. Ama onlar, kendilerine hatırlatılan şeyden bir kısmını unuttular." (Mâide, 14) Ayetlerin konuya yönelik işaretleri gayet açıktır.

TARİHSEL BİR ARAŞTIRMA

1- Bugünkü Tevrat'ın Öyküsü:

İsrailoğulları, Hz. Yakub'un soyundan gelen boylardan oluşmaktadır. Başlangıçta göçebe kabileler olarak yaşıyorlardı. Sonra Firavun onları Mısır'a getirdi. Onlara köle muamelesi yapıyordu. Nihayet yüce Allah, Hz. Musa aracılığı ile onları Firavun ve uygulamalarından kurtardı.

Musa zamanında, bir imam önderliğinde yaşıyorlardı. Bu imam, Hz. Musa (a.s)'dı. Ondan sonra Yuşa (Yeşu) önderlik etti. Bir süre de İ-hud (Ehud), Cid'un (Gideon) gibi yargıçlar (hâkimler) tarafından yönetildiler. Bunu izleyen süreçte krallar devri başladı. İlk kralları Şaul (Saul)'du. Kur'an ondan "Talut" diye söz eder. Ondan sonra Hz. Davut ve Hz. Süleyman kral oldular.

Sonraki dönemlerde krallıkları parçalandı, güçleri dağıldı. Bununla beraber çeşitli krallarca yönetildiler. Rehoboam, Abiyam, Yero-boam, Yehoşafat, Yehoram gibi otuz küsur kral geçti.

Bölünmeden sonra güçleri sürekli olarak zayıflıyordu. Nihayet Ba-bil kralları kendilerine egemen oldular ve Kudüs'ü ele geçirdiler. Bu olay yaklaşık olarak İsa'dan önce 600 yıllarında gerçekleşti. O dönemde Babil kralı, Buhtunnussar (Nebukadnetsar)'dı. Bir süre sonra Yahudiler ona baş kaldırdılar. Buhtunnussar üzerlerine askerlerini gönderdi. Onları kuşatma altına aldı. Ülkeyi fethetti. Krallık hazinelerini, Havra'-nın (Mescid-i Aksa'nın) hazinelerini talan ettiler. Sayıları on binleri bulan zenginlerini, güçlüleri ve sanatkarlarını toplayıp Babil'e götürdü-ler. Geride zayıflardan ve yoksullardan başka kimse kalmadı. Buhtun-nussar, son İsrailoğulları kralı olan Tsedekiya'yı başlarında kral olarak bıraktı. Tsedekiya, Buhtunnussar'a itaat etmek zorundaydı.

Bu durum on yıl kadar bu şekilde devam etti. Bu sırada Tsedekiya kendini bir ölçüde güçlü ve caydırıcı hissetmeye başladı. Mısır Firavu-nu'yla temas kurdu. Ondan cesaret alarak büyüklendi ve Buhtunnus-sar'a baş kaldırdı.

Bu durum Buhtunnussar'ı öfkelendirdi. Üzerlerine büyük bir ordu gönderdi. Ülkelerini kuşatma altına aldı. Yahudiler kalelere sığındılar. Yaklaşık olarak bir buçuk yıl kalelerde mahsur kaldılar. Sonunda aralarında kıtlık ve veba salgını baş gösterdi.

Buhtunnussar, kaleler tamamen teslim oluncaya kadar kuşatmayı kaldırmadı. Bu olay, İsa'dan önce 586 yılında gerçekleşti. Yahudiler topluca kılıçtan geçirildi, yurtları yerle bir edildi. Allah'ın evini de yıktılar. Bütün dini alametleri ve işaretleri ortadan kaldırdılar. Havra'-larını (Mescid-i Aksa) bir toprak yığınına dönüştürdüler. Bu hengamede Tevrat ve içine konulduğu Sandık da kayboldu.

Bu durum, yaklaşık olarak 50 yıl devam etti. Bu süre içinde Babil'de yaşıyorlardı. Kitaplarından bir işaret, bir belirti yoktu ellerinde. Mescitlerinden ve evlerinden geriye tümseklerden, toprak yığınlarından başka bir şey kalmamıştı.

Sonra Fars krallarından Koreş tahta geçti. Ülkesiyle Babilliler arasında da savaş hali devam ediyordu. Koreş Babil'i fethetti. Kente girdi. Babil'de tutsak olarak bulunan İsrailoğullarını serbest bıraktı. Ünlü Ezra, kralın yanında saygın bir yere sahipti. Kral Ezra'yı İsrailoğulları üzerine emir olarak atadı. Tevrat'ı yazmasına, Havra'yı (Mescid-i Aksa) onarmasına ve eski düzenlerine geri dönmlerine izin verdi. Ezra'nın İsrailoğullarını Kudüs'e geri getirişi İsa'dan önce 457 tarihine rastlar. Bundan sonra Ezra, Eski Ahd'i yazdı ve tashih etti. Bugün Yahudilerin elindeki Tevrat onun derlediği bu kitaptır.[23]

Bu öykü üzerinde düşündüğün zaman, bugün Yahudilerin elinde bulunan Tevrat'ın dayanak zincirinin kopuk olduğunu görürsün. Bu Tevrat, bir tek kişi (Ezra) aracılığıyla Musa'ya dayandırılıyor. Öncelikle, onun kim olduğunu bilmiyoruz. İkincisi, bilgisi ve derinliği hakkında bir malumatınız yok. Üçüncüsü, güvenirliği boyutu hakkında bilgi sahibi değiliz. Dördüncüsü, Tevrat'ın tüm bölümlerini nereden derlediğini bilmiyoruz. Beşincisi, yapılan yanlışlıklar veya yaygın olan hatalı görüşleri hangi kaynağa göre belirleyeceğimizi bilmiyoruz.

Maalesef bu uğursuz olay, diğer bir uğursuz sonuça sebep olmuştur. Şöyle ki: Bir grup batılı araştırmacı, Musa'nın varlığını inkara yel-tenmiş, Musa zamanında ve ondan sonra yaşanan olayların hiç olmadıklarını ileri sürmüş ve "Musa hayali bir şahsiyetti." demişlerdir. Ben-zeri iddiaları Meryem oğlu İsa (a.s) hakkında da dile getirenler olmuştur. Ancak bir Müslümanın böyle şeyler söylemesi mümkün değildir. Çünkü Kur'an açık bir ifadeyle onun varlığından söz etmektedir.

2- Hz. İsa'nın ve İncil'in Öyküsü

Yahudiler ulusal tarihlerine büyük önem verirler. Yaşadıkları dönemlerde meydana gelen belirgin olayları kaydetmeyi ihmal etmezler. Buna rağmen, kitaplarına, kutsal metinlerine baktığında, Meryem oğlu İsa ile ilgili olarak, ne nasıl doğuşu, ne peygamber olarak ortaya çıkışı ve daveti, ne yaşayış tarzı, ne gösterdiği mucizeler, ne de hayatının ölerek mi, öldürülerek mi, yoksa çarmıha gerilerek mi son bulduğu hakkında en ufak bir açıklamaya rastlayamazsın. Nedir bunun sebebi? İsa'nın durumunun onlara gizli kalmasını veya onların onun durumunu gizlemelerini gerektiren şey nedir acaba?

Oysa Kur'an-ı Kerim, Yahudilerin Meryem'e çirkin bir iftira attıklarını, İsa'nın doğuşu üzerine onu suçladıklarını ve İsa'yı öldürdüklerini iddia ettiklerini anlatır: "Bir de inkara sapmaları ve Meryem'in aleyhinde büyük bir bühtan söylemeleri ve; "Biz, Allah'ın resulü Meryem oğlu Mesih İsa'yı öldürdük." demeleri yüzünden (onlara böyle bir ceza verdik.) Oysa onu öldürmediler ve onu asmadılar. Ama onlara öyle gösterildi. Gerçekten onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şüphe içindedirler. Onların zanna uymaktan başka buna ilişkin hiçbir bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler." (Nisâ, 156-158)

Şimdi, acaba onların bu tür iddiaları, dilden dile aktardıkları ve fakat kitaplarında yer vermedikleri ulusal kıssalara mı dayanıyor? Çünkü bilindiği gibi her ulusun, gerçek olaylardan ve efsanelerden kaynaklanan sözlü öyküleri vardır ve bunların sağlam ve sahih bir kaynağı da yoktur.

Yoksa onlar, Hıristiyanlardan defalarca Hz. İsa'yla (a.s), doğumuy-la, peygamber olarak ortaya çıkışıyla, insanları Allah'a kulluk sunmaya davet edişiyle ilgili hikayeleri dinlediler de bunları onların ağızlarından mı aldılar ve Meryem'e iftira atıp Mesih'i öldürdüklerini mi iddia ettiler? Bunun kesin olarak belirginleştirmek mümkün değildir. Şu kadarı var ki, yukarıdaki ayet üzerinde düşünüldüğünde görüleceği gibi, Kur'an, açık olarak sadece öldürme -çarmıha germeyi değil- iddiasını onlara isnat ediyor ve onların bu hususta kuşku içinde olduklarını ve aralarında ihtilaf olduğunu ifade ediyor.

Hz. İsa, İncil ve müjde ile ilgili olarak Hıristiyanların arasında yaygın olan öykülerin kaynağı da, onların kutsal kitaplarıdır. Bunlar; dört incil, -Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncilleri- Luka tarafından kaleme alınan "Resullerin İşleri" kitabı ve Pavlus, Petrus, Yakup, Yu-hanna ve Yehuda'nın mektuplarından oluşur. Bunların tümünün itibarı, İncillerin itibarına dayanır. Dolayısıyla İnciller üzerinde durmakta yarar vardır.

Matta İncili:

Yazılışı ve yayılışı itibariyle en eski İncil'dir. Bazıları, Miladi 38 yılında yazıldığını söylemişlerdir. Diğer bazıları ise, 50 ila 60 yılları arasında yazıldığı kanaatindedirler.[24] Görüldüğü gibi bu İncil, Hz. İsa'dan sonra kaleme alınmıştır.

Eski ve yeni Hıristiyan araştırmacılar, Matta İncili'nin orijinalinin İbranice olduğu, daha sonra Yunanca'ya ve başka dillere tercüme edildiği görüşündedirler. Ancak orijinal İbranice nüsha kayıptır. Tercümenin ise nasıl olduğu ve kim tarafından tercüme edildiği bilinmemektedir.[25]

Markos İncili:

Markos, Petrus'un öğrencisidir. Havari değildir. İncilini Petrus'un işareti ve emriyle yazdığını söyleyenler vardır. İsa'nın Tanrı olduğuna inanmazdı.[26] Bu yüzden bazıları; onun, İncilini kabileler ve köylüler için yazdığını ve İsa'yı Allah'ın şeriatını tebliğ eden bir elçi olarak tanıttığını söylemişlerdir.[27] O da, İncilini Miladi 61 yılında yazmıştır.

Luka İncili:

Luka, havari değildir. İsa'yı da görmemiştir. Hıristiyanlığı Pavlus'-tan öğrenmiştir. Pavlus ise, Hıristiyanlığa düşmanlık besleyen fanatik bir Yahudi'ydi. İsa'ya inananlara eziyet eden birisiydi, onların aleyhine çalışırdı. Sonra ne olduysa aniden sara nöbetine tutulduğunu, bu nöbet esnasında Mesih'in (a.s) kendisine dokunduğunu, izleyicilerine kötülük yaptığı ve eziyet ettiği için kendisini kınadığını, hırpaladığını ve bunun üzerine Mesih'e inandığını ve onun tarafından İncilini müjdeleme üzere elçi olarak gönderildiğini iddia etti.

Bugünkü Hıristiyanlığın temellerini sözünü ettiğimiz bu Pavlus at-mıştır.[28] Öğretisinin temeli şudur: "Sadece Mesih'e inanmak kurtuluş için yeterlidir. Ayrıca amel etmeye gerek yoktur." O, murdar eti ve do-muz etini yemeyi helal kıldı. Sünnet olmayı ve Tevrat'ta yer alan birçok hükmü yasakladı.[29] Oysa İncil kendisinden önceki Tevrat'ı tasdik etmek üzere indirilmiştir. Sadece Tevrat'ta haram sayılan belli bazı şeylerin helal olduğunu belirtmiştir. Kısacası Hz. İsa, Tevrat'ın içerdiği şeriatı egemen kılmak üzere gönderilmişti. Sapıkları ve fasıkları yeniden Tevrat'a uymaya çağırmak üzere gelmişti. Tevrat'a göre amel etmeyi iptal etmek ve kuru bir imanla kurtuluşun gerçekleşeceğini vaat etmek üzere değil.

Luka, İncilini Markos'un İncilincen sonra yazdı. Bu da Petrus ve Pavlus'un ölümünden sonradır. Birçokları, bu İncilin diğer İnciller gibi ilhama dayalı bir kitap olmadığını belirtmişlerdir.[30]Nitekim İncilinin giriş kısmındaki ifadeler de bunu ortaya koymaktadır.

Yuhanna İncili:

Hıristiyanların birçoğu bu Yuhanna'nın, Hz. İsa'nın çok sevdiği on iki havariden biri olan avcı Zebedi oğlu Yuhanna olduğuna inanmaktadır.[31]

Diyorlar ki: "Şirintus", "Ebisun" ve bu ikisinin cemaatleri, Mesih'in yaratılmış bir insandan başka bir şey olmadığını, annesinin varlığından önce varolmadığını savundukları için, Asya ve başka bölgelerin keşişleri Miladi 96 tarihinde Yuhanna'nın yanında toplandılar ve ondan başkalarının İncillerinde yazmadıkları şeyleri yazmasını ve Mesih'in lahuti varlığını özel bir tarzda açıklamasını istediler. Yuhanna onların isteklerine cevap vermekten başka çare bulamadı.[32]

Bu İncil'in yazıldığı tarih hakkında ihtilaf vardır. Kimisi Miladi 65 tarihinde, kimisi 96 tarihinde, kimisi de 98 tarihinde yazıldığını söylemiştir.

Bazı Hıristiyanlar, bu İncil'in Havari Yuhanna tarafından yazılmadığı inancındadırlar. Bunlardan bazıları, onun İskenderiye Medresesi talebelerinden biri tarafından kaleme alındığını düşünüyorlar.[33]Diğer bazıları da, bu İncil'le beraber Yuhanna'nın mektuplarının da onun tarafından yazılmadığını, bazı şahıslar tarafından ikinci yüzyılın başlarında yazılıp insanlarca kabul görmesi için Yuhanna'ya isnat edildiğini söylemişlerdir.[34] Bazılarına göre de, Yuhanna İncili aslında yirmi bap-mış. Yuhanna'nın ölümünden sonra "Efes Kilisesi" yirmi birinci babı eklemiştir.[35]

Dört İncil'in durumu bundan ibarettir. Bu rivayetlerin içinde, üzerinde görüş birliği sağlanan kanalların yedi kişiye dayandığını görürüz. Matta, Markos, Luka, Yuhanna, Petrus, Pavlus ve Yehuda. Bunların tümünün dayanağı, bu dört İncil'dir. İncillerin dördü de bir tanesine dayanıyor. Yâni en eskileri olan Matta İncili'ne. Daha önce bunun bir çeviri olduğunu, aslının kaybolduğunu, kimin tarafından tercüme edildiğinin bilinmediğini, orijinalinin nasıl olduğunu, öğretisinde İsa'nın bir elçi mi, yoksa ilah mı oluğunu esas alındığının bilinmediğini belirtmiştik.

Bu mevcut İncil'de ise şöyle deniyor: "İsrailoğulları arasında Marangoz Yusuf oğlu İsa adında bir kişi ortaya çıktı. İnsanları Allah'a davet etti. O, kendisinin Allah'ın oğlu olduğunu, beşerden bir babası olmaksızın dünyaya geldiğini, babasının kendisini çarmıha gerilmek ve öldürülmek suretiyle insanları günahlarından kurtarmak üzere gönderdiğini, ölüleri dirilttiğini, doğuştan kör ve alacalı olanı iyileştirdiğini, cin çarpmışların bedenlerindeki cinleri çıkararak onları iyileştirdiğini söylüyordu. Onun on iki tana öğrencisi vardı. Bunlardan birisi İncil'in yazarı Matta'ydı. İsa onları kutsamış ve Mesih dinini tebliğ etmeleri için birer davetçi olarak görevlendirmişti..."

Hıristiyanlık çağrısının temeli ile ilgili bilgilerin özü budur. Yeryüzünün doğusuna ve batısına yayılmış bulunan böyle bir davet, gelip sonuçta tek bir habere (haber-i vahid) dayanıyor. İsmi, cismi bilinmeyen, kimliği ve vasfı hakkında net bir bilgiye sahip olunmayan bir adamda noktalanıyor.

Öykünün temelindeki bu ilginç gevşeklik, bazı özgür fikirli Avrupalı araştırmacıları şu iddiayı ortaya atmaya yöneltmiştir: "Meryem oğlu İsa Mesih, hayali bir kişiliktir. Dönemin yönetimine karşı duyulan bazı dinsel tepkiler böyle bir şahsiyetin tasavvur edilişine yol açmıştır." Tıpatıp benzeyen bir diğer hayali şahsiyetin olması da bu düşünceyi savunanlara cesaret vermiştir. O da "Kirişna"dır. Eski Hint putperestliğine göre, o, Allah'ın oğludur. Allah'ın lahutundan inmiştir. Asılmak suretiyle insanların günah yüklerinden ve hatalarından kurtulmalarını sağlamıştır. Kısacası, Hıristiyanların İsa Mesih hakkındaki iddialarını onlar, harfiyen "Kirişna" hakkında söylüyorlar. İleride buna değineceğiz.

Diğer bazı eleştirmen araştırmacılarsa, Mesih adında iki kişinin olduğunu söylemişlerdir. Çarmıha gerilmeyen Mesih ve çarmıha gerilip öldürülen Mesih. Bu ikisinin arasında ise beş yüz yılı aşkın bir zaman olduğunu söylemişlerdir.

Bu iddiaya göre bugün bin dokuz yüz elli altıncı yılında bulunduğumuz Miladi tarih ise, bu iki Mesih'ten hiçbirinin yaşadığı döneme denk düşmemektedir. İlk Mesih, en az bu tarihten iki yüz elli yıl önce, yaklaşık olarak altmış yıl yaşamıştır. İkinci ve asılan Mesih ise, ondan sonra yaklaşık olarak iki yüz doksan yıl sonra ve yaklaşık olarak otuz üç yıl yaşamıştır.[36]

Miladi tarihle, Hz. İsa'nın doğumunun tam olarak örtüşmediğini Hıristiyanlar da inkar edemiyorlar.[37]Bu da, tarihsel bir sektedir.

Kuşkuları arttıran başka şeyler de vardır. Anlatıldığına göre, Miladın ilk iki yüzyılında, dört İncil'in dışında başka birçok İncil vardı. Kimilerine göre bunların sayısı yüz küsuru buluyordu. Şimdiki dört İn-cil de bunlar arasındaydı. Kilise yönetimi bu dördünün dışındakileri yasakladı. Metinleri kilisenin anlayışıyla bağdaştığı için sadece dört İncil'in yasal olduğunu ilan etti.[38]

Kilise tarafından yasaklanan ve terk edilen İncillerden birisi de Barnaba İncili'dir. Bu İncil'in bir nüshası yıllar önce bulundu ve Arapça ve Farsçaya da tercüme edildi. Bu İncil'in içerdiği kıssalar genel olarak Kur'an'ın Meryem oğlu İsa Mesih ile ilgili olarak aktardığı kıssalarla örtüşmektdir.[39]

Şaşırtıcı olan bir diğer husus da, Yahudilerin dışındaki toplumların tarihsel kaynaklarında, İncil'de İsa'nın davetiyle, tanrının oğlu oluşuyla, feda edilmek suretiyle insanları kurtarmış olmasıyla ilgili olarak anlatılanlardan ayrıntılı olarak söz edilmemiş olmasıdır. Ünlü Amerikalı tarihçi Hendrik William Van Loan "İnsanlığın Tarihi" adlı eserinde Romalı Doktor Skola Biyus Kultlus'un, Miladi 62 yılında Filistin'deki Roma ordusunda bir asker olarak görev yapan yeğeni Cladiyus Ensa'ya yazdığı bir mektuptan söz eder. Mektubunda, Roma'da Pavlus adına bir hastayı ziyaret ettiğini ve onun sözlerinden etkilendiğini anlatır. Pavlus'un kendisine Hıristiyanlık çağrısından, İsa'nın davetiyle ilgili bazı hususlardan söz ettiğini yazar.

Sonra Pavlus'tan ayrıldığını ve bir daha onu görmediğini, bir süre sonra da onun "Usti" yolunda öldürüldüğünü haber aldığını belirtir. Sonra yeğeninden, Pavlus'un sözünü ettiği bu İsrailli peygamber ve Pavlus'un kendisi hakkında bilgi edinmesini ve elde ettiği bilgileri kendisine yazmasını ister.

Cladiyus Ensa, altı hafta sonra Yeruşalim'deki (Kudüs) Roma askeri karargahından ona şu mektubu gönderir:

"Kentin ihtiyar ve yaşlı adamlarından birkaçına İsa Mesih'i sordum. Sorduğum şey hakkında yeterli bilgiye sahip olamadıklarından iyi cevap veremediklerini gördüm. (Tarihin Miladi 62, sorulan kişilerin de yaşlılar olduğuna dikkat edin!)

Nihayet bir zeytin satıcısıyla karşılaştım ve onu tanıyıp tanımadığını sordum. Bana cevap verme lütfünde bulundu. Sonra bana Yusuf adlı bir adamı gösterdi. Onun İsa'nın izleyicisi ve seveni olduğunu, onun yaşam öyküsü hakkında bilgi sahibi olduğunu, onunla ilgili haberler hakkında uzman olduğunu, sorduğum sorulara doyurucu cevap-lar verebilceğini söyledi.

Günlerce araştırdıktan sonra o gün Yusuf isimli şahısla karşılaştım. Yaşı geçkin bir ihtiyardı. Eskiden bölgedeki bazı göllerde balık avlarmış. Adamın ilerlemiş yaşına rağmen, duyguları sağlam ve hafızası yerindeydi. O dönemde, kargaşa ve fitne döneminde yaşanan tüm olayları ve haberleri anlattı. Dedi ki: Fontiyus Filatus, Kayser Tiprius zamanında Samiriye ve Yahudiye bölgelerinin hakimiydi.

Onun döneminde Yeruşalim'de bir kargaşa çıktı. Fontiyus Filatus, fitne ateşini söndürmek için Yeruşalim'e geldi. O günlerde yayılan fitne şuydu: Nasıra halkından bir marangozun oğlu halkı davet ediyor ve onları hükümete karşı ayaklanmaya kışkırtıyor.

İşi iyice araştırdıklarında anladılar ki, suçlanan marangozun oğlu akıllı ve sağlam görüşlü bir gençtir. Hakkında takibatı gerektiren bir suç işlememiştir. Ancak Yahudilerin mezhep liderleri onun görüşlerine karşı çıkıyorlardı. Ona karşı büyük bir kin besliyorlardı. Filatus'a; "Bu Nasıralı genç; "Bir Yunanlı, bir Romalı veya bir Filistinli, insanlara adaletle davranırsa, onlara karşı şefkatli olursa, o, Allah katında bütün ömrünü Allah'ın kitabını mütalaa etmekle, ayetlerini okumakla geçiren kimse kadar sevap alır." diyor." demişlerdi.

Onların karşı çıkmaları ve itiraz etmeleri, Filatus üzerinde etkili olmamıştı. Fakat bir gün halkın büyük bir kalabalık halinde mabette toplandığını ve İsa (marangozun oğlu) ve arkadaşlarını ele geçirip lime lime doğramayı düşündüklerini haber aldı. Bunun üzerine bu marangoz genci bir süre zindana atmayı, böylece halkın onu linç etmesine engel olmayı düşündü.

Filatus, halkın neden İsa'ya karşı öfkeye kapıldığını tam olarak anlayamamıştı. Onun hakkında kiminle konuştuysa, bir soru sorduysa, açıklama yapmasını istediyse, ağız birliği etmişçesine şunu söylediler: "O bir kafirdir. O bir dinsizdir. O bir haindir." Ama bunun nedenini söyleyen kimse çıkmadı.

Nihayet Filatus, bizzat İsa ile konuşmaya karar verdi. Onu yanına çağırttı. Onunla konuştu ve tebliğ ettiği dinle neyi amaçladığını sordu. İsa, devlet ve siyasetle ilgilenmediğini, böyle bir amacının bulunmadığını söyledi. Daha çok manevi hayatla ilgilendiğini, cismani hayatın onun için ikinci planda kaldığını belirtti. Bir insanın insanlara iyi davranması gerektiğine, tek ve ortaksız Allah'a kulluk etmesinin zorunluluğuna inandığını vurguladı. Allah'ın hayattaki diğer tüm yöneticiler, terbiye ediciler (Rabler) karşısında baba konumunda olduğunu ifade etti.

Filatus, Revakiler ve diğer Yunan filozoflarının görüşleri hakkında bilgi sahibiydi. İsa'nın söylediklerinde bir art niyet, bir kovuşturma gerekçesi görmemişti. Bu yüzden bir kez daha bu sağlam görüşlü, aklıselim sahibi peygamberi Yahudilerin şerrinden kurtarmaya karar verdi. Ölüm cezasının uygulanmasını erteledi.

Fakat Yahudiler buna razı olmadılar. Onu rahat bırakmadılar. Fila-tus'un İsa'nın yalanlarına kandığını, Kayser'e ihanet etmek istediğini yaydılar. Buna tanıklık etmeye ve buna ilişkin şikayetleri içeren tomar-ları imparatora göndermeye başladılar. Bundan önce de Filistin'de kar-gaşa ve isyanlar çıkmıştı. Kayser'in güvenilir güçlerinin sayısı azdı. İnsanları susturmaya yetmiyordu. Valilerin ve Kayser adına görev yapan diğer memurların halkın şikayetine, hoşnutsuzluğuna neden olacak davranışlardan kaçınmaları gerekiyordu.

Bu nedenlerden dolayı Filatus, genel güvenlik adına bu tutuklu genci feda etmekten, öldürülmesine ilişkin genel isteğe cevap vermek-ten başka seçenek bulamadı.

İsa'ya gelince, ölümden kesinlikle korkmadı. Ölümü onurlu bir kişilikle karşıladı. Ölümünden önce katline sebep olan Yahudileri affetti. Sonra çarmıha gerildi. İnsanlarsa, onunla alay ediyor, ona sövüp sayıyorlardı.

Cladiyus Ensa devamla şöyle der: Yusuf'un bana anlattığı İsa kıssası budur. O, bunları anlatırken yanaklarından aşağıya göz yaşları süzülüyordu. Ayrılmak istediğini belirtirken kendisine bir altın para uzattım. Ancak o, parayı almayı kabul etmedi ve bana; "Burada benden çok daha yoksul kimseler var. Bu parayı onlara ver." dedi.

Sözünü ettiğin arkadaşın Pavlus'u da ona sordum. Onu tam olarak tanımıyordu. Onunla ilgili olarak kesinlik kazanan husus, başlangıçta çadır yapmakla uğraştığı, sonra işini bırakarak bu yeni dini tebliğ etmekle meşgul olduğudur. Şefkatli ve merhametli olan Rabbin dinini. Onunla, Yahudi bilginlerinden duyduğumuz "Yehova" arasındaki fark, yerle gök arasındaki fark kadardır.

Anlaşıldığı kadarıyla Pavlus önce Küçük Asya'ya gitmiş, sonra Yunanistan'a geçmiştir. Kölelere ve tutsaklara şöyle diyormuş: "Hepiniz, sizi seven ve size acıyan bir babanın çocuklarısınız. Mutluluk, insanlar içinde sadece bir gruba özgü değildir. Tersine zengin, fakir tüm insanlar mutluluğu yakalayabilirler. Tek şart, kardeşçe geçinmeleri, temizlik ve doğruluk esaslı bir hayat sürdürmeleridir." (Mektup özetle burada sona erdi.)

Söz konusu mektubun araştırmamızla ilgili parçaları böyle işte. Bu mektubun satırları üzerinde düşünüldüğünde, şu sonucuna varılır: İsra-iloğulları arasında Hıristiyanlık davetinin yaygınlaşması Hz. İsa'dan sonra olmuştur ve bu davet, nebevi bir davetti, Allah tarafından görev alan bir peygamberin davetiydi; iddia edildiği gibi Lahuti bir zuhur ediş, yeryüzüne iniş ve insanları günahlardan kurtarış şeklinde ilahi bir davet değildi.

Daha sonra Hz. İsa'nın bazı talebeleri ve Pavlus gibi kendini ona mensup bilenler ve talebelerinin talebeleri, çarmıha gerilme olayından sonra Hindistan, Afrika ve Roma gibi dünyanın değişik bölgelerine yolculuk yaptılar ve Hıristiyanlığın mesajını yaydılar. Ancak çok geçmeden Hıristiyanlık öğretisinin temel meseleleri hakkında aralarında ihtilaflar baş gösterdi. İsa'nın Tanrısal (Lahuti) bir varlık oluşu, sadece ona inanmanın yeterli olacağı, Musa'nın şeriatıyla amel etmenin gerekmediği, İncil'in getirdiği dinin Musa'nın dinini neshettiği veya bu dinin Tevrat'ın içerdiği şeriatın tamamlayıcı tâbisi[40] olduğu gibi konularda ihtilaf ederek çeşitli gruplara ayrıldılar.

Bu arada şu husus üzerinde önemle durmak gerekir: Hıristiyanlık mesajının yayıldığı, etkinlik gösterdiği Roma ve Hindistan gibi topluluklar bundan önce Sabiilik, Brahmanizm veya Budizm gibi putperestlik esaslı inanç sistemlerine bağlıydılar. Bu dinlerin temelinde tasavvufa özgü mistik hazlar, öbür yanda Brahmanizm felsefesi yatıyordu. Bu inançlarda Lahuti (Tanrısal) varlığın Nasuti (Beşeri) varlık şeklinde ortaya çıkması anlayışı önemli bir yer tutar. Birlik (tevhit) şeklinde üçlük (teslis), Lahuti varlığın Nasuti varlık suretinde inmesi ve asılarak ve işkence görerek kendini feda etmesi inancı eski Hint, Çin, Mısır, Keldan, Aşur ve Fars putperestliklerinde temel bir anlayış olarak göze çarpmaktadır.[41] Eski dinler ve mezhepler üzerine yazılan eserlerde vurgulandığı gibi, benzeri inançlara Roma ve İskandinavya gibi eski batı putperestliklerinde de rastlanmaktadır.

Duwan, "Tevrat'taki Hurafeler ve Diğer Dinlerdeki Benzerleri" adlı kitabında der ki: "Hindistan'a göz attığımızda, en büyük ve en ünlü Lahuti ibadetlerinin "teslis" esaslı olduğunu görürüz. Bu öğretiyi ana dillerinde "Tıri Morti" olarak adlandırırlardı. Bu isim, Sanskritçe iki kelimeden meydana gelmiştir. "Tıri" üç demektir. "Morti" ise, şekiller veya uknumlar anlamına gelir. Bunlar "Brahma", "Vişno" ve "Siva"dır. Birlikten ayrılmayan üç birleşik uknum. İddialarına göre o, tek ilahtır."

Sonra şöyle der: "Onlara göre, Brahma Baba'dır, Vişno Oğul'dur, Siva ise Ruh-ul Kudüs'tür."

Sonra şöyle der: "Onlar, Siva'ya "Krişna"[42] yâni "Kurtarıcı Rab" ve "Büyük Ruh" derler. "Vişno" ondan doğmuş ve Nasut şeklinde yeryüzünde zuhur etmiş ki, insanları kurtarsın. O, bir tek ilah olan "üç uk-num"dan biridir."

Devamla şöyle der: "Onlar, Hıristiyanlarda olduğu gibi, üçüncü uknumu güvercin şeklinde sembolize ederler."

Mr. Faber, "Putperestliğin Kökü" adlı eserinde şöyle der: "Hintliler "Brahma", "Vişno" ve "Siva"dan oluşan bir teslise inandıkları gibi, Budistler de teslise inanırlar. Onlara göre "Buda" üç uknumdan oluşan bir ilahtır. Aynı şekilde Ginistler de "Civa"nın üç uknumdan ibaret olduğunu söylemektedirler."

Devamla şöyle der: "Çinliler de Buda'ya taparlar ve ona "Fu" adını verirler. Hintliler gibi onlar da, onun üç uknumdan ibaret olduğunu söylerler."

Duwan, yukarıda adı geçen eserinde şöyle der: "Mısır'daki Munfis Tapınağı'nın rahipleri, dini eğitime yeni başlayanlara "kutsal üçlü"yü şöyle tarif ederlerdi: "İlk olanı ikincisini yarattı, ikincisi de üçüncüsünü yarattı. Böylece kutsal üçlü tamamlandı."

Mısır Kralı Toliso, kâhin Tenuşiki'ye sorar: "Benden önce daha büyük biri var mıydı? Ve benden sonra daha büyük biri olacak mıdır?" Kâhin şu cevabı verir: "Evet, daha büyük olan vardır. O, her şeyden önce gelen Allah'tır. Sonra "Kelâm" gelir. O ikisiyle birlikte de "Ruh-ul Kudüs" yer alır. Bu üçlünün doğaları birdir. Onlar zat olarak birdirler. Ebedi kuvvet onlardan sadır olur. Git ey fani! Ey kısa hayatın sahibi!"

Bunoyik, "Eski Mısır İnançları" adlı eserinde şöyle der: "Mısır dininde yaygın olan en ilginç husus, "Kelâm"ın Lahuti oluşuna inanmalarıdır. Onlara göre, varolan her şey onun aracılığı ile varolmuştur. O, Allah'tan kaynaklanmıştır. O, Allah'tır. Yuhanna İncili de bu ifadelerle başlar."

Heigen, "Angello-Sakson" adlı eserinde der ki: "Farslar Metrus'u kelâm, aracı ve Farsların kurtarıcısı olarak isimlendirirlerdi."

"Avrupa'nın İlk Sakinleri" kitabından da şunları nakleder: "Eski putperestler, "Tanrı üç uknumdan meydana gelmiştir." derlerdi."

Ayrıca, eski Yunanlıların, Romalıların, Finlandiyalıların ve İskandinavyalıların da biraz önce sözünü ettiğimiz teslise inandıklarını anlatır. Keldanilerin, Aşurluların ve Finikelilerin de "kelâm" ile ilgili olarak benzeri bir inanca sahip oldukları rivayet edilir.

Duwan, "Tevrat'taki Hurafeler ve Diğer Dinlerdeki Benzerleri" ad-lı eserinin 181-182. sayfalarında özetle şunları der:

"İnsanların işledikleri bir günahın sorumluluğundan kurtulmaları için tanrılardan birinin kurban olarak sunulması fikri, Hintlilerin ve diğer ulusların arasında kökü çok eskilere dayanan bir anlayıştır."

Ardından buna ilişkin kanıtlara yer verir: "Hintlilerin inanışına göre, ilk çocuk olduğu halde, başlangıcı ve sonu olmayan tanrı Vişno'nın kendisi olan Krişna'nın şefkat duyguları kabardı ve yeryüzünü yükünün ağırlığından kurtarmak istedi. Yeryüzüne geldi ve insan tarafından bir kurban sunarak insanı kurtardı."

Mr. Moor der ki: "Hintlilerin kitaplarında "Krişna" çarmıha gerilmiş vaziyette resmedilmiştir. Elleri ve ayakları çivilerle tahtaya çakılı olduğu halde gömleğinin üzerinde bir insan kalbi asılı olarak çizilmiştir. Bir diğer resimde de çarmıha gerilmiş ve başının üzerinde altın bir taç olduğu halde gösterilmiştir. Hıristiyanlar da; "İsa çarmıha gerilerek asıldığı zaman başının üzerinde dikenli bir taç vardı." derler."

Hauk, Seyahatnamesi'nin 1. cildinin 326. sayfasında der ki: "Putperest Hintliler, bazı ilahların insan şekline girdiklerine ve insanların günahlarından kurtulmaları için kurban olarak sunulduklarına inanırlar."

Morivor Leims, "Hintliler" adlı eserinde (s. 26) şöyle der: "Putperest Hintliler, temel bir günaha inanırlar. Bunun kanıtı da "Kiyatri"den sonra gelen yakarışları ve tevessülleridir: Ben günahkârım. Hata ettim. Kötü tabiatlıyım. Annem günah işleyerek bana hamile kaldı. Kurtar beni ey yonca gözlü! Ey günahkârları hatalarından ve günahlarından kurtaran!"

Papaz Gorge Kuks, "Eski Dinler" adlı eserinde Hintlilere ayırdığı bölümde şunları söyler: "Onlar, Krişna'yı serkeş olmayan lahut dolu bir kahraman olarak tasvir ederler. Çünkü o kendini kurban olarak sunmuştur."

Heigen, Tibal ve Tibet topraklarına ayak basan ilk Avrupalı olan "Andara Da el Kurozopos"tan şunları nakleder: "Onların taptıkları tanrı "Endra" şöyle tasvir edilir: "Onun kanı çarmıha gerilmek ve çiviye vurulmak suretiyle dökülmüştür ki, insanları günahlarından kurtarsın. Bu çarmıha gerilişin resmi, kitaplarında mevcuttur."

Rahip Corciyus'un kitabında tanrı "Endra" şu şekilde tasvir edilir: "Çarmıha gerildiği tahtaların ikisi en bakımdan eşit, ama uzunluk bakımdan farklıdır. Baş tarafı daha kısadır. Burada yüzü tasvir edilmiştir. Buna karşılık aşağı tarafı daha uzundur. Eğer yüzün şekli olmasaydı, kimsenin aklına onun bir kişiyi temsil için yapıldığı gelmezdi."

Budistlerin bu husustaki tasavvurları Hıristiyanların Hz. İsa'yla ilgili anlayışlarına daha çok benzemektedir. Bu benzerlik her açıdan söz konusudur. Hatta onlar Buda'yı "Mesih", "tek evlat", "alemin kurtarıcısı" olarak adlandırırlar. Onun kamil bir insan ve kamil bir ilah olduğunu, Nasut bedenine büründüğünü, insanların günahlarına kefaret olmak, onları günahlardan kurtarmak, azaba çarptırılmalarını önlemek ve göklerin melekutuna varis olmalarını sağlamak için kendini kurban ettiğini söylerler. Birçok batılı yazar buna dikkat çekmiştir. Bill, kendi kitabında, Hauk, Seyahatnamesi'nde ve Mauller "Sanskrit Edebiyat Tarihi" adlı eserinde bu konuları işlemişlerdir.[43]

Şimdiye kadar anlattıklarımız, eski dinlerdeki Lahut ile Nasut karışımına, çarmıha gerilme ve insanların günahlarına karşılık feda edilme inancına ilişkin pasajlar ve örneklerdi. Görüldüğü gibi, Hıristiyanlığın yeryüzünde yayılmaya başladığı ve Hıristiyan davetçilerin gezindiği bölgelerde Hıristiyanlık davetinin gönülleri fethettiği dönemde birçok toplum bu akideye sahipti. Acaba bu durum, Hıristiyan davetçilerin Hıristiyanlığın temel prensiplerini putperestlik kalıpları içinde sunarak insanların kalplerini dinlerine yöneltme ve öğretilerini onlara kabul ettirme çabasında olduklarını göstermiyor mu?

Bunu Pavlus'un ve diğer Hıristiyan din ulularının hikmet ehlinin hikmetini, akli kanıtları esas alan felsefelerini yermelerinde, Rab ilahın ahmağın ahmaklığını, akıllının aklına tercih ettiğini söylemelerinde gözlemleyebiliyoruz.

Bunu şöyle açıklayabiliriz: Hıristiyan davetçiler mesajlarını sunar-larken akıl ve kanıtı esas alan düşünce ekollerinin karşısında yer aldılar. Bunun üzerine söz konusu ekollerin mensupları, böyle bir şeyi kabul etmeye, daha doğrusu kanıt açısından sahih bir şekilde algılamaya imkan yoktur, diyerek onlara karşı çıktılar. Hıristiyan davetçiler de söylemlerini keşif ve kutsal ruhla dolup taşma üzerine oturttular. Onlar bu açıdan, tarikatlarının akıl yolundan ve tarzından ayrı bir yol ve tarz olduğunu söyleyen cahil tasavvufçulara benzerler.

Bu davetçilerin bir kısmı, "Resullerin İşleri" kitabında ve tarih kitaplarında belirtildiği üzere, ruhbanlığı benimseyerek dünyayı dolaşmaya ve Hıristiyanlık mesajını yaymaya başladılar. Dünyanın çeşitli bölgelerindeki halk kitleleri de onları olumlu karşıladılar. Özellikle Roma İmparatorluğu topraklarında başarılı olmalarının altındaki sır, halk kitlelerinin mevcut durumdan bezmiş olmalarıydı. Bütün ülkede zulüm ve haksızlık kol geziyordu. Sıkıcı ve boğucu bir manevi baskı egemendi. Kölelik yasaları hakimdi. Yöneten ve yönetilen, amir ve memur sınıflar arasındaki fark bir uçurum kadardı. Zenginlerin, konfor içinde yüzen varlıklıların hayatı ile yoksulların, düşkünlerin ve kölelerin yaşayışları arasında korkunç bir fark vardı.

Hıristiyan davetçileri ise insanları kardeşliğe, eşitliğe, insanlarla iyi geçinmeye, dünyayı ve onun sıkıntı verici, fani ve kirli hayatından yüz çevirmeye, göklerin melekutunda bulunan mutlu ve berrak hayata yönelmeye çağırıyorlardı. Sırf bundan dolayı da, yönetici sınıflar, krallar ve kayserler, onlarla pek ilgilenmiyorlar, onlara eziyet etmeyi, onların aleyhinde politikalar geliştirmeyi veya onları ülkelerinden sür-meyi düşünmüyorlardı.

Böylece gösteri yapmadan, kimseyle kavga etmeden günbegün sayıları artıyordu. Her gün biraz daha güçleniyorlardı. Nihayet Roma İmparatorluğu'nda, Afrika'da ve Hindistan gibi ülkelerde büyük bir ka-labalığa ulaştılar. Bir kilise yapıp kapılarını halka açtıkları her seferinde bir put evini yıkmış, kapılarına kilit vurmuş oluyorlardı.

Putperestlik liderlerinin kendilerine karşı çıkmalarına, temellerini yıkmak istemelerine, zamanın kralları ve hükümdarlarının, kendilerine boyun eğmemelerine, hükümlerine ve yasalarına muhalefet etmelerine de asla itina etmiyorlardı. Zira aksi takdirde, ortadan kaldırılma, öldürülme, zindana atılma ve türlü işkencelerden geçirilme tehlikesiyle karşılaşabilirlerdi; bir kısmı öldürülür, bir kısmı zindana atılır ve bir kısmı da sürgün edilirdi.

Bu durum, "Kral Konstantinus" zamanına kadar devam etti. Nihayet Kral, Hıristiyanlığa inandı ve bu dine girdiğini açıkça duyurdu. Ondan sonra Hıristiyanlık, devletin resmi dini haline geldi. Roma'da ve İmparatorluğa bağlı ülkelerde kiliseler yapıldı. Bu gelişmeler, Miladi dördüncü yüzyılın son yarısına denk geliyordu.

O dönemde, Roma Kilisesi Hıristiyanlığın merkezi haline geldi ve papazları İmparatorluğa bağlı topraklara göndererek kiliseler, manastırlar ve İncil'in mesajının öğretildiği okullar açtırmaya başladı.

Bu arada şunu göz önünde bulundurmak gerekir ki, Hıristiyan davetçiler, tüm öğretilerini, tartışmasız kabul ettikleri bazı ilkeler üzerine oturttular. Böylece, Baba, Oğul, Ruh-ul Kudüs, çarmıha gerilme ve gü-nahların karşılığı olarak öldürülme gibi meseleleri tartışma götürmeyen ilkeler olarak ele alıp, diğer tüm öğretilerini bu temellere dayandırdılar.

Bu da, onların dinsel öğretilerinin ilk ve önemli çürük noktasıdır. Çünkü bir duvar ne kadar düzgün ve sağlam örülürse örülsün, eğer temel çürükse bu düzgünlük ve sağlamlık ona bir yarar sağlamaz. Kaldı ki, buna dayalı olarak geliştirdikleri "biri üçleme=teslis", çarmıha gerilme ve feda olma konuları da akılla bağdaşmamaktadır.

Nitekim bazı Hıristiyan araştırmacılar da, "teslis" düşüncesinin akılla bağdaşmadığını ikrar etmişlerdir; ancak şunu da eklemeden edememişlerdir: "Bu, dinsel bir meseledir. Böyle meseleleri kulluk duygusu içinde kabul etmek gerekir. Ne dinlerde nice akılla bağdaşmayan konular vardır!"

Oysa bu, çürük bir temelden hareketle varılan çürük bir çıkarsamadır. Hak bir dinin akılla bağdaşmayan bir ilkeyi içermesi düşünülebilir mi? Biz, bir dini aklımızla kabul eder, onun hak din olduğunu aklımızla belirleriz. Akıl, hak nitelikli bir inanç sisteminin batıl ve imkansız bir ilkeyi kapsamasını kabul eder mi? Bu açık bir çelişki değil midir? Kuşkusuz hak bir din, egemen doğa yasalarıyla izah edilemeyen, olağanüstü ama mümkün nitelikli hususları içerebilir; fakat özü itibariyle muhal olan bir şeyi asla!

Hıristiyan davetçilerin dinsel öğretiler konusunda tuttukları bu araştırma yöntemi, düşünürler arasında yoğun tartışmaların ve ihtilafların baş göstermesine yol açmıştır. Özellikle Roma ve İskenderiye okullarında, dinsel araştırmaların yoğunlaşmaya başladığı dönemlerde bu durum ayyuka çıkmıştır.

Bu nedenle de kilise, söylem birliğini korumak ve bütünlüğü sağlamak için denetimlerini her gün biraz daha sıklaştırıyordu. Papazların, keşişlerin söyledikleri her yeni sözü, ortaya atılan her bidatı bastır-mak, genel anlayışa uydurmak için yoğun bir çaba harcıyordu. Kon-siller düzenliyordu. Bu tür söylemlerle ortaya çıkanları, ikna olmadıkları takdirde, tekfir ediyor, sürgün ediyor, aforoz ediyor veya öldürüyordu.

İlk konsil, Arius'un; "Oğul uknumu, Baba uknumuna eşit değildir. Çünkü Allah kadimdir, öncesizdir. Mesih ise mahluktur, sonradan var edilmiştir." demesi üzerine toplanan "İznik Konsili"ydi.

Patrikler, kardinaller ve papazlar Konstantiniye'de (İstanbul), Kral Konstantinus huzurunda bir araya geldiler. Üç yüz on üç kişiydiler. So-nunda şu ortak karara vardılar: "Biz her şeyin maliki, görülen ve görülmeyen her şeyin yaratıcısı, tek Baba Allah'a ve tek Allah'ın oğlu tek Oğul İsa Mesih'e inanıyoruz. O, tüm yaratılanların ilkidir, ama yaratıl-mış değildir. Hak ilahtan olma hak ilahtır. Alemlerin ve her şeyin düzeni elinde sağlam bir temele dayanan Baba'nın cevherindendir. O, bizim için ve bizim kurtuluşumuz için gökten indi, Ruh-ul Kudüs'ten ayrılarak insan görünümüne girdi ve Bakire Meryem'den doğdu. Filatus zamanında asıldı ve gömüldü. Sonra ölümünün üçüncü gününde kalktı, göğe yükseldi ve babasının sağına oturdu. O, ölüler ve diriler arasında hükmetmek üzere bir kez daha dönmeye hazırdır. Aynı şekilde biz, babasından çıkan, hakkın ruhu, tek Ruh-ul Kudüs'e, günahları bağışlanması için tek bir vaftize,[44] tek kutsal Hıristiyan-Katolik cemaate, bedenlerimizin tekrar kalkacağına[45] ve sonsuz hayata inanıyoruz."[46]

Bu, ilk konsüldü. Ancak bundan sonra da birçok konsüller toplandı. Amaç oluşan yeni mezheplerle bir ilgilerinin olmadığını, onların din dışı olduğunu vurgulamaktı. Nesturi, Yakubi, Elyani, Yelyarisi, Makdanosi, Sabalyusi, Nutosi ve Pavlusi mezhepleri gibi.

Böylece kilise, denetim görevini aksatmadan yürütüyordu. Davet misyonunu gevşetmiyordu. Günbegün gücü ve otoritesi artıyordu. Bu durum, Fransa, İngiltere, Avusturya, Prusya (Almanya), İspanya, Portekiz, Belçika ve Hollanda gibi Rusya dışında tüm Avrupa devletlerinin Hıristiyan olmalarına yol açtı. Rusya ise, Miladi beşinci yüzyılın sonlarında, yâni 496 yılında bu dini benimsedi.

Kilise günbegün gelişmesine, güçlenmesine devam ederken, kuzey halkları ve barbar kabileler de Roma'ya saldırıyorlardı. Savaşlar ve iç karışıklıklar Kayserlerin saltanatını zayıflatıyordu. Sonunda Romalılar ve galip toplumlar dini otorite gibi memleket yönetiminin de kiliseye devredilmesinde birleştiler. Böylece o gün manevi egemenlikle maddi egemenlik, kilisenin başkanı olan Papa Gregorius'da birleşti. Tarih, Miladi 590'ı gösteriyordu. Böylece Roma Kilisesi, Hıristiyanlık dünya-sı üzerinde mutlak bir egemenliğe sahip oldu.

Fakat İmparatoluk, başkenti Roma olan Batı Roma Devleti ve başkenti Konstantiniye (İstanbul) olan Doğu Roma Devleti olmak üzere ikiye ayrılınca, Doğu Roma Devleti'nin kralları, kendilerini ülkelerinin dini liderleri olarak da ilan ettiler ve Roma Kilisesi'ne tâbi olmadılar. Bu, Hıristiyanlığın Roma Kilisesi'ne bağlı olan Katolikler ve ora-ya bağlı olmayan Ortodokslar şeklindeki bölünmesinin başlangıcıydı.

Konstantiniye (İstanbul) kenti Osman Oğulları'nın eline geçinceye ve Kral Poli Olokos öldürülünceye kadar bu durum böyle devam etti. O, Doğu Roma Devleti'nin son kralı ve o günkü kilisenin keşişiydi. (Ayasofya Kilisesi'nde öldürüldü.)

Ondan sonra Rus çarları, Roma Kayserleriyle aralarındaki hısımlık dolaysıyla, bu dini makamın, yâni kilise başkanlığının miras olarak kendilerine yetiştiğini iddia ettiler. Ruslar Miladi onuncu yüzyılda Hıristiyan olmuşlardı. Böylece Rus çarları, Roma Kilisesi'ne bağlanmadan kendi topraklarının kilise keşişleri de oldular. Tarih, 1454 yılını gösteriyordu.

Bu durum, Çar Nikola'nın öldürülmesine kadar yaklaşık olarak beş asır devam etti. Nikola son Rus çarıydı. O ve ailesi 1918 tarihinde ko-münistler tarafından öldürüldü. Böylece Roma Kilisesi aşağı yukarı, bölünmeden önceki konumuna gelmiş oldu.

Fakat kilise, yönetimdeki liderlerinin çabalarıyla ortaçağda insan hayatının tüm alanlarına müdahale ediyordu. Bu dönemde kilise, gücünün doruğundaydı. Bu kilise baskısından kurtulmak isteyen dindarlar kiliseye baş kaldırdılar, onca baskıdan azat olmak istediler.

Sonuçta bir grup, kilise liderleri ve papaların hükümlerine tâbi ol-mayı reddetti. Ancak İncil'in öğretilerine ve konsillerinin çıkarsamalarına, alimlerinin ve papazlarının üzerinde ittifak ettikleri hükümlere tâ-bi olmaya devam ettiler. Bunlara Ortodokslar adı verilir.

Bir diğer grup ise, kesin bir şekilde Roma Kilisesi'ne tâbi olmaktan vazgeçti. Bunlar İncil'in öğretisi hususunda da Roma Kilisesi'ne bağlı değildirler. Roma Kilisesi'nin emirleri de onları bağlamaz. Bunlara Protestanlar denir.

Böylece bugün Hıristiyanlık dünyası üçe bölünmüş durumdadır: Katolikler: Bunlar Roma Kilisesi'ne ve öğretisine tâbidirler. Ortodokslar: Roma Kilisesi'nin öğretisine tâbidirler, ama kilisenin kendisine tâbi değildirler. Bu mezhebin oluşumu, kilisenin bölünmesinden sonradır. Özellikle kilisenin İstanbul'dan Moskova'ya taşınmasından sonra. (Daha önce bu hususa değindik.) Protestanlar: Ne kiliseye, ne de öğretisine tâbi değildirler. Kendilerine özgü bağımsız bir yolları vardır. Miladi on beşinci yüzyılda ortaya çıktı.

Yaklaşık olarak yirmi asırdan bu yana Hıristiyanlık dininin yaşadığı serüvenin özeti budur. Bu kitabın ana fikrini kavrayanlar, rahatlıkla bilirler ki, Hıristiyanlık tarihini özetlememizin gerisindeki amacı şu şekilde sıralamak mümkündür:

Birincisi: Araştırmacılar, Hıristiyanlığın tarih boyunca yaşadığı gelişmeleri bilsinler. Miras, sirayet, etkilenme, karışma veya gelenek yoluyla, inanç sistemlerine girmiş olması muhtemel olan putperestlik inançları, düşünceleri ve geleneklerinin farkında olsunlar.

İkincisi: Kilisenin, özellikle Roma Kilisesi'nin egemenliği, Miladi ortaçağlarda aşamalı olarak doruğa çıkmıştı. Din ve dünya işlerinin egemenliği kilisenin elindeydi. Avrupa'daki tüm krallıklar kiliseye boyun eğiyordu. İstedikleri kralı azlediyor, istediklerini atayabiliyorlardı.[47]

Rivayete göre, bir keresinde Papa, işlediği bir günahtan dolayı bağışlanmak dileğiyle, günah çıkarmak isteyen Alman İmparatoru'na kış mevsiminde sarayının kapsında üç gün boyunca yalın ayak durmasını emretmiştir.[48]

Bir keresinde Papa, dizleri üstünde gelerek bağışlanmak dileyen kralın tacını tekmelemiştir.[49]

Kilise, Müslümanları bağlılarına öyle tanıtmıştı ki, İslam'ı bir putperestlik dini olarak görüyorlardı. Bunu, Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında uzun yıllar devam eden haçlı savaşları sırasında Hıristiyanları savaşa teşvik amacıyla söylenen şiirlerde ve sloganlarda görüyoruz.

Hıristiyanlar, Müslümanları putlara tapanlar olarak görüyorlardı.[50] Güya Müslümanların üç tane tanrısı vardı. Bunlar sırasıyla "Mahom", diğer adlarıyla da "Bafomid" ve "Mahomend"dir. Bu ilk tanrıdır ve o, "Muhammed"dir. Ondan sonra "İlin" gelir. Bu da ikinci tanrıdır. Sonra "Tarfacan" gelir. Bu da üçüncü tanrıdır. Hıristiyanların bazı açıklamalarından, Müslümanların iki tane daha tanrılarının olduğuna inandıkları anlaşılıyor. Bunlar, "Martuvan" ve "Cubin"dir. Ancak bunlar, derece bakımdan sözü edilen ilk üç tanrıdan sonra gelirler. "Muhammed, çağrısını kendisinin tanrılığı esasına dayandırmıştır." diyorlardı. Bazen de; "O, kendisine altından bir put edinmiştir." diyorlardı.

Richard, Frenkleri Müslümanlara karşı kışkırtmak için söylediği şiirlerinin birinde şöyle der: "Kalkın ve Mohomend'i ve Tarfacan'ı devirin. Tanrınıza yakın olmak için onları ateşe atın."

Roland, Müslümanların Tanrısı "Mahom"u şöyle betimler: "O, bü-tünüyle altın ve gümüşten yapılmıştır. Onu görsen, hiçbir sanatkârın, ondan daha güzel bir şey tasavvur edip de yapmasının mümkün olmadığını tasdik edersin. İri bir cüssesi, güzel bir yapısı vardır. Yüzünden ululuk izleri okunur. Altın ve gümüşten yapılan Mahom'un göz alıcılığı görenlerin gözlerini kamaştırır. En güzel ve en sağlam sanat eserlerinden biri olan bir filin üzerine oturtulmuştur. Karnı boştur. Ona bakan, karnından bir ışık hisseder. Pahalı ve ışık saçan taşlarla yaldızlanmıştır. Dışarıdan bakınca içi görülebilecek şekilde şeffaftır. Bir sanat eseri olarak eşsizdir.

Müslümanlar zora düştükleri zamanlarda tanrılarının onlara ilham ettiklerine şahit oldukları için, bir savaşta Müslümanların yenilgiye uğraması üzerine, komutanları, Müslümanların Mekke'deki tanrılarını (yâni Hz. Muhammed'i) görmek üzere birini gönderir. Olaya şahit olanlardan biri şöyle anlatır: "Tanrı (yâni Hz. Muhammed) bulundukları yere geldi. Etrafını bağlılarından oluşan büyük bir kalabalık sarmıştı. Davullar, zurnalar, utlar ve gümüşten yapılma borular çalıyorlar, şarkılar söyleyip raks ediyorlardı. Sonunda onu coşku, eğlence ve çığlıklar içinde karargaha getirdiler. Halifesi onun gelmesini bekliyordu. Onu görünce, dizlerinin üzerine kalktı ve huzu ve huşu içinde ona tapmaya başladı."

Richard, yukarıda betimlenen tanrı "Mahom"un vahyedişini de şu şekilde tasvir eder: "Büyücüler, bir cini emirleri altına almışlar. Onu sözü edilen putun içine koymuşlar. Bu cin orada bağırıp çağırır, gürültü çıkarır, sonra konuşmaya başlar. Müslümanlar onu büyük bir sessizlik içinde dinlerler."

Buna benzer mesnetsiz yakıştırmalar haçlı savaşları yıllarında yazılan veya o dönemi anlatan kitaplarda büyük oranda yer almaktadır. Öyle ki bunları okuyan bir kimse afallayıp kalır. Okuduklarına inanamaz, şaşkınlıktan dehşet içinde donakalır. Yapılan naklin doğru olmayabileceğini düşünür. Çünkü bunlar öyle iddialardır ki, bir Müslüman ne uyanıkken, ne uykusunda, ne de uyuklamasında bunlara tanık olmuştur.

Üçüncüsü: Düşünce sahibi araştırmacılar, Hıristiyanlık çağrısının geçmişten günümüze kadar geçirdiği evrimin çizgisini somut bir şekilde algılasınlar; putperestlik inançlarının, nasıl başlangıçta, Hz. İsa (a.s) hakkında aşırı tasvirlerde bulunma şeklinde, sonra da "Baba, Oğul, Ruh-ul Kudüs" üçlemi kalıbında, haça gerilme ve günahlara bedel olma, bunun gereği olarak da sırf inanmakla yetinip amel etmekten vazgeçme fikri şeklinde sinsice Hıristiyanlık çağrısına sirayet ettiğini bilsinler.

Başlangıçta sapma, dini kalıplar içinde gelişme gösteriyordu. Karşılaştıkları buhranlar oruç, namaz ve vaftiz gibi ameller vasıtasıyla kilise tarafından çözüme kavuşturuluyordu. Ancak öte yandan dinsizlik de her gün biraz daha gelişiyor, güç kazanıyor ve Hıristiyanlık bütünü içinde çeşitli bölünmeler oluyordu. Sonunda Protestanlık ortaya çıktı, kanun (uygulanmak üzere konulan pratik hükümler) ötesi özgürlüğü esas alan resmi yasalar siyasal kargaşanın yerini aldı. Buna bağlı olarak da dinsel eğitimin etkisi zayıflıyor, bu yöndeki çabalar beklenen sonuçları vermiyordu. Sonuçta tam özgürlüğü doğuran materyalizmin yaygınlaşmasıyla zaman içinde insani değerler ve ahlakın temelleri çöktü.

Diyalektik materyalizme, fizik ötesinin, değişmez üstün ahlakın ve dini eylemlerin inkarına dayalı komünizm ve sosyalizm ideolojileri etkin olmaya başladı. Manevi insanlık çöktü, yerini yırtıcılık ve çıkarcılık karışımı materyalist hayvanlık aldı, dünya hızla o yönde ilerlemeye başladı.

Son zamanlarda dünya çapında etkin olmaya başlayan dinsel gelişimler ise, politik oyunların bir tezahüründen başka bir şey değildir. Politikacılar, siyasal amaçlarına ve arzularına ulaşmak için bu oyunu tezgahlıyorlar. Çünkü bugün etkin olan politika, her kapıyı çalmayı, her taşın altına ve her deliğe elini sokmayı öngörmektedir.

Şikago Le Teran Fakültesi, Dini İlimler Profesörü Josef Schitler konuya ilişkin olarak şöyle der: "Amerika'da etkin olmaya başlayan yeni dinsel uyanış, dinin çağdaş uygar yaşama uyarlanmasından ve çağdaş medeniyetin din karşıtı olmadığının kanıtlanmasından başka bir şey değildir. Bunun büyük bir tehlikesi vardır, o da şudur: İnsanların büyük çoğunluğu, çağdaş uygarlığın verilerine inandıkları halde dindar olduklarını sanırlar. Böylece bir gün ortaya çıkabilecek gerçek bir dinî çağrıya teveccüh etmez, ona katılma gereğini duymazlar."[51]

Amerika'da Rus Ortodoksluğunun en büyük savunucularından biri olan Florovski der ki: "Amerika'daki dinsel eğitim, toplumun gönlünü hoş tutmaktan başka bir anlam ifade etmiyor. Çünkü eğer gerçek bir dinsel uyanış olsaydı, derin ve pratik öğretilere dayanıyor olması gerekirdi."[52]

Din kervanının nereden yola çıktığına ve nerede konakladığına ba-kın! Çağrı, dini (akideyi), ahlakı (güzel huyları) ve şeriatı (pratik amel-leri) ihya etmek adına başlamıştı, gelip dayandığı son nokta, bu saydıklarımın tümünün geçersiz kılınması ve yerini hayvani yaşantının alması oldu.

Bu durum, "Kıddis" ve "Havari" dedikleri Pavlus ve destekçilerinin eliyle gerçekleşen ilk sapmanın gelişiminin sonucundan başka bir şey değildir. Bugün bütün dünyanın insanlığı yok oluşla tehdit ettiğini haykırdığı çağdaş uygarlık, "Pavlus Uygarlığı" olarak tanımlansa yeridir. "Çağdaş uygarlığın önderi, bayraktarı İsa'dır." iddiasındansa, "Pav-lus Uygarlığı" nitelemesi daha gerçekçidir.

 



[7]- Çünkü burada Allah'ın karşısındaki zelilliği önplana çıkarılıyor, Allah katında sahip olduğu makamlarından söz edilmiyor.

[8]- Şehristani'nin, el-Milel ve'n Nihal'de yaptığı gibi.

[9]- el-Mizan'ın Arapça orijinalinde, bu konuyla ilgili tüm alıntılar, Kitab-ı Mukaddes'in Miladi 1811 yılında basılan Arapça çevirisinden yapılmıştır. Ancak biz, bu alıntıları direkt olarak Kitab-ı Mukaddes'in Türkçe çevrisinden yapmayı daha uygun bularak, Kitabı Mukaddes Şirketi tarafından 1985 yılında İstanbul'da basılan Türkçe çevrisini esas aldık. (Çev.)

[10]- Hıristiyanlarda, bir kimsenin günahlardan arınması için kutsal suyla yıkanması. Kilisenin öngördüğü zorunluluklardan biridir.

[11]- Hıristiyanların büyük bir kısmı bu görüştedir. Ancak Papaz Mar İshak gibi bazıları da, yüce Allah açısından suç ve hatanın cezasını vermemenin caiz olduğunu söylüyorlar. Diğer bir ifadeyle, azap tehdidini yerine getirmekten vazgeçmek caizdir, ancak ödül vaadine muhalefet caiz değildir.

[12]- Yuhanna'nın Birinci Mektubu, Bap, 2 / 1-2'de şöyle denir: "Ey küçük çocuklarım, günah işlemeyesiniz diye, bu şeyleri size yazıyorum. Ve eğer biri günah işlerse, Babanın nezdinde Şefaatçimiz, salih İsa Mesih vardır ve kendisi günahlarımıza, ve yalnız bizim günahlarımıza değil, fakat bütün dünyaya kefarettir."

[13]- Tevrat, Tekvin Kitabı, Bap 6 / 6'da şöyle denir: "Ve Rab yeryüzünde adamı yaptığına nadim oldu."

[14]- Ferisiler ve onların yazıcıları İsa'nın şakirtlerine: "Niçin mültezimler ve günahkârlarla yiyip içiyorsunuz?" diye mırıldandılar. İsa onlara cevap verip dedi: "Sağlam olanlar değil, ancak hasta olanlar hekime muhtaçtırlar. Ben salihleri değil, ancak günahkârları tövbeye çağırmaya geldim." (Luka İncili, Bap 5 : 30-32.)

[15]- Ve size diyorum: "Kim beni insanların önünde ikrar ederse, İnsanoğlu (İsa) da onu Allah'ın melekleri önünde ikrar edecektir; fakat beni insanların önünde kim inkâr ederse, Allah'ın melekleri önünde inkâr olunacaktır. Ve kim İnsanoğluna karşı söz söylerse, ona bağışlanacaktır; fakat Ruhulkudüse karşı küfredene bağışlanmayacaktır." (Luka İncili, Bap 12 : 8-10.)

[16]- Anlatıldığına göre, ilk defa Kâbe'ye putlar diken ve halkı bu putlara davet eden kişi, Amr b. Luhay'dır. Bu kişi, "Sabur Zü'l Ektaf" zamanında yaşamıştır. Mekke'de kavmimin lideri oldu ve Kâbe bekçiliği görevini ele geçirdi. Sonra Suriye'de bulunan Balka kentine yolculuk yaptı. Orada puta tapan bir kavimle karşılaştı. Onlara, bunların ne olduğunu sordu. Onlar şu karşılığı verdiler: "Bunlar, yüce heykeller ve insan şeklinde edindiğimiz tanrılardır. Onlardan yardım isteriz, bize yardım ederler. Yağmur isteriz, yağmur yağdırırlar." Bunun üzerine, onlardan bir put istedi. Kendisine "Hübel" adlı putu verdiler. Amr, Mekke'ye döndü ve bu putu Kâbe'ye dikti. Sonra da insanları ona tapmaya davet etti. Bunun yanında karı koca şeklinde "İsaf" ve "Naile" adlı putlar da vardı. İnsanları bu ikisine de kulluk sunmaya çağırdı. Onları Allah'a yaklaşmak için vesile edinmelerini istedi. ("El-Milel ve'n-Nihel" adlı eserde ve başka kaynaklarda bundan söz edilir.) Dikkati çeken bir husus da, Kur'an'ın bazı Arap putlarının isimlerini Nuh kıssası kapsamında, onun kavminden şikayeti çerçevesinde zikretmesidir: "Dediler ki: "İlahlarınızı sakın bırakmayın. Ne Vedd'i, ne Suva'ı, ne de Yeğus'u, Yeuk'u ve Nesr'i bırakmayın." (Nuh, 23)

[17]- Tekvin Kitabı, Çıkış Kitabı, Levililer Kitabı, Sayılar Kitabı, Tesniye Kitabı.

[18]- Yeşu Kitabı, Hâkimler Kitabı, Rut Kitabı, Birinci Samuel Kitabı, İkinci Samuel Kitabı, Birinci Krallar Kitabı, İkinci Krallar Kitabı, Birinci Tarihler Kitabı, İkinci Tarihler Kitabı, Ezra Kitabı, Nehemya Kitabı ve Ester Kitabı.

[19]- Süleyman'ın Meseleleri Kitabı, Vaiz Kitabı ve Neşideler Neşidesi Kitabı.

[20]- İşaya'nın Rüyetleri Kitabı, Yeremya'nın Rüyetleri Kitabı, Yeremya'nın Mersiyeleri Kitabı, Hezekiel'in Rüyetleri Kitabı, Daniel'in Rüyetleri Kitabı, Hoşea'nın Rüyetleri Kitabı, Yoel'in Rüyetleri Kitabı, Amos'un Rüyetleri Kitabı, Odadya'nın Rüyetleri Kitabı, Yunus'un Rüyetleri Kitabı, Mika'nın Rüyetleri Kitabı, Nahum'un Rüyetleri Kitabı, Habakkuk'un Rüyetleri Kitabı, Tsefanya'nın Rüyetleri Kitabı, Hag-gay'ın Rüyetleri Kitabı, Zekarya'nın Rüyetleri Kitabı, Malaki'nin Rüyetleri Kitabı.

[21]- Pavlus'un on dört mektubu, Yakub'un Mektubu, Petrus'un iki mektubu, Yu-hanna'nın üç mektubu, Yahuda'nın mektubu.

[22]- Pavlus'un Galatyalılara yazdığı mektupta (Bap 1 : 6-7) şöyle denir: "Sizi Mesih'in inayetinde çağırandan böyle çabukça farklı bir İncil'e dönmekte olduğunuza şaşırıyorum; o başka bir İncil değildir, fakat sizi karıştıran, ve Mesih'in İncilini bozmak isteyen kimseler var." En-Neccar, "Kısas-ul Enbiya" adlı eserinde, Pavlus'un bu sözünü ve mektuplarında geçen başka sözleri kanıt göstererek, mevcut dört İncil'in dışında başka bir İncil'in bulunduğunu ve onun "Mesih İncili" olarak anıldığını söyler.

[23]- Kitab-ı Mukaddes Kamusu, Mr. Hauks ve diğer tarih kitapları.

[24]- Kitab-ı Mukaddes Kamusu, Mr. Hauks, Matta maddesi.

[25]- Bkz. Mizan-ul Hak. Kitab-ı Mukaddes Kamusu'nun yazarı da, tereddütle de olsa, bu durumu itiraf etmektedir.

[26]- Abdulvahhab en-Neccar, "Kısas-ul Enbiya" adlı eserinde bu sözü, Petrus Karmac'ın "Muruc-ul Ahbar Fi Teracim-il Ahyar" adlı eserinden nakleder.

[27]- Kitab-ı Mukaddes Kamusu'nun yazarı bu konuda şöyle der: "Önceki kuşaklardan tevatür düzeyinde gelen metinlerde belirtildiğine göre, Markos, İncilini Rumca yazdı. Bu İncil, Petrus ve Pavlus'un ölümünden sonra yayıldı. Ancak, onun İnciline pek itibar edilmez. Çünkü İncilinin zahirnden de anlaşıldığına gibi, o, bu İncili kabileler ve köylüler için yazmıştır; kentliler ve özelikle de Romalılar için değil." Oldukça düşündürücü sözler!

[28]- Kitab-ı Mukaddes Kamusu, Pavlus maddesi.

[29]- Bkz. "Resullerin İşleri" ve "Pavlus'un Mektupları".

[30]- Luka İncli'nin başında (Bap 1 : 1-4) şöyle deniyor: "Aramızda vaki olmuş şeylerin hikâyetini, başlangıcından gözlerile görenlerin ve kelâmın hizmetçisi olanların bizlere nakil ettiklerine göre tertip etmeğe bir çok kimseler giriştiklerinden, ben de ta başından beri hepsini dikkatle araştırıp tahkik ederek, ey faziletli Teofilos, olduğu gibi sırası ile sana yazmağı münasip gördüm; ta ki, sana öğretilen kelâmın doğruluğunu bilesin." Bu sözler, açıkça kitabın ilhama değil, gözleme dayalı olarak yazılmış olduğunu göstermektedir. Nitekim, Mr. Cadl de "İlham" adlı risalesi"nde bunu dile getirmiştir. Cyrum, açık bir dille, ilk kuşak teologların Luka İncili'nin ilk iki babı hakkında kuşku içinde olduklarını ifade etmektedir. Bu iki babın Marisyuni grubunun elindeki nüshada yer almadığı belirtmektedir. İcharn de, kaleme aldığı eserinin 95. sayfasında, Luka İncili'nin 22. Babının 43. cümlesinden 47. cümlesine kadarki kısmının sonradan ekleme olduğunu söylemektedir. Yine İcharn, eserinin 61. sayfasında şunları söylemektedir: "Rivayetlerden kaynaklanan bazı yalanlar Luka'nın nak-lettiği mucizelere ilişkin açıklamalara karışmıştır. Yazar, bunları şairlere özgü müba-lağaya dayalı olarak katmıştır. Ancak günümüzde doğruyu yalandan ayırmak o kadar zor ki." Gali My Shits şöyle der: "Matta ve Markos İncillerinin nakilleri genellikle birbirlerinden farklıdır. Dolayısıyla bir hususta bunlar ittifak ederlerse, onların görüşü Luka'ya tercih edilir." (en-Naccar, Kısas-ul Enbiya, s. 477'den naklen)

[31]- Kitab-ı Mukaddes Kamusu, Yuhanna maddesi.

[32]- Bkz. Kısas-ul Enbiya, Cercis Zevin el-Futuhi el-Lübnani'den naklen.

[33]- Katolik Herald, c. 7, s. 205, 1844 basımı, Stadlen'den ""naklen. (Bkz. Kısas-ul Enbiya.) Kitab-ı Mukaddes Kamusu, Yuhanna maddesinde de buna işaret edilmiştir.

[34]- el-Faruk adlı eserin 1. cildinde "Britişinder"in bu görüşte olduğu belirtilir. (Kısas-ul Enbiya'dan naklen.)

[35]- a.g.e.

[36]- Üstad "Behruz," "Nebevi Müjdeler" ile ilgili olarak yazdığı son eserinde bu konuyla ilgili geniş açıklamalar sunmaktadır. Tefsirimizin oluşu içinde Nisâ suresinin sonlarının tefsiri çerçevesinde bu kitaptan alıntı yapmayı umuyorum. Bu konuda kesin olarak bilmemiz gereken husus, Hıristiyanlık tarihinin karışık olduğudur.

[37]- Kitab-ı Mukaddes Kamusu. İsa maddesi.

[38]- İkinci yüzyıl filozoflarından "Şilsus", "Gerçek Hitap" adlı eserinde, İncillerle oynadıkları için Hıristiyanları ayıplar, akşam yazdıklarını sabah silmelerini kınar. Miladi 384 yılında, Kral Teyodosis'in keşişler arasındaki tartışmalardan bunalması üzerine Papa Damasyus, Eski ve Yeni Ahitlerin yeninden Latinciye tercüme edilmesini ve bu tercümenin kiliselerde yasal metin olarak kabul edilmesini emretti. Ancak "Volkana" adı verilen bu tercüme, yalnızca Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncilleri kapsamında gerçekleştirildi. Bu İncillerin mürettibi şöyle demiştir: "Eski Yunan nüshalarından birkaçını karşılaştırdıktan sonra onları tertip ettik. Yâni anlama muhalif olan kısımları ayıkladık. Gerisini de olduğu gibi bıraktık." Bu tercüme, "Tryudentini" adlı kurultay" tarafından 1546 tarihinde, yâni on bir asır sonra kabul görmüş, daha sonra 5. Sistos, 1590 yılında onun yanlışlarla dolu olduğunu söylemiş ve yeni nüshaların basılmasını emretmiştir. Sonra 8. Climenzus, ikinci kez bu nüshanın yanlış olduğunu söylemiş ve ayıklanmış yeni baskıların yapılmasını emretmiştir. Bugün Katoliklerin elindeki nüsha budur. (Tefsir-ul Cevahir, c. 2, s. 121, 2. Baskı.)

[39]- Bu İncil, yıllar önce İtalyanca el yazması olarak bulundu. Dr. Halil Saadet tarafından Mısır'da Arapça'ya ve değerli Bilim adamı Serdar Kabuli tarafından da İran'da Farsça'ya çevrilmiştir. (Müellif.) Bu İncil, Mehmet Yıldız tarafından Türkçe'ye çevrilmiş, Ali Ünal tarafından notlandırılmış ve 'Kültür Basın Yayın Birliği yayınları arasında çıkmıştır. İst. 1. baskı, tarihsiz. (Mütercim.)

[40]- "Resullerin İşleri" ve "Pavlus'un Mektupları"nda bu son hususa işaret ediliyor. Ancak Hıristiyanlar buna itiraz ederler.

[41]- Çarmıha gerilerek asılmak çok eski bir uygulamadır. Eskiden suçu çok ağır olanları ve büyük günahlar işleyenleri çarmıha gererek öldürürlerdi. Hiç kuşkusuz çarmıha gerilmek, en acı veren öldürme şeklidir ve hatırlanışı ürperti vericidir. Bildiğimiz haç şeklinde birbiriyle kesişen iki tahta hazırlanır ve bir insanın üzerine yerleşeceği şekilde monte edilirdi. Sonra suçlu bunun üzerine konulurdu. Elleri yana doğru açılarak tahtaya çiviyle çakılırdı. Aynı şekilde ayakları da tahtaya çakılırdı. Bazen çiviyle çakmadan sadece iple bağlamakla yetinilirdi. Sonra tahtalar doğrultulur ve ayak tarafındaki tahta iki zira kadar yere çakılırdı. Suçlu bu şekilde bir veya birkaç gün bekletilirdi. Sonra ayakları bilekten kırılırdı. Bu şekilde çarmıha gerilmiş olarak ölüme terk edilirdi veya yere indirilerek öldürülürdü. Çarmıha gerilecek kişiye asılmadan önce işkence edilirdi veya organları kesilirdi. Mensuplarından birinin çarmıha gerilmesi bir kavim için yüz kızartıcı bir olay olarak algılanırdı.

[42]- İngilizce de "Cris" şeklinde telaffuz edilir ki, Kurtarıcı Mesih kastedilir.

[43]- Okuyucu bu alıntıları, el-Menar tefsirinde (c. 6, Nisâ suresinin tefsiri), ayrıca Ansiklopedilerde ve "Hıristiyanlıkta Putperestlik İnançları" adlı eserde bulabilir.

[44]- Vaftiz edilmişlikten maksat, batıni temizlik ve kutsallıktır.

[45]- Burada şöyle bir kuşku dile getirilmiştir: "Bu ifade, ahirette cismani kıyamı kabul etmeyi gerektirir. Oysa Hıristiyanlar ruhani kıyama inanırlar. Bunu İncilden algılamak mümkündür." Ancak benim kanatime göre İncil, sadece kıyamette dünyadaki cismani lezzetlerin olmayacağına delalet eder; insanın bedenden soyutlanmış mücerret bir ruh olacağına delalet etmez. Etse etse, insanın kıyamette melekler gibi olacağına, insanlar arasında evliliğin olmayacağına delalet eder. Eski ve Yeni Ahitlerde, kıyamet günündeki insan şöyle dursun, açıkça yüce Allah'ın ve meleklerin cisim olduğu ifade edilir.

[46]- el-Milel ve'n-Nihal, Şehristani.

[47]- el-Futuhat-ul İslamiye

[48]- a.g.e.

[49]- a.g.e.

[50]- Buradan başlamak üzere bölümün sonuna kadarki kısım, Henry De Castry'-nin "İslam Dini" adlı kitabının tercümesinden (Birinci Bölüm) nakledilmiştir.

[51]- "Live" dergisi, ABD. 6 Şubat 1956.

[52]- a.g.e.