TAKDİM

 

«Allah'ım!

Senin her şeyi kaplayan rahmetin hakkına

Ve kendisiyle her şeye üstün geldiğin, karşısında her şeyin boyun eğdiği (ve her şeyin râm olduğu gücün hakkına

Ve her şeye galip geldiğin ceberut (ilâhî azamet)'in hakkına

Ve önünde hiçbir şeyin duramadığı izzetin hakkına

Ve her şeyi dolduran azametin hakkına

Ve her şeye üstün gelen saltanatın hakkına

Ve her şeyin fani olmasından sonra baki kalacak vechin hakkına

Ve her şeyin temellerini dolduran isimlerin hakkına

Ve her şeyi ihata eden ilmin hakkına

Ve her şeyi aydınlatan cemâlinin nuru hakkına

Senden niyaz ederim.

Ey Nur, ey Kuddûs, ey evvellerin evveli ve âhirlerin ahiri!

Allah'ım

Ben sana zikrinle yaklaşmak istiyorum...

Ve şükrünü edâ etmeyi bana nasip kılmanı... İstiyorum senden

Ey nimetleri tamamlayıp yayan, ey zorlukları def eden!

Ey karanlıklarda dehşete kapılanların nuru!

Ey öğretilmeden bilen!

Muhammed'e ve Âl-i Muhammed'e salât et.»

Sıgatu'l-İslâm Ebu Cafer Muhammed b. Yakub b. İshak el-Kuleynî'nin "Akıl ve Cehalet, İlmin Fazileti, Tevhid ve Hüccet" kitaplarından oluşan "Usul-u Kâfi" ki­tabını Allah'ın inayetiyle Türkçeye kazandırmış bulunuyoruz.

Bu çalışmamızı kabul olur ümidiyle Sahibu'z-zaman, Veliyyu’l-asr, Kâim Hüccet, Muntazar, İmam Mehdi aleyhisselâmın huzurlarına takdim ediyoruz.

DAR'UL HIKEM


SİGATU'L-İSLÂM EBU CAFER MUHAMMED B. YAKUB B. İSHAK EL-KULEYNÎ

Kuleynî Rey kentine bağlı Kuleyn köyüne mensuptur.[1]

Kuleynî: Adı, Muhammed b.Yakub b. İshak el-Kuleynî, er-Razî'dir. Silsilî ve el-Bağdadî olarak da bilinir. Künyesi Ebu Cafer el-A'ver'dir. (Meâlimu'l-Ulema, s.88)

Kuleynî, soylu, temiz bir ailedendir. Rey kentinde zamanının üstadıydı. En gözde simalarından biriydi. Sonra Bağdat'ta Küfe kapısı bölgesinde Silsileye yerleşti. Hadis il­miyle uğraştı.[2]  Halife Muktedir zamanında İmamiyye fakihlerinin başında geliyordu.[3]

Meclisi ilim talep eden, önde gelen simaların uğrak yeriydi. Âlimler onunla müza­kere etmek, dinde derinleşmek için ders halkasına katılırlardı. Derin bir âlim, güvenilir -siga- bir muhaddis, âdil bir hüccet ve doğru sözlüydü. İlimde dehâ kabul edilirdi. Bu­nun yanında zühdüyle de temayüz etmişti. Büyük bir âbid, tanınmış bir irfan ehli ve eş­siz bir ihlâsa sahipti. Tarih, tabakat, hadis ricali alanında da eşsiz bir bilgiye sahipti. Eş­siz bir edebi yeteneği vardı. "Resailu'l-Eimme" ve imamlarla ilgili olarak yazdığı şiirler bunun en somut kanıtıdır. "Tefsiru'r Rü'ya" adlı eseri rüya tabirleri kitapları içinde haklı bir ayrıcalığa sahiptir. Kuleynî, tarihte, hadis ricali kaynaklarında ve hadis üstadları ara­sında tanınan, bilinen meşhur bir zattır.

Değerli eseri "el-Kâfi" son derece ünlüdür. Fıkıh ehli bu esere kesinlikle bigâne kalamamışlardır. Hadis aktarıcıları bu eserin içerdiği değerli bilgileri açıklığa kavuşturmak için kesintisiz bir çaba içindedirler. Bu eserin nurlarıyla aydınlanmanın gayretini taşı­yorlar. Bu eser, nübüvvet haberlerinin ravilerinin destekçisi, Âl-i Muhammed ilminin ko­ruyucusu, Ehl-i Beyt şeriatının taşıyıcısı, Ehl-i Beyt haberlerini nakleden zatların baş­vuru kaynağıdır. Ulema bu eserden fetvalar çıkarmaktan bir an bile geri durmaz. Hüküm­ler çıkarılırken güvenilmeye değer bir kaynaktır. Kuşaktan kuşağa miras kalmaya de­ğerdir. Devamlı surette üzerinde çalışılıp etüt edilmeye layıktır. Güzel haberlerinin, söz cevherlerinin ve muhteşem hükümlerinin özenle korunmasına değerdir.

Üstadları (bazıları):

1) Ebu Ali Ahmed b. İdris el-Eş'arî, el-Kummî (ö.h.306).

2) Ahmed b. Abdullah b. Umeyye.

3) Ebul Abbas Ahmed b. Muhammed b. Said b. Abdurrahman el-Hemedanî-İbni Ukde olarak bilinir- (ö.h.333).

4) Ebu Abdullah Ahmed b. Asım el-Asımî el-Kufî.

5) Ebu Cafer Ahmed b. Muhammed b. İsa b. Abdullah b. Sad b. Malik b. Ahvas b. Saib b. Malik b. Amir el-Eş'arî el-Kummî.

6) Ahmed b. Mehran.

7) İshak b. Yakub.

8) Hasan b. Hafif.

9) Hasan b. Fadl b. Yezid el-Yemanî.

10) Hüseyn b. Hasan el-Hüseyni el-Esved.

11) Hüseyin b. Hasan el-Haşimi el-Hasani el-Alevî.

12) Hüseyin b. Ali el-Alevî.

13) Ebu Abdullah Huseyn b. Muhammed b. İmran b. Ebu Bekir el-Eş'arî el-Kummî -İbn Amir olarak bilinir.-

14) Hamid b. Ziyad. Ninovalıdır (ö.h.310).

15) Ebu Süleyman, Davud b. Küre el-Kummî.

16) Ebu'l-Kasım Sad b. Abdullah b. Ebu'l-Halef el-Eş'arî el-Kummî (ö.h.300).

17) Ebu Davud Süleyman b. Süfyan.

18) Ebu Said Sehl b. Ziyad el-Edmî er-Razî.

19) Ebu Abbas Abdullah b. Cafer b. Hüseyn b. Malik b. Cami el-Himyerî.

20) Ebu'l-Hasan Ali b. İbrahim b. Haşim el-Kummî.

 

Öğrencileri ve ondan hadis rivayet edenler (bazıları):

1)    Ebu Abdullah Ahmed b. İbrahim İbn Ebu Rafı es-Saymerî.

2) Ebu'l-Huseyn Ahmed b. Ahmed el-Katib el-Kufî.

3)Ebu'l-Huseyn Ahmed b. Ali b. Said el-Kufî.

4) Ali b. Ahmed b. Musa ed-Dakkak

5) Ebu'l-Huseyn Ahmed b. Muhammed b. Ali el-Kufî.

6) Ebu Galib Ahmed b. Muhammed b. M. b. M. b. Süleyman er-Razî. (h.285-368).

7) Ebu'l-Kasım Cafer b. Muhammed b. Cafer b. Musa b. Kavleviye (ö.h.368).

8) Ebu'l-Hasan Abdulkerim b. Abdullah b. Nasr el-Bezzaz et-Teniysî.

9) Ebu Abdullah Muhammed b. İbrahim b. Cafer el-Katib en-Numanî -İbn Zeyneb-olarak bilinir. Kuleynî'nin yanından ayrılmazdı. "el-Kâfi"nin yazma işlerini yürütürdü.

10)Ebu Abdullah Muhammed b. Ahmed b. Abdullah b. Kadae b. Safvan b. Mehran el-Cemmal es-Safvanî. Kuleynî'nin özel talebelerindendi. el-Kâfı'yi yazardı. Ondan ilim ve edebiyat derslerini alırdı. Kuleynî, ona hadis de icazet vermişti.

11)   Ebu İsa Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Sinan es-Sinanî ez-Zahirî.

12)Ebu'l-Mufaddal b. Muhammed b. Abdullah b. Muttalib eş-Şeybanî.

13)Muham­med b. Ali Macileveyhi.

14)Muhammed b. Muhammed b. Asım el-Kuleynî.

15)Ebu Muhammed Harun b. Musa b. Ahmed b. Said b. Said eş-Şeybanî et-Telakberî (öl.h.385)

Kuleynî hakkında söylenmiş övücü sözler:

Necaşî şöyle der: İnsanlar içinde hadis hususunda en güvenilir ve en sağlam kişi. (Necaşî, er-Rical, s.266) Tusî şöyle der: Güvenilirdir. Rivayetleri bilir.(Tusî, Fihrist, s. 135)

İbn Şehraşub şöyle der: Rivayetler alanında âlimdir. (Meâlimu'l Ulema, s. 88)

Seyyid Rediyuddin b. Tavus şunları söyler: Güvenilirliği, sağlamlığı hususunda gö­rüş birliği olan Muhammed b. Yakub el-Kuleynî'dir. (Keşfu'l-Mahcebe, s. 158)

Sünni âlimlerden İbn Esir, onun hakkında şunları söylemiştir: Üçüncü yüzyılın baş­larında İmamiyye mezhebinin müceddidlerinden kabul edilmiştir. Ebu Cafer Muham­med b. Yakub er-Razî, Ehl-i Beyt mezhebinde imam sayılır. Ehl-i Beyt mezhebinin âli­midir. Büyük bir bilgedir. Şiîler nezdinde faziletli biridir. (Münteha'l-Makal, s.298)

et-Tibî onu, üçüncü asrın müceddidlerinden biri kabul eder. (Ravdatu'l-Cennat, s.551)

Sünni âlimlerden İbn Hacer şunları söyler: Ebu Cafer Muhammed b. Yakub el-Ku­leynî Halife Muktedir zamanında Şia'nın önde gelen faziletli şahsiyetlerinden biridir. (Ravdatu'l-Cennat, s.551) Sünni âlimlerden Firuzabadî şöyle der: Muhammed b. Yakub el-Kuleynî Şiâ fakihlerinden biridir. (Kamusu'l-Muhit, c.4, s.265)

Mirza Abdullah el-Efendi şunları söyler: Sigatu'l-İslâm denildiği zaman genellikle el-Kâfî'nin ve başka eserlerin müellifi Ebu Cafer Muhammed b. Yakub b. İshak el-Ku­leynî er-Razî akla gelirdi. Üstadlığı Şiîlerce de Sünnilerce de kabul edilmişti. Her iki mezheb ehli için de fetva verirdi. (Riyadu'l-Ulema, s.226)

Eserleri:

1) el-Kâfı.

2) Ma Kiyle Fi'1-Eimmeti Min'eş-Şiir.

3) Tefsire'r-Rü'ya.

4) er-Rical.

5) er-Redd Ala'l-Karamiteh.

6) er-Resail; Resailu'l-Eimmeti.

Kuleynî'nin ölümü:

Hicri 329 tarihinde Bağdat'ta vefat etmiştir. (Rical, Necaşî, s.267) Şeyh Tusî'ye göre h. 328'dir. Fakat daha sonra yazdığı bir eserde Necaşî'nin verdiği tarihi daha doğru bulur.

Kuleynî Bağdat'ta Küfe kapısında bulunan mezarlığın batı tarafında toprağa veril­miştir. (Rical, Necaşî, s.267) Bugün mezarı Dicle nehrinin doğu kıyısına düşer. Cisru'I-Atik (Bugünkü Me'mun köprüsü) yakınlarındadır. Doğu tarafından gelip Kerh taraflarına giden birinin soluna düşer.

EL-KÂFİ                                                                        

Yüce Allah, bu kitabı yirmi senede yazmasını müyesser kıldı. Dünyanın çeşitli böl­gelerindeki Şiî Müslümanlar, kendileri için dinin her alanında yeterli (Kâfi) gelecek bir kitap yazmasını istiyorlardı. Çünkü Kuleynî, görüş alışverişinde bulunacağı, müzakere edeceği, ilmine güvenilen zatla görüşüyordu. Bazı âlimler, Kuleynî'nin el-Kâfi'yi Kâim (Mehdi -a.s-)'a arz ettiği ve İmam'ın da bu eserin güzel olduğunu belirttiği ve:

«Şia'mız için kâfidir.» dediği inancındadırlar. (Ravdatu'l-Cennat, s.553)

Kuleynî, Ehl-i Beyt İmamlarıyla görüşmüş hadis ricalinden ve muhaddislerden ri­vayet etmiştir. Bu bakımdan eseri, İmam Bakır (a.s) ile İmam Sadık (a.s)'ın rivayetleri­nin bir hülasası, onların sünnetlerinin bir menbaı konumundadır. Zamanının önde gelen üstadları, rivayet ettikleri hadisleri ona okuyor, ondan hadis rivayet ediyor ve dinleyerek, icazetini alarak rahle-i tedrisinden geçiyorlardı. (er-Rical, Necaşî, s.267)

Onun ilk kuşak ravileri şunlardır:

1) en-Necaşî.

2) es-Saduk.

3) İbn Kaleveyhî.

4) el-Murtaza.

5) el-Müfîd.

6) et-Tusî.

7) et-Telakberî.

8) ez-Zurarî.

9) İbn Ebu Rafî.

 

el-Kâfî Hakkında söylenmiş bazı Övücü Sözler:

Şeyh Müfıd şöyle der-. "el-Kâfı Şiî kitapların en üstünü ve en faydalısıdır." (Tashihu'1-İtikad, s.27) Şehid Muhammed b. Mekkî İbn Hazin icazetinde şunları söylüyor:

"Hadis alanında İmamiyye mezhebi el-Kâfı'nin bir benzerini yazabilmiş değildir..."

el-Feyz şunları söyler: "el-Kâfî Hadis alanın da kaleme alınmış eserlerin en üstünü, ... Çünkü temel prensiplerin en açık olanlarını içermektedir." (el-Vafi, 1/6)

Faziletli bir zat, bu değerli eser hakkında şu övgü dolu sözleri söylemiştir: Ehl-i sünnet arasında buna benzer bir hadis kitabı bulunmaz. Hadisle ilgili her alanda el-Kâfi gibisi yoktur. Bu eser ilâhî ilimlerin tümünü kapsamaktadır. Hatta bu ese­rin metin ve senet zinciri bakımından Ehl-i Sünnet'in altı sahih hadis kitabından fazlası vardır, eksiği yoktur. (Nihayetu'd-Dirayeh, s. 9, 218-219)

el-Kâfi'nin Ayrıcalıkları

el-Kâfi’nin önemini artıran bir çok ayrıcalıklı özelliği vardır. En önemlisi, bu eserin müellifi, Mehdî (a.s)'ın sefirleri zamanında hayattaydı. Seyyid İbn Tavus şöyle der:

"Muhammed b. Yakub'un tasnifleri ve vekiller zamanındaki rivayetleri, vekiller ta­rafından onun naklettiklerinin tahkikine imkân veriyordu." (Keşfu'l-Mahacceh, s. 159)

"Çok azı müstesna, el-Kâfi'de yer alan hadislerin müellif ile masum imam arasın­daki bütün ravi zinciri eksiksiz olarak zikredilir. Bazen rivayet zincirinin başı hazfedilebiliyor. Bunun nedeni, müellifin hiç bir aracı olmaksızın bizzat rivayetin kaynağından nakil yapması olabilir. Ya da kısa bir süre önce zikrettiği bir rivayete bağlamış olması da olabilir. Dolayısıyla rivayet zincirinin giriş kısmı yer almayan hadisin rivayet zinciri, tam aktarılan önceki hadis hükmündedir, demek istemiştir." (el-Vafı, 1/13)

"Kuleynî'nin yöntemi, hadisleri bölümlere ayırarak sahihlik ve açıklık derecelerine göre tertip etmektir. Bu yüzden bölümlerin sonlarındaki hadislerde bir parça müphemlik ve anlam itibariyle gizlilik söz konusudur. (Nihayetu'd-Dirayeh, s.220)

"Dörtyüz temel ve başvuru kaynağı sayılan eserin" yazıldığı bir dönemde yaşamış­tır. İlimde icazet veren ve hadis biliminde üstad sayılan kişilerle çokça karşılaşmış ve onlarla arkadaşlık etmiştir. " (Nihayetu'd-Dirayeh, s.220)

"el-Kâfi'nin bir özelliği birbiriyle çelişen rivayetlere yer vermemesi, bilâkis belirle­diği başlığın kapsamına giren hadisleri almakla yetinmesidir. Bazen zikrettiği hadisi, başkalarına neden tercih ettiğine de işaret etmiştir." (Nihayetu'd-Dirayeh, s.222)

 

el-Kâfi Şerhleri (bazıları):

1)    Camiu'l-Ahadis ve'1-Akval, Kasım b. Muhammed b. Cevâd b. Vendî (ö. h. 1100)

2)    Durru'l-Manzum Min Kelâmi'l-Masum, Ali b. Muhammed el-Amulî (ö. h. 1104).


3) er-Revaşihu's-Semaviyyeh fi Şerhi'l-Ehadisi'l-İmamiyye, M. B. Damad (Ö.1040)

4) eş-Şafı, Şeyh Halil b. Gazi el-Kazvinî (ö. h. 1089)

5) Şerh-ul Mirza Rafi'uddin Muhammed en-Naimî (ö. h. 1082).

6) Şerhu Molla Sadra Şirazî (ö. h. 1050). 12) el-Vafî, Feyz el-Kaşanî.

7) Şerhu Muhammed Emin el-Esterabadî el-Ahbarî (ö. h. 1036).

8) Şerhu Molla Muhammed Salih el-Mazenderanî (ö. h. 1080).

9) Keşfu'1-Kâfı, Muhammed b. Muhammed el-İstahbanatî eş-Şirazî.

10) Mir'atu'1-Ukul fi Şerhi Ahbari Âli'r-Resûl, Allâme Meclisi (ö. h. 1110).

11) Hude'l Ukul fi Şerhi Ahadisi'1-Usul, Muhammed b. Abduali el-Kutayfî (13.y.y.)

 

el-Kâfi Talikleri ve Şerhleri (bunların birkaçı):

1)    Haşiyetu'ş-Şeyh İbrahim b. Şeyh Kasım el-Kazımî b. el-Vendî.

2) Haşiyetu Ebu'l-Hasan eş-Şerif el-Futunî el-Amulî (ö. h. 1138).

3) Haşiyetu Seyyidu'1-Mir Ebu Talib b. Mirza Beg el-Fendersekî.

4) Haşiyetu'ş Şeyh Ahmed b. İsmail el-Cezairî (ö. h. 1149).

5) Haşiyetu's-Seyyid Bedruddin Ahmed el-Ensarî el-Amulî.

6) Haşiyetu Muhammed Emin b. Muhammed Şerif el-Esterabadî (ö. h. 1036).

7) Haşiyetu Muhammed Bakır b. Muhammed Takî el-Meclisî.

8) Haşiyetu Muhammed Bakır ed-Damad el-Huseynî.       

9) Haşiyetu Muhammed Hüseyin b. Yahya en-Nurî.

10) Haşiyetu Haydar Ali b. Mirza Muhammed b. Hasan eş-Şirvanî.

11) Haşiyetu Molla Rafı el-Geylanî (Şevahidu'l-İslâm adıyla bilinir).

12) Haşiyetu Seyyid Şabbar b. Muhammed b. Sinvan el-Huveyzî en-Necefî.

13) Haşiyetu Seyyid Nuruddin Ali b. Ebu'l-Hasan el-Musevî el-Amulî (ö. h. 1068).

14) Haşiyetu Şeyh Zeynuddin Ebul Hasan Ali b. Şeyh Hasan Sahibu'l-Meâlim.

15) Haşiyetu Ali es-Sağir b. Zeynuddin b. M. b. Hasan b.Zeynuddin Şehidu's-Sanî.

16) Haşiyetu Ali el-Kebir b. Muhammed b. Hasan b. Zeynuddin Şehidu's-Sanî.

17) Haşiyetu Kasım b. Muhammed b. Cevâd el-Kazımî b. Elvendî (ö. h. 1100).

18) Haşiyetu Muhammed b. Hasan b. Zeynuddin Şehidu's-Sanî (ö. h. 1030).

19) Haşiyetu Mirza Rafıuddin Muhammed b. Haydar en-Naimî (ö. h. 1080).

20) Haşiyetu Şeyh Muhammed b. Kasım el-Kazımî.

21) Haşiyetu Nizamuddin b. Ahmed ed-Deştekî.

 

el-Kâfi'deki Bazı Hadislere yapılan Şerhler:

1)      Hasisu'l-Felceti fi Şerhi Hadisi'l-Ferceti, Seyyid Bahauddin Muhammed b. Muhammed b. Muhammed Bakır el-Hasanî el-Muhtarî en-Naimî es-Sebzaverî el-İsfehanî.

2)  Hidayetun Necdeyn ve Tefsilu'l-Cundeyn, -akim ve cehaletin orduları- Seyyid Hasan es-Sadr (ö.h.1354) Muhtasarı, Muhammed Cafer b. M. Safıyyun Naisî el-Farisî.

 

Tahkikleri (bazı eserler):

1)    Rumuzut-Tefasir el-Vakietu Fi'1-Kâfı ver-Ravda, Halil b. Gazî el-Kazvinî.

2) Nizamu'l-Akval fi Ma'rifeti'r-Rical, Nizamuddin Muhammed b. Hasan el-Kuraşî

3) Camiu'r-Ruvvat, Hacı Muhammed Erdebilî (Meclisinin öğrencisidir).

4) Risaletu'l-Ahbar ve'1-İctihad Fi Sihhati Ahbari'1-Kâfı, M. Bakır el-Behbehanî.

5) Fevaidu'l-Kaşife, Seyyid Muhammed Hüseyn Tabatabaî et-Tebrizî.

6) el-Kâfi ravilerinden Ali b. Muhammed'in hal tercümesi, Mirza Ebu'l-Maali b. M. İbrahim b. M. Hasan el-Kahî el-Horasanî el-İsfahanî el-Kelbasî (ö.h.1315)

7) Ricalu'1-Kâfı, el-Hac Seyyid Hüseyn Tabatabaî el-Burucerdî. Hüseyin Ali Mahfuz, h. 1374


İKİ MEKTEBİN RESÛLÜLLAH’IN (SAA) SÜNNETİNE KARŞI TUTUMU

İKİ MEKTEBİN RESÛLÜLLAH’TAN HADİS NAKLEDEN RAVİLERE KARŞI TUTUMU

Ehl-i Beyt (a.s) Mektebi izleyicileri Resûlullah'tan (s.a.a) sonra dini öğretilerini On İki Ehl-i Beyt İmamlarından, Hilâfet Mektebi [Ehl-i Sünnet] izleyicileri ise bunu, arala­rında bir fark gözetmeksizin Resûlullah'ın ashabından almışlardır.

Hilâfet Mektebi izleyicileri Resûlullah'ın ashabının tümünü adil bilmekte, Ehl-i Beyt Mektebi izleyicileri ise Cemel'de Ali (a.s) ile savaşan Talha, Abdullah b. Zübeyr veya Sıffin'de ona karşı savaşan Muaviye ve Amr b. As veya Nehrevan'da ona kılıç çe­ken Zulhuveysara ve Abdullah b. Veheb gibi sahabileri merci olarak kabul etmemekte ve dinî öğretileri Ali'nin (a.s) düşmanlarından olan ravilerden, ister sahabeden olsun, ister tabiînden, ister tabiînin öğrencilerinden veya diğer tabakalardan olsun almamaktalar.

Oysa Buharı, Ehl-i Beyt İmamları izleyicilerinden binlerce muhaddisin kendisin­den binlerce hadis rivayet ettiği Ehl-i Beyt Mektebi imamlarının altıncısı Cafer-i Sadık'-dan (a.s) bir tek rivayet bile nakletmemiştir! Oysa harici İmran b. Hittan'dan Buharî, Ebu Davud ve Neseî kendi sahihlerinde hadis rivayet etmişlerdir; bakınız İmran b. Hittan, Abdurrahman b. Mulcem'in Ali'yi (a.s) öldürmesini nasıl da övmüştür:

 

"Bu, takvalı bi­rinden öyle bir vuruştur ki,

Bununla ancak Arş'ın sahibinin rızasını istedi.

Anlatarak öveceğim onu her an, sayacağım

Allah'ın katında, varlıklar içinde terazisi en ağır olan."

 

Veya Neseî kendi Sahih'inde, İmam Hüseyin'in katili Ömer b. Sa'd'dan rivayet etmektedir; oysa rical âlimleri onun hakkında şöyle yazmaktadırlar: «O, doğru konuşan bir kişidir; fakat Hüseyin b. Ali'yi (a.s) öldüren orduya komutanlık yaptığı için halk ondan nefret etmektedir.» Ehl-i Beyt Mektebi izleyicileri ise ona lanet yağdırmaktadırlar.

İKİ MEKTEBİN HİCRETİN BİRİNCİ ASRINDA RESÛLULLAH'IN HADİS­LERİNİN YAZILMASI KONUSUNDA TUTUMU

Halifeler, Resûlullah'ın hadislerinin yazılmasını ve yayılmasını önlerken, Ehli Beyt Mektebi izleyicileri buna karşı çıkmış ve hadisleri yaymak için çok ciddi bir faaliyet başlatmışlardır. Bu iki hareket, Resûlullah'ın, hayatının son anlarında yanındakilere dö­nerek, "Bana bir kağıt getirin de, benden sonra asla sapmayasınız diye size bir şey yaza­yım." buyurması üzerine, "Resûlullah sayıklıyor!!" dedikleri andan itibaren baş göster­di.[4] Buharî, İbn Abbas'tan rivayet ettiği hadiste, bu sözü kimin söylediğini açıklıyor:

«Resûlullah'ın ölüm vakti gelip çatınca, aralarında Ömer b. Hattab'ın da olduğu bir­kaç kişi hazretin evinde olduğu bir sırada, "Gelin benden sonra asla sapmamanız için si­ze bir şey yazayım." buyurdu. Ömer, "Resûlullah'ı ağrı kuşatmış; sizin yanınızda Allah'ın Kitabı var; Allah'ın Kitabı bize yeter!" dedi.

Ömer'in bu sözü üzerine Resûlullah'ın emrini yerine getirme konusunda orada bu­lunanlar arasında ihtilaf yaşandı. Bazıları Ömer'in sözünü desteklediler. Sesler yükseldi ve kimin ne dediğinin anlaşılmadığı bir ortam oluştu. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.a), "Dışarı çıkın! Benim yanımda birbirinize bağırmanız yakışmaz." buyurdu.»[5]

Ömer'in kendisi olayı şöyle anlatıyor: «Biz Resûlullah'ın yanında oturmuştuk. Kadınlarla aramızda bir perde vardı. O sırada Resûlullah şöyle buyurdu: "Beni yedi kırba suyla gusledin ve benden sonra asla sapmayasınız diye size bir şey yazmam için kâğıt kalem hazırlayın." Resûlullah'ın eşleri,[6] "Resûlullah'ın emrini yerine getirin" dediler. Ben karşı çıkıp: "Siz konuşmasanız daha iyi olur! Siz Resûlullah'ın eşleri o hasta olunca gözünüzden yaş çıkması için gözlerinizi sıkar; fakat hazret iyileşir iyileşmez yakasını tutarsınız." dedim. Bunun üzerine Resûlullah: "Onlar sizden daha iyidir!" buyurdu.»[7]

Bir rivayette şöyle geçer: «Resûlullah'ın eşlerinden Zeyneb, "Peygamberin size ne emrettiğini duymadınız mı?" dedi. Bunun üzerine oradakiler arasında tartışma başladı ve her taraftan anlaşılmaz sözler yükseldi. Peygamber (s.a.a), "Dışarı çıkın" buyurdu. Onlar dışarı çıkınca da hazret vefat etti.» (Tabakat-ı İbn-i Sa'd, c.2, s.244)

Bazı rivayetlerden, onların bu olaydan çok daha önceleri, Resûlullah hayattayken hadislerin yazılmasını engelledikleri anlaşılmaktadır. Abdullah b. Amr b. As şöyle diyor:

«Ben Resûlullah'tan duyduğum her şeyi yazıyordum; nihayet Kureyş muhacirleri beni bu işten alıkoyarak dediler ki: "Sen Resûlullah'tan duyduğun her şeyi yazıyorsun; oysa Resûlullah da bir beşerdir; öfkelendiği ve sevindiği zaman konuşmaktadır!" Onla­rın bu sözünden sonra artık bir şey yazmadım ve konuyu Resûlullah'a aktardım. Hazret Parmağıyla mübarek dudağına işaret ederek şöyle buyurdu: "Yaz. Vallahi ondan haktan başka bir şey çıkmaz."»[8] Kureyş muhacirleri, Abdullah b. Amr b. As'la aralarında geçen konuşmada, bu tutumlarının nedenini dile getirmişlerdir. Aslında onlar, Abdullah'ın bir veya birkaç kişi hakkında Resûlullah'ın (s.a.a) hoşnutluğunu veya öfke ve nefretini açık­layan bir hadisi rivayet etmesinden endişeleniyorlardı.

BİRİNCİ ASRIN SONUNA KADAR RESÛLULAH’IN SÜNNETİNİN YAZILMAMASININ ENGELLENİŞİ

a- Ebu Bekir ve Ömer'in Döneminde

Zehebî bu konuda şöyle rivayet eder: Ebu Bekir, Resûlullah'ın vefatından sonra in­sanları toplayarak dedi ki: «Sizler Resûlullah'tan üzerinde ihtilaf etmekte olduğunuz ha­disleri rivayet ediyorsunuz. Bu durumda sizden sonra gelecek olan insanlar onlar hak­kında sizlerden daha fazla ihtilaf edeceklerdir. O halde hiçbir şekilde Resûlullah'tan bir şey anlatmayın. Kim de size soracak olursa deyin ki, bizimle sizin aranızda Allah'ın kita­bı vardır. O kitabın helâllerini helâl, haramlarını haram bilin!»[9]

Tabakat-ı İbn Sa'd'da şöyle geçer: «Ömer b. Hattab'm hilâfeti döneminde, Resûlul­lah'ın hadisleri çoğaldı. İşte bu nedenle Ömer, herkesin Resûlullah'tan yazıp yanlarında bulundurdukları hadisleri getirmelerini istedi. Halk itaat ederek onları Ömer'in yanma götürdüklerinde tümünün yakılmasını emretti!»[10]

Hilâfet Mektebi hadis yazımının yanı sıra hadis rivayetini de yasakladılar.

Karaza b. Ka'b'tan şöyle rivayet edilmiştir: «Ömer bizi Irak'a gönderince, şehrin dı­şına kadar bize eşlik etti. Sonra, "Neden size eşlik ettiğimi biliyor musunuz?" diye sordu. "Bizi yolcu etmek ve onurlandırmak için" dedik. Ömer, "Bunun dışında bir sebebi daha var. Sizler öyle bir bölgenin insanlarına gidiyorsunuz ki Kur'an okuyuşları arı kovanının vızıltısı gibidir. Sakın Resûlullah'tan hadis naklederek onları bu işlerinden alıkoymayı­nız. Şunu iyi bilin ki bu konuda ben sizi sıkı bir şekilde gözetlemekteyim." dedi!

Karaza der ki:"Ben bu açık emirden sonra Resûlullah'tan hiçbir hadis anlatmadım"»

Bir başka rivayette şöyle geçer: «Karaza b. Ka'b -beraberindekiler- Kufe'ye girince, bize Resûlullah'ın hadislerini anlat! Dediler. Ama o, "Ömer bizi bundan alıkoydu"dedi!»[11]

Resûlullah'ın sünnetini yaymaktan sakınan sahabeler vardı. Şa'bî şöyle rivayet eder: «Ben bir buçuk veya iki yıl Abdullah b. Ömer'le birlikteydim; bu süre içerisinde ondan şunun dışında bir hadis duymadım. Saib b. Yezid rivayet etmiştir: Sa'd b. Ebi Vakas ile Mekke'ye gittik; dönüp Medine'ye gelinceye kadar ondan bir hadis bile duymadım.»[12]

Ve yine sahabe arasında halifelerin sünnetine muhalefet edip Resûlullah'm sünne­tini rivayet eden, bu yolda tehdit, eziyet ve işkence edilen kişiler de vardı. Onlardan ba­zıları şöyledir: Abdurrahman b. Avftan şöyle rivayet edilir: «Ömer, ölmeden önce Ab­dullah b. Huzeyfe, Ebu Derda, Ebuzer ve Ukbe b. Amir gibi Resûlullah'm bazı ashabını dört bir yandan çağırarak onlara, "Resûlullah'tan her tarafa yaydığınız bu hadisler de nedir?" dedi. Onlar, "Yoksa bizi bundan engelliyor musun?" dediler. Ömer, "Hayır" dedi, "Yanımda kalın. Hayır vallahi; yaşadığım sürece benden ayrılmayın. Biz sizden daha bilgiliyiz; sizden alır, cevabını veririz." Onlar da Ömer ölünceye kadar onun yanından ayrılmadılar.»[13] Zehebî, Ömer'in şu üç kişiyi hapsettiğini rivayet eder: «İbn Mesud, Ebu Derdâ ve Ebu Mesud el-Ensarî. Ömer onlara dedi ki: "Resûlullah'ın hadislerini rivayet etmekte çok ileri gittiniz."»[14] Ömer, Sahabelere diyordu ki: «Resûlullah'tan hadis rivayet etmeyi azaltınız. Ancak kendisiyle amel edilenleri söyleyin!»[15]

Bu rivayet, Meğazi'de geçen, Kureyş'in, Abdullah b. Amr b. As'ı Resûlullah'tan (s. a.a) duyduğu her şeyi yazmasını engellemesi rivayeti ile uyum içerisindedir.

b- Osman'ın Hilafeti Döneminde

Osman, bu konuda daha da ileri giderek minberde şöyle diyordu: «Hiç kimsenin, Ebu Bekir ve Ömer döneminde duyulmayan bir hadisi rivayet etmesi caiz değildir.»[16]

Böylece Daremî ve diğerlerinin getirdikleri şu rivayetin o döneme ait olduğu anla­şılmaktadır: «Ebuzer bir toplulukta oturuyordu. İnsanlar etrafını sararak ondan soru so­ruyorlardı. Bir adam gelip başında dikilerek, "Sen fetva vermekten men edilmemiş miy­din?" dedi. Ebuzer başını kaldırıp adama baktı ve dedi ki: "Yoksa sen casusluk mu yapı­yorsun? -Eliyle boynuna işaret ederek- eğer buraya kılıcınızı koysanız ve ben sizin infaz etmenizden evvel Resûlullah'tan duyduğum bir hadisi nakledecek vaktim olsa yine de bunu yapacağım."»[17] Ahnef b. Kays[18] da benzeri bir rivayette şöyle diyor.

«Şam'a gittiğimde Cuma namazı kılmak için mescide gittim. Orada bir adam gör­düm, o hangi topluluğun yanına varacak olsa oradakiler yerlerini değiştiriyorlardı! Na­mazını çabukça kılıyordu. Yanma oturarak ona, "Sen kimsin?" dedim. "Ben Ebuzer'im" dedi. Sonra da bana, "Peki, sen kimsin?" diye sordu. Ben de Ahnef b. Kays olduğumu söyledim. Bunun üzerine, "Yanımdan kalk benden sana şer bulaşmasın" dedi. "Bana na­sıl şer ulaştırırsın ki?"diye sorunca, dedi ki: Şu adam -Muaviye- habercisiyle, hiçbir kim­senin benimle oturmamasını haber saldı."»[19]

Ebuzer, egemen güçlere muhalefet etmesinden dolayı bir beldeden bir beldeye sü­rülmüş sonunda h. 31 'de Rebeze'de ölünceye kadar yalnız ve sürgün olarak yaşamıştır.

Bu olay Osman'ın hilafetinin ilk yarısına aittir; ancak Osman'ın güç ve ihtişamı kı­rılıp Aişe, Talha, Zübeyr, Amr b. As gibi önde gelen sahabeler ve tabiînin ileri gelenleri onun karşısında durup açıkça muhalefet edince, artık Resûlullah'ın (s.a.a) sünnetini riva­yet etmek isteyenlerin karşısında bir engel kalmamıştı.

İşte bu nedenle, bu dönemde Resûlullah'ın hadislerinden bir kısmı rivayet edildi; an­cak yine de rivayet edilen bu kısım hadisler Ali'nin (a.s) döneminde de yazılmadı. Saha­beler Ali'nin döneminde geçmişte ifşa etmeye cür'et edemedikleri ve daha fazla, önceleri yasaklanan hadisleri rivayet ettiler. Bunun üzerine ashap tarafından Resûlullah'tan riva­yet edilen sünnetlerle ilk üç halifenin içtihatları arasında apaçık bir ihtilaf ortaya çıktı.

Bu, bazı örneklerdi... İlk üç halife Resûlullah'ın hadis ve sünnetinin yazımlamasını, anlatılıp yayılmamasının asıl sebebini dile getirmiyorlar ve bunu dolaylı yollardan yap­maya çalışıyorlardı. Onlar Muaviye gibi maksat ve amaçlarını açıkça dile getirmiyorlardı.

c- Muaviye'nin Döneminde

Taberî şöyle rivayet etmektedir: «Hicretin 41. yılında Muaviye, Muğire b. Şu'be'yi Küfe valiliğine atayınca, yanına çağırarak ona şöyle dedi: "Sana birçok şey hakkında tavsiyede bulunmak istiyordum. Fakat onların tümünü kendi iş becerine bırakıyor ve söylemiyorum. Ancak şunu hatırlatmadan geçemeyeceğim: Ali'yi kötülemekten ve hak­kında çirkin şeyler söylemekten, Osman hakkında ise rahmet ve mağfiret dilemekten gaflet etme. Ali dostlarının kişiliğini kırmayı, Osman taraftarlarını ise yüceltmeyi ve on­ları kendine yaklaştırmayı unutma." Muğire, "Ben tecrübeli ve denenmiş biriyim; senden önce de başkaları için çalıştım ve bende bir kusur bulamadılar. Şimdi de övülmeye mi yoksa kınanmaya mı layık olduğumu anlamak için sen beni dene." dedi.

Muaviye, "Öveceğiz inşallah." şeklinde karşılık verdi.»[20]

Medainî, Ehdas adlı kitabında şöyle yazıyor: Muaviye, "Amu'l-cemaa"den (İmam Hasan'la -a.s- Muaviye'nin sulh yılı) sonra bütün valilerine ve amillerine şöyle yazdı:

«Ben, Ebu Turab'ın (Ali -a.s-) faziletiyle ilgili hadis rivayet edenlerden beriyim ve onları düşman bilmekteyim.» Muaviye'nin bu emri uygulanırken Küfe halkı büyük fela­ketlere uğradılar. Bu emir üzerine Hucr b. Adiy ve arkadaşlarının elleri bağlanarak bo­yunları vuruldu, Ruşeyd Haceri ve Meysem-i Temmar darağacına asılarak öldürüldü!

İşte bu şekilde Hilâfet Mektebi, sahabe ve tabiînin itiraz seslerini kursaklarında kestiler ve kendilerine karşı gelmeyi tasarlayanları ortadan kaldırdılar.

d- Israiliyat Kapısının Açılışı

Hilâfet Mektebi, Resûlullah'ın hadislerini nakletme kapısını kapatınca, Müslüman­lar üzerine israiliyat kapılarını açtılar. Bu işe İslâm'ın yayılmasından sonra kendilerini Müslüman gösteren ve Resûlullah'tan sonraki halifelere yaklaşan Hıristiyan rahip Temi­mi Darî[21] ve Yahudi Ka'bu'l-Ahbar[22] gibi kişilerin inançlarım anlatmalarına müsaade et­mekle başlandı! İlk önce Ömer, Temim-i Darî'nin Mescid-i Nebi'de haftalık Cuma na­mazından önce bir saat konuşma yapmasına müsaade etti. Fakat Osman kendi hilafeti döneminde bu konuşmayı haftada iki güne ve iki saate çıkardı!

Ömer, Osman ve Muaviye gibi halifeler Ka'bu'l-Ahbar'dan yaratılışın başlangıcı, kıyamet gününde vuku bulacak olaylar ve hatta Kur'an tefsiri ve diğer konular hakkında soru soruyorlardı! Enes b. Malik, Ebu Hureyre, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Zübeyr ve Muaviye gibi sahabeler ve tabiîn, Ka'b ve Temim-i Darî'den rivayet etmişlerdir!

İsrailiyatın nakli bu iki Yahudi ve Hıristiyan alimiyle ve onların öğrencileriyle sı­nırlı değildir; onlarla birlikte ve hatta onlardan sonra diğer bir grup da bu işi sürdürmüş -bunları masalcı olarak niteleyip mescitten dışarı çıkaran- Emirü’l-Müminin Ali'nin (a.s) kısa süren hükümeti hariç, Abbasiler'in hilafetine kadar faaliyet göstermişlerdir!

Bunlar Hilâfet Mektebi'nde İslâmi düşünce tarzında ve Müslümanların inançlarında çok ciddi bir etki bırakmış, İslâm'da İsrailiyat kültürünün baş göstermesine neden olmuş ve belli bir yere kadar İslâm'ı kendi dinlerine benzetmeyi başarmışlardır. Allah'ın cisim olduğuna, peygamberlerin günah işlediklerine inanmak, yaratılış ve kıyamet hakkında özel algılamalar ve diğer israiliyat... Hilâfet Mektebine buradan sızmıştır.

Bunların, Ümeyyeoğulları, özellikle de Muaviye'nin hükümeti döneminde nüfuzları oldukça genişledi; öyle ki Muaviye'nin kendisi, kâtibi Sircan[23],  özel doktoru İbn Esal[24], saray şairi Ahtel[25] gibi bir grup Hıristiyan’ı kendine sırdaş edinmiş ve onlarla düşüp kalkı­yordu. Açıktır ki bunlar Emevî Hanedanının saray erkânı olurken Hıristiyan inanç, adap ve gidişatlarını terk etmemiş, onları kendileriyle birlikte hilâfet sarayına götürmüşlerdir.

Ayrıca, Muaviye'nin başkenti Şam, daha önce halkı Hıristiyan olan Doğu Rum'un (Bizans) başkenti sayılmakta olup Hıristiyan dünyasında köklü ve asil bir medeniyete sa­hipti ve yeni Müslüman olan Muaviye ise vali olarak böyle bir ortama girmişti.

Muaviye, kılıç zoruyla İslâm dinini kabul etmek zorunda kalan ve Müslüman oldu­ğu son ana kadar İslâm ve İslâm maarifiyle savaşan kabile cahiliyeti ocağında dünyaya gözlerini açmış biriydi. O, böyle bir ortamda yetişmiş, nam ve ün kazanmış ve yaşlan­dıktan sonra Mekke Müslümanlar tarafından fethedilince oradan Medine'ye ve kabile cahiliyetinden İslâm dünyasına ayak basmıştı.[26] O, en azından İslâmî bir renge bürünmemiş ve tarihte büyük bir medeniyete sahip olan Bizans ortamında etki bırakıp onu İslâm'a çe­kebilmek için ilâhî kanunlarla tanışmak amacıyla Medine'nin İslâmi toplumunda da pek fazla kalmamıştı; aksine, Şam'daki Bizans ortamından etkilenen Muaviye'nin kendisiydi.

İşte bu nedenle Muaviye, arzu ve emelleri karşısında engel oluşturan tamamen İslâ­mî bir kültür ve renge sahip olan Ebuzer, Ebu Derdâ gibi sahabeleri ve Kûfeli Kur'an ka­rilerini[27] kendi hükümet ortamından uzaklaştırıyordu.

Bütün bunlar, Muaviye'nin iş başına geldiği andan itibaren Hilâfet Mektebi'ne Ehl-i Kitabın düşünce ve kültürünü sokan etkenlerdir. Bu etkenlerin, bu mektepte ne kadar et­ki bıraktıklarının anlaşılması için bugüne kadar hiçbir inceleme yapılmamıştır.

Ayrıca, cahiliye yapısına sahip olan Muaviye kabile taassubu örf ve ananelerine ol­dukça bağlı olup onları korumaya ve canlı tutmaya özen gösteriyordu.[28]

Ve yine o, girişimlerinde başka hedefleri amaçlıyordu. Hilâfeti kendi ailesinde mi­ras hâline getirmek, karşısında yer alan ve sürekli Resûlullah'ın (s.a.a) siret ve gidişatını başına kakan muhaliflerinin güç ve kudretlerini yok etmek onun amaçladığı hedeflerden­di. O, bu cahiliye hedef ve emellerine ulaşmak için bir şeyler yapmak ve bir çare bulmak zorundaydı; işte bu nedenle Amr b. As, Semure b. Cundeb, Ebu Hureyre gibi dininde gevşeklik ve nefsinde zaaf olan kişilerden yardım istedi. Onlar da Muaviye'nin bu isteği­ne olumlu karşılık vererek onu hedeflerine ulaştırmak, yolu üzerindeki engelleri kaldır­mak için Resûlullah'ın (s.a.a) adına hadisler uydurup yaydılar! Örnek olarak, Medainî'nin "Ehdas" adlı kitabında kaydetmiş olduğu şu konuya dikkat edin: Muaviye, Amu'1-Cemaa'dan sonra valilerine yazdığı bir genelgede onlara şöyle bildirdi: «Ben, Ebu Turab (Ali -a.s-) ve ailesinin fazileti hakkında konuşan ve bu konuda bir hadis rivayet eden kimseden beriyim; onların can ve malları güvende değildir...» Yine şöyle yazdı: «Osman taraftar­larını ve onu sevenleri arayıp bularak onlara ilgi gösterip bağışta bulunmalarını emredin; onun faziletiyle ilgili hadis rivayet edenleri kendinize yaklaştırıp ihsanda bulunun. Onla­rın rivayet ettiği şeyi, kendisinin, babasının ve aşiretinin ismini yazıp bana gönderin.»

Onlar da Muaviye'nin emrini yerine getirdiler; böylece Osman'ın faziletiyle ilgili rivayetler her şehirde arttıkça arttı. Çünkü Muaviye bu hizmet karşısında onları elbise, parça ve diğer istekleriyle ödüllendirerek kendine yaklaştırıyor, rivayet ettikleri hadisleri halk arasında yayıyordu! İşte bu nedenle dünyaperest kişiler mal ve makama ulaşmak için Osman'ın fazileti ile ilgili aslı olmayan hadisler uydurmada birbirleriyle yarıştılar!

Bu rekabet meydanında Muaviye'nin valilerinden birinin yanına gidip Osman'ın fa­ziletinde bir rivayet naklederek eli boş geri dönen kimse yoktu! Böyle yapanların ismi hakim düzene en yakın kişiler arasında kaydediliyor ve diğerleri hakkında aracılığı kabul ediliyordu. Nihayet Muaviye başka bir genelgesinde valilerine şöyle yazdı:

«Osman hakkında çok hadis nakledildi; bütün şehir ve diyarlarda insanların diline düştü. Şimdi bu genelgem elinize ulaşınca halktan "sahabe ve ilk iki halife hakkında" becerebildikleri kadar hadis rivayet etmelerini, Ebu Turab (İmam Ali) hakkında nakledi­len her hadisin karşısında diğer sahabeler hakkında hadis uydurup bana getirmelerini is­teyin. Bunun benim yanımda ne kadar sevimli olduğunu ve gözümü aydınlattığını, bu­nun Ebu Turab ve Şiîlerine karşı en güçlü delil olduğunu ve onlar için Osman'ın fazilet­lerini yaymadan daha acı olduğunu unutmayın!»

Muaviye'nin bu emri sokak sokak halka okunarak duyuruldu. Bu emir sonucu, as­habın faziletinde birçok rivayetler uyduruldu; bu yolda büyük bir çaba sarf edildi. Hatta minberlerde anlatıldı, oradan da medreselerin öğretmenleri alarak çocuklara ve kölelere öğrettiler. Onlar da Kur'an'ı öğrenir gibi bu uydurma rivayetleri öğrendiler; hatta kızları­na, kadınlarına, hizmetçilerine ve çevrelerindeki kişilere de anlattılar bu olay uzun za­man böyle devam etti. Böylece uydurma hadisler ve iftira, tam anlamıyla yaygınlaştı. Kadılar, fakihler ve valiler bu uydurma hadisler üzerine fetva verdiler.

Bu arada alçak, şahsiyetsiz; ama takvalı ve dindar görünen riyakâr kariler bu zor imtihana diğerlerinden daha fazla tâbi tutuldular. Çünkü görünümü insanları aldatan vali ve yöneticilere yaklaşarak onların bahşiş ve bağışlarından yararlanmak, mal, makam ve mevki edinmek için çok sayıda hadisler uydurup Muaviye ve valilere götürdüler; bu ko­nuda tüm çabalarını harcadılar; nihayet bu uydurma hadisler yalan ve iftirayı reva gör­meyen dindarların da eline geçti. Onlar bu hadislerin tümünü kendilerine göre doğru ol­duğu düşüncesiyle onları yaymaya çalıştılar. Eğer onların uydurma ve yalan olduklarını bilselerdi, kesinlikle kabul etmez ve onları ağızlarına bile almazlardı.[29] İbn Ebi'l-Hadid, Muaviye'nin, istediği konularda hadis uydurmaları için kiraladığı[30] sahabe ve tabiînden bir grubun ismini kaydetmiştir.[31] Sonra bu uydurma hadislere Resûlullah'ın (s.a.a) sünneti adını verdiler. Vay bu hadisleri inkâr eden, iman edip doğrulamayanın haline![32]

e-Ömer b. Abdulaziz'in Döneminde

Ömer b. Abdulaziz, Medine halkına şöyle yazdı: «Resûlullah'ın hadislerine dikkat edin ve onları yazın; ben, bu ilmin, ilim sahiplerinin ölmesiyle yok olmasından endişele­niyorum.» İbn Şehab ez-Zührî, hicri birinci yüz yılda Ömer b. Abdulaziz'in emriyle ha­dis yazmaya girişen ilk kişidir.[33] Fakat h.101 yılında halifenin zehirlenerek öldürülmesi nedeniyle onun bu işi tamamlanmadı ve yazdığı hadisler de yok olup gitti.

İbn Hacer'in, bu konuda Ebu Bekir b. Muhammed b. Amr b. Hazm'ın (61.117) biyografisinde kaydettiği rivayet özetle şöyledir: «Ömer b. Abdulaziz İbn Şehab'a bir mek­tup yazarak Resûlullah'ın hadislerini bir araya toplamasını emretti. Fakat İbn Şehab'ın ölümünden bir süre sonra oğlu: "Babamın yazdıkları yok olup gitti." dedi.»[34] İbn Şehab dışında, hadisleri toplayıp yazanlar da vardı; fakat onların yazdıkları da yok olup gitti.

Nihayet Abbasî halifelerinin ikincisi Mansur hilafete geçince, ulemayı hadisleri toplamaya teşvik etti. Zehebî, h.143. yılın olaylarını anlatırken bu konuda şöyle yazıyor: «Bu yılda İslâm uleması hadisleri, fıkıh ve tefsiri yazmaya koyuldular. İbn Cureyc Mek­ke'de kendi eserlerini yazdı; Said b. Ebi Arûbe, Hammad b. Seleme ve diğerleri Basra'da hadisleri yazmaya başladılar. Evzaî Şam'da kendi kitabını, Malik de Medine'de Muvatta'sını yazdı. İbn İshak "Meğazî" kitabını, Muammer Yemen'de, Ebu Hanife ve diğerleri Kufe'de fıkıh ve kendi görüşlerini yazdılar. Süfyan-i Sevrî "el-Câmi" kitabını yazdı. On­dan kısa bir süre sonra Haşim de kendi kitaplarını derledi. Mısır'da, Leys ve İbn Luhey'a yazmaya başladılar ve yine İbn Mübarek, Ebu Yusuf ve İbn Veheb de yazmaya koyuldu­lar. Böylece din kitaplarının yazılışı ve onların çeşitli bölümlere ayrılması çoğalmaya başladı. Çok sayıda Arapça lügat ve tarih kitapları yazıldı. Hâlbuki daha önce ileri gelen ulema kendi hafızalarına veya ellerindeki doğru yazılmayan küçük yazılara müracaat ederek konuşuyorlardı. Allah'a şükür böylece ilim edinmek kolaylaştı; ezberlemek ve akla yerleştirmek metodu gittikçe azaldı; bundan dolayı tüm işleri elinde bulunduran Al­lah'a hamdolsun.»[35] Suyutî de bu konuyu "Tarihu'l-Hulefa" (s.261)'de ondan nakletmiştir. Yine Mevsuatu'l-Fikhi'l-İslâmî'de şöyle geçmiştir: «Mansur-i Devanikî, hicretin 143. yılında hac yapınca, Malik'i "Muvatta" kitabını yazmaya teşvik etti. Mansur ve vali­leri ulemayı telif ve yazmaya teşvik ediyorlardı; bunun üzerine İbn Cureyc, İbn Arûbe, İbn Uyayne, diğer fakihler ve öğrencileri çeşitli kitaplar telif ettiler.»[36] Bizim burada kaydettiklerimiz, bu tarihten önce de hadis yazıldığını bildiren rivayetlerle, örneğin, Ab­dullah b. Amr b. As'ın "es-Sahifatu's-Sadıka" veya tabiînden Zührî'nin hadis alanında ayrı bir kitabı olduğunu bildiren rivayetlerle çelişmemektedir. Çünkü bu gibi kitapların sadece isimleri, hadis yazılımına izin verilen asrın ulemasına ulaşmıştır, kendileri değil.

Mansur-i Abbasî'nin döneminde, Hilâfet Mektebinde muhaddisler aynı zamanda Resûlullah'ın sünneti karşısında halifelerin içtihatlarını teyit olarak rivayet edilen şeyleri de yazdılar! Yine hadis diye bir takım israiliyatı da kaydetmişlerdir.[37]

Elbette bu arada Muaviye'nin hilafeti döneminde, hadis uydurma girişiminden son­ra ve halifelerin siyasetini teyit etmek için uydurulan çelişkili hadisler de bulduk.

f- Birbiriyle Çelişkili İki Hadis Nasıl Meydana Geldi?

Muaviye'nin hilafeti döneminde Resûlullah'ın hadisleri arasında rivayet edilen ve o hazretin sünnetinden sayılan hadislerin şu hadislerden ibaret oldukları sanılmaktadır: Sahih-i Müslim, Sünen-i Daremî ve Sünen-i Ahmed b. Hanbel'de Resûlullah'tan şöyle nak­ledilir: «Benden bir şey yazmayın; benden Kur'an dışında bir şey yazan onu yok etsin!»[38]

«Resûlullah'tan sözlerini yazmak için izin istediler; fakat hazret izin vermedi!»[39]

Zeyd b. Sabit'ten: «Resûlullah bizi hadislerini yazmaktan alıkoydu ve bizim yazdı­ğımız hadisleri yok etti.»[40] Ebu Hureyre'den: «Biz Resûlullah'tan (s.a.a) duyduklarımızı yazıyorduk. O sırada hazret yanımızdan geçerken, "Ne yazıyorsunuz?" diye sordu. Biz, "Sizden duyduklarımızı" diye cevap verdik. Hazret, "Kur'an karşısında bir kitap mı?!" dedi. "Bizim sizden duyduklarımızdır!" dedik. Bunun üzerine Resûlullah şöyle buyurdu:

"Allah'ın Kitabı'nı yazın, yalnız Allah'ın Kitabıyla uğraşın; Allah'ın Kitabı karşısın­da başka bir kitap mı yazıyorsunuz?! Yalnız Allah'ın Kitabı'nı yazın."

Resûlullah'ın bu buyruğu üzerine yazdığımız şeyleri bir yere toplayıp yaktık.»[41]

Eğer bu gibi hadisler doğru ise, bu durumda Müslümanların, tüm İslâm kaynakla­rını ve Sahihler, Müsnetler, Sünenler, tefsirler ve siretler gibi Resûlullah'ın hadislerini içeren kitapları toplayıp yakmaktan başka bir vazifeleri yoktur! Ve eğer böyle bir şey ya­pılacak olursa, kim bilir İslâm dininin kanun ve kurallarından geriye ne kalır?!

Hayır, kesinlikle doğru değil bu; Resûlullah böyle bir şeyi ağzına bile almamıştır; aksine Veda haccı'nda Mina'da şöyle buyurdu: «"Allah, sözlerimi duyup öğrenen ve on­ları duymayanlara ulaştıran kişiyi mutlu etsin. Nice fıkıh taşıyanlar var ki onu kendile­rinden daha bilgine taşır»[42] Resûlullah şöyle buyurur: «"Allah, bizden hadis duyan ve onu duyduğu gibi başka birine ulaştıran kişiyi mutlu kılsın. Nice kendisine ulaştırılan var ki anlayışı onu duyandan daha iyidir! "[43] "Hazır olan olmayana duyursun; nice hazır olan­lar var ki onu kendisinden daha iyi anlayana ulaştırır.»[44] «Resûlullah, üç defa, "Allah'ım! Halifelerime rahmet et; Allah'ım! Halifelerime rahmet et; Allah'ım! Halifelerime rahmet et." buyurdu. "Ya Resûlullah! Sizin halifeleriniz kimlerdir?" diye sorduklarında,

 

"Benim peşimden gelip hadis ve sünnetimi ezberleyenlerdir." buyurdu.»[45] Buharı, "İlim" kitabın­da şöyle yazıyor: «Yemen halkından bir kişi Resûlullah'ın hadisini duyunca, "Ya Resû­lullah! Onu benim için yaz." dedi. Bunun üzerine "Bunu falanca için yazın." buyurdu. »[46]

Hal böyleyken şu soruyla karşılaşmaktayız: Yukarıda zikredilen sahih hadislerde geçtiği gibi Resûlullah halkı hadislerini yazıp yaymaya teşvik ve emretmişse, Resûlullah'ın hadisleri yazmayı yasakladığını bildiren hadisler nasıl rivayet edilmiştir?

Bu sorunun cevabı şudur: Resûlullah'ın hadislerinin yazılmasını engelleyen Kureyş'in yani Muhacirlerin, o hazretin vefatından önce de vasiyetinin yazılmasını engelledik­lerini görmekteyiz; Resûlullah'ın vefatından sonrada ikinci halife var gücüyle hazretin hadislerinin yazılmasını engelledi yazılan hadisleri de bir araya toplayarak yaktı. Medi­ne'de buna karşı çıkan sahabeleri tutukladı. Osman b. Affan da onun bu metodunu sür­dürdü. İşte bu yüzden bir grup sahabenin hâkim gücü takip etmesi tamamen doğal bir şeydir. Ve yine sahabeden Ebuzer gibi[ler] bu harekete karşı çıkarak Resûlullah'ın hadis­lerini yaydıklarını ve bundan dolayı ıstırap ve şiddete maruz kaldıklarını görmekteyiz.

Ali (a.s) Resûlullah'ın hadislerinin yazılmasını kendi hilafeti döneminde teşvik et­miştir; Ali ibadet mihrabında şehadet şerbetini içtikten sonra Muaviye hilafete geçince yayılmasını istemediği Resûlullah'ın hadislerinin yazılmasını engellemesi çok zordu. Do­layısıyla emellerine ulaşmak için bazı kişilerin düşüncelerinden yardım almak zorunday­dı. İşte bu nedenle kendi taraftarlarından yardım aldı; onlar da onun hükümeti dönemin­de, Resûlullah'ın hadislerinin yazılmasını engellediği doğrultusundaki -uydurma- riva­yetleri yaydılar ki bu da Resûlullah'ın hadislerinde çelişki görünmesine neden oldu. Tıpkı Resûlullah'ın «Benim hadislerimi yazın.» rivayeti karşısında nakledilen, «Benim hadisle­rimi yazmayın.» hadisi gibi. Evet, Resûlullah'tan böyle çelişkili rivayetler nakledilmiştir.

Dolayısıyla, birbiriyle çelişkili hadislerle karşılaştığımızda, "zamanın hâkim gücü­nün siyasetleriyle bağdaşan" hadisleri kabul etmememiz yeterlidir.

Şunu da söyleyelim ki, hadis rivayet ve naklinin yasaklanmasının yegane sebebi, "Müslümanlar arasında Ali'nin (a.s) faziletlerinin yayılmasını engellemekti." Bu iş özel­likle halkı Cuma hutbelerinde Müslümanların minberlerinde Ali'ye lanet etmeye zorla­yan Muaviye'nin hilafeti döneminde yapıldı. Daha önce, Muaviye açısından hükümet ve yönetim siyaseti, halkın dikkatini Ehl-i Beyt Mektebi'nden Hilâfet Mektebi'ne çevirmeyi gerektiriyordu. Nitekim onun, Müslümanların imam ve rehberleri hakkındaki görüşlerini değiştirmeye çok ihtiyacı vardı. Çünkü Müslümanlar, önderlik için Resûlullah'ı mükem­mel örnek biliyorlardı ve o hazretin varlığı onlar için insanın varabileceği kemalin timsa­liydi; o günah işlemez ve heveslerinin isteği doğrultusunda hareket etmezdi.

Bu sebepler sapık kişiler dışında Müslümanları Muaviye'yi izlemekten ve onu imam ve önder olarak ve daha kötüsü, sürekli sarhoş olup gününü Allah'a karşı günah iş­lemekle geçiren Yezid gibi bir kişinin veliahtlığını kabul etmekten alıkoyuyordu.

İşte bu nedenle Muaviye, Müslümanların görüşünü Resûlullah (s.a.a) gibi apaçık bir örnekten saptırmak zorundaydı. Dolayısıyla onun emriyle Resûlulullah'ın bazı eşleri ve sahabenin bir kısmının dilinden o hazreti, Yezid ve Muaviye gibi nefsanî heveslerini izleyen bir kişi olarak tanıtan hadisler uydurdular![47]

Bunun yanı sıra, Ehl-i Kitap ulemasının geçmiş peygamberlerden yalan rivayetler naklederek Müslümanlar arasında yaydıkları israiliyat, kendine göre Muaviye'nin hedef­lerini teyit eden apaçık delillerdi. Ayrıca, Resûlullah'ın hadislerinin yazılmasının engel­lenmesi ve o hadislerin ravilerinin hafızalarında bulundurduklarına güvensizlik, suyu da­ha bir bulandırıp şartları daha da zorlaştırdı, israiliyat ve uydurma rivayetleri Resûlulla­h'ın gerçek rivayetleriyle iyice karıştırdı! Böylece Muaviye'nin hükümeti döneminde onun isteğiyle Hilâfet Mektebi'nde resmi İslâmî düşünce değişik bir görünüm kazandı ve o zamandan itibaren bu düşünce tarzı Hilâfet Mektebi'nde resmi İslâm sayıldı! Böyle bir İslâm'a karşı gelenler ise dışlanıp uzaklaştırıldı. Muaviye'nin planladığı bu resmî İslâm veya İslâmî düşünce günümüze kadar hayatını sürdürdü.

SÜNNET VE HADİSE YÖNELİK ON ÇEŞİT GİZLEME VE TAHRİF

Emirü'l-Müminin Ali'nin (a.s) "Vasi" lakabıyla meşhur oluşu, Hilâfet Mektebi'nin siyasetiyle çeliştiğinden bunu inkâr edip, bu alandaki nasları gizlemek yolunda oldukça çaba harcadılar. İlk önce Ümmü'l-Müminin Aişe güçlü bir propagandayla İmam Ali'nin "vasi" lakabıyla meşhur olmasına karşı mücadeleye girişip bunu tamamen inkâr etti. On­dan sonra da Hilâfet Mektebi mensupları asırlar boyunca çeşitli şekillerle İmam Ali'nin (a.s) bu meşhurluğuna karşı saldırılarına devam ettiler. Hilâfet Mektebi'nin bu alanda yaptığı en önemli hareketlerden biri, vasiyet hakkındaki nasları gizlemekti. Öyle ki her araştırmacı, gerek vasiyet alanında, gerekse diğer alanlarda genel olarak halifelerin siya­setine aykırı olan nasların gizlenmesini çok acı ve yürek yakıcı bir şey olarak bulacaktır.

On Çeşit Gizleme (önemliden en önemliye doğru)

1-    Resûlullah'ın (s.a.a) sünnetinin hadisinin bir bölümünü silip onun yerine anlaşıl­maz bir söz yerleştirme.

2- Silindiğine işaret ederek sahabenin siretinden rivayetin tamamını silme.

3- Resûlullah'ın sünnetinden hadisin anlamını tevil etme.

4- Silindiğine işaret etmeden sahabenin sözlerinden bir bölümünü silme.

5- Silindiğine işaret etmeden Resûlullah'ın sünnetinden rivayetin hepsini silme.

6- Resûlullah'ın (s.a.a) hadisinin yazılmasını engelleme.

7- Resûlullah'ın (s.a.a) sünnetinin rivayetleriyle râvilerini ve hâkim gücü eleştiren kitapları aşağılama.

8- Kitaplarla kütüphaneleri yakma.

9- Sahabenin siretinin rivayetinin bir bölümünü silip onu tahrif etme.

10-Nebi'nin doğru sünneti ve ashabın sahih sireti yerine yalan rivayetler uydurma.

1-Hadisinin Bir Bölümünü Silip Onun Yerine Anlaşılmaz Bir Söz Yerleştirmek

"En yakın akrabanı uyarıp korkut." (Şuarâ, 214) tefsirinde, Resûlullah'ın Hâşim Oğulları'nı İslâm'a davet ettiğini nakleden rivayette Taberî ve İbn Kesir'in yaptıkları gibi. Bu ikisi, Resûlullah'ın o toplantıda İmam Ali hakkında buyurduğu, "O sizin aranızda be­nim vasim ve vezirimdir." cümlesini atmış, bunun yerine "şöyle ve böyle" kelimelerini koymuşturlar; hâlbuki bu belirsiz bir ifade olup hiçbir şeyi anlatamamaktadır.

Buharî'nin kendi Sahih'inde, Abdurrahman b. Ebu Bekir'in rivayetinde sahabenin siretine yaptıkları da bunlardandır. Buharî, Abdurrahman'ın Mervan'a ne söylediğini nakletmeyip onun yerine, "Abdurrahman bir şey dedi." diye yazmıştır! Abdurrahman'ın sö­zünü belirsiz ve kapalı olarak "bir şey" diye tabir etmiştir! Ayrıca Ümmü'l-Müminin Aişe'nin, Mervan'ın babasının hükmü hakkında Resûlullah'tan rivayet ettiği şeyi silmiştir![48]

Yine bu gizlemelerden biri... Taberî ve İbn Hişâm şöyle yazarlar:

«Kureyş'in, ticaret kervanını korumak için hareket ettiğini Resûlullah'a (s.a.a) haber verdiklerinde, Resûl-i Ekrem bunu ashaba açarak onlarla müşaverede bulundu. Bunun üzerine Ebu Bekir kalkarak güzel bir konuşma yaptı! Sonra Ömer kalkarak o da güzel bir konuşma yaptı! Daha sonra Mikdad b. Amr kalkarak şöyle dedi: "Ya Resûlullah! Al­lah Tealâ'nın sana emrettiğini yap, biz de senin yanındayız. Vallahi biz, İsrail Oğulla-rı'nın Musa'ya söyledikleri 'Sen ve Rabbin git, ikiniz savaşın. Biz burada duracağız!' sö­zünü söylemeyiz; aksine sen ve Rabbin onların üzerine gidin, biz de sizin yanınızda on­larla savaşırız..." Resûlullah Mikdad'ı tebrik ederek hakkında hayır duada bulundu.»

Ve Sa'd b. Muaz el-Ensarî'nin Resûlullah'a verdiği cevapta şöyle geçer:

«Ya Resûlullah! Sen nasıl istersen ve uygun görürsen öyle davran; biz de seninle birlikteyiz. Gerçekten seni peygamber gönderene and olsun ki bize denizin derinliklerine girmeyi emredersen, seninle birlikte denizin derinliklerine gireriz ve bizden hiç kimse itaatsizlik etmez. Daha sonra Sa'd'm sözlerinin Resûlullah'ı memnun ettiğini yazar.»

Dikkat ediniz! O ikisi (Ebu Bekir ile Ömer) Resûlullah'a ne söylediler, neden onla­rın söyledikleri rivayette silinerek yerine, "güzel konuştu." yerleştirilmiştir?! Bu iki sa­habenin cevabı güzeldiyse, neden muhacirlerden olan Mikdad'ın ve Ensar'dan olan Sa'd b. Muaz'ın sözlerinin tamamını naklettikleri hâlde o güzel cevabı kaydetmemişlerdir?!

Müslim de bu rivayeti şöyle kaydeder:

«Resûlullah, Ebu Süfyan'ın kendilerine doğru hareket ettiğini haber alınca sahabe­lerle müşaverede bulundu. Bunun üzerine Ebu Bekir konuştu, fakat Resûlullah (s.a.a) yü­zünü ondan çevirdi. Daha sonra Ömer konuştu Resûlullah ondan da yüzünü çevirdi...»

Hayret! Eğer bu iki sahabe yerinde ve güzel bir şey söylemişse, neden Resûlullah (s.a.a) hoşlanmayarak onlardan yüzünü çevirsin?!! Bu iki sahabenin o gün Resûlullah'a ne söylediklerini merak ederek Vâkıdî ve Makrizî'nin kitaplarına müracaat ettiğimizde bu ikisinin başka şeyler söylediklerini gördük. Vakidî diyor ki:

«Ömer, Resûlullah'a şöyle dedi: "Ya Resülullah! Vallahi Kureyş bütün gurur ve iftiharıyla sana gelmektedir. Vallahi Kureyş izzet bulduğu günden itibaren zillet ve alçak­lığı tatmamıştır ve tuğyan ettiği günden itibaren de kanuna ve imana yanaşmamıştır. Vallahi Kureyş iftiharlarını kaybetmeyecek ve sana karşı amansız bir savaş yapacaktır. O hâlde kendini böyle bir savaş için hazırla ve ona lâyık bir güç bul...»[49]

İbn Hişâm, Taberî ve Müslim'in rivayetinden, Ebu Bekir'den sonra Ömer'in kalka­rak konuşup görüşünü belirttiği anlaşılmaktadır. Taberî'yle İbn Hişâm, bu iki sahabenin sözlerini "güzel" diye nitelendirmektedir! Fakat Müslim'in rivayetinde Resûlullah'ın ilk önce Ebu Bekir'in ve sonra da Ömer'in sözlerinden yüzünü çevirdiği geçer. İşte buradan Ebu Bekir'le Ömer'in sözlerinin aynı şey oldukları anlaşılmaktadır.

Vâkıdî ile Makrizî Ömer'in söylediklerini kaydedip, Ebu Bekir'in söylediklerini nakletmedikleri için Ömer'in sözlerinden Ebu Bekir'in ne söylediğini anlamak mümkün­dür. Bu iki sahabenin söyledikleri halkı rahatsız edebileceği için İbn Hişâm, Taberî ve Müslim'in rivayetlerinde bu ikisinin sözleri silinmiştir.

Bu gibi gizlemelere, Hilâfet Mektebi ulemasında sık sık rastlanmaktadır.

İşte bu gizlemeler nedeniyle Hilâfet Mektebi mensupları arasında bunların kitapları muteber ve güvenilir sayılmaktadır. Fakat Buharî kendi Sahih'inde bu rivayeti kapalı ve belirsiz bile olsa nakletmediği için sıhhat ve doğruluk açısından Hilâfet Mektebi'nin bü­tün kitapları arasında özel bir konuma sahiptir.

2-Silindiğine İşaret Ederek Sahabenin Siretinden Rivayetin Tamamının Silinişi

Hilâfet Mektebi ulamasının gizlemelerinden biri de, Muhammed b. Ebu Bekir'le Muaviye arasındaki mektuplaşmalardır. Oysa Nasr b. Müzahim'in (öl. 212 h.) Sıffin adlı kitabında ve Mes'udî'nin (Öl.346 h.) Murucu'z-Zeheb adlı kitabında Muhammed b. Ebu Bekir'in Muaviye'ye yazmış olduğu, Emirü'l-Müminin Ali'nin (a.s) faziletlerinden ve onun Resûlullah'ın "vasi" si olduğundan bahsettiği mektubun tamamını kaydetmiştir.

Muaviye de ona verdiği cevapta bütün bunları itiraf etmiştir. Fakat mektupta ve ce­vabında geçenler halifelerin makamını düşürecek konular olduğu için, Taberî (öl. 310 h.) her iki mektubun rivayetlerinin senetlerine işaret ederek, "Normal insanların bu konuları duymaya gücü yetmez." bahanesiyle onları kaydetmemiştir. Taberî'den sonra gelen İbn Esîr (öl. 630 hk.) de Taberî'yi izleyerek aynı bahaneyi öne sürmüştür! Bu ikisinden sonra gelen İbn Kesir büyük tarih kitabında[50] Muhammed b. Ebu Bekir'in mektubuna işaret et­miş; fakat "Mektupta sert ifadeler kullanılmıştır." demekle yetinmiştir.

Bu gibi gizleme veya kaydedilmediğine işaret edilerek rivayetin tamamının silin­mesi, Hilâfet Mektebi'nin bilginlerinde azdır.

3-Hadisin Anlamının Tevil Edilişi

Zehebî[51], Neseî'nin hayatını anlatırken şöyle demiştir: «Neseî'den, Muaviye hakkın­da bir kitap yazmasını istediklerinde, Neseî, Muaviye'nin fazileti hakkında "Allah'ım! Onun karnını doyurma." hadisini yazayım mı?" dedi.» Zehebî sonra diyor ki: «Bu hadis Muaviye için bir fazilet olabilir! Çünkü Resûlullah şöyle buyuruyor: "Allah'ım! Kendisi­ne lanet ettiğim veya küfrettiğim kimse için lanetimi rahmet ve temizlik kaynağı kıl!"»

Muaviye hakkındaki rivayet Sahih-i Müslim'de, "Men Leanehu'n-Nebiy ev Sebbe-hu Cealehullah Lehu Zekâten ve Tuhra" babında İbn Abbas'tan şöyle nakledilir:[52]

«Ben çocuklarla oynuyordum. O sırada Resûlullah geldi. Ben bir evin kapısının ar­kasına saklandım. Fakat Peygamber yakına gelerek eliyle sırtıma vurdu ve "Git Muavi­ye'yi çağır."buyurdu. Ben Muaviye'nin yanına gidip döndüm ve "Muaviye yemek yiyor." dedim. Tekrar, "Git Muaviye'yi çağır." buyurdu. Ben gidip dönerek, "Hâlâ yemek yiyor." dedim. Bunun üzerine Resûlullah, "Allah'ım! Onun karnını doyurma!" buyurdu.»[53]

Bu hadisi İbn Kesir kendi Tarih'inde kaydetmiş ve Resûlullah'm, «Git Muaviye'yi çağır.» sözüne, "Muaviye vahiy katiplerindendi!" sözünü de eklemiştir.

İbn Kesir İbn Abbas'tan naklen şöyle kaydeder: «Ben çocuklarla oynuyordum. O sırada Resûlullah (s.a.a) geldi. Kendi kendime, "Hz. Peygamber, benim yanıma geliyor." diyerek bir evin kapısının arkasına saklandım; fakat Resûlullah yaklaşarak elinin içiyle bir iki defa sırtıma vurduktan sonra, "Git Muaviye'yi çağır." Buyurdu. "Muaviye vahiy kâtiplerinden biriydi." Ben giderek ona Resûlullah'm huzuruna çıkmasını söyledim. Fa­kat bana onun yemek yediğini söylediler. Ben de geri dönerek Hz. Peygamber'e, "Ye­mek yiyor." dedim. Bunun üzerine tekrar, "Git Muaviye'yi çağır." buyurdu. Ben gitti­ğimde yine Muaviye'nin yemek yediğini söylediler! Üçüncü defasında Resûlullah, "Al­lah'ım! Onun karnını doyurma, "buyurdu.

O zamandan sonra Muaviye'nin karnı doymadı. O, dünya ve ahirette Resûlullah'ın bu duasından yararlandı. Çünkü dünyada onu Şam hükümetine atadıklarında günde yedi defa yemek yiyordu. Her defasında bir tabak etle soğan getiriyorlardı. Onu tek başına yi­yip bitiriyordu. Muaviye günde yedi defa etli yemek dışında çok miktarda tatlı ve mey­ve yediği hâlde sonunda "Vallahi yoruldum; ama doymadım" diyordu! Bu ise bir nimet­tir. Çünkü her padişah böyle bir mideye sahip olmayı arzu eder!»

Muaviye'nin âhiretiyle ilgili olarak da, Müslim bu rivayeti, Buharî ve diğerlerinin çeşitli yollarla bir gurup sahabeden naklettikleri şu hadisin peşinden nakletmiştir:

«Allah'ım! Ben de bir kulum. O hâlde kullarından birine hak etmediği hâlde küfre­der veya kırbaçla vurursam ya da lanet edersem bunu kıyamet günü sana daha yakın ola­bilmesi için günahlarının kefareti kıl.» Müslim bu iki hadisi birleştirerek Muaviye için bir fazilet saymıştır; bunun dışında Muaviye hakkında bir şey nakletmemiştir.»[54]

İbn Kesir, Resûlullah'ın Muaviye hakkındaki duası dünya ve ahiret hayrına sebep oldu, diyor. O, dünya hayrını padişahların ve Muaviye'nin şahsının tıka basa yemesinde görmektedir. Ahiret hayrını ise, Resûlullah'ın -maazallah- müminlere lanet ettiğini; fakat bu lanetin onlar için temizlik vesilesi olması için dua ettiğini bildiren bir hadise dayan­dırmaktadır. Müslim bu hadisi kitabının "Peygamber'in Laneti" babının son kısmında naklederek kıyamette Muaviye'nin cennete ve Allah'a yakınlığa ulaşacağını ispatlıyor!

Böylece, iktidarda olan halifelerle valileri kınayıp kötüleyen hadisleri tevil ederek onları övgüye dönüştürmüşlerdir!

 

Resûlullah'ın (s.a.a) Müminlere Laneti

Müslim Sahihinde, Men Leanehu'n-Nebi babında Resûlullah'ın şöyle buyurduğunu nakleder: «Allah'ım! Ben seninle anlaşıyorum ve sen asla onun aksini yapmazsın: Ben de bir beşerim; o hâlde incittiğim, küfrettiğim, lanet ettiğim veya kırbaç vurduğum mümin­lere bu hareketimi kıyamet günü onlar için dua, temizlik ve sana yakınlık vesilesi kıl!»

Ben bunları yazarken, Resûlullah'a (s.a.a) isnat edilen bu şeyin büyüklüğünden do­layı kalbime hançer gömülmektedir. Bunlar bu hadisi Allah'ın Resûl-i Ekrem'e hitaben, "Doğrusu sen yüce bir ahlâk üzeresin." (Kalem, 4) ayeti karşısında söylemektedirler. Bunu, sahih rivayetin yerine uydurma rivayet koyma şeklindeki onuncu gizlemeden say­mamız yerinde olacaktır. Çünkü bununla, Resûlullah'ın güzel ahlâkının yüceliği konu­sunda bütün Müslümanlara göre tevatür haddine ulaşan Peygamber'in gerçek sireti karşı­sında, ona böyle bir-ahlâkı isnat etmektedirler. Bunların böyle rivayetleri Resûlullah'a isnat etmelerinin nedeni, Ümmü'l-Müminin Aişe'nin daha önce belirttiğimiz Resûlullah­'ın, Emevî halifesi Mervan'ın babası Hakem b. Ebu As'a lanet ettiğini bildiren rivayetini gizlemek veya Resûlullah'ın Muaviye hakkında tevatüre ulaşan rivayetini övgüye tevil etmek istemeleridir; nitekim İbn Kesir böyle yapmıştır...

Taberânî gibi bilginler, aşağıdaki rivayette bu tür bir gizleme yapmışlardır. Mecmua'z-Zevaid kitabında Selman-ı Farisî'den şöyle nakledilir: «Resûl-i Ekrem'e, "Ya Resûlullah (s.a.a)! Her peygamberin bir vasisi vardı; ya senin vasin kimdir?" diye sordum. O gün Resûlullah bana cevap vermedi. Fakat birkaç gün sonra beni görünce, "Ya Sel­man!" buyurdu. Ben aceleyle huzuruna koşarak, "Efendim." dedim. O, "Musa'nın vasi­sinin kim olduğunu biliyor musun?" buyurdu. Ben, "Evet; Yuşa b. Nun'du." dedim. Hz. Peygamber, "Neden, biliyor musun?" diye sordu. Ben, "Çünkü o herkesten daha bilgiliy­di." dedim. Bunun üzerine Resûlullah şöyle buyurdu: "Benim vasim, sırdaşım, en seçkin hatıram, ahdimi yerine getirip borcumu ödeyecek olan Ali b. Ebu Talib'dir."»

Heysemî der ki: Mecmau'z-Zevaid’in yazarı Taberânî burada şöyle ekler: «Resûlul­lah, "Benim vasim" derken, Ali'yi kendi ailesine vasi etmiştir, hilâfete değil.»[55]

Bu Hadis Üzerinde Bir İnceleme ve Taberânî'nin Tevilinin İncelemesi

Soruyu soran, aslen İranlı olan Selman-ı Farisî'dir. O, ne Abdulmuttalib soyundan, ne Resûlullah'm eşlerinin akraba ve yakınlarından ve ne de eniştelerinden olmadığı için Resûlullah'm kendi ailesine kimi sorumlu kılacağını bilmek istemesi, mantıklı olmaz.

Selman, Resûlullah'ın huzurunda Müslüman olmadan yıllarca önce rahiplerle ve Hıristiyan bilginleriyle görüşen, onlarla bağlantısı olan bir kişiydi; onlardan önceki üm­metlerin hakkında bilgi edinmiş, peygamberlerle onların vasilerinin rivayetlerini öğren­mişti, işte bu nedenle Resûlullah'a, "Her peygamberin bir vasisi vardır, ya senin vasin kimdir?" diye sormaktadır. Dolayısıyla Selman, Resûlullah'ın dinine vasisini ve ümmete halifesini sormaktadır. "Her ailenin sorumlusu, kendisinden sonra ailesinin sorumluluğu­nu üstlenmesi için birini kendine vasi eder; o hâlde senin vasin kimdir?" demiyor; dola­yısıyla, Resûlullah'ın, ailesine kimi vasi tayin ettiğini sormuş olması anlamsızdır.

Resûlullah, çok önemli konularda ilâhî emri beklerdi; nitekim Medine'de kıbleyi Beytulmukaddes'ten Kâbe’ye çevirmede de aynı şeyi yapmıştı. Sonunda kıblenin Kâbe olacağını bildiği hâlde, "Biz, senin, yüzünü çok defa göğe doğru çevirip durduğunu görüyoruz. Şimdi elbette seni hoşnut olacağın kıbleye çevireceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haranı yönüne çevir." (Bakara, 144) ayeti ininceye kadar beklemişti.

Resûlullah (s.a.a) hükümet ve hilâfet konusunda Arapların... Hırs ve rekabetini bil­diğinden ve kendisinin Medine'de temelini yeni attığı küçük İslâm toplumu Resûlullah'tan sonra İmam Ali b. Ebu Talib'in veliahtlık haberini duymaya güç yetirecek seviyede olmadığından Hz. Peygamber, Selman'ın cevabını bir süre geciktirdi. Galiba Resûlullah'a izin verildiği için Selman'a cevabını vermiş, ardından, "Musa'nın vasisi kimdi?" soru­suyla Selman'ı sorduğu sorunun cevabını duymaya hazırlamak istemişti. Çünkü Hz. Pey­gamber, Selman'ın kitap ehli bilginleri aracılığıyla bundan haberdar olduğunu biliyordu. Selman, Resûlullah'ın bu sorusuna, "Musa'nın vasisi Yuşa b. Nun'du." cevabını verince, "Neden?" diye sordu. Selman, "Çünkü o, İsrail Oğulları'nın en bilginiydi." cevabını ver­di. Bunun üzerine, "O hâlde benim de vasim... Ali b. Ebu Talib'dir. "buyurdu.

Resûl-i Ekrem'in (s.a.a) Selman'a bu şekilde cevap vermesinin hikmeti şudur:

1-      Resûlullah'ın örnek olarak Yu'şa b. Nun'u zikretmesinin sebebi, onun peygam­berlerin vasilerinin en meşhuru olması, Hz. Musa'nın (a.s) kendisinden sonra onu halife etmesi ve Hz. Musa'dan sonra İsrail Oğulları'nın kumandanlığını üstlenmiş olmasıdır. Nitekim Ali (a.s) da Resûlullah'tan (s.a.a) sonra kendi hilâfeti döneminde böyleydi.

2-  Resûlullah Selman'a, Yuşa b. Nun neden Musa'nın vasisi seçildi diye sorunca Selman, "Çünkü Yuşa onların en bilginiydi." cevabını verdi. Bu basit soru ve cevapla Resûlullah, Ali'yi amcası oğlu olduğu veya eşsiz cesaretiyle müşriklerle savaşta İslâm'ın yılmaz savunucusu olduğu için değil, insanların en bilgilisi olduğu için kendine halife etmişti. Başka bir deyişle o, vasilik ve Müslümanlara hilâfet için Ali'nin yeteneğini ve salahiyetini beyan etmiş ve "O benim sırdaşım, en iyi hatıramdır." Sözüyle bunu vurgu­lamıştır. Resûlullah'ın (s.a.a) bu son sözünü Taberânî kendi isteğine göre, "Ailemden en iyi hatıramdır." şeklinde tevil etmiştir. Böylece Taberânî hiçbir zaaf bulamadığı bir hadi­si kendi isteğine göre tevil etmiştir!

4- Silindiğine İşaret Etmeden Ashabın Sözlerinin Bir Bölümünün Silinişi

Zübeyir b. Bekkar (Öl.256) el-Muvaffakiyyat adlı kitabında farkına varmadan Resû­lullah'tan sonra hilâfet konusundaki ihtilâfı ve Sakife'de Muhacirlerle Ensar'ın şiir ve konuşmalarını, Ensar'dan sahabe Nu'man b. Aclan'ın kasidesini tam olarak kaydetmiş, Amr b. As'ın, Ensar aleyhindeki sözlerine değinmiştir.

Nu'man bir şiirinde ona cevap vermiş, Resûlullah'a (s.a.a) yardım etmede, onur Kureyş'e karşı savaşlarına katılmada Ensar'ın yardımlarına değinerek, Kureyş mültecilerini Ensar'ın savunduğunu ve onları tüm varlıklarına ortak ettiklerini hatırlatmıştır.

Daha sonra Sakife olayına değinerek şöyle demiştir:

"Dediler ki Sa'd'ı hilâfete seçmek doğru değildir, oysa Ebu Bekir'i seçmeyi doğru gördünüz!

Gerçi Ebu Bekir'in buna liyakati var ve bunun hakkından iyi bir şekilde gelebilir; fakat hilâfete Ali daha lâyıktır.

Biz Ali'nin taraftarıydık ve sen ey Amr bilmez sin, onun hilâfete liyâkati vardır.

O Allah'ın yardımıyla insanları doğru yola hidayet eden kötülük ve çirkinlikten alıkoyar.  O Resûlullah'ın vasisi ve amcasının oğludur..."

 

 

İbn Abdulbir, İsti'ab adlı kitabında Nu'man b. Aclan'ın hayatı bölümünde bu kasidenin tamamını nakletmiş, fakat şu iki beyti atmıştır:

 

"O, Allah'ın yardımıyla insanları doğru yola hidayet eder, kötülük ve çirkinlikten alıkoyar.

O, Resûlullah'ın vasisi ve amcasının oğludur; kâfirlerle sapıkların önderlerini öldürendir."

Bu iki beyti atmasının sebebi, bu beyitlerde Ali (a.s)'ın Resûlullah'ın vasisi olarak övülmüş olmasıdır; fakat Ebu Bekir'i öven diğer iki beyti kalemden düşürmemiştir!

İbn Abdulbir'den sonra gelen İbn Esîr, Usdu'l-Gâbe adlı kitabında Nu'man'ın hayatı bölümünde şöyle kaydeder: «Onun şiirlerinden biri, Ensar'ın sözlerinden bahsettiği, ar­dından Resûlullah'a (s.a.a), sonra da hilâfet konusuna değindiği kasidesidir...»

İbn Esîr daha sonra Nu'man'ın kasidesinin baş tarafından sadece Ensar'ın faaliyet­lerini anlatan birkaç beytini kaydetmiş, hilâfet konusunda Muhacirlerle Ensar arasındaki ihtilâf ve ikiliği beyan eden geriye kalanım ve yine İmam Ali'nin (a.s) övgüsündeki iki beytini, özellikle onun Resûlullah'm (s.a.a) vasisi olduğunu bildiren kısmım atmıştır!!

İbn Esîr'den sonra İbn Hacer gelmiş, Nu'man b. Aclan'ın hayatı bölümünde şöyle yazmıştır: O, şiirler okuyarak kendi kavmi olan Ensar'ı övmüştür! Daha sonra Nu'man'ın şiirinden Ensar'ın faaliyet ve iftiharlarını kapsayan birkaç beytini nakletmiş, hilâfet ko­nusundaki geriye kalan kısmını kaydetmekten sakmmıştır!

Gerek Resûlullah'ın hadislerinde ve siretinde, gerekse ashabının siretinde bu tür gizlemeler diğer gizleme çeşitlerinden daha fazladır. Vasiyet konusu dışında silinen ve yazıya geçirilmeyen diğer konulara değinecek olursak, bahsimiz uzayacaktır.

5-Silindiğine İşaret Etmeden Resûlullah'ın Sünnetinden Rivayetin Tamamının Silinmesi

İbn Hişâm[56], es-Sîretu'n-Nebeviyye adlı kitabında Resûlullah'ın sünneti hakkında kaydettiklerini Bukaî'nin rivayetiyle İbn İshak'ın Siret'inden almıştır. O, kendi kitabı hakkında şöyle der: «Ben İbn İshak'ın bu kitaptaki yazılarından bazılarını kaydetmedim. ... Söylenmesi hadis makamını düşüren ve halkın söylenmesinden hoşlanmadığı şeyleri kaydetmekten sakındım!» İbn Hişâm'ın, halkın hoşlanmadığı bahanesiyle İbn İshak'ın Sîret'inden sildiği şeylerden biri de, Resûlullah'ın "En yakın hısımlarını uyarıp korkut." (Şuarâ, 214) ayeti inince Abdulmuttalib Oğulları'nı davet etmesi rivayetidir.

Taberî bu rivayeti kendi senediyle İbn İshak'tan kaydederek Resûlullah'ın bu davet­te Abdulmuttalib Oğulları'na şöyle buyurduğunu yazar: « "Bu konuda hanginiz bana yar­dım edecek ki böylece aranızda benim kardeşim, vasim ve halifem olsun?" Ali b. Ebu Talib dışında hepsi bu öneriden yüz çevirdiler. Ali dedi ki: "Ben ya Resûlullah, bu konu­da senin yâr ve yardımcın ben olacağım." Bunun üzerine Resûl-i Ekrem onun ensesin­den tutarak, "Bu sizin aranızda benim kardeşim, vasim ve halifemdir. Bunu dinleyin ve buna itaat edin." buyurdu. Resûlullah'ın bu sözünü duyanlar gülerek yerlerinden kalktı­lar ve Ebu Talib'e, "Sana, oğlunun emirlerine itaat etmeni emrediyor!" dediler.»[57]

İbn Hişâm, bu rivayeti ve kendi deyişiyle halkın duymak istemediği diğer birçok ri­vayeti silmiş, kaydetmemiştir. Elbette İbn Hişâm'ın bu sözündeki "halk"tan maksadı, sıradan genel halk kitlesi değil, hilâfet makamına oturan hâkim güç ve etrafındakilerdir.[58] Bu nedenle İbn İshak'ın Sîret'i unutulmuş, ona karşı ilgisiz davranılmıştır. Çünkü bu ki­tapta yayılmasını istemedikleri rivayetler yer almamıştır. Bu sebeple İbn İshak'ın bu ki­tabının nüshaları bulunmaz hâle geldi[59], onun yerine İbn Hişâm'ın Sîret'i meşhur olup, halk tarafından en muteber kaynaklardan biri olarak tanındı!

Fakat o önemli olayı kendi Tarih'inde kaydettikten sonra İmam Ali (a.s) hakkında­ki bu nassın öneminin farkına varan Taberî, Tefsir'inde bunu telâfi etmeye çalışarak aynı senetle yukarıdaki ayetin altına şöyle kaydetmiştir: «Resûlullah buyurdu ki: "Aranızdan hanginiz bu konuda bana yardım edecek ki benim kardeşim ve 'şöyle böyle' olsun!" Daha sonra buyurdu ki: "Bu benim kardeşim ve 'şöyle böyledir,' sözünü dinleyin ve ona itaat edin!" Bunun üzerine oradakiler gülerek ayağa kalktılar ve Ebu Talib'e dediler ki...»[60]

İbn Kesir de Tarih'inde[61] bu rivayet hakkında ve Tefsir'inde [Şuarâ, 214] tefsiri hak­kında aynı şeyi yapmıştır. İşte bu, rivayetin bir bölümünü silerek yerine belirsiz bir şey koymaktır. Bundan daha kötüsü, Muhammed Hasaneyn Heykel'in yaptığıdır. O, Hayat-ı Muhammed adlı kitabının birinci baskı s. 104 bu rivayeti şöyle kaydeder: «"Bu konuda hanginiz bana yardımcı olacak ki böylece aranızda benim kardeşim, vasim ve halifem olsun." Sonra 1354 yılında kitabının ikinci baskısında 139. sayfada bunu silmiştir!»[62]

Bu tür gizleme Hilâfet Mektebi ulemasında oldukça fazla rastlanan bir husustur.

6- Resûlullah'ın (s.a.a) Sünnetinin Yazılmasının Engellenişi

Bu yasaklama Resûlullah'ın döneminde başladı. Kureyş muhacirleri Abdullah b. Arar b. As'm, Resûlullah'ın hadislerini yazmasını engelleyerek dediler ki: «Sen Resûlullah'tan duyduğun her şeyi yazıyorsun; oysa Resûlullah da bir beşerdir, sevinç ve öfke hâ­linde ağzından bir söz çıkar!» Yine Kureyş muhacirleri, Resûlullah'ın hayatının son an­larında vasiyetini yazmasını engellediler. Ve yine Resûlullah'tan sonra hilâfet kürsüsüne oturunca var güçleriyle onun sünnetinin yazılmasına engel olanlar da yine Kureyş'tir!

[Bahsimizin uzamaması için bir rivayetle yetiniyoruz]: Ebu'l-Ferec İsfahanı, el-Eğa adlı kitabında İbn Şehab'dan nakleder: «Halid b. Abdullah Kasrî benden soy ilmiyle ilgili bir kitap yazmamı istedi. Ben de itaat ederek Mudar kabilesinden başlayarak bu ki­tabı yazmaya koyuldum. Bir müddet sonra huzuruna gittiğimde bana, "Ne yaptın?" diye sordu. Ben, "Mudar kabilesinin soyunu yazmaktayım, daha bunu bitirmedim." dedim.

Bunun üzerine, "Mudar'ı bırak; Allah onların kökünü kurutsun." dedi, "Bunu yaz­maya devam etmen gerekmez. Bana sîret hakkında bir kitap yaz." dedi. Ben, "Sîret kita­bı yazacak olursam Ali b. Ebu Talib'in siretini de yazmak zorunda kalacağım. Bunu yaz­mama müsaade ediyor musunuz?" dedim. Halid, "Hayır." dedi, "bunu istemem; ama onu cehennemin derinliklerine düşürecek bir konu bulursan yaz!"»[63]

Gördüğünüz gibi hâkim güç Ali'nin (a.s) kötülenmesi dışında hatta isminin yazıl­masını bile engellemekteydi. Bu durumda açıkça Hz. Ali'yi seçerek kendisinden sonra vasisi ve halifesi olarak tanıtan Resûlullah'ın sünnetinin yazılmasına izin verir mi hiç?!

7- Resûlullah'ın Sünnetinin Râvilerinin ve Rivayetlerinin Tezyif Edilişi

a) "Vasilik"ten Bahsedenlerin Kınanışı

İbn Kesir'in, Tarih'inde değindiği bazı konular özetle şöyledir:

«Şia'nın cahilleriyle aptal destancılarını razı eden ve övünç kaynağı olan şey, tepe­den tırnağa yalan ve iftira olan bir konudur; onlar, "Resûlullah vasiyet ederek Ali'yi hali­fe tayin etmiştir." diyorlar. Bu durumda, ashabı kiramın, vasiyet konusunda Resûlullah'ın emrine itaat etmeyerek ondan sonra çok büyük bir hıyanet işlemiş olması gerekiyor...

Saf ve cahil destancılar, vasiyet konusunda derler ki: "Resûlullah muaşeret adabı ve ahlâkla ilgili Ali'ye birtakım tavsiyelerde bulundu..." Bütün bunlar esası olmayan saç­ma şeylerdir. Bunlar tepeden tırnağa yalan olup, bir grup alçak ve cahil insanın uydur­masıdır; buna aptallardan başkası inanmaz ve bununla övünmez!»[64]

İbn Kesir gibi bir Ehl-i Sünnet âlimi istidlal ve görüşünü böyle belirtiyor; bozuk bir asapla Şia'ya saldırıp böyle büyük bir sorun karşısında kötü bir şekilde iradesinin yuları­nı kaybediyor ve küfürden başka hiçbir delil getiremiyor. Şimdi Şia'nın cahilleriyle aptal destancılarını razı edip övünç kaynağı olan sahabe, tabiîn vs.'nin kimler olduğunu göre­lim:

1- Resûlullah'm (s.a.a) Ashabından:

a- İmam Ali b. Ebu Talib -a.s- (muhacir).         b- Ebuzer Gıfarî.

c- Huzeyme b. Sabit Zu'ş-Şehadeteyn.             d- Ebu Eyyub Ensarî.

e-Bureyde b. Husayb Eşlemi (muhacir).            f- Enes b. Malik (Ensar'dan).

g- Amr b. As (Kureyş'ten).                              h- Selman-ı Muhammedi (Fars).

i- İmam Hasan (a.s)                                          j- İmam Hüseyin (a.s)

k- Fazl b. Abbas b. Abdulmuttalib.                    1- Hassan b. Sabit (Ensar'dan).

m- Muğiyre b. Haris b. Abdulmuttalib.              n- Nu'man b. Aclan (Ensar'dan)

o- Ebu Heysem b. Teyyihan (Ensar'dan).          p- Sa'd b. Kays (Ensar'dan).

r- Hucr b. Adiy (Kindi Kabilesi'nden).               s- Ebu Said Hudri (Ensar'dan).

t- Amr b. Hamık (Huzaa kabilesinden).             u- Abdullah b. Abbas.

v- Abdullah b. Ebu Süyfan Hars b.                    y- Esas b. Kays Kindi. İmam

Abdulmuttalib.                                                  -Ali'nin düşmanlarmdan-

2-Tabiînden:

a- Cerir b. Abdullah Becelî.                              b- Şair Kays b. Amr Necaşî.

c- Muhammed b. Ebu Bekir (birinci halifenin oğlu), d- Munzir b. Humeyza Vadiî.

e- Abdurrahman b. Cuayl. f- Nazr b. Aclan.      f - Malik Ester.

g - Abdurrahman b. Zueyb Eşlemi.                    h- Ömer b. Harise Ensarî.

3-  Ehl-i Sünnet Halifeleri ve Mezhep İmamlarından Bazıları

a- Abbasî halifesi Seffah'ın amcası Emir Ali b. Abdullah.

b- Abbasî halifesi Harunu'r-Reşid.

c- Abbasî halifesi Me'mun.

d- Şafiîlerin imamı Muhammed b. İdris Şafiî.

4-  Resûlullah'tan (s.a.a) "Vasiyet" Hadisini Kaydeden Yazarlardan:

Hanbelilerin imamı Ahmed b. Hanbel (öl. 241 hk.) Menakıb-ı Ali adlı kitabında.

Dineverî (öl. 282 hk.) Ahbaru't-Tival adlı kitabında.

Muhammed b. Cerir Taberî (öl. 310 hk.) kendi Tarih'inde.

Beyhakî, el-Mehasin ve'l-Mesavî kitabında; h.320 yılından öncesi­ne kadar hayattaydı.

Hilâfet Mektebi'nin direği Taberânî (Ö1.360 h.) Meacim'inde.

Ebu Nuaym İsfahanî (öl. 430 hk.) Hilyetu'l-Evliyâ'da.

 Hafız İbn Asâkir Şafiî (öl. 571 hk.) Tarih-i Medinet-i Dımeşk'de,.

İbn Esîr (öl. 630 hk.) kendi Tarih'inde.

İbn Ebi'l-Hadid Şafiî (öl. 656 hk.) Şerh-i Nehci'l-Belâğa’da.

Muttaki Hindî (öl. 975 hk.) Kenzü'l-Ummal’de.

Bunlar İbn Kesir'in tabiriyle, "Vasilik" hadisini sahabe ve tabiînden kendi emsalle­rine anlatarak veya kitaplarında naklederek aldanan ve kendi şiirlerinde, sözlerinde ve ri­vayetlerinde delil olarak kullanan Şia'nın cahillerinin ve aptallarının hikâyesidir.

Örneğin: Zübeyir b. Bekkar el-Muvaffakiyyat adlı kitabında, Taberî ve İbn Esîr Tarih'lerinde, Hatib Bağdadî kendi Tarih'inde, Mes'udî, Murucu'z-Zeheb'de, imam-ı Mu­kaddem Hakîm Nişaburî'nin hadisinde Müstedrek'te ve Zehebî Tezkiretu'l-Huffaz'da vs.

İbn Kesir, bu konuda kaydettiklerimizin hepsinin üzerini örttüğü, bu asrın bilginle­ri, ulaştıkları şeylerin çoğunu gizledikleri için bu belgeler tarih kaynaklarına yansıma­mıştır. İbn Kesir, bütün bunları gizlemiş, görmezden gelmiş ve onlardan hiçbirini kendi Tarih'inde kaydetmemiştir.

İbn Kesir, gizlenip örtbas edilen şeylerden biri ileride diğer bir kitapta bulunacak olursa kendisinin, "Bunlar Şia'nın cahillerinin... hikâyesidir!" sözüne dayanılarak örtbas edilen o şeyin doğrulanmaması için râvileri, rivayetleri bu rivayetleri nakleden kitapları tezyif etmiş, bu rivayetlerle istidlalde bulunanları akıl dışı sayarak bütün bunları gizle­miştir. Hilâfet Mektebi bilginlerinde bu gibi gizlemelere sık sık rastlanmaktadır.

b)  Hadis Râvilerini Yalanlamak

İbn Abdulbir, Şa'bî'nin, Haris Hemdanî'yi, "Büyük yalancılardan biri olan Haris ba­na şöyle nakletti." diye andığını kaydeder. İbn Abdulbir ise şöyle diyor:

«Şimdiye kadar Haris'in yalan söylediği görülmemiştir. Şa'bî, Ali'yi sevmekte, o-nun makam ve mevkisini diğerlerinden üstün görmekte aşırı gittiği için Haris'ten nefret ederek -Allah bilir- onu yalancı olarak tanıtmıştır. Çünkü Şa'bî Ebu Bekir'in diğerlerin­den üstün olduğuna ve ilk Müslüman olduğuna inanır.»[65]

c)  Hadis İmamlarım Yalanlamak

a) Hâkim Nişaburî

Zehebî kitabında, Şafiî Hâkim'in hayatı bölümünde başına gelenleri anlatmıştır.[66]

Bu olay özetle şöyledir: «İbnu'1-Bey diye meşhur olan büyük hafız, hadisçilerin ile­ri geleni Ebu Abdullah Muhammed b. Abdullah b. Muhammed b. Hummedûye Nişaburî hicrî 312 yılında dünyaya gelmiş ve 405 yılında da vefat etmiştir.

Hâkim çocuk yaşta hadis öğrenmek için Irak'a göçüp oraya yerleşmiştir. Daha son­ra haccederek Horasan ve Maveraunnehreyn'i gezerek iki binden fazla hadisçinin konuş­malarını dinlemiştir. Hâkim'in yaklaşık beş yüz risalesi vardır, teliflerinden biri Fezailu'ş -Şafiî adlı kitabıdır. Hâkim'in kendi dönemindeki hadis bilginlerinin en meşhuru olduğu, döneminin bilginlerinin onu kendilerinden önde tuttukları, onun fazilet ve kemal hakkını gözettikleri, hürmet ve saygınlığım korudukları söylenir...

Zehebî şöyle diyor: Hâkim'e "Tayr" hadisi sorulduğunda dedi ki: "Bu hadis doğru değildir; çünkü bu hadis doğru olursa, Resûlullah'tan sonra hiç kimsenin Ali'den üstün olmadığı anlamına gelir." Sonra Zehebî der ki: "Fakat bir müddet sonra Hâkim görüşünü değiştirerek "Tayr" hadisini Müstedrek'inde kaydetti. Zehebî Hâkim'le Müstedrek'i hak­kında bilginlerin görüşlerini şöyle kaydeder: «Hâkim kendi kitabında "Tayr" hadisi ve "Ben kimin mevlasıysam, Ali de onun mevlasıdır." gibi hadisleri kaydederek bunların Buharî ile Müslim'in şartlarıyla sahih olduğunu iddia etmiştir. Elbette bunları hadis bil­ginleri kabul etmemiş ve onun sözüne itina etmemişlerdir...» Zehebî şöyle diyor:

«"Tayr" hadisi, bize çeşitli sahih yollarla ulaşmıştır. Ben ayrı bir kitapta bunları bir araya topladım. Bu mecmua bu hadisin yeteri kadar sahih olduğunu göstermektedir.

"Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır." Hadisi de çeşitli sahih yollarla bize ulaşmıştır. Ben bu konuda da ayrı bir kitap yazmış bulunmaktayım...» Yani Zehebî: "Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır. "hadisi hakkında ayrı bir kitap yazmıştır

"Tayr Hadisi," Enes ve diğer sahabelerce nakledilmiş olup bu hadis şöyledir: «Bir gün Resûlullah'a kızartılmış bir kuş getirdiler. Resûlullah dua ederek Allah Teâlâ’dan o kuşun etini beraber yemeleri için -Resûlullah'tan sonra- yaratıklarının en üstününü gön­dermesini istedi. Resûlullah'm duası kabul oldu ve Ali gelerek kuşu onunla birlikte yedi.»

Bu hadis Resûlullah'tan (s.a.a) sonra Ali'nin (a.s) insanların en üstünü olduğunu ser­gilediği için Hâkim'le diğerleri bu hadisi neden naklettiler diye eleştirmişlerdir.

Zehebî, Şafiî mezhebi mensuplarından olan Hâkim'in, Ehl-i Sünnet nezdinde, hadis ilmindeki fazilet ve üstünlüğünü kaydetmiştir. Fakat Hâkim Müstedrek'inde İmam Ali'­nin fazileti ve Muuviye'nin alçaklığı hakkında birtakım hadisler kaydetmiş olduğu için diğerleri tarafından kınanmıştır. Zehebî, Hâkim'i kınayanların sözlerini şöyle kaydeder:

«"O -Hâkim- hadiste güvenilir olmasına rağmen alçak bir Rafızîdir." "O -Hâkim-hilâfet konusunda Ebu Bekir'le Ömer'i Ali'den üstün görerek Sünniliğini ortaya koymak­la birlikte Muaviye'yle çocuklarından Yezid'den yüz çevirmiş olup, açıkça buna bir ma­zeret de getirmemiştir."» Daha sonra Zehebî, Hâkim hakkındaki kendi görüşünü şöyle beyan ediyor: «Hâkim'in, Ali'nin düşmanlarından yüz çevirmesi apaçık bellidir; fakat Hâkim şeyheyne (Ebu Bekir ve Ömer) devamlı saygı duyardı. O, Rafızî değil Şiîydi. Bü­tün bunlara rağmen keşke o Müstedrek adlı kitabını yazmamış olsaydı! Çünkü bu kita­bındaki yersiz düşünceleri onun makamının ve mevkisinin aşağı düşmesine sebep oldu!»

b) Muhammed b. İdris Şafiî (öl. 204 hk.)

Beyhakî, Şafiî'nin şu şiirleri okuduğunu kaydeder:

 

«Dinden çıktın, dediler; dedim asla,

Ne dinden çıktım ve ne de dinsizliğe inandım. Şüphesiz ben imamların en üstünü­nü ve

Hidayet edicilerin en hayırlısını sevmekteyim. "Vasiyi[67] sevmek dinsizlikse (!)

Bu durumda ben insanların en dinsiziyim. Âl-i Muhammed'i sevmek rafz ve dinden çıkmak sayılıyorsa

Herkes bilsin ki, ben Rafızîyim.»

 

Şafıî'[nin] bazen sevgisini, onlardan gizlemek zorunda kaldığı anlaşılmaktadır:

 

«Ben devamlı bu sevgiyi senden gizlemektey­dim ve âdeta

Soranlara cevap vermekten acizdim.

Ben bu halis sevgiyi, kınayanların ve saçma şeyler söyleyenlerin

Sözlerinden kurtulmak için devamlı senden gizliyordum.»[68]

Fakat sonunda bu gizlemenin ona bir faydası olmadı ve diğer bilginler gibi Resûlullah'ın (s.a.a) sünneti ve onun ashabının sireti hakkında bildiklerini gizlemediği için Rafızîlikle ve dinden çıkmakla suçlandı. Ehl-i Sünnet ve Hilâfet Mektebi'nde Şafiî mez­hebine mensup bilginlerin çoğu, diğer mezheplere mensup bilginler gibi "vasiyet" hadi­sini gizlemedikleri için Rafızîlikle ve dinden çıkmayla suçlanmaktadırlar.

Bu bahsimizde, râvilerin tezyifi, sapması, dinden çıkması, Şiîleşmesi ve hadisin itibardan düşmesine sebep olacak şeylerle suçlanmasına kadar inkâr çeşitlerini kaydettik.

Bu gibi inkârlar, istidlal konusunda mantıklı bir sözü kabul etmek istemeyenler içir en kolay yoldur. Diğer taraftan da hakkı ispatlamak için kulandan en zor yol olduğu unu­tulmamalıdır; çünkü reddedenin "Bu hadis zayıftır, batıldır, uydurma ve yalandır!!" de­fnesi kolaydır. Fakat haklı olan taraf onun doğru olduğuna dair peş peşe delil getirerek om ispatlamak zorundadır. Oysa karşı taraf sadece onu inkâr ve reddetmekle yetinmektedir Böyle bir davranış gerçekte râviler'in şahsiyetlerini öldürmek ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet, ve Hilâfet Mektebi'nin maslahatına aykırı şeyleri nakleden râvileri fiziksel katletmektir!

d) Sihah Yazarlarından Biri Olan Neseî'nin Katledilişi!

Biz, Neseî'nin hayatını kaydeden Zehebî ve İbn Hallikan'm kitaplarından, onun na­sıl idama mahkûm edildiğini[69] özetle naklediyoruz:

«Hafız, imam, Şeyhu'l-İslâm Ebu Abdurrahman Ahmed b. Şuayb Neseî hadis il nünde kendi döneminin en ileri geleniydi. O, hadisleri tanıma ve senetlerinin Yüceliği açısından son derece sağlam ve eşsiz olan Sünen kitabını yazarıdır. Neseî, Mısır'da ikamet eder, bir gün arayla oruç tutup geceleri ibadetle geçirirdi. O, Mısır valisiyle birlikte savaşa çıktı; oysa hiçbir zaman onunla bir toplantıda ve bir sofranın başında oturmamıştır. Neseî hayatının son dönemlerinde Hac ziyareti için hareket etti; daha sonra Dımeşk'e gitti. Orada Emirü'l-Müminin Ali'nin ve Ehl-i Beyt'in diğer fertlerinin fazilet ve menkıbeleri hakkında Hasais kitabını yazdı. O, bu kitabındaki rivayetlerin çoğunu Ahmed b. Hanbel'den almıştır. Bu kitabı yazması sonucu Şamlıların öfkesine maruz kalmıştır.

Neseî der ki: «Dımeşk'e gittiğimde orada Ali'nin birçok düşmanı olduğunu gördüm. Bu nedenle Hasais adlı kitabımı yazarak Allah'tan bu kitap vesilesiyle onları hidayet etmesini ümit ettim.» Şam ahalisi Neseî'ye, bir de Muaviye'nin faziletleri konusunda kitap yazmasını önerdi! Neseî, "Onun hakkında ne yazayım ki? 'Allah'ım, onun karnını doyurma.' Hadisini mi?!" dedi. Bu öneride bulunan kimse onun bu sözü karşısında söyleyecek bir şey bulamadı. Tekrar ona müracaat ederek Muaviye'nin faziletleri konusunda bir şeyler yazmasını istediler. Bu defa da dedi ki: «Onu böyle Ali'yle bir kabul etmeyi Ali'den üstün mü görmek istiyorsunuz?!»

Neseî'nin bu cevabı, ona tekme ve yumrukla saldırıp hayâsına vurmaları, sürükleyerek mescitten dışarı çıkarıp baygın bir hâlde çöle atmaları için yetmişti.»

Hafız Ebu Nuaym: «Neseî o dayak ve sürükleme sonucu öldü.» der.

Darkutnî de, «Neseî Dımeşk'te bir imtihana tâbi tutuldu ve hicrî 303 yılında orada şehit oldu.» der. Neseî, Resûlullah'ın sünnetini yayma yolunda tatsızlıklarla karşılaşan, zulüm gören ve sonunda öldürülen ilk kişi değildir. Resûlullah'ın sahabesi Ebuzer Gıffari’de... bu yolda birçok zahmetlerle karşılaşmıştır.

Bu yolda canını kaybeden bilginlerin sayısı çoktur; onlardan bazılarının hayatını günümüzün değerli alimlerinden Eminî "Şuheda-i Fazilet" adlı kitabında kaydetmiştir.

Böyle bir durumda, Resûlullah'ın Ehl-i Beyt'inin fazileti, hilâfetin Ehl-i Beyt'in hakkı olduğu konusunda Resûlullah'ın naslarını anlatmaya kim cesaret edebilirdi?

8- Kitaplarla Kütüphanelerin Yakılışı

İbn Sa'd Tabakat'ında bu konuda şöyle der:

«Resûlullah'm hadisleri Ömer'in hilâfeti döneminde oldukça çoğaldı. Bu yüzden halife halkı çağırarak onların hepsini kendisine getirmeleri için onlara yemin ettirdi. Halk yazdıklarını getirince onların hepsini yakmalarını emretti.»

Zübeyir b. Bekkar Muvaffakiyyat[70] adlı kitabında şöyle yazar: «Süleyman b. Abdulmelik kendi veliahtlık döneminde hac için Mekke'ye giderken yolu Medine'ye düştü. Orada Aban b. Osman'dan kendisi için Resûlullah'm sireti ve savaşlarıyla ilgili bir kitap yazmasını istedi. Aban, "Bu kitabı ben daha önce güvenilir râvilerin dilinden toplayıp ha­zırladım." dedi. Bunun üzerine Süleyman on kişinin ona bakarak aynısını yazmasını em­retti. Onlar da itaat ederek o kitabı derinin üzerine yazıp Süleyman'a sundular.

Süleyman kitabı alarak okumaya başladı. Ensar'ın birinci ve ikinci Akabe'de Resûlullah'a (s.a.a) biat etmelerine ve Bedir Savaşı'na katılmalarına gelince dayanamayarak Aban'a şöyle dedi: "Ben Ensar'ın böyle bir iftihara sahip olduğunu bilmiyordum. Ya be­nim ailem onlara zulmetmiş ya da gerçekten böyle bir şey yoktur!" Aban, "Ey emir!" de­di, "Bunların mazlum şehit (Osman) hakkında yaptıkları bizim hakkı söylemememize ve onu gizlememize sebep olamaz. Bunlar kitabımızda andığımız gibidir."

Süleyman, "Benim böyle bir kitaptan not almaya ihtiyacım yoktur. Şimdilik dursun da bu konuyu Emirü'l-Müminin'le (babası Abdulmelik'le) konuşayım; onun da buna mu­halefet edeceğini sanıyorum." dedi ve sonra da emri üzerine o kitabı ateşe atarak yaktı­lar! Süleyman Hac yolculuğundan dönünce babasının yanına giderek Aban'ın kitabıyla ilgili olanları babasına anlattı. Bunun üzerine Abdulmelik dedi ki:

"İçinde bizim fazilet ve iftiharlarımızla ilgili bir şey yazılmayan kitaptan sana ne; hâlbuki tam aksine o kitapta Şamlıların bilmesini istemediğimiz konular kaydedilmiştir!" Süleyman, "İşte bu yüzden önce Emirü'l-Mümininin bu alanda görüşünü almak için o kitabın nüshalarını yakmalarını emrettim." dedi.

Abdulmelik oğlunun bu hareketini doğrulayarak teyit etti!»

Bağdat'ın İslâmî Kütüphanesinin Yakılışı

İbn Kesir, h.416 yılı olaylarında, Erdeşir oğlu Şapur'un hayatı babında şöyle yazar: «Şapur, hicrî 381 yılında bir evi ilim için vakfetmiş, onda birçok kitap toplamış ve onu idare etmek için kira yoluyla geliri olan bazı yerleri oraya vakfetmiştir. Bu merkez yetmiş yıl varlığını sürdürdü. Nihayet hicrî 450 yılında Selçuklu padişahı Tuğrul'un sal­dırısı sonucu yakıldı. Bu ev Beynessureyn'de bir yerdedir.»[71]

Yakut Hamevî Mucemu'l-Buldan kitabında Beynessureyn hakkında şöyle yazar: «Beynessureyn, Bağdat'ın Kerh bölgesindeki büyük bir mahallenin ismidir. Orada vezir Bahauddevle tarafından vakfedilen kitaplar vardır. Dünyanın hiçbir yerinde oradaki ki­taplardan daha iyisi bulunmazdı. Oradaki kitapların tamamı büyük hadis ricalleri ve bü­yük bilginlerin hattıyla yazılmıştı. Bu kütüphane Selçukluların ilk padişahı Tuğrul Bey'in Bağdat'a saldırısında yakıldı; bu sebeple Kerh mahallelerinden bir bölümü de ateş aldı!» İbn Kesir, Ebu Cafer Tusî'nin hayatında ve h. 460 yılı olaylarında şöyle kaydeder: «O değerli âlimin eviyle kütüphanesini 448 yılında yaktılar!»[72] Bunlardan daha fazlası, Mısır'daki Fatımî halifelerinin muteber kütüphanelerinin başına getirildi. Makrizî (öl. 848 h.), Fatımî halifelerinin saraylarındaki hazineleri sayar­ken Fâtımîlerin sarayındaki kitap hazineleri hakkında şöyle yazar:

«Onların kütüphaneleri dünyanın harikalarından biriydi. Bütün İslâm beldelerinde Kahire'deki Fâtımîlerin sarayının kütüphanesi kadar büyük bir kütüphane olmadığı söy­lenir. Yine, bu kütüphanede bir milyon altı yüz bin cilt kitap olduğu söylenmektedir.»

Makrizî bundan önce şöyle yazmıştır: «Kitapların cildini kölelerle cariyeler bir el­bise gibi ayaklarına takıyor, yapraklarını saltanat saraylarından dışarı atıp mezheplerine aykırı olan "müsteşriklerin sözlerini yansıtıyor" diye yakarak yok ediyorlardı!»[73]

Yine bu kütüphanelerdeki kitapların bir bölümü nehirlere atılarak yok edilmiş veya başkalarının ellerine düşerek diğer şehirlere götürülmüştür. Alevlerden kurtulanları ise rüzgâra maruz kalmış toprağa gömülerek kümeler oluşturmuşlardır ki günümüze kadar "kitaplar kümesi" ismiyle tanınmıştır.

Allah'ım! Hilâfet Mektebi'nin muhaliflerinin kütüphanelerinin yakılmasıyla Resûlullah'ın (s.a.a) değerli sünnetinden ne kadarını kaybettik?! Onların arasında Resûlullah'ın Ehl-i Beyt'i hakkında ve vasiyet konusunda ne kadar sahih hadisler vardı; bütün bun­lar bu gizlemeler sonucu yok olup gittiler; Allah daha iyi bilir.

9-Ashabın Tutumuyla İlgili Rivayetin Bir Bölümünün Silinip Tahrif Edilişi

Taberî, İbn Esîr kendi Tarih'lerinde İmam Hüseyin'in hutbesini şöyle kaydetmişler­dir: «Ama sonra; benim soyuma bakın ve görün kim olduğumu. Sonra kendinize gelerek beni öldürüp hürmetimi çiğnemek size yakışır mı diye kınayın kendinizi.

Acaba ben Peygamberinizin kızının oğlu, "vasisinin," amcası oğlunun, Allah'a ilk iman eden ve Resûlü'nün Allah tarafından getirdiklerini doğrulayan ilk kişinin evlâdı de­ğil miyim?! Acaba şehitler efendisi Hamza benim babamın amcası değil midir? Acaba iki kanadıyla cennette uçan Cafer-i Tayyar benim amcam değil midir?!»[74]

İbn Kesir bu rivayeti şöyle kaydeder: «Kendinize gelerek dikkat edin: Benim gibi birini öldürmek sizin yararınıza mıdır? Oysa ben Peygamber'inizin kızının oğluyum ve yeryüzünde benden başka bir Peygamberin kızının oğlu yoktur. "Ali benim babamdır." Cafer-i Tayyar benim amcamdır, şehitler efendisi Hamza benim amcamdır!!»[75] İbn Kesir, İmam Hüseyin'in hutbesinden "vasiyet" kelimesini atmıştır.

10- Sahih Hadislerin Yerine Uydurma Hadislerin Yerleştirilişi

Taberî kendi Tarih'inde Ebuzer hakkında şöyle yazar: «Bu yıl, yani hicretin otu­zuncu yılında Ebuzer Gıfarî'yle Muaviye arasında çıkan tartışma sonucu Muaviye onu koruma altında Şam'dan Medine'ye gönderdi. Muaviye'nin Ebuzer'e karşı bu davranışına sebep olan birçok şey söylenmiştir; fakat ben onların çoğunu anlatmaktan hoşlanmıyo­rum. Ancak Muaviye'yi savunmaya kalkışanlar bir hikâyeyi öne sürmüşlerdir. Sırrî, bu hikâyeyi yazarak bana göndermiştir. Bu hikâyede Şuayb'ın Seyf’e şöyle dediği geçer...»

İbn Esîr de Taberî'yi izleyerek şöyle kaydeder: «Bu yılda vuku bulan olaylardan bi­ri Ebuzer'in meselesi ve Muaviye tarafından onun Şam'dan Medine'ye sürülmesidir. Muaviye'nin ona küfretmesine, öldürmeyle tehdit etmesine, havutsuz bir deveye bindirerek Şam'dan Medine'ye ve Medine'den de söylemekten hoşlanmadığım kötü bir şekilde Rebeze'ye sürmesine sebep olan birçok etkenler yazmışlardır.»

Daha sonra Seyf in hikâyesini sözde Muaviye'yi savunanların dilinden nakleder!

Birkaç Satırda Seyf b. Ömer et-Temimî

Seyf, tahminen h. 170 yılında vefat etmiştir. O, Resûlullah'ın döneminden, Benî Sâide Sakife'si, Ebu Bekir'e biat edilmesi, İrtidat Savaşları, fetihler ve nihayet Cemel Sa­vaşı hakkında öyle rivayetlerde bulunmuştur ki şahsına mahsustur; bu rivayetleri ondan başka hiç kimse söylememiştir. Rical ilmi bilginleri Seyf b. Ömer hakkında şöyle derler:

«O zayıftır. Hadisi metruktür. Sözlerine itina edilmez. Söz konusu olmayan bir ya­lancı, hadis uyduran ve zındıklıkla suçlanan bir kişidir.»[76]

.. .Oysa Taberî, İbn Esîr, İbn Kesir, İbn Asâkir, İbn Haldun ve meşhur bilginler, Ri­cal ilmi bilginlerinin Seyf b. Ömer hakkındaki kanaatlerini biliyorlardı. Biz bütün bunla­rı Abdullah b. Saba adlı kitabımızda onların birçoğundan naklettik.

Seyf in Rivayetlerinin Niteliği

Seyf kendi rivayetinde Resûlullah için yüz elli sahabe uydurmuştur. Biz bunlardan doksan üçünü "Hamsime ve Mietu Sahabiyyin Muhtelak" (Yüz Elli Uydurma Sahabe) adlı kitabımızın iki cildinde her biri hakkında yaptığımız geniş incelemelerde kaydettik.

Seyf bunlardan yirmi dokuzunu kendi kabilesi Temim'den uydurmuş, hayalinde her biri için fetihler, kerametler, şiirler ve hadis rivayetleri alanında bir sürü haberler uydur­muştur. Oysa Allah ne bu insanları, ne de bunların rivayetlerini yaratmış değil; aksine bunların hepsini Seyf uydurmuştur. Biz, Abdullah b. Saba ve Mie ve Hamsune Sahabiy­yin Muhtelak adlı kitaplarımızda bu râvilerden yetmişten fazlasını inceleyip gücümüz yettiği kadarıyla Seyf in bu uydurma rivayetlerinin râvilerini aradık ve şu sonuca vardık:

Seyf, Muhammed b. Sevad Nüveyre dediği bir râvisinden yaklaşık 216 rivayet, diğer râvilerinden ise daha az miktarda rivayet etmiştir; öyle ki, bir râvisinden sadece bir rivayet nakletmiştir. Yine Seyf, Araplar için şairler, Fars ve Rumlar için komutanlar, Müslüman ve Müslüman olmayan devletler içinse topraklar uydurmuş, tarihî olayların yıllarını tahrif etmiş, İslâm tarihindeki seçkin kişilerin isimlerini değiştirmiş ve uydurdu­ğu rivayetlerle Müslümanların arasında birtakım hurafeler yaymıştır.

Seyf, irtidad ve fütuhatta hiçbir zaman vuku bulmayan savaşlar uydurmuş, bu sa­vaşlarda Müslümanların eliyle feci bir şekilde öldürülen yüz binlerce kişiden bahsetmiş­tir; oysa ne bu savaşlar ve ne de böyle vahşice öldürmeler vuku bulmuştur. O uydurduğu şeylerle İslâm'ın kılıçla yayıldığını belirtmiştir; biz Abdullah b. Saba adlı kitabımızın ikinci cildinin başında bunun temelsiz bir iddia olduğunu ispatladık.                                                                   

Seyf in uydurma rivayetleri, Ehl-i Sünnet'in hadis, tarih, edebiyat gibi İslâm'ın ö-nemli kaynaklarından yetmişine[77] girmiş, bu rivayetler Resûlullah'ın döneminden Muavi-ye'nin zamanına kadar bu kaynaklarda tamamen yayılmıştır.

Herkesten daha fazla ve daha önce Seyf e ilgi duyup rivayetlerini kitabında kayde­den kişi Muhammed b. Cerir Taberî'dir.[78] Taberî, Seyften şu tür rivayetler nakletmiştir:

a) İslâm ordusunun denizin üzerinde hareket edişi! Dareyh sahillerinden gemiyle bir gün boyunca alınabilecek yolu alışı! "İslâm ordusu su üzerindeki bu yolculuğunu, üzerini bir miktar su bulunan bir kum üstünde hareket ediyormuş gibi katediyordu; öyle ki, denizin suyu develerin tırnaklarına zor ulaşıyordu!"

b) Kadisiye Savaşı'nda inekler, Seyf in uydurduğu sahabe Asım b. Amr Temimî'yle fasih bir Arapça'yla konuşuyordu. Bekir, geçmek istediği nehirlerde Etlal ismindeki atı­na, "Etlal uç!" diye bağırır, Etlal da açık bir dille ona, "Bakara Sûresi'nin hakkı için uçu­yorum!" diye cevap verip nehrin üzerinden uçardı!

c)  Kadisiye Savaşı'nda cinler, Temim savaşçılarının yiğitlikleri hakkında şiirler okumuşlardı!

d) Şuş şehrinin kapısı, Deccal'in, duvarına tekme vurarak "İnfetih bizar" demesiyle hiç kimsenin eli değmeden açıldı.

e) Veyh-i Erdeşir'in Behersir şehrinin fethinde melekler Esved b. Kutbe Temimî'nin dilinden Farsça kendisinin de anlamadığı bir söz söyledi; fakat o söz sebebiyle İran­lılar kaçtılar!     

f)   Seyfin Hadislerinin Tarih-i Taberî'den Diğer Kaynaklara Geçmesinin Sebebi

İbn Esir şöyle yazar: «Ben bu kitapta, şimdiye kadar bir kitapta toplanmayan şeyle­ri topladım. İlk önce herkesin güvendiği, ihtilâf konularında herkesin kabul ettiği İmam Ebu Cafer Taberî'nin Tarih-i Kebir'ine müracaat ettim... Bu kitaptan sonra diğer meşhur tarih kaynaklarına müracaat ederek inceledim ve Tarih-i Taberi’de bulamadıklarımı on­lardan alarak kitabıma ekledim... Yalnız Resûlullah'ın ashabı arasında vuku bulan olay­lar konusunda Taberî'nin naklettiklerine, daha fazla açıklama yapılan veya başka birinin ismi söylenen ya da "hiçbir açıdan sahabelerden hiçbirini kötülemeyen konular" dışında bir şey eklemedim. Böylece ben, naklettiklerinin doğruluğuyla tanınan bu gibi muteber tarihlerden ve meşhur kitaplardan başkasından bir şey nakletmedim.»[79]

İbn Kesir de İrtidat Savaşları, fütuhat ve Osman dönemindeki karışık durum hak­kında sahabenin rivayetlerinin sonunda şöyle yazar:

«Bu İbn Cerir Taberî'nin -Allah rahmet etsin- tarih imamlarından kendi kitabında kaydettiklerinin özetidir; onun kaydettikleri arasında Şiîlerden ve diğerlerinden heva ve heves ehlinin isnat ettiği temelsiz yalan sözlerle uydurma hadisler görülmemektedir.»[80]

İbn Kesir'in buradaki tarih imamlarından maksadı Taberî'nin rivayetlerini aldığı Zındık Seyf b. Ömer'le onun uydurma râvileridir!

Fakat İbn Haldun gibi bir âlim, Tarih-i Taberî’deki halifelere biat rivayetleri, irtidat hikâyeleri, fütuhat veya Muaviye'ye biat gibi hususlarda Seyfin rivayetlerinin seçilmesi­nin sebebini çok açık bir şekilde ve daha da vurgulayarak şöyle beyan ediyor:

«Bu, nihayetinde toplumsal birlik ve beraberliğe sebep olan İslâm hilâfeti, irtidad, fütuhat ve savaşlar hakkında sözün sonudur. Ben onların külliyatını özetle İbn Cerir Ta­berî'nin büyük tarih kitabından naklettim. Taberî'nin kitabı, şimdiye kadar bu alanda gördüğümüz rivayet kaynaklarının en muteberi, sahabe ve tabiînin adillerinden ibaret olan ümmetin ileri gelenlerinin ve seçkinlerinin eleştirilerine ve alayına sebebiyet veren şey­lerden veya onların şek ve şüphelerinden en uzak kalanıdır.»[81]

İslâm'ın İlk Dönemlerinin Meşhur Âlimlerinin Seyf in Rivayetlerini Seçmeleri­nin Nedeni

Sahi, neden bu iki âlim -Taberî, İbn Esîr- Muaviye'yle Ebuzer hakkında Seyf in ri­vayetinden başkasını kaydetmemiştir?! Bu iki bilgin Seyf in rivayetinden başkasını nak­letmemelerinin sebebi onların doğruluğuna güvenmedikleri için değil, o rivayetlerde hâ­kim gücün Ebuzer'e karşı davranışında bir bahane ve kaçış yolu bulamadıkları içindi.

Muaviye ile Halife Osman'ı savunup mazeret gösterenler nezdinde buldukları tek şey Seyf in zındıklığı, onun râvilerinin ise uydurma kişiler oluşuydu. »" 

Demek ki Taberî büyük tarih kitabını bu nedenle Seyf in temelsiz rivayetleriyle süslemiş, İbn Esîr de bu sebeple Taberî'yi izleyerek Seyf in rivayetlerini Tarih-i Taberî-den almıştır! İbn Kesir de aynı yolu izlemiş...

Tarih-i Taberî'de, Seyfin rivayetleri, onların rivayet kaynaklarından en önemlisi sayılmaktadır; çünkü bu rivayetler eleştirilerden, halifeler, valiler ve ümmetin ileri gelen­leri olan sahabe ve tabiîn hakkında şek ve şüphe yaratmaktan en uzak olan konulardır.

* * *

Ehl-i Sünnet bilginlerinin Resûlullah'ın imama baş kaldıran Hariciler hakkındaki rivayetleri kitaplarında kaydetmelerinin sebebi Haricilerin ayaklanmalarının İmam Ali'­den sonrada hakim güce karşı devam etmiş olması, onlar hakkındaki bu rivayetlerin ya­yılışının hakim gücün maslahatına ve lehine olmasındandır; İşte bu nedenle onları bütün hadis kitaplarında kaydetmişler ve günümüze kadar da bu rivayetler el sürülmemiş bir şekilde sağlam kalmıştır.

 

 

 

EHL-İ BEYT MEKTEBİNDE HADİS

Ehl-i Beyt İmamları Hükümlerin Beyanında Kişisel Görüşe Güvenmezler

Kâfi kitabında şöyle geçer: "Adamın biri İmam Cafer Sadık'tan (a.s) bir mesele sor­du. Hazret adamın sorusunu cevapladı. Adam tekrar, "Eğer şöyle, böyle olursa o zaman ne dersin?" diye sorunca İmam Cafer Sadık (a.s) buyurdu:

«Sus! Sana verdiğim cevap Resûlullah'tandır bizim, siz ne dersinizle işimiz olmaz» [82]

Ehl-i Beyt İmamlarının (a.s) Hadislerinin Kaynağı

Besairu'd-Derecafta Füzeyl b. Yesar kanalıyla İmam Muhammed Bakır (a.s)'dan şöyle rivayet edilmiştir: «Biz kendi rey ve görüşümüze göre konuşacak olursak, bizden öncekiler gibi biz de saparız. Fakat biz Allah Teala'nm Resûlü'ne bildirdiği ve Resûlul­lah'ın bize bildirdiği belgeyle konuşuruz.»[83]

Semae'den şöyle rivayet edilmektedir: «İmam Musa Kâzım'dan, "Sizin hakkında konuştuğunuz her şeyi Allah'ın Kitabı ve Resûlullah'ın sünnetine dayanarak mı söylü­yorsunuz, yoksa kendinizden mi söylüyorsunuz?" diye sordum. Hazret, "Hakkında ko­nuştuğumuz her şey Allah'ın Kitabı ve Resûlullah'ın sünnetinde geçmiştir." buyurdu.»[84]

Ehl-i Beyt İmamları (a.s) İlimlerini Birbirinden Miras Almışlardır

Davud b. Ebu Yezid-i Ahvel İmam Cafer Sadık'dan (a.s) şöyle rivayet etmiştir:

«Eğer biz insanlara kendi görüşümüz ve keyfimizle fetva verecek olsaydık, helak olanlardan olurduk; fakat bizim söylediklerimiz Resûlullah'tan bize ulaşan eserlerdir. Bu eserler biz imamların birinin öncekinden miras aldığı ve sonrakine miras bıraktığı bir ilim kaynağıdır ki biz onu, insanların altın ve gümüşü korudukları gibi koruruz.»[85]

Yine aynı kaynakta üç senetle Muhammed b. Şureyh'ten İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: «Eğer Allah Teâlâ bize itaati ve velayetimizi farz kılmamış ve bizi sevmeyi emretmemiş olsaydı, sizi kapımızda tutmaz, evimize sokmaz­dık. Vallahi biz kendi reyimize göre ve kendi hevesimizden konuşmayız, Allah Teâlâ’nın emrettiği şeyden başkasını ağzımıza almayız. Bizim yanımızda bazı kitaplar var ki, in­sanların altın ve gümüşlerini korudukları gibi biz onları koruruz.»[86]

Ehl-i Beyt İmamları (a.s) Hadislerini Resûlullah'a (s.a.a) Dayandırırlar

Semae b. Mihran Cafer Sadık (a.s)'dan şöyle rivayet etmiştir: «Allah Teala helâl, haram ve tevili Resûlullah'a öğretmiş. Resûlullah da onların hepsini Ali'ye öğretmiştir.»[87]

Yakub b. Şuayb'den de iki senetle İmam Cafer Sadık'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: «Allah Teâlâ Resûlullah'a Kur'an'ı öğretti ve Kur'an dışında ona başka bir şey daha öğretti. Sonra Allah Teâlâ Resûlullah'a ne öğrettiyse o da onları Ali'ye öğretti.»[88]

Suleym b. Kays Ali (a.s)'dan şöyle rivayet etmiştir: «Resûlullah'tan (s.a.a) bir şey sorduğum zaman bana cevap verir, sorularım bittince de kendisi konuşurdu. Dolayısıyla, gece ve gündüz, gök ve yer, dünya ve ahiret, cennet ve cehennem, dağ ve çöl, aydınlık ve karanlık hakkında kendisine ne kadar ayet indiyse Resûlullah onu bana okudu, bana yazdırdı, ben de kendi elimle onu yazdım; Onun tevil ve tefsirini, muhkem ve müteşabihini, özel ve genelini bana öğretti; nasıl, nerede ve kıyamet gününe kadar kimin hakkın­da nazil olduğunu bana haber verdi. O hazret, Allah Teâlâ’dan bana anlama ve ezberle­me gücü vermesini istedi. İşte bu yüzden ben Kur'an'ın bir tek ayetini bile unutmuş deği­lim ve Resûlullah'ın kendisine inip de bana yazdırmadığı bir ayet bile yoktur.»[89]

Yukarıdaki hadisi, Ehl-i Sünnet kaynaklarından Tabakat-i İbn Sa'd'dan aldığımız aşağıdaki üç rivayet teyit etmektedir:

1.  Muhammed b. Ömer b. Ali b. Ebu Talib (a.s)'dan şöyle rivayet edilmiştir: «Ali'ye (a.s), "Resûlullah'ın (s.a.a) ashabı içinde en çok hadisin senin yanında olma­sının nedeni nedir?" diye sorulunca şöyle buyurdu: "Ben Resûlullah'tan sorduğum za­man bana cevap verir, sustuğumda ise onun kendisi konuşmaya başlardı."»

2.  Süleyman Ahmesî babası kanalıyla Ali'den (a.s) şöyle rivayet etmiştir: «Vallahi inen her ayetin ne hakkında, nerede ve kime karşı nazil olduğunu bilirim. Allah Teâlâ bana anlayan bir kalp ve konuşan bir dil vermiştir.»

3.  Ebu Tufeyl kanalıyla İmam Ali'den (a.s) şöyle rivayet edilmiştir:

«Benden Allah'ın Kitabını sorun; benim gece mi, gündüz mü, çölde mi, dağda mı nazil olduğunu bilmediğim bir ayet yoktur.»[90]

Besairu'd-Derecat'da Zeyd b. Ali'den Emirü'l-Müminin Ali (a.s)'ın şöyle buyurdu­ğu rivayet edilmiştir: «Cebrail'in Resûlullah'a (s.a.a) hangi konuda ve kimin hakkında, hangi helâl, haram ve sünneti, hangi emir ve nehyi indirdiğini bilmeden gözüme uyku girdiği veya Resûlullah'ın bana görev verdiği bir gün olmamıştır."

Ravi diyor ki: Zeyd'in yanından dışarı çıktığımızda bir grup Mu'tezilî ile karşılaştık ve Zeyd'in sözlerini onlara aktardık. Onlar dediler ki: "Bu çok büyük bir iddiadır. Böyle bir şey nasıl olabilir?! Oysa kesinlikle Resûlullah ile Ali'nin bir süre birbirlerini görme­dikleri olmuştur. Bu durumda Ali bunları nasıl bilebilir?"

Biz tekrar Zeyd'in yanma dönerek Mu'tezilîlerin eleştirilerini kendisine aktardık. Bu­nun üzerine Zeyd şöyle dedi: Ali, Resûlullah ile birlikte olmadığı günleri aklında tutardı. Bir araya geldiklerinde Resûlullah, "Ey Ali! Falan gün şu ayetler indi" filan gün de şu ayetler indi buyurarak Ali'yle görüştüğü güne kadar inen ayetleri birer birer ona söylerdi. Ravi der ki: Sonra biz Zeyd'in söylediklerini Mu'tezilîlere aktardık.»[91]

Zeyd b. Ali'ni rivayetini Hilâfet Mektebi'nin önemli ve muteber kaynaklarından olan Sünen-i Neseî, Sünen-i İbn Mâce, Müsned-i Ahmed b. Hanbel'de geçen aşağıdaki üç rivayet teyit etmektedir; ifade Neseî'nindir:

1- Abdullah b. Nuceyy'den Ali'nin (a.s) şöyle dediği rivayet edilmiştir: «Ben Resû­lullah'ın yanında hiç kimsenin sahip olmadığı bir makama sahiptim. Ben her sabah Re­sûlullah'a gider kapının arkasından, "Allah'ın selâmı senin üzerine olsun ey Allah'ın Re­sulü!" derdim. Resûlullah yavaş bir şekilde öksürürse, evime geri dönerdim; aksi durum­da içeri girerdim.»

2- Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: «Benim Resûlullah (s.a.a) ile baş başa kaldığım özel bir saat vardı; o saatte Resûlullah'a gider içeri girmek için izin isterdim. Resûlullah namazda olsaydı yavaşça öksürür, aksi durumda girmem için izin verirdi.»

3- Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: «Her gün Resûlullah ile bir gece ve biri de gündüz olmak üzere iki defa görüşme iznim vardı; geceleyin görüşmeye gidince Hazret yavaşça öksürürdü.»[92]

Resûlullah (s.a.a), Ali (a.s)'a İlmi Diğer imamlar İçin Yazmasını Emretti

Şeyh Tusî'nin Emalî adlı eserinde, Besairu'd-Derecat ve Yenabiu'l-Mevedde'de Ah­med b. Muhammed b. Ali'den, İmam Muhammed Bakır (a.s) kanlıyla babalarından şöyle rivayet edilmiştir: «Resûlullah Ali'ye, "Sana söylediklerimi yaz." buyurdu.

Ali, "Ya Resûlullah! Unutmamdan mı endişeleniyorsunuz?" diye sordu.

Resûlullah, "Hayır! Unutmandan endişelenmiyorum. Çünkü ben Allah'tan senin hafızanı güçlendirmesini ve senin unutmamanı istedim. Bunları ortakların için yaz." buyurdu. Bunun üzerine Ali (a.s), "Ya Resûlullah! Ortaklarım kimlerdir!" diye sordu.

Hazret, "ortakların senin evlatlarından olan imamlardır; Allah onların sebebiyle ümmetime yağmur yağdırır. Onların sebebiyle duaları kabul olur, Allah onların sebe­biyle ümmetimden belaları giderir ve onların sebebiyle gökten rahmet iner." buyurdu ve sonra Hasan'a (a.s) işaret ederek, "Bu onların birincisidir." dedi ve peşinden de Hüseyin'e (a.s) işaret ederek, "İmamlar bunun evlatlarındandır." buyurdu.»[93]

İmam Ali (a.s) da "Mesken"deki (Irak'ta Dicle nehrinin kıyısında) sözlerinde bu ko­nuya işaret etmiş ve Ebu Arake de onu şöyle rivayet etmiştir: «Biz "Mesken"de Emirü'l-Müminin Ali ile birlikteydik; oturmuş onun Resûlullah'tan (s.a.a) aldığı miras konusunda konuşuyorduk. Bazıları, "Resûlullah'ın kılıcını miras almıştır" derken bazıları da, "Pey­gamberin katırını miras almıştır." diyorlardı. Bir grup, "Peygamberin Kılıcının kınındaki bir yazıyı miras aldığını" iddia ediyorlardı. O sırada Ali (a.s) geldi ve şöyle buyurdu:

"Vallahi fırsat olsaydı ve bana izin verilseydi sizin için bir yıl boyunca konuşur­dum; hem de sözlerimde tekrar olmaksızın. Vallahi benim yanımda Peygamber ve Ehl-i Beyt'ine ait sahifeler var; bu sahifeler arasında "Abita" denilen bir sahife var ki Araplara ondan daha zor bir şey gelmiş değildir. Bu sahifede, Araplar arasında Allah'ın dininden nasip almamış ve batıl üzere olan altmış kabilenin olduğu kaydedilmiştir.»       

*   *   *

Emirü'l-Müminin Ali'den (a.s) sonra onun evlatlarından olan Ehl-i Beyt İmamları biri diğerinden sonra bu sahifeleri miras almışlardır.

Cabir b. Yezid'den şöyle rivayet edilmiştir: «İmam Muhammed Bakır, Benim ya­nımda Resûlullah'ın hibe ettiği on dokuz kitabı içeren bir sahife var" buyurdu.»[94]

Muhammed b. Müslim'den şöyle rivayet edilmiştir: İmam Muhammed Bakır (a.s) şöyle buyurdu: «Bizim yanımızda Ali'nin (a.s) kitaplarından yetmiş arşın uzunluğunda bir sahife var. Biz bu sahifede yazılanları izler ve onun sınırlarından dışarı çıkmayız."

Ben, "Bu sahifenin konusu nedir? Acaba bütün ilimleri mi içeriyor, yoksa talak ve miras gibi insanların konuştuğu şeylerin açıklaması mı var?" diye sordum.

İmam, "Ali bu sahifede bütün ilimleri, yargı ve mirasla ilgili her şeyi yazmıştır; eğer hükümet bize ulaşırsa, her şeyi onda bulur ve ona göre davranırız" buyurdu.»[95]

İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet edilmiştir:

«Vallahi bizim yanımızda uzunluğu yetmiş arşın olan bir sahife var; bu sahifede in­sanların ihtiyaç duyduğu her şey kayıtlıdır; hatta küçük bir tırmalamanın diyeti bile be­lirtilen bu kitabı Resûlullah (s.a.a) imla etmiş ve Ali de (a.s) yazmıştır.»[96]

Muhammed b. Abdulmelik'ten şöyle rivayet edilmiştir: "Altmış kişi İmam Cafer Sadık'ın (a.s) huzurunda oturduğumuz bir sırada onun şöyle buyurduğunu duydum:

«Vallahi bizim yanımızda içinde Allah Teâlâ’nın yarattığı tüm helâl ve haramların, hatta tırmalamanın diyetinin bile bulunduğu yetmiş arşın uzunluğunda bir sahife var.»[97]

Ali'nin (a.s) Ahkâm İle İlgili Kitabının İsmi

Usul-i Kâfi ve Besairu'd-Derecat'ta Ebu Basir'den şöyle rivayet edilmiştir (ifade Usul-i Kâfı'nindir): «İmam Cafer Sadık'm huzuruna varıp, "Fedanız olayım! Size bir so­rum var. Söyleyeceklerimi duyacak olan biri var mı?" diye arzettim. İmam iki oda arası­na asılmış olan perdeyi bir kenara çekerek başını odaya uzatıp orada kimsenin olmadı­ğından emin olduktan sonra, "Ey Ebu Muhammed! Ne istersen sorabilirsin." buyurdu.

Ben: "Fedanız olayım; Şiîleriniz Resûlullah'ın (s.a.a) Ali'ye her birinden bin kapı açılan bin ilim öğrettiğini söylüyorlar..." dedim.  :

İmam: "Ey Ebu Muhammedi "Camia" bizim yanımızdadır; diğerleri "Câmia"nın ne olduğunu ne bilirler!" buyurdu.

Ben: "Fedanız olayım; "Camia" nedir?" diye sordum.

İmam: "Resûlullah'ın mübarek dudaklarından çıkan imlasıyla Ali'nin kendi eliyle yazdığı Resûlullah'ın zirasıyla[98] yetmiş arşın uzunluğunda bir sahifedir; onda bütün helal ve haramlar ve halkın ihtiyaç duyduğu her şey, hatta tırmalamanın diyeti bile kaydedil­miştir." İmam daha sonra eliyle bana vurarak, "Ey Ebu Muhammedi İzin veriyor mu­sun?" diye buyurdu. 

Ben: "Fedanız olayım; ben sizin emrinizdeyim; istediğiniz şeyi yapabilirsiniz" de­dim. Bunun üzerine İmam eliyle hafif bir şekilde üzerime basarak, "Hatta bunun diyeti bile (mevcuttur bu sahifede)." buyurdu. İmam bu sözünü sinirli bir şekilde buyurdu.

Ben: "Vallahi bu ilmin özüdür..." dedim.»[99]

Ali b. Riab'dan şöyle rivayet edilmiştir: İmam Cafer Sadık'a, "Camia" hakkında sorulduğunda şöyle buyurdu: «İki hörgüçlü büyük bir devenin uyluğu eninde ve yetmiş arşın uzunluğunda deriden bir sahifedir; insanların ihtiyaç duyduğu her şey onda yazıl­mıştır; onda yazılmayan bir şey yoktur; hatta tırmalamanın diyeti bile kaydedilmiştir.»[100]

Usul-i Kâfi ve Besairu'd-Derecat'ta Ebu Şeybe'den şöyle rivayet edilmiştir:  

İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğunu duydum:

«Resûlullah'ın imlası ve Ali'nin hattıyla yazılmış olan Camia karşısında İbn Şibrime'nin bilgisi apaçık bir sapıklıktır. Camia kimseye söz bırakmamıştır; onda helâl ve ha­ram ilmi vardır. Kıyas taraftarları kıyasla ilme ulaşmak isterler; ama hedeften uzaklaş­maktan başka bir şey elde etmezler; Allah'ın dinine kıyasla ulaşılmaz.»[101]

Cifr Kitabı ve Fatıma (s.a)'nın Mushafı

Besairu'd-Derecat kitabında Ebu Meryem'den şöyle rivayet edilmiştir:

İmam Cafer Sadık (a.s) bana şöyle dedi: «.. .Bizim yanımızda kenarlarına kadar do­lan öküz derisi üzerine yazılmış olan Cifr kitabı var. Bu kitap geçmişte vuku bulan ve kı­yamete kadar gelecekte vuku bulacak olayları içermektedir.»[102]  

Resûlullah (s.a.a)'in Silahı ve Kitapları

Abdullah b. Sinan'dan şöyle rivayet edilmiştir:

«İmam Cafer Sadık'a İmam Hasan'ın oğlunun başına gelenleri anlatıyorlardı; biz de Cifr'den bahsettik. Bunun üzerine İmam şöyle buyurdu: "Vallahi bizim yanımızda üzerine Resûlullah'ın imlasıyla Ali'nin yazmış olduğu bir keçi ve bir de koyun derisi var. Bunun dışında bir de bizde, içinde insanların ihtiyaç duyduğu şeyler bulunan ve hatta tır­malamanın diyeti bile belirtilen yetmiş arşın uzunluğunda bir Sahife var.»[103]

Ali b. Sa'd'dan şöyle rivayet edilmiştir: İmam, Cifr hakkında şöyle buyurdu:

«O su kırbası gibi tabaklanmış öküz derisidir. Onda kitaplar ve insanların kıyamete kadar ihtiyaç duyacakları şeylerin bilgisi var. Resûlullah onu imla etmiş ve Ali (a.s) de kendi eliyle yazmıştır. İçinde Kur'an'dan bir ayet bile bulunmayan Fatıma'nın Mushafı ondadır. Resûlullah'ın (s.a.a) yüzüğü, zırhı, kılıcı ve özel sancağı da bizim yanımızdadır. Göresi gözleri olmayanlara rağmen Cifr de bizim yanımızdadır.»[104]

Bazı rivayetlerde, Fatıma (s.a)'nın Mushaf’ında yukarıdaki hadislerde geçenler dı­şında Resûlullah'ın (s.a.a) vefatından sonra kendisini teselli etmek için gelip kendisiyle konuşan bir melekten bahsedilmektedir... Usul-i Kâfi'de Hammad b. Zeyd'in İmam Ca­fer Sadık (a.s)'dan şöyle rivayet ettiği kaydedilmektedir:

«Allah Teâlâ Peygamberinin ruhunu alınca o hazretin vefatından dolayı Fatıma'yı zorluğunu Allah'tan başka kimsenin bilmediği bir üzüntü ve keder sardı. Bu nedenle Al­lah onunla konuşup üzüntüsünü teselli etmesi için bir melek gönderdi. Fatıma bunu Ali'­ye bildirdi. Ali de ondan tüm duyduklarını yazdı ve böylece Mushaf oluştu... Fakat onda helâl ve haramlarla ilgili bir şey yoktur; onda ancak gelecekle ilgili haberler vardır.»[105]

Ehl-i Beyt İmamlarının, İmam Ali'nin (a.s) ahkâm konusundaki "Camia" kitabını, gelecekte vuku bulacak tüm olayları içeren "Cifr'i" ve "Fatıma'nın Mushafı"nı miras al­dıkları mütevatir olarak rivayet edilmiştir.

Hadislerden bu kitapların öküz derisinden bir mahfazada olduğu ve ona "Cifr-i Eb-yaz" dendiği ve Resûlullah'tan (a.s) miras aldıkları silahın öküz derisinden başka bir mahfazada olduğu ve ona "Cifr-i Ahmer" dendiği anlaşılmaktadır.

Ehl-i Beyt İmamlarının (a.s) Miraslarının Bulunduğu İki Mahfaza

Usul-i Kâfi ve Besairu'd-Derecat kitaplarında Hüseyin b. Ebi Âlâ’dan şöyle rivayet edilmiştir: «İmam Cafer Sadık'ın, "Cifr-i Ebyaz benim yanımdadır" buyurduğunu du­yunca: "Onda ne var?" diye sordum.

İmam şöyle buyurdu: "Onda Davud'un Zebur'u, Musa'nın Tevrat'ı, İsa'nın İncil'i, İbrahim'in Suhuf’u, bütün helâl ve haramlar ve içinde Kur'an olmayan Fatıma'nın Mus­hafı vardır. Onda insanları bize muhtaç kılan şeyler vardır; insanlar onları öğrenmek için bize müracaat ederler; biz ise kimseye muhtaç değiliz; onda bir kırbaç, yarım kırbaç ve çeyrek kırbaç ve tırmalamanın diyeti bile kaydedilmiştir.

Cifr-i Ahmer de benim yanımdadır."

Ben, "Cifr-i Ahmer'de ne var?" diye sordum.

İmam, "Resûlullah'ın (s.a.a) silahı..." buyurdu.»

İmam, (a.s) "Onda insanları bize muhtaç kılan şeyler vardır." sözüyle, Cifr denilen mahfazada Ali'nin kitabı olduğu ve Ali'nin kitabında ise insanların ihtiyaç duyduğu her şeyin bulunduğunu kastetmiştir.

Ebu Hamza, İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: «Fatıma'nın Mushafı'nda Kur'an'dan bir şey yoktur; onda babasının (s.a.a) vefatından sonra kendisine telkin edilen sözler vardır.»[106] Başka bir rivayette İmam Cafer Sadık'tan şöyle nakledilmektedir:

«Fatıma'nın Mushafı benim yanımdadır; onda Kur'an'dan bir şey yoktur!»[107] İmam halkın "mushaf' kelimesini günümüzde olduğu gibi Kur'an'la karıştırmaması için çeşitli hadislerde Fatıma'nın (s.a) Mushafında Kur'an'dan bir şeyin olmadığını vurgulamıştır.

Bu bölümde Ehl-i Beyt Mektebinde ilmin kaynaklarıyla ilgili söylediklerimiz, "Bir şeyin ispatı diğer şeyleri nefyetmeyi gerektirmez" kuralı gereğince, Ehl-i Beyt İmamları­nın ilimlerinin kaynaklarının sadece bunlarla sınırlı olduğu anlamına gelmez. Nitekim İmam Musa Kâzım'dan (a.s) bu konuda şöyle rivayet edilmiştir: «Bizim ilmimizin ereği üç kısımdır: Geçmiş, gelecek ve oluşmakta olan. Geçmiş açıklanmıştır. Gelecek kayde­dilmiştir. Oluşmakta olanlar ise kalplere atılır ve kulaklara duyurulur. İlmin bu üçüncü kısmı, ilmimizin en üstün olanıdır; ancak peygamberimizden sonra peygamber yoktur.»[108]

Bu Hadisin Şerhi

Allame Meclisî'nin "Miratu'l-Ukul"da bu hadisin şerhinde yazdıkları özetle şöy­ledir: «Hadiste geçen "mebleğu ilmina" yani ilmimizin ereği ve kemali veya dayanağı ve kaynağı. "Mazin" geçmişle ilgili ilimdir. "Gabir" ise gelecekle ilgili ilimdir. "Ğabir" geç­miş ve gelecek manalarına gelen zıt anlamlı kelimelerdendir. "Fe emme'1-mazi fe-mufes-ser": Geçmiş ilimleri Resûlullah bize tefsir ve şerh etmiştir. "Fe emma'l-ğabir fe-mez-bur," yani gelecekle ilgili ilimler." Camia, Fatıma'nın Mushafı ve diğer kitaplar da bizim için yazılmıştır. Dinin yasaları ve hükümleri de bu kitaplarda veya bunların birindedir.

"Ve emma'l-hadis fe-kazfun fi'1-Kulub ve nakrun fı'l-esma," yani Allah tarafından olması kesinleşen yeni olaylara veya Rabbani ilimler ve maarifle ya da kapalı şeylerin teşrihiyle ilgili ilimler bir melek vasıta olmaksızın Allah Teala tarafından kalbe ilham edilir veya bir melek vasıtasıyla duyurulur.

İlmin bu kısmının onların en üstün ilimleri olmasının nedeni, bu ilmin onlara has ol­ması ve bir insan vasıta olmaksızın onlara ulaşması veya diğer iki ilmin onlara has olma­masıdır. Zira Selman ve Ebuzer gibi bazı özel sahabiler de Resûlullah'ın haber vermesiy­le bu iki ilimden az da olsa nasiplenmişler, o kitapların bazı bölümlerini görmüşlerdir.

Fakat halkın nazarında gaipten haber vermek peygamberlere has olduğu için İmam'ın bu sözü yanlış anlaşılabilirdi. Bu yüzden İmam bu sözün peşinden hemen, "... ancak Peygamberimizden sonra peygamber yoktur." buyurarak bu yanılgıya mahal bı­rakmamıştır. Çünkü peygamberle muhaddes arasındaki fark, peygamberin vahiy alırken meleği görmesi, muhaddesin ise sadece meleğin sesini duymasıdır.»[109]

Usul-i Kâfı'de İmam Muhammed Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet edilmiştir:    «Muhammed'in (s.a.a) vasilerinin hepsi muhaddestirler.»

İmam Musa Kâzım (a.s) şöyle buyurmuştur: «Ehl-i Beyt İmamları doğru konuşan, iyi kavrama gücüne sahip muhaddeslerdir." buyurmuştur.»

Muhammed b. Müslim'den bu konuda şöyle rivayet edilmiştir:      

«İmam Cafer Sadık'ın huzurunda muhaddes konusundan söz açılınca İmam şöyle buyurdu: "Muhaddes meleğin sesini duyan, fakat onu görmeyen kimsedir." buyurdu.

Ben, "Fedanız olayım! Bu durumda onun meleğin sözü olduğunu nasıl anlar?" diye sordum. İmam: "O sırada sözün meleğe ait olduğunu anlayabileceği bir sükûnet ve huzur bulur." buyurdu.»[110]

Ehl-i Beyt İmamları İlim kitaplarını Nasıl birbirinden Aldılar

İmam Ali, İmam Hasan, İmam Hüseyin, İmam Seccad ve İmam Bakır (a.s.)

Besairu'd-Derecat kitabında Mualla b. Huneys kanalıyla İmam Cafer Sadık'dan şöyle rivayet edilmiştir: «Bu kitaplar Ali'nin (a.s) yanındaydı. Irak'a gidince onları ema­net olarak Ümm-ü Seleme'ye bıraktı. Ali (a.s) şehid olunca bu kitaplar Hasan'a (a.s) ulaş­tı ve Hasan'dan sonra ise Hüseyin'e (a.s) ulaştı. Hüseyin şehid olunca Ali b. Hüseyin'e (a.s) ulaştı ve ondan sonra da babama -İmam Muhammed Bakır- ulaştı.»[111]

Usul-i Kâfı'de Suleym b. Kays'tan şöyle rivayet edilmiştir:                    

«Emirü'l-Müminin Ali oğlu Hasan'a vasiyet edip Hüseyin, Muhammed ve tüm ço­cuklarını, Şia'nın ileri gelenlerini ve kendi Ehl-i Beyt'ini buna tanık tuttuğunda ben de oradaydım. Emirü'l-Müminin Ali (a.s) kitap ve silahı Hasan'a (a.s) verip şöyle buyurdu:

"Oğulcağızım! Resûlullah (s.a.a) beni kendisine vasi tayin edip kitaplarını ve silahı­nı bana verdiği gibi bana da seni kendime vasi tayin etmemi, kitaplarımı ve silahımı sana teslim etmemi emretti. Ve bana emretti ki, sana, ölüm vaktin gelince onları kardeşin Hü­seyin'e vermeni emredeyim." Daha sonra oğlu Hüseyin'e dönerek şöyle buyurdu: "Ve Resûlullah (s.a.a) sana onları bu oğluna vermeni emretti." Sonra Ali b. Hüseyin'in elin­den tutup ona, "Resûlullah sana da onları oğlun Muhammed b. Ali'ye vermeni emretti. Ayrıca, Resûlullah'm ve benim selâmımı ona ulaştırırsın.»[112]

Yazar diyor ki: Emirü'l-Müminin Ali'nin (a.s) burada oğlu Hasan'a (a.s) teslim ettiği bir kitaptı. Bu kitap o hazretin Medine'den hicret ederken Ümmü'l-Müminin Ümmü Seleme'nin yanında emanet bıraktığı ve Ümmü Seleme'nin daha sonra İmam Hasan (a.s) Medine'ye dönünde ona teslim ettiği kitaplardan farklıdır.

İmam Seccad (a.s)

Usul-i Kâfi, A'lamu'1-Verâ, Menakıb-i İbn Şehraşub ve Meclisî'nin Biharu'l-Envar'-mda Ebu Bekir-i Hazremî'den İmam Cafer Sadık'm şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

«Hüseyin Irak'a gittiği sırada kitaplarını ve vasiyetnamesini Ümmü Seleme'ye emanet bıraktı. Ali b. Hüseyin ümmü Seleme'ye müracaat edince onları ona teslim etti.»[113]

Bu vasiyetname İmam Hüseyin'in Kerbela'da yazıp diğer miraslarıyla birlikte kızı Fatıma'ya emanet ettiği, onun da daha sonra Ali b. Hüseyin'e verdiği vasiyetnameden farklıdır; o sırada şiddetli bir şekilde hasta olan İmam Seccad'ın yaşayabileceğini tahmin etmiyorlardı.[114]

İmam Muhammed Bakır (a.s)

Besairu'd-Derecat ve Biharu'l-Envar'da İsa b. Abdullah b. Ömer'in İmam Cafer Sa­dık'dan (a.s) şöyle riayet ettiği kaydedilir:

«İmam Ali b. Hüseyin ölüm yatağında oğluna (Muhammed'e), "Ey Muhammed! Bu sandığı kendi evine götür" buyurdu. İmam Muhammed Bakır o sandığı dört kişiyle ken­di evine götürdü. İmam Seccad vefat edince İmam Muhammed Bâkır'ın kardeşleri gele­rek o sandığın içindekilerden miras iddiasında bulundular ve "Sandığın içindekilerden bizim hissemize düşeni ver." dediler. Bunun üzerine İmam Muhammed Bakır şöyle bu­yurdu: "Vallahi sandığın içindekilerde sizin bir payınız yoktur; sizin onda bir payınız ol­saydı babam onu bana vermezdi." O sandıkta Resûlullah'ın silahı ve kitapları vardı.»[115]

İmam Cafer Sadık'a (a.s)

Zurare'den şöyle rivayet edilir: «İmam Cafer Sadık (a.s), "Babam (İmam Muham­med Bakır) ölmeden önce kitapları bana ulaştı." buyurdu.»[116]

Ebu Basir'den şöyle rivayet edilmiştir: «Cafer Sadık'ın (a.s), "Babam Ebu Cafer dünyadan göçmeden Fatıma'nın Mushafını bana verdi." buyurduğunu duydum.»[117]

İmam Musa Kâzım (a.s)

Gaybet-i Nu'manî ve Biharu'l-Envar'da -Meclisi- Hammad-i Saiğ'den şöyle rivayet edilmiştir: «Mufazzal, İmam Cafer Sadık'a (a.s) bazı sorulan soruyordu.. .O sırada Ebu'l-Hasan (İmam Kazım -a.s-) içeri girdi. İmam, Mufazzal'a dönerek, "Ali'nin kitabının sahi­bini görmek ister misin?" buyurdu. Mufazzal, "Bundan daha büyük şeref ne olabilir ki?!" dedi. Bunun üzerine İmam Cafer Sadık, "Bu, o kitabın sahibidir." buyurdu.»[118]

İmam Ali Rıza (a.s)

Ali b. Yaktin şöyle rivayet eder:

«İmam Ebu'l-Hasan (İmam Musa Kazım -a.s-) parmağıyla oğlu Ali'ye işaret ederek bana, "Ey Ali! Bu çocuklarımın en fakihidir. Ben kitaplarımı ona verdim." buyurdu.»

Usul-i Kâfi, İrşad-i Şeyh Mufid, Gaybet-i Şeyh Tusî ve Biharu'l-Envar'da şöyle geçer: Naim el-Kabusî, Ebu'l-Hasan Musa'dan (İmam Kazım -a.s-) şöyle rivayet etmiştir:

«Oğlum Ali çocuklarımın en büyüğü, benim yanımda en iyisi ve en sevimlisidir; o, benimle birlikte Cifr'e bakabilir; ona peygamber veya vasiden başkası bakmamıştır.»[119]

Ehl-i Beyt İmamlarının Miras Aldıkları Kitaplara Müracaatı

Füzeyl b. Yesar, Bureyd b. Muaviye ve Zurare'den şöyle rivayet edilmiştir:

«Abdulmelik b. A'yun İmam Cafer Sadık'a, "Zeydîler Muhammed b. Abdullah (b. Hasan)'m etrafında toplanmışlar; acaba o hükümete ulaşacak mı?" diye sordu.    

İmam, "Vallahi bende, içinde bütün peygamberlerin ve yeryüzünde hüküm sürecek bütün padişahların ismi geçen iki kitap var; vallahi Muhammed b. Abdullah'ın ismi bu kitapların hiçbirinde geçmemiştir." buyurdu.»[120]

İmam'ın "iki kitap "tan maksadı, Cifr kitabı ve Fatıma'nın Mushafıdır. "Bütün pey­gamberlerin isimleri"nden maksadı ise Resûlullah'tan önce gelip geçen peygamberlerdir. Abdullah b. Ata et-Temimî'den şöyle rivayet edilmiştir: «Ben Medine'de Mescid-i Nebi'-de Ali b. Hüseyin'in (a.s) huzurunda oturmuştum; o sırada güzel yüzlü bir genç olan ve ayağında gümüş tasması bir nalın bulunan Ömer b. Abdulaziz yanımızdan geçti. İmam Zeynelabidin ona bakarak, "Ey Abdullah! Bu kendini beğenmiş zengini görüyor musun? O saltanata ulaşacak." buyurdu. Ben, "Bu fasıkı mı söylüyorsunuz?" dedim.

İmam: "Evet, fakat hükümet dönemi çok kısa olacaktır..." buyurdu.»[121]

Hilâfet Mektebinde Cifr ve Camia

Mir Seyyid Ali b. Muhammed b. Ali Hanefi Esterabadî (ö. 816), Kadı Azud İcî'nin (ö. 756) "Mevakif' adlı eserine yazdığı şerhte "Cifr" ve "Câmia"dan şöyle bahsetmiştir:   «Cifr ve Camia İmam Ali'nin -Allah ondan razı olsun- harfler ilmi yoluyla dünya­nın sonuna kadar vuku bulacak olayları yazmış olduğu iki kitaptır; onun soyundan gelen imamlar onları biliyor ve onlardan yararlanarak hüküm veriyorlardı. Ali b. Musa Rıza'nın (a.s) Me'mun'un veliahtlığını kabul ettiğine dair yazdığı metinde şöyle geçer: "Sen babalarının inkâr ettiği bizim haklarımızın bir bölümünü tanıdın; ben senin veliahtlığını kabul ediyorum; fakat Cifr ve Camia bu işin tamamlanmayacağını bildiriyorlar.»[122]

Taşköprüzade Mevla Ahmed b. Mustafa (ö. 962 h.) Miftahu's-Seade ve Misbahu's-Siyade adlı eserinde şöyle yazıyor: «Halife Me'mun kendisinden sonra hilafetin Ali b. Musa Rıza'ya ulaşmasını kararlaştırıp ona bir ahitname yazınca, Ali b. Musa Rıza, Me'­mun'un yazısının sonunda şöyle yazdı: "Kabul; fakat Cifr ve Camia bunun tamamlanma­yacağını ortaya koymaktadırlar." Nitekim onun söylediği gibi de oldu; çünkü Me'mun bundan dolayı Haşimoğulları tarafından bir fitnenin çıkmak üzere olduğunu anlayınca, tarih kitaplarında geçtiği üzere Ali b. Musa Rıza'yı üzümle zehirledi.»[123]

Hilâfet Mektebinde Cifr ve Câmia'dan bahseden kişilerden biri de Şeyh Kemalud-din Ebu Salim b. Talha Muhammed b. Talha-i Nusaybinî eş-Şafıî'dir (ö. 652 h.k.). Keşfu-'z-Zunun'da söylendiğine göre küçük bir kitap olup başında, "el-hamdulillah'il-lezi etlea men ictebahu." şeklinde geçen Şeyh Kemaluddin, "el-Cefru'1-Câmi ve'n-Nuru'1-Lami "ad­lı eserinde İmam Cafer Sadık'ın soyundan olan imamların Cifr'i bildikleri geçmektedir.[124]

Yine Cifr ve Camia ilmi hakkında ondan şöyle nakledilmiştir: «Cifr ve Camia iki değerli kitaptır. Onlardan biri İmam Ali b. Ebu Talib Küfe mescidinin minberinde yaptı­ğı konuşmasında bahsettiği ve diğeri ise Resûlullah'ın sır olarak Ali'ye imla edip yazma­sını emrettiği ve Ali'nin de dağınık harfler şeklinde ve Adem'in kitabı metoduyla ince ve işlenmiş bir deve derisi üzerine yazdığı kitaptır. Bu kitap geçmiş olaylardan ve gelecekte vuku bulacak hadiselerden bahsetmekte halk arasında Cifr ismiyle meşhurdur.»[125]

İbn Haldun kendi Mukaddime'sinde şöyle diyor:

«Cafer Sadık ve Ehl-i Beyt'ten olan onun gibilerin çok sayıda keşif ve kerametleri vardır; bu konuda onların kaynağı sahip oldukları velayet makamıdır. -Allah daha iyisini bilir- Resûlullah'ın soyundan olmayan Allah'ın velilerinden bu gibi şeylerin baş gösterdi­ği inkâr edilmediğine göre haklarında Resûlullah'ın, "Aranızda muhaddesler olacaktır." buyurduğu kimseler bu yüce makama ve büyük kerametlere herkesten daha layıktırlar.»[126]

İbn Haldun'un daha sonra söylediği sözler özet olarak şöyledir:

«Zeydiye fırkasının önderi Harun b. Said el-İclî'nin Cafer-i Sadık'tan rivayet ettiği bir kitabı vardı. Onda gelecekte (Resûlullah'ın -s.a.a-) Ehl-i Beyt'inin, özellikle onların ba­zılarının karşılaşacakları olaylar bildirilmiştir. Cafer-i Sadık ve Resûlullah'ın Ehl-i Beyt'inden olan diğerleri, Allah'ın bu gibi velilerine has olan keramet ve mükaşefe yoluyla gelecekten haber veriyorlardı. Gelecekle ilgili verilen bu bilgilerin tümü İmam Cafer Sadık'ın yanındaki bir öküz derisi üzerine yazılmıştır... Bu kitapta İmam Cafer Sadık'tan Kur'an-ı Kerim tefsiri ve onun batınından anlaşılan hayret verici derin anlamlar yazıl­mıştır. Eğer bu kitabın Cafer Sadık'a istinadı doğru ise, ister onun kendisinden olsun ve ister tümü keramet sahibi olan o ailenin diğer ileri gelenlerinden olsun şüphesiz iyi bir isnattır. Onun akrabalarından bazılarına, gelecekte kendilerini bekleyen olayları haber verip onları sakındırdığı ve sonunda onun buyurduğu gibi olduğu doğrudur.

Cafer Sadık hazretleri amcası oğlu Yahya b. Zeyd'i kıyamının sonucundan sakın­dırdığı, öldürüleceğini bildirerek onu uyardığı; fakat Yahya'nın kabul etmeyerek kıyam ettiği ve sonunda Cafer Sadık'ın buyurduğu gibi Cevzecan'da öldürüldüğü meşhurdur.

Onların dışında herkesin keramet sahibi olabileceği kabul edildikten sonra, ilim, din, Resûlullah'ın (s.a.a) eserlerine herkesten daha iyi vakıf olan ve Allah'ın özel lütuf ve inayetine mazhar olan Resûlullah'ın Ehl-i Beyt'inin mükaşefe ve keramete sahip olmala­rında şüphe edilebilir mi?! Oysa köklerinin asaleti, dal ve budakların temizliğine tanıklık eder. Ehl-i Beyt'ten belli bir kişinin ismi getirilmeden onların gelecekle ilgili haber ver­dikleri de çokça rivayet edilmiştir.»[127]

Ehl-i Beyt İmamlarının Camia Kitabına Müracaatı

Kâfi, Men La Yehzuruhu'l-Fakih, Tehzib, Meani'l-Ahbar ve Vesail kitaplarında şöyle geçer: -İfade Kâfı'nindir-: «Eban'dan şöyle rivayet edilmiştir: Ali b. Hüseyin'den "Adamın biri mal varlığından bir şeyin belli bir yerde harcanmasını vasiyet etmiş, fakat onun miktarını belirtmemiştir; bu konuda vazifemiz nedir?" diye sorduklarında İmam, "Ali'nin kitabında maldan bir şey, malın altıda biri olarak belirtilmiştir." buyurdu.»[128]

İmam Muhammed Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: «Ali'nin kitabında şu üç özelliğe sahip olanın ölmeden önce onun vebalini göreceği kaydedilmiştir: Zulüm, akraba ilişki­lerini kesmek ve yalan yer yemin ederek Allah'la savaşmak.»[129]

Yine İmam Muhammed Bakır (a.s)'dan şöyle rivayet edilmiştir:

«Evladın ve babanın malından almanın, evladın cariyesiyle cinsel münasebette bu­lunmanın,[130] evlenen kadının kusurunu gizlemenin,[131] yalan yere yemin etmenin[132] ve ihramlıyken avlanan kişinin hükmü Ali'nin (a.s) kitabında şöyledir.»[133]

İmam Cafer Sadık (a.s) Muhammed Bakır'dan (a.s) şöyle rivayet etmiştir:

«Ben Ali'nin (a.s) kitabında Resûlullah'm (s.a.a) Muhacirler, Ensar ve Medine hal-kından onlara katılanlar arasında şöyle bir sözleşme yazdığım okudum...»[134]

Yine Cafer Sadık Ali'nin kitabından şu meseleler hakkında hadis rivayet etmiştir:

«Hilali görmekle ayın girdiğinin anlaşılması, öğlenin[135] fazilet vaktinin beyanı[136], muhaliflerle Cuma namazı kılmanın hükmü,[137] kedi artığının hükmü[138], ihram halinde ölen kimsenin hükmü,[139] düğmelenmiş şal giyen erkeğin hükmü (iki hadiste)[140], kaya güvercinini avlamanın kefareti (iki hadis)[141], kaya güvercininin yumurtasının kefareti (üç hadis)[142], tavaf şavtlarının fazla olması (bir hadis),[143] umre-i mufrede,[144] büyük günahların sayısı (iki hadis)[145], yetimin malım yemek (bir hadis),[146] dedeleri olduğu halde erkek kardeşlerin anne­den miras almaları hükmü (iki hadis),[147] şahit ve yemin hükmü (iki hadis)[148], dünya misali (bir hadis)[149], yaşa göre had uygulamada kırbaç vurma şekli[150], livatanın (oğlancılık) haddi (cezası),[151] içki ve şarap içene had uygulanmasının isbatı[152], şarap ve içki içenin haddi[153], av köpeğinin diyeti,[154] kadınların avret mahallini kesmenin haddi,[155] kesilen hayvanın he­lâl olmasının ölçüsü (iki hadis)[156], ölen kişinin terekesinde payı belli olmayan kişinin mi­rastan hakkı[157], evcil eşek etinin yenmesinin keraheti[158], yenmesi haram olan balık çeşitle­ri (altı hadis);[159] amcalarla birlikte dayıların mirasının hükmü,[160] iddet günlerinde rücu et­meksizin talakın hükmü,[161] suda boğulanlar ve enkaz altında kalanların mirası[162] ve eli ke­sik bir kişiyi öldüren kimsenin hükmü. [163]»

Ehl-i Beyt İmamlarının Ashabından Ali'nin (a.s) Kitabını Görenler:

1-  Besairu'd-Derecat kitabında Ebu Basir'den şöyle rivayet edilmiştir:

«Ben İmam Muhammed Bâkır'ın (a.s) huzurundayken Câmia'yı getirmelerini em­retti, Câmia'yı getirdiklerinde İmam ona bakarak şöyle okudu: "Bir kadın ölür de koca­sından başka mirasçısı olmazsa, terekesinin hepsi kocasına ulaşır.»[164]

2-  Abdumelik b. A'yun'dan şöyle rivayet edilmiştir:

«Ebu Cafer (a.s) bana Ali (a.s)'ın kitabının bir kısmını gösterdi...»[165]  

3- Kâfi ve Tehzib'de Muhammed b. Müslim'den şöyle rivayet edilir:

«İmam Muhammed Bâkır'ın (a.s) okuduğu kitaba bakınca onda şöyle yazıldığını gördüm: "Erkek kardeşin oğluyla dede mirasta eşit paya sahiptirler."

Muhammed Bâkır'a, "Bizim tanıdığımız bu adamlar böyle bir hüküm vermezler; onlar dedeyle birlikte erkek kardeşin oğlunun bir şey almasını kabul etmezler" dedim. İmam, "Bu okuduğun Resûlullah'm imlası ve Ali'nin yazısıdır." buyurdu.»[166]

4- Ömer b. Uzeyne, Zurare'den şöyle rivayet eder:

«Ebu Cafer'den (Muhammed Bakır) dedenin miras payını sorunca İmam bana, "İmam Ali (a.s) dışında gördüğüm herkes bu konuda kendi reyini söylemiştir." buyurdu. Ben, "Allah hayrınızı versin; İmam Ali bu konuda ne söylemiştir?" diye arz ettim. İmam, "Yarın gel de Ali'nin (a.s) kitabında yazılanı kendin oku." buyurdu. Fakat ben, "Allah size hayır versin; kendiniz buyurun; ben kendim kitaptan okumaktansa sizin sözünüzü duymayı daha çok severim" dedim. Ama İmam tekrar, "Sana ne söylüyorsam onu dinle! Yarın gel de onu kitaptan kendin oku." buyurdu.

Ertesi gün öğleden sonra İmam'ın huzuruna gittim. Tam da normalde öğle ve ikindi namazı arasında İmam ile baş başa kaldığım saatti. Çünkü ben huzuruna gelen kişiler ne­deniyle İmam'ın bana takiyye yaparak cevap vermesinden endişelendiğim için genelde sorumu yalnız olduğumuz bir zamanda sorardım!

İmam'ın huzuruna girdiğimde oğlu İmam Cafer Sadık'a dönerek, "Miras kitabını okuması için Zurare'ye ver." buyurdu ve sonra kendisi uyumak için kalkıp gitti. Odada İmam Cafer Sadık'la yalnız kaldık. İmam Cafer Sadık kalkarak deve bacağı gibi büyük bir sahife getirip karşıma bırakarak, "Bunda gördüklerini ben sana izin verene kadar hiç kimseye anlatmayacağına dair Allah'a yemin etmedikçe onu okumana müsaade etmem." buyurdu. "Babam sana izin verene kadar" da buyurmadı. Ben, "Allah size hayır versin; neden bu kadar sıkı tutuyorsunuz?! Babanız da size böyle bir şey emretmedi!" dedim. Fakat İmam, "Söylediğim gibi sen ancak bu şartla kitabı görebilirsin." buyurdu. Ben, "Dediğiniz gibi olsun; kabul ediyorum." dedim.

Ben miras hisseleri ve vasiyetler konusunu iyi bilen hesabı güçlü biriydim. Uzun süreden beri miras ve vasiyet konusunda bilmediğim yeni bir şeyle karşılaşmak istiyor­dum; fakat bu bir türlü gerçekleşmiyordu. Kitabın bir ucu bana doğru atılınca onun geç­mişlere ait olduğu belli olan kalın bir kitap olduğunu gördüm. Kitabı okumaya başladım ve hayretle bağış konusundan. Marufu emretme konusuna kadar bu kitapta geçenlerin halk arasında yaygın olan kesin şeylerin tam aksine olduğunu gördüm. Bu nedenle rahat­sız olarak onları önemsemeden, düşüncesiz ve dikkatsiz bir şekilde başından sonuna ka­dar okudum ve kendi kendime, "Yanlıştır!" dedim. Sonra onu yeniden eskisi gibi dürüp İmam Cafer Sadık'a teslim ettim. Ertesi gün İmam Muhammed Bâkır'ın huzuruna varın­ca benden, "Miras kitabını okudun mu?" diye sordu. Ben, "Evet" dedim. İmam, "Onu nasıl buldun?" diye sordu. Ben, "Yanlış ve değersiz! Ondaki her şey halkın kabul ettiği­nin tam tersinedir!" dedim. İmam, "Hayır vallahi" buyurdu, "Ey Zurare! O gördüklerinin tümü haktır. O yazılanlar Resûlullah'ın (s.a.a) imlası ve Ali'nin (a.s) yazısıdır."

Şeytan içimden beni vesvese edip, "İmam onların Resûlullah'ın imlası ve Ali'nin kendi eliyle yazdığı yazısı olduğunu nereden biliyor?" diye düşünmeye başladım.

Daha konuşmaya başlamadan İmam, "Ey Zurare!" buyurdu, "Şüphe etme! Şeytanı kendinden uzaklaştır! Vallahi sen şüpheye düştün. Ben bu yazının Resûlullah'ın (s.a.a) imlası ve Ali'nin (a.s) yazısı olduğunu nasıl bilmem?! Oysa babam dedemden bunları Emirü'l-Müminin Ali'nin buyurduğunu nakletmiştir."

Ben, "Hayır! Nasıl olur?" dedim; "Allah beni size feda etsin." Şimdi o kitaptan bir şey aklımda kalmadığı için pişmanım. Eğer onu okumadan ön­ce makam ve önemini bilecek olsaydım, onun bir harfini bile kaçırmamayı umardım...»[167] Bu rivayetlerden o dönemde İslâm toplumu mirası bölüştürme konusunda tamamen Hilâfet Mektebinin fakihlerinin içtihadına göre davrandığı, Ehl-i Beyt İmamlarının ise mirasın taksimini Ali'nin kitabının Resûlullah'tan aktardığı şekilde yayma konusunda büyük çaba harcadıkları anlaşılmaktadır. Öyle ki hatta Zurare ve Muhammed b. Müslim bile o kitapta okuduklarına şaşırmış, daha sonra tövbe ederek miras konusunda onda oku­duklarım rivayet etmeye başladılar. Bu konuda Zurare'nin kendisi şöyle rivayet etmiştir:

5-    «Muhammed Bakır (a.s), Cafer Sadık'a (a.s) miras sahifesini bana okumasını emretti. Bu sahifede gördük ki.. .»[168] İki hisse hakkında ise (iki hadiste) şöyle diyor:

6-    «İmam Cafer Sadık (a.s) miras sahifesini bana gösterdi...» [169] Ve yine diyordu ki...

7-    «Ben miras sahifesinde şu konuyu okudum:...»[170]

Ehl-i Beyt İmamları bazen vuku bulacak olaylar hakkında bilgi edinmek için "Cifr" kitabına ve "Fatıma'nın Mushafı"na müracaat ediyorlardı. İslâm hükümleri ve adabını beyan etmek için de "Camia" kitabına müracaat ediyorlardı; Câmia'dan da bazen senedi­ni kaydederek ve bazen de senedine değinmeden rivayet ediyorlardı.         

a)  Erkek Kardeşin Oğluyla Dedenin Miras Hissesi

Muhammed b. Müslim daha önce de aktardığımız rivayetinde demiştir ki: «Cafer Sadık (a.s) miras sahifesini getirip önüme açtı. Bu sahifede gözüme çarpan ilk şey mira­sın erkek kardeşin oğlu ve dede arasında eşit olarak bölüştürülüp her birine malın yarısı­nın verilmesi gerektiğiydi. Bu nedenle İmam'a, "Size feda olayım!" dedim; "Kadılar böy­le hükmetmiyorlar ve ölenin dedesi olursa erkek kardeşin oğluna bir şey vermiyorlar!"

İmam, "Bu kitap Ali'nin yazısı ve Resûlullah'ın imlasıyla yazılmıştır." buyurdu.»

Ve yine bu konuda, Kâfi'deki diğer iki rivayet de İmam Ali'nin (a.s) kitabına işaret etmeksizin bu anlamda gelmiştir: Eban b. Tağlib'den olan birinci rivayette şöyle geçer:

«İmam Cafer Sadık'a (a.s), erkek kardeşin oğlu ve dedenin mirastan payı hakkında sorduğumda bana, "Mal aralarında yarı yarıya bölüştürülür." buyurdu.»

Aynı sonuca sahip olan üçüncü rivayeti Kasım b. Süleyman İmam Cafer Sadık'dan (a.s) şöyle rivayet eder: «Ali (a.s) dedeyle birlikte olan erkek kardeşin oğluna babasının mirasını vermiştir. (Yani eşit şekilde ikisi arasında bölmüştür.)»

b)  Ehl-i Beyt İmamları "Avl"i Batıl Biliyorlar

Avl fıkıhta, mirasçıların hissesinin mirastan fazla olmasıdır. Bu ise eşlerden birinin ölen kişinin mirasçılarından olması durumunda söz konusu olmaktadır. Örneğin, ölenin iki kızı, babası, annesi ve karısı kalırsa, kızların her birine malın üçte biri, babasıyla an­nesinin her birine altıda biri ve karısına ise sekizde biri verilir. Paylar en fazla altı oldu­ğu için farz gereği sekizde bir miktarı fazla geliyor. Bu durumda hilâfet Mektebi fıkhın­da açıklandığı üzere avl yöntemini uygulayanlar eksikliği eşit olarak bütün hisselere da­ğıtırlar. [Yani karşılığı olmayan hisse, hisse sahiplerinin hisselerinin hepsinden eşit oranda alınarak tamamlanır.]

Fakat Ehl-i Beyt Mektebin'e göre Allah Teâlâ’nın kendileri için sadece bir hisse be­lirlediği yani bir hisseden diğer bir hisseye indirgemediği kimseler hisselerinden az alır­lar. Dolayısıyla, bazı durumlarda karısının mirasının yarısını alan ve şartlar değişince de payı yandan dörtte bire düşen, yani iki hisseye düşen erkekten bir şey eksilmez. Yine kocasının mirasının dörtte birini alan ve şartlar değiştiğinde payı sekizde bire düşen ka­dından da bir şey eksiltilmez. Çocuklarının mirasının üçte birini alan ve şartlar değişti­ğinde payları altıda bire düşen baba ve annenin payından da bu azaltma yapılmaz.

Bu saydıklarımızın hisselerinden azaltma yapılmaz; bu örnekle eksiltme, kızı ve kız kardeşinden yapılır. Şöyle ki, bir kişi olursa yarı ve eğer birden fazla olurlarsa üçte iki ve eğer hisselerin fazla olması nedeniyle onlara mirastan bu kadarı ulaşmazsa, geriye kalan onların malı olur. Buna göre miras, yukarıdaki örnekte olduğu gibi mirasçılar ara­sında şu şekilde taksim edilir: Baba ve annenin her birine mirastan altıda bir ve karısına ise sekizde bir verilir. Mirastan geriye kalan ise iki kıza verilir.[171]

1-  Bukeyr kanalıyla İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet edilmiştir:

«Miras altı paydan oluşur; bu sayıyı geçmez; bu sayıdan eksik de olmaz; ölen kişi­nin mirası Allah'ın Kitabında belirtilen hisse sahiplerine aittir.»[172]

2-  İbn Ebi Umeyr ve diğer birkaç kişi kanalıyla İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle ri­
vayet edilmiştir: «Miras payı altıdır; bu sayıyı geçmez... »[173]

İmam Cafer Sadık (a.s) söz konusu edilen rivayetlerde "bir başkasına isnat etme­den" bu konuda Allah'ın hükmünü beyan etmişlerdir.

Fakat imamlar zikredeceğimiz rivayetlerde onların senetlerini de belirtmişlerdir:

3-  Ebu Basir'den şöyle rivayet edilmiştir: «Muhammed Bâkır'a, "Bazen mirasta his­seler yüze varmakta ve hatta yüzü de geçmektedir." diye arz ettim. İmam, "Altı hisseden fazla olmaz." buyurdu ve sonra şöyle devam etti: "Emirü'l-Müminin Ali (a.s), 'Üst üste biriken kumları sayan -Allah, mirasta- hisselerin altıdan fazla olmayacağını biliyordur; siz de eğer onun sebebini bilseniz, altı sayısını geçmediğini görürsünüz.' buyurmuştur.»[174]

Bu hadiste Emirü'l-Müminin Ali'ye (a.s) isnat edilmiştir.

4-  Yine Ebu Basir'den şöyle rivayet edilmiştir: «İmam Cafer Sadık (a.s) bana Ali'­nin (a.s) miras kitabını okudu; ondaki hisselerin çoğu dört, beş ve en fazla altıydı.»[175]

Bu hadiste İmam'ın kendisi Ali'nin miras kitabını istenilen konuda raviye okumuş.

5-  Muhammed b. Müslim'den şöyle rivayet edilmiştir: «İmam Muhammed Bakır (a.s) Resûlullah'ın (s.a.a) imlası ve Ali'nin (a.s) yazısıyla yazılmış olan miras kitabını okumamı emretti. O kitapta şu husus yer almıştır. Hisselerde eksiltme doğru değildir.»[176]

Bu rivayette ise ravinin kendisi o konuda Resûlullah'ın (s.a.a) imlası ve Ali'nin (a.s) yazısıyla yazılmış olan miras sahifesini okumuştur; bütün bu rivayetlerde meselenin hükmü aynı şekilde beyan edilmiştir.

İmam Rıza (a.s)'ın miras konusunda Me'mun'a yazmış olduğu mektupta da yine aynı durumla karşılaşmaktayız. İmam bu mektupta şöyle buyurmuştur: «Hisseler Allah Teâlâ’nın kendi Kitabında belirlediği gibidir. Onda avl söz konusu değildir.»

Bu iki durumda da ve Ehl-i Beyt İmamları serî hükmü açıklarken aslında dayandık­ları şey; Resûlullah'ın buyruklarıdır. O Resul ki, "Kendi nefsinden, heva ve hevesinden konuşmaz; konuştuğu her şey vahiydir." (Necm, 3-4) İşte bu nedenle Ehl-i Beyt İmam­larının hadislerinin senedi birdir. Onların rivayetleri bir olduğu gibi sözleri de birdir.

İşte bu nedenledir ki İbn Sinan'ın dediğine göre İmam Sadık şöyle buyurmuştur: «Benden duyduğunuz bir şeyi babam adına ve babamdan duyduğunuz bir şeyi de benden rivayet etmeniz sakıncasızdır ve bu isimleri değiştirmenizin bir mahzuru yoktur.»[177]

Ve yine o, «Acaba sizden duyduğum bir hadisi babanızdan veya babanızdan duy­duğum bir hadisi sizden rivayet edebilir miyim?" diye soran Ebu Basir'e, "İkisi de birdir; ancak onu babamdan rivayet etmeni daha çok isterim." buyurmuştur.»[178]

Veya Cemil'e, «Benden duyduklarını babamdan rivayet et." buyurmuştur.»[179]

Ve yine bu nedenledir ki, «Sizden duyduğum bir hadisi -bir süre sonra- sizden mi, yoksa babanızdan mı duyduğumu bilemiyorum. Bu konuda vazifem nedir?" diye soran Hafs-ı Bahterî'ye şöyle buyurmuştur: «Benden duyduğunu babamdan rivayet et; benden duyduğun hadisi Resûlullah'tan (s.a.a) rivayet et.»[180]

Hişam b. Salim, Hammad b. Osman ve diğerlerinin ondan rivayet ettikleri şu hadis de bu esasa dayanmaktadır: «Benim hadisim babamın hadisidir, babamın hadisi dedemin hadisidir dedemin hadisi Hüseyin'in hadisidir, Hüseyin'in hadisi Hasan'ın hadisidir; Hasan'ın hadisi Emirü'l-Müminin Ali'nin hadisidir; Emirü'l-Müminin Ali'nin (a. s) hadisi Resûlullah'ın (s.a.a) hadisidir ve Resûlullah'ın da hadisi Allah Teâlâ’nın buyruğudur.»[181]

Ve yine bu nedenledir ki Ebu Cafer İmam Muhammed Bakır (a.s), «Bana bir hadis buyurduğunuzda onun senedini de buyurun." diyen Cabir'e şöyle buyurmuştur:

''Babam bana Resûlullah'tan (s.a.a), o Cebrail'den, o da Allah Teâlâ’dan rivayet et­miştir. Sana söylediğim hadislerin hepsinin senedi bu şekildedir...»[182]

Sure b. Kelib'le Zeyd b. Ali b. Hüseyin arasında geçen aşağıdaki konuşma da buna dayanmaktadır. Keşşi, Sure'den şöyle rivayet eder: «Zeyd b. Ali benden şöyle sordu: "Ey Sure! İmam Sadık'ın (a.s) senin söylediğin gibi olduğunu nasıl anladın?"

Bu konuda bilgili birisiyle karşılaştım.

''O halde söyle de görelim." Biz kardeşin Muhammed b. Ali'nin (Muhammed Bakır) huzuruna çıkıp ona sorularımızı soruyorduk. O, "Resûlullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur ve Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de böyle buyurmuştur." Diyordu. Kardeşin Muhammed'den sonra sjz Resûlullah'ın Ehl-i Beytine geldik; sen de onların arasındaydın. Siz onların bir bölümünü cevapladınız; fakat sorduklarımızın hepsini cevaplamadınız. Nihayet kardeşi­nizin oğlu Cafer'e gittik. Cafer bize babası gibi, "Resûlullah şöyle buyurmuştur ve Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de böyle buyurmuştur." şeklinde cevap verdi.

Bunun üzerine Zeyd tebessüm ederek şöyle dedi: Vallahi bunun nedeni Ali'nin (a.s) kitaplarının onun yanında olmasıdır.»[183]

Ve yine bu nedenledir ki İbn Şibrime şöyle demiştir: «Hiç unutmam; Cafer b. Mu­hammed -İmam Cafer Sadık- ne zaman, "Babam bana dedemden ve Resûlullah 'tan şöyle rivayet etmiştir." deseydi -bu senedin yüceliğinden dolayı- neredeyse kalbi yarılacaktı. Vallahi o hazretin babası dedesine ve dedesi de Resûlullah'a yalan isnad etmemiştir.

İbn Şibrime daha sonra şöyle devam ediyor: İmam, Resûlullah'tan şöyle rivayet etmiştir: "Kıyas ilkesine göre davranan kendisi helak olduğu gibi diğerlerini de helakete sürüklemiş olur; bilgisi olmadan, nasih ve mensuh[184], muhkem ve müteşabihi bilmeden fet­va veren kimse de kendisi helak olduğu gibi diğerlerini de helakete sürüklemiş olur.»[185]

 Ehl-i Beyt İmamları hükümleri açıklarken "Allah ve Resûlü'nün buyruklarına," Hi­lâfet Mektebi ulaması ise "rey ve kıyasa" dayandıkları için hükümlerin beyanında bu iki mektep arasında ihtilafın baş göstermesi kaçınılmazdır. Nitekim aşağıdaki hadis de bunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır: Azafır Sayrefi'den şöyle rivayet edilmektedir:

«Hakem b. Uteybe'yle birlikte Ebu Cafer'in (Muhammed Bakır -a.s-) huzurundaydık. Hakem sürekli İmam'dan soru soruyor ve İmam da ona ikramda bulunuyor, soruları­nı cevaplıyordu. Bir ara bir konuda ihtilaf ettiklerinde İmam Muhammed Bakır oğluna dönerek, "Oğulcağızım! Kalk, şu kitabı getir." buyurdu. Oğlu kalkarak büyük bir sahifeyi getirip babasının önüne bıraktı. İmam o sahifeyi açıp okumaya başladı. Nihayet aradı­ğım bularak, "Bu yazılar Resûlullah'ın imlası ve Ali'nin eliyle yazılmıştır." buyurdu.

Sonra Hekem'e dönerek şöyle buyurdu: "Ey Eba Muhammed! Sen, Seleme ve Ebu Mikdam ister sağa gidin ister sola; nereye giderseniz gidin, vallahi Cebrail'in kendileri­ne nazil olduğu kişiler dışında daha güvenilir bir bilgi bulamazsınız."»[186]

Ehl-i Beyt İmamları her zaman Resûlullah'tan kendilerine ulaşan ve Hilâfet Mekte­binin görüşüne ters düşen hükümleri rahat bir şekilde beyan etme imkânına sahip değil­lerdi. Bu konuda İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyuruyor:

«Babam doğan ve şahinle avlanan hayvanlar hakkında fetva verirken çekiniyor ve biz de korkuyorduk. Fakat şimdi hiç çekinmeden bu kuşların avladıkları hayvanlar ölme­den şer’î üsluba göre kesilmezse helâl olmadığını ilan ediyoruz. Çünkü Ali'nin kitabında Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğu geçer: "Yetiştirdiğiniz avcı hayvanların..."(Mâide, 4)» Ali (a.s)'ın Resûlullah (s.a.a)'in Sünnetinin Değiştirilmesinden Yakınması İmam Cafer Sadık hükümleri İmam Ali'nin kitabında olduğu şekilde açıklamaktan korkmadıklarını beyan edişi, Emevîlerin hükümetinin sonlarına ve Abbasîlerin hüküme­tinin başlarına rastlıyor. Fakat bu tarihten önce Ehl-i Beyt İmamları Hilâfet Mektebinin kabul etmediği bir şeyi dile getiremiyorlardı. Sadece Ali b. Ebu Talib'in döneminde bazı hükümleri açıklarken onlara değinmişlerdir ve bu yüzden İmam Ali'nin hilafeti döne­minde kendisi ve ashaptan olan izleyicileri o konuların doğru hükmünü ve Kur'an'ın o konudaki doğru tefsirini açıkladıklarında iki mektep arasında ihtilaf çıkmıştır.

Ayrıca, önceki halifeler Resülullah'ın kendi siyasetlerine aykırı olan bazı sünnetle­rini değiştirmiş ve izleyicileri de daha sonraları onların bu girişimlerini "içtihad" diye adlandırmışlardır; bunun örneğim daha önce "halifelerin içtihadları"[187] konusunda açıklamıştık. Uzun bir zaman sonra Ali (a.s) hükümetin başına geçince Resûlullah'ın sünnetini yeniden topluma geri kazandırmaya ve ilk üç halifenin sünnetlerini değiştirmeye çalıştı. Ali (a.s) bu konuda şöyle buyurmuştur: «Her zaman fitne, heva ve hevesleri izleyip din hükümlerinde bidat çıkararak Allah'ın hükümlerine muhalefet etmekle başlar. Bazı kişi­ler de onları teyit edip desteklerler. Eğer hak batıla bulaşmaktan kurtulsaydı bir tek ihti­laf çıkmazdı. Eğer batıl hak örtüsünden dışarı çıkıp çıplak olarak görünseydi, hakkı ara­yanlara onun batıl olduğu gizli kalmazdı. Fakat hakkın bir bölümü batılın bir bölümüyle karışıp örtülür. Böylece şeytan kendi dostlarına sulta kurar ve ondan yalnız Allah'ın rahmetine mahzar olanlar kurtulurlar. Ben Resûlullah'ın şöyle buyurduğunu duydum:

"Bir fitne sizi kaplayıp çocuğu yaşlandırıp, yaşlıları yıpratınca, haliniz ne olacak?! O zaman insanlar bidatleri sünnet sanıp onlara amel eder ve onlardan biri değiştirildi­ğinde, "Resûlullah'ın sünneti değiştirildi" diyerek rahatsız olurlar, oysa insanlar kötü ve çirkin işler yapmaktalar. Ardından bela ve musibetler şiddetlenir, çocuklar esir düşer, ateşin odunu ve değirmen taşının taneyi ezdiği gibi fitneler onları ezer. İşte böyle bir du­rumda Allah'tan başkası için fıkıh (bilgi) edinirler ve ilim öğrenirler; fakat amel etmek için değil; ahir et amellerini vesile ederek dünyayı elde etmeye çalışırlar!"»

Emirü'l-Müminin Ali (a.s) daha sonra etrafını saran Ehl-i Beyt, özel ashabı ve Şiîlerine dönerek şöyle buyurdu: «Benden önceki yöneticiler kasıtlı olarak ve bilerek Resûlullah'a (s.a.a) ters düşen işler yaptılar, ahdini bozdular, sünnetini değiştirdiler. Öyle ki bugün insanları onları terk etmeye davet edip durumu Resûlullah'ın dönemine döndür­mek istesem ordum etrafımdan dağılır, beni yalnız başıma veya Allah'ın Kitabından ve Resûlullah'ın sünnetinden benim fazilet ve üstünlüğümü ve imametimin kendilerine farz olduğunu bilen Şiîlerimden az bir grupla yalnız bırakırlar. Mesela, eğer makam-ı İbrahi­m'i Resûlullah'ın bıraktığı asıl yerine döndürmelerini[188] veya Fedek'i Fatıma'nın (s.a) mi­rasçılarına iade etmelerini, Resûlullah'ın bazı kişilere verilmesini emrettiği halde onlara verilmeyen yerlerin onlara verilmesini emretsem ve o hazretin itaat edilmeyen bu emrine itaat edilmesini sağlasam, Cafer'in evini mescidden ayırarak mirasçılarına versem[189], hak­sız yere verilen bazı yargıların düzeltilip eski hallerine döndürmek istesem,[190] haksız yere yabancı erkeklerle evlendirilen kadınları asıl kocalarına döndürüp onlar hakkında evlilik ve miras hükümlerini yeniden uygulasam,[191] Beni Teğlib'in zürriyetini esir almak[192] ve Hayber'in bölüştürülen topraklarını geri almak istesem; bağış divanlarını kaldırarak[193] Resûlullah'ın yaptığı gibi beytülmalden herkese eşit şekilde ödeme yapıp, zenginler arasında bölüştürülen beytülmali, onların daha da zengin olmasını sağlayan bir kaynak olmaktan çıkarsam, yüzölçümü değerlendirmesini kaldırsam,[194] evliliklerde eşitliği esas kılsam,[195] Resûlullah'ın humusunu Allah Teâlâ’nın nazil ettiği ve farz kıldığı şekilde uygulasam, Resûlullah'ın mescidine açılan kapıları kapatıp kapatılan kapıyı açarak onu eski haline döndürsem,[196] -abdestte- mestliklere meshetmeyi haram kılsam, şarap içmeye had uygula­sam,[197] iki mut'anın helâl olduğunu söylesem,[198] cenaze namazlarında beş tekbir söylenme­sini emretsem,[199] halkı namazda "besmele"yi sesli söylemeye mecbur etsem;[200] Resûlullah' ın mescidden kovduğu halde ondan sonra tekrar mescide gelen kimseleri oradan kovmak ve Resûlullah (s.a.a) mescide yerleştirdiği halde ondan sonra mescitten çıkarılan kimse­leri tekrar mescide getirmek istesem,[201] insanları Kur'an'ın hükmü karşısında teslim olmaya zorlayıp talakı Resûlullah'ın sünneti gereğince uygulamaya kalkışsam,[202] zekât alınma­sı gereken şeylerden kurallarına göre zekât alsam,[203] abdest, gusül ve namazı kendi vakit­lerine ve kurallarına döndürsem,[204] Necran halkını kendi yerlerine,[205] Fars ve diğer millet­lerin esirlerini Allah'ın Kitabı ve Resûlullah'ın sünnetine döndürmek istesem insanlar et­rafımdan dağılır, beni yalnız bırakırlar. Çünkü Allah'a andolsun ki ben halka ramazan ayında farz namazı eda etmek dışında cemaat oluşturmamalarını emrettim ve sünnet na­mazını cemaatle kılmanın bidat olduğunu söyledim. Fakat benimle birlikte savaşan or­dumdan bazıları, "Ey Müslümanlar! Eyvah! Ömer'in sünneti değiştirildi. Ramazan ayın­da bizi cemaatle sünnet namazı kılmaktan alıkoyuyorlar." diye haykırdılar. Ordumun bir köşesinde fitne ve isyan çıkmasından endişelendim!!![206] Ben, bu ümmetin benimle uyum­suzluğundan ve diğerlerine itaatlerinden neler gördüm, neler. ..!!!»[207]

İmam Hüseyin'in Kıyamından Sonra Ehl-i Beyt İmamları'nın Resûlullah'ın Sünnetini Yeniden Topluma Kazandırması İmam Hüseyin'in Şahadetinin Sonucu

Gaflet uykusuna dalan İslâm ümmetinin bazı evlatları uyandı ve içlerinde hilâfete karşı bir ürperti ve tiksinti oluştu; böylece hilâfet düzeniyle bir ilişkisi bulunmayan ve taraf olmayan çeşitli Müslüman kesimleri arasında Ehl-i Beyti'n sevgisi yayıldı.

Hilâfet konusunda Emevîlerle Abbasîler'in çekişmeleri arasında, hadis hafızları ve ümmetin fakihlerinin İmam Muhammed Bakır ile İmam Cafer Sadık'ın etrafında toplanabilmeleri için bir fırsat doğdu ve böyle bir ortamda bu iki İmam, Resûlullah'ın getirdi­ği İslâm hükümlerini yaymaya, tahrif edilmiş hükümlerin uydurma olduğunu ortaya çı­karmaya ve Kur'ân'ın bazı ayetleri hakkında söz konusu edilen şüpheleri gidermeye mu­vaffak oldular. Bu işi bu iki değerli İmam bazen İmam Ali'nin "el-Câmi" adlı kitabından, bazen Resûlullah'tan rivayet ederek ve bazen de bir senet göstermeksizin Allah'ın hük­münü açıklayarak yapıyorlardı. Bu konuda, İmam Cafer Sadık (a.s), diğer Ehl-i Beyt İmamlarından daha fazla fırsat buldu. Bazen binlerce İslâm bilimleri öğrencisi ve hadis ravileri o hazretin etrafına toplanarak o hazretten hadis alıyorlardı. Hadis âlimleri, o hazretten rivayet eden "güvenilir" ravilerin, dört binin üzerinde olduklarını bildirmişlerdir.[208]

Örneğin Hafız Ebu Abbas b. Ukde[209] (öl.h. 333), İmam Cafer Sadık'tan hadis rivayet eden dört bin raviyi içeren bir kitap yazmıştır. Musa Kâzım (a.s) döneminde de ashabın­dan, Ehl-i Beyt'inden ve Şiîlerinden bir grup, beraberlerinde kalem ve yazmak için aba­nız ağacından levhalar bulundurarak o hazretin dersine katılıyor, İmam konuşmaya baş­larken veya bir konuda hüküm belirtirken, tüm duyduklarını o levhalara yazıyorlardı.

İşte böylece Ehli Beyt İmamlarının ashabı, onlardan duydukları her şeyi yazıyorlar­dı; öyle ki bu yazmalar sonucu binlerce kitap telif edilmiş oldu. Nitekim Fihrist-i Necaşî, Fihrist-i Tusîde bu teliflerin yazarlarının hâl bilgisi ve hayatlarına değinmişlerdir; Neca­şî ve Tusî, her biri kendilerine has senetleriyle o kitapları müelliflerinden nakletmişlerdir

Yine Ehl-i Beyt İmamları döneminde ashapları tarafından "Asıl/Usul" diye ad­landırılan birçok kitap yazılmıştır. Ehl-i Beyt Mektebi muhaddisleri ıstılahında "Asıl": «Yazarın içinde, vasıtasız olarak kendisinin Ehl-i Beyt İmamlarından duyduğu veya Ehli Beyt İmamlarından rivayet eden raviden duyduğu hadisleri kaydettiği kitaba denir ve bunun içinde başka bir kitaptan nakledilmiş olan bir hadise yer vermezdi.»

"Asıl / Usul" kitaplarının sahiplerinin metodu şuydu: Onlar Ehl-i Beyt İmamların­dan bir hadis duyduklarında, zamanla onun tamamını veya bir kısmım unutmamak için hemen onu kendi "Üşürlerine kaydederlerdi. Geçmiş ulema, Ali'nin (a.s) döneminden İmam Hasan Askerî'nin (a.s) dönemine kadar yazılmış olan ve "Usulü Erbaa Mie" yani "Dört Yüz Asıl" diye meşhur olan ve çoğu İmam Cafer Sadık'ın (a.s) ashabı tarafından yazılan Asıl'ların varlığında ittifak etmişlerdir.

"Usulü Erbaa Mie" İmam Cafer Sadık'ın, babası İmam Muhammed Bâkır'ı (a.s) oğ­lu İmam Musa Kâzım'ı (a.s) da gören özel ashabı tarafından kaleme alınmıştır.

YAZARLAR EHL-İ BEYT İMAMLARI'NIN ASHABININ RİSALE VE USULLERİNDEN HADİSLERİ NASIL ALMIŞLARDIR?

Yazarların Ehl-i Beyt İmamlarının ashabının yazılarından ve onların "Usul"lerin-den hadisleri nasıl aldıklarını anlayabilmek için bu Mektebin üç meşhur âliminin (Kuleynî, Şeyh Saduk ve Şeyh Tusî) kendi kitaplarında Zarifin Asıl'ından veya Zarif b. Nasih'in rivayetiyle Diyat kitabından hadisleri nasıl aldıklarını inceleyelim.      

Zarif b. Nasih ve Onun Asıl'ı

a)  Zarif b. Nasih: Zarifin babası Nasih, kefen satıcısıydı.[210] Zarif, Muhammed Bâ­kır'ı (a.s) görmüştür.[211] Necaşî onun hayatıyla ilgili şöyle yazıyor: «Zarif, Kûfe'de dünya­ya gelmiş ve Bağdat'ta büyümüştür. O, hadiste güvenilir ve doğru konuşan bir kişidir.»"[212]

Necaşî ve Şeyh Tusî, Zarifin hayatını anlatırken diğer kitaplarının olduğunu da kaydetmişlerdir. Erdebilî, "Câmiu'r-Ruvat" adlı kitabında, Zarifin hayatını anlatırken, onun kitabının rivayetlerinin hadis kaynaklarında yayıldığını vurgulamaktadır.

b)  Zarifin Asıl'ı: Zarifin Asıl'ı veya Diyat kitabı denilen şey, Zarifin kendi telifi değildir; Kuleynî'nin,[213] Ebu Amr el-Mutatabbib'den naklettiği rivayetin senedinden anla­şıldığı gibi, bu kitap İmam Ali'nin (a.s) valilere ve ordu komutanlarına yazmış olduğu emirleridir. Kuleynî bu konuda Ebu Amr el-Mutatabbib'in şöyle dediğini yazmaktadır:

«Ben onu (Diyat kitabını) Ebu Abdullah İmam Cafer Sadık'a sundum; onun bitimin­de şöyle buyurdu: "Emirü'l-Müminin Ali'nin verdiği ve halkın kaydetmiş olduğu fetvala­rıdır. Yine o hazretin, valilere ve ordu komutanlarına yazmış olduğu mektuplarıdır...»

Yine Kuleynî'nin rivayetinin senedinde, Muhammed b. İsa ve Yunus'un şöyle de­dikleri geçer: «Biz Emirü'l-Müminin Ali'nin (a.s) "Feraiz" kitabını İmam Rıza'ya (a.s) gösterdik; İmam, "O sahihtir..." buyurdu.» Bu ve diğer rivayetlerden anlaşıldığı üzere Diyat kitabının Zarife isnat edilmesinin nedeni, muhaddislerden bir grubunun onu Zarif'in kendisinden rivayet etmiş olmasıdır. Nitekim Tusî, Muhammed b. Ebu Amr'ın haya­tında buna tasrih ederek şöyle yazıyor: «Muhammed b. Ebu Amr et-Tabib Kûfeliydi. O, Diyat kitabını Ebu Abdullah'tan (İmam Cafer Sadık -a.s-) rivayet etmiştir. Senet zinci­rinde Zarif b. Nasih olduğu için bu kitap Zarife isnat edilmiştir.[214]

Aynı senetlerden, özellikle Kâfı'nin İmam Cafer Sadık'tan (a.s) naklettiği hadisin senedinden, Emirü'l-Müminin Ali'nin (a.s) Şiîlerinden bazılarının, o hazretin asrında ki­tabı onun imlasıyla veya onun yazısının üzerinden yazdıkları anlaşılmaktadır.

Yine o rivayetlerden, söz konusu Diyat kitabının, Emirü'l-Müminin Ali'nin "Ca­mi" kitabının bir bölümü olmadığı, sadece rivayetlerde ondan "Diyat Kitabı" veya "Emi­rü'l-Müminin Ali'nin Fetvaları" ya da "Emirü'l-Müminin'den Miras Hükümleri" diye söz edildiği anlaşılmaktadır. Hatta mezkûr kitabın, Emirü'l-Müminin'in kendi el yazısıyla yazdığı miras hakkındaki "el-Feraiz" kitabından da farklı olduğunu söylemek gerekir.

Zarif ve onun Asıl'ı hakkında elde ettiğimiz bilgiler bunlardır. Hadis yazarlarının o kitabın ravileriyle ilgili senedine gelince, o senetlerin zincirleme olarak aşağıdaki şekilde Masum Ehl-i Beyt İmamları'na ulaştığını söylemek gerekir:

Zarifin Rivayetiyle Diyat Kitabının Senetleri

Muhaddislerin, Ali'nin (a.s) imlasıyla yazılmış olan Diyat kitabının naklindeki se­netleri, Ehl-i Beyt İmamlarından sadece Cafer Sadık ve İmam Rıza'ya ulaşmaktadır.

a) Muhaddislerin İmam Cafer Sadık'a (a.s) Ulaşan Senetleri

Kitabın, İmam Cafer Sadık'a ulaşan senetleri iki mecmuadan ibarettir:

Birinci Mecmuanın Senetleri

1-Kuleynî: Kuleynî, Kâfinin Diyat kitabının, "Mâ yumtehenu bihi men yusabu fi sem'ihi..." babında şöyle diyor:

1- «Ashabımızdan bir grubu" Sehl b. Ziyad'dan, o Hasan b. Zariften, o babası Zarif b.Nasih'ten, o da Ebu Abdullah b.Eyyub denilen bir kişiden şöyle dediğini rivayet etmiş­tir: Ebu Amr el-Mutatabbib bana şöyle dedi: "Ben bu kitabı Cafer Sadık'a gösterdim.. .»[215]

«Kuleynî'nin Kâfi kitabında Sehl b. Ziyad'ın bulunduğu tarikteki" ashabımızdan bir grubu" sözünden maksadı, Ali b. Muhammed b. İbrahim Allan, Muhammed b. Hasan el-Saffar, Muhammed b. Cafer Ebu Abdullah el-Esedî, Muhammed b. Akil el-Kuleynî'dir.»[216]

Kuleynî bu senetle orada mezkûr kitaptan bazı diyet hükümlerini rivayet etmiştir.

Yine kitabının başka bir babında mezkûr kitaptan aynı senetle birçok diyet hükmü­nü rivayet etmiş, şöyle demiştir: «Abdullah b. Eyyub denilen bir kişi bana şöyle rivayet etti: «Ebu Amr b. Mutatabbib bana dedi ki: Bu kitabı Ebu Abdullah'a -Cafer Sadık- sun­dum, o, "Emirü'l-Müminin Ali'nin valilere ve ordu komutanlarına yazdığı fetvalardır; bu cümleden, "eğer göz kirpiği zarar görüp yırtılırsa..." hükmüne de yer verilmiştir..."»[217]

Şeyh Tusî de Tehzib adlı kitabının[218] "Diyatu'1-A'za ve'1-Cevarih" babında, hadise Sehl b. Ziyad'la başlayarak Kuleynî'yi izleyerek onun senedinin aynısını getirmiş, sonra da Ebu Amr'ın İmam Cafer Sadık'ın (a. s) şöyle dediğini yazmıştır:

«Emirü'l-Müminin -Ali a.s- fetva vermiş, halk da yazmıştır. Yine Emir-ü'l-Müminin onu valilerine ve ordusunun komutanlarına yazmıştır. Bu cümleden, "Eğer göz kirpi­ği zarar görüp yırtılırsa..." hükmüne de yer verilmiştir...»

Böylece hadis, göz kirpiğinin yırtılışının diyetiyle ilgili olan konunun sonuna kadar devam eder. Şeyh Tusî'nin bu rivayette Şeyh Kuleynî'nin rivayetini izlediğini söylememizin nedeni, onun kendisinin Meşihatu Tehzibi'l-Ahkâm’da şöyle demesidir:[219]

«Burada Sehl b. Ziyad'dan naklettiğimi, aynı rivayet zinciriyle Muhammed b. Yakub el-Kuleynî'den de rivayet etmişimdir.»

Yine Kuleynî aynı senetle "Kasame (Yemin)" babında yeminle alakalı olan bir ha­dis nakletmiştir.[220] Kuleynî böylece Diyat kitabını bölümler olarak ayırmış ve söz konusu kitaptan naklettiği her hükmü kendine has bölümde kaydetmiştir.

Tusî, Diyat kitabının bir bölümünü Tehzib kitabının çeşitli babların da dağınık ola­rak getirmiş ve bir yerde de kitabın tümünü ileride açıklayacağımız şekilde nakletmiştir.

2- Şeyh Tusî: Şeyh Tusî, "Diyati'ş-Şecah" yani "Kırıkların ve Yaraların Diyeti" babında mezkûr kitapla ilgili senedini Tehzib kitabında şöyle getirmiştir:

2-    «Muhammed b. Hasan b. Velid, Muhammed b. Hasan es-Saffar'dan, o Ahmed b. Muhammed b. İsa'dan, o Hasan b. Ali b. Fazzal'dan, o da Zarif b. Nasih'den...»

3-    «Ahmed b. Muhammed b. Yahya, Abbas b. Ma'ruf tan, o Hasan b. Ali b. Fazzal­'dan, o da Zarif b. Nasih'den...»

4-    «Ali b. İbrahim babasından, o İbn Fazzal'dan, o da Zarif b. Nasih'den...»

5-    «Sehl b. Ziyad, Hasan b. Zariften, o da babası Zarif b. Nasih'ten...»

6-    «Muhammed b. Hasan b. Velid, Ahmed b. İdris'den, o Muhammed b. Hassan el-Razî'den, o İsmail b. Cafer el-Kindî'den, o da Zarif b. Nasih'ten şöyle rivayet eder:

Abdullah b. Eyyub ismindeki bir kişi bana şöyle rivayet etti: Amr b. Mutatabbib ba­na dedi ki: "Ben bu rivayeti Eba Abdullah Cafer Sadık'a (a.s) gösterdim..."»

Sonra Şeyh Tusî, Diyat kitabının senetlerini İmam Rıza'ya (a.s) kadar ulaştırmış ve peşinden Diyat kitabının tamamını kendi kitabında nakletmiştir.[221]

Bu Senette İsmi Geçenler:

1- Muhammed b. Hasan b. Velid. Tusî, Meşihatu't-Tehzib kitabında şöyle yazıyor:

«Muhammed b. Hasan b. Velid'den naklettiklerimi, Ebu Abdullah'ın (Şeyh Müfid)

Ebu Cafer Muhammed b. Ali b. Hüseyin'den, o da Muhammed b. Hasan b. Velid’den bana bildirdiği şeylerdir.»[222]

2-  Ahmed b. Muhammed b. Yahya. Şeyh Tusî, Rical kitabında şöyle diyor:

«Bu kitabın varlığım bize Hüseyin b. Ubeydullah ve Ebu'l-Hüseyin b. Ebu Ceyyid el-Kummî bildirmiştir. O ise bunu hicrî 356 yılında ondan duymuştur.»[223]

3-  Ali b. İbrahim. Şeyh Tusî, Meşihatu't-Tehzib'de şöyle diyor:[224] «Ali b. İbrahim b. Haşim'den rivayet ettiklerimi, aynı senetle Kuleynî'den de rivayet etmişim.»

4-  Selh b. Ziyad. Daha önce değinmiştik. Tusî onun rivayetini Kâfiden nakletmiştir.

5-  Muhammed b. Hasan b. Velid. Bunun hakkında da daha önce bahsetmiştik.

İkinci Mecmuanın Senetleri

Bu senet mecmuası sadece Şeyh Saduk ve izleyicilerine aittir. Şeyh Saduk, Men Lâ Yahzuruhu'l-Fakih kitabının "Diyetu cevarihi'l-insan..." babında şöyle yazıyor:

6-  «Hasan b. Ali b. Fazzal, Zarif b. Nasih'ten, o da Abdullah b. Eyyub'dan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Hüseyin Ravasî İbn Ebu Amr el-Tabib'den (Mutatabbib) bana söyle rivayet etmiştir: Ben bu rivayeti İmam Cafer Sadık'a (a. s) sundum; İmam, "Evet; bu doğrudur; Emirü'l-Müminin, valilerine onu yapmalarını emretmiştir ve bu cümleden, iliği olan her kemik hakkında fetva vermiştir ki...»[225]

Şeyh Saduk burada Diyat kitabını Hasan b. Ali b. Fazzal'dan rivayet etmiş ve kita­bının muhaddisler babında şöyle yazmıştır: «O kitapta Hasan b. Ali b. Fazzal'dan rivayet edilenleri ben babamdan (Ali b. Hüseyin b. Babeveyh el-Kummî), o Sa'd b. Abdullah'tan, o Ahmed b. Muhammed b. İsa'dan, o da Hasan b. Ali b. Fazzal'dan rivayet etmişimdir.»[226]

Şeyh Saduk yukarıdaki senetle bu bölümde Diyat kitabının tamamını veya Feraiz-i

Ali'yi on iki sayfada kitabının sonlarına doğru kaydetmiştir.[227]

Diyat Kitabının Sadece Zarifin Kendisine Ulaşan Diğer Senetleri

Şeyh Tusî, el-Fihrist adlı kitabında Zarifin hayatım anlatırken şöyle yazıyor:

7-  «Diyat kitabı onundur. Bunu bize Şeyh Müfıd (r.a) Ebu'l-Hüseyin Ahmed b. Muhammed b. Hasan b. Velid'den rivayet ederek bildirmiştir.»

8-  «Yine bunu bize İbn Ebu Ceyyid, Muhammed b. Hasan es-Saffar'dan, o Ahmed b. Muhammed b. İsa'dan, o da Hasan b. Ali b. Fazzal'dan haber vermiştir.»[228]

9- Ebu'l-Abbas Ahmed b. Ali b. Ahmed b. Abbas el-Necaşî (öl. 405 hk.) de, Rical kitabında Zarifin hayatıyla ilgili şöyle yazmaktadır: «Onun kitapları vardır; ashabımız­dan bir grubun rivayet ettiği Diyat kitabı bunlardan biridir.»

10-    Ashabımızdan bir grubu, Ebu Galib Ahmed b. Muhammed'in şöyle dediğini haber vermiştir bize: «Abdullah b. Cafer, Diyat kitabını bana okudu ve ben onun, "Bun­ları Hasan b. Zarif bize babasından nakletmiştir." dediğini duydum.»[229]

****

Diyat kitabını Cafer Sadık'tan nakleden muhaddislerin eserlerinde, senetler bizim saydığımıza göre ona ulaşmaktadır. İmam'a kadar bu senet zincirlemesi ikiye ayrılmak­tadır:

1- Zariften İmam Cafer Sadık'a kadar.

2- Muhaddislerden Zarif b. Nasih'e kadar.

1- Zariften İmam Sadık'a (a.s) Kadar Diyat Kitabının Senetleri

Zarifin, birinci mecmuada İmam Cafer Sadık'a (a.s) dayanan senedi: «Zarif b. Nasih, Abdullah b. Eyyub'dan, o İbn Ebu Amr el-Tabib'den, o da İmam Sadık'tan...»

İkinci mecmuada ise şöyle geçer: «Zarif b. Nasih, Abdullah b. Eyyub'dan, o Hü­seyin b. Ravasî'den, o İbn Ebu Amr el-Tabib'den, o da Cafer Sadık'tan (a.s)...»

Bu mecmuada Hüseyin el-Ravasî, Abdullah b. Eyyub ile İbn Ebu Amr'ın arasında yer almıştır; oysa bu ikisinin adı birinci mecmuanın senedinde geçmemiştir.

Bizce bunun nedeni, nüshalarında "Ebu Amr"dan önce "İbn" kelimesinin düşmesi­dir; böylece İmam Sadık'tan (a.s) rivayet eden baba Ebu Amr, Mutatabbib olarak tanıtıl­mıştır. Oysa İmam'dan rivayet eden, o hazretin ashabından olan ve el-Tabib olarak bili­nen Ebu Amr'm oğlu Muhammed b. Ebu Amr'dır.[230] Nitekim Şeyh Tusî'nin Rical'inden naklen Mecmua'r-Rical ve Câmiu'r-Rical'da onun hakkında şöyle geçer: «Muhammed b. Ebu Amr el-Tabib, aslen Kufelidir. Diyat kitabını İmam Cafer Sadık'tan o rivayet etmiş­tir. Diyat kitabını nakledenler arasında Zarif b. Nasih yer aldığı için bu kitap Zarife is­nat edilmektedir.»[231] İbn Ebu Amr hakkında söyleyeceklerimiz bunlardan ibarettir.

Abdullah b. Eyyub'un ikinci mecmuada Hüseyin el-Ravasî kanalıyla İbn Ebu Amr'­dan, birinci mecmuada ise Hüseyin el-Ravasî'nin ismi anılmaksızın vasıtasız olarak doğ­rudan doğruya İbn Ebu Amr'dan naklettiği rivayete gelince, İbn Eyyub mezkûr kitabı bir defasında el-Ravasî aracılığıyla İbn Ebu Amr'dan nakletmiştir, bir defasında da bizzat İbn Ebu Amr'ın kendisinden duyarak rivayet etmiştir. Bunun benzerine bu gibi rivayet­lerde çok rastlanmaktadır. Aşağıdaki şema, her iki mecmuada Zarifin, İmam Cafer Sa­dık'a (a.s) dayanan senedini göstermektedir:

 

 

 

 

 

a) Birinci Mecmuanın Senedinin Şeması:    b) İkinci Mecmuanın Senedinin Şeması:

      İmam Cafer Sadık (a.s)                                          İmam Cafer Sadık (a.s)

 


Muhammed b. Ebu Amr el-Tabib                         Muhammed b. Ebu Amr el-Tabib

 


       Abdullah b. Eyyub                                                                Hüseyin el-Ravasî

 


         Zarif b. Nasih                                                         Abdullah b. Eyyub

 


                                                                                           Zarif b. Nasih

 

 

 

 

 

 

 

 

 

2- Muhaddislerden Zarif b. Nasih'e Kadar Diyat Kitabının Senetlerinin Şeması

Daha önce her iki mecmuanın senetlerini Zarif b. Nasih'e kadar zikrettik; şimdi burada konu kolay anlaşılsın diye sadece onları ayrı bir şemada zikretmekle yetiniyoruz.

1- Birinci Grubun Senetleri

 


Şeyh Kuleynî'nin senetleri

 


Zarif b. Nasih

 


Sehl b. Ziyad

 

 

 


Ali b. Muhammed,                  Muhammed b. Cafer           Muhammed b.                      Muhammed b.

Allan                           Ebu Abdullah Esedî             Hasan Saffar                      Akil Kuleynî

 

 

 


Ebu Cafer Muhammed b. Yakub b. İshak-i Kuleynî, Usul-i Kâfı'de

****

İkinci Grubun Senetleri

Şeyh Saduk'un Senedi

Zarif b. Nasih

 


Hasan b. Ali b. Fazzal

 


Ahmed b. Muhammed b.İsa Sa'd b. Abdullah

 


Ali b. Hüseyin b. Babeveyh

 


Muhammed b. Ali b. Hüseyin (Şeyh Saduk), Men La Yahzuruhu'l-Fakih kitabında

*  *  *

Bunlar Diyat kitabının veya Emirü'l-Müminin Ali'den (a. s) İmam Cafer Sadık'a (a. s) karar verilen hükümlerle ilgili rivayetteki muhaddislerin senet zinciridir.


2- Şeyh Tusî'nin Senetleri

Zarif b. Nasih

 

Hasan b. Ali b. Fazzal                              Hasan b. Zarif                                İsmail b. Cafer                                             Hasan b. Ali b. Fazzal

 

 

 

 


İbrahim b. Haşim                                       Sehl b. Ziyad    Muhammed b. Hisan b. Razi               Ahmed b. Muhammed b. İsa                          Abbas b. Ma’ruf

 

 

 


Ali b. İbrahim                                        Ashabımızdan Bir Grup                       Ahmed b. İdris        Muhammed b. Hasan-i Saffar           Ahmed b. Muhammed b. Yahya

 

 

 


                        Kuleyni Kâfi’de                                                                       Muhammed b. Hasan b. Velid            Ebu’l Hüseyin İbn Ceyyid                Hüseyin İbn Ubeydullah

 

 


                Cafer b. Muhammed b. Kavluveyh                                                   Ebu Cafer Muhammed Ali b. Hüseyin

 

 

 

 


                                                                                     Şeyh Müfid

 

 

 

 


                                                                       

   Ebu Cafer Muhammed b. Ali b. Hüseyin              Cafer b. Muhammed b. Kavluveyh

                                                                                                           


b) İmam Rıza'ya (a.s) Kadar Diyat Kitabının Naklindeki Senet Zinciri

Muhaddisler, Emirü'l-Müminin İmam Ali'nin (a.s) hat veya imlasıyla yazılmış olan Diyat kitabını üç kanalla İmam Rıza'dan (a.s) rivayet etmekteler:

1-  İbn Fazzal Diye Meşhur Olan Hasan b. Ali'nin Senedi

Kuleynî, Kâfi adlı kitabının çeşitli bölümlerinde, Diyat kitabının bazı bölümlerini İbn Fazzal'dan rivayet etmiştir; bunlardan biri de "Yara Diyetleri"dir ki, onunla ilgili bö­lümde şöyle yazıyor: «Ali b. İbrahim'den, o İbrahim b. Haşim'den, o da İbn Fazzal'dan şöyle rivayet etmiştir: "Ben Diyat kitabını Ebu'l-Hasan İmam Rıza'ya (a.s) gösterdim. O hazret şöyle buyurdu: "O, doğrudur. Emirü'l-Müminin Ali (a.s) vücudun tüm organların­da meydana getirilen yaralamaların diyeti konusunda hükümleri açıklamıştır..."»

Daha sonra Kuleynî bunların bir bölümünü Diyat kitabından nakletmiştir.[232]

Şeyh Tusî de onu izleyerek mezkûr kitabın aynı bölümünü Tehzib kitabında "Baş yaralamaları" hakkında aynen ve Şeyh Kuleynî'nin senetleriyle kaydetmiştir.[233]

2-  Al-i Yaktin'in Kölesi Yunus b. Abdurrahman'ın Senedi

Kuleynî, Kâfi kitabının "Mâ Yumtehenu Bihi Men Yusab..." babında Ali b. İbra­him'den, o Muhammed b. İsa'dan, o da Yunus'tan şöyle rivayet etmiştir: «Ben Diyat ki­tabını İmam Rıza'ya (a.s) sundum; İmam "Doğrudur." buyurdu. Ardından Kuleynî, söz konusu kitabın, iki gözünden birine zarar verilen kimsenin nasıl deneneceğiyle ilgili ba­bını aktarmıştır.[234] Şeyh Tusî de Kuleynî'yi izleyerek bu hadisi, onun senet ve metniyle Tehzib adlı kitabının "Uzuv ve Organların Diyeti..." babında kaydetmiştir.[235]

Şunu da hatırlatalım ki, hadis ilminin ileri gelenlerinin hepsi, Diyat kitabını İmam Rıza'dan naklederken, Kuleynî ve Tusî'nin aktardığı senetlerin her ikisini bir araya topla­yarak rivayet etmektedirler. Örneğin birinci örnekte hadis ravilerini şöyle sıralamaktadır­lar: Kuleynî ve Tusî demişlerdir ki: «Ali b. İbrahim, Muhammed b. İsa'dan, o Yunus'tan, o da Ebu'l-Hasan'dan (İmam Rıza)... Yine ondan, o babasından, o da İbn Fazzal'dan şöy­le rivayet etmişlerdir: Ben Diyat kitabını İmam Rıza'ya sundum; o hazret "Doğrudur..." buyurdu.» İkinci örnekte ise şöyle demektedirler: Kuleynî ve Şeyh Tusî demişlerdir ki:

«Ali b. İbrahim, Muhammed b. İsa'dan, o da Yunus'tan; yine o babasından, o da İbn Fazzal'dan, hep birlikte Ebu'l-Hasan Ali b. Musa'r-Rıza'dan (a.s)...» «Yunus şöyle demiştir: Ben Diyat kitabını o hazrete gösterdim; o hazret (a.s), "Doğrudur... "buyurdu.»

Bu senet zincirlemesini Kuleynî, kendi "Diyat" kitabının başka bir bölümünde de kullanarak şöyle demiştir: «Ali b. İbrahim babasından, o da İbn Fazzal'dan, yine Mu­hammed b. İsa, Yunus'tan, hep birlikte bu iki kişinin (İbn Fazzal ve Yunus) şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Biz, Emirü'l-Müminin'e (a.s) ait olan "Feraiz (Miraslar)" kitabını İmam Ebu'l-Hasan Ali b.Musa'r-Rıza'ya (a.s) sunduk; o hazret, "Doğrudur... "buyurdu."»

Daha sonra söz konusu Diyat kitabının büyük bir bölümünü bu bölümde zikretmiş­tir.[236] Şeyh Tusî de, kirpiğe vurulan ve kaşın yok olmasına neden olan yaralamanın diye­tiyle ilgili hadis senetlerinin birinde Kuleynî'yi izlemiştir.[237]

Kuleynî yine Kâfi kitabının "Kasame (Yemin)" babında, söz konusu Diyat kitabının yeminle ilgili olan hadislerini, yukarıda zikredilen her iki senetle kaydetmiştir.[238]

Yine Kuleynî, "Mâ Tecibu Fihi'd-Diyetu Kâmileten Mine'l-Cerahat... (Kâmil Diyeti Farz Kılan Yaralamalar...)" babında şöyle diyor: «Ali b. İbrahim, Muhammed b. İsa'dan, o da Yunus'tan; yine ashabımızın bir grubu Sehl b. Ziyad'dan, o Muhammed b. İsa'dan, o da Yunus'tan şöyle rivayet etmişlerdir: "Yunus, Diyat kitabını İmam Rıza'ya sundu... O kitapta, duymayı kaybetmenin hükmü de yer almıştır...»

Daha sonra Kuleynî, söz konusu kitabın o bölümle ilgili hadislerini getirmiş ve so­nunda şöyle demiştir: «Ali babasından, o İbn Fazzal'dan, o da İmam Rıza'dan onun ben­zerini nakletmiştir.»[239] Şeyh Tusî de Tehzib kitabının, "Uzuv ve Organların Diyetleri..." babında, Kuleynî'nin söylediklerinin bu bölümünü aynı metin ve senetle nakletmiştir.[240]

Bu hadisin, yukarıda geçen benzer hadislerden farkı, Muhammed b. İsa'dan iki ka­nal ile rivayet edilmiş olmasıdır: a) Ali b. İbrahim, b) Sehl b. Ziyad.

Şeyh Tusî, Tehzib adlı kitabının "el-Havamil ve'1-Humul..." babında ve İstibsar kitabının, "Ceninin Diyeti" babında Ali b. İbrahim'den, o babasından, o da İbn Fazzal'dan ve Muhammed b. İsa kanalıyla Yunus'tan, hep birlikte o ikisinin (İbn Fazzal ve Yunus) şöyle dediklerini rivayet ediyor: «Emirü'l-Müminin Ali'nin Feraiz kitabını Ebu'l-Hasan İmam Rıza'ya (a. s) sunduk; oda "Doğrudur." diye buyurdu. Bu kitapta geçen konulardan biri de, Emirü'l-Müminin Ali'nin (a.s) ceninin diyetini yüz dinar olarak belirtmesidir...»[241]

Yine Şeyh Tusî, Tehzib kitabının "Baş Yaralamakla Kemiklerin Diyeti..." babında, İmam Rıza'ya (a.s) kadarki hadis senetlerini getirdikten sonra şöyle diyor:

«Ali b. İbrahim de babasından, o İbn Fazzal'dan ve Muhammed b. İsa da Yunus'­tan, ikisinin şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Söz konusu Diyat kitabını İmam Rıza'­ya sunduğumuzda; "Evet, doğrudur. Emirü'l-Müminin Ali (a.s), valilerine ona uygun dav­ranmalarını emrederdi..." [242]diye buyurdular.»

3- Hasan b. Cehm'in Rivayeti

Kuleynî, "Mâ Yumtehenu Bihi Men Yusabu Fî Sem'ihi..." bâbmda şöyle diyor: «Ashabımızdan bir grup, Sehl b. Ziyad'dan, o Hasan b. Zarif ten... Ebu Amr el-Mutatabbib bana şöyle rivayet etmiştir: "Ben bu kitabı Ebu Abdullah Cafer Sadık'a (a.s) sundum.»

Yine Ali b. Fazzal, Hasan b. Cehm'den şöyle rivayet etmiştir: «Ben onu Ebu'l-Ha­san Rıza'ya (a.s) sundum; oda bana, 'Doğrudur; onu rivayet edin.' buyurdu.»

Daha sonra onun bir benzerini zikretmiştir.[243]

Kuleynî'nin, «Ashabımızdan bir grubu Sehl b. Ziyad'dan, o Hasan b. Zariften riva­yet etmişlerdir." sözünden maksadı, Diyat kitabının Cafer Sadık'a sunulmasıyla ilgili ri­vayettir.» Yine ashabımızdan aynı grup Sehl b. Ziyad'dan, o da Ali b. Fazzal'dan kitabın İmam Rıza'ya (a.s) sunulması rivayetini de nakletmiştir. «Hadisi kısaltma ve birinci senedin başında geldiği takdirde ikinci senedin baş tarafını zikretmeme, Kuleynî ve hadis ilminin diğer ileri gelenlerinin genelde uyguladıkları yöntemdir.»

Kuleynî'nin, Ali b. Fazzal'dan maksadıda, Hasan b. Cehm kanalıyla İmam Rıza'dan (a.s) rivayet eden Ali b. Hasan b. Ali b. Fazzal'dır. Onun babası Hasan b. Ali b. Fazzal da vasıtasız olarak İmam Rıza'dan (a.s) rivayet etmiştir ki, bu husustaki açıklamamız bi­rinci senet hakkındaki konumuzda geçti.

Diyat kitabını İmam Rıza'ya (a.s) kadar ulaştıran hadis senetlerinden elde ettikleri­miz bunlardan ibarettir. Şimdi ise bunları aşağıdaki üç şemada özetliyoruz:

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

a) Hasan b. Ali b.Fazzal'ın Rivayet Zinciri:                            b) Yunus b. Abdurrahman'ın Sened Zinciri

 

İmam Rıza (a.s)                                                                                         İmam Rıza (a.s)

 

 


   Hasan b. Ali b. Fazzal                                                                                                      

 

 


      İbrahim b. Haşim                                                                               Yunus b. Abdurrahman

 

 


  Ali b. İbrahim b. Haşim

 

 

 Şeyh Kuleyni, Kâfi Kitabında                                                                    Muhammed b. İsa

 

 


Tusi, Tehzib ve İstibsar Kitaplarında

 

 

 


                                                        

                                           Sehl b. Ziyad                                                                          Ali b. İbrahim

 

 

 

 


Muhammed b. Akil              Muhammed b. Hasan          Muhammed b. Cafer            Ali b. Muhammed

        Kuleyni                                       Saffar                         Ebu Abdullah-i Esedi                          Allan

 

 

 

 

 

 


                                      Şeyh Muhammed b. Yakub-i Kuleyni, Kâfi Kitabında

 

 

 


                                                    Şeyh Tusi, İstibsar ve Tehzib Kitaplarında

                                                  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

c) Hasan b. Cehm'in Sened Zinciri:

 

 

 

 

 

İmam Rıza (a.s)

 

 

 

 

 

 

Hasan b. Cehm

 

 

 

 

 


Ali b. Hasan b. Ali b. Fazzal

 

 

 

 

 


Sehl b. Ziyad

 

 


                                                                                               

 

    Muhammed b. Akil              Muhammed b. Cafer                        Muhammed b. Hasan          Ali b. Muhammed

          Kuleyni                           Ebu Abdullah-i Esedi                                  Saffar                                      Allan

 

 

 

 

 


                                                Şeyh Ebu Cafer Muhammed b. Yakub-i Kuleyni, Kafi Kitabında

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Diyat Kitabının İmam Rıza'dan (a.s) Senet Zinciri

 

     İmam Ali Ebu'l-Hasaneyn; el-Câmi kitabının yazarı

 

 

 

 


                    Emir ve Şiileri                                                    Soyundan gelen, Cami Kitabının

                                                                                                    Mirasçıları Olan İmamlar

 

 

 

 

 


                                                                                                                İmam Cafer Sadık (a.s)

                                                                                                                               

 

 

 

 


Muhammed b. Ebi Amr-ı Mutatabbib                                                   İmam Rıza (a.s)

 

 

 


                       

                        Ravasi

 


                                                                Hasan b. Cehm                           Yunus b.                            Hasan b. Ali

                                                                                                                   Abdurrahman                       İbn Fazzal

 

 


     Abdullah b. Eyyub

 

 

 

 


       Zarif b. Nasih                                    Ali b. Fazzal                          Muhammed b. İsa              İbrahim b. Haşim

 

 

 

 


                                                Üç muhaddisin Ehl-i Beyt İmamlarına (a.s) senet zincirlemesi

 

 

 

 

 

 

****

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KONUNUN ÖZETİ

Zarif b. Nasih'e isnat edilen Diyat kitabını, Ali (a.s) kendi yazısıyla yazmış veya onu imla etmiş, ardından valilerine göndermiştir. Daha sonra Şiîleri onu kaydederek nesilden nesile aktarmışlar ve İmam Cafer Sadık'm imameti döneminde ona sunmuşlar, o da, «E-vet doğrudur, Emirü'l-Müminin Ali, valilerine ona uygun davranmalarını emretmiştir.» buyruğuyla onun doğruluğunu onaylamıştır. Bu onayı diğer bir rivayette şöyle geçmek­tedir: «O, Emirü'l-Müminin Ali'nin çeşitli konularla ilgili açıkladığı hüküm ve fetva­lardır; onu valilerine ve ordusunun komutanlarına göndermiş, halk da onu yazmıştır.»

Ondan sonra, mezkur kitabı İmam Cafer Sadık'tan (a.s) nakleden raviler zinciri, muhaddislerin ileri gelenlerinin dönemine kadar uzamıştır ki, onların arasında İmam Rı-za'nm (a.s) dönemini görüp sözkonusu kitabı o hazrete sunanlar olmuştur. İmam Rıza da onun içeriğini teyit ederek birine, «Evet; o doğrudur. Emirü'l-Müminin Ali (a.s), valileri­ne ona uygun davranmalarını emretmiştir.» şeklinde buyurmuştur. Başka birine, «O, doğrudur...» buyurmuştur. Üçüncüsüne, «Doğrudur; onu rivayet edin.» buyurmuştur.

İmam Rıza'dan sonra rivayet eden ravi zinciri, sonraki kuşak muhaddislerin ileri gelenlerinin dönemine kadar devam etmiştir. Nihayet ileri gelen muhaddislerimiz onun içeriğini Kutub-i Erbaa olan "el-Kafî, Men Lâ Yahzuruhu'l-Fakih, et-Tehzib ve el-İstib-sar" kitaplarında kaydetmişlerdir. Şöyle ki:

Şeyh Kuleynî, Diyat kitabının çeşitli bölümlerini el-Kâfi adlı kitabında dağınık ola­rak kaydetmiştir. Şeyh Saduk bu kitabın tümünü, Men La Yahzuruhu'l-Fakih adlı kita­bında bir bölümde nakletmiştir. Şeyh Tusî de et-Tehzib adlı kitabında onun tümünü bir yerde getirdiği gibi dağınık olarak çeşitli bölümlerde de rivayet etmiştir. Yine Şeyh Tusî onun bir bölümünü e\-lstibsar adlı kitabının bir bölümünden kaydetmiştir.

Diyat kitabının naklinde muhaddislerin ileri gelenlerinin Ehl-i Beyt İmamlarına ka-darki raviler zincirlemesi işte bu şekildedir. Ancak muhaddisler bunun dışında Ehl-i Beyt İmamlarından tıpkı Diyat kitabındaki konular gibi ve yine onlarla aynı mana, mefhum ve içerikte olan diğer hadisler de nakletmişlerdir. Örnek olarak, Kuleynî'nin "Diyat" bölü­mündeki rivayeti şöyledir:

1- «Aynı isnatla (bu bölümün başında, Diyat kitabının naklinde İmam Cafer Sadık -a.s- ve İmam Rıza'dan -a.s- getirilen isnatla) İmam Ali'nin (a.s), ceninin diyetini yüz dinar olarak açıkladığı ve erkeğin nutfesinin beş merhalede cenine dönüştüğünü belirttiği riva­yet edilmiştir. Şöyle ki, cenine ruh verilmeden önce diyeti yüz dinardır; çünkü Allah Te-ala insanı, süzme bir çamurdan yani nutfeden yaratmıştır. Bu, bir parçadan oluşan birinci merhaledir. Ondan sonra alaka (embriyo) merhalesi gelir, ki bu (dönemde cenin) iki parça­dan oluşmaktadır. Ardından muzğa (et parçası oluşumu) aşamasına geçilir, ki bu durumda cenin üç parçadan oluşmaktadır. Daha sonra da dördüncü parça eklenerek kemik oluşma merhalesine varılır ve ondan sonra da kemiklere et giydirilerek ceninin yaratılışı tamam­lanır. İşte bu şekilde tam diyet olan yüz dinarın beş parçası cenin için tamamlanmış olur. (Dolayısıyla öldürüldüğü takdirde kan sahibine diyet olarak yüz dinar verilir.)»

Yüz dinarı beşe bölmemiz gerektiğine göre, diyet olarak nutfeye beşte bir, yani yir­mi dinar; alakaya beşte iki, yani kırk dinar; muzğaya beşte üç, yani altmış dinar; kemiğe beşte dört, yani seksen dinar verilir; kemiğe et giydirildiği takdirde ise, diyeti tam yüz dinar olur. Ve eğer cenine ruh da verilmişse, bu durumda bir nefis ve canlı bir insan sa­yılır ki, erkek olursa kâmil diyet olan bin dinar ve eğer kız olursa beş yüz dinar verilir.


Rahmindeki bebeğin yaratılışı tamamlanmış olan hamile bir kadın öldürülür de ço­cuğunu düşürmezse ve onun erkek mi, kız mı olduğu belli olmazsa, yine annesinin öldü­rülmesinden önce mi, yoksa sonra mı öldüğü bilinmezse, bebeğin diyeti iki yan olarak verilir; yani bir yarı erkeğin diyeti ve diğer yan da kızın diyeti olarak. Öldürülen kadın­dan dolayı ise kâmil diyet ödenir. İşte ceninin altı merhalesi böyledir. Yine Ali (a. s) şöy­le fetva vermiştir: «Bir erkeği eşiyle ilişkide bulunduğu sırada korkuturlar ve meni rah­me ulaşmadan dışarıya akarsa, buna karşılık beşte birin yarısı olan on dinar diyet verilir. Ama eğer nutfe rahme yerleştikten sonra bu işi yapılırsa, yirmi dinar diyet ödenir.»

Ceninin yaralanması konusunda da o hazret, kadın ve erkeğin yaralanması husu­sunda kâmil diyet ölçü alınarak hesaplandığı gibi, yüz dinarın esas alınmasına hüküm vermiştir... Aynı bölümde Said b. Museyyib'den şöyle nakleder:

«Ali b. Hüseyin'den (a.s), "Eğer bir adam hamile kadına tekmeyle vurur da tekme sonucu kadın karnındakini ölü olarak düşürürse, diyeti ne kadardır?" diye sordum.

Şöyle cevap verdi: "Nutfe ise, yirmi dinar diyet ödenmesi gerekir." Ben, "Nutfenin tanımı nedir? " diye sordum; o şöyle buyurdu: "Erkeğin nutfesinin kırk gün boyunca ka­dının rahminde kalmasıdır." Ardından şöyle buyurdu: "Kadının düşürdüğü alaka (embri­yo) ise, kırk dinar diyet vermesi gerekir" Ben, "Alakanın sınırı nedir?" diye sorunca, şöyle cevap verdi: "Nutfenin rahimde seksen gün kalmasıdır." Sonra buyurdu ki: "Eğer düşürdüğü muzğa (et parçası) ise, altmış dinar diyet ödemelidir. "Sen, "Ya muzğanın sı­nırı nedir?" diye sordum. O hazret şöyle buyurdu: "Nutfenin rahme yerleşip orada yüz yirmi gün kalmasıdır." Daha sonra şöyle buyurdu: "Ve eğer onu canı olduğu, kemik ve eti bittiği, vücudu şekillendiği ve kendisine ruh verildiği bir hâlde düşürürse; kâmil bir diyet vermelidir."»[244] Ve yine o kaynakta Muhammed b. Müslim'den şöyle rivayet eder:

«İmam Muhammed Bâkır'dan (a.s), "Bir erkek karısını döver de kadın karnındaki 'nutfe'yi düşürürse, diyeti ne kadar olur?" diye sordum. O hazret (a.s), "Yirmi dinar öde­melidir. " Buyurdu. Ben, "Kansını döver de 'alaka' düşürürse ne olur?" diye sordum. Bu defa da, "Kırk dinar ödemelidir." buyurdu. "Peki, ya 'muzğa' düşürürse?" diye sordu­ğumda, "Altmış dinar diyet ödemelidir." cevabını verdi. "Eğer darbeler sonucu düşürdü­ğü, kemikleri oluşmuş bir cenin olursa, ne olur?" diye sordum. Bunun üzerine o hazret (a.s), "Bu durumda kâmil bir diyet vermelidir; Emirü'l-Müminin Ali'nin (a.s) de fetvası böyledir." buyurdu. Ardından ben, "Nutfenin yaratılış niteliği nedir, nasıl tanımlayabili­riz?" diye sordum. İmam, "Nutfe katı balgam (veya sümük) gibi beyaz renklidir; rahimde yer alıp kırk gün boyunca orada kalınca alakaya dönüşür." buyurdu.

Ben, "Peki, alakanın oluşum özellikleri nelerdir?" diye sordum. İmam, "Alaka, pıh-tılaşmış ve koyu kan gibidir; nutfeden dönüştükten kırk gün sonra rahimde kalarak muz-ğaya dönüşür." buyurdu. Ben, "Öyleyse muzğanın da özelliklerini belirtiniz." dedim.

Hazret (a.s), "Birbirine girmiş yeşil renkte birçok damarı olan, kızıl renkte çiğnen­miş bir et parçasıdır ki sonuçta kemiğe dönüşür." buyurdu.

Ben, "Ya kemiğe dönüşünce nasıl olur?" dedim.

Bunun üzerine şöyle buyurdu: "Kemik oluşunca onun göz ve kulak sınırı belli olur ve böylece organlar belirip bebek şekillenir; bu durumda ona kâmil bir diyet taalluk eder»[245]

İbn Muskan kanalıyla da Cafer Sadık'tan şöyle rivayet eder: «Ceninin diyeti beş parçadır: Nutfe için beşte bir olan yirmi dinar, alaka için beşte iki olan kırk dinar, muzğa için beşte üç olan altmış dinar, kemik için beşte dört olan seksen dinar, cenin tamamla­nınca da diyeti yüz dinar olur. Ona ruh verilince ise, erkek olduğu takdirde bin dinar ve­ya on bin dirhem diyet ödenir, kız olduğu takdirde de beş yüz dinar diyet taalluk eder.

Ve eğer hamile bir kadın öldürülür de rahmindeki bebeğin erkek mi, kız mı olduğu belli olmazsa, bu durumda onun diyeti iki yarıdır; bir yarı erkeğin diyetinden ve diğer yarı da kızın diyetinden ödenir ve kadına da tam bir diyet taalluk edilir.»[246]

****

Bu konuda, Cafer Sadık'ın (a.s) hadisinde açıklanan hükmün, Muhammed Bâkır'ın (a.s) hadisinde yer verilen hükümle ve bu iki İmam'ın hadisindeki hükmün, İmam Seccad'ın hadisindeki hükümle, yine onların hadislerindeki hükmün, Ali'nin (a.s) imla ettiği Diyat kitabında geçen hükümle aynı olduğunu gördük. Bu hususta İmam Muhammed Bakır ile İmam Cafer Sadık'tan nakledilen diğer iki hadis daha vardır ki onlarla, daha önce geçenler arasında özet ve geniş, genel ve detay olmak dışında bir çelişki yoktur.[247]

Yine el-Kâfi kitabında "Ceninin Diyeti" babında İmam Cafer Sadık'tan (a.s) aynı anlamda olan üç başka hadis olduğunu da görmekteyiz. Bunların birincisini Ebu Basir ri­vayet etmiştir: «Eğer bir erkek hamile bir kadının karnına vurur da darbe sonucu kadın rahmindeki bebeği ölü olarak düşürürse, o kadına yüz dinar diyet ödemelidir.»[248]

İkincisini Davud b. Ferkad, İmam Cafer Sadık'tan nakletmiştir: «Göçebe bir kadın, Resûlullah'ın (s.a.a) huzuruna geldi ve kendisini korkutarak rahmindeki bebeğin düşme­sine neden olan bir Arap'tan şikâyette bulundu. Arap, "Ağlayıp ses çıkarmayan bebeğin diyeti olmaz." deyince, Resûlullah, "...Ona yüz dirhem diyet vermen gerekir." buyurdu.»[249] Üçüncüsünü ise Sekunî İmam Cafer Sadık'tan (a.s) aktarmıştır: «Resûlullah (s.a.a), Hilaliye'nin, taş atılması sonucu düşürdüğü bebek hakkında, "Onun diyeti yüz dinardır." şeklinde hüküm verdi.»[250] Bu konuda, İmam Cafer Sadık (a.s) birinci hadiste fetva vererek kimseye nispet vermeksizin Allah'ın hükmünü belirtmiş, fakat ikinci ve üçüncü hadiste, aynı hükmü, böyle bir hükmün verilmesine neden olan meseleye de değinerek Resûlullah'tan naklede­rek beyan etmiştir.

Kâfi kitabının "Diyat" bölümünden aktardıklarımızın benzerlerinin oldukça fazla olduğunu görmekteyiz. Öyle ki bir rivayette bir hükmün açıklanması bir yerde bir İmam'dan yapılmakta, başka bir yerde de o İmam o hükmü Hz. Ali'den (a.s) ve üçüncü merha­lede ise aynı hükmü dedeleri Resûlullah'tan rivayet etmektedir. Bu durumu, Kâfi kitabı­nın yedinci cildinin şu sayfalarında görmek mümkündür: c. 7, s. 265, 266, 268, 281, 284, 285,320, 323, 326, 329, 331, 333, 334, 353-357, 360, 364-368, 370, 371, 373, ve 375.

Bu konu Kâfi'nin "Diyat" bölümüne has değildir; Kâfi dışında İmamiye Mektebi'nin Fakih, Tehzib ve îstibsar gibi diğer büyük hadis mecmualarında da durum böyledir.

"Diyat" kitabı hakkındaki incelememiz buraya vardığına göre, muhaddislerin ileri gelenleriyle Ehl-i Beyt İmamları arasındaki vasıta halkalarını tanıtmak zorundayız.

DİYAT KİTABININ RAVİLERİNİN TANITIMI

Ümeyyeoğulları'nın hükümeti döneminde, Emevî halifelerinin Ehl-i Beyt İmamla­rına ve onların izleyicilerine karşı düşmanca baskı ve hareketleri sonucu, hadis ravilerinin söz konusu kitabı vasıtasız olarak Masum İmam'dan nakleden kimseler arasındaki bağı koptu. Nihayet İmam Cafer Sadık'ın döneminde, geçmiş ravilerden kendilerine ula­şan "Diyat kitabı"nı o hazrete ve daha sonra da İmam Rıza'ya (a.s) sundular. Böylece o iki İmam'dan nakleden raviler zincirlemesi, muhaddislerin ileri gelenlerine kadar uzadı. Şimdi bu ravileri tanıyalım:

Birinci mecmuada "Diyat kitabı"nı Cafer Sadık'tan (a.s) nakleden raviler şunlardır:

1- Şeyh Kuleynî'nin Kâfi Kitabındaki Senedi

Şeyh Kuleynî "Diyat" kitabını ashabımızdan bir grup vasıtasıyla Sehl b. Ziyad'dan rivayet etmiştir ve daha önce de dediğimiz gibi o grup şunlardan ibarettir:

a)  Muhammed b. Cafer b. Muhammed b. Avn el-Esedî: Necaşî onun hayatıyla ilgili
şöyle yazmaktadır: Ebu'l-Hasan el-Kufi'dir, Rey'de oturmaktaydı. Onun telif ettiği şu eserler vardır... Bize bu kitapların tamamını şunlar bildirmiştir... Hicrî 312 yılında vefat etmiştir.» Şeyh Tusî de onun hayatından bahsederken şöyle demektedir: «Bu kitap onun telifidir:... Bu kitabın ona ait olduğunu bize bir grup haber vermiştir.»[251]

Rivayetleri Câmiu'r-Ruvat'ta da geçmiştir.                                        

b)Muhammed b. Hasan el-Saffar: Hakkında daha önce bahsetmiştik. 

c)   Allan Diye Meşhur Olan Ali b. Muhammed b. Eban el-Razî el-Kuleynî

Necaşî onunla ilgili olarak, «Allan'ın dayısının ismi Kuleynî idi.» şeklinde yazmak­ta ve Allan hakkında şöyle demektedir:

«Künyesi Ebu'l-Hasan'dır, güvenilir ve yüce bir kişidir. Onun "Ahbaru'1-Kaim" (Mehdi -a.f- ile ilgili haberler) adlı bir kitabı vardır. O, Mekke yolunda öldürüldü.»

Yine Mecmau'r-Ruvat kitabında güvenilir ve değerli bir kişi olarak tanıtılmıştır.[252]

d)  Muhammed b. Akil el-Kuleynî: Rical yazarları, özel olarak onun hakkında bir şey yazmamışlardır. Çünkü onlar usul kitaplarının yazarları ve eserleri hakkında bilgi verirler. Muhammed b. Akil de sadece ravilerden biridir. Mecmau'r-Ruvat ve Câmiu'r-Ruvat kitaplarında onun rivayet ettiği hadisler geçmektedir.[253]

Sehl b, Ziyad el-Âdemî: Necaşî şöyle diyor: «Ebu Said er-Razî, en-Nevadir adlı ki­tabın sahibidir. Bize bunu şunlar haber vermiştir...» Şeyh Tusî ise şöyle demiştir: «Onun bir kitabı var... Onun varlığını bize şunlar bildirmiştir... Sehl b. Ziyad, imam Cevad ve imam Hâdi'nin (a.s) dönemini görmüş ve hicri 250 yılında imam Hasan Askerî (a.s) ile yazışmıştır. Sehl b. Ziyad'ı zayıf ravilerden biri olarak tanıtmışlardır.»[254]

Sehl b. Hasan b. Zarif

Necaşî onunla ilgili olarak şöyle yazmaktadır: «Ebu Muhammed güvenilir olup bir­çok raviler ondan rivayet etmişlerdir. Onun icazetini bize şunlar bildirmiştir...» Şeyh Tusî de şöyle diyor: «Sehl b. Hasan'm, ashabımızdan bir grubunun bize varlığını bildir­diği bir kitabı vardır.» Erdebilî onun rivayetlerini Câmiu'r-Ruvat kitabında kaydetmiştir.

Hasan b. Zarif ise, hakkında daha önce bahsettiğimiz babası Zarif b. Nasih'ten rivayet etmiştir. Zarif b. Nasih de Abdullah b. Eyyub b. Raşid ez-Zührî'den rivayet etmiştir.

Abdullah b. Eyyub b. Raşid el-Zührî: Necaşî onun hakkında şöyle yazıyor:

«O, elbise satıcısı bir kişi olup İmam Cafer Sadık'tan (a.s) hadis rivayet etmiştir. Onun, Nevadır adında bir kitabı var. Bunu bize şunlar bildirmiştir...» Tusî de onun hak­kında şöyle diyor: «Onun, bir grup vasıtasıyla varlığını öğrendiğimiz bir kitabı vardır.»[255]

Câmiu'r-Ruvat, onun rivayetlerine yer vermiştir.

İbn Eyyub ise, "Diyat" kitabını Muhammed b. Ebu Amr el-Tabib'den, o da Cafer Sadık'tan rivayet etmiştir. Muhammed b. Ebu Amr hakkında da daha önce bahsetmiştik.

2-Şeyh Tusî'nin Senedi

Tusî'nin söz konusu kitapla ilgili senedi üç tarikle Zarif b. Nasih'e ulaşmaktadır:

a) Daha Önce Bahsettiğimiz Şeyh Kuleynî'nin Senedi

Tusî'nin senedi, Kâfi'den rivayet ederken, isimleri Tehzib kitabının Meşiha (hadis hocaları) babında geçen bir grup vasıtasıyla Kuleynî'ye ulaşmaktadır. O diyor ki: «Bu kitapta Muhammed b. Yakub el-Kuleynî kanalıyla getirdiklerimi bana, Şeyh Ebu Abdul­lah Muhammed b. Muhammed b. Nu'man, ona Ebu'l-Kasım Cafer b. Muhammed b. Kavleveyh, ona Muhammed b. Yakub... bildirmiştir.»[256] Biz bu senetle yetinerek sadece onunla Kuleynî arasındaki iki vasıtayı inceleyip tanıtmaya çalışacağız:

1-  Şeyh Müfıd, Muhammed b. Muhammed b. Nu'man: Necaşî Müfid'i şöyle tanıtı­yor: «Bizim büyüğümüz ve üstadımızdır. Fıkıhta, kelamda ve rivayette, güvenilirlikte ve ilimdeki üstünlüğü vasfedilmeyecek kadar yüce ve meşhurdur... Şu kitaplar ona aittir... h. 413 yılında vefat etmiştir. Ben onun bu kitaplarının hepsini kendisinden dinledim; on­lardan bazılarını onun kendisinden ders aldım ve diğer bazıları da defalarca onun hu­zurunda okunmuştur.»[257]

2-  Şeyh Ebu'l-Kasım Cafer b. Muhammed b. Cafer b. Musa b. Kavleveyh:
Necaşî onun hakkında şöyle yazıyor: «Ebu'l-Kasım, bizim güvenilir yarenlerimizin büyüklerinden, hadis ve fıkıhta onların ileri gelenlerindendi. O, babası ve kardeşi vasıta­sıyla Sa'd'dan hadis rivayet etmiş ve "Ben Sa'd'dan, vasıtasız olarak sadece dört hadis duydum." demiştir. Üstadım Ebu Abdullah, el-Fakih kitabını onun yanında okumuş ve ondan hadis öğrenmiştir. Ona ait şu eserler vardır... Ben bunların birçoğunu üstadım Ebu Abdullah Şeyh Müfıd (r.a) ve Hüseyin b. Ubeydullah'ın yanında okudum.» Şeyh Tusî de kendi Fihristinde onun hakkında şunları söylemiştir: «Güvenilir ve fıkıh babları sayısınca birçok telif eserleri olan bir kişiydi; bu cümle­den... eserleridir ve bunların dışında çok sayıda diğer eserleri de vardır. Onun rivayet et­tiği kitap ve usuller hakkında bir fihristi vardır. Onun kitap ve usullerden naklettiklerini içeren fihristi vardır ki rivayetlerini ve kitaplarının fihristini bir grup, bu cümleden... bi­ze bildirmişlerdir.» Yine Şeyh Tusî Rical kitabında onun hakkında şöyle yazıyor:

«Onların varlığından Muhammed b. Muhammed b. Nu'man (Şeyh Müfıd) ve... bizi haberdar etmiştir. Hicrî 368 yılında dünyadan göçmüştür. Câmiu'r-Ruvat kitabında onun hadislerini aktaran yazarların isimleri geçmiştir.»[258]

b) Şeyh Müfid ve Şeyh Saduk Vasıtasıyla ŞeyhTusî'nin Senedi: Şeyh Tusî, Şeyh Müfid'den rivayet etmiş ve Şeyh Müfid, Şeyh Ebu Cafer Muhammed b. Ali b. Hüseyin b. Babeveyh'den, o Muhammed b. Hasan b. Velid'den, o Ahmed b. İdris'den, o Muhammed b. Hisan er-Razî'den, o İsmail b. Cafer el-Kindî'den, o da Zarif b. Nasih'ten.

1-Şeyh Müfid: Hâl tercümesi ve biyografisine daha önce yer verdik.

2-  Rey şehrinde oturan Ebu Cafer Muhammed b. Ali b. Hüseyin b. Babeveyh b. Musa el-Kummî: Necaşî onun hakkında şöyle yazıyor: «Bizim büyüğümüz ve fakihimiz, Horasan Şiîlerinin önde geleniydi. Hicrî 355 yılında Bağdat'a gitti. Genç yaşlarda olmasına rağmen Şia'nın hadis ilminin ileri gelenleri, ondan hadis duymuşlardır. İbn Babeveyh'in çok sayıda kitapları vardır; bu cümleden... Biz onun tüm kitapları hakkında bilgi edindik. Ben onlardan bazılarını babam Ali b. Ahmed b. Abbas el-Necaşî'nin ya­nında okudum ve o bana dedi ki: Bağdat'ta onun dersine katıldığımız zaman, bana kitap­larını nakletme icazeti verdi. İbn Babeveyh, hicrî 381 yılında vefat etti.»

Tusî de Fihristinde, onun hakkında şöyle yazıyor: «Yüce, değerli, hadis hafızı, rica­li tanımada basiretli, araştırmacı ve rivayetleri eleştiren bir kişiydi. Kumlular arasında onun gibi hafızası güçlü ve fazla bilgiye sahip olan biri görülmemiştir. İbn Babeveyh'in telif eserleri üç yüz cilde ulaşmaktadır... Onun tüm kitap ve rivayetlerini bize ashabı­mızdan şunlar bildirmiştir... Ki onların hepsi bunları onun kendisinden nakletmişlerdir.»

Şeyh Tusî bunun benzerini kendi Rical kitabında da kaydetmiştir.[259]

3-  Muhammed b.Hasan b.Ahmed b.Velid: Necaşî onun hakkında şöyle demiştir:
«Kum âlimlerinin üstadı, fakihi ve ileri geleni olan Ebu Cafer; güvenilir, sözü kabul edi­lir ve herkesin ilgisini üzerinde toplayan bir kişidir. Onun bazı telifleri vardır; bu cümle­
den... Onun tüm kitap ve hadislerini bize şunlar bildirmiştir... h.343 yılında vefat etmiştir.»

Şeyh Tusî de kendi Fihristinde onun hakkında şöyle yazıyor: «Kadri yüce, rical il­mini bilen ve güvenilir bir kişidir. Onun birtakım kitapları vardır. Bazıları şunlardır... Ri­vayetlerini İbn Ebu Ceyyid vasıtasız olarak onun kendisinden naklen bize bildirmiş ve yine bir grup... kanalıyla ve... gibi bir diğer grup da ondan bunları nakletmişlerdir.»

Şeyh Tusî bunun benzerini Rical kitabında da kaydetmiş, Erdebilî de onun kitaplardaki rivayetlerinin yerlerini belirtmiştir.[260]

4-  Ahmed b. İdris: Necaşî onun hakkında şöyle demiştir:

«Ebu Ali Eş'arî el-Kummî, ashap ve yarenlerimiz arasında güvenilir, fakih, çok ha­dis rivayet eden, rivayeti sahih olan bir kişidir. Onun Nevadir adlı bir kitabı vardır. As­habımızdan bir grubu onun icazetini bize bildirmişlerdir. Ahmed b. İdris, hicrî 306'da Mekke yolu üzerinde Kar'a bölgesinde vefat etmiştir.» Şeyh Tusî de onun hakkında ken­di Fihristinde şöyle yazar: «Onun büyük ve faydası çok olan Nevadir adlı kitabı var. Onun diğer rivayetlerini bize Hüseyin b. Ubeydullah ve... bildirmişlerdir.»

Şeyh Tusî, Rical kitabında Telleukbura'dan şöyle rivayet eder: «İbn Hemmam'ın evinde ondan birkaç hadis duydum; fakat ondan hadisi rivayet etmek için icazet almadım.»

Câmiu'r-Ruvat d& rivayetlerinin kaydedildiği yerlere yer verilmiştir.[261]

Buraya kadar aktardıklarımızdan anlaşılan şudur: Necaşî hiçbir muhaddisten onun Nevadir kitabının ismini duymamış ve onu hiçbir muhaddise de sunmamıştır. Sadece onu rivayet etmek için icazet almıştır. Oysa Şeyh Tusî Nevadir kitabı dışında, onun riva­yetlerini kendi hadis hocalarından duymuştur. Bu ise Şeyh Tusî'nin, Diyat kitabını bir­kaç vasıtayla Zarifin rivayetine göre ondan rivayet etmiş olmasıyla çelişmez. Çünkü Di­yat kitabı, üstatlarının kendisine bildirdiği rivayetlerindendir.

5-Muhammed b. Hassan er-Razî el-Zeynebî veya Zeynî: Tusî, Fihrisfinde onun hakkında şöyle der:«Ona ait kitaplardan bazıları şunlardır... Bu kitapları bize şunlar bildirmiştir...» Necaşî de şöyle demiştir: «Ona ait kitaplardan ba­zıları şunlardır... Onun bu kitaplarını bize İbn Sazan şunlardan naklen haber vermiştir...» Câmiu'r-Ruvat kitabının yazan da onun rivayetlerini kendi eserinde kaydetmiştir.[262]

Ve İsmail b. Cafer el-Kindî: İsmail b. Cafer'in kitap ve telif eseri olmadığı için hakkında bir şey yazılmamıştır.

c) Şeyh Tusî'nin, Hasan b. Fazzal'a ve Ondan da Zarife Kadar Senedi Şeyh Tusî'nin senetleri üç tarikle Hasan b. Fazzal'a ulaşmaktadır:

Birincisi: Kâfide Kuleynî'nin vasıtasıyla: Şeyh Tusî, Şeyh Müfıd'den, o Cafer b. Muhammed b. Kavleveyh'ten, o Kâfi'de Şeyh Kuleynî'den. Kuleynî de Kâfide Ali b. İbrahim'den, o babası İbrahim b. Haşim'den, o Hasan b. Ali b. Fazzal'dan, o da Zariften. Şimdi daha önce haklarında bilgi vermediğimiz muhaddislerin kısaca hâl tercümesi:

1-  İbrahim b. Haşim el-Kummî: Keşşî şöyle demiştir:

«İbrahim b. Haşim el-Kummî, İmam Musa Kâzım'ın ashabındandı.» Necaşî diyor ki:«Aslen Kûfelidir; ancak daha sonra Kum'a gitmiştir. O, Kûfelilerin hadislerini Kum'-da yayan ilk kişidir. Onun yazmış olduğu kitaplardan, bazıları şunlardır... Bunları bize Ali b. İbrahim kanalıyla babasından şunlar haber vermiştir...» Şeyh Tusî ise şöyle demiştir:

«Onun İmam Rıza'nın huzuruna çıktığı söylenmektedir. Ona ait şu kitapların oldu­ğunu biliyorum... Bu kitapların varlığından bizi ashabımızdan bir grubu, bu cümleden... hepsi Ali b. İbrahim b. Haşim kanalıyla onun babasından haberdar etmişlerdir.»

«Câmiu'r-Ruvat kitabında onun rivayetleri kaydedilmiştir.»[263]

2-  Ali b. İbrahim b. Haşim el-Kummî: Necaşî onun hakkında şöyle diyor: Ebu'l-Hasan; hadiste güvenilir, itikadı dürüst, çok sayıda hadis duyup rivayet eden ve kendisi­ne kesinlikle itimat edilebilen bir kişidir, birçok kitap da yazmıştır. Bazıları şunlardır... Bunların varlığını, diğer kitap ve hadislerinin icazetini bize şunlar haber vermiştir...

Şeyh Tusî ise şöyle diyor: «Onun birtakım kitapları vardır. Bunları bize, Ali b. İb­rahim kanalıyla şu muhaddisler bildirmiştir... Sadece Şerayi bölümünde deve etinin ha­ram oluşuyla ilgili istisna ettiği rivayet hariç ki, onun hakkında da, "Ben onu rivayet et­miyorum." demiştir. O, Me'mun tarafından Ümmü'l-Fazl'ın, Cevad Muhammed b. Ali (a.s) ile evlendirilmesi olayını rivayet etmiştir ve biz onu birinci senetlerle aktarmışız.»

«Câmiu'r-Ruvat kitabında da onun rivayetlerine yer verilmiştir.»[264]

3-  Hasan b. Ali b. Fazzal el-Teymî el-Kufî: Necaşî onun hakkında şöyle diyor:
«O, İmam Rıza'nın ashabındandı ve İbn Sazan... Hasan'dan, onun Züht adlı bir ki­tabının olduğunu bize bildirmiştir. Yine İbn Sazan,... kanalıyla onun Mut'a ve Rical ko­nularında kitabının olduğunu bize haber vermiştir. Hasan b. Ali b. Fazzal, hicrî 224 yılında vefat etmiştir.» Şeyh Tusî de kendi Fihristinde onun hakkında şöyle yazmıştır:

«O, İmam Rıza'nın (a.s) özel ashabından olup bazı kitaplar telif etmiştir; bu cümle­den... adlı kitaplardır. Onun tüm rivayetlerini ashabımızdan şunlar bize bildirmiştir...» «Câmiu'r-Ruvat kitabında da onun rivayetleri yer almıştır.»[265]

İkincisi: Şeyh Tusî'nin, Kuleynî tariki dışında, İbn Fazzal'a kadarki ikinci senedi şöyledir: «Şeyh Tusî, Hüseyin b. Ubeydullah ve Ebu'l-Hüseyin b. Ceyyid'den ve o ikisi Ahmed b. Muhammed b. Yahya'dan, o Abbas b. Ma'ruftan, o Hasan b. Ali b. FazzaF-dan, o da Zarif b. Nasih'ten.» Bunların her birinin hâl tercümesi şöyledir:

1-  Hüseyin b. Ubeydullah b. İbrahim el-Gazairî:

Necaşî onun hakkında şöyle yazmaktadır: «Bizim büyüğümüz ve şeyhimiz Ebu Abdullah'ın birtakım telifleri vardır. Bazıları şunlardan ibarettir... Bunların tümünü ve bütün rivayetlerini nakletmek için bize icazet vermiş; hicrî 411 yılında vefat etmiştir.»

Şeyh Tusî de onun hakkında kendi Rical kitabında şöyle demiştir: «Biz ondan ha­dis duyduk ve o bütün rivayetlerini nakletmemiz için bize icazet verdi.»[266]

2-  Ali b. Ahmed b. Muhammed b. Ebu Seyyid el-Kummî:

Câmiu'r-Ruvat ve Mecmau'r-Rical kitaplarında onun hakkında şöyle geçer: «Ebu'l-Hüseyin, Necaşî ve Tusî'nin şeyhi ve üstadıdır.» Meşihatu't-Tehzib'in Şerhi'nde ise şöyle geçer: «Ali b. Ahmed b. Muhammed, Ahmed b. Muhammed b. Yahya el-Attar'dan (öl. 356) hadis edinmiş ve ondan rivayet etmek için icazet almıştır.. ,»[267]

3-  Ahmed b. Muhammed b. Yahya el-Atar el-Kummî:

Şeyh Tusî onun hakkında şöyle diyor: «Bize ondan Hüseyin b. Ubeydullah ve Ebul-Hüseyin b. Ebu Ceyyid haber vermiştir. Hüseyin b. Ubeydullah 356 yılında ondan hadis edinmiş ve ondan rivayet etmek için icazet almıştır.»

Sonra Şeyh Tusî kendisinin ona kadarki rivayet zincirlemesini Meşihatu't-Tehzib’de kaydetmiştir. Câmiu'r-Ruvatta da onun rivayetleri tanıtılmıştır.

4-  Abbas b. Ma'ruf:

Cafer b. Abdullah el-Eş'arî'nin kölesi Ebu'1-Fazl, İmam Rıza ve İmam Hâdi'nin ashabındandı. Necaşî onun hakkında şöyle yazıyor: «Kumlu ve güvenilir bir kişidir. Edeb ve... adlı kitapları vardır. Onun tüm hadis ve tasniflerini bize şunlar bildirmiştir...»

Şeyh Tusî ise şöyle diyor: «Onun çeşitli kitapları vardır; ashabımızdan şu bir grup onları bize bildirmiştir... onun rivayetleri Câmiu'r-Ruvat kitabında tanıtılmıştır.»[268]

Üçüncüsü: Şeyh Tusî'nin, Kuleynî tariki dışında, İbn Fazzal'a kadarki üçüncü se­nedi şöyledir: Şeyh Tusî, Şeyh Müfid'den, o Ebu Cafer Şeyh Saduk'tan, o Muhammed b. Hasan b. Velid'den, o Muhammed b. Hasan el-Saffar'dan, o Ahmed b. Muhammed b. İsa'dan, o da Hasan b. Ali b. Fazzal'dan.

Bunların arasından hakkında bilgi vermediğimiz muhaddisin hâl tercümesi ise şöy­ledir: Ahmed b. Muhammed b. İsa, Ebu Cafer Eş'arî el-Kummî: Necaşî onun hakkında şöyle demektedir: «Kumlu muhaddislerin üstadı, onların ileri geleni ve fakihidir. İmam Rıza (a.s), Cevad (a.s) ve Hadi'yi (a.s) görmüş ve çeşitli kitaplar telif etmiştir. Bazıları şunlardır... Onun kitaplarını bize şu âlimler bildirmiştir...» Şeyh Tusî de şöyle demiştir:

«Ashabımızdan bir grubu ve bu cümleden İbn Ebu Ceyyid ve... onun bütün kitaplarıyla rivayetlerini bize bildirmiştir.» Onun rivayetleri Câmiu'r-Ruvat kitabında tanıtılmıştır.»[269]

Yukarıda değindiğimiz bu üç kanalla Şeyh Tusî, Zarif b. Nasih'ten, o Abdullah b. Eyyub'dan, o İbn Ebu Amr el-Tabib'den, o da İmam Cafer Sadık'tan rivayet etmiştir.

Bu senetler birinci mecmuadır. Şimdi ikinci mecmuanın senet silsilesini açıklayalım

Şeyh Saduk'un Men La Yahzuruhu'l-Fakih Kitabındaki Senedi

Şeyh Saduk, Men La Yahzuruhu'l-Fakih kitabında Ali b. Hüseyin b. Babeveyh'ten, o Sa'd b. Abdullah'tan, o Ahmed b. Muhammed b. İsa'dan, o Hasan b. Ali b. Fazzal'dan, o Zarif b. Nasih'ten, o Abdullah b. Eyyub'dan, o Hüseyin Ravasî'den, o Muhammed b. Ebu Amr el-Tabib'den, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) rivayet etmiştir.

Bunların üçü hariç diğerlerinin hâl tercümesine daha önce yer verdik, şimdi ise haklarında bilgi vermediğimiz diğer üç muhaddisin hâl tercümesine değinelim:

1-  Ali b. Hüseyin b. Musa b. Babeveyh, Ebu'l-Hasan el-Kummî:

Necaşî onun hakkında şöyle demiştir: «Kendi asrında Kumluların büyük muhaddisi, fakihi ve onlar tarafından güvenilir bir kişidir. Onun birtakım kitapları vardır; bazıları şunlardır... Hicrî 328 yılında Bağdat'a gelmiş, orada Abbas b. Ömer-i Kuluzanî'ye bütün kitaplarını rivayet etmesi için icazet vermiş ve hicrî 329 yılında vefat etmiştir.»

Şeyh Tusî de onun hakkında şöyle yazmıştır: «O, makamı yüce bir fakih ve güveni­lir bir kişidir. Birçok kitap telif etmiştir; bu cümleden... adlı kitaplardır. Onun bütün ki­tap ve rivayetlerini bize Şeyh Müfıd ve... bildirmiştir.»

«Erdebilî Câmiu'r-Ruvat kitabında onun rivayetlerini tanıtmıştır.»[270]

2-  Sa'd b. Abdullah b. Ebu Halef el-Eş'arî el-Kummî: Necaşî onun hakkında şöyle demiştir:  

«Şia'nın büyük âlimlerinden, fakihlerinden ve ileri gelenlerindendir. Ehl-i Sünnet hadislerinden birçoğunu öğrenmiş ve çeşitli kitaplar telif etmiştir. Kitaplarından elimize ulaşan şunlardır... Onun kitaplarını bize şunlar bildirmiştir... Onlar demişlerdir ki: Sa'd onun bu kitaplarını bize rivayet etmiştir. Hüseyin b. Ubeydullah el-Gazairî der ki: "Ben onun el-Muntehabat kitabını Ebu'l-Kasım b. Kavleveyh'in (r.a) yanma götürüp ona oku­mak istedim. Ona, 'Sa'd'm kendisi size hadis rivayet etmiş midir?' diye sordum. O, 'Ha­yır; ondan bana babam ve kardeşim rivayet etmişlerdir; ben ise vasıtasız olarak ondan sadece iki hadis duymuşum.' Dedi." Sa'd, hicrî 301 veya 299 yılında vefat etmiştir.»

Şeyh Tusî de onun hakkında şöyle demiştir:

«Ashabımızdan bir grubu Muhammed b. Ali b. Hüseyin'den, o da babasından; yine Muhammed b. Hasan, Sa'd b. Abdullah'tan, o da kendi ravilerinden onun tüm kitap ve ri­vayetlerini bize bildirmişlerdir. Muhammed b. Ali b. Hüseyin şöyle der: "Sa'd b. Abdul lah'ın bütün kitaplarını Muhammed b. Hasan'dan rivayet etmişimdir; ancak Muntehabat kitabı bunun dışındadır; ben bu kitabın sadece bazı kısımlarını Muhammed b. Hasan'a o-kumuşum ve Muhammed b. Musa'nın ve.. .rivayet ettikleri hadisleri de ona bildirmişim.»

«Sa'd'ın hadisleri Câmiu'r-Ruvat kitabında belirtilmiştir.»[271]

3-Hüseyin b. Osman b. Ziyad el-Ravasî:

Keşşî, kendi Ricali'nde, s. 236'da ondan rivayet etmiş, aynı kitabın 372. sayfasında ondan başka biriyle birlikte bahsetmiş ve sonra şöyle vurgulamıştır: «Bunların hepsi üs­tün, seçkin, güvenilir ve seçkin kişilerdir.» Şeyh Tusî de kendi Fihrist'inde onun hakkın­da şöyle demiştir: «Onun, senetle bize aktarılan bir kitabı vardır.»

«Erdebilî de onun hadis kitaplarındaki rivayetlerinin yerlerini belirtmiştir.»[272]

****

Buraya kadar Diyat kitabını İmam Cafer Sadık'tan nakleden raviler zincirini tanıt­maya çalıştık. Şimdi ise bu kitabı İmam Ali b. Musa Rıza'dan aktaran raviler zincirini tanıyalım. Mezkûr kitabın senedi üç yolla İmam Rıza'ya (a. s) ulaşmaktadır:

a)     Hasan b. AH b. Fazzal'dan rivayet edenler: Şeyh Tusî kendi senediyle Şeyh Kuleynî'den, o Ali b. İbrahim'den, o babası İbrahim b. Haşim'den, o Hasan b. Ali b. Faz­zal'dan, o da İmam Rıza'dan (a.s)... Bunların hâl tercümesine daha önce değinmiştik.

 

b)     Yunus b. Abdurrahman'dan nakledenler:

Şeyh Tusî kendi isnadıyla Kuleynî'den, o ashabımızdan bir gruptan, onlar Sehl b. Ziyad'dan, o Muhammed b. İsa'dan, o Yunus b. Abdurrahman'dan, o da İmam Rıza'dan (a.s)... Yine Ali b. İbrahim kanalıyla Muhammed b. İsa'dan aynı senette.

Bu senette yer alan ve haklarında şimdiye kadar bilgi vermediğimiz ravilerin hâl tercümesi ise şöyledir:       

1-  Muhammed b. İsa b. Ubeyd el-Yaktinî, Esed. Huzeyme'nin kölesi:

Necaşî onun hakkında şöyle diyor: «Ebu Cafer, bizim ashabımız (Şiîler) arasında yüce bir makama sahiptir. O, seçkin, güvenilir, çok rivayet eden, iyi ve güzel tasnifleri bulunan bir kişidir. Bağdat'a yerleşmiş, İmam Cevad'dan (a.s) yazışma ve görüşme yoluy­la rivayet etmiştir. Ondan geriye kalan kitaplar şunlardan ibarettir.. .»[273]

Daha sonra onun kitaplarının rivayet senedini, «Muhammed b. İsa onu kitaplarını ve rivayetlerini bize nakletmiştir.» diyen Himyerî'ye kadar ulaştırmıştır.

Necaşî, Ahmed b.Muhammed'den, o Sa'd'dan, o da Muhammed b.İsa'dan soru ve cevap şeklinde birtakım meseleleri rivayet etmiştir. Tusî Fihristte, onun kitaplarının isim­lerini sıralamış ve şöyle demiştir: «Bu kitapların varlığını bir grup, bu cümleden... bize haber vermiştir.» Erdebilî de onun çeşitli kitaplardaki riayetlerinin yerini belirtmiştir.»

2-  Yunus b. Abdurrahman,

Benî Esed'in kölesi Ali b.Yaktin'in kölesi: Necaşî onun hakkında şöyle demektedir:

«Onun, ashabımız arasında yüce bir makamı, saygınlığı ve önceliği vardır. Hişam b. Abdulmelik'in döneminde dünyaya gelmiş, Cafer Sadık'ı (a.s) görmüş, ondan hadis rivayet etmemiştir. Sadece İmam Rıza (a.s) ile oğlu İmam Musa Kâzım'dan rivayet etmiş ve İmam Rıza'nın teveccühünü kazanmıştır; öyle ki İmam, ilim ve fetvada onu gösteri­yordu. Yunus'un çeşitli telif eserleri vardır; bu cümleden...»

Daha sonra Necaşî kitaplar konusunda senedini, "Yunus b. Abdurrahman'ın kendisi bütün kitaplarını bize aktarmıştır." söyleyenleri Muhammed b. İsa'ya kadar vardırmıştır.

Tusî de Fihrist'inde şöyle yazıyor: «Onun yazmış olduğu kitapların sayısı otuzun üzerindedir. Kitaplarının ve rivayetlerin tümünü bize şunlar haber vermiştir.»

«Erdebilî de onun rivayetlerinin sayısını ve onların kaydedildikleri yerleri belirtmiştir.» [274]

c) Hasan b. Cehm'den rivayet edenler:

Şeyh Kuleynî ashabımızdan bir gruptan, onlar Sehl b. Ziyad'dan, o Ali b. Hasan b. Ali b. Fazzal'dan, o Hasan b. Cehm'den, o da İmam Rıza'dan (a.s)...

 

1-Ali b. Hasan b. Fazzal:

İkrime b. Rib'î el-Feyyaz'ın kölesi: Rical-i Keşşi’de onun hakkında şöyle geçer: «Ehl-i Beyt İmamları'ndan ulaşan her konuda, onun yanında olmayan hiçbir yazı yoktu.» Necaşî de onunla ilgili şöyle yazmaktadır:

«Ebu'l-Hasan, ashabımızın Kufe'deki fakihlerinden ve ileri gelenlerinden güvenilir biridir. Hadis ilmine vâkıftı, bu alandaki sözleri herkes tarafından kabul edilirdi. Ondan birçok hadisler duyulmuştur. Rivayetlerde yanıldığı, haktan saptığı ve kınanmasına ne­den olacak bir şey yaptığı görülmemiştir. Onun zayıf bir raviden rivayet etmesine az rastlanmıştır. Fatahî mezhebindendir ve babasından hiç rivayet etmemiştir.»

Necaşî daha sonra şöyle diyor: «Ben on sekiz yaşında iken, henüz rivayetleri anla­ma gücüne sahip olmadığım ve onları ondan rivayet etme yetkim olmadığı hâlde onunla kitaplarını karşılaştırıyordum. O, babalarından rivayet eden iki kardeşinden rivayet etmiş ve birçok kitap yazmıştır; bu cümleden elimize ulaşan şu kitabıdır...»

Daha sonra diyor ki: «Muhaddislerimizden bir grubunun, Ali b. Hasan b. Fazzal'a isnat edilen Esfıyau Emiri'l-Müminin kitabının gerçekte ona ait olmadığını, böyle bir şeyin aslının olmadığını söylediklerini duydum. Şöyle demişlerdir: Bu kitabın rivayetleri Ebu'l-Abbas b. Ukde ve İbn Zübeyr'e daha yatkındır. Çünkü biz bu iki kişiden hadis nak­leden kimselerden hiç birinin, "Onu üstadıma okudum." dediğini görmüş değiliz. Evet, bu kitap bu iki kişiye ancak icazet yoluyla isnat edilmektedir.»

Necaşî'nin maksadı şudur: Esfıyau Emirü'l-Müminin kitabını İbn Ukde ve İbn Zübeyr, Ali b. Fazzal'dan icazet yoluyla rivayet etmişlerdir ve bu ikisinin öğrencilerinden hiç birinin, "Bu kitabı bu iki kişiye okudum." dediği görülmüş değildir. Dolayısıyla, mezkûr kitabın senedi kıraat (okumak) yoluyla Ali b. Fazzal'a ulaşmamaktadır.

Necaşî sonra şöyle diyor: «Ahmed b. Hüseyin, Namaz, Zekât, Hac Amelleri, Oruç ve... kitaplarını Ahmed b.Abdulvahid'in yanında öğrendiği müddet içerisinde okumuştur. Ben de oruç kitabını İbn Zübeyr'in Ali b. Hasan'dan rivayetiyle Meşhed-i Atika'da oku-dum.»Ve böylece Necaşî bize İbn Fazzal'ın diğer kitaplarının da olduğunu bildirmiştir.

Dolayısıyla, Necaşî'nin kendisi arkadaşının İbn Fazzal'ın kitaplarını hocasının ya­nında okuduğuna şahit olmuştur. Nitekim Necaşî'nin kendisi de İbn Fazzal'ın kitaplarını Meşhed-i Atika'da kendi hocasının yanında okumuştur.

Ardından Necaşî şöyle demiştir: «Başka senetlerle, Muhammed b. Cafer, Ahmed b. Muhammed b. Said'den, o da Ali b. Hasan'dan bize onun kitaplarını bildirmiştir.»

Maksadı şudur: Muhammed b. Cafer, Ahmed b. Muhammed b. Said'den ve o da İbn Fazzal'ın kendisinden onun kitaplarını almıştır. Böylece Muhammed b. Cafer bu se­netle, diğer bir gruba ve bu cümleden Necaşî'ye İbn Fazzal'ın kitaplarını bildirmiş bu iki yolla Necaşi İbn Fazzal'ın kitaplarını rivayet etmiştir.

Şeyh Tusî ise Fihrist'inde şöyle yazmaktadır: «Güvenilir, çok ilim sahibi, güzel te­lif ve akıcı bir kaleme sahip olan ve çok sayıda hadis bilen Kufeli İbn Fazzal, Ehl-i Beyt İmamları'na karşı düşmanlığı olmayan ve mezhepte On İki İmam Şia'sına yakınlığı olan bir kişidir. Kitapları güzel rivayetlerle doludur. Onun otuz cilt kitabı olduğu ve bu cüm­leden... adlı kitaplar yazdığı söylenmektedir. Bu kitapları bize, birçoğunu kendi yanında okuyan ve geri kalanını da icazetle Ahmed b. Abdun, o duyma yoluyla Ali b. Muhammed b. Zübeyr'den, o da icazet yoluyla Ali b. Hasan b. Fazzal'dan haber vermiştir.»

«Erdebilî, onun rivayetlerini kendi Câmiu'r-Ruvat adlı kitabında kaydetmiştir.»

2- Hasan b. Cehm:

Necaşî onun hakkında şöyle diyor: «Hasan b. Cehm, Bukeyr b. A'yen eş-Şeybanî ez-Zerarî'nin oğludur. Künyesi Ebu Muhammed'dir ve güvenilirdir. İmam Musa b. Cafer ve Ali b. Musa'dan rivayet etmiştir ve... aklı kitabı ona aittir. Bunu bize ashabımızdan bir grubu, bu cümleden... haber vermiştir.» Şeyh Tusî de Fihrisfinde, onun hakkında şöyle yazıyor: «Mesail kitabı onun eseridir ve bize onu şunlar bildirmiştir...»

«Erdebilî Câmiu'r-Ruvat'da onun rivayetleri hakkında bahsetmiştir.»[275]

Senetlerin Karışması ve Birbirine Girmesi:

Daha önce gördük ki:

a) Abdullah b. Eyyub, Diyat kitabını bir defa Hüseyin er-Ravasî kanalıyla İbn Ebu Amr'dan ve bir defa da İbn Amr'm kendisinden rivayet etmiştir.

b)  Hasan b. Ali b.Fazzal Diyat kitabını bir defa Zarif b.Nasih kanalıyla Cafer Sadık­tan ve bir defa da bu kitabı kendisi İmam Rıza'ya sunarak onu o hazretten rivayet etmiştir

c)  Sehl b. Ziyad bu kitabı bir defa Hasan b. Zarif kanalıyla babası Zariften, o Eyyub'dan, o İbn Amr el-Tabib'den, o da Cafer Sadık'tan (a.s), bir defa da Muhammed b. İsa kanalıyla Yunus b. Abdurrahman'dan, o da İmam Rıza'dan (a.s) rivayet etmiştir.

d)  Muhammed b. Hasan el-Saffar bu kitabı bir defa Ahmed b. İsa kanalıyla Hasan b. Ali b. Fazzal'dan, o Zariften; ikinci defa Sehl b. Ziyad kanalıyla Hasan b. Zariften, o Zariften ve Zarif de kendi senediyle İmam Cafer Sadık'tan; üçüncü defa da Sehl b.Ziyad kanalıyla Muhammed b. İsa'dan, o Yunus'tan, o da İmam Rıza'dan (a.s) rivayet etmiştir.

e)  Ali b. İbrahim bir yerde Diyat kitabını babası kanalıyla Hasan b. Fazzal'dan, o Zariften ve Zarif de kendi senediyle İmam Rıza'dan (a.s); bir başka yerde de Muham­med b. İsa kanalıyla Yunus'tan, o da İmam Rıza'dan (a.s) rivayet etmiştir.

f)   Muhammed b. Hasan b. Velid bu kitabı bir defasında Ahmed b. İdris kanalıyla Muhammed b. Hisan'dan, o İsmail'den, o da Zariften; başka bir defasında ise Muham­med b. Hasan el-Saffar kanalıyla Ahmed b. İsa'dan, o Hasan b. Fazzal'dan, o Zariften ve Zarif de kendi senediyle İmam Cafer Sadık'tan (a.s) rivayet etmiştir.

g)  Şeyh Kuleynî mezkûr kitabı dört senetle Sehl'den, iki senetle Muhammed b. İsa ve Yunus'tan rivayet etmiştir ve sonunda da üç senetle İmam Rıza'ya (a.s) ulaştırmıştır.

h) Şeyh Saduk ise Diyat kitabını daha önce geçen iki kanalla Muhammed b. Hasan'dan naklederek İmam Cafer Sadık (a.s) ile İmam Rıza'ya (a.s) ulaştırmıştır.

İşte böylece Diyat ve benzeri kitaplarını rivayet ederken senetlerde bir türlü karı­şıklık meydana gelmiştir. Rivayetlerin çok olması nedeniyle de senetlerin birinde zayıf bir ravinin yer aldığı görüldüğü takdirde, bu durum, diğer senette adil ravilerin yer alma­sıyla telafi edilerek hadisin sahih olduğuna hükmedilir.

Ayrıca, mühaddislerin müracaat ettikleri bir "asi" veya ondan alman bir kitabın on­ların asrında meşhur olması ve onun nakli yazarından mütevatir olabilir. Tıpkı günümüzdeki Kütüb-i Erbaa'nın (Kâfi, Men la Yahzuruhu'l-Fakih, Tehzib ve Istibsar) bugün bizlerin arasında meşhur olması gibi. O nedenle de söz konusu kitapların, yazarlarına ait olduğu­nu ispatlama gereği duymuyorlardı; sadece okuma yoluyla kitabın müellife kadar olan senetlerini zikrederlerdi, bazen de başka vasıtaların okuma yolunu içeren senetlerine ila­veten bir veya birkaç vasıtayla icazete dayalı şekilde naklederlerdi.

Ve yine Diyat kitabının senet zincirinin İmam Cafer Sadık (a.s) ve İmam Rıza'ya (a. s) ulaşmasını göz önünde bulundurduktan sonra, Ehl-i Beyt İmamları'nın babası Emir-ü'1-Müminin Ali'ye (a.s) ulaşan senedinin kopması, onun Masum İmamlar'a isnat edilme­sinin doğruluğuna bir zarar vermez.

*   *   *

Böylece Zarifin "asl"ı veya daha doğru bir tabirle Zarifin rivayetiyle Diyat kitabı, hadis mecmualarının arasında yer aldı, onların bir parçası hâline geldi ve onlar aracılı­ğıyla da bizlere ulaştı. Gerçi bunun aslı münferit olarak muhaddislerin elinde idi ve her biri bir diğerinden naklediyordu. Nitekim hicrî 601 yılında Kûfe'de dünyaya gelen ve hicrî 689 veya 690'da Hille şehrinde vefat eden Şeyh Ebu Zekeriyya Yahya b. Ahmed b. Yahya b. Hasan el-Huzelî, Camiu'ş-Şerayi adlı kitabının Diyat bölümünün sonunda şöy­le yazmaktadır: «Buraya ulaşınca ki bu konuyu ele almamdan amacım buydu, hakkını gözetmek üzerime farz olan bir kimse benden, senetlerle Diyat kitabının Zarif b. Nasih'e (r.a) ulaştığını ispatlamamı istedi. Bunun üzerine onun isteğine cevaben yüce Allah'ın iz­niyle şöyle açıklıyorum: Bildirdi bana...»

Daha sonra Şeyh Kuleynî ve Şeyh Tusî'ye kadar sekiz vasıtadan ibaret olan senet­leri getirmiştir. Örneğin şöyle demiştir: Şeyh Muhammed b. Ebu'l-Berekat b. İbrahim el-Sen'anî hicrî 636 yılının receb ayında Şeyh Ebu Abdullah Hüseyin b. Hibetullah b. Ratbe el-Suravî'den, o Ebu Ali'den, o oğlu Şeyh Ebu Cafer el-Tusî'den... bana bildirmiştir.[276]

Zaria kitabının yazarı üstadım Bozorg Tahranî şöyle demiştir:[277] «Yazarın el yazma­sı olan ve kendisine okunan Camiu'ş-Şerayi kitabının bir nüshası şimdi Kazimeyn şehrin­de, efendimiz Hasan Sadruddin'in kitaplığında vardır. Müellif orada şöyle yazmıştır:

«Bunun tamamım benim yanımda okudular ve ben de dinledim. Allah Teâlâ onu ve bizi kendi isteklerine muvaffak kılsın; Muhammed (s.a.a) ve Ehl-i Beyti'nin hürmetine. Bunu Yahya b. Said h. 681 yılının cemaziyelahir ayında yazmıştır.»

Nuri, Müstedrekü'l-Vesail [278] adlı kitabının sonunda, kitapların içeriği ve onların ya­zarlarının hâl tercümelerini açıklarken şöyle yazıyor: «Diyat kitabı meşhur 'asıllardandır ve muhaddislerin ileri gelenleri tarafından güvenilir sayılmaktadır...» Sonra şöyle diyor: «Kısacası bu kitap tanınmış, bilinmiş ve güvenilirdir. Şeyh Hür Amilî onun içeriği­ni Vesail adlı kitabında (Vesailü'ş-Şiâ İlâ Tahsili Mesaili'ş-Şeria)[279] Kâfi, Tehzib ve Men La Yahzuruhu'l-Fakih kitaplarından nakletmiş ve onu farklı bablara ayırmıştır; fakat biz o-nu asıl kaynağından naklettik ve bu ikisi arasında bazı yerlerde ihtilâfa rastlanmaktadır.» Görüyoruz ki bu "asi" veya kitap, hicretin birinci asrından hicretin on beşinci asrı olan günümüze kadar muhaddislerin ellerinde dolaşmaktadır. Bazen kitabın kendisine müracaat etmekteler ve bazen de ondan nakleden kişilere. Öyle ki hiçbir zaman onunla ilişkileri kesilmemiştir. Onun asıl nüshasına müracaat eden son kişi ise, hadislerini Müstedrekü'l-Vesail adlı kitabının Diyat bölümünde zikreden Muhaddis Nuri'dir (öl. 1320).

* * *

Buraya kadar muhaddislerin "asıl" kitaplarına ve diğer küçük hadis mecmualarına nasıl müracaat ettiklerini göstermek için örnek olarak Zarifin rivayetiyle Diyat kitabına müracaatlarına değindik. Şimdi ise, konumuzun sonunda muhaddislerin senet zincirleri­nin "asıl" kitaplarıyla diğer küçük hadis mecmualarının sahiplerine ve onlardan da Ehl-i Beyt İmamlarına nasıl ulaştığını inceleyelim.

EH-İ BEYT MEKTEBİNDE MUHADDİSLERİN SENET ZİNORLERİNİN EHL-İ BEYTE ULAŞMASI

Bunu anlayabilmek için muhaddislerin bu konudaki bazı ıstılahlarını incelemek zorundayız. Muhaddisler, hadisi alma ve nakletme yollarını şu şekilde sıralamaktadırlar:

1- Hocadan Duymak: En güzel metod, hadisi muhaddis olan hocanın kendi dilin­den duymaktır; ister hoca hadisi hıfzından söylesin, ister kitabından okusun. Bu durum­da onun öğrencisi hadisi rivayet ederken şöyle der: "Falancadan duydum." veya "Bana söyledi." Bazen de, "Bize haber verdi." der. 

2-Hocanın Yanında Okumak:

Burada öğrenci, hadisi muhaddis olan hocasına sunduğu için buna "arz" (sunu) da denmektedir. İster bu arz, ravinin hıfzından, ister bir kitaptan okuma şeklinde olsun ve yine ister hoca kendisine okunan hadisi kendi elindeki veya güvenilir ve mutmain bir ki­şinin elindeki "asi" ile, ister hıfzındaki ile karşılaştırsın, hiç fark etmez.

Böyle bir durumda, öğrenci bu hadisi başka bir yerde rivayet etmek isterse, "Bunu falan kişiye okudum." veya "Biri okudu, ben duydum ve hoca da onu onayladı." der. Şöyle de diyebilir: "Kendisine okunma suretiyle bize söyledi veya bize haber verdi."

Her iki durumda da öğrenci dışında başka biri de olursa, "Bize haber verdi." "Bize bildirdi." şeklinde çoğul zamirini kullanır. Hadisin tamamı duyulduktan veya kitabın tü­mü okunduktan sonra muhaddis olan hoca dinleyenlere onu rivayet etme icazeti verir.
3- Münavele (Elden Teslim Etmek[280]): Bu ise iki kısımdır:           

a) "Arzu'l-Münavele" denilen icazetle birlikte yapılan münavele: Bunun karşısında ise duymaktan daha aşağı mertebede yer alan "Arzu'l-Kıraat" yer almıştır.

b) İcazetsiz Münavele: Şöyle ki: Muhaddis olan hoca, öğrencisine bir kitap vere­rek, "Bu benim duyduklarım veya rivayetlerimdir." der ve ona, "Onu benden taraf riva­yet et." Veya "Sana onu benden taraf rivayet etmene icazet verdim." demez. Her ne ka­dar bazı hadis hocaları, bu durumda onu rivayet etmesinin caiz olduğunu söylemişlerse de, ancak daha doğru olanı, öğrencinin onu rivayet etme hakkı olmayışıdır ve eğer riva­yet ederse, "Bize falanca münavele suretiyle söyledi." veya "Bize münavele suretiyle bil­dirdi." şeklinde "münavele" kelimesini kullanmalı ve duyma veya okumayla karıştırıl­maması için sadece "Bize söyledi." veya "Bize bildirdi." cümlesiyle yetinmemelidir.

4- Yazma: Bu metod, muhaddis olan hocanın, rivayet ettiği hadisi gaipte veya ha­zırda olan kimse için kendi hattıyla yazması veya güvenilir ve mutmain birisine onu yazması için izin vermesi durumunda söz konusudur ve bu ise iki kısımdır:

a)  İcazetli Yazma: Hoca öğrencisine yazar ki: "Senin için yazdığım veya yazdırdı­ğım hadisleri rivayet etmen için sana icazet verdim." Veya icazet mefhumunu veren bu­nun gibi bir şey yazar. Bu tür yazma, sıhhat ve kuvvette tıpkı icazetli münavele gibidir.

b)  İcazetsiz Yazma: Bu yöntemle alınan hadisin rivayetinin caiz olup olmadığında ihtilâf vardır.

5-  İcazet: İcazet, izin vermek ve muvafakat etmekten ibarettir. Şöyle ki, örneğin muhaddis hoca, "Şunu rivayet etmene icazet verdim." veya "Filan kitabı ya da duydu­ğum hadisleri veya bu fihristimin içeriğini rivayet etmene icazet verdim." der. Elbette icazet veren hoca, sadece kendisinin aldığı hadisler için icazet verebilir; kendisinin şah­sen almadığı hadisler için icazet vermesi caiz değildir.

Muhaddis hocasından icazet alan kimse de, "Rivayet etmeme icazet verilen hadisi senin rivayet etmene icazet verdim." diyerek başkasına icazet verebilir.

6-   İlân: İlân, muhaddis hocanın, hadis ilmi talibine, "Onu benim kanalımla rivayet et" veya "Onu rivayet etmene icazet verdim" veya benzeri bir söz söylemeksizin bu kitap veya bu hadisin onun kendi rivayeti olduğunu veya onu falancadan duyduğunu bildirme­sidir. Bu yolla alman hadisin rivayetinin caiz olup olmadığında iki farklı görüş vardır.

7-  Bulmak:

İnsanın kendisiyle aynı asırda olan veya olmayan muhaddisten duymaksızın ve on­dan rivayet etme icazeti olmaksızın onun el yazısıyla bir hadis bulmasına denir. Bu du­rumda o hadisi o muhaddisten rivayet edemeyeceği konusunda ittifak vardır. Sadece şöyle diyebilir: "Falancanın hattıyla şu hadisi buldum." veya "Falancanın hattıyla şu ha­disi okudum." veya "Falancanın kitabında şu hadisi gördüm." Ardından da senetleriyle birlikte hadisin metnini zikreder.[281]

***

Bütün bu durumlarda, tanınmayan meçhul bir kişi, başka bir meçhul kişiye, üçüncü meçhul bir kişiden bir şey aktarmamakta; aksine, ortada bir hoca, bir öğrenci ve bir de hadis veya kitap vardır ki, bunların her biri gerçekten de mevcut, malum ve müşahhastır.

MUHADDİSLERİN EHLİBEYT İMAMLARINA ULAŞAN RİVAYET BAĞLARI

Muhaddislerin ıstılahlarının tanımıyla ilgili zikrettiklerimizin ışığında onların hadis senetleri hususundaki ifadelerini inceleyeceğiz ve böylece muhaddislerin rivayetinde Ehl-i Beyt İmamlarına bağlandığı kanalların sağlamlık derecesini öğrenmiş olacağız.

Zarif b. Nasih'in Biyografisi

Necaşî şöyle demiştir: «Zarif b. Nasih, güvenilir bir kimsedir ve birtakım kitapları vardır, bu kitaplarından biri de ashabımızdan bir grubun bizlere rivayet ettikleri Diyat kitabıdır. Ashabımızdan bir grup, Ebu Galib Ahmed b. Muhammed'in şöyle dediğini bi­ze haber verdi: "Diyat kitabını Abdullah b. Cafer bana okudu ve ben de dinledim; dedi ki: Hasan b. Zarif onu bize babasından naklederek söyledi."»

Şeyh Tusî de şöyle demiştir: «Zarif b. Nasih'in Diyat adlı bir kitabı vardır. Şeyh Ebu Abdullah bize haber verdi... Hakeza İbn Ebî Ceyyid de bize haber verdi...»[282]

Görüldüğü gibi Necaşî'nin buradaki ifadesi şöyledir:

«Ashabımızdan bir gurup, Ebu Galib'in şöyle dediğini bize haber verdi.» "Ehberena" (bize haber verdi) terimi onun terminolojisinde öğrencinin muhaddis üstadından din­lemesi ile öğrencinin veya arkadaşın muhaddis üstadın yanında okuması ve üstadın bunu dinlemesi arasında ortak olarak kullanılmaktadır. Bütün bu hususların ashaptan bir gru­bun Ebu Galib'den naklettiği rivayetlerde gerçekleşmiş olması uzak bir ihtimal değildir.

Ama Ebu Galib'in üstadından rivayet etmesi ve senet zincirinin sonuna dek aktarı­mı içindeki terimlerin anlamı gereğince şüphesiz üstattan işitme şeklinde gerçekleşmiştir

Tusî de el-Fihrist adlı kitabında, "Müfid ve İbn Ebî Ceyyid bize haber verdi." diye­rek senedin başındaki "bize haber verdi" ifadesini zikretmiştir. Oysa Şeyh Tusî, Tehzib ve Istibsar kitaplarının rivayetlerindeki senetlerin başındaki bu ifadeleri zikretmemiştir.

Şeyh Saduk da bu metodu el-Fakih kitabında ve ondan önce de Kuleynî el-Kâfi kitabında kullanmış ve Diyat kitabının senetlerinin başındaki ifadeleri zikretmemişlerdir.

Bu, çoğu rivayetlerde hadis büyüklerinin kullandığı bir metottur; senetlerinin ba­şındaki ifadeleri atar, bazen kısaltmalarla onlara işaret eder; bazen de herhangi bir kısalt­ma kullanmadan, örneğin "Ali b. İbrahim babasından" veya "Ashabımızdan bir grup veya bir grup, Sehl b. Ziyad'dan." der, daha sonra başka bir yerde bu kısaltmalan veya kısaca değinmeleri açıklayarak senedin tamamım zikrederler. Nitekim Şeyh Saduk Men la Yahzuruhu'l-Fakih adlı kitabının sonunda ve Şeyh Tusî İstibsar ve Tehzib adlı kitapla­rının sonunda bu şekilde üstatlarını zikretmişlerdir.

"Diyat kitabının ravileriyle tanışma" konusunda da ifade ettiğimiz gibi maksadı­mız, ravilerin üstatlarından birinin biyografisini yazarken o üstadından hadisi nasıl aldıklarını da açıkladıklarını göstermektir. Biz bu biyografilerde söylenenlere baktığımızda hadis alma ve nakletme hususunda, "Ancak bu kadar olur." dedirtebilecek bir titizlik ve özen gösterildiğini görmekteyiz.

Örneğin, bakıyorsunuz bir âlim, hadis üstatlarından birinden dört hadisi vasıtasız olarak rivayet etmektedir. Zira o bu hadisleri bizzat kendi kulağıyla muhaddisten işitmiştir. Ama diğer rivayetleri, babası ve kardeşi vasıtasıyla ondan rivayet etmektedir.      

Bir diğeri, babasından mukabele esnasında muhaddisin kitaplarını işitmiş olmakla beraber onları vasıtasız olarak babasından rivayet etmektedir. Zira o zamanlar henüz on sekiz yaşlarında olduğundan hadisin anlamını tam olarak anlayamamıştır. Bu yüzden de o kitapları aklî rüşte erdikleri yıllarda işitmiş olan iki kardeşi vasıtasıyla babasından ri­vayet etmektedir.

Üçüncü bir şahıs, "Şerayi" adlı kitapta yer alan tüm rivayetleri nakledip deve etinin hükmü hakkındaki bir hadisi istisna ediyor ve onu rivayet etmede ihtiyat ediyor.

Dördüncü bir kimse şöyle diyor: Ben üstattan İbn Hemmam'ın evinde çok az sayı­da rivayet işittim, ama kendisinden icazetim yoktur.

Araştırmacı bir insan, bütün bu zikrettiklerimizden ve hadislerin senet zincirlerin-deki bunların benzeri çok sayıdaki örneklerden, ayrıca icazetnamelerin içeriğinden hadis büyüklerinin Ehl-i Beyt İmamları'na (a.s) ulaşan senet zincirlerinin beşerî güç sınırları içinde doğruluğundan ve esenliğinden emin olur.

Bu husus açıklığa kavuştuktan sonra şimdi de asırlar boyunca Ehl-i Beyt Mektebi fakihlerinin ve söz konusu hadis büyüklerinin telif etmiş olduğu büyük hadis mecmuala­rına nasıl bir bağ ve zincir ile ulaştıklarını incelememiz gerekir. Örnek olarak da bu konuda Ehl-i Beyt Mektebi'nün ilk hadis mecmuası olan en eski kitaplardan biri sayılan Kuleynî'nin el-Kâfi kitabına nasıl bir bağ ile ulaştıklarını ele alalım.

Şeyh Tusî el-Fihrist adlı kitabında şöyle yazmaktadır: «Ebu Cafer Muhammed b. Yakub Kuleynî, güvenilir ve hadisleri bilen biridir. Bazı kitapları da vardır. Bu kitaplar­dan biri de otuz kitaptan oluşan el-Kâfi kitabıdır. Bu kitabın ilk kitabı ise akıl kitabıdır.» Şeyh Tusî, daha sonra bu kitapların (bölümlerin) isimlerini kaydetmiş ve son olarak şöyle demiştir: «Ravza kitabı, el-Kâfî’nin en son kitabıdır.»

Sonra şöyle devam ediyor: «Onun bütün kitaplarını ve rivayetlerini Şeyh Ebu Ab­dullah Muhammed b. Muhammed b. Nu'man, Ebu'l-Kasım Cafer b. Muhammed b. Kavleveyh'ten, o da Muhammed b. Yakub'dan naklen bize haber vermiştir.»

Ayrıca Hüseyin b. Ubeydullah bize el-Kâfi kitabının çoğunu yanında okuduğu kim­selerden naklen haber vermiştir. Bunlardan bazıları şunlardır: «Ebu Galib Muhammed b. Muhammed Zerarî, Ebu'l-Kasım Cafer b. Muhammed b. Kavleveyh, Ebu Abdullah Ah-med b. İbrahim Saymurî (İbn Ebî Rafî'diye meşhurdur). Ebu Muhammed Harun b. Musa Telleukburî, Ebu'l-Mufazzal Muhammed b. Abdullah b. Muttalib Şeybanî...» Bunların tümü, Muhammed b. Yakub Kuleynî'den işitmişlerdir. Hakeza büyük âlim «Murteza, Ebu'l-Hasan Ahmed b. Ali b. Şuayb el-Kûfî'den, o da Muhammed b. Yakub'dan naklen bize haber vermiştir.»

Hakeza «Ebu Abdullah Ahmed b. Abdun, Ahmed b. İbrahim Saymurî ile Tiflis ve Bağdat'ta kumaş ticaretiyle uğraşan Ebu'l-Hüseyin Abdulkerim b. Abdullah b. Nasr'dan, onlar da Ebu Cafer Muhammed b. Yakub Kuleynî'den naklen bizi Kuleynî'nin tüm ki­taplarından ve rivayetlerinden haberdar kılmıştır...»

O hâlde Şeyh Tusî, el-Kâfi'nin kitaplarını (bölümlerini) bir bir tanıtmış ve ilk kita­bın "Akıl Kitabı," son kitabın ise "Ravza Kitabı" olduğunu bildirmiştir. Tusî daha sonra da şöyle demiştir: «Ben el-Kâfi'yi hadis üstatlarımdan dört kişi vasıtasıyla rivayet etmek­teyim ve onlar da bu kitabı bizzat Kuleynî'nin öğrencilerinden rivayet etmişlerdir.»

Bu dört kişiden biri, el-Kâfi kitabını Kuleynî'nin beş öğrencisinden, bir diğeri ise Kuleynî'nin iki öğrencisinden rivayet etmiştir.

Şeyh Tusî, hadis üstatlarından "Ehberena" (bize haber verdi) lafzıyla rivayet etmiş­tir. Bu lafız üstattan işitmek ile üstada okumak arasında ortaktır.

Şeyh Tusî, Hüseyin b. Abdullah'tan rivayetinde el-Kâfi kitabının çoğunu ona oku­mak suretiyle rivayet ettiğini beyan etmektedir. Bundan anlıyoruz ki Şeyh Tusî, bu senet zincirinde söz konusu kitabı diğer üstatlarından dinleme yoluyla rivayet etmiştir. Bunlar Şeyh Tusî ile ilgili.

Necaşî'ye gelince; o da şöyle demiştir: «Kuleynî olarak bilinen ve el-Kâfi olarak adlandırılan büyük kitap, yirmi yılda yazılmıştır. Bu kitabın bölümlerini oluşturan kitap­lar ise şöyledir: Akıl kitabı... Ravza kitabı.»

Necaşî ve diğerlerinin sözlerinden anlaşıldığı üzere bu kitap el-Kâfi adıyla adlandı­rılmıştı ve bazen de yazarının adı ile (Kuleynî) anılıyordu. Nitekim biz de bugün Taberî'nin Tarihu'l-Umemi ve'l-Mulûk adlı kitabını yazarının adıyla yani Taberî Tarihi olarak adlandırmaktayız. Yine Necaşî ve Şeyh Tusî'nin el-Kâfi kitabı hakkındaki açıklamaların­dan anlaşıldığı üzere söz konusu kitap konular hasebiyle parçalar hâlinde otuz kitaba bö­lünmüş ve her biri bir ciltte yer almıştır. Fakat bu ciltler, günümüzde olduğu şekliyle numaralandırılmamıştır. Bu sebeple de kitapların isimlerinin sıralanmasında bazı farklılıklar medyana gelmiştir. Fakat ilk kitabın "Akıl Kitabı" ve son kitabın ise "Ravza Kitabı" olduğunda görüş birliği vardır.

Necaşî şöyle diyor: «Ben Lu'luî Mescidi diye meşhur olan Nefteveyh Nahvî Mesci­dine gidip geliyordum ve bu caminin imamından kıraat dersleri alıyordum. Dostlarımız­dan da el-Kâfi kitabını Ebu'l-Hüseyin Ahmed b. Ahmed Kûfî'ye okuyorlardı. O (Ebu'l Hüseyin), ders esnasında şöyle diyordu: "Muhammed b. Yakub Kuleynî size şöyle söyle­miştir... Ayrıca Ebu'l-Hasan Akravî'nin de ondan rivayet ettiğini gördüm..."»

O hâlde Necaşî, Kuleynî'nin iki öğrencisini görmüştür ve bu öğrencileri el-Kâfi'yi ondan rivayet etmişlerdir. Bunlardan biri, öğrencilerine el-Kâfi kitabını okuyunca şöyle diyordu: «Muhammed b. Yakub Kuleynî size şöyle rivayet etmiştir:...» Bu sözün sebebi de, bu öğrencinin el-Kâfi'yi bizzat Kuleynî'den dinlemiş olması ve Kuleynî'nin ona bu kitabı ve kendisinden rivayet etme icazeti vermesidir. Ama Necaşî, kendilerini görmüş olduğu ve el-Kâfi kitabını kendilerinden dinlemiş olduğu hâlde Kuleynî'nin öğrencilerin­den olan bu iki üstadından el-Kâfi'yi rivayet etmeyip Kuleynî'nin diğer öğrencilerinden rivayet etmiş ve şöyle demiştir: «Kuleynî'nin kitaplarının tümünü bir grup üstatlarımız­dan ve bu cümleden Muhammed b. Muhammed'den (Şeyh Müfıd), Hüseyin b. Ubeydullah'tan (Gazayirî) ve Ahmed b. Ali b. Nuh'tan, bunlar da Ebu'l-Kasım Cafer b. Kavle-veyh'ten, o da Kuleynî'den (r.a) rivayet ettik.» Şimdi... Onların sözlerinin daha iyi anla­şılması için o günün öğretim metodunu incelemek istiyoruz.

KULEYNÎ DÖNEMİ VE SONRASINDA ÖĞRETİM METODU

"Dört yüz asıl" diye adlandırılan küçük hadis kaynaklarını ve bunların dışındaki di­ğer küçük hadis kitaplarını rivayet etmek için verilip de elimize ulaşan icazetlerden anla­şıldığı üzere, Kuleynî zamanında ve öncesinde öğretim metodu, muhaddis üstadın kita­bını öğrencilerine okuması ve öğrencilerin de dinlemesi veya öğrencilerinden birinin üs­tadın kitabını okuması, arkadaşlarının da onu dinlemesi ve eğer varsa üstadın şerhine dikkat etmeleri şeklinde idi. Kitap bu iki metottan biriyle sona erdiğinde ise muhaddis üstat kitabın kendisinden rivayet edilmesi için öğrencilerine izin verirdi. Ondan sonra da bu öğrenciler, bir sonraki kuşaktan gelen öğrencilerin üstatları oluyor ve söz konusu ki­tabı aynı şekilde onlara ders veriyorlardı. Sonunda da o kitabı onlar vasıtasıyla müelli­finden rivayet etmelerine izin veriyorlardı. Ve böylece her nesilden sonra yeni bir nesil yetişiyor ve her öğrenci söz konusu kitabı direk olarak veya üstatları aracılığıyla yaza­rından alıp rivayet ediyordu. Şeyh Tusî, 448 yılında Necef e göç edip orada ilim havzası­nı tesis edene kadar hem Kuleynî döneminde, hem de öncesi ve sonrasında hadis alma ve rivayet etme metodu bu şekildeydi.

Necef-i Eşrefte İlim Havzasının Tesis Edilmesinden Sonra

Şeyh Tusî, Necef-i Eşrefe taşındıktan sonra orada bir ilim havzası tesis etti ve hic­rî. 460 yılında vefat edene kadar bu ilim havzasının başında kaldı. Şeyh Tusî zamanın­dan itibaren son zamanlara kadar bu havzada ve ondan sonra tesis edilen benzeri havza­larda, dört büyük hadis kitabı (el-Kâfi, Men La Yahzuruhu'l-Fakih, İstibsar ve Tehzib), fı­kıh derslerinin kaynağını oluşturmaktadır. Bu kitaplar o günden günümüze dek kıraat­leri müelliflerine ulaşan kimselerce okutulmaktadır.

Böylece hadis kitapları ilim talipleri arasında titiz bir şekilde okunup okutularak günümüze kadar gelip çatmıştır. Nitekim İbn Malik'in Elfıyye kitabı, yazıldığı günden bugüne dek ilim havzalarında okutularak elimize ulaşmıştır. Veya İbn Sina'nın tıp ve felsefe dalındaki kitapları ve diğer ders kitapları, nesilden nesile ilim taliplerince günümüze dek okunmuş ve korunmuştur. Şu farkla ki hadis kitaplarına gösterilen ilgi, Allah'ın kita­bından sonra diğer kitaplara gösterilen ilgiden daha fazla olmuştur. Rivayet şekli de işit­mek, okumak, rivayet icazeti almak şeklinde olmuştur ve bu metot son zamanlara kadar da devam etmiştir. Bunu, bir kısmı Allâme Meclisî'nin Biharu'l-Envar adlı büyük eseri­nin yirmi yedinci cildinde getirdiği icazetlerden kolayca anlayabiliriz. Bu icazetlerin di­ğer bir kısmı da dedemiz Şeyhu'l-Muhaddisin Şeyh Mirza Muhammed Şerif Askerî, Biharu'l-Envar'ın Müstedreki olarak kaleme aldığı beş ciltlik eserinde zikretmiştir.

Şimdi büyük hadis mecmualarının kıraatinin müelliflerine ulaştığı açıkça bildiren bu icazetlerden bazı örnekler sunalım:

Bu, Şeyh Fahruddin Muhammed (öl. 771 h.) b. Allâme Hillî Hasan b. Yusuf b. Ali b. Mutahhar'ın Şeyh Muhsin b. Mezahir'e verdiği icazettir. Bu icazette şöyle yer almıştır: «...Yine ona, şeyh-i azam, imam-ı akdem, şeriatın kaidelerini beyan eden, Şiilerin önderi, dinin direği Ebu Cafer Muhammed b. Hasan Tusî'nin -Allah ruhunu takdis etsin-kitaplarım benden rivayet etmesi için icazet verdim. Bu kitaplardan biri, Tehzibu'l-Ahkâm kitabıdır ki ben onu ders ders babama okudum ve bu okuyuşum hicrî 712 yılında Gorgan'da sonra erdi. Bu kitabı benden rivayet edebilir. Ben de babamdan rivayet et­mekteyim. Babam da onu kendi babası Ebu'l-Muzaffer Yusuf b. Ali b. Mutahhar'a oku­muş, o da kendisine onu rivayet etme icazeti vermiştir. Adı geçen Yusuf da onu Şeyh Muammer b. Hibetullah b. Nafı Verrak'a okumuş, o da kendisine onu rivayet etme icaze­ti vermiştir. Adı geçen fakih Muammer ise onu fakih Ebu Cafer Muhammed b. Şerha-şub'a okumuş, o da kendisine onu rivayet etme icazeti vermiştir. İbn Şehraşub da onu ya­zarı Ebu Cafer Muhammed b. Hasan Tusî'ye -Allah sırrını takdis etsin- okumuştur.

Dedem ikinci kez onu Şeyh Yahya b. Muhammed b. Yahya b. Ferec Suravî'ye oku­muş, o da kendisine onu rivayet etme icazeti vermiştir. Adı geçen Şeyh Yahya da onu fa­kih Hüseyin b. Hibetullah b. Rutebe'ye okumuş, o da kendisine onu rivayet etme icazeti vermiştir. Şeyh Hüseyin b. Hibetullah da onu Müfıd Ebu Abdullah Hasan b. Muhammed b. Hasan Tusî'ye okumuş, o da kendisine onu rivayet etme icazeti vermiştir. Müfid de onu babasına okumuş, o da kendisine onu rivayet etme icazeti vermiştir. Müfıd'in babası­na okuduğu ve yazarının (babasının) hattıyla yazılmış olan o kitabın bir cildi de benim ya-mmdadır. Ben de onu babama okudum; diğer ciltleri ise başka nüshada yer almıştır.

en-Nihaye ve el-Cümel kitaplarını ise ben babama ders ders okudum; o da babasına okuduğu bu iki kitabı, babasının yukarıda zikredilen ikinci kanalı ile kendisinden rivayet etmem için bana icazeti verdi.»[283] Bu icazetten ihtiyaç duyduğumuz bölümü naklettik.

Allâme Hillî'nin oğlunun Muhsin b. Mezahir'e verdiği bu icazet türünde, h.8. yüzyı­lın ikinci yarısında yaşayan icazet veren şahıs, Tusî'nin Tehzib adlı kitabım babasına ders ders okuduğunu, babasının da onu üstadına ve üstadının da kendi üstadına okuduğunu bu okumaların Tehzib kitabının yazarı Tusî'ye ulaşıncaya kadar bir zincir halkaları misali devam ettiğini belirtmekte ve babasına okuduğu Tehzib kitabının bir cildinin h. 5. asrın ikinci yarısında vefat eden yazarının hattıyla yazılmış olduğunu ifade etmektedir. Nihaye kitabını rivayet için verdiği icazette ise, kendisinin Nihaye kitabını babası Allâme'ye ders ders okuduğunu belirterek Muhsin'e onu, bir üstadın başka bir üstada okuması şek­linde müellifine kadar uzanan bir senet zinciri ile rivayet etmesine icazet vermiştir.

Bu icazet türünde üstat, özel bir icazetname yazarak öğrencisine bir veya birkaç ki­tabı rivayet etme iznini vermektedir. Bu icazet türünde üstat, bazen kendi üstatlarını zik­reder, bazen de zikretmez. Zikrettiği zaman da, yukarıdaki icazette olduğu gibi söz konu­su kitabı üstadına okuduğunu, onun kendi üstadına okuduğunu ve bu işin kitabın yazarı­na varıncaya kadar devam ettiğini belirtmesine az rastlanır ve daha çok, "Ben falandan rivayet ediyorum, o da falandan rivayet etmiştir." veya "Falan kimse falan kimseden ba­na bildirmiştir." veya "Falan kimse bana haber vermiştir." ifadelerini kullanır ve böylece senedi özetlemeye çalışır. İcazet zincirlerinin çoğunda bu metodu izledikleri görülür. Allâme Hillî'nin (Hasan b.Yusuf, öl.726 h.) Seyyid Mühenna b. Sinan Medenî (öl. 754 h.)[284] için yazdığı icazeti buna örnek gösterebiliriz. Allâme Hillî bu icazetnamesinde şöyle de­mektedir: «Kendilerine ulaşan muttasıl isnadım ile rivayet ettiğim geçmiş salih ashabı­mızın -Allah hepsinden razı olsun- kitaplarını... Şeyhimiz Ebu Cafer Muhammed b. Ha­san b. Ali Tusî'nin -Allah ruhunu takdis etsin- kitaplarını bu ve başka senetlerle benim vasıtamla babamdan rivayet etmesi için ona icazet vermiş bulunmaktayım.»

Allâme, icazetin bu türünde oğlu Fahruddin'in yukarıda geçen icazetinde zikrettiği gibi "babasının o kitapları kendi babasına okuduğu" tabirini kullanmamıştır. Aksine, sa­dece senedin arada kopukluk olmadan Şeyh Tusî'ye dayandığını belirtmiştir.

Fakat bundan sonra el-Kâfi'yi rivayet etmesi için verdiği icazetinde detaylı olarak zikretmiş ve şöyle demiştir: «Şeyh Muhammed b. Yakub Kuleynî'nin eseri el-Kâfi'ye ge­lince; ben ondaki hadisleri Ehl-i Beyt İmamları'na ulaşan muttasıl bir senetle rivayet edi­yorum. Şöyle ki: Ben bu kitaptaki hadisleri babamdan, ayrıca Şeyh Ebu'l-Kasım Cafer b. Said'den, Cemaluddin Ahmed b. Tavus'tan ve diğerlerinden, bunlar zikredilen senetleriy­le Şeyh Müfid Muhammed b. Muhammed Nu'man'dan, o Ebu'l-Kasım Cafer b. Muham­med b. Kavleveyh'ten, o Muhammed b. Yakub Kuleynî'den, o da her hadisin başında ad­larını zikrettiği şahıslar aracılığıyla Ehl-i Beyt İmamlarından rivayet ediyorum.

Hasan b. Yusuf b. Mutahhar Hillî, bu icazeti, Allah'a hamd, Resûlü'ne salât ederek h.719 yılının zilhicce ayında Hille'de yazmıştır.» Bu icazetnamede şöyle dediğini görüyo­ruz: «Ben el-Kâfî'deki hadisleri falan ve falan kimselerden rivayet ediyorum.»

Önce de değindiğimiz gibi "Falan kimseden rivayet ediyorum." tabiri, hadisi üstat­tan duyma durumunda kullanılan bir tabirdir. Ardından "o da falan kimseden" tabirinin yer alması ise, sonuna dek bir üstadın başka bir üstattan duyduğunu ifade etmektedir.»

Bu tıpkı Muhammed Bakır Meclisî'nin Erdebilî için verdiği ve şöyle dediği icazeti andırmaktadır: «Allah'a Hamd ve Peygamber'e salât ve selâmdan sonra... Faziletli âlim Hacı Muhammed Erdebilî... dinî ilimlerin birçoğunu... özellikle de Ehl-i Beyt İmamla­rından nakledilen rivayet kitaplarını bana okudu ve benden işitti. Sonra da benden riva­yet icazeti istedi. Ben de Allah'tan hayır talep ederek kendilerinden aldığım icazetle de­ğerli üstatlarımdan rivayet ettiğim şekilde ona benden rivayet etmesi için icazet verdim. ... ben bu hadislerin bir kısmını kendilerine okuduğum veya kendilerinden duyduğum bir gruptan rivayet etmekteyim... Bu cümleden babam Allâme'yi ve üstadı... Mevlana Hasan Ali Tusterî'yi... ve... sayabilirim. Bunlar da aldıkları icazetle Şeyhu'l-İslâm ve'l-Müslimin Behau'l-Mille... Muhammed Amulî'den, o da babasından rivayet etmektedir.»

Meclisi bu icazette senedini böyle bir zincir ile Fahruddin Muhammed'e, ondan da babası Allâme Hillî'ye dayandırmaktadır. Oradan da bu senet zincirini Şeyh Müfld'e, Kuleynî'ye ve Şeyh Saduk'a uzatmaktadır. Daha sonra başka bir senet zikrederek, "Bu hadislerin bir kısmını da yukarıda adları geçen bir grup vasıtasıyla şu kimselerden riva­yet etmekteyim..." deyip, Şehit Muhammed b. Mekkî'ye[285] (öl. 786 h.) kadar olan üstatla­rını ve onlardan rivayetinin senedini zikretmektedir.

Böylece Meclisi rivayetinin yollarım ve senetlerini zikrediyor ve çoğu yerde de "eh-berenî" (bana haber vermiştir) lafzını kullanıyor. Bu lafız da üstattan işitmeyi veya üstada okunanı dinlemeyi ifade etmektedir. Böylece bu zinciri kendisine telifini rivayet etme icazeti veren telif sahibine kadar ulaştırıyor. İcazetnamenin sonunda ise şöyle yazıyor: «Bunu kendi eliyle Muhammed b. Bakır b. Muhammed Takî h. 1098 yılında yazmıştır.»[286]

***

Bu icazetnamenin benzerleri Biharu'l-Envar'ın icazetnamelerin yer aldığı ciltlerin­de çok geçmiştir ve bu icazetnamelerde kendilerine rivayet icazetini veren üstatlara oku­nan kitaplar zikredilmiştir. Örneğin, Şeyh Hasan Ali b. Mevla Abdullah'ın, h. 1034 yılın­da Muhammed Taki Meclisî'ye verdiği icazette şöyle yer almıştır: Hadisten de Tehzib'ul-Ahkâm'ın büyük bir kısmını benim yanımda kıraat etmiştir. Men La Yahzuruh'ul-Fakih kitabının çoğunu ve el-Kâfi'nin birçok kitabını benim nezdimde işitmiştir.[287]

M. Takî Meclisî'nin (ö. 1070) Mirza İbrahim'e verdiği icazette de şöyle yer almıştır: «Bunların bir kısmım da okuma, dinleme ve icazet alma usulüyle Bahau'l-Milleti ve'd-Din Muhammed Amulî'den rivayet ediyorum. O da... Abdu'l-Âli'den rivayet etmektedir.»[288] Muhammed b. Hasan Hür Amulî'nin (öl. 1104 h.) Muhammed Fazıl Meşhedî'ye verdiği icazette şöyle geçmiştir: «O benim yanımda kıraat imkânı hâsıl olan Men Lâ Yahzuruh 'ul-Fakih kitabım baştan sona, İstibsar kitabım bütünüyle, Usul-i Kâfi kitabının tamamını, Tehzib kitabının çoğunu ve bunların dışında başka kitapları okumuş, tartışmış ve tahkik etmiştir. Her konuda üstün bir başarı göstermiş, faydalanmaktan çok faydalandırmıştır. Öyle ki ciddiyeti, çabası, kabiliyeti ve yeteneği açık bir şekilde görülmüştür... Hadisleri nakletme, rivayet etme, eleştirme ve değerlendirme ehliyeti ortaya çıkmıştır. Böyle bir zat, benden icazet talebinde bulununca ben de hemen icabet ettim...»[289]

Bu, üstadın ayrı bir mektupta yazdığı icazet türlerinden biridir. Diğer bir türü de, üs­tadın öğrencinin kendisine okuduğu kitabın hemen arkasına yazdığı icazet türüdür. Tıpkı Muhammed Bakır Meclisî'nin el yazması bir el-Kâfi'nin çeşitli kitaplarının sonlarına kendi hattıyla öğrencisi Muhammed Şefi Tuyserkanî için yazdığı beş icazetnamesi gibi ki biz onların fotoğraflarına kitabın sonunda yer verdik. Söz konusu icazetler şöyledir:

a) İlk icazet, el-Kâfi'nin "Akıl ve Tevhid Kitaplarının sonunda (Tahran basımı c. 1, s. 167'de) yer almıştır ve şöyle deniyor: «Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla Fazilet, takva ve kemal sahibi Mevlana Muhammed Şefi Tuyserkanî -ki Rabbi onu ilim ve amel­de kemal zirvesine yükselmeye muvaffak kılsın- bu bölümün dinlemesi, tahsisi, tetkiki ve zaptını, en sonuncusu h. 1083 yılının Cemaziyülevvel ayının on beşinde teşkil edilen meclislerde sona erdirmiştir. Ben de kendisine, çok sayıdaki muttasıl senetlerle üstatla­rım ve geçmişlerimden -Allah onlardan razı olsun- rivayet etme salâhiyetine sahip oldu­ğum hadisleri rivayet etme icazeti verdim. Bu yazıyı Allah'ın küçük bir kulu olan Muhammed Bakır b. Muhammed Taki -Allah her ikisini de affetsin- günahkâr ve fani eliyle yazmıştır. Hamd Allah'a, salât ve selâm Resûlü'ne.»

b)  İkinci icazet, el yazması el-Kâfi'nin ikinci cildinin sonunda (Tahran basımı c.l, s. 367'de) yer almış ve ilk icazetten altı ay sonrasının tarihini taşımaktadır. Bu icazette şöy­le deniyor: «Kitabın buraya kadar olan bölümünü sonuncusu h. 1083 yılının Zilkade günlerinin birinde teşkil edilen meclislerde sona erdirmiştir. Ben de ona -ki her zaman Allah'ın inayetine mazhar olsun- rivayet etme icazeti veriyorum.»

c)   Üçüncü icazet, el yazması el-Kâfi'nin Hüccet kitabının (1/548) ve ikinci icazetten yaklaşık beş ay sonra yazılmıştır. Bu icazetnamede şöyle deniyor: «Kitabın bu bölümünü, sonuncusu h.1084 yılının Rebiyülâhır ayının sonlarında teşkil edilen meclislerde sona erdirmiştir. Ben ona -ki her zaman fazilet yolunda olsun-.. .rivayet etme icazeti verdim.»

d)  Dördüncü icazet, el-Kâfi'nin İman kitabının sonunda (Tahran basımı c.2, s.464'te) yer almış ve üçüncü icazetten tam iki yıl on ay sonra yazılmıştır. Bu icazetnamede şöyle deniyor: «Kitabın bu bölümünü, sonuncusu h. 1087 yılının Muharrem ayında teşkil edi­len meclislerde sona erdirmiştir.»

e) Beşinci icazet ise, el-Kâfi'nin İşret kitabının sonunda (Tahran basımına göre c.2, s.674'te) yer almış ve dördüncü icazetin yazılmasından üç ay üç gün sonra yazılmıştır, h-.

Bu icazetnamede de şöyle deniyor:

«Kitabın bu bölümünü, sonuncusu h. 1087 yılının Cemaziyülevvel ayının üçünde teşkil edilen meclislerde sona erdirmiştir ve ben de ona... rivayet etme icazeti verdim.»

Zikredilen bu icazetlerin bazısında, kıraatlerin öğrencinin üstadına okuması şeklin­de kitabın yazarına kadar ulaştığının açıkça belirtildiği; bazısında, bunun hadis ilmi terminolojisindeki terimlerle ifade edildiğini; bazısında, kıraatin zaman ve mekânı ve öğ­rencinin kitabı kıraat ederek mi, yoksa dinleyerek mi sona erdirdiğinin açıklandığını gör­mekteyiz. Bu metot, el-Kâfi, el-Fakih ve Tehzib kitaplarının yazarlarının zamanlarından Meclisî'nin (Biharu'l-Envar kitabının yazarı) zamanına dek devam etmiştir.

Bütün bunlardan, dört fıkıh kitabının yazıldıkları ilk günden bugüne kadar varlığı­nın kesintisiz devam ettiği ve sürekli bu dalda öğrenim gören öğrencilerin elinde bulun­duğu açıkça ortaya çıkmaktadır. "Günümüze kadar" dememizin sebebi, Ehl-i Beyt Mek­tebi fakihlerinin yüzyıllar boyunca günümüze dek şer'î hükümleri çıkarsamak için söz konusu kitaplara müracaat ediyor olmasıdır. Bu Mektebin fakihlerinden biri, fıkhî bir ki­tap yazmak istediğinde e/-Kâfi, Tehzib, İstibsar ve Vesail kitaplarına müracaat etmekte ve verdiği fetvaları onlardaki hadislere dayandırmaktadırlar.

Bu büyüklerimizin, hadisleri "asi" denen küçük hadis kitaplarından nasıl aldıklarını ve kitaplarını onlara dayanarak yazdıklarını da öğrendik. Yine öğrendik ki bu hadis ki­tapçıklarının yazarları da onlardaki hadisleri direkt olarak Ehl-i Beyt İmamlarından al­mışlardır. Ehl-i Beyt İmamları da Allah Resûlü'nün (s.a.a) beyan ettiği ve Emirü'1-Müminin'in (a. s) kendi hattıyla yazdığı Camia kitabından rivayet etmişlerdir.

*  *  *

Böylece dört büyük hadis kitabı yazıldığı dönemden günümüze dek Ehl-i Beyt Mektebi fıkhının kaynağı olmuş ve bu Mektebin fakihleri onlara müracaat ederek Resûlullah'ın hükümlerle ilgili sünnetini elde etmiş, İslâm'ın hükümlerini Kur'ân'dan sonra onlardan çıkarmışlardır.

Bu dört büyük hadis kitabı da, ihtiva ettikleri hadisleri, "asi" diye anılan küçük ha­dis kitaplarından almışlardır. Bu küçük hadis kitapları da, içerdikleri hadisleri Ehl-i Beyt İmamlarından almışlardır. Ehl-i Beyt İmamları da, hükümleri açıklamada kendi görüşle­rini değil, Emirü'l-Müminin Ali'nin Camia kitabım esas almışlardır. Ali'nin (a.s) Camia kitabı da, bizzat Peygamber'in (s.a.a) beyanatı olup Ali (a.s) onu kendi hattıyla yazmıştır.

Buna karşılık Hilafet Mektebi'nin (Ehl-i Sünnet'in) ise, içtihada itimat ettiğini hali­felerin apaçık nasslar karşısında yorum yaptıklarını ve İslâm'ın hükümlerini açıklamada kendi şahsî görüşlerine dayandıklarını gördük, Öğrendik.

Aşağıdaki şema Resûlullah'ın (s.a.a) sünnetini elde etmede Ehl-i Beyt'in takip ettiği yolu ortaya koymaktadır:

 

 

 

 

 

 

Ehl-i Beyt (a.s) Mektebinde Hadis

Allah Resûlü'nün (s.a.a) İmlası

 

 

 


Emir’ül Mü’minin Ali (a.s)’ın Camia Kitabı

 

 

 


Oniki Ehl-i Beyt İmamının (a.s) Rivayetleri

 

 

 


Asl ve Küçük Hadis Kitapları

 


                    

         el-Kâfi

 

 


                                             İstibsar                                                       Tehzib                                   el-Fakih

 

 


                                   Ehl-i Beyt Mektebi Fakihlerinin Yazmış Olduğu Fıkhi Risaleler

 

 


EHL-İ BEYT MEKTEBİ'NDE HADİS KİTAPLARININ DEĞERLENDİRİLMESİ

HADİS KİTAPLARININ NÜSHALARINDAKİ BAZI YANLIŞLIKLAR

Ehl-i Beyt Mektebi'nin hadis mecmualarının senet zincirleri Allah Resûlü'ne (s.a.a) kadar uzandığı hâlde bu Mektebin fakihleri, bazı hadis kitaplarını sahih olarak adlandı­ran Hilâfet (Ehl-i Sünnet) Mektebi'nin aksine, hadis mecmualarının hiçbirini sahih ola­rak adlandırmamış, böyle bir adlandırmayla akıllara pranga vurmamış ve hiçbir asırda il­mî araştırma ve tartışma kapısını kapamamıştır. Aksine, hadis mecmualarındaki her ha­disi diraye ilminin kıstaslarıyla değerlendirmiş ve bu değerlendirmenin sonucuna teslim olmuşlardır. Çünkü onlar, bu hadisleri rivayet edenlerin masum olmayan herkesin düştüğü yanılma ve unutkanlıktan korunmuş olmadığını bilmektedirler. Nitekim Ehl-i Beyt Mek­tebi'nin en meşhur kitabı olan el-Kâfi’nin Hüccet kitabı, on iki imamla ilgili açıklamalar ve onlara ilişkin nasslar bâbmda, 7, 9, 14, 17 ve 18. hadislerde olduğu gibi birtakım yanlışlıklar vuku bulmuştur:[290]

EHLİ BEYT İMAMLARININ, HADİSLERİ TANIMAK İÇİN BELİRLEDİĞİ ÖLÇÜLER

Allah, kitabı Kur'ân dışında hiçbir kitabı hatadan korumamıştır. Ama Kur'ân hak­kında şöyle buyurmuştur: "Ona önünden ve arkasından batıl gelemez." (Fussilet, 42) Bunun dışında, Allah Resûlü'ne ve Ehl-i Beyt İmamlarına yalan isnat edildiği, bu yalan ve uydurma hadislerin hadis kitaplarında yer aldığı ve böylece hak ile batılın, birbirine karıştığı da bir gerçektir. Ehl-i Beyt İmamları, bu iki sorun için iki çare öngörmüşlerdir:

1-  Hadis rivayet eden yalancı kimseleri mektepden uzaklaştırma, teşhir ve telin et­mek. Ebu'l-Hattab Muhammed b. Ebî Zeyneb Kûfî,[291]  Muğire b. Said,[292]   Benan b. Beyan[293] ve diğerleri hakkında yaptıkları gibi.

2-  Doğru hadisi yanlış hadisten ayırt edip tanımak için birtakım kanun ve kaideler ortaya koymak. Örneğin:

a)  İmam Cafer Sadık, Resûlullah'ın Mina'da şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
«Ey insanlar! Benden size rivayet edilen şeyler eğer Allah'ın kitabına uygunsa, bilin ki o benim sözümdür; eğer Allah'ın kitabına aykırıysa, bilin ki benim sözüm değildir.»[294]

b)  İmam Ali (a. s), Malik-i Eşter'e yazdığı mektubunda şöyle buyurmuştur:

«Bir şey hususunda ihtilâfa düşerseniz, onu Allah'a ve Resûlü'ne götürün. Allah'a götürmek, Allah'ın muhkem ayetlerine sarılmakla, Allah Resûlü'ne götürmekse, Peygamber'in bölücü değil, toplayıcı sünnetine sarılmakla olur.»[295]         

c)  İmam Muhammed Bakır (a.s) bu konuda şöyle buyurmuştur:

«Bizden sizlere bir hadis rivayet edildiğinde eğer Allah'ın kitabından ona bir veya iki şahit bulursanız onu kabul edin; aksi takdirde onunla ilgili bir şey söylemeyip onu bi­ze havale edin ki o konudaki gerçek size açıklanmış olsun.»[296]

d)  Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: «Her şey Allah'ın kitabına ve Resûlullah'ın sünnetine döndürülür. Allah'ın kitabı ile uyumlu olmayan her hadis batıldır.»[297]

Ehl-i Beyt İmamlarından nakledilen bazı rivayetlerde, Hilâfet Mektebi'nin görüşü­ne aykırı olan hadislerin kabul edilmesi gerektiği ifade edilmiştir.[298]

Bunların dışında hadisi tanıma hususunda onlardan başka kaideler de nakledilmiş­tir. İmam Rıza'nın (a.s) aşağıdaki hadisi bunun örneklerinden biridir:

«Bir gün İmam Ali b. Musa Rıza'nın (a.s) ashabından bir grup, bir konuda Allah Resûlü'nden (s.a.a) nakledilen birbirine aykırı iki hadis hakkında ihtilâfa düşüp büyük bir tartışma içine girdiler. Sonunda İmam Ali b. Musa Rıza'nın huzuruna vararak ondan bu so­runlarını halletmesini istediler. İmam onlara şöyle buyurdu: «Allah bazı şeyleri haram kılmış, bazı şeyleri helâl kılmış ve bazı farzlar takdir etmiştir. O hâlde Allah'ın helâlini haram veya Allah'ın haramını helâl kılan hadisi veya Allah'ın kitabında takdir edilen, sa­bit kılınan ve de neshedilmeyen bir farzı reddeden rivayetle amel edilemez. Zira Allah Resulü Allah'ın helalini haram, Allah'ın haramını helâl kılacak veya Allah'ın hüküm ve farzlarını değiştirecek değildir. O, bütün bu hususlarda Allah'a ve O'nun emirlerine tes­lim olmuş, Allah'ın emirlerini yerine getirmiştir. Nitekim Allah-u Teâlâ bu konuda onun dilinden şöyle buyurmuştur: "Ben sadece bana vahyolunana uyarım."(Araf, 203)

Böylece Peygamber Allah'a itaat etmek, emirlerini yerine getirmekle yükümlüydü. Ravi şöyle diyor: "İmam'a şöyle arz ettim: Bazen sizden Resûlullah'dan naklen her­hangi bir hususta Kur'ân'da olmayan, ama sünnette olan bir hadis nakledilmektedir. Ar­dından sizden bunun tam tersi nakledilmektedir. Bu durumda ne yapmak gerekir?"

İmam Rıza şöyle buyurdu: «Aynı şekilde Resûlullah da birtakım şeyleri haram ola­rak yasaklamıştır ki onun yasaklaması Allah'ın yasaklaması konumundadır.

Birtakım şeyleri de tıpkı Allah'ın farzları gibi vacip ve gerekli olarak emretmiştir ki emretmesi Allah'ın emretmesi gibidir. O hâlde eğer Allah Resûlü'nden (s.a.a) haram ola­rak yasaklamaya dair bir hadis nakledilir, daha sonra aksine bir hadis rivayet edilirse onunla amel edilemez. Vacip olarak emrettiği hususlar da böyledir.

Zira biz, korkudan doğan bir zaruret olmadıkça, Allah Resûlü'nün izin vermediği bir şeye izin vermeyiz... Ama biz hiçbir zaman Allah Resûlü'nün haram kıldığı bir şeyi helâl veya helâl kıldığı bir şeyi haram kılmayız; bu mümkün değildir. Zira biz, Allah Resûlü'ne tâbiyiz ve onun emirlerine teslimiz. Nitekim Allah Resulü de, Rabbinin emir­lerine tâbidir ve O'na teslimdir. Bu yüzden de Aziz ve Celil olan Allah şöyle buyurmuş­tur: "Resulün size verdiğini alın ve sizi sakındırdığı şeyden de sakının." (Haşr, 7)

Allah birtakım şeyleri de yasaklamıştır; ama haram olarak değil; aksine sadece mekruh olarak yasaklamıştır. Birtakım şeyleri de emretmiştir, ama farz ve vacip olarak değil; aksine sadece din açısından beğenilen ve tercih edilen bir şey olduğu için emretmiştir.

Bu tür yasak ve emirlerde herhangi bir mazeret olmadan veya bir mazeretten dolayı ruhsat vermiştir. Buna göre Allah Resûlü'nün mekruh olarak yasakladığı veya beğenilen ve tercih edilen olduğu için emrettiği bir hususta ruhsata başvurabilirsiniz.

Eğer bizden size bir haber gelir ve onu rivayet eden raviler ittifak içinde olup onu inkâr etmiyorlarsa ve her iki haber de nakledenlerin ittifakıyla sahih ve marufsa, birini veya her ikisini ya da dilediğinizi kabul etmeniz gerekir. Bu hususta Resûlullah'a teslimi­yet ve konuyu ona ve bize irca etmek kaydıyla size kolaylık tanınmıştır. İnat ve inkâr ederek ve Resûlullah'a teslimiyeti reddederek onu terk eden ise, Allah'a şirk koşmuş olur.

Bu yüzden eğer sizlere iki farklı rivayet aktarılırsa, onları Allah'ın kitabına sunun; Allah'ın kitabında helâl ve haram olarak mevcut olan varsa, Allah'ın kitabına muvafık olana uyun; Allah'ın kitabında yoksa onları Peygamber'in sünnetine sunun; sünnette ha­ram anlamında bir yasak veya gereklilik anlamında bir emir varsa, Peygamber'in yasağı ve emrine muvafık olana uyun; sünnette mekruh ve hoşlanılmayan anlamında bir nehiy varsa ve sonraki rivayet onun aksini söylüyorsa, bu, Allah Resûlü'nün hoşlanmadığı, ama haram da kılmadığı o konuda ruhsat olduğunu gösterir. İşte bu durumda Allah Resûlü'ne teslimiyet ve itaat olarak her iki rivayeti de alabilir ve istediğinizi seçebilirsiniz.

Kur'ân ve sünnette o konuda bir şey bulmadığınız takdirde ise onun bilgisini bize bırakın; çünkü o konuda yetkili olan biziz; onun hakkında kendi görüşünüzle konuşmak­tan sakının; araştırmanızı sürdürmekle beraber durun, düşünün ve çekimser kalın.»[299]

ÂLİMLERİN HADİSLERİ TANIMADAKİ ÖLÇÜLERİ

Ehl-i Beyt İmamları böylece sahih hadisi sahih olmayan hadisten ayırt etmek için birtakım kaideler ortaya koymuşlar ve Ehl-i Beyt Mektebi'nin âlimleri de kuşaktan kuşa­ğa bu kaideleri hadis tanıma ve ölçüsü olarak kabul ede gelmişlerdir. Vesailu'ş-Şia adlı eserinin son bölümünün dokuzuncu ve onuncu faydasında Şeyh Muhammed b. Hasan el-Hür el-Amulî ve Müstedrek'inin dördüncü faydasında Şeyh Hüseyin Nuri gibi bazı âlimler de, bu kaideleri bir araya toplamış ve belli bir düzen içine sokmuşlardır.[300]

Hicrî yedinci asrın sonlarında hadisleri tanımak için yeni bir kaide ortaya kondu. Bu kaideyi keşfeden kişinin İbn Tavus Ahmed b. Musa Hillî (öl. 673 h.)[301] ve Yusuf b. Ali b. Mutahhar el-Hillî (öl. 726 h.)[302] olduğu söyleniyor. Buna göre hadisler onların zamanla­rına kadar olan ravileri açısından dört kısma ayrılır:

a)    Sahih: Bu, senedi tüm tabakalarda İmamiyye mezhebine mensup adil bir ravinin vasıtasıyla Masum İmam'a (a.s) ulaşan hadistir.

b)    Hasen: Senedi tüm tabakalarda İmamiyye mezhebine mensup, övülen; ama adaleti hakkında açıkça görüş belirtilmeyen bir ravi vasıtasıyla masum İmam'a ulaşan hadistir.

c)     Muvassak veya Kavi: Bu, raviler zincirinde Ehl-i Beyt Mektebi âlimlerinin, İma-miye İsnaaşeriye mezhebine muhalif olan fırkalardan birine mensup olduğu hâlde güve­nilir bulduğu bir ravinin yer aldığı hadistir.

d)     Zayıf: Yukarıdaki üç kısımdan hiçbirinin şartlarını taşımayan hadistir. Bu hadi­sin rivayet zincirindeki ravi ya fısk ve benzeri şeyle itham edilmiştir, ya durumu bilin­miyordur ya da... hadis uydurmak ve benzeri şeylerle bilinen bir kimsedir.»[303]

***

Yukarıdaki kaide, Allâme Hillî'nin zamanından itibaren meşhur olmuştur. Hatta âlimlerden bazıları bu kaideye güvenmeyi o kadar abartmışlar ki bütün hadisleri ve riva­yetleri bu kaide ile ölçmüşlerdir. Örneğin ne muhtevası doğru olan ve ne de dışarıda vuku bulma imkânı olan bazı siret hadislerini bu kaide esasınca sahih saymışlardır.[304] Nite­kim bu grup, bu kaide esasınca doğru olmayan bazı sahih hadisleri de zayıf saymış ve kabul etmemişlerdir. Bunların karşısında ise bazı ahbarîler de, dört büyük hadis kitabı ve benzeri[305] eserlerde yer alan tüm hadisleri sahih kabul etmekte aykırı bir yol tutturmuşlar ve büyük bir çelişkiye düşmüşlerdir. Sonuç olarak her iki grup da hadisi tanıma hususun­da doğru yoldan uzaklaşmışlardır.

Hadis hususundaki bu sınıflandırmanın ve mutlak şekilde bu ölçüye itimat etmele­rinin sonucunda el-Kâfi kitabında yer alan hadisleri bu ölçüye göre değerlendirmiş ve şöyle demişlerdir: «el-Kâfî'de toplam on altı bin yüz doksan dokuz hadis mevcuttur. Bundan beş bin yetmiş iki hadisi sahih, yüz kırk dört hadisi hasen, bin yüz on sekiz hadi­si muvassak, üç yüz on iki hadisi kavi ve dokuz bin dört yüz seksen beş hadisi de zayıf­tır.[306] Bunların toplamı ise on altı bin yüz yirmi birdir.»

Bu taksim, Allâme Hillî zamanından itibaren meşhur olan ölçüye göre ravilerin de­receleri dikkate alınarak ve de o asırların âlimlerinin raviler hakkındaki bilgilerine güve­nilerek yapılmış bir taksimdir ki bu taksimde daha önce Ehl-i Beyt İmamlarından (a.s) aktardığımız ölçüler dikkate alınmıştır. Buna rağmen Ehl-i Beyt Mektebi'nin ilim havza­ları, bir gün için bile olsa araştırma ve inceleme kapısını âlimlere kapamamıştır. Aksine, asırlar boyunca hadis hususunda iki açıdan büyük çaba sarfetmiştir:

1- Şer'î hükümleri beyan eden rivayetlerin naslarmı koruma. 2- Hadislerin senetle­ri, metinleri, manaları ve delâletleri hususunda ilmî araştırmaları sürdürme.

Ve sonunda Kitap ve Sünnet'in naslarından hâsıl olan sonuca baş eğmiş, o nasların karşısında içtihat etmemiştir. Böylece İslâmî hükümlerin kaybolmasına engel olmuştur. Bu şekilde, bu hükümlerin senet zincirleri Ehl-i Beyt İmamları'na, onlardan Allah Resûlü'ne, ondan Cebrail'e ve ondan da Allah Teala'nın mukaddes zatına ulaşmaktadır.

 

 

HADİS KİTAPLARINI DEĞERLENDİRMEDE İKİ MEKTEBİN GÖRÜŞÜ

Hilafet Mektebinde Hadis Kitapları

1-   Sahih-i Buharı, Muhammed b. İsmail (Öİ.256 h.)

2-   Sahih-i Müslim, Müslim b. Haccac Nişaburî, (öl.261h.)

3-   Sünen-i İbn Mace, Muhammed b.Yezid Kazvinî (öl.273h.)

4-   Sünen-i Ebî Davud, Süleyman b. Eş'as Sicistanî, (öl. 275 h.)

5-   Sünen-i Tirmizî, Mu­hammed b. İsa Tirmizî (öl.279 h.)

6-   Sünen-i Neseî, Ahmed b. Şuayb Neseî, (Öİ.303 h.)

Bazıları da Sünen-i Neseî yerine Abdullah b. Abdurrahman'ın (Öİ.255 h.) yazdığı Sünen-i Daremîy'i Kütüb-i Sitte'den biri olarak kabul ederler.

Sonuç olarak halifeler Mektebi âlimleri, hadis değerlendirmesinde bu altı âlime uyarak hadisleri ayırt etme hususunda ilmî kapıyı kapatmışlar ve bu altı âlimi, özelikle de Buharî ve Müslim'i günümüze kadar da önder olarak kabul etmişlerdir. Nitekim içti­hat kapısını da dört âlimi taklit ederek kendi yüzlerine kapatmışlardır.

Ehl-i Beyt (a.s) Mektebinde Hadis Kitapları

Ehl-i Beyt Mektebi'nde hadis kitabı yazan ilk kişi Ali b. Ebu Talib'dir. Ali (a.s), Resûlullah'ın (s.a.a) buyruklarını, yetmiş zira uzunluğunda bir deri parçası olan Camia kitabında bir araya toplamıştır. Yeryüzünde insanların ihtiyaç duyduğu her hüküm o ki­tapta mevcut idi. Ali (a.s)'m kitapları kendisinden sonra evlatlarından olan imamlara mi­ras kalmıştır. Onlar da o kitaplardan öğrencilerine Resûlullah'tan hadis rivayet etmişlerdir. Onlardan bazısı da, duyduklarını küçük kitaplara kaydetmişlerdir. Kuleynî (öl.329 h.), gücü oranında küçük hadis kitaplarından ve risalelerden topladıklarını büyük bir hadis kitabı olarak vücuda getiren ilk kimsedir. Kuleynî'den sonra da Şeyh Saduk (öl. 381 h.) Medinetu'l-ilm kitabını telif etmiştir. Ne yazık ki Ehl-i Beyt Mektebi'nün takipçilerinin kütüphanelerinin ateşe verilmesi ve Şiilerin göç ve sürgün halinde olması sebebiyle bu eser kaybolmuştur. Allame Meclisî'nin (öl. 1111 h.) yazdığı Biharu'l-Envar ve öğrencisi Behranî'nin yazdığı el-Avalim adlı hadis külliyatları ile de Ehl-i Beyt Mektebi'nin en kapsamlı ve kâmil hadis külliyatı meydana gelmiş oldu.

Ehl-i Beyt Mektebi âlimleri, fıkhî hükümlerin hadislerine de özel bir ilgi ve özen göstermişlerdir. Şeyh Saduk fıkıh ve hadise dayalı ilk büyük kitabını yazmıştır ve onu Men La Yahzuruhu'l-Fakih olarak adlandırmıştır. Ondan sonra da Şeyh Tusî (Öİ.460 h.) "Istibsar" ve Tezhib kitaplarını bu dalda yazmıştır. İşte bu esas üzere dört büyük hadis kaynağı (Kâfi, Men La Yahzuruhu'l-Fakih, Tehzib, Istibsar) Ehl-i Beyt Mektebi'nde özel bir üne kavuşmuştur. Öyle ki bunlardan sonra yazılan hadis kitapları her ne kadar hacim ve sınıflandırma açısından bu dört kitaptan üstün olsa da hiç birisi şöhret ve ün açısından bu dört kitabın yerini alamamıştır. Örneğin Hür Amulî'nin (öl. 1104) yazmış olduğu Vesail kitabı ile Burucerdî'nin (öl.1380) yazmış olduğu Camiu'l-Ahadis kitabı daha sağlam ve kapsamlı olduğu hâlde bu şöhreti elde edememiştir. Zira üstünlük ve fazilet ilklerindir.

EHL-İ BEYT MEKTEBİ ULEMASI FIKIHTA VE HADİSLERİ TANIMADA GEÇMİŞTEKİLERE KÖRÜ KÖRÜNE UYMAZLAR

Ehl-i Beyt Mektebi'nin halifeler Mektebinden ayrıcalığı ve üstünlüğü şudur ki Ehl-i Beyt Mektebi'nin âlimleri, Kur'ân'ın dışındaki hiçbir kitabı baştan sona sahih olarak adlandırmamakta ve hiçbir salih âlimi fıkhî görüşlerinde veya sahih olarak kabul ettiği hadislerde taklit etmemektedirler. Ehl-i Beyt Mektebi hakkındaki iddiamızın delili şudur:

Örneğin Allame Hillî Hasan b. Yusuf (öl. 726 h.), hadisleri bir araya toplayarak on ciltlik bir eser meydana getirmiş ve adını ed-Dürrü ve'l-Mercan Fi Ahadisi's-Sihahi ve'l-Hısan[307] koymuştur. Veya kendi görüşü ve içtihadı esasınca sahih olarak kabul ettiği ha­disleri en-Nehcu'1-Vizah Fi Ahadisi's-Sıhah[308] adlı eserinde toplamıştır. Hakeza Şeyh Ha­san b. Şehid-i Sani'de (öl. 1011 h.) Allame Hillî'nin metoduna uyarak hadisleri bir araya toplamış ve Müntaka'l-Ciman fi Ahadisi's-Sihah-i ve'l-Hisan olarak adlandırmıştır.[309]

Ama bu kitapların hiçbiri ilim havzalarında yaygınlaşmamış ve bu Mektebin âlim­leri bu kitapları önemsememişlerdir. Bu âlimlerin diğer kitapları günümüze kadar ilim havzalarında ders kitabı olarak okutulduğu hâlde söz konusu kitaplar bu âlimlerin şahsî görüşlerini yansıtan eserler olarak değerlendirilmiştir. Örneğin Şehid-i Sani'nin oğlunun yazmış olduğu Mealimu'l-Usul kitabı günümüze kadar ders kitabı olarak okutulmuş ve usul ilminin başta gelen kitaplarından sayılmaktadır. Ehl-i Beyt Mektebi'nin fakihlerinin geneli, bu kitabı usul kitaplarından biri olarak kabul etmişler ve yazarı da âlimler arasın­da büyük bir itibara sahip olup Sahib-i Mealim olarak meşhur olmuştur. Ama buna rağ­men sahih ve hasen hadisler konusunda yazdıkları kitaplar unutulmaya terk edilmiştir. Öyle ki Ehl-i Beyt Mektebi âlimleri arasında, bırakın sahih ve hasen hadis unvanıyla bu kitaplarda kaydedilen hadislerle amel etmeyi, onların adlarını bile duymayanlar vardir.

SÜNNETİ NEBEVÎ'DEN FIKHI HÜKÜMLERİN İSTİNBATI

Dört Hadis Kitabının Değerlendirilmesi

Ehl-i Beyt Mektebi'nin takipçileri, dört kitapta (Kâfi, Men La Yahzuruhu'l-Fakih, İstibsar ve Tehzib) yer alan bütün hadisleri sahih kabul etmemişlerdir. Şeyh Kuleynî'nin yazmış olduğu Kâfi kitabı en eski ve en ünlü kitaplardan biri olduğu hâlde Ehl-i Beyt Mektebi'nin muhaddisleri, bu kitapta yer alan bir takım hadislerin zayıf hadis olduğunu ifade etmişlerdir. Nitekim merhum Allame Meclisî'nin Kâfi'ye şerh olarak yazmış oldu­ğu Mir'atu'l-Ukul adlı kitaba müracaat edildiğinde söz konusu kitaptaki hadisleri kendi kriterlerince zayıf, sahih, muvassak veya ehl-i hadisin deyimiyle kavi olarak değerlen­dirdiği görülür. Bizim asrımızda da araştırmacılardan biri, Sahih-i Kâfi adı altında bir ki­tap yazmıştır.[310] Yazar, Kâfi'de yer alan birçok hadisi sahih kabul etmemiştir.

Meçhul Bir Kimsenin Söylediği Söz

Mehdi'nin (a.f) "Şiîlerimiz için Kâfi kâfidir." buyurduğu söyleniyorsa da bu sözü ki­min söylediği belli değildir. Şimdiye kadar da hiç kimse bu sözü söyleyenin adını zikretmemiştir. Kâfiden sonra Ehl-i Beyt Mektebi'nde yüzlerce hadis kitabının yazılmış olma­sı da, bu sözün doğru olmadığını ortaya koymaktadır. Tıpkı Men La Yahzuruhu'l-Fakih, Medinetu'l-İlm, Tehzib, İstibsar, Biharu'l-Envar, Vesailu'ş-Şia, Câmiu Ahadisi'ş-Şia vs. gibi

Ehl-i Beyt Mektebi Fakihlerince Sahih Hadisler

Ehl-i Beyt Mektebi takipçileri, sürekli olarak Allah'ın kelamından ahkâm ayetlerini ve Resûlullah'tan ulaşan hadislerden ahkâm hadislerini incelemeye ihtiyaç duymuşlardır. Bu bağlamda ahkâm ayetlerini bir araya toplayan eserler yazmışlardır. Seyurî'nin (61.826 h.) "Kenzu'l-İrfan Fi Fıkhi'l-Kur'ân" ve Cevad Kâzimî'nin (öl. h.11. asrın ortaları) "Mesaliku'l-Efham Fi Ayati'l-Ahkâm" adlı eserleri gibi. Sonra da bu ayetlerin mana ve mefhum­larını, umum ve hususlarını, muhkem ve müteşabihlerini ve diğer hususlarını incelemeye koyularak onlardan istinbat ettikleri şer'î hükümleri fıkhî kitaplarında kaydetmişlerdir.

Aynı şekilde iman sahibi ashap ve Ehl-i Beyt İmamları aracılığıyla Peygamber'den rivayet edilen hadisleri Men La Yahzuruhu'l-Fakih, İstibsar, Tehzib, Vesail, Camiu Aha­disi'ş-Şia gibi büyük hadis külliyatlarında bir araya toplamış; sonra da kavi hadisi zayıf hadisten, sahih hadisi sahih olmayan hadisten ayırt etmek için hadislerin senetlerini; umum ve hususu, mücmel ve mübeyyeni belirlemek ve iki çelişik hadisten birini tercih edebilmek için de hadislerin metinlerini incelemeye koyulmuşlardır. Sonra da bunların içinden sahih kabul ettikleri hadislerden istinbat ettikleri hükümleri fıkıh kitaplarında kaydetmişlerdir. Buna, Şeyh Tusî'nin en-Nihaye'sini, Muhakkik Hillî'nin (öl. 676 h.) el- Muhtasaru'n-Nafi ve Şeraiu'l-îslâm'ını, Şehid-i Evvel'in (öl. 786 h.) Lum'a'sını, Şehid-i Sani'nin (öl. 965 h.) Şerh-i Lum'a'sını, Şeyh Muhammed Hasan'ın (öl. 1266 h.) Cevahiru'l -Kelâm Fi Şerhi Şeraii'l-İslâm'ını ve benzeri eserleri örnek verebiliriz.

Bütün bu söylenenlerden de anlaşıldığı üzere Ehl-i Beyt Mektebi'nin âlimleri ilmî havzalardaki resmî derslerinde, özellikle ahkâm hadisleri üzerinde tahkik ve araştırmaya koyulmuşlardır. Vesailu'ş-Şia ve Câmiu Ahadisi'ş-Şia gibi kitaplarda topladıkları hadis­leri, sadece fakihlerin incelemesi ve sahih olarak teşhis ettikleri hadislerden şer'î hüküm­leri istinbat etmeleri için bir araya toplamışlardır. Dolayısıyla, Ehl-i Beyt fakihlerinin ya­nında sahih hadisler, yukarıda adları geçen fıkıh kitaplarında kaydettikleri fıkhî mesele­lerinin istinbatına temel teşkil eden hadislerdir, diyebiliriz.

Bundan da anlaşılıyor ki Ehl-i Beyt Mektebi'nin âlimleri, ilmî havzalarda siret ha­disleri hakkında herhangi bir araştırma ve inceleme yapmamışlardır. Bu, hem geçmiş peygamberlerin, hem peygamberlerin sonuncusu Muhammed'in (s.a.a) ve ashabının, hem masum imamların ve ashaplarının sireti hakkında geçerlidir. Aynı şey, genel İslâm tarihi ile ilgili rivayetler, Kur'ân'ın tefsiri hakkındaki hadisler, dualar, ahlâk konulu hadisler ve müstehap amellerle ilgili hadislerinin çoğu için de geçerlidir. Onlar, fıkhî konularda gü­venmedikleri, hatta reddettikleri ve itibar etmedikleri birtakım rivayetlere ve ravilere, bu mevzularda güvenirler. Nitekim bunlardan birine, "Fıkhî olmayan bu konuda getirdiğin bu hadislerin tümü senin yanında sahih midir?" diye soracak olursan, olumsuz cevap ve­rir ve şöyle der: "Bunlar şer'î hükümlerle ilgili değildir. Aksine, İslâmî öğretilerden biri­nin hakkındadır ki, bu konularda iş kolaydır.

İşte bu yüzden tefsir, siret, dua, ahlâk ve müstehap ameller konularında, fıkhın çe­şitli bablarında kendilerinden hadis rivayet etmedikleri birtakım insanlardan hadis riva­yet ettiklerini görürüz. Bu konularda Hilâfet Mektebi'nin rivayetlerinden de gerçeğe ay­kırı çok şeyler nakletmiş, ardından eleştirinin gerçekte Ehl-i Beyt Mektebi'nin rivayetle­rine değil, Hilâfet Mektebi'nin rivayetlerine yönelik olduğunun farkında olmadan onları eleştirmişlerdir. İşte bunun ispatına dair bazı örnekler:

 

HİLÂFET MEKTEBİ HADİSLERİNİN EHL-İ BEYT MEKTEBİ TAKİPÇİLE­Rİ ARASINDA YAYILMASI

Biz Nakş-i Eimme Der İhya-i Din adlı kitabımızın c.7, s.61-75, Tahran, h. 1363'de Şeyh Müfıd'in (öl. 413 h.), halifeler Mektebi'nin tarih ve siret hadislerinin ravilerinden olan zındık Seyf b. Ömer'in hadislerinden tahriç ettiği hadisleri zikrettik.

Yine orada, Şeyh Tusî'nin kendi Rical kitabında Kâ'kâ' b.Amr'm biyografisinde ge­tirdiği ve oradan da Erdebilî (öl. 1101 h.), Kehbaî (h.1016'da hayatta idi) ve Mamekanî'nin (öl.1351) Rical kitaplarına geçmiş olan Hilâfet Mektebi'nin bazı rivayetlerini de zikrettik.

Yine, Şeyh Tusî'nin Hilâfet Mektebi'nden aldığı ve Tibyan Tefsiri'nde yer verdiği bazı rivayetlerin oradan Ebu'l-Futuh Razî'nin (öl. 554 h.) Tefsiri'ne, oradan da Kazer'in (öl. 722 h.) Tefsiri'ne ve oradan da Kaşanî'nin (öl. 988 h.) Tefsiri'ne sızdığını söyledik.

Aynı şekilde, Peygamber'in sireti ile ilgili uydurma bir hadisin Gazalî'nin (öl.505h.) İhya-i Ulumuddin adlı kitabından Mehdi Nerakî'nin (öl. 1209) Camiu's-Saadat kitabına, oradan da oğlu Ahmed Nerakî'nin (öl. 1245) Mi'racu's-Saadet kitabına geçtiğini açıkladık

Keza İbn Tavus'un (öl.664 h.) "el-Muctena" adlı dua kitabında, İbn Esir'in (öl.630h.) Tarihi'nden aldığı bir rivayete itimat ettiğini gördük. Ki İbn Esir, o rivayeti Tarih-i Taberî’nin nakliyle zındık Seyf b. Ömer'den almıştır. Büyük Meclisî'nin de (öl. 1111 h.) Resûlullah'ın siretinin bazı bölümlerinde, Müminlerin Emiri Ali'nin (a.s) öldürülmesi ola­yında ve Zehra'nın (s.a) vefatı konusunda Biharu'l-Envar'ın 264 sayfasını Ebu'l-Hasan Bekrî'nin (öl.h.3. asrın yarıları) kitabının rivayetlerine ayırdığını hatırlattık.[311] Hür Amulî'nin de (öl. 1104 h.) Ebu'l-Hasan Bekrî'nin "bu kitabını istinsah ettiğini ve Hasan b. Abdulvehhab'ın telif ettiği Uyunu'l-Mu'cizat adlı kitabının sonuna eklendiğini söyledik.[312]

*  *  *

İşte böylece fıkhî konuların dışında, Ehl-i Beyt mektebi âlimlerinin kitaplarında çok sayıda zayıf hadisler yayılmış ve bu âlimlere yönelik bir takım eleştirilere yol açmıştır.

Şimdi soruyoruz: "Fıkhî konuların dışında bu zayıf hadislerin bu kitaplarda yer al­masının gerekçesi ne idi?" Bu soruya şöyle cevap vermişlerdir:

Ehl-i Beyt Mektebi Âlimlerinin İlmî Emanete Riayetleri

Ehl-i Beyt Mektebi âlimleri, özellikle de fıkıh alanının dışında, Hilâfet Mektebi'nin sihah yazarları gibi kendi kitaplarında sadece sahih hadisleri yazma gibi bir amaçları ol­mamış, bilâkis her konuyla ilgili uygun hadisleri toplamak istemişlerdir. Dolayısıyla da kendi konularıyla uyumlu gördükleri her hadisi, ilmi emanetin gerektirdiği şekliyle, sa­hih olup olmadığına bakmaksızın nakletmiş ve kendi kitaplarında kaydetmişlerdir.

Böylece bir konu hakkındaki tüm hadisleri kâmil bir şekilde gelecek nesillerdeki araştırmacı kimselere taşımışlardır. O hadislerin bir kısmının onlara göre hoş karşılan­maması veya ilmi kriterlere göre zayıf görülmesi buna engel olmamıştır.

Çünkü onlar Allah nezdinde kendilerini sadece şer'î hükümleri istinbat etmek için dayandıkları hadisleri fıkıh kitaplarında kaydederken kendilerini Allah katında sorumlu görüyorlar ve bu hadisleri ayıklamaya çalışıyorlardı... Dolayısıyla da onların fıkıh alam dışında kaydettikleri bu hadisler sebebiyle eleştirilmeleri doğru değildir.

Onları ancak fıkıh kitaplarında zayıf bir hadise dayandıkları takdirde eleştirebiliriz. Keza Münteka'l-Cüman, ed-Dürrü ve'l-Mercan Fi Ahadisi's-Sihahi ve'l-Hisan, en-Neh-cü'l-Vizah Fi Ahadisi's-Sihah ve Sahih-i Kâfi gibi sahih hadisleri toplama amacını taşı­yan kitaplarda zayıf bir hadis geldiğini görürsek, onları eleştirebiliriz.

*  *  *

Söz buraya ulaşınca fakihlerin üstadı Ayetullah Seyyid Hoî'nin (r.a) Mu'cemu Rica-li'l-Hadis[313] adlı kitabına müracaat ettik. Gördük ki Ayetullah Hoî, "Dört kitapta yer alan rivayetlerin Masum'dan sudur ettiğinin kesin olduğu" ve Kâfi, Men La Yahzuruhu'l-Fakih, Tehzib ve İstibsar kitaplarındaki rivayetlerin sıhhati hususundaki mülâhazalar" baş­lıkları altında bu konuda çok faydalı bilgiler vermiş[314] ve Şeyh Tusî, Şeyh Saduk ve üsta­dının Kâfide yer alan hadislerin tümünün sahih olduğuna inanmadıklarını ispatlamıştır.

...Şeyh Kuleynî, Kâfi, Şeyh Saduk, Men La Yahzuruhu'l-Fakih, Şeyh Tusî de, Teh­zib ve İstibsar kitaplarında yer alan hadislerin tümünün sahih olduğu inancında değildi.

SON SÖZ

Siyasetleri doğrultusunda ortaya konan halifelerin içtihatlarının yayılması neticesin­de Resûlullah'ın getirmiş olduğu İslâmî hükümler Müslümanlara gizli kaldı, unutulmaya terk edildi. Müslümanlar arasında halifelerin içtihatlarının ürünü olan hükümler meşhur oldu; bütün İslâm topraklarında, Yemen'den Hicaz'a, Şam ve Irak'a, İran ve Mısır'ın en ücra köşelerine, Afrika'nın en uzak noktalarına kadar İslâmî hükümler olarak yayıldı.

Öyle bir duruma gelindi ki, Resûlullah'ın (s.a.a) getirdiği kesin bir hüküm halifenin emrine muhalif olduğu takdirde Müslümanlar halifenin emrine itaat edip Allah'ın hük­münü terk etmenin gerekliliğine inanıyorlardı. Nitekim Şamlı asker Kâbe’yi mancınıkla taşlarken şöyle diyordu: «Allah'ın evinin hürmeti ve halifeye itaat bir araya geldiğinde halifenin emrine itaat Kâbe’nin hürmetine raiyete galebe çaldı.»[315]

Haccac b. Yusuf da onların arasında şöyle sesleniyordu: «Ey Şam halkı! Allah için, Allah için halifenin emrine itaat ediniz!»[316] Zehebî'nin rivayetine göre Şimr b. Zilcevşen, fecir namazını kıldıktan sonra duasında şöyle derdi: «Allah'ım! Beni bağışla!"

Ona, "Allah seni nasıl bağışlasın?! Oysa sen Resûlullah'ın oğluyla savaşa kalkıştın ve onun öldürülmesine yardımcı oldun!" dendi. Şimr şu cevabı verdi: Eyvahlar olsun sana! Ben ne yapabilirdim ki? Zira yöneticilerimiz bizlere bu işi yapmayı emretti ve biz de itaat ettik. Eğer onlara muhalefet edecek olsaydık, şu eşeklerden daha kötü olurduk.»[317]

Kâb b. Cabir de Kerbela'da İmam Hüseyin (a.s) ile savaşa katılanlardan biriydi. O da bir duasında şöyle diyordu: «Ya Rabbi! Biz görevimizi eksiksiz yerine getirdik. O hâlde bizi ihanet edenler gibi kılma.»[318]

Amr b. Haccac, Aşura günü İmam Hüseyin'in ashabına yaklaşarak şöyle seslendi:

«Ey Küfe halkı! Halifeye itaat edin ve cemaatten ayrılmayın. Dinden çıkan ve hali­feye muhalefet eden kimseleri öldürmekte asla tereddüt etmeyin.»

Halifeye itaatin gerekliliği konusunda o kadar ileri gittiler ki, bu yolda büyük gü­nahları işlemeyi, kıyamette ümit bağladıkları en büyük amel olarak görüyorlardı.

Medine'de onca cinayeti işleyen Müslim b. Ukbe'nin can çekişirken şöyle dediğini hatırlıyoruz: «Allah'ım! Ben "Allah'tan başka ilâh yoktur ve Muhammed, O'nun kulu ve resulüdür." şahadetinden sonra Medine halkını öldürmekten daha sevimli bir iş yapma­dım. Bu amelim, kıyamet günü için taşıdığım en büyük ümidimdir. Buna rağmen eğer ateşe müstahak isem, şüphesiz ben şakiyim.»[319]

Hüseyin'i (a.s) öldürenler, namazlarında Muhammed ve Âl-i Muhammed'e salâvat getirirken Âl-i Muhammed'den biri olarak Hüseyin'e de salâvat getiriyorlar, sonra da Hüseyin'i öldürüyorlardı. Mancınıkla Kabe'yi taşa tutanlar, namazlarında Kabe'ye doğru dönüyorlar, namazlarını kıldıktan sonra da neftle, keten yumaklarıyla ve mancınık taşla­rıyla Kabe'yi hedef alıyorlardı!!!

Kâbe’nin mancınıkla taşa tutulmasını emreden halife, şüphesiz Firavun'dan daha azgındı. Zira Firavun, Müslümanların halifesi Yezid ve Abdulmelik b. Mervan'ın yaptığı gibi halkının ibadet yerinin yıkılmasını emretmemişti.

Müslümanlar Nasıl Kendilerine Geldiler?

Geçmiş peygamberlerin şeriatlarının başına gelenler, bu içtihatlar sebebiyle Muhammed'in (s.a.a) şeriatının başına da geldi. İçtihat ederek İslâm'ın hükümlerini değiştiren hilâfet makamına kayıtsız şartsız itaat eden bir topluma İslâm'ın gerçek hükümlerini geri döndürmek mümkün gözükmüyordu. Bu yüzden Müslümanların gözünde hilâfet maka­mının kutsiyetinin kırılması gerekiyordu. Çünkü halifelerin içtihatları sonucu yayılmış olan yanlış hükümler[320] in ortadan kaldırılması ve Allah Resûlü'nün getirdiği hükümlerin yeniden İslâm toplumuna geri döndürülmesi ancak bu sayede mümkündü. Yüce Allah, Hüseyin'i (a.s) böyle önemli bir görevi yerine getirmesi için hazırlamıştı.

ALLAH VE RESULÜ, İMAM HÜSEYİN'İ DİNİ İHYA ETMEK İÇİN HAZIRLAMIŞTI

Kur'ân-ı Kerim'de Ehl-i Beyt'ten biri olarak onun hakkında ayetler indirmişti. Resûlullah da her fırsatta genel olarak Ehl-i Beyt'inin, özel olarak da İmam Hüseyin'in ma­kam ve mevkiini Müslümanlara anlatmıştı. Böylece İslâm toplumunu, İmam Hüseyin'in böyle bir misyonu gerçekleştirmesi için psikolojik olarak hazırlamıştı. Nitekim münez­zeh olan Allah, "De ki: Ben sizden buna karşı yakınlara sevgiden başka bir ücret is­temiyorum." (Şura, 23) ayetini indirdiğinde Resûlullah (s.a.a) yakınlardan maksadın: «Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin olduğunu açıklamıştı.»[321]

Allah Teâlâ, Tathir ayetini nazil buyurmak istediğinde Resûlullah, Allah'ın rahme­tinin inmek üzere olduğunu görünce, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'i çağırarak abasının altına alıp bağrına bastı. O esnada Allah Teâlâ şu ayeti nazil etti: "Ancak ve ancak Allah siz Ehl-i Beyt'ten her türlü kötülüğü gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister." (Ahzab, 33) Bunun üzerine Resûlullah şöyle buyurdu: «Allah'ım! Bunlar benim Ehl-i Beyt'imdir.»

O tarihten sonra hayatta olduğu müddetçe her gün günde beş defa namaz vakitle­rinde onların evinin önünde duruyor ve şöyle buyuruyordu: «Selâm olsun size ey Ehl-i Beyt! Allah sadece, siz Ehl-i Beyt'ten her türlü kötülüğü gidermek ve sizi tertemiz kıl­mak ister.» "Sana gelen ilimden sonra kim bu hususta seninle tartışacak olursa, de ki: "Gelin oğullarımızı, oğullarınızı; kadınlarımızı, kadınlarınızı; nefislerimizi ve nefisleri­nizi çağıralım, sonra lânetleşelim de, Allah'ın lanetinin yalancılara olmasını dileyelim." (Âl-i İmrân, 61) ayeti nazil olunca Peygamber Necran Hıristiyanlarıyla mübahale (lanetleşme) etmek istediğinde Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'i yanma aldı.[322]

Bir rivayette bu olay şöyle anlatılır: «Peygamber (s.a.a) Hüseyin'i kucağına almış ve Hasan'ın elinden tutmuştu. Fatıma da babasının arkasından yürüyordu. Ali de Fatıma'nın arkasından gidiyordu. Allah Resulü onlara şöyle buyurdu: "Ben dua ettiğim zaman siz de âmin deyiniz." Necran papazı onları bu hâlde görünce yanındakilere şöyle dedi: "Ey Hıristiyanlar! Ben öyle yüzler görüyorum ki, eğer Allah'tan dağı yerinden oynatma­sını isteseler, Allah onların isteğini yerine getirecektir. Onlarla sakın mübahale etmeyin ki, helak olursunuz." Bunun üzerine cizye ödemeyi kabul ederek musalaha ettiler.»[323]

Müslümanlar, Allah Resûlü'nden şunu açıkça işitmişlerdi: «Her kim namaz kılar da, o namazda bana ve Ehl-i Beyt'ime salâvat getirmezse, namazı kabul olmaz.»[324]

Peygamber'e, kendisine nasıl salâvat getireceklerini sorduklarında şöyle buyurmuş­tu: «Şöyle deyiniz: "Allahumme salli ala Muhammedin ve ala Âl-i Muhammed. Kema salleyte ala Âl-i İbrahim. İnneke hamidun mecid. Allahumme barik ala Muhammedin ve Âl-i Muhammed. Kema barekte ala Âl-i İbrahim. İnneke hamidun mecid."»[325]

Yine onlar Nebi'nin Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'e şöyle dediğini de işitmişlerdi: «Ben sizin savaştığınız kimselerle savaş halindeyim, sizin barışık olduğunuz kim­selerle de barış içindeyim.»[326] Onlar, Resûlullah'ın (s.a.a) şu sözlerini de duymuş işitmiş­lerdi: «Hasan ve Hüseyin, benim dünyadaki iki güzel kokulu gülümdür.»[327]

Allah'ım! Ben bu ikisini seviyorum: sen de onları sev ve onları sevenleri de sev.»[328]
«Her kim Hasan ve Hüseyin'i severse, beni sevmiştir ve her kim de onlardan nefret
ederse, benden nefret etmiştir.»[329]       

Allah ve Resulü, zikredilen ayetler ve hadislerle [Ayet ve hadislerin az bir kısmı ikti­bas edilmiştir.] İslâm ümmetinin Allah Resûlü'nden sonra genel olarak Ehl-i Beyt'e say­gıyla bakmalarını, sevgi beslemelerini ve bağlılık göstermelerini sağlamaya çalışmıştır. Bu ayetler ve hadislere, "hums" ayetini, "hel eta" suresini, "ati ze'1-kurba" ayetini ve Al­lah Resûlü'nden bu ayetlerin tefsirinde gelen hadisleri de ilâve edebiliriz.[330]

Ayrıca özel olarak İmam Hüseyin (a. s) insanlara anlatılıyordu.

Örneğin, doğduğu gün ve sonrasında Allah, Peygamberi'ni onun şehit olacağından haberdar kılmıştı. Peygamber de ümmetine böyle bir olayın gerçekleşeceğini defalarca ve çeşitli yerlerde haber vermişti.[331] Aynı şekilde, İmam Ali de, Sıffın'e giderken ve başka zamanlarda Peygamber'den, İmam Hüseyin'in şehit edileceğini duyduğunu söylemişti.

Böylece İslâm ümmeti, İmam Hüseyin'i sevmeye ve makamının yüceliğini anlamaya yönlendirildi. Ayrıca bazı kimselerin nezdinde Allah Resûlü'nden nakledilen rivayet­lerde açıkça on iki imamın imametinden ve hepsinin de İslâm'ın taşıyıcıları olduğundan, İmam Hüseyin'in de onların üçüncüsü olduğundan söz ediliyordu. Ayrıca İmam Hüseyin o gün, Müslümanların, dedesi Resûlullah'a olan sevgilerini miras alan tek kişiydi.

İşte bu yüzden Müslümanlar o gün İmam Hüseyin'e biat etmek ve Muaviye'den sonra onu meşru halife olarak görmek istiyorlardı. Ancak eğer böyle bir fırsat doğsa ve Müslümanların biatiyle İmam Hüseyin hilâfet makamına otursaydı da, önceki halifelerin içtihatlarıyla değiştirilen İslâmî hükümleri topluma geri döndürmesi mümkün değildi. Nitekim babası İmam Ali (a.s) da önceki üç halifenin içtihatlarını ortadan kaldıramamıştı. Eğer İmam Hüseyin'e (a.s) biat edilecek olsaydı, önceki halifelerin içtihatlarının yanında Muaviye'nin de içtihatlarını... teyit etmek zorunda kalacaktı. Müslümanlara halife olarak ona biat etmek nasip olmayınca, İmam Hüseyin'in Müslümanlar arasındaki konumu Haremeyn-i Şerifeyn; Mekke ve Medine'nin konumu gibi oldu.

İMAM HÜSEYİN (A.S) DÖNEMİNDE MÜSLÜMANLARIN DURUMU

İslâm'ın merkezi Mekke, Medine ve hilâfet merkezi Şam ve Kûfe'de yaşayan Müslümanlar, kim olursa olsun, nasıl bir karaktere sahip olursa olsun emrettiği her konuda halifeye itaat etmeyi dinin ve dindarlığın gereği olarak görüyorlardı. Onlara göre halife­ye karşı gelmek, İslâm ümmetinin birliğini bozmak ve dinden çıkmak anlamına geliyor­du. Kaldı ki aralarında Resûlullah'ı görüp hadislerini dinleyen sahabîler, iyilik üzere on­lara uyan tabiîler ve düşünen insanlar olduğu hâlde, onlar böyle bir düşünceye sahiptiler. Bu Müslümanların durumu böyle olduktan sonra, İslâm'ın merkezinden uzak Afri­ka, İran ve diğer bölgelerde yaşayan, Allah Resûlü'nü görmemiş, onun sohbetine katıl­mamış, onun Ehl-i Beyt'iyle oturup kalkmamış, onların öğrencilerinden istifade etme­miş, İslâm'ı sadece İslâm'ın başkentinde gördükleriyle tanıyan, halifenin adamlarının uy­gulamalarını İslâm sanan, halifeyi İslâm'ın temsilcisi olarak görüp, yaptıklarım İslâm'ın hükümleriymiş gibi algılayan Müslümanların hâli nasıl olabilirdi acaba?! Nasıl bir halifeden bahsediyoruz, biliyor musunuz?! Bir halife ki onu nefsanî isteklerinden alıkoyacak hiçbir bağ yoktur. «Bir halife ki şarap içer, namaz kılmaz, eğlence meclisleri düzenler ve şarkıcı ka­dınlar huzurunda şarkı söyleyip dans ederlerdi.[332] Bir halife ki köpeklerle oynar, gecelerini ahlâk yoksunu kişiler ve tüyü bitmemiş oğlanlarla sabahlardı.[333] Bir halife ki babasının ço­cuk doğurmuş cariyelerini, kendi kızlarını ve kız kardeşlerini nikâhlardı.»[334]

Bir halife ki Resûlullah'ın (s.a.a) torununun öldürülmesini emreder, kızlarını esir alır, Resûlullah'ın haremi Medine'yi askerlerine helâl kılar, Allah'ın evi Kâbe’yi mancı­nıkla taş ve ateş yağmuruna tutar ve şöyle derdi: «Haşimoğulları mülk ve saltanat ile oynadılar, Yoksa ne bir haber gelmiş, ne de bir vahiy inmiştir.»[335] Bu, o zamanın halkının Allah'ın ve Peygamber'in halifesi unvanıyla anılan adamda gördükleri İslâm idi.»[336]

Açıkça ortaya çıktı ki o günkü Müslümanların sorunu, "adil bir hükümdarı iş başı­na getirmekle halledilmesi mümkün olan zalim bir hükümdarın sultası değildi. Sorun, İs­lâm'ın hükümlerinin kaybolup gitmesi ve Müslümanların inançları gereği, her ne olursa olsun halifenin bütün emirlerine itaat etmeleri, hilâfet makamına böyle bir yetki tanıma­ları idi."

Bu durumda sorunun tek çözümü, Müslümanların bu düşünce tarzını ve bu inancını değiştirmekti. Çünkü ancak bu fikrî değişimi gerçekleştirdiği takdirde İslâm'ın ayaklar altına alınmış olan hükümleri yeniden İslâm toplumuna geri döndürebilirdi. O şartlarda bu değişimi gerçekleştirebilecek olan tek kişi ise, İmam Hüseyin (a.s) idi. Onun Resûlullah'a olan yakınlığı, Resûlullah'ın yanındaki makamı, hakkında inen ayetler, söylenen hadisler, onu böyle bir konuma getiriyordu.

Bu meziyetlere sahip böyle bir insan, o günün şartlarında iki yoldan birini seçmek zorundaydı: Ya Yezid'e biat edecek, dünyada hoş ve rahat bir hayat sürdürecek, böylece insanların kendisine olan sevgi ve saygılarından da bir şey kaybetmeyecekti. Oysa İmam Hüseyin (a.s) bu biatin ne gibi sakıncaları olduğunu biliyordu:

Bu biat evvelâ, Yezid'in açıkça işlediği fısk-u fücurunu ve açığa vurduğu küfrünü teyit etmek, onaylamak anlamına gelecekti. Saniyen bu biat, Müslümanların hilâfet kol­tuğuna oturan yezid gibi kimselerin Allah'ın ve Peygamber'in meşru temsilcileri olduğu­nu teyit edecek, her halükârda ve emrettikleri her konuda itaatlerinin farz olduğu yö­nündeki inançlarını doğrulamak anlamına gelecekti.

Her iki onay da Muhammed'in (s.a.a) dinini ortadan kaldıracak ve böylece onun di­ni de, Musa, İsa ve diğer peygamberlerin dininin durumuna düşecekti. Bu durumda Resûlullah'ın torunu, zamanının insanları ile kıyamet gününe kadar gelecek tüm insanların günahlarını üstlenmiş olacaktı. Zira Resûlullah'ın İmam Hüseyin'den başka bir torunu kal­mamıştı ve onun için hazırlanan ortam, başka hiç kimse için hazırlanmamıştı. Ondan son­ra da Müslümanlar arasında onun makam ve itibarına sahip olabilecek birinin gelmesi de söz konusu değildi. Dolayısıyla tüm zamanlarda bu büyük ve önemli görevi yerine geti­rebilecek olan tek insan, İmam Hüseyin idi. Şimdi o, iki yoldan birini seçmek zorundaydı:

Ya Yezid'e biat edecekti.

Ya da Yezid'e ve yaptıklarına karşı çıkacak, Yezid'in yaptıklarını onaylayan Müslümanları kınayacaktı. Bunun sonucunda Müslümanların durumunu değiştirecek ve kendinden sonraki imamlara, dedesi Resûlullah'ın dininin unutulan öğretilerini, çiğnenen hükümlerini yeniden ihya etme yolunu açacaktı. İmam Hüseyin bu ikinci yolu seçti.

İMAM HÜSEYİN'İN (A.S) HEDEFİ, ŞİARI VE YOLU

İmam Hüseyin (a.s), mevcut hilâfet düzeninin İslâm için büyük bir tehlike olduğu­nu gündeme getirerek batıl ilan etti. Şöyle buyuruyordu:

«Ümmet, Yezid gibi bir yöneticiye müptela olduysa, İslâm'a veda etmek gerekir.»

Bu sözü, kendisine "Müminlerin Emiri Yezid'e biat et. Zira bu senin hem dünyan ve hem de ahiretin için daha iyidir." diyen birisinin cevabında söyledi.

Bu sözü, Abdullah b. Ömer'in kendisine "Allah'tan kork ve Müslümanların arasına ayrılık sokma." dediği bir ortamda söyledi.[337]

Ve böyle bir ortamda şu sözü söyledi: «Allah'a and olsun ki bu geniş dünyada sığı­nılacak hiçbir yer olmasa bile, yine de ben Yezid b. Muaviye'ye biat etmem!»[338]

Bu söz, imamet müessesesinin selâmetini ve sağlıklı işlediğini, mevcut hilâfet dü­zeninin ise batıl olduğunu gösteriyordu. Bu husus, İmam'ın kardeşi Muhammed b. Hanefıye'ye yazdığı vasiyetinde daha açık bir şekilde ortaya çıkarıyor:

«Sadece ceddimin (s.a.a) ümmetini ıslah etmek için kıyam ettim. İyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak istiyorum. Ceddimin ve babam Ali b. Ebu Talib'in siretiyle amel etmek, izinde yürümek istiyorum. Kim hakka boyun eğerek beni kabul ederse, bil­sin ki Allah hakkın yanındadır. Kim de benim bu davetimi reddederse, bilsin ki Allah benim ile bu kavmin arasında hak üzere hüküm verene kadar sabredeceğim ve şüphesiz O, hüküm verenlerin en iyisidir.»[339] İmam Hüseyin (a.s), bu vasiyetinde Ebu Bekir, Ömer ve Osman'dan ve onların sireti ve gidişatından söz etmemiştir. Sadece ceddinin ve baba­sının sireti ve gidişatını takip etmek istediğini ifade etmiştir.

Halifelerin sireti özetle şudur: Onlar, Müslümanların biatine dayanarak yönetimin başına geçtiler. Biatin ne şekilde gerçekleşmiş olduğunun ise hiçbir önemi yoktu. Sonra da İslâm'ın hükümleriyle ilgili özel içtihatlarıyla Müslümanlara hükmettiler.

Babasının ve ceddi Resûlullah'ın siretini ise şu şekilde özetlemek mümkündür:

Onlar, İslâm'ı insanlara taşıdılar, insanları İslâm'ı yaşamaya davet ettiler, kendileri de İslâm'ın hükümlerine tam bir bağlılık gösterdiler. Biri, Allah'tan alıp iletiyordu, diğeri Resûlü'nden alıp iletiyordu. Her ikisi de, iyiliği emrediyor ve kötülükten sakındırıyordu.

İmam Hüseyin'in (a.s) şiarı ve hedefi buydu. Bu hedefe ulaşmak için şahadeti seçti. Şair, İmam'ın diliyle ne de güzel söylemiştir: «Eğer benim öldürülmemle ayakta kalacak­sa Muhammed'in dini, ey kılıçlar alın beni.» İmam Hüseyin'in Haşimoğulları'na yazdığı mektubunda şu cümle de bu söylediğimizi destekler mahiyettedir: «Her kim bana katılır­sa, şehit olacaktır. Her kim de benden geri kalırsa, zaferin yüzünü göremeyecektir.»[340]

İmam, insanları davasına katılmaya çağırıp onlardan yardım istediğinde basiretli ve bilinçli bir şekilde bu işe gönül vermelerini istiyordu. Tıpkı Züheyr b. Kayn olayında ol­duğu gibi. İmam onu çağırınca o gönülsüz olarak İmam ile görüşmeye gitti. Ama ravinin dediğine göre görüşme sona erdiğinde Züheyr sevinçli bir hâlde ve güler yüzle geri dön­dü, çadırının İmam Hüseyin'in (a.s) kervanının bulunduğu yere nakledilmesini emretti ve daha sonra da hanımım boşayarak şöyle dedi: «"Sen özgürsün. Ailene geri dön; ben, ben­den dolayı sana hayır ve iyilikten başka bir şeyin gelip çatmasını istemiyorum."

Sonra da arkadaşlarına dönerek şöyle dedi: "Sizden her kim şahadeti diliyorsa, be­nimle gelsin. Aksi takdirde bu bizim son görüşmemizdir."»[341]

Züheyr bu sözleri söylerken daha Müslim b. Akil ve Hani b. Urve'nin şehit olduk­larını ve Kûfelilerin sözlerinden döndükleri haberi İmam'ın kervanına ulaşmamıştı. Zü­heyr, İmam Hüseyin ile yaptığı görüşmeden sonra arkadaşlarına, Belencer savaşında sahabî Selman Bahilî'nin kendisine bu günü göreceğini müjdelediğini de söylemişti.

İmam, yönetimi ele geçireceği ümidiyle etrafına toplanan kimseleri kendisinden uzaklaştırıyordu. Nitekim Ömer'in oğluna cevap olarak şöyle buyurmuştur:

«Ey Abdullah! Dünyanın Allah katında ne kadar değersiz olduğuna bak ki, Zeke-riyya'nm oğlu Yahya'nın (a.s) başı, İsrail oğullarının fahişe kadınlarından birine hediye olarak götürülüyor!... Ama Allah onları cezalandırmada acele etmiyor; fakat daha sonra onları güçlü ve yenilmez bir sultanın yakalaması gibi yakalıyor!» İmam bu sözünde, kendisini Yahya (a.s)ın kaderi gibi bir kaderin beklediğine işaret ediyor

Sonra ona şöyle buyurdu: «Ey Ebu Abdurrahman! Allah'tan kork ve bana yardım etmekten geri kalma.»[342] Irak'a doğru yola çıkarken şöyle buyurdu: «Ölüm, insanoğlu için genç kızın boynundaki bir kolye gibidir. Yakub Yusuf u nasıl özlemiştiyse, ben de geç­mişlerimi öyle özlemişimdir. Benim için bir kurbangâh seçilmiştir ve ben de bilinçli bir şekilde oraya doğru gidiyorum. Nevavis ve Kerbela arasında çöl kurtlarının bedenimi parçaladıklarını, midelerini ve karınlarını benim bedenimle doldurduklarını görür gi­biyim. Takdir kaleminin yazdığı günden kaçmak mümkün değildir. Allah'ın hoşnutlu­ğu, biz Ehl-i Beyt'in de hoşnutluğudur. Belâlara sabrederiz, Allah da bize sabredenle­rin mükâfatını eksiksiz olarak verir. Resûlullah'ın bedeninin bir parçası olanlar, ondan ayrı düşmezler ve Allah'ın huzurunda ona katılırlar; Resûlullah'ın gözü onlarla aydın­lanır ve kendisine verilen vaat onlarla gerçekleşir. Kim kanını bizim yolumuzda akıt­mak istiyor ve kendini Allah ile görüşmeye hazırlamışsa bizimle birlikte yola çıksın...»[343]

İmam, konakladığı her yerde Zekeriyya oğlu Yahya'yı ve öldürülmesini anardı.

İmam (a.s) Hücceti Tamamlamak İçin Kûfelilerin Davetini Kabul Etmiştir

İmam, Resûlullah'ın yüce Allah'tan haber verme şeklinde kendisine bildirdiği gaybî haberleri bir kenara bırakacak olsak dahi, bedihî olarak ve eşyanın tabiatı gereği iki yol­dan birini seçmek zorunda olduğunu biliyordu. Bunun üçüncü bir alternatifi yoktu. Ya biat edecek ya da öldürülecekti. İmam, konuşmalarında bu konuya sık sık temas ediyor­du. Muaviye'nin ölümünden sonra kendisinden biat istendiği ilk defasında bu durum apaçık ortaya çıkmıştı. Mervan, Medine valisine, İmam Hüseyin'den mutlaka biat alma­sını, biat etmeye yanaşmadığı takdirde ise onu öldürmesini önermişti.[344] İmam onlardan kurtulmak için Medine'yi terk ederek Mekke'ye, Allah'ın evine sığınmıştı.

Mekke'de de Yezid'in kendisini öldürtmek istediğini anlamış, orayı da terk etmek durumunda kalmıştı. Nitekim kardeşi Muhammed Hanefıye'ye yazdığı mektupta ve Ab­dullah b. Zübeyr'e yaptığı açıklamalarda, şöyle buyurmuştu:

«Allah'a yemin olsun ki eğer bir hayvanın inine de girsem, yine de beni bulup dışa­rı çıkarır ve benim hakkımdaki isteklerini yerine getirirler. Allah'a yemin olsun ki onlar, cumartesi gününün hürmetini çiğneyen Yahudiler gibi benim hürmetimi ve saygınlığımı çiğneyeceklerdir. Allah'a yemin olsun ki bir karış miktarında da olsa Mekke'nin dışında öldürülmeyi, haremin içinde öldürülmeye tercih ederim.»[345] İbn Abbas'a da şöyle buyur­muştu: «Mekke'de öldürülmekten ve böylece Harem'in hürmetinin benim sebebimle çiğnenmesindense falan ve filan yerde öldürülmeyi daha çok isterim.»[346]

Küfe halkına gelince; onlar birbiri ardınca İmam Hüseyin'e mektup yazıyor ve bu mektuplarında şöyle diyorlardı: «Bizim bir imamımız ve önderimiz yoktur. Sen bizim yanımıza gel, olur ki Allah senin varlığının bereketiyle bizi hak etrafında bir araya toplar. Nu'man b. Beşir, sadece Daru'l-İmare'nin (hükümet konağının) başkanıdır. Biz ne cumada ne de bayramda onunla bir araya gelmiyoruz. Senin bize doğru geldiğini duyar duymaz onu Kûfe'den çıkarır ve Şam'a göndeririz:» Ve şöyle diyorlardı:

«Mümin ve Müslüman taraftarlarından Hüseyin b. Ali'nin huzuruna. Hemen bize doğru gel. Halk sabırsızca senin gelişini beklemektedir. Senden başka hiç kimseyi iste­memektedir. O hâlde hiç durma, acele et.» Kûfe'nin büyükleri de ona şöyle yazdılar:

«Kûfe'ye gel; her türlü silahla donanmış bir ordu senin yanında düşmanla savaşma­ya hazırdır.»[347] Yine ona şöyle yazdılar: «Yüz bin kılıç senin emrini beklemektedir.. .»[348]

Küfe halkından bir, iki veya dört kişinin imzasını taşıyan bu tür mektuplar, ayrıca Kûfe'nin ileri gelenlerinin yazdığı mektuplar iki heybeyi dolduruyordu.[349]

Bütün bunlardan sonra eğer İmam Kûfelilerin davetine olumlu cevap vermez ve Yezid'e biat edecek olsaydı veya Yezid'e biat etmeyip de başka bir yerde şahadete erişe­cek olsaydı, bu durumda İmam, Küfe halkı hakkında kusur etmiş olacak ve kıyamete ka­dar bütün kuşaklar, İmam'a karşı Küfe halkına hak vereceklerdi. Kıyamet günü de Kûfe­lilerin aziz ve celil olan Allah karşısında hücceti olacaktı. Oysa kâmil hüccet Allah'ındır. Buna göre İmam'ın Kûfelilerle ilgili yaptığı her şey, sadece onlara hücceti tamam­lamak içindi, başka bir şey için değil. Eğer böyle olmasaydı ve İmam'm Irak'a doğru yo­la çıkması sadece Kûfelilerin ümitlendirici mektuplarından kaynaklanan bir aldanma ne­ticesinde gerçekleşmiş olsaydı, İmam, Müslim b. Akil ve Hani b. Urve'nin şahadeti habe­rini aldığında, henüz Hürr'ün ordusuyla karşılaşmadan önce geri dönerdi.

Evet; İmam Hüseyin (a. s) bu hareketiyle Irak ehline ve diğerlerine hücceti tamam­lamış oldu. Münezzeh olan Allah şöyle buyuruyor: "Resullerden sonra insanların Al­lah'a karşı bir hücceti bulunmasın diye." (Nisa, 165)    

İMAM HÜCCETİ TAMAMLAMAK İÇİN IRAK'A GİTTİ, AKİLOĞULLARI'NIN SÖZÜNÜN ETKİSİYLE DEĞİL

Bazıları yersiz bir vehme kapılarak şöyle demişlerdir: "İmam'ın Müslim ve Hani'nin öldürülme haberini aldıktan sonra Irak'a doğru hareket etmesinin sebebi, kendisine şöyle diyen Akiloğulları'nm sözleriydi:

"Biz, intikamımızı almadan veya kardeşimiz gibi ölümü tatmadan geri dönmeyiz!" İmam da bu söz yüzünden kendisini ve dostlarını ölümün kucağına attı."

Gerçek şu ki, bu söz doğru değildir. Akıldan nasibini almış bir insan böyle bir şey söylemez. Doğru olan şudur: "İmam için Irak'a veya başka bir yere gitmenin hiçbir farkı yoktu. Zira İmam Yezid'e biat etmediği sürece kendisini ölümün beklediğini biliyordu.

Öte yandan Irak halkına da hücceti tamamlaması gerekiyordu. O güne kadar da bu hüccet tamamlanmış değildi. Bu hüccet, ancak Hürr ile karşılaştığı günden Aşura günü­ne kadar kendisinin ve ashabının yaptığı konuşmalarla tamamlanmış oldu.

Dolayısıyla İmam'm Müslim b. Akil ve Hani b. Urve'nin şahadet haberini aldıktan sonra da geldiği yoldan geri dönmeden ve başka bir yere yönelmeden doğruca Kerbela'ya gitmesi gerekiyordu.

İmam böylece Yezid gibi bir tağuta karşı başlattığı itiraz hareketi ve kıyamıyla Kûfelilere ve muasırlarından haberini duyan herkese hücceti tamamlamış oldu. İmam'ın bu itirazı öyle bir ses getirdi ki tüm yeryüzünde yankılandı ve kıyamete kadar da yankılan­maya devam edecektir. Zira İmam, sadece Yezid'e biat etmekten kaçınmakla yetinmedi; evinde oturup da öldürülmeyi beklemedi; kanının heder olmasına ve hilâfet düzeni tara­fından olayın çarpıtılmasına müsaade etmedi. Tam tersine, haberinin her yere yayılması, hakkaniyetinin anlaşılması ve hilâfet adıyla hüküm sürenlerin gerçek yüzlerinin ortaya çıkması için gereken her şeyi yaptı.

İMAM HÜSEYİN'İN (A.S) KIYAM TARZININ HİKMETİ

İmam, iktidarın meşruiyetini Müslümanların kendisine biat etmesinden alan halife­nin Medine'deki adamlarına karşı direnerek halifeye biat etmeye yanaşmadı. Bu haber herkes tarafından duyuldu. Ardından İmam Mekke'ye doğru yola çıktı ve Medine'den çı­karken şu ayeti okudu: "(Musa, etrafı) kollayarak korku içinde oradan çıktı: 'Rabbim, beni şu zalim kavimden kurtar!" dedi." (Kasas, 21) Hüseyin (a.s) bu yolculukta, Abdul­lah b. Zübeyr'in tam aksine hareket etti; sapa yolu değil, ana yolu seçti.»[350]

«Hüseyin cuma günü, şaban ayının üçünde, "Medyen'e doğru yönelince: Umarım ki Rabb'im beni doğru yola iletir, dedi" (Kasas, 22) ayetini okuyarak Mekke'ye girdi. Kâbe’ye sığındı. Dikkatler onun üzerinde yoğunlaştı. Umre yapmak için gelen Müslü­manlar etrafına toplanıp Peygamberlerinin torununu dinlemeye başladılar.»[351]

İmam Hüseyin (a.s) ceddinin siretini onlara anlatıyor ve halifenin bu siretten saptı­ğını açıklıyordu. Ardından davetini açığa vurarak çeşitli şehirlere mektuplar yazdı. Üm­meti hilâfete karşı silahlı ayaklanmaya ve mevcut durumu değiştirmeye davet etti. Bu hususta onlardan biat istedi. Ama asla hilâfeti ele geçirmekte kendisine yardımcı olmala­rı için onlardan biat istemedi. Bu konuda kimseye söz vermedi.

Hiçbir konuşmasında bu konuya değinmedi. Hiçbir mektubunda bu konuda bir şey yazmadı. Aksine, indiği her konakta, gittiği her yerde Zekeriyya'nın oğlu Yahya'dan söz etti, kendisini ona benzetti. Çünkü İmam Hüseyin, Yahya (a.s) gibi zamanının tağutunun tuğyanı ve fesadına itiraz etmişti ve bu yolda onun gibi başı kesilerek zamanın tağutuna götürülecekti. Şu farkla ki Yahya (a.s) bu itirazı tek başına yapmıştı, İmam Hüseyin (a.s) ise yarenleri ve Ehl-i Beytiyle birlikte bunu yapıyordu.

İnsanları etrafında toplayarak hilâfeti ve yönetimi ele geçirmek isteyen birisi ise, böyle bir şey yapmaz. Aksine, onlara zafer ve yönetimi ele geçirme müjdesi verir, insan­ları ümitsizlendirecek, etrafından dağıtacak sözler söylemez.

İmam hac aylarıyla birlikte toplam dört ay Mekke'de kaldı. Önce umre yapanlar ve ardından da İslâm ülkelerinin dört bir yanından hac için Mekke'ye gelenler İmam ile bir araya gelme fırsatı buldular. İmam, ceddi Resûlullah'ın hadislerini onlara anlatarak onla­rı günah işlemekten, Allah'a isyan etmekten ve kıyamet gününün azabından korkutuyor­du. Onları takvalı olmaya, Allah'ın rızasını kazanmaya davet ediyordu. Onları İslâm âle­minin başına geçen halifenin tehlikesine karşı uyarıyordu.

Böylece onlar İmam Hüseyin'den o güne kadar hiç kimseden duymadıkları sözleri duyuyorlardı. Bu durum terviye (zilhicce ayının sekizi) gününe kadar devam etti. Hacılar o gün hac için ihrama girdiler ve lebbeyk diyerek Arafat'a çıktılar.

Bu sırada İmam Hüseyin (a.s) bütün hacıların tam aksine ihramdan çıkarak Allah'ın güvenli hareminden uzaklaştı... İmam o sırada, yönetimi ele geçirmek için Irak'a gidiyo­rum, demedi; aksine, haremin bir karış dışında öldürülmek için gidiyorum, dedi:

Hacılar hac ibadetini yerine getirdikten sonra vatanlarına geri dönmeye başladılar. Hacıların dönmesiyle İmam Hüseyin'in haberi de yayılmaya başladı. Hac kervanla­rının gittiği bütün İslâm ülkelerinde bu haber duyuldu. Müslümanlar her yerde bu büyük olayı konuşuyorlardı. Peygamberlerinin torunu, mevcut hilâfet düzenine karşı kıyam et­miş, Müslümanları da bu hilâfete karşı silâhlı ayaklanmaya davet ediyordu. Zira o, hali­fenin İslâm'dan sapmış olduğunu ve bu yönetimin devam etmesi durumunda İslâm'ı bü­yük bir tehlikenin tehdit ettiğini görüyordu.

Müslümanlar her yerde bu işin sonunun nereye varacağını merak ediyorlardı. Bir tarafta Peygamberin Ehl-i Beyt'i, diğer tarafta ise hilâfetin taraftarları vardı. Bu olayla ilgili gelişmeleri yakından takip ediyorlardı.

Hüseyin'in kıyam ettiğini ve hiçbir şeyin onu bundan vazgeçiremediğini duyuyor­lardı. Ne uyaranların uyarısı, ne de insanların onu yalnız bırakması onu etkilemiyordu. Ne İbn Ömer'in "Senin öldürüleceğini bilen birisi olarak seninle vedalaşıyorum."[352] Ne Ferazdak'ın "İnsanların kalpleri sizinledir, ama kılıçları Ümeyyeoğullarıyla be­raberdir."[353] Söylemesi, ne Umere'nin Aişe'den naklen Resûlullah'ın "Hüseyin, Babil top­raklarında öldürülecektir."[354] diye buyurduğunu yazması onu bu yoldan döndürememişti. Böylece İmam'ın hareketinin haberi birbiri ardınca Müslümanlara ulaşıyordu.

İmam sakin ve akıllı bir şekilde ilerliyor, niyetini asla gizlemiyordu. Aksine, her hareketiyle halife Yezid'e karşı muhalefetini açığa vuruyordu. Yemen valisinin Yezid'e gönderdiği hediyelere ve güzel kokulara el koyuyor ve böylece Yezid'in Müslümanların mallan üzerinde tasarruf yetkisi bulunmadığını ilân ediyordu. Karşılaştığı veya haberini duyan kimselere hücceti tamamlamaya çalışıyordu. Bunun için her fırsatı değerlendiri­yordu. Son olarak susuz ve kurak çöllerde susuzluktan bitkin düşen düşmanın ordusunu suyla karşılıyor, hayvanlarına bile su veriyordu. Aniden onlara saldırmayı kabul etmiyor. Aksine, onları serbest bırakıyordu; savaşı başlatan tarafın onlar olmasını istiyordu...

Taberî ve diğerleri şöyle diyorlar: Namazda onlara imamlık yaptıktan sonra onlara şöyle dedi: «Aziz ve Celil olan Allah'a ve size mazeretimi bildiriyorum: Ben ancak mek­tuplarınız bana ulaştıktan ve elçileriniz yanıma geldikten sonra size geldim. "Hemen bi­ze gel; çünkü bizim imamımız, önderimiz yoktur. Umulur ki Allah, senin sayende bizi doğru yola ulaştırır." diyordunuz. Şimdi eğer sözünüzdeyseniz, işte gelmişim; bana sağ­lam sözler verir, güvenimi kazanacak ahitlerde bulunursanız, şehrinize gelirim. Eğer böyle bir şey yapmaz ve gelişime sevinmediğinizi söylerseniz, geri dönüp giderim.»

İmam ikinci konuşmasında şöyle buyurdu: «Eğer takvalı olur ve hakkı ehli için ta­nırsanız, Allah'ı kendinizden hoşnut kılarsınız. Bilin ki biz Ehl-i Beyt, hakları olmadığı hâlde yönetimi ele geçirip size zulmeden bu adamlardan sizi yönetmeye daha evlâyız...»

İmam (a.s), ashabına da hücceti tamamlamak için şöyle buyurdu:

«...Hak ile amel edilmediğini ve batıldan sakınılmadığını görmüyor musunuz? Böyle bir durumda mümin kimse Allah'a kavuşmayı arzulamalıdır. Ben ölümü saadet­ten, zalimlerle birlikte yaşamayı ise hüsran ve ziyandan başka bir şey görmüyorum.»

İmam kendisine, "Tay kabilesinin bulunduğu dağlara git. Tay kabilesinden yirmi bin kişi seni koruyacaktır." diyen Tirimmah'a da cevap olarak şöyle buyurdu:

«Bizimle bu insanlar arasında bir söz geçmiştir, ondan geri dönemeyiz.»

Evet, İmam Hüseyin (a.s) ile Irak halkı arasında İmam'ın onlara gitmesi kararlaştı­rılmıştı ve İmam Hüseyin (a.s) hücceti tamamlamadan da bundan dönemezdi.

*    *    *

İmam, beş ay boyunca İslâm âleminin çeşitli bölgelerindeki Müslümanlara hücceti tamamlamıştı. Mekke ve Medine'dekilere, Küfe ve Basra'dakilere davasını anlattığı gibi yaptığı konuşmalar, yazdığı mektuplar, gönderdiği elçiler aracılığıyla Şamlılara da sesini duyurmuştu. Ayrıca kendisine biat eden kimselerden de silahlı kıyam için biat alıyordu.

Elçisi Müslim b. Akil'in Kûfe'de öldürülmesi de hücceti tamamlıyordu. Yine hiçbir bahane ve mazerete mahal bırakmamak için Irak'a doğru çok ağır ilerliyordu. Hacılar is­teselerdi hac ibadetini yerine getirdikten sonra yavaş yavaş ilerlemekte olan İmam'ın ker­vanına katılabilirlerdi. Mekke, Medine, Küfe, Basra ve diğer İslâm şehirlerinde oturan kimseler de İmam'ın yardım çağrısına cevap verebilme imkânına sahiptiler. Zira İmam'ın hareketi, ön hazırlıksız ve aniden başlatılmış bir hareket değildi. Dolayısıyla kimse, İmam'a yardım etmeye fırsat bulamadığını ileri süremezdi. Çünkü İmam şehir şehir dolaşa­rak Müslümanların gözü önünde halifenin adamlarıyla tartışıyor, itirazını dile getiriyordu Bu yüzden bütün Müslümanlar İmam'ı yalnız bırakma suçunda ortaktırlar. Elbette Kûfeliler, ayrıca İmam'ı davet etme utancını da taşımaktadırlar. Çünkü İmam Hüseyin (a.s) onların davetini kabul etmiş, onların topraklarına ayak basmış, ama buna rağmen onlar İmam ile savaşmaya kalkışmış ve onu öldürmeye girişmişlerdi.

İmam, Kerbela'ya varmadan önce sözleri ve davranışlarıyla bütün Müslümanlara hücceti tamamlamıştı. Kerbela topraklarına ayak basıp Irak halkının sözlerinden döndü­ğünü, on binlerce savaşçıyla kendisiyle savaşmaya geldiklerini ve böylece hilâfet zümre­sine yaranmak istediklerini görünce, bu kez sözleri ve davranışlarıyla özellikle hilâfet zümresine hücceti tamamlamak istedi. Bu amaçla da peşini bırakmaları hâlinde silahım bırakıp geldiği yere geri döneceğini veya İslâm ülkesinin sınırlarından birine gideceğini ve orada sıradan bir Müslüman gibi yaşayacağını söyledi. Böylece onun tarafından hiç­bir tehlike hükümetlerini tehdit etmeyecekti. Nitekim Sa'd b. Ebu Vakkas, Abdullah b. Ömer ve Üsame b. Zeyd de babası İmam Ali'ye (a.s) biat etmeyince, öyle yapmışlardı.

Fakat hilâfet ordusu, İmam'dan biat etmek ve İbn Ziyad'ın emrine teslim olmaktan başka bir şeyi kabul etmedi. İmam da bunu yapmayacağını söyleyince şahadet yolunu se­çip Allah'ın huzuruna çıkmaya hazırlandı. Hem hilâfet zümresinin Irak halkından oluşan ordusuna, hem de kendi ashabına bir kez daha hücceti tamamlamak için de Muharrem ayının dokuzuncu günü kendisine bir gece mühlet vermelerini istedi... Buna razı oldular. İmam Muharremin onuncu gecesi ashabını topladı ve onlara bir konuşma yaparak şöyle buyurdu: Taberî, Ali b. Hüseyin'den (a.s) şöyle rivayet eder:

«Görünen o ki yarın bu düşmanla savaşmak zorunda kalacağız. Ben size izin ver­dim. Hepiniz gidin. Benim sizin üzerinizde bir hakkım yoktur. Gecenin örtüsü sizi gizle­miştir. Gecenin karanlığından istifade ederek buradan uzaklasın. Her biriniz de benim Ehl-i Beyt'imden bir adamın elinden tutarak kendisiyle beraber götürsün. Allah sizlere hayırlı mükâfatlar versin. Köy ve şehirlerinize dağılın. Çünkü bu topluluk sadece benim peşimdedir. Beni bulduktan sonra başkasının ardına düşmeyecekler.»

Haşimoğulları İmam'a şöyle dediler: «Niçin böyle yapalım? Senden sonra hayatta kalmak için mi? Allah böyle bir günü asla bizlere göstermesin!» İmam (a.s) daha sonra Akil'in oğullarına dönüp şöyle buyurdu: «Müslim b. Akil'in öldürülmesi size yeter. Siz gidin; ben size izin verdim.» Onlar şöyle dediler: «.. .Allah'a and olsun ki asla bunu yapmayacağız. Aksine kalıp can, mal ve evlatlarımızı sana feda edeceğiz. Şahadet şerbetini içene kadar seninle bir­likte onlara karşı savaşacağız. Allah senden sonra yaşamayı çirkin kılsın!»

Daha sonra sıra ashabına geldi. Taberî[355] şöyle diyor: Said b. Hanefî de şöyle dedi:

«Allah'a and olsun ki, Allah, Peygamberinin yokluğunda senin tarafını tutma husu­sunda kusur etmediğimizi görünceye kadar seni terk etmeyeceğiz. ... Senin yanında öl­dürüleceğimi, yeniden dirilip ardından yakılarak külümün rüzgâra savrulacağını ve bu­nun yetmiş kere tekrarlanacağını bilsem dahi, yine de tümüyle yok oluncaya kadar sana yardımdan vazgeçmeyeceğim. Şimdi neden böyle yapmayayım?! Oysa işin içinde sade­ce bir defa öldürülmenin ve ardından ebedî saadetin olduğunu bilmekteyim.»

İmam'ın diğer dostları da benzeri şeyler söylediler. Allah'ın huzuruna çıkmaya ha­zırlandılar. Ravi şöyle diyor: «Hüseyin ve ashabı bütün geceyi namaz, dua ve tevbe ile geçirdiler. İmam çadırların arkasındaki su kanalını andıran alçak yerleri kazmalarını, son­rada açtıkları bu çukurları odun ve kamışla doldurmalarını emretti. Sabah olunca çadır­ları arkalarına alarak düşmanın karşısında saf tutup çukurlardaki odun ve kamışları yak­tılar. Böylece düşmanın ansızın arkadan saldırmasına engel oldular. Bu tedbir sayesinde İmam ve ashabı, hücceti tamamlamak amacıyla birbiri ardınca onlara konuştular.»

Aşura günü iki ordu karşı karşıya gelip savaşmaya hazırlandıkları sırada İmam Hü­seyin (a.s) devesine bindi, düşman ordusunun karşısına geçti, onlardan sessiz olmalarını istedi, sonra şöyle bir konuşma yaptı:

«...Ey insanlar! Soyuma bakın görün, ben kimim? Sonra kendinize gelin, nefsinizi kınayın! Bir düşünün, beni öldürmeniz ve bana saygısızlık etmeniz helal midir?! Ben, sizin Peygamberinizin kızının oğlu ve onun vâsii ve amcası oğlunun oğlu değil miyim? Ben, herkesten önce Allah'a iman eden ve Peygamberin Allah'tan getirdiklerini doğru­layanın oğlu değil miyim? Seyyidu'ş-Şühedâ Hamza, benim babamın amcası değil mi­dir? İki kanadıyla uçan Şehit Cafer benim amcam değil midir? Peygamberin benim ve kardeşim hakkında buyurduğu ve sizin aranızda yaygın olan şu söz: "Bu ikisi, cennet gençlerinin efendileridir." size ulaşmamış mıdır?

Eğer sözümü doğrulayacak olsanız, bu hakkın özüdür. Allah'a andolsun ki, Allah­'ın yalancıya gazap ettiğini ve uydurduğu sözün zararını kendisine çevirdiğini bildiğim günden beri yalan söylemiş değilim. Eğer beni yalanlarsanız, şu anda Müslümanlar arasında mevcut olan Peygamber ashabına gidin sorun; size bildirsinler. Cabir b. Ab­dullah el-Ensarî, Eba Said el-Hudrî, Sehl b. Saad el-Saidî, Zeyd b. Erkam ve Enes b. Malik size söylesinler; benim ve kardeşim hakkında Resulullah'tan duyduklarını. Bu dediğim, kanımı dökmenize engel değil mi?

...Eyvahlar olsun size! Beni sizlerden birini öldürdüğüm veya bir malınızı telef et­tiğim ya da birinizi yaraladığım için mi cezalandırmak istiyorsunuz?»

«Ey Şebes b. Rib'î! Ey Haccar b. Ebcer! Ey Kays b. Eş'as! Ey Zeyd b. Haris! Bana meyvelerinizin yetiştiğini, bağlarınızın yeşerdiğini ve benim yanımda savaşa hazır bir ordunun bulunduğunu yazan sizler değil miydiniz?

Ey insanlar! Eğer gelişimden hoşlanmadıysanız beni bırakın geri döneyim.»

Kays b.Eş'as İmam'a şöyle dedi: Neden amcaoğlunun hükmüne boyun eğmiyorsun?

İmam ona şöyle buyurdu: «Bilin ki, zinazade oğlu zinazade beni iki şeyden birini seçmek hususunda serbest bırakmıştı. Ya savaş ve kılıç ya da zillet ve horluk. Biz asla zillet ve horluğa rıza göstermeyiz.» İmam daha sonra şöyle buyurdu:

«Allah'a yemin olsun ki beni öldürmek gibi bir cinayeti işledikten sonra, bir süva­rinin bineğine bineceği kadar bir vakit geçmeden ölüm değirmeninin taşı başlarınızda dönecek... Bu, babamın ceddimden bana bildirdiği bir haberdir.» Sonra ellerini göğe doğru kaldırdı ve şöyle dedi: «Allah'ım! Rahmet yağmurlarını onlardan esirge... ve Sakif gencini onlara musallat kıl ki ölümün acı şerbetini onlara içirsin...»[356]

Savaşı başlatan, hilâfet ordusunun komutanı Ömer b. Sa'd oldu. Yayının kirişine bir ok koyup attı ve şöyle dedi: Taberî kendi tarihinde Humeyd b. Müslim'den şöyle riva­yet eder: «ilk ok atanın ben olduğuma tanıklık edin.»

Makrizî'nin rivayetinde şöyle geçer: «Valinin yanında...»

İmam Hüseyin (a.s) ise ellerini göğe kaldırdı ve şöyle buyurdu: «Allah'ım! Her sı­kıntıda sen benim sığmağımsın ve her zorlukta sen benim ümidimsin...»

İki ordunun askerleri, söyledikleri sözler ve yaptıkları işlerle gerçekte kendi iç dün­yalarını dışa vuruyorlardı. Bu konuda âdeta birbirleriyle yarışıyorlardı. Örneğin, hilâfet ordusundan Mesruk Vailî şöyle diyor:

«Ben Hüseyin'e karşı saldırıya geçen süvarilerin önlerindeydim. Kendi kendime şöyle diyordum: Önlerde olayım ki, Hüseyin'in başını ele geçirebileyim. Bunu başarabi­lirsem, Ubeydullah b. Ziyad'ın yanında büyük bir mevkiye sahip olurum.»

Harezmî ve İbn Şehraşub şöyle yazmaktalar: Muhammed b. Abdullah b. Ca'fer b. Ebu Talib de düşmanla savaşırken şöyle diyordu: "Körü körüne sapıklıkta yürüyen bu kavmin / Zulmünü Allah'a şikâyet ediyorum / Kur'ân'm öğretilerini değiştirdiler / Apaçık ve muhkem ayetlerini inkâr ederek / Küfür ve isyanlarını ortaya çıkardılar."

İbn Şehraşub'un Menakıb'ında ise şöyle geçmektedir: .. .Kardeşi Abbas da sağ eli kesildikten sonra şöyle diyordu: "Allah'a and olsun ki sağ elimi kestiyseniz de / Sonsuza kadar ben dinimi savunacağım / Özü sözü doğru imamımı koruyacağım... "

Harezmî'nin Maktel'inde şöyle geçer: Abbas b. Ali'nin şahadetinden sonra İmam Hüseyin (a.s) şöyle buyurdu: «Şimdi belim kırıldı ve çarem kalmadı.»[357]

Neden hilâfet ordusu, Peygamber'in Ehl-i Beyti'nin çadırlarını yaktı?!

Neden, Resûlullah'ın kızının oğlunun göğsünü ve sırtını atlara çiğnetti?!          

Neden başlarını kesip aralarında paylaşarak mızrakların ucunda dolaştırdılar?!

Onlar İbn Ziyad'a bağlılıklarını, sözünü dinleyip emrine itaat ettiklerini ispatlamak için bu cinayetleri işlediler. Nitekim onlardan biri şöyle diyordu: «Eğer Ubeydullah b. Ziyad'ı görecek olursan, ona de ki: Ben halifenin emrine teslim olmuşum.»

Onlardan biri şöyle diyordu: «Üzengimi altın ve gümüşle doldur ki, ben büyük bir sultanı öldürdüm; ben baba ve anne açısından insanların en iyisini öldürdüm.»[358]

Onlar, bütün bunları halife ve valiyi hoşnut etmek ve onlardan altın ve gümüş ala­bilmek için yaptılar. İbn Ziyad'ın sarayının önünde şarkı söyleyip şöyle diyorlardı:

Sırtından sonra sinesini de biz ezdik / Yürük atlarımızla ve esirleri sıkıca bağladık.

Hüseyin'in (a.s) başını evine getiren Hulî eşine şöyle diyordu: «Sana, bizi ilelebet zengin kılacak bir servet getirdim. Bu Hüseyin'in başıdır; onu evin bir yerinde sakla.»

Nitekim halife de, kendisine yapılan bu hizmet karşılığında İbn Ziyad'a bir milyon ve Küfe halkına ise emre itaat edenler için belirleneni verdi ve aylıklarını artırdı.

Peki, Müslümanların halifesi neden böyle bir cinayet işledi?! Neden elindeki sopayla İmam Hüseyin'in kesik başının ön dişlerine vurdu?! Neden İmam Hüseyin'in kesik başı­nı üç gün üç gece Şam'da mızrağın ucuna taktı ve sonra da şehir şehir dolaştırdı?!

Bütün bunların nedenini Yezid aşağıdaki şiirinde açıkça dile getirmiştir: "Eğer Ahmed Oğullarının yaptıklarının intikamını almazsam, / Ben de Handef soyundan değilim! / Biz onların efendilerini öldürdük ve böylece Bedir Savaşı'nın öcünü alıp ödeştik."[359]

Yezid'in dedesi Ebu Süfyan, Osman'ın hilâfeti döneminde ve onun huzurunda şöyle demişti: «Ey Ümeyyeoğulları! Hükümdarlığı bir top gibi birbirinizden alın. Ebu Süfyan'ın yemin ettiği şeye andolsun ki ben eskiden beri sizin için bunu arzu ediyordum. Çalı­şın bunu miras olarak çocuklarınıza bırakın.» Babası Muaviye de şöyle demişti: «Haşimoğulları'nın kardeşinin adı -Resûlullah'ı kastediyor- günde beş defa ezanda söyleniyor. Hayır! Allah'a andolsun ki, bu adı toprağa gömmedikçe asla yerimde durmayacağım.»[360]

Halife, babası Muaviye'nin İbn Ertat komutasındaki ordusu da, Müslümanlardan otuz bin kişiyi katledip evlerini ateşe vermiş, Ubeydullah b. Abbas'm iki küçük çocuğu­nun başını hançerle kesmişti![361] Dolayısıyla Yezid, söylediği sözler ve yaptığı işlerde de­desi Ebu Süfyan'a, ninesi Hind'e ve babası Muaviye'ye uymuştur.

Hilâfet zümresi, Yezid, Mervan ve Said de, Resûlullah'tan intikam almışlardır.

İMAM HÜSEYİN'İN (A.S) ŞAHADETİNİN ETKİLERİ

Bu musibetin Müslümanlar üzerindeki etkisi çok büyük oldu. Yezid'in sarayında bi­le bu musibet için ağlama sesleri yükseldi. Yezid'in meclisi ve mescidindekiler dâhil, bu faciayı duyan herkes Yezid'i kınadı. Bu facianın ardından Müslümanlar ikiye bölündü:

Bir bölümü hilâfet bayrağı altına toplandı; Peygamber'in (s.a.a) soyunun öldürül­mesi, haremin (Medine) hürmetinin çiğnetilmesi ve Kabe'nin yıktırılması bunları halife­ye bağlılıktan koparamadı; aksine, onların kasvet ve küstahlığını daha da artırdı.

Diğer bir bölümü hilâfet zümresinin yaptıklarından teberri edip onlara baş kaldırdı. Bunların gözünde hilâfet, saygınlığını yitirmiş, azametini kaybetmişti. Hirre Vakası'nda hilâfet zümresine karşı ayaklanan Medine halkı ve diğerleri buna örnektir.

Halife ve hilâfet zümresi aleyhine yapılan kıyamlar birbirini izledi. Bu kıyamları gerçekleştirenlerden bazıları, Ehl-i Beyt İmamlarının hakkaniyetini anlayıp onlara tâbi oldular, onların imametini kabul ettiler. Bunun başlangıcı İmam Hüseyin'in kıyamı dö­neminde oldu. Mesela, Osman'ın taraftarlarından olan Züheyr b. Kayn, İmam (a.s) ile bir araya geldikten sonra Ali'nin ve Hüseyin'in taraftarı olmuştu. Veya İmam Hüseyin'e kar­şı savaşan hilâfet ordusunun komutanlarından olan Hür b. Yezid er-Riyahî, tevbe etmiş ve İmam Hüseyin uğruna şehit olmuştur.

EHL-İ BEYT İMAMLARI NÜBÜVVET MİRASLARINI ELDEN ELE TESLİM ETMİŞLERDİR

İmam Hüseyin'in (a.s) şahadete erişmesinin ardından Müslümanların bir kısmı Hi­lâfet Mektebi'nden soğudu. Başlarındakilerin hak olmadıklarını, yanlış sözler söyledikle­rini, yanlış işler yaptıklarını anladılar. Yavaş yavaş kalpleri Resûlullah'ın Ehl-i Beyti'ne meyletti. Bu gelişmenin ardından Ehl-i Beyt İmamları, din ve inançları noktasında onları aydınlatmayı, Hulefa Mektebinin dinî konularda re'y ve kıyasa dayandığını, Ehl-i Beyt İmamları'nın ise sadece Allah'ın ve Resûlü'nün sözlerini ilettiklerini anlatmayı başardı­lar. Bu gerçeği anlayan bir Müslüman, Ehl-i Beyt İmamlarının sözlerini ve açıklamaları­nı kabule hazır hâle geliyordu. Bu noktadan itibaren bazı kişiler, Resûlullah'ın getirdiği İslâm'ın hükümlerini Ehl-i Beyt İmamları'nın kanalından almaya başladılar. Bu süreçte yavaş yavaş Ehl-i Beyt İmamlarının taraftan olan bilinçli topluluklar meydana geldi. Bu bilinçli topluluklardan da İslâm'ı doğru tanıma esasına dayalı salih ve İslâmî bir toplum vücuda geldi. Bu aşamada, kendilerine yol gösterecek mürşitlere ihtiyaç duydular. Ehl-i Beyt İmamları, bu görevi lâyıkıyla yerine getirecek insanları belirleyerek kendi vekilleri olarak onlara gönderdiler. Vekiller, onların sorunlarıyla ilgileniyor, dinî sorularına cevap veriyor, imam adına zekât ve humuslarını alıp yerine ulaştırıyordu. İnsanlar, imama ula­şamadıkları zaman bu vekillere müracaat ediyorlardı.

Bunun yanı sıra Muhammed Bâkır'ın (a.s) döneminden itibaren şartların müsait ol­ması sonucu Ehl-i Beyt İmamları ders halkaları oluşturdular. Bu derslere zeki ve kabiliyetli kişiler katılıyordu. İmam onlara, bazen babaları vasıtasıyla Resûlullah'tan, bazen de Ali (a.s)'ın Camia adlı kitabından hadis rivayet ediyordu; bazen de senedini zikretmeden hükmü beyan ediyor ve konuyu açıklıyorlardı. Bu ders halkaları Cafer Sadık (a.s) zama­nında daha bir genişledi ve İmam'dan ilim alan öğrencilerin sayısı dört bine ulaştı. Bu derslere katılan öğrenciler, aldıkları hadisleri, "usul" diye adlandırılan küçük risalelerde kaydediyorlardı. Onlar bu işi, Ehl-i Beyt İmamlarının on ikincisi olan Mehdi'nin (a.f) za­manına kadar sürdürdüler. Mehdi (a.s) insanların gözünden gizlenince de Şiîlerine, nere­de olurlarsa olsunlar, isimleri aşağıda yazılı olan dört naibine müracaat etmelerini, emreti.

1) Ebu Amr Osman b. Said-i Amrî.

2) Ebu Ca'fer Muhammed b. Osman b. Sa'id.

3) Ebu'l-Kasım Hüseyin b.Ruh Nevbahtî.

4) Ebu'l-Hasan Ali b.Muhammed Semurî

Bunlar, yetmiş yıl boyunca İmam Mehdi'nin (a.s) naipliğini yapmış, onunla Şiîleri arasında aracı olmuşlardır. Böylece Şiîler, İmam'ın gaybeti zamanında onun naiplerine müracaat etmeye alıştırmışlar. İşte bu dönemde Sıgatu'l-İslâm Kuleynî, Ehl-i Beyt Mek­tebinin ilk hadis külliyatını telif etmiş ve adını Kâfi koymuştur.

Kuleynî, o dönemde yaygın olan ve Ehl-i Beyt Mektebi'nin öğrencileri tarafından yazılan bu küçük risalelerin büyük bir bölümünü bu büyük hadis külliyatında toplamış­tır. Böylece Ehl-i Beyt Mektebi'nde hadis yazımı hususunda yeni bir dönem başlamıştır.

*      *      *

İmam Hüseyin'in şahadetinin ardından Ehl-i Beyt İmamları, gerçek İslâm'ı Müslü­man topluma geri döndürmek için büyük çaba sarf etmiş, hükümleri ve itikatlarını birer birer topluma geri döndürmüşler. Nihayet bu dönemin sonunda Resûlullah'ın getirmiş olduğu hükümlerin tümünün tebliği tamamlanmış oldu. Böylece, ilmi Ehl-i Beyt'ten al­mayı kabullenenlerle sınırlı kalsa da, kutsal İslâm dini tahrif edilmiş hükümlerden, saptı­rılmış itikatlardan temizlendi. Artık Resûlullah'ın sünnetinin tamamı küçük risalelerde ve büyük kitaplarda mevcuttu.

Aynı şekilde, ümmetin bireylerini irşat etmek için de büyük bir gayret içinde ol­muşlardır. Bu gayretin sonucunda salih İslâm'î toplumlar meydana gelmiş, bu hadis ki­taplarına müracaat eden seçkin âlimler yetişmiştir. Bu âlimler, İslâm ümmetinin bireyle­rinin ihtiyaç duydukları her şeyi bu kitaplardan çıkarmaya başlamışlar. Böylece bu döne­min sonunda Ehl-i Beyt İmamları'nın tebliğ görevi sona erdi. Nitekim Nebi'nin (s.a.a) teb­liğ görevi de ömrünün son yılında sona ermiş Allah da onu kendi katma almıştı.

Aynı şekilde bu dönemin sonunda ilahî hikmet, İmam Mehdi'nin Allah'ın irade ettiği zamana kadar gözlerden gizlenmesini iktiza etti. İmam da Şiîlerine, kendi mekteblerinin fakihlerine müracaat etmelerini emredip genel bir atamayla onların kendisinin naipleri oldu­ğunu bildirdi. O tarihten itibaren Mehdi (a.s)'ın büyük gaybet dönemi başladı. Ehl-i Beyt Mektebi'nin fakihleri de, o günden günümüze kadar ve günümüzden Allah'ın istediği za­mana kadar onun naipleri olarak ağır tebliğ yükünü taşımışlar ve taşımaya devam edecekler

Fakihler İmam'ın (a.s) Temsilcisi Olarak Tebliğ Görevini Üstlenmişlerdir

Ehl-i Beyt Mektebi'nin yetiştirdiği öğrenciler, tebliğ görevini üstlenmeye imamla­rın döneminde başladılar. İmam Mehdi'nin (a.s) küçük gaybeti döneminde bu iş eksiksiz yerine getirildi, büyük gaybeti döneminde ise büyüyüp gelişti. İmamların döneminde mescitler ve evlerde oluşturulan ders halkaları, öğretim merkezlerine ve ilim havzalarına dönüştü. Şeyh Müfıd ve Şeyh Murtaza zamanında Bağdat, Şeyh Tusî ve diğerleri zama­nında Necef-i Eşref, ondan sonra da diğer âlimlerin zamanında Kerbelâ, Hille, İsfahan, Horasan ve Kum gibi büyük şehirlerde ilim merkezleri tesis edildi.

O günden itibaren İslâmî ilimleri tahsil etmek isteyen kimseler, "İnananların hep­si toptan sefere çıkacak değiller; ama her kabileden bir cemaatin dini iyice öğren­meleri ve dönüp kavimlerine geldikleri zaman sakınmaları için onları uyarmaları gerekmez mi?" (Tevbe 122) ayetine uyarak her yerden bu dinî merkezlere ve ilmî hav­zalara akın etmiş ve akın etmeye de devam edeceklerdir.

İmam'ın büyük gaybet dönemindeki naiplerinden örnek olarak Kuleynî'yi söyleye­biliriz. Bu mektebde yazılmış ilk hadis külliyatı da onun yazmış olduğu Kâfı'dir. Ondan sonra da birçok hadis külliyatı yazılmıştır. Fakat Kuleynî'den sonra gelenler sadece bir alanla ilgili hadisleri toplamaya özen göstermişlerdir. Genelde bu özel ilgi, ahkâm hadis­lerini toplamaya yönelik olmuştur. Saduk'un Men La Yahzuruhu'l-Fakih adlı kitabında, Tusî'nin Tehzib ve Istibsar adlı kitaplarında ve Hür Amulî'nin Vesailu'ş-Şia adlı eserinde yaptıkları gibi. Nihayet Allâme Meclisî'nin yıldızı parlamış ve Kuleynî'nin Kâfide yap­mış olduğu gibi çeşitli hadisleri toplayarak büyük ve ansiklopedik 110 ciltlik eseri Biharu'l-Envar'ı meydana getirmiştir.

Meclisi, bu büyük eserinde Kitap ve Sünneti bir araya getirme, Kur'ân ayetlerini tefsir etme, bazı hadisleri açıklama, bazılarındaki problemleri beyan etme gibi diğer ha­dis külliyatı yazanların yapmadığı işleri de yaparak onları geride bırakmıştır. Ayrıca Mir'atu'l-Ukul kitabını yazarak Kâfi’nin hadislerini araştırıp incelemede Kuleynî'ye ortak olmuş, hadislerin lafızlarını şerh etmiş, anlamlarını ortaya çıkarmış ve Allame Hillî ve İbn Tavus'un asrından itibaren muhaddislerin kabul ettiği kaideler esasınca onların kuv­vet ve sıhhat derecesini belirlemeye çalışmıştır. Bazen de muhaddislere muhalefet etmiş ve "Meşhura göre zayıf, bana göre itimat edilirdir." veya "Bana göre muteberdir." De­miştir. Meclisî, Kâfı'nin hadislerini değerlendirmesi neticesinde Kâfide yer alan bazı ha­dislerin zayıf olduğuna kanaat getirmiştir.

Müslümanların Sözbirliğine Varmalarının Yolu

1-    Allah'ın Kitabı ve Resûlullah'ın (s.a.a) sünnetine dönüş, İslâm hükümlerinde bunlara uymak, sahabe ve tabiînin ve yine onlardan sonra gelen müçtehidlerin içtihadlarına uymayı bırakmamız gerekir.

2-    Bu hadislerin ravileri ve onları çok büyük külliyatlarda toplayanlar masum ol­madıklarından ve yine bu kitaplarda Resûlullah'tan çelişkili hadisler rivayet edildiğine şahit olduğumuz için bir hadis âlimini Resûlullah gibi ve yine bir hadis kitabını Allah'ın Kitabı gibi hata ve sürçmelerden masum görmemiz doğru olmaz. Çünkü Allah'ın Kitabı, batılın hiçbir zaman kendisine yol bulmadığı tek kitaptır. Baştan sona kadar tümü doğru olup artırma ve eksiltmeden güvende kalan yegâne kitaptır Kur'an.

Dolayısıyla, Müslümanların söz birliğine varmaları için küfür ve çirkin sözlerden uzak karşılıklı hoşgörüye dayanarak, hangi hadis olursa olsun ve hangi kitapta geçerse geçsin, tüm hadislerin metin ve senetlerini tanımak için tamamen bilimsel bir inceleme yapmamız gerekiyor. Müslümanları söz birliğine vardıracak yegâne yol, işte budur.

 

Mealimu'l-Medreseteyn[362] Allame Seyyid Murtaza Askeri

Alemleri yaratan döndürüp geliştiren Kur'an-ı inzal eden, kalpleri değiştiren, mü­min olan kalpleri birbiriyle seviştiren, Muhammed Mustafa'ya bizleri tanıştıran, onun ve Ehl-i Beyt sevgisini tattıran, hidayet nasip edip saadete ulaştıran, hidayet nasıp edip kul­larını bağışlayan, O en büyük, en yüce Rabbimize hamd olsun.

İnsanları cehaletten, karanlıktan, adavetten ve her türlü kötülükten eğitip sakındı­ran, beşir ve nezir, sırac-ı münir Hz. Fahr-i kâinat, seyyidu'l-murselin, hatemu'n Nebiyyin, Resûl-i Ekrem ve onun pak Ehl-i Beyt'ine selât-u selâm olsun.

Allah'ım kalbimizi iman nuruyla münevver kıl. Gönüllerimizi Kur'an, Resul ve Ehl-i Beyt aşkıyla coştur. Bizleri, bunların sevgisinde birleştir, öğretisiyle geliştir. Makûs kaderimizi müspet yönde değiştir. Hem dünya hem uhrada saadete ulaştır.

Değerli "el-Kâfi" okuyucuları! Rabbimiz Kur'an-ı Kerim Enfal suresi (46.) ayetin­de: "Allah ve Resûlü'ne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin, yoksa tembelleşirsiniz de kuvve­tiniz, devletiniz elden gider." Nisa suresi (59.) âyetinde: "Ey iman edenler, Allah 'a itaat e-din Resule ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düştüğünüzde, Allah 'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız onu Allah 'a ve Resule götürün ..." Nisa suresi (65.) âyetinde: "Hayır, Rabbine andolsun ki, onlar aralarında çıkan çekiş­meli şeylerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir buruk­luk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça mümin olamazlar." buyurmaktadır.

Hiç şüphesiz iç çekişmeler, her milleti za'fa düşürüp güç kaybına uğratır. Hiçbir millet dâhili keşmekeşten karlı çıkmamıştır. İşte bunun içindir ki yüce kitabımız, bizleri bundan sakındırmıştır. Fikir ayrılığına düştüğümüz ve anlaşamadığımız noktada, kavga­ya tutuşmak yerine, Resulün hakemiyetine başvurmamız ve onun hükmünü, içimizde bir burukluk hissetmeden, tam bir teslimiyetle kabul etmemiz, Allah'ın emri mümin ol­manın şartı saymıştır. Elbette ki, Peygamber (s.a.a) de ihtilafları çözmede Kur'an-ı ölçü almaktaydı. Kur'an-ı yorumlama hakkı öncelikle ona aitti. Zira Kur'an-ı en iyi anlayan da en âdil hakem de odur.

Tarihin hiçbir döneminde, hiçbir toplumun kanunları yorumlama hakkını ihtilaf taraflarının kendilerine bırakmamıştır. Hangi toplum ne ölçüde hakkaniyet ölçülerine uygun kanunlar yapmış ve bu kanunları en iyi anlayan ve en âdil kimselerin eliyle icra etme noktasında ne ölçüde duyarlılık göstermişse, o ölçüde adaletin tesisinde muvaffak olmuştur. Ve o ölçüde ihtilaflarını halletmiş, neticede birlik beraberlik huzur ve güven sağlanmıştır. Şüphesiz Kur'an, hakkaniyet ölçüsünün ta kendisidir. Çünkü o Hak kela­mıdır. Ve şüphesiz bu ölçünün en iyi hakemi Resûl-i Ekrem'dir, o ki, adaletin de ötesin­de âlemlere rahmettir. O ki, bu Kur'an'ın öğretileriyle ihtilafları öyle güzel çözdü ki, asır­larca birbirinin kanını akıtan, bölük-pörçük, cahil kalabalıklardan, tek yürek tek bilek fa­ziletli bir millet meydana getirdi.

Şimdi halledilmesi gereken soru şu: "Resûl-i Ekrem hayattayken başvuru mercii "Kur'an ve Resul" ikilisi idi. Ya onun irtihalinden sonra?! İhtilaf tarafları, bu Kur'an-ı kendi lehlerine yorumlamayacaklar mıydı?! Daha yeni mayalanmış bu ümmet, ihtilafa düşerek dağılmayacak mıydı? Kâfirler de o günü umutla beklemiyorlar mıydı? Kurum ve kurallarıyla oturmuş bir devlet geleneğinin olduğundan da bahsedilemezdi. Öyleyse bu boşluk nasıl doldurulacaktı?!!" Bu konuda gerekli tedbiri almak da bu boşluğu dol­durmak da herkesten ziyade bu dinin Peygamberine düşerdi. Kur'an ölçüsüyle hakemlik edecek kimsenin, Kur'an-ı en iyi anlayan; tarafgirlik, şike, şaibe v.s. beşeri zaafiyet etki­sinde kalmadan yorumlayacak, ilim, irfan ve erdem sahibi olması gerekmez mi? Bu va­sıflara en çok kimin uygun olduğunu da en iyi bilen Allah ve Resûlü'dür. Allah Resulü beklenen tayini yaparak, o boşluğu daha oluşmadan doldurdu.

Maide suresi (3.) ayetinde belirttiği gibi, Peygamberden sonra doğacak boşluğa umut bağlayan kâfirler o gün dinimizi yok etmekten ümitlerini kestiler. Artık Allah'tan başka kimseden korkumuz yoktu. Dostun endişe duyduğu, düşmanın ümit bağladığı o boşluk doldurulmuştu.[363] O gün müminler için bayram günüydü. Tefrikaya düşme endişe­leri bertaraf olmuş, ihtilaflarında başvuracakları kapı artık belirlenmişti. Dosta ümit, düş­mana kahır, ilim ve hikmet kapısı Ali. Onunla başlayıp, Hasan sonra Hüseyin ile devam edecek olan Ehl-i Beyt İmamları. Kur'an'ın indiği sünnetin yaşandığı nubüvet hanedanı. Dolayısıyla Kur'an ve süneti en iyi bilenler. Artık her yerinden kalkanlar Kur'an adına hüküm verme, ahkâm kesme hakkı olmayacak onlarca fırkaya bölünüp parçalanmaya çaktık. Birlik ve beraberliğimiz bozulmayacak; gevşeyip, kuvvet ve devletimizi kaybet­meyecektik. Bunun garantisi olan "Kur'an ve Resul" ikilisi yerine, Peygamberimizin irtihaliyle "Kur'an ve Ehl-i Beyt" ikilisi olarak devam edecekti.

Bu tayini Hz Resul, şu tarihi sözleriyle yapmıştır: "Rabbimin elçisi (Azrail)'in be­nim de kabul edeceğim (dâr-i bekaya) daveti sanırım pek yakındır. Size Allah'ın kitabı ve benim Ehl-i Beyt'imden ibaret olan "sagaleyn"i (muhafazası gerekli, çok değerli ikiliyi) bı­rakıyorum. Bu ikisine birlikte sarılmanız şartıyla asla azıp sapmazsınız. Bu ikilinin kevser havuzunda bana kavuşuncaya dek ayrılmayacağını Rabbim bana bildirdi. Onlardan öne geçmeyin. Onlara öğretmeye kalkışmayın; zira onlar sizden çok daha bilgilidirler. "Hadis bilginleri arasında "sagaleyn" hadisi diye meşhur olan bu hadisin yirmi küsur sahabiden nakledildiğini Ehl-i Sünnet ulemasından, İbn Hacer Heytemî. "es-Sevaiku'l-Muhrika" (s. 136) kitabında ve Menavî, Feyzu'l-Kadir (c.3, s. 14) kitabında yazmışlardır.[364] Aşağıda zikredeceğimiz Ehl-i Sünnet kaynaklarına baktığınızda, Ali b. Ebu Talib (a.s) Ebu Said el-Hudrî, Ebu Zer-i Gifarî, Cabir b. Abdullah el-Ensarî, Zeyd b. Erkam, Ebu Hureyre, Abdullah b. Hanteb, Huzayfa b.Useyd el-Gifarî ve Zeyd b. Sabit gibi birçok sahabiden naklolunduğunu sizde göreceksiniz. Bunun gibi birçok Ehl-i Sünnet kayna­ğında yirmiden fazla Peygamber ashabından naklolunmuş bir hadisi, "el-Muvatta"[365] daki birmürsel (senedi belirsiz), "Allah'ın kitabı, benim itretim=Ehl-i Beyt'im" yerine "Allah'ın kitabı ve sünnetim"i bırakıyorum şeklindeki rivayetle tartışılır duruma sokmaya çalışmak, ne insafa, ne iz'ana, ne vicdana, ne de imana sığar. Hadis ilmi açısından da mürsel bir rivayetle, bunca sahih kanaldan nakledilmiş bir hadisi nakzetmek mümkün değildir.

Rabbimiz Kur'an'da (Şura, 23) Ehl-i Beyt'in sevgisini Peygamber'in tebliğ ücreti olarak tayin etmiştir. Buna binaen Kur'an'la birlikte Ehl-i Beyt sevgisi, Müslüman mille­timiz üzerinde birleştiği önemli müştereklerden biri olmuştur. Allah (c.c), Peygamber ve Ehl-i Beyt'inin hayır dualarını milletimizin ve ülkemizin üzerinden eksik etmesin.

Bununla birlikte ne yazık ki, şu ana kadar Ehl-i Beyt kültürü milletimize yeterli derecede ulaştırılmamıştır. Oysa Ehl-i Beyt Kur'an'm tanıttığından daha yukarı veya da­ha aşağıda tanımaya kalkışanların yanıldıkları gibi, Kur'an-ı da Ehl-i Beyt'ten ayırarak anlamaya çalışanlar da yanılırlar. Bu ikiliyi birbirinden ayırarak anlayıp tanımaya çalı­şanların, ya ifrat ya da tefrite düştükleri hep görülmüştür. Bu yüzden de aralarında ciddi derecede ihtilaflar zuhur etmiştir. Muazzez Peygamberimiz (s.a.a) sagaleyn hadisinde bu ikilinin birbirinden ayrıl­mayacağını ve bu ikisine birlikte sarılmakla azıp sapmaktan kurtulamayacağımızı vurgu­lamıştır. İlâhi vahiy ve nebevi tebliğle bize bırakılan bu en değerli ikili=sagaleyn; biri Rahman ve Rahim olan Rabbimizin kelamı; biri sevgilimiz, Allah sevgilisi, âlemlere rahmet olan Peygamberimizin Kur'an ile eğittiği, onunla yoğurup büyüttüğü, canı-cananı âlemleri aydınlatan nurunun devamı sevgili Ehl-i Beyt'i.

Allah'ım ne güzel ikilidir sagaleyn bu ikilinin birbirini tanıyıp tanıttığından daha güzel, daha doğru kim tanıyıp tanıtabilir? Ne güzel öğretidir bu ayrılmaz ikilinin öğretisi Ne güzel aşktır sagaleyn; yani Kur'an ve Ehl-i Beyt aşkı. Ne güzel yoldur onlara tabi ol­mak. Onları en güzel ve en doğru tanıyıp anlamak; ancak onların birbirini tanıtıp anlattığı şekilde olur. işte bu noktada "Usulu'1-Kâfi, Ravzau'1-Kâfı ve Furûu'1-Kâfı" diye üç ana bölümden oluşan merhum Kuleynî'nin, Türkçesi "yeterli" anlamına "el-Kâfi" adındaki bu büyük eseri Kur'an ve Ehl-i Beyt'i birbiriyle tanıyıp anlama, dolayısıyla doğru tanıyıp anlama noktasında gerçekten de yeterli bir eserdir. İslâm’la müşerref olduğu günden beri gönlü Kur'an ve Ehl-i Beyt=sagaleyn sevgisiyle dolu olan milletimize, kendi diline ter­cüme ederek kazandıran Dar'ul Hikem yayınlarına teşekkürü bir borç bilirim. Çok büyük bir boşluğu doldurmuştur. Katagorisinde eşsiz bir eseri Türkçeye kazandırmak, şükrana lâyık ve şayan-ı takdir büyük bir hizmettir. Bu konuda maddi ve manevi katkısı olan her­kesten Allah razı olsun. Değerli el-Kâfi okuyucularından, beni hayır dualarından mah­rum etmemelerini rica ediyorum. Bu arada iki noktayı da hatırlatmakta yarar görüyorum.

1-     Bu eserde geleneksel din anlayışımıza aykırı şeyler muhakkak göreceksiniz. O zaman yapacağınız şey, hemen onu ön yargıyla reddetmek yerine o şeyi Kur'an ve man­tık süzgecinden geçirmek olsun. Bunlara uymuyorsa reddedin.

2-  Bu eser kategorisinde eşsiz ve en muteber eser olmakla birlikte, diğer büyük hadis ve sünen kitaplarının tamamından daha az da olsa içinde sahih olmayan hadisler de bulunabilir. Mücevherle dolu bir hazine de üç-beş çürük demir olması o hazineyi değer­siz kılmayacağını belirtmek isterim. Özellikle onun kategorisindeki, diğer bütün hazine­lerde, ondakinden daha fazla çürük demir bulunduğu gerçeği ortada iken, bu gerçeğe rağ­men, koltuğuna her Kur'an meali ve hadis-sünen tercümelerini alan, lütfen ahkâm kes­meğe kalkışmasın. Dindaşlarımızın bu meal ve tercümelerden dini bilgilerini geliştirme­lerinde elbette ki, çok büyük faydalar vardır. Ancak o ayet ya da hadisin nasih mi, mensuh mu, umum mu, husus mu, mutlak mı, mukayyed mi (hadis ise) sahih mi, sakim mi? olduğunu bilmeden o cümle içerisindeki kelimelerden çeşitli manalara gelebilenlerinin burada seçilen manasının doğru seçim olduğundan emin olmadan, o ayet ve hadisteki emir; ibahe mi, istihbab mı, vücub mu, ifade etmektedir. Keza nehy; nehy-i irşad mıdır, kerahet midir hürmet midir? Bütün bunları bilmeden hüküm vermeğe, ahkâm kesmeğe kalkışmanın doğru olmadığını düşünüyorum. Aksi halde dinimize de imanımıza da zarar verebiliriz. Onun için ayet ve hadislerden hüküm çıkarma noktasında yukarda zikrettiği­miz konularda yeterli bilgiye sahip olmayanların, işi ehline bırakmalarında büyük fayda­lar vardır.   23 Zilkade 1422/6 Şubat 2002

Selâhaddin Özgündüz


İslâm dünyası, değişik grup ve mezheplere bölünmüş durumdadır. Her mezhebi farklı kılan birtakım özellikler söz konusudur. Ancak temel prensipler açısından bu dağınık grup ve mezhepleri, iki ana mektebin çatısı altında kategorize etmek mümkündür. Bu mekteplerden biri İslâm âleminin büyük bir çoğunluğunu etkileyen Ehl-i Sünnet, ikincisi Şia mezhebidir.

Dolayısıyla Şîa, İslâm dünyasının bir gerçeğidir. Bu gerçeği göz ardı eden, görmezlikten gelen ya da yok sayan İslâm dünyasına ilişkin herhangi bir araştırma, eksiktir, yetersizdir. İs­lâm dünyasının inanç ve ameli yaşayışı hakkında sağlıklı bir bilgi ve değerlendirmeye sahip olmak için Şia'yı, diğer adıyla Ehl-i Beyt mektebini dikkate almak bir zorunluluktur. Her mezhebin, her ekolün hak üzere olduğunu savunmaya hakkı vardır. Fakat hiçbir mezhebin bu denli dağınık grup ve mezhebe bölünmüş İslâm dünyasını inanç ve amel bakımından tek ba­şına temsil ettiğini söylemeye hakkı yoktur. Bununla beraber İslâm dünyasının kahir ekseri­yetini etkilemiş olmasından olsa gerektir, Ehl-i Sünnet mektebinin İslâm'ın inanç ve amel ba­kımından tek temsilcisi gibi algılandığı da ayrı bir gerçektir. Oysa bu vadide Şia'nın da söy­leyecekleri vardır.

Ehl-i Sünnet anlayışının hakim olduğu ülkemizde Şia hakkında bilgiler kulaktan dolma, sığ, çoğu zamanda sübjektif değerlendirmelere dayanmaktadır. Bunun bir-çok siyasal ve tarihsel nedenleri vardır. En başta da Safevî-Osmanlı çekişmesi, iki mezhep mensuplarının bir birlerine karşı geliştirdikleri tavırları üzerinde belirleyici rol oynamıştır.

Bu gün her iki mezhebin mensuplarının tarihsel ve siyasal ön yargılarını bir kenara bırakarak birbirlerini anlamaya çalışması, artık kaçınılmaz bir gereklilik halini almıştır.

İslâm mezhepleri tarihini, üç evrede değerlendirmek mümkündür: Birincisi oluşum evresidir. Bu evrede mezheplerin temel prensipleri, genel meselelere ilişkin görüşleri, yoğun bir tartışma ortamında belirginleşiyordu. Böyle bir ortamda rakip mezhebi kötülemek, görüşlerini çürütmek için çaba sarf etmek gerekiyordu. Daha çok çatışmacı bir ruh egemendi.

İkincisi, ameli olarak yerleşim evresidir. Bu evrede rakip mezhebi çürütme amaçlı girişimler sürmüş olsa da asıl yaklaşım, karşı tarafa ilgisizlik, onu değerlendirme dışı tutma şek­linde belirginleşmiştir. Her mezhep pratik sorunlara ilişkin çözümlerini üretmekle meşgul oluyordu. Bu gün üçüncü bir evrenin eşiğinde duruyoruz. Bu evrenin karakteristik özelliği ilk iki evreden çok daha farklıdır. Mezheplerin çatışması ya da birbirini görmezlikten gelme­si söz konusu olamaz. Bu evreye anlama, tanıma evresi diyebiliriz.

Çünkü çağımızın ürettiği bir çok problem vardır ki, geçmişte bu denli komplike, bu denli karmaşık olanına rastlanmamıştır. Öyle durumlar vardır ki, en ilgisiz, en uzak bir düşünce mektebinden çözümler bulmak mümkündür. Nitekim İslâm âlemi, Hıristiyan bir kültürün egemen olduğu ortamlarda gelişen düşünce sistemlerinden geçmişte olduğu gibi günümüzde de yararlanmaktadır. Bunun akide ve amel bakımından doğru olup olmadığı bir yana böyle bir realite vardır. Dolayısıyla aynı atmosferde; ama farklı özelliklere sahip olarak gelişen ve yerleşen mezheplerin birbirlerinden yararlanmasının zorunluluğu ortadadır. Ehl-i Sünnet or­tamında üstesinden gelinemeyen birçok sorunun çözümü Şia mektebinde, Şia mektebinde cevabı bulunamayan birçok sorunun cevabı da Ehl-i Sünnet mektebinde olabilir. Oluşum aşamasının çatışmacı ruhunun söylemlerini veya yerleşim aşamasının ilgisizliğini esas alan bir yaklaşımla hareket ettiğimiz zaman, bu sadece işimizi biraz daha zorlaştıracaktır. Bu ba­kımdan Sünni bir dünyanın mensupları olarak Ehl-i Beyt mektebini temel kaynaklarından öğrenip objektif bilgilere dayalı bir tavır geliştirmek her şeyden önce bizim yararımızadır.

Şia'nın temel kaynaklarının başında Ebu Cafer Muhammed b. Yakub el-Kuleynî (ö.h. 329) tarafından kaleme alman "el-Kâfî" adlı eser gelmektedir. Başta Resûlullah (s.a.a) olmak üze­re on iki imamın hadislerini kapsayan bu eseri Türkçeye kazandırmış bulunuyorum.

Yukarıda işaret ettiğim duygu ve düşünceler ışığında böyle bir çalışmanın hayırlara vesi­le olacağını umuyorum. Eseri tercüme ederken elimden geldiğince titiz davrandım. Bununla beraber istemeden birtakım yanlışlıklar yapmış olmam mümkündür. Değerli ilim adamlarının uyarıcı, yapıcı eleştirileri çalışmalarımıza ışık tutacaktır. Başarı Allah'tandır.

6 Zilkade 1422 / 20 Ocak 2002-Üsküdar.         

Vahdettin İnce


MÜELLİFİN ÖNSÖZÜ

 

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Hamd, nimetlerinden dolayı övülen, kudreti için kulluk sunulan, egemenliğine bo­yun eğilen, ululuğundan korkulan, katındaki nimetlere arzuyla yönelinen ve emri bütün yarattıkları üzerinde etkin ve geçerli olan Allah'a özgüdür.

O, yücedir ve bütün haşmetiyle zahirdir. Yakındır; ama her şeyden aşkındır. Bütün görüş alanlarının ötesindedir. Önceliğinin başlangıcı, öncesizliğinin (ezelîyetinin) sonu yoktur. Eşyadan önce vardı. Daima vardır ve eşyanın varlığı O'ndan kaynaklanır. Karşı konulmaz ezici güce sahiptir. Varlıkları korumak O'na ağır gelmez, varlıkların varlığını korumaktan yüksünmez (kendisine yük olmaz). O, kudret sahibidir. Azametiyle egemen­likte tekdir, gücüyle kahredicilikte birdir. Hikmetiyle varlığının ve birliğinin kanıtlarını yarattıklarına açık ve anlaşılır şekilde göstermiştir. Varlıkları meydana getirerek icat et­miştir. Gücü ve hikmetiyle eşyayı ilk defa var etmiştir. Örneksiz yaratmayı geçersiz kıla­cak şekilde her hangi bir şeyden veya yoktan var etme ile bağdaşmayacak şekilde bir se­bepten var etmemiştir. Dilediğini dilediği gibi yarattı. Hikmetini ve Rabliğinin hakikati­ni göstermek için bütün bunları yalnız başına meydana getirdi. Akılların bunları kavra­ması, vehimlerin bunları kuşatması ve gözlerin bunları görüp algılaması, kapasitelerin ihata etmesi mümkün değildir. Kelimeler O'nun olağanüstü gücünün göstergesi olan ya­rattıklarını ifade etmede yetersiz kalır. Gözler bakmaktan ağırlaşır. Onu nitelemeye yöne­lik niteleme yöntemleri şaşırır, niteleyiciler O'nu nasıl niteleyeceklerini bilemez olurlar.

Perdeleyici bir örtü olmadan gizlendi. Bürüyen bir perde olmadan örtündü. Görün­meden bilindi, şekilsiz vasfedildi ve cisimsiz nitelendi. Büyük ve her şeyden yüce Allah­'tan başka ilâh yoktur. Zihinler O'nun künhüne varamadan şaşırırlar. Akıllar O'nun varlı­ğının sonunu kavrayamadan kendilerinden geçerler. Hiçbir vehmin sınırları O'nu kapsa­yacak kadar genişleyemez. Hiçbir gözün nüfuz ediciliği O'nu algılayamaz. O işitendir, bi­lendir. Elçiler göndererek kullarına karşı somut kanıtlarını ortaya koymuştur. Yol göste­rici kanıtlarıyla olguları açıklamıştır. "Helak olan bir kanıta dayalı olarak helak olsun ve yaşayan da bir belgeye dayanarak yaşasın." diye. Müjdeleyici ve uyancı peygamberler göndermiştir ki, kullar, Rableriyle ilgili olarak bilmedikleri şeyleri anlasınlar, inkâr ettik­leri Rabliğini tanısınlar, karşıt tanrılar icad ettikleri ilâhlığının tekliğini onaylasınlar.

O'na, nefislere şifa veren, hoşnutluğuna ulaştıran, bize ulaştırdığı bol nimetlerin, göz kamaştırıcı işaretlerin ve güzel sonuçlar doğuran sınama amaçlı musibetlerin hakkını veren bir övgüyle hamd ederim. Allah'ın tek ilâh olduğuna tanıklık ederim. O, birdir, or­tağı yoktur. Bir ve tek ilâhtır. Hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç değildir. Eş ve çocuk edinmemiştir. Muhammed (s.a.a)'nin O'nun tarafından seçilmiş bir kul; peygamberlerin arkasının kesildiği, milletlerin üzerine çullanan cahiliyye karanlığının uzadıkça uzadığı, cehaletin dünyayı çepeçevre sardığı, fitnenin kol gezdiği, kaçınılmaz bir çöküşün bir ah­tapot gibi insanlığı sarmaladığı, insanların hak karşısında kör kesildiği, kulların haklarına zorbaca el konulduğu, bâtıl dinlerin at koşturduğu bir dönemde gönderilmiş bir elçi olduğuna tanıklık ederim. Allah, Ona her şeyin açıklamasını içeren, içinde eğrilik olma­yan apaçık bir Arapça Kur'ân olan kitap indirdi ki, insanlar Allah'tan korkup sakınsınlar.

Muhammed (s.a.a) bu kitabı insanlara açıkladı, prensiplerini bir hayat düzeni olarak uyguladı, bilgiye dayalı olarak ayrıntılandırdı. Bütün yönleriyle açıkladığı bir din, uyul­masını zorunlu kıldığı farzlar manzumesi haline getirdi. Bu kitapta Allah'ın kullan için ortaya çıkardığı ve açıkça ilan ettiği olgular yer alır. Kurtuluşa götüren kanıtlar içerir. Allah'ın hidayetine çağıran işaretleri kapsar. Muhammed (s.a.a), kendisine verilen mesajı eksiksiz olarak tebliğ etti. Kendisine emrolunanı, ödünsüz olarak duyurdu, omuzlarına bindirilen peygamberlik görevinin ağırlığını yerine getirdi, görevinin hakkını verdi. Rabbi için sabretti, O'nun yolunda cihad etti, ümmetine öğüt verdi, onları kurtuluşa çağırdı, zikre (Kur'ân'a) bağlanmaya teşvik etti. Kendisinden sonra izlemeleri gereken hidayet yolunu çeşitli yöntemlerle gösterdi. Kullar için temelleri atılan hayat düzeninin gerçek­leşmesini sağlayan yöntemleri gözler önüne serdi. Yollarını aydınlatacak mesafeler yük­seltti ki, kendisinden sonra sapıklığa düşmesinler. O, gerçekten ümmetine karşı son de­rece şefkatli ve merhametliydi. Görev süresi dolunca, fiili önderliğinin günleri tamamla­nınca, Allah Onu vefat ettirdi, ruhunu kabzetti. O, Allah katında amellerinden hoşnut olunan, ilâhî lütuflardan geniş pay alan, saygın bir konumda olan bir kimsedir.

Peygamberimiz, hakka yürüdü, arkasında ümmeti için Allah'ın kitabını ve vasisi, Müminlerin emiri, muttakilerin imamını bıraktı. Bu ikisi birbirinden ayrılmayacak şekil­de kaynaşmışlardır. Biri diğerini onaylar. İmam, Allah adına kitapta O'nun kullarına zo­runlu kıldığı yükümlülükleri, Allah'a itaati, İmama itaati ve velayetini, ona karşı yerine getirilmesi zorunlu olan görevi konuşur. Allah bunlarla dinini tamamlamayı, emrini be­lirgin ve egemen kılmayı, kanıtlarının çürütülemez şekilde sergilenmesini, seçkin kulla­rının saflık madeninden ve hayırlılar arasından seçtiği seçkin kullarının berraklığından kaynaklanan nurunun her tarafı aydınlatmasını dilemiştir.

Yüce Allah, peygamberimizin Ehl-i Beyt'inden gelen Hidayet İmamları aracılığıyla dinini açıklamış, onlar sayesinde hayat düsturlarını apaydınlık bir şekilde gözler önüne sermiştir. Onlar aracılığıyla ilminin gizli kaynaklarını açmış, onları kendisini bilmenin yollan, dininin işaretleri, kendisiyle kullan arasındaki perdecileri, hakkı bilmeye açılan kapıları kılmış. Gaybın kapsamındaki sırlarının bir kısmına muttali kılmıştır onları.

İmamlardan biri, görevini tamamlayıp hakka yürüdükçe yüce Allah, onun arkasın­dan kulları için apaçık bir imam, aydınlatıcı bir yol gösterici ve ümmetin yönetimini uh­desinde toplayan bir önder tayin etmiştir. İmamlar hak ile yol göstericilik yaparlar, hakka dayalı olarak adaleti gerçekleştirirler. Onlar Allah'ın kanıtları ve davetçileridir. Allah'tan aldıkları yetkiyle Onun kullarını yönetirler. Kullar, onların yol göstericilikleriyle dinleri­ni hayatlarında uygular, gerçekleştirirler. Ülkeler onların nuruyla adeta yeniden canlanır­lar. Allah, onları can veren birer hayat, karanlıkları yaran birer meşale kılmıştır. Onlardır sözlerin başlangıcı, onlardır İslâm'ın dayanakları. Allah, kendisine ibadetin düzenini ve farzlarının eksiksiz yerine getirilmesini onlara teslim olmanın şahsında somutlaştırmıştır. Bilinen şeylerde onlara teslim olunmalı ve bilinmeyen şeylerin bilgisi için onlara başvu­rulmalıdır. Onlardan başkalarına düşünmeksizin söz atılmaktan men etmiş, bilmedikleri şeylerde inatçılık etmelerini yasaklamıştır. Allah kullarından dilediğini zulmün dalga dal­ga yayılan felaketinden ve bilinmezlerin baş döndürücü girdabından kurtarmak istediği kullarını, onların yol göstericiliğinin peşine takar. Allah'ın salât ve selâmı Muhammed'in ve Allah'ın kirlerini giderip tertemiz kıldığı seçkin Ehl-i Beyt'in üzerine olsun.

Şimdi... Ey Kardeşim! "Günümüz insanlarının cehalet üzere elbirliği etmelerinden, cehalet üzere dayanışmalarından ve cehalete giden yolları onarmaları hususunda yardım­laşmalarından, ilimden ve ilim ehlinden fersah fersah uzak düşmelerinden; onların yü­zünden ilmin büsbütün zayıf düşmesinden, bilgi kaynaklarıyla insanlar arasındaki bağla­rın kopmasından, zamane insanlarının cehalete yaslanmasından memnun olup ilmi ve ilim ehlini zayi etmelerinden" şikâyet etmeni anlıyorum. Soruyorsun ki:

"İnsanların dine girdikten, dinin bütün prensiplerini yüzeysel olarak benimsedikten, dinsel prensipleri kabule dayalı bir toplumsal hayat sürdürmeye karar verdikten sonra ta­mamen cehalet üzere varlıklarını sürdürmeleri, bir bilgi olmaksızın sadece atalarını, ön­ceki kuşakları ve büyükleri taklit ederek her meselede sadece kendi akıllarına dayanarak dini yaşamaları mümkün müdür?"

Şunu bil ki ey kardeşim! Allah Tebareke ve Teâlâ, sana rahmet etsin. Allah, kulla­rını zekâ ve akıl gibi yetenekleri varoluşlarına yerleştirmek, emir ve yasaklarıyla yüküm­lü kılmak suretiyle hayvanlardan farklı yaratmıştır.

Kullarını iki gruba ayırmıştır: Gruplardan biri sağlık ve esenlik ehlinden; diğeri de musibete uğramış kör kimselerden oluşmaktadır. Sağlık ve esenlik ehlini emir ve yasak­larına muhatab kılmadan önce ilâhi yükümlülüğü kaldırmalarını sağlayan yeteneklerle donatmıştır. Buna karşılık musibete uğramış hastalıklı körlerden yükümlülüğü kaldır­mıştır. Çünkü onları görgü kurallarını ve eğitimi algılayacak bir donanımdan yoksun bir yaratılışla var etmiştir. Onların varoluş sebeplerini de sağlık ve esenlik ehli kılmıştır.

Sağlık ve esenlik ehlinin varlıklarını sürdürmelerini de adap ve eğitime bağlamıştır. Eğer sağlık ve esenlik ehli açısından cehalet caiz olsaydı onlardan yükümlülüğün kalk­ması da caiz olurdu. Bunun caiz olmasının anlamı da ilâhi kitapların, peygamberlerin ve adabın geçersiz olmasıdır. Kitapların, peygamberlerin ve adabın geçersizliği, ortadan kal­kışı, evrensel tedbir ve düzenlemenin bozulması demek olur. Bunun sonu, materyalistle­rin (dehriyyun) düşüncelerini benimsemektir. Dolayısıyla Allah Azze ve Celle'nin adaleti ve hikmeti, emir ve yasaklara muhatap olma kapasitesine sahip olarak yarattığı kullarına emir ve yasaklar yöneltmeyi gerektirmiştir ki, yaratılışları anlamsız, başıboş olmasın. Allah'ı ululasınlar, Onu birlesinler, Rabliğini kabul etsinler, Onun yaratıcı olduğunu, rızıklarmı verdiğini bilsinler. Çünkü Rabliğinin tanıkları kanıtlayıcı ve belirgindir, belge­leri açık ve aydınlıktır, işaretleri parlaktır. İnsanları Allah Azze ve Celle'nin birliğine da­vet etmekte, varlıkları, kendilerini eşsiz güzellikte var eden yaratıcılarının Rabliğine ve ilâhlığına tanıklık etmektedir. Çünkü varlıkların şahsında Allah'ın eşsiz yaratışının, akıl­lara durgunluk veren yönetiminin, planlamasının izlerini, belirtilerini somut olarak göz­lemlemek mümkündür. Allah bu bağlamda insanları kendisim bilmeye teşvik etmiştir ki, Onu bilmemek, dinini ve hükümlerini bilmemek, mubah sayılmasın. Çünkü hikmet sahi­bi Allah, kendisinin bilinmemesini, dininin inkâr edilmesini mubah kabul etmez.

Allah Celle senauhu bir ayette şöyle buyurmuştur: "Kitapta Allah hakkında gerçek­ten başka bir şey söylemeyeceklerine dair onlardan söz alınmamış mıydı?" (A'raf, 169) Bir diğer âyette de şöyle buyurmuştur: "Bilâkis, onlar hakkıyla bilmedikleri şeyi yalanladılar" (Yunus, 39) Bu âyetlerden anlaşıldığı gibi insanlar, ilâhi emir ve yasaklarla kuşatılmış ve sadece hakkı söylemeleri emredilmişti. Bu bağlamda kendilerine bilmeme ruhsatı tanın­mamıştır. Bilmedikleri şeyleri sormaları, dinde derin kavrayışa sahip olmaları emredil­miştir: "Her fırkadan bir grup toplanıp gitse de dinde fıkıh etseler ve döndükleri zaman kavimlerini inzâr eyleseler, olur ki sakınırlar." (Tevbe, 122) "Eğer bilmiyorsanız, zikir eh­line sorun." (Nahl, 43) Şayet sağlık ve esenlik ehlinin cehalet üzere bir hayat sürdürmele­ri normal kabul edilseydi onlara bilmediklerini sormaları emredilmez; peygamberlerin, kitapların ve hayat kurallarının gönderilmesine gerek duyulmazdı. Onlar da bu halleriyle hayvanların konumunda olur, körlük ve felaket müptelası insanlardan farkları kalmazdı. Böyle olsalardı bir göz açıp kapama anı kadarcık kısa bir süre bile varlıklarını sürdüre­mezlerdi. Ancak edep ve ilimle varlıklarını sürdürebildikleri için sahih yaratılışlı, kusur­suz ve eksiksiz organlı her birey için bir eğitici, bir yol gösterici, bir işaret edici, bir em­redici, bir yasaklayıcı, yanı sıra bir edep manzumesi, bir eğitim sistemi, sorgulama ve sorun çözme olgusu kaçınılmaz olmuştur.

Akıl sahibi biri için derlenip algılanması, etraflı düşünme becerisine sahip ferasetli biri için araştırılması, doğruyu bulma başarısını gösteren biri için uğrunda çaba sarf edilmesi gereken biricik husus dini bilmek; Allah'a kulluk sunma sistemini tevhid inancıyla, şeriatıyla, hükümleriyle, emir ve yasaklarıyla, ceza hukukuyla, insanlar arası ilişkiler için gerekli olan davranış kurallarıyla bilip tanımaktır. Çünkü buna ilişkin kanıt, kesin ve tar­tışılmazdır. Buna bağlı olarak yükümlülük de bir gerekliliktir. Sonra insan ömrü de kısa­dır, yükümlülükleri ertelemeye gelmez. Yüce Allah'ın kullarının kendisine kulluk sun­maları için öngördüğü koşul, bütün farzlarını bir bilgiye, pürüzsüz inanca ve isabetli bir ferasete dayalı olarak yerine getirmeleridir. Bu koşulu yerine getirerek Rabbine kulluk sunan insan, Onun katında övgüye layık olur, büyük bir ödül kazanır, göz kamaştırıcı bir karşılık görür. Çünkü bilgisiz ve basiretsiz kulluk sunan kimse, aslında ne yaptığını, ki­min için yaptığını bilmez. Cahil olduğu için de yaptığı ibadete güvenmez. Bağlı bulun­duğu ibadet sistemini özünde benimsemez, onaylamaz. Çünkü bir kimse hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde doğruladığı şeyi bilmeden onu doğrulamış olmaz. Kuşkular içinde bocalayan bir insan, kesin inanca ulaşmış âlim bir insanın sahip olduğu umudu, korkuyu, boyun eğişi, yaklaşma isteğini tadamaz. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuş­tur: "Ancak bilerek hakka şahitlik edenler bunun dışındadır." (Zuhruf, 86)

Bu ayetten anladığımız kadarıyla şahitliğin kabulü, şahitlik edenin şahitlik ettiği şeyle ilgili olarak bilgi sahibi olmasına bağlıdır. Eğer şahitlik edilen şey hakkında bilgi yoksa şahitlik de kabul olmaz. Bir bilgi ve basirete dayanmaksızın Allah Azze ve Celle'ye kulluk sunan kuşkucu kimsenin durumu Allah'a kalmıştır; dilerse amelini kabul eder, dilerse amellerini reddeder. Çünkü Allah, farz kılman ibadetlerin bilgiye, basirete ve ke­sin inanca dayalı olarak yerine getirilmesini şart koşmuştur. Ancak o zaman bir insan, Allah Azze ve Celle'nin aşağıdaki ayette tanımladığı insanlar kategorisine girmez: "... insanlardan kimi Allah 'a yalnız bir yönden kulluk eder. Şöyle ki: Kendisine bir iyilik do­kunursa buna pek memnun olur, bir de musibete uğrarsa çehresi değişir. O dünyasını da, ahretini de kaybetmiştir. İşte bu, apaçık ziyanın ta kendisidir." (Hac, 11) Çünkü dine bir kıyısından bağlanan insan, bilgisiz ve kesin inançsız olarak dine girmiştir. Bu yüzden dinden çıkışı da bilgisizce ve kesin bir inançtan yoksun olarak gerçekleşecektir.

Nitekim İmam şöyle buyurmuştur: «Bir bilgiye dayanarak dine giren kimse, dinde kalıcı olur, imanından fayda görür. Bir bilgiye dayanmaksızın dine giren kimse de gir­diği gibi dinden çıkar.» Bir keresinde söyle buyurmuştur: «Bir kimse dinini Allah'ın ki­tabından ve Resûlü'nun sünnetinden öğrenirse dağlar yerinden sökülmeden o dininden ayrılmaz. Ama dinini insanların ağzından alan kimse de insanlar tarafından dinden çıka­rılır.» Bir keresinde de şöyle buyurmuştur: «Bir kimse Kur'ân'dan biz Ehl-i Beyt'in, imamlığını anlayamazsa fitnelerden korunamaz.»

Bu nedenledir ki bozguncu dinler, bendinden boşalırcasına günümüz insanlarının üzerine sel olup akmışlardır. Küfrün ve şirkin bütün koşullarını hiç eksiksiz barındıran iğrenç mezhepler zamane insanlarının üzerine çullanmışlardır.

Kuşkusuz doğru dinde olmak Allah-u Teâlâ’nın muvafık kılmasına, bozguncu din­lerden ve sapık ekollerden birine girmek de Allah'ın yüzüstü bırakmasına bağlıdır. Yüce Allah, birinin başarmasını, kalıcı ve sarsılmaz bir imana sahip olmasını dilerse onun bir bilgiye ve basirete dayalı olarak dinini Allah'ın kitabından ve peygamberinin sünnetin­den öğrenmesini, bu yolla dini benimsemesini sağlayan sebepleri devreye sokar. İşte böyle bir insan, dinine bağlılık hususunda sarsılmaz dağlardan daha sarsılmazdır.

Allah, birini yüzüstü bırakmayı, dininin iğreti olmasını -bu tür bir duruma düşmek­ten Allah'a sığınırız- da dilerse onun için bir bilgiye dayanmaksızın basiretsizce sırf ata­larını taklit etmeyi, te'vili ve istihsanı esas alan bir yöntemi benimsemesini sağlayan se­bepleri devreye sokar. Böyle bir insanın durumu Allah Tebareke ve Teâlâ’nın iradesine kalmıştır; dilerse imanını tamamlar, dilerse büsbütün elinden alır. Böyle bir insanın sa­bah mümin akşam kâfir veya sabah kâfir akşam mümin olmasından emin olunmaz. Çün­kü böyle bir insan, bir büyük gördüğünde hemen ona eğilim gösterir. Dış görünüşü itiba­riyle güzel olan bir şey gördüğünde derhal onu kabul eder. Nitekim İmam şöyle buyur­muştur: «Allah Azze ve Celle peygamberleri peygamberlik için yaratmıştır; peygamber­den başkası olamazlar. Allah, vâsileri vasilik için yaratmıştır; vâsiden başkası olamazlar. Bir topluluğa da imanı ödünç vermiştir. Eğer dilerse imanın onlarda eksiksiz ve kalıcı olmasını sağlar, şayet dilerse onu onlardan büsbütün söküp alır. "...Bir kalma yeri, bir de emanet kalınan yer..." (En'am, 98) ifadesi bunlar için söylenmiştir.»

"Bazı olguları çözümlemede problem yaşadığından, konuyla ilgili rivayetlerin fark­lılığından dolayı bu olguların gerçekliklerini kavrayamadığından şikâyet ediyorsun. Bu arada bunlarla ilgili rivayetlerin farklılığını illet ve sebeplerinin farklılığından kaynak­landığını bildiğini, bununla beraber kendisiyle müzakere edeceğin, görüş alış verişinde bulunacağın, ilmine güvenilen bir âlim de bulamadığını belirtiyor ve diyorsun ki:

"Yanımda her şeye yeten 'kâfi' bir kitabın olmasını istiyorum. Bu kitapta dini ilim­lerin bütün dalları yer almalı. Öyle ki dini öğrenmek isteyen bir kimseye bu kitap yeterli gelmelidir. Doğruyu bulmak isteyen, bu kitaba başvurmalıdır. Dini öğrenmek, Sadıkeyn (Muhammed Bakır ve Cafer Sadık -a.s-)’ın sahih rivayetleri doğrultusunda dini yaşamak isteyen kimse bu kitapta aradığını bulmalı, böylece Allah Azze ve Celle'nin farzları ve Peygamberinin sünneti eksiksiz olarak yerine getirilmelidir."

Şunu da ekliyorsun: "Eğer böyle bir kitap olursa Allah-u Teâlâ’nın yardımı ve başa­rılı kılmasıyla kardeşlerimizin ve yolumuzun takipçilerinin imdadına yetişeceğini, onları doğruya ileteceğini umuyorum."

Bil ki... Ey kardeş! Allah seni doğruya iletsin, bir kimse âlimler (İmamlar)'dan -se­lâm üzerlerine olsun- gelen bir konuyla ilgili farklı rivayetleri salt kendi görüşüne daya­narak ayırt edemez, eğrisini doğrusundan ayıramaz. Onun önünde imamların şu sözlerin­de işaret ettikleri yöntemden başka seçenek yoktur:

1)    İmam buyurmuştur ki: «Rivayeti, Allah'ın kitabına götürün, Allah'ın kitabına uyanı alın, Allah'ın kitabıyla çelişeni atın.»

2) Bir başka yerde de şöyle buyurmuştur: «Halkın ekseriyetinin görüşleriyle örtüşen rivayetleri bir kenara bırakın; çünkü doğruluk onlara muhalefet etmededir.» [s. 103,h: 198]

3) Başka bir yerde de şöyle buyurmuştur: «Üzerinde ittifak edilen rivayetleri alın; çünkü üzerinde ittifak edilen bir rivayette kuşku olmaz.» Biz bütün bunların çok azını biliyoruz. Bütün bunları bilmek için âlim (a.s)'a başvurmaktan ve kavrayabildiğimiz ol­guları kabul etmekten daha kuşatıcı ve genel bir yöntem bilmiyoruz. İmam şöyle buyur­muştur: «Teslim olmak kaydıyla farklı rivayetlerden istediğinizi alıp uygulayabilirsiniz.»

Allah -Ona hamd olsun ki- isteğini telif etmemi müyesser kıldı. Kitabımın senin kastettiğin özelliklere sahip olmasını umuyorum. Kitapta her ne kadar kusur varsa öğüt verme niyetimizde bir kusur yoktur. Çünkü kardeşlerimize, yolumuzun takipçilerine öğüt vermek bizim için bir görevdir. Bu arada günümüzde ve kıyamete kadar gelip geçenler­den bu kitaptan alıntı yapıp onunla amel eden kimselerin sevaplarından bir payın bana da düşmesini umuyorum. Hiç kuşkusuz Rab tekdir. Resul ve nebilerin sonuncusu Mu­hammed (s.a.a)'de birdir, şeriat da birdir. Helâl, Muhammed (s.a.a)'nin helâl dediği; ha­ram, Muhammed (s.a.a)'nin haram dediğidir ve bu kıyamete kadar böyle kalacaktır.

Hüccet kitabını bir ölçüde ayrıntılandırmaya çalıştık. Bununla beraber hak ettiği öl­çüde tamamlayamadığımızı da düşünüyoruz. Zira bütün paylarını yarım bırakmayı iste­medik. Allah Celle ve Azze'den niyetimizi gerçekleştirmesini, bu yoldaki çabalarımızı kolaylaştırmasını diliyorum. Eğer ömrümüz vefa ederse, ecel gecikirse, bundan daha ge­niş kapsamlı ve daha doyurucu bir kitap yazmayı düşünüyoruz. O zaman bu alandaki ça­lışmanın hakkını vermiş oluruz inşallah. Bütün güç ve kudret O'na aittir. Yardım ve ba­şarının artışı O'ndan umulur. Salât, efendimiz Muhammed'in ve onun tertemiz kılınmış seçkin Ehl-i Beyt'inin üzerine olsun.

Kitabıma akıl, ilmin üstünlüğü, ilim ehlinin derecelerinin yüksekliği, değerlerinin yüceliği, cehaletin kusuru, cehalet ehlinin düşüklüğü, menzillerinin düşüklüğü ile ilgili bir bölümle başlıyorum. Çünkü akıl, her şeyin eksenini oluşturur. Kanıtlar ona dayanır, onunla sevap kazanılır, ona dayalı olarak ceza verilir. Başarı Allah'tandır.



[1]- Allâme Hillî, Hulasatu'l-Akval, s. 11

[2]- el-istibsar, c.2, s.352

[3]- Tacu'1-Arus, c.9, s.322

[4]- Sahih-i Buharî, Cihad kitabı, Cevaizu'1-Vefd babı, 2/120; Cizye kitabı, İhracu'l-Yehud Min Ceziretu'1-Arab' babı, 2/136; Sahih-i Müslim, 5/75, Vasiyet Babı; bunu yedi kanaldan nakletmiştir; Müsned-i Ahmed, Muhammed Şakir incelemesi, h. 1935, 1/222; Tabakat-i İbn-i Sa'd, Beyrut, 2/244; Tarih-i Taberi, 3/193, bu kaynakta Ömer'in sözü şöyle kaydedilmiştir: "Ona ne oluyor? Sayıklıyor mu? " Sahih-i Müslim, 5/76; Tabakat-ı İbn-i Sa'd, c.2, s.243'de şöyle geçiyor: "Resûlullah sayıklıyor!"

[5]- Sahih-i Buharî, İlim kitabı, c.l, s.22

[6]- İmtau'1-Esma kitabında, s.546, Zeyneb bint-i Cahş'la beraberindekilerin söyledikleri geçer...

[7]- Tabakat-ı İbn-i Sa'd, Beyrut basımı, c.2, s.243-244, Kitabullezi Erade En Yuktebehu'r-Resûl Li Ümmetihi Babı, Nihayetu'l-İreb, c.18, s.357; Kenzu'l-Ummal, birinci baskı, c.3, s. 138 ve c.4, s.52

[8]- Sünen-i Daremî, 1/125, 'Men Rehase Fi'1-Kitabe" babı; Sünen-i Ebu Davud, 2/126, 'Kitabetu'l-İlim"; Müsned-i Ahmed, 2/162, 792, 207, 215; Müstedreku's-Sahihayn, Hakim, 1/105-106; Camiu Beyani'1-İlm-i ve Fazlihi İbn-i Abdu'1-Birr, 1/85, 2.baskı, Kahire, 1388

[9]- Tezkiretu'l-Huffaz, Zehebî, Ebu Bekir'in biyografisinde, c.l, s.2-3

[10]- Tabakat-ı İbn-i Sa'd, 5/140, Ebu Bekir'in torunu Kasım b. Muhammed'in hayatı bölümünde.

[11]- İbn-i Abdulbirr, Camiu'1-Beyani'l-İlim, "Zikr-i Men Zemme İksare Bine'l Hadis Düne Tefehhumi Lehu" babı, 2/147 üç senedle tahriç etmiştir; Tezkiretu'l-Huffaz, Zehebî, 1/4-5; Hatib-i Bağdadî, Şeref-i Ashabi'l-Hadis, s.88

[12]- Sünen-i Daremî, "İlim" kitabı "Men Habe'l-feteya" babı c.l, s.84-85

[13]- Kenzu'l-Ummal, l.baskı h:4865, 5/239; 10/180, h:1398; Muntahabu Kenzi'l-Ummal, 4/61, 2,b.

[14]- Tezkiretu'l-Huffaz, c.l, s.7, Ömer biyografisinde

[15]- Muntahabu'1-Kenz bi Hamiş-i Müsned-i Ahmed, c.4, s.64

[16]- Sünen, Daremî, 1/132; Tabakat-ı İbn-i Sa'd, 2/354, Ebuzer'in biyografisi; Sahih-i Buharî, "el-İlmu Kable'1-Kavl" Babı, c.l, s. 161. Bu Osman dönemindedir; zira sahabelerden hiç kimse Ömer döne­minde otoritenin emirlerine karşı böyle açıkça muhalefet etmeye cesaret edemezdi

[17]- Bütün sihah [sahih] sahipleri ondan rivayetetmişlerdir

[18]- Tabakat-ı İbn-i Sa'd, c.4, s.168

[19]- Tarih-i Taberî, c.2, s.111-113, hicretin 51. yılı olaylarında; İbn-i Esir, c.3, s. 102

[20]- İbn-i Ebi'l-Hadid, Şerh-u Nehcu'l-Belağa, 3/15,16'daki rivayetine göre, el-Babî Halebî basımı

[21]- Hıristiyan olan Ebu Rakiye Temim b. Bvs-i Darî, EhJ-j Kitabın meşhur âlimlerinden, kendi dö­neminin rahibi ve Filistin'in tanınmış abidi idi.

Tebük gazvesinden sonra Medine'ye geldi ve hırsızlık yaptığı ispatlanınca cezalandırılmaktan kurtulmak için Müslüman oldu. Olay şöyledir: Temim Darî, Sehmoğulları'ndan bir adam ve Adiyy b. Beda ile birlikte ticaret için Şam'a gitmişlerdi. Sehmoğulları’ndan olan adam yolda öldü ve ölmeden ön­ce Temim ve arkadaşına, mallarını akrabalarına teslim etmelerini vasiyet etti. Adam, eşyalarının arasın­da vasiyetini gizlemişti. Onlar da onun malından değerli bulduklarını aldılar. Bu eşyalar arasında, üç yüz miskal ağırlığında altın işlenen gümüş bir kupa vardı. Malın geri kalanını da ehline verdiler. Ada­mın akrabaları mallara aldıklarında onun vasiyetle bağdaşmadığını, bazı şeylerin eksik olduğunu gör­düler. Oysa onlar ne satılmış ve ne de hibe edilmişti. Bunun üzerine durumu Resûlullah'a götürdüler. Resûlullah da ikindi namazından sonra minberin yanında onlara yemin ettirdi. Onlar ihanet etmedikleri­ne dair yemin edince Resûlullah onları serbest bıraktı. Fakat çok geçmeden altın işlemeli kupayı Temim'in yanında buldular. Tekrar Temimle arkadaşını Resûlullah'ın yanına götürdüler. Bunun üzerine, "Ey iman edenler!... Aranızda şahitlik..." (Maide, 106) ayeti indi. Sehmoğulları, onun babalarının eş­yalarından olduğuna dair yemin ederek onu ve diğer mallarını Temim ve arkadaşından geri aldılar. Da­ha sonra Temim-i Darî itiraf etmek zorunda kaldı. Bunun üzerine Resûlullah Temim'e, "Yazıklar olsun sana ey Temimli! İman et de Allah seni bağışlasın." Buyurdu. Temim Müslüman olmak zorunda kaldı.

    Temim, Ömer'in döneminde Medine'de yaşadı. Ömer onu tazim ediyor, 'Medine'nin en hayırlısı' diye iltifatta bulunuyor ve bağışta onu Bedir ehliyle bir tutuyordu. Ömer hicretin on dördüncü yılının Ramazan ayında nafile namazını kılmayı sünnet haline getirince onunla Ubey'i insanlara namaz kıldır­maları için tayin etti. Osman'ın öldürülmesinden sonra Şam'a gidip hicri 40. yılında ölünceye kadar Muaviye'nin korumasında rahat bir hayat yaşadı.

[22]- Ebu İshak Ka'b b. Mati. Ehl-i Kitab âlimlerinin büyüklerinden ve Yemen'in önde gelen Yahudi âlimlerindendi. İshak b. Ka'b, Medine'ye gelerek Ömer'in döneminde Müslümanlığını açıkladı. Sonra Ömer'in isteği üzerine Medine'de kaldı. Osman'a karşı ayaklanma belirtileri baş gösterince Şam'a inti­kal etti. Orada Muaviye'nin gözetiminde ve korumasında yaşadı. h.34'de, 104 yaşında Hımıs'ta öldü...

  İşte birçok açıdan İslâmi düşünceye olumsuz etkiler bırakan Yahudi, Ka'bu'l-Ahbar'dır

[23]- Tarih-i Taberî, 2/205; İbn Esir, 4/7; Mesudî, et-Tenbih-i ve'l-İşraf, s.261; Hutet-i Mukrizî, 1/159

[24]- Eğanî, 15/12-13; Tarih-i Taberî, c.2, s.82-83; İbn-i Esir, c.3, s.378. Tarih-i Yakubî, c.2, s.223

[25]- Cahiz, el-Beyan ve't-Tebyin, c.l, s.86

[26]- Ahadis-i Ummu'l-Müminin Aişe kitabı, "Muaviye" Babı

[27]- Şerh-u Nehci'l-Belâga -İbni'1-Ebi'l-Hadid-i Mutezilî, birinci baskı -Mısır- c.l, s. 159-160

[28]- Eğanî, c.2, s.241-251, Daru'l-Kutub

[29]- İbn-i Ebi'l-Hadid, Nehcu'l-Belâga Şerhi'nde, c.3, s.l5-16'da, "ve Min Kelamin Lehu (a.s) ve Kad Seelesailun An Ehadis-i'l Beda" şerhinde; Ahmed Emin, Fecru'l-İslâm, s. 275

[30]- İbn-i Ebi'l-Hadid, Nehcu'l-Belaga Şerhi'nde, c.l, s.358'de, "Ve Min Kelamin Lehu (a.s) İnnehu Seyezheru Aleykum Ba'dî Reculun..." şerhinde

[31]- Ahadis-u Ummi'l-Muminin Aişe, s.295-297

[32]- Hatib Bağdadî, Tarih-i Bağdad'da, 14/7'de şöyle kaydetmiştir: Bir gün Harun Reşid ve Kureyş'in meşhur kişilerinden birinin yanında Ebu Hureyre'den şöyle bir hadis rivayet edildi:

  «Musa (a.s), Adem (a.s) ile görüşerek ona, "Sen bizi cennetten çıkaran kişi misin?!" diye sordu. Kureyşli adam itiraz ederek, "Musa nere, Âdem nere! Ne zaman ve nerede Musa, Âdem’le görüştü" de­di. Harun öfkelenerek, "Cellât! Bu adamın boynunu vur! Zındık Resûlullah'ın hadisini eleştiriyor!!" di­ye bağırdı. Bunun üzerine bu hadisin ravisi Ebu Muaviye araya girerek, bu adam anlamadan, cehaleti nedeniyle böyle söyledi; kötü bir niyeti yoktu, diyerek Harun'u yatıştırdı.»

[33]- Fethu'1-Barî, c.l, s.218, "Kitabetu'1-İlim" Babı

[34]- Tehzibu't-Tehzib, c.12, s.39

[35]- Tarihu'1-İslâm-i Zehebî, c.6, s.6

[36]- İntişarat-i Meclisi'1-A'la Li Şuuni'l-İslâmiyye, Kahire, 1384, c.l, s.47

[37]- Biz bunları, "Eseru'l-Eimme Fi İhyai's-Sünnet" adlı kitabımızın (cilt. 1 l-12)'de inceledik...

[38]- Sahih-i Müslim, c.4, s.97, "Züht" kitabı, "et-Tesebbut-u Fi'l Hadis ve Hukm-i Kitabeti'1-İlim" Babı, h: 72; Sünen-i Daremî, c.l, s.119, "el-mukaddime", 42. bab; Müsned-i Ahmed, c.3, s.12, 39, 56

[39]- Sünen-i Daremî, "el-Mukaddime", c.l, s.119

[40]- Müsned-i Ahmed, c. 5, s. 182; Sünen-i Ebu Davud, "İlim" kitabı, c. 3, s. 319

[41]- Müsned-i Ahmed, c.3, s. 12-13

[42]- Bedayi'u-Minen, c.l, s.14

[43]- Bedayi'u-Minen, c.l, s.14

[44]- Sahih-i Buharî, 1/24, Bulak basımı, ilim kitabı, "Kavlu'n-Nebi: Rubbe Mubelliğun..." Babı, Kenzu'l-Ummal, 2.baskı, 10/133, h:l 126; Sünen-i İbn-i Mâce, 1/85, h:233; Biharu'l-Envar, 1/152, h:42

[45]- Ehl-i Beyt Mektebi kaynaklarında: Meaniu'l-Ahbar, s.374-375; Uyunu Ahbar,Necef, 2/36; Men la Yehzuruhu'l-Fakih, 4/420; Biharu'l-Envar, 2/145, h: 7. Ehl-i Sünnet kaynaklarında: Muhaddis Fazıl Ramhermerzî, "Fazlu'n-Nakil An Resûlullah" Babı, s. 163; Kavaid-u Tehdis-i Kasimî, 2.baskı, s.48; Şe-re-u Ashabi'l-Hadis -Hatib Bağdadî- "Kevn-u Ashabi'1-Hadis-i Hulefa-i Resûlullah" Babı, s.30; Camiu'l-Beyan -İbn Abdulbirr- 1/55; Ahbar-u İsfahan- Ebu Nuaym-1/81; Fethu'l-Kebir -Suyutî Ebu Said'den-1/233; Kenzu'l-Ummal-Muttakî Hindî- "İlim" kitabı, "Adabül-İlim" Babı, 2.b. 20/128-133, h: 1086, 1127; 10/181, h: 1407; el-İlma-Kadı İyaz- "Şerefu'l-İlimi'l-Hadis ve Şeref-i Ehlih" Babı, s.11

[46]- Sahih-i Buharî, c.l, s.22; Tirmizi, c.10, s.l35'te geçtiği üzere falancadan maksat Ebu Şat'tır

[47]- RESÛLULLAH'IN ÖZELLİKLERİ KONUSUNDAKİ İHTİLÂFLARIN KAYNAĞI

Bazı kaynaklarda Resûlullah'ın makam ve mevkisini hatta sıradan bir insandan bile aşağı düşüren rivayetlere rastlıyoruz. Bundan dolayı, onların doğruluğuna inanan kimselerde Resûlullah'a karşı mütevatir hadislerin tam aksine ne denli farklı bir bakış açısı oluşturduğunu anlamak mümkündür.

Peygamberlerin en üstünü ve sonuncusu Resûlullah hakkında rivayet edilen hadislerden sadece birkaç örnekle yetiniyor ve bu kadarının basiret sahipleri için yeterli olacağına inanıyoruz:

1-    Buharî, Sahih'inde şöyle yazar: «Resûlullah peygamberlik makamına ulaşmadan ve kendisine vahiy nazil olmadan önce, çıktıkları bir dağ gezisinde, Zeyd b. Amr b. Nufeyl'in önüne içinde etli bir yemek bulunan bir sofra açtı. Zeyd o yemeği yemekten çekinerek, "Ben kesildiğinde Allah'ın ismi anıl­mayan hayvanın etini yemem." dedi.» (Sahih-i Buhârî, "Zebaih" kitabı, "Mâ Zubihe Ale'n-Nusubi ve'l-Esnam" Babı, 3/207; Müsned-i Ahmed b. Hanbel, 2/69, 86. Zeyd b. Amr b. Nufeyl, Ömer'in amcasının oğlu ve kayınbabasıdır. Zeyd'in hayatı, oğlunun -Said- hayatında el-İstiab, 2/4)

Bu rivayete göre Zeyd, cahiliye zamanında Resûlullah'tan daha faziletli olmalı!! Zira o, cahiliye döneminin yanlışlarını (putlara kesilen eti yemek gibi) biliyor ve onlardan kaçmıyordu; ama ileride Al­lah'ın en son ve en faziletli resulü olacak kimse bunu bilmiyor veya bildiği hâlde yapıyordu!! [Haşa]

2-   Buharî ve Müslim şöyle kaydederler: «Cebrail nazil olarak Resûlullah'a Alak Suresi'nin birkaç ayetini indirince, Resûlullah korku içinde ve titreyerek eve koştu ve eşi Hatice'ye, "Ben (bana bir şeyler olduğundan) korkuyorum." dedi. Hatice ise, "Tam aksine; müjdeler olsun, Allah seni hiçbir zaman alçaltmaz." dedi. Daha sonra onu o dönemde Hıristiyan olan Varaka b. Nevfel'in yanma götürdü ve Resû­lullah başından geçenleri ona anlattı. Varaka, "Bu, Musa'ya da nazil olan Namus-u Ekber'dir." dedi.»

(Sahih-i Buhârî, "Bedu'1-Vahy" babı, h: 252; Müsned-i Ahmed b. Hanbel, c.6, s.223, 233) Bu rivayetten anlaşıldığına göre Hıristiyan Varaka, doğrudan doğruya vahiy ve Cebrail'le irtibat­ta olan ve vahiy yoluyla Allah'ın muhatabı olan Resûlullah'tan vahiy ve Cebrail konusunu daha iyi bili­yordu ve Resûlullah'ı kendi hedefi ve yürüdüğü yolun doğruluğu konusunda mutmain kılan da o oldu!

Hatta, İbn Sa'd'ın Tabakât'ındaki rivayetine göre, eğer Varaka ve onun sözleri olmasaydı, Resû­lullah (s.a.a) o durumdan kurtulmak için kendini dağdan aşağı atacaktı!! Taberî de kendi kitabında şöy­le yazar: «Resûlullah o durumda, "Ben bedbaht veya şair ya da deli oldum; vallahi Kureyş benim hak­kımda böyle bir yargıda bulunmaya fırsat bulamayacak!" diyordu.» (Tarih-i Taberî, Avrupa basımı, 1/ 1150) Yani Kureyş benim hakkımda böyle konuşmaya başlamadan önce ben hayatıma son vereceğim!)

Hatta cine çarpılmış olmaktan ve Kur'ân ayetlerinin de onların kafiyeli sözleri olmasından korkuyordu!

* * *

Bizim anlayamadığımız nokta şudur: Resûlullah peygamberlik damgası omzuna işlenmiş olduğu, kitap ehli kendisini bununla tanıdığı hâlde, o kendisini ve ne olduğunu nasıl tanımadı; içinde bulundu­ğu ortamı nasıl bilemedi?! (Sahih-i Buhârî, "el-Menakıb ve'1-Merza ve'l-Edeb" kitabı; Sahih-i Müslim, "Fezail" kitabı, "İsbatu Hatemi'n-Nübuvvet" babı; Sünen-i Ebu Davud, KitabuT-Libas; Tirmizî, "Menakıb" kitabı; Müsned-i Ahmed b. Hanbel, 2/223; 3/434, 442; 5/35, 77, 82, 90, 95, 98, 104, 340, 341, 354, 438, 442, 443; 6/329) Yine bu gibi rivayetleri, Resûlullah'ın peygamberliğinin delillerinden olan rivayetler ve onda peygamber olmadan önce görünen faziletler reddetmektedir.

Hadis ve tarih kitaplarında kaydedildiği üzere amcası Ebu Tâlib ile Şam'a ilk yolculuğu... Bir ra­hibin onun peygamber olacağını haber vermesi, iki yolculukta başının üzerinde bir bulutun durup gölge etmesi ve yanındakilerin hepsinin buna tanık olması gibi...(Tabakât-ı İbn Sa'd, Avrupa basımı, c.l, k.l, s.73,76, 83, 98, 99, 100, 101, 109; c.3, k.l, s.153; Sahih-i Buhârî, "Bedu’l-Vahy Min Ahbar-i Herkul An Ashabihi" kitabının son kısmı; Sünen-i Tirmizî, "Menakıb" kitabı, "Ma Cae Fi Bed'i'n-Nübüvve" babı, 13/106; Sire-i İbn Hişâm, 1/194, 203; 1/231, 239, 251) Veya peygamberlik ma­kamına ulaşmadan önce zuhur edeceğine dair Tevrat'ta geçen Ehl-i Kitab'ın sözleri. (Sahih-i Buhârî, "Buyu' " kitabı, "Kerahetu's-Sehb FiT-Esvak" babı, 2/10, Kitabu't-Tefsir,"Tefsir-i Suret'il-Feth " babı, "Fezailu'l-Kur'ân" kitabı, l.bab; Tabakât-ı İbn Sa'd, Avrupa baskısı, 1/123; c.l, k. 2/ 17, 87, 89; Sünen-i Tirmizî, "Menakıb" kitabı, 1. bab, Sünen-i Daremî, el-Mukaddime, 1, bab; Müs­ned-i Ahmed b. Hanbel, 2/174; 3/467; Tabakât-ı İbn Sa'd, c.l, k. 1/64,103,104,106,108,111)

Ya da Resûlullah peygamber olmadan önce ağaçların ve taşların kendisine selâm vermesi gibi...

(Sahih-i Müslim, "Fezail" kitabı, "Nesebu'n-Nebi" babı, s.1782, hadis: 2; Müsned-i Ahmed b. Hanbel, c.5, s.89, 95,105; Müsned-i Tayalisi, hadis: 781; Tabakât-ı İbn Sa'd, c.8, s.179. Ağacın selâm etmesi ise şu kaynaklarda geçer: Sünen-i Daremî, üçüncü bab; Tabakât-ı İbn Sa'd.)

Hz. İsa'nın (a.s) yıllar önce geleceğini haber verdiği ve yüce Allah'ın Kur'ân'da sözünü "Benden sonra ismi Ahmed olan bir peygamberin müjdeleyicisiyim." (Saff, 6) diye naklettiği hâlde bu pey­gamber nasıl kendini tanımaz?! Ehl-i Kitap hakkında "Bizim kendilerine Kitap verdiklerimiz, onu, çocuklarını tanır gibi tanırlar." (Bakara, 146) buyrulduğu hâlde, yine, "Onlar ki, yanlarında Tev­rat'ta ve İncil'de (geleceği) yazılı bulacakları ümmi haber getirici olan peygambere uyarlar." (A'râf, 157) buyrulduğu ve başkalarının onu bu şekilde tanıdığı hâlde, o kendisini nasıl tanımaz?

3-   Buharî ve Müslim şöyle kaydetmişlerdir: «Resûlullah, (ara sıra) öfkelenir ve hak etmediği hâl­de bazılarına küfreder, onlara lanet ve eziyet ederdi. Bu yüzden Resûlullah yüce Allah'tan bu çirkin davranışlarını, haksızlık yaptığı o kimseler hakkında rahmet ve temizlik vesilesi kılmasını istedi.»

(Sahih-i Buhârî, Kitabu'd-Deavat, "Kavlu'n-Nebi Men Azeytuhu" babı; Sahih-i Müslim, Kitabu'l-Birri ve's-Sıla, "Men Leanehu'n-Nebi ve Leyse Lehu Ehlen" babı.)

* * *

Resûlullah da diğer insanlar gibi bir insandır ve yüce Allah onu Yahudilerin hile ve sihirlerinden korunmamıştır! O da her insan gibi sebepsiz yere insanlara öfkelenip hiçbir suçların yokken onları inciti­yor, lanetliyor ve sövüyordu (haşa)! (Ehl-i Sünnet okulunun hadisleri Resûlullah'ın makam ve mevkisini sıradan bir insandan daha aşağı düşürdüğünden, (uydurma garanik hadisi gibi -bu hadisin temelsiz olduğunu "Nakş-i Eimme Der İhya-i Din" kitabımızın c.4'de ispatladık-) öyle ki, bu hadislerden vahye ve Kur'ân'a şüphe düşürülebileceğinden Hıristiyan tebliğcilerden bazıları, İslâm alanında tartışırken özellikle Ehl-i Sünnet hadislerine istinad etmiş ve Ehl-i Beyt okulu hadislerine yanaşmamışlardır.)

4-   Buharı ve Müslim yine şöyle kaydederler: «Bir Yahudi Resûlullah'ı (s.a.a) büyülemişti. O Yahudinin büyüsü Resûlullah'ı (s.a.a) öylesine etkilemişti ki, yapmadığı bir işi, yaptığını sanıyordu.»

(Sahih-i Buhârî, Kitab-u Bedi'l-Halk, "Sıfatu İblis ve Cunudihi" babı ve Kitabu't-Tıbb, "Hel Yestahrecu's-Sihr" babı, "Edeb" kitabı, "İnnellahe Ye'muru Bi'l-Adl" babı, Kitabu'd-Dea­vat, "Tekriru'd-Dua" babı; Sahih-i Müslim,"es-Sihr" babı.)

5-      Müslim ve Buhârî şöyle derler: «Resûlullah hurma ağaçlarını döllendirmeyle meşgul olan bir grubun önünden geçerken onlara, "Onları döllendirmemeniz daha iyidir." dedi. Resûlullah'ın bu sözü üzerine döllendirmeden vazgeçerek hurma ağaçlarını kendi hâllerine bıraktılar. Bunun üzerine o yıl ağaçları meyve vermez oldu. Bunu Resûlullah'a söylediklerinde, "Dünyanızla ilgili işi siz daha iyi bilir­siniz." buyurdu.» [Haşa] (Sahih-i Müslim, "Fezail" kitabı, "Vücub-u İmtisali Mâ Kalehu Şer'an Düne Mâ Zekerehu Min Meaişi'n-Nas..." babı; Sünen-i İbn Mâce, "Telkihu'n-Nahl" babı.)

6-  Buhârî ve Müslim yine kendi Sahih'lerinde şöyle yazarlar: «Resûlullah (s.a.a) Ensar'dan bazı kızların söylediği şarkıyı dinlediği bir esnada, Ebu Bekir içeri girip onları tersleyerek dağıttı.»

(Sahih-i Buhârî, Kitabu Fezaili Ashabi'n-Nebi, "Makdimu'n-Nebi (s.a.a) ve Ashabihi el-Medine" babı ve "İydeyn" kitabı, "Sünnetu'l-İydeyn Li-Ehli'l-İslâm"bâbı; Sahih-i Müslim, "Salatu'l-İydeyn" kitabı, "er-Ruhsatu Fi La'b-i Yevmi'1-İyd" babı.)

7-  Müslim şöyle kaydeder:«Resûlullah mescitte gösteri yapan Habeşlilerin gösterilerini seyretmesi için Âişe'yi omuzlarına bindirmişti. O sırada Ömer çıkagelip gösteri yapanlara bağırarak onları dağıttı.»

(Sahih-i Müslim, "Sahatu'l-İydeyn" kitabı, "er-Ruhsatu Fi'1-le'bi'llezi La Masiyete Fihi Fi Eyyami'l-İyd"bâbı, h: 18,19,20,21,22) Bu olayın devamı Tirmizî'nin rivayetinde şöyle geçer:

«Ansızın Ömer yetişti. Oradakiler Ömer'i görünce dağılıverdiler. Bunun üzerine Allah Resulü "İns ve cin şeytanlarının Ömer'den kaçtığını görüyorum." buyurdu!!»

(Sünen-i Tirmizî, Ebvabu'l-Menakıb, "Menakıbu Ömer" babı.) Diğer bir rivayette:

«Resûlullah'ın gazvelerden birinden dönüşünde, siyah bir cariye Resûlullah'ın karşısında tef çala­rak şarkı söylemeye başladı. O sırada Ömer gelince cariye (onun korkusundan) tefi altına saklayarak onun üzerinde oturdu! Resûlullah Ömer'e, "Hiç şüphesiz Şeytan senden korkuyor ey Ömer!" dedi.» (Sünen-i Tirmizî, Ebvabu'l-Menakıb, "Menakıbu Ömer" babı; Müsnedi Ahmed b. Hanbel, 5/353)

Bu rivayetlere göre Ebu Bekir ve Ömer Allah'ın emirlerinin icrası konusunda Resûlullah'tan çok daha itinalıydı; [Hâşâ] onlar oyundan ve boş işlerden nefret ediyorlardı!

8- Buharı ve Müslim Âişe'den şöyle naklederler: «Resûlullah (s.a.a) mescitte Kur'ân okuyan bir adamı dinliyordu. Ansızın, "Allah bu adamı rahmetine mazhar kılsın; falan sûreden eksilttiğim falan ve filan ayeti bana hatırlattı." buyurdu!» (Sahih-i Buhârî, "Şehadat" kitabı, "Şehadetu'l-A'ma ve Ni-kâhuh" babı; Sahih-i Müslim, "Fezailu'l-Kur'ân, "el-Emru Bi-Teahhudi'1-Kur'ân" babı, h: 224; Sünen-i Ebu Davud, "Tetavvu" kitabı, "Refu's-Savt Bi'1-Kur'ân Fi Salati'l-Leyl"bâbı, h: 133 ve Kitabu'l-Huruf ve'l-Kıraat, birinci bab, h: 3970) Resûlullah'ın (s.a.a) unuttuğu ayeti mescitte oku­yan sahabenin hafızası Hz. Peygamber'in hafızasından daha kuvvetliydi! [Hâşâ]

* * *

Hz. Ali'nin (a.s) Kâsıa Hutbesi'ndeki buyrukları Resûlullah'ın (s.a.a) faziletlerinde şüphe uyandı­ran ve Hz. Peygamber'in makam ve mevkisini aşağı düşüren bütün bu hadisleri reddetmektedir.

İmam Ali (a.s) bu hutbede şöyle buyuruyor: «O sütten kesildiği andan itibaren Allah, melekle­rinden pek büyük bir meleği ona eş etmişti; o melek gece-gündüz, ona yücelik yolunu gösterirdi; âlem ehlinin en güzel yollarını öğretirdi. Ben de her an, devenin yavrusu, nasıl anasının ardından giderse onun ardından giderdim; o, her gün bana huylarından birini öğretir, ona uymamı buyururdu.

Onu ben görürdüm, başkası görmezdi. O gün İslâm, Allah'ın salâtı ona ve soyuna olsun, Resûlullah'la Hatice'den başkasının evinde yoktu; ben de onların üçüncüsüydüm. Vahiy ve peygamberlik nurunu görürdüm, peygamberlik kokusunu duyardım. Ona vahiy gelirken Şeytan'ın feryadım duydum da, "Ya Resûlullah dedim, bu feryat nedir?" Buyurdu ki: "Bu feryat eden Şeytan'dır; kendisine insanların kulluk etmesinden ümidini kesti artık. Sen benim duyduğumu duymaktasın, gördüğümü görmektesin; ancak sen peygamber değilsin...» (Şerh-u Nehcu'l-Belâğa, Muhammed Abduh, hutbe: 192)

İslâm ümmetinin başına geçen yöneticilerin, hilâfet makamım insanların gözünde peygamberlik makamından daha üstte gösterme doğrultusundaki çabalarını burada sadece bunun bir örneğine, yani Haccâc b. Yusuf-i Sekafî'nin metoduna işaretle yetineceğiz: Haccâc, Abdulmelik b. Mervân tarafından Küfe valiliğine atandığında Medine'de Resûlullah'm türbesini ziyaret edenleri eleştirerek şöyle diyordu:

«Bir avuç tahta parçası ve çürümüş kemiklerin etrafına dönenlere yazıklar olsun! Onlar neden Emirü'l-Müminin Abdulmelik b. Mervan'm sarayının etrafına dönmezler ki? Onlar hilâfet makamının O'nun gönderdiği Peygamber'in makamından üstün olduğunu bilmezler mi?!»(Şerh-u Nehcu'l-Belâğa, İbn Ebi'l-Hadid, c.15, s.242; el-Kâmil, Muberred, en-Nehza yayınları, Mısır baskısı, s.222)

[48]- Sahih-i Buhari, c.3, s. 126, Ahkaf suresinin tefsiri, "Vellezi Kale Li Valideyhi" babı. Buharî'nin bu gizlemesinin sebebi, Muaviye ve Yezid'in sözde Müslümanların halifesi sayılmasıydı. Buharî, bu nedenle insanların, Ebu Bekir'in oğlunun ağzından, o ikisinin, İslâm hilâfetini miras yoluyla babadan oğula geçen saltanata çevirdiklerini duymalarım istemiyordu! Müstedrek-i Hâkim'de şöyle geçer: «Ab­durrahman yatağında uyumuştu. Onu uyandırmaya gittiklerinde ölü buldular. Fakat Aişe kardeşini öl­dürdüklerini sandı; kardeşi hayattayken ölüm memurları gelerek aceleyle diri diri mezara gömdüklerini düşünüyordu!" (Müstedrek-i Hâkim, c.3, s.476; Telhis-i Müstedrek-i Zehebî, "Habeşî" sözcüğü.)

Yıllar önce Muaviye'nin düzenlediği hileyle İmam Hasan (a.s) zehirlendiği gibi, Abdurrahman da Yezid'e biat yolunun açılması için öldü. Sa'd b. Ebî Vakkâs ve Abdurrahman b. Halid b. Velid gibi Ab­durrahman da Yezid'e biat edilmesine muhalefet ettiği için öldürüldü. Fakat bütün bunlar Aişe'nin kes­kin gözünden kaçmadı. Dolayısıyla Aişe, tüm varlığıyla Ümeyye Oğulları'yla mücadeleye girişti ve keskin propaganda silahıyla Mervan'la babası hakkında Resûlullah'tan duymuş olduğu hadisleri yaya­rak onlara karşı bir savaş başlattı. İşte burada Aişe Muaviye'nin bu siyasetinin karşısında durdu.

Bu kez Ali'nin (a.s), Resûlullah'ın (s.a.a) Hasan'la Hüseyin (a.s) ve Fâtıma'nın (s.a) faziletlerini yaymaya başladı. Bu nedenle bu defasında Aişe'den, onların fazilet ve menkıbeleri hakkında bazılarını kendisinin şahsen Resûlullah'tan duyduğu ve bazılarına da tanık olduğu hadisler nakledilmiştir. Resû­lullah'ın vefatı konusunda aktardığımız birbiriyle çelişen o iki hadis bu tür rivayetlerdendir.

AİŞE'DEN İKİ AYRI YERDE, İKİ ÇELİŞKİLİ HADİS

"Aişe'nin yanında Ali'nin Resûlullah'ın (s.a.a) vasisi olduğu söylenince dedi ki: «Bu vasilik işi ne zaman oldu?... Resûlullah'ı göğsüme veya yan tarafıma yaslamıştım. O, bir leğen istedi ve bana yaslan­mış olduğu hâlde vefat etti. Fakat ben onun ne zaman öldüğünü fark etmedim. Bu durumda Resûlullah onu ne zaman vasi tayin etmiş olabilir?!» (Sahih-i Müslim, Şerh-i Nevevî, Kitabu'l-Vasiyyet, c.ll, s.89; Sahih-i Buharî, Kitabu'l-Mağazî, "Marazu'n-Nebiy" babı, c.3, s.65 ve Kitabu'l-Vasiyyet, "el-Vesaya" babı; Fethu'1-Bârî, c.6, s.291; Müsned-i Ahmed b. Hanbel, c.6, s.32)

Osman'ın son zamanlarında Aişe, Osman'dan sonra hilâfet amcası oğlu Talha'ya geçsin diye Talha ve Zübeyir gibi Osman'ın muhaliflerine önderlik yaptı. Osman öldürülüp Müslümanlar İmam Ali'ye (a.s) biat ettikten sonra [ansızın yön değiştirerek Osman'ın taraftarı kesiliverdi ve onun kanını istemeye başladı. Bu yersiz suçlamayla] saldırıyı İmam Ali'ye yönelterek Cemel Savaşı'nı başlattı!...

Aişe o günlerde, insanları, İmam Ali'ye karşı harekete geçirip, tarihte "Cemel Savaşı" diye adlan­dırılan savaşa katılmak için seferber etmeye ihtiyaç duyuyordu. Dolayısıyla bunun normal bir konuşma şeklinde olmadığını, aksine, Aişe'ye karşı İmam Ali'nin "Resûlullah'ın Vasisi" diye meşhur oluşuna dair açıklanan bir delil olduğunu görmekteyiz. Aişe'nin bu tutumu o tarihî olaylarla bağdaşmaktadır ve yine onun bu tavrı, o günlerde Hz. Ali'ye (a.s) karşı diğer tutumlarıyla da tamamen uyum içerisindedir.

Nitekim İbn Sa'd'm Tabakat adlı eserinde Resûlullah'm hastalığında Aişe'den naklettiği rivayet dikkat çekmektedir: «ResûluUah iki kişinin yardımıyla evden çıktı. Onlardan biri Fazl b. Abbas'tı, diğe-riyse başkasıydı! Onun ayakları yerde sürünüyordu... Abdullah der ki: Aişe'nin bu sözünü İbn Abbas'a naklettiğimde dedi ki: Aişe'nin, ismini söylemediği ikinci kişinin kim olduğunu biliyor musun?"

Ben, "Hayır." dedim. İbn Abbas, "O, Ali b. Ebu Talib'di. Aişe onun hakkında ağzından hayır bir söz çıkmasını bile istemiyor." dedi.» (Tabakat, İbn Sa'd, Beyrut baskısı, c.2, s.232. Bu hadisin bir benzeri Sahih-i Buharî, "Marazu'n-Nebiy ve Vefatuh" babı, c.3, s.63'de şu şekilde geçer:

İbn Abbas dedi ki: "Aişe'nin ismini söylemediği ikinci kişinin kim olduğunu tanıdın mı?" Ben, "Hayır." dedim. İbn Abbas dedi ki: "O Ali b. Ebu Talib'di." Buharî, İbn Abbas'ın sözünün devamında yer alan, "Aişe onun hakkında hayır bir söz konuşmak istemez." cümlesini silmiştir.)

Aişe'nin, Resûlullah'ın (s.a.a) kendisinin kucağında vefat ettiğini bildiren tek rivayeti, diğer saha­benin rivayetleriyle çelişmektedir. Yine bu hadisin, Muaviye'nin hilâfeti dönemiyle uyum içerisinde ol­duğu da söylenebilir; çünkü o, halkı Ali'nin (a.s) faziletlerini nakletmekten alıkoyup onunla çelişen şeylerin nakledilmesini emretti.

İbn Asâkir şöyle nakleder: «İki kadının Aişe'ye, "Ey Ümmü'l-Müminin! Ali'yi anlat bize." demesi üzerine Aişe dedi ki: Resûlullah'ın kucağında vefat ettiği, ellerinde ruhu çıkınca elini yüzüne süren, ne­rede defnedilmesi gerektiği konusunda ihtilâf çıktığında, "Allah katında en üstünü, Resûlullah'ın vefat ettiği yerde defnedilmesidir." diyen adamın neyini sorarsınız? Onlar, "Öyleyse neden onunla savaşma­ya kalkıştın?" diye sorduklarında, "Bu, olmuş bitmiş bir şeydir; dünyadaki her şeyi feda ederek bunu telâfi etmek isterim." dedi.» Yine İbn Asâkir Aişe'den şöyle nakleder: Resûlullah'ın ölümü yaklaşınca, "Bana sevgilimi çağırın." buyurdu. Hz. Peygamber'in emri üzerine Ali'yi çağırdılar. Resûlullah'ın gözü Ali'ye takılınca üzerindeki örtüyü onun üzerine atarak onu kucakladı ve vefat edinceye kadar da öyle kaldılar. (Tarih-i İbn Asâkir, c.3, s.15, Emirü'l-Müminin Ali'nin Hayatı babı.)

Aişe'nin bu sözü, Emirü'l-Müminin Ali'nin: «Resûlullah vefat ettiği zaman başı, benim göğsümdeydi; ellerimde ruhu çıkınca, elimi yüzüme sürdüm.» (Nehcul-Belağa, 197. hutbe) şeklindeki buyru­ğuyla uyum içerisindeyken yine kendisinin: «Resûlullah göğsüme ve çenemin altına yaslanmış olduğu hâlde ağırlaştı ve vefat etti!» şeklindeki birinci sözüyle çelişmektedir.

Ebu Gatafan der ki: «İbn Abbas'a, "Resûlullah vefat edince başının birinin kucağında olduğunu kendi gözlerinle gördün mü sen?" diye sorduğumda, "Resûlullah (s.a.a) Ali'ye yaslanmış olduğu hâlde vefat etti." cevabını verdi. Bunun üzerine dedim ki: "Urve, Aişe'nin, Resûlullah vefat ettiğinde mübarek başı benim göğsümle boynum arasındaydı, o, bana yaslanmış olduğu hâlde vefat etti, dediğini nakle­der!" İbn Abbas dedi ki: "Sen de inandın mı?! Vallahi Resûlullah Ali'nin göğsüne yaslanmış olduğu hâlde vefat etti. Ali şahsen Hz. Peygamber'in cenazesini yıkadı..."» (İbn Sa'd, Tabakat, "Men Kale Teveffa Resûlullah Bi-Hücri Ali b. Ebu Talib" babı, Avrupa baskısı, c.2, s.51)

Birbiriyle çelişen bütün bu hadislerin kaynağı Aişe'nin kendisidir. Bunun sebebi, de Aişe'nin İmam Ali'ye (a.s) karşı farklı tutumlarda bulunması ve bu sözleri farklı açılardan söylemiş olmasıdır.

[49]- el-Mağazî, Vâkıdî, Oksford baskısı, c.l, s.48-49; İmtau'1-Esma, Makrizî, s.74-75

[50]- el-Bidayetu ve'n-Nihaye, c.7, s.314

[51]- Tezkiretu'l-Huffaz, s.698-701

[52]- el-Bidayetu ve'n-Nihaye, c.8, s. 119

[53]- Sahih-i Müslim, Kitabu'l-Birri ve's-Sıla, s.2010, hadis: 96

[54]- el-Bidayetu ve'n-Nihaye, c.8, s.l 19

[55]- Mecmau'z-Zevaid, c.9, s. 113-114

[56]- İbn Hişâm, Ebu Muhammed Abdulmalik b. Hişâm el-Himyerî. İbn Hallikan der ki: "O, Resû­lullah'ın siretini İbn İshak'm el-Mağazî ves Siyer kitabından alarak düzenlemiştir..." Suyutî de Buğyetu'l-Vuat adlı eserinde, s.215'de şöyle yazar: " Resûlullah'ın siretini düzenleyen kimse, onu İbn İshak'ın arkadaşı Ziyad Bukaî'den duyarak ıslah etmiştir..." Bu iki yazarın düzenleme ve ıslahtan maksatları, İbn Hişâm'ın, İbn İshak'ın Siretindeki hâkim gücün maslahatına aykırı olan şeyleri silmiş olmasıdır.

  İbn Hişâm 218 veya 213 yılında Mısır'da vefat etmiştir. Bukaî'nin ismi Ziyad b. Abdullah b. Tufeyl Bukaî Amirî'dir (öl. 183 hk.). İbn İshak; Ebu Abdullah veya Ebu Bekir Muhammed b. İshak b. Yesar'dır. O, Siret kitabını Abbasî halifesi Ebu Cafer Mansur Devanikî'nin emriyle oğlu Mehdi Abbasî için yazmıştır. İbn İshak 151 veya 152 ya da 154 yılında vefat etmiştir. Biz bunu Muhammed b. Hasaneyn Heykel'in, İbn Hişâm'ın 1356'da Kahire'de basılan Siret'ine yazmış olduğu ön sözden aldık.

[57]- Tarih-i Taberî'den özetle, birinci baskı, Mısır, c.2, s.216-217

[58]- Onlardan bazılarını "Min Tarihi'l-Hadis" adlı el yazması kitabımda kaydettim

[59]- Son zamanlarda, İbn İshak'ın Siretinin bazı bölümleri h.1395 yılında Rabat/Fas'da basılmıştır

[60]- Tefsir-i Taberî, birinci baskı, Bulak, 1323-1330, c.19, s.72-75

[61]- el-Bidayetu ve'n-Nihaye, c.3, s.40

[62]- Allâme Eminî'nin el-Gadir adlı kitabından, 1372 Tahran baskısı, c.2, s.288-289'dan naklettik

[63]- el-Eğanî, Beyrut, 22/23 İbn Şehab, Muhammed b. Mes'ud Kureyşî ez-Zehrî'nin hadisini Sihat sahipleri kitaplarında kaydetmişlerdir. O, h. 125 yılında veya bir iki yıl sonra vefat etmiştir. Takribu't Tehzib, 2/207. Halid b. Abdullah, h. 89 yılında Velid tarafından Mekke valiliğine ve h. 105 yılında Hi şâm b. Abdulmelik tarafından Basra ve Küfe valiliğine atanmış, h. 120 yılında bu makamından alınım ve ardından kendisinden sonraki vali tarafından Irak'ta öldürülmüştür. Halid soy ve din açısından suçlanmıştır. Halid'in hayatı, Tehzibu Tarih-i İbn Asâkir, c.5, s.67-80 ve diğer kaynaklarda geçer

[64]- el-Bidayetu ve'n-Nihaye, c.7, s.224

[65]- Camiu Beyani'1-İlim, "Hükmü'l-Ülema Ba'zuhum Fî Ba'z" babı, c.2, s. 189

[66]- Tezkiretu'l-Huffaz, s. 1039-1045

[67]- Şafiî'nin Divanı, Beyrut baskısı, h.1403; Muhammed b. Yahya Alevî (öl. 1350 h.), en-Nesaihu'1-Kafiye Li-Men Yetevella Muaviye; Fakat İbn Hacer, es-Savaiku'1-Muhrika adlı eserinde, s.l31'de "Vasi" kelimesi yerine "Veli" yazmıştır; bu farkı Ehl-i Sünnet Ekolü'ndeki gizlemelerden saymaktayız

[68]- Heysemî (öl. 974 h.), es-Savaik, s.131, 2. baskı, 1375-Mısır. Ayrıca "Âl-i Muhammed'i sev­mek rafızîlikse..." beytiyle son iki beyti, İbn Sabbağ Malikî (öl.855h.) el-Fusul, el-Kuna ve'1-Elkab ki­tabından, Şafiî'nin biyografisi bölümünde naklen kaydetmiştir

[69]- Tezkiretu'l-Huffaz,c. 1, s.698; Vefayatu'l-A'yan, c.l, s.59

[70]- el-Muvaffakiyyat, s.332-333

[71]- el-Bidayetu ve'n-Nihaye, c.12, s. 19

[72]- el-Bidayetu ve'n-Nihaye, c.12, s.97

[73]- Hutatu'l-Makrizî, c.2, s.254 ve 255

[74]- Tarih-i Taberî, Avrupa baskısı, 2/329; Tarih-i İbn Esîr, Avrupa baskısı, 4/52; Mısır 1 .baskı, 4/25

[75]- Tarih-i İbn Kesir, c.7, s.179

[76]- Seyf hakkındaki bu vasıflar: Yahya b. Muin (51.233 h.), Ebu Davud (öl. 275 h.), Neseî (öl. 303 h.), İbn Ebî Hatem Râzî (öl. 327 h.), İbn Habban (öl. 354 h.) ve Hâkim (öl. 405 h)

[77]- Bu kaynaklardan çoğunun isimleri için: Yüz Elli Uydurma Sahabe adlı kitabımız, 1/100-105

[78]- Dareyn, Kadisiye, Şuş, Viyeh-i Erdeşir vs. fetihlerinde Seyfin rivayetleri için bk. Yüz Elli Uy­durma Sahabe adlı kitabımıza

[79]- Tarih-i İbn Esîr, hicrî 1348 yılı, Mısır baskısı, c.l, s.5; el-Kâmil kitabının, mukaddimesinde

[80]- Tarih-i İbn Kesir, c.7, s.246

[81]- Tarih-i İbn Haldun, c.2, s.457

[82]- Kâfi, c.l, s.58, 1375-Tahran basımı

[83]- Besairu'd-Derecat, s. 299, h: 2

[84]- Besairu'd-Derecat, s.301, h: 1

[85]- Besairu'd-Derecat, s. 299

[86]- Besairu'd-Derecat, s.300-301, h: 5, 7, 10

[87]- Besairu'd-Derecat, s.290, "Fi Emirü'l-Müminin enne'n-nebi allemehu'1-ilm" babı, Vesail, h. 1323 -1324 basımı, 3/391, h: 19; Müstedretu'l-Vesail, h.1321 basımı, 3/192, h:28, Tefsir-i Ayyaşi'den naklen

[88]- Besairu'd-Derecat, s.290-291, h: 3 ve 9

89- Besairu'd-Derecat, s.198, h: 3

[90]- Tabakat-i İbn-i Sa'd, Emirü'l-Müminin Ali (a.s)'m biyografisinde, c.2, s.2, h: 101, Avrupa basımı. Onun rivayetini Ahmed b. Hanbel "Fezail-u Emiri'l-Müminin"de kaydetmiştir

[91]- Besairu'd-Derecat, s. 197, h: 4

[92]- Bu üç rivayet Sünen-i Nesaî, 1/178, "et-Tenehnuh Fi's-Selat" Babı ve üçüncü rivayet Sünen-i İbn-i Mâce, h: 3708, "Edeb" kitabı, "İstizan" Babı; birinci rivayet, Müsned-i Ahmed, 1/58, h:647; ikinci rivayet c.l/107'de, h: 845'de şöyle geçmiştir: "Resûlullah'ın huzuruna çıktığımda yavaşça öksürecek ol­saydı içeri giriyordum. Susup ses çıkarmasaydı geri dönüyordum. Üçüncü rivayet, 1/80, h: 608 Buharı hadisin baş tarafım silmiş, fakat son kısmını Tarih'de Nuceyy'in biyografisinde, 4/2, h:121 kaydetmiştir

[93]- Emali-i Şeyh Ebu Cafer Muhammed b. Hasan-i Tusî (ö. 460 hk.), 1384-Necef-Nu'man basımı, c.2, s.56; Besairu'd-Derecat, s. 167, Ebu Tufeyl'den, Ebu Cafer (a.s)'dan; Yenabiu'1-Mevedde-Şeyh Sü­leyman Hanefî- (Ö.1294 hk.), s.20, biz bunu h.1302 yılında Daru'l-Hilâfet-i Osmanî basımından aldık

[94]- Besairu'd-Derecat, s. 144

[95]- Besairu'd-Derecat, s. 143

[96]- Besairu'd-Derecat, s.145

[97]- Besairu'd-Derecat, s. 144

[98]- "Zira": Yaklaşık yarım metre uzunluğunda bir ölçü birimidir

[99]- Usul-i Kâfi, c.l, s.239, h: 1; Besairu'd-Derecat, s.151-152; el-Vâfî, c.2, s.135

[100]- Besairu'd-Derecat, s. 142 ve 149

[101]- Usul-i Kâfi, c.l, s.57, h: 14; Besairu'd-Derecat, s.146, 149-150; el-Vâfî, c.l, s.58

[102]- Besairu'd-Derecat, s. 160

[103]- Besairu'd-Derecat, s. 145 ve 159

[104]- Besairu'd - Derecat, s. 156 ve 160

[105]- Usul-i Kâfi, c.l,s.240, h: 2

[106]- Besairu'd-Deracat, s.59

[107]- Besairu'd-Deracat, s. 159-154

[108]- Usul-u Kâfı, c.l, s.264

[109]- Miratu'1-Ukul, c.3, s,136

[110]- Yukarıdaki üç hadis Usul-i Kâfi, 1/270-27l,"enne'l-eimmete muhaddesune'l-mufhemun"bâbı

[111]- Besairu'd-Derecat, s. 162

[112]- Usul-i Kâfi ve Vâfî, c.2, s.79

[113]- Usul-i Kâfi, l/304;E'lamu'l-Verâ, s.l52; Biharu'l-Envar, 46/16; Menakıb-i İbn-i Şehraşub, 4/172

[114]- Usul-i Kâfi, 1/303, h: 3; E'lamu'1-Verâ, s.152; Biharu'l-Envar, 46/18, h: 5; Besairu'd-Derecat, s.148, 149, 163, 164, 168

[115]- Usul-i Kâfi, 1/305, h: 1; el-Vâfî, 2/82; Besairu'd-Derecat, 4.bab, 4/165; E'lamu'1-Verâ, s.260

[116]- Besairu'd-Derecat, s.158, 180, 181 ve 186

[117]- Besairu'd-Derecat, s. 158

[118]- Gaybet-i Nu'manî, s. 177; Biharu'l-Envar, c.48, s.22, h: 34

[119]- Usul-i Kâfi, 1/311-312, h: 2; İrşad, Şeyh Mufid, s.285-286; Gaybet-i Tusî, s.28; el-Vâfî, 2/83

[120]- Usul-i Kâfi, c.l, s.242, h: 8; Vâfî, c.2, s.136

[121]- Besairu'd-Derecat, s. 170, "Nadir" Babı

[122]- Üçüncü Mevkıf, üçüncü mirsad, ikinci fasıl, ikinci nev, 2. bölüm, s.276, h.l266-Bulak basımı

[123]- Miftahu's-Saade, 2/420-421; 1328-1329-Haydaradab Dekn, Keşfu'z-Zunun ondan nakletmiştir

[124]- Keşfü'z-Zunun, c.2, s.591

[125]- Keşfu'z-Zunun, c.2, s.592

[126]- İbn Haldun, Mukaddime, c.l, s.595-596; 53. fasıl, "Fi İbtida-i Düvel ve'l Umem ve Fihi Ke­lam... ve'l-Keşf-u An Musemme'1-Cifr."

[127]- İbn Haldun, Mukaddime, c.l, s.600-601, miladi 1956 - Daru'l-Kutubi'l-Lübnanî basımı

[128]- Furu-u Kâfi, 7/40, h: 1, "Men Evsa Bi Şeyin Min Malihi" babı; Men La Yehzuruhu'l-Fakih, 4/ 151; Meani'l-Ahbar, s.217; Tehzib-iTusî, 9/21 l,h:835; Vesail, 13/450, "Hukm-u Men Evsa Bi Şey" Babı

[129]- Hisal, s.124; İkabu'1-Amal, s.261; bu kitaplar Şeyh Saduk'un eseridir; Vesailu'ş-Şia, 16/119

[130]- Furu-u Kâfı'de, c.4, s.l35-136'da; İstibsar, c.3, s.48; Vesail, c.12, s.194-195 ve c.14, s.544

[131]- Tehzib'de, c.7, s.432; Vesail, c.14, s.597

[132]- Furu-u Kâfi, 7/346, İkabu'1-A'mal-i Şeyh Şaduk, s.270-271; Hisal, s.124; Vesail, 16/122

[133]- Furu-u Kâfı'de, c.4, s.390, h: 9

[134]- Kâfi, 2/666; Furu-u Kâfi, 1/336 ve 4/30-31, "cihad" kitabı; Vesail, 8/487, h: 15842 ve 11/50

[135]- İstibsar, c.3, s.64; Vesail, c.7, s. 184, h: 13354

[136]- İstibsar, 1/151; Tehzib, 2/23; Vesail, 3/105, h: 4752 ve s.107, h: 14764

[137]- Tehzib, c.3, s.28; Vesail, c.5, s.44, h. 19550

[138]- Furu-u Kâfi, 1/9, h: 4; Tehzib, 1/227; Vesail, 1/164, h: 580

[139]- Furu-u Kâfi, c.4, s.368, h: 3; Vesail, c.2, s.696-697, h: 2759, 2761 ve 2766

[140]- Furu-u Kâfi, 4/304, h:7,8; Men La Yehzuruhu'l-Fakih, 2/117; İlelu'ş-Şerayi, 2/94; Vesail, 9/116

[141]- Furu-uKâfı, s.4, s.390;Tehzib, c.5, s.44, h: 1190ve 1191

[142]- Furu-u Kâfi, 4/390; İstibsar, 2/202, 203, 204; Tehzib, 5/355, 357; Vesail, 9/216, 217, 218, h: 17223,17225 ve 17229

[143]- İstibsar, 2/248; Serair, s. 446; Vesail, 9/438, 439, h: 17967, 17974

[144]- Umre hükmü içinbk. Furu-u Kâfi, c.4, s.534, h: 2; Vesail, c.10, s.244, h: 19275

[145]- Usul-i Kâfi, 2/278-279; Vesail, 11/254, h: 20631; Hisal, 1/273; İlelu'ş-Şerayi, 2/160

[146]- İkabu'l-A'mal, s.278, h: 2; Vesail, c.12, s. 182, h: 22441

[147]- Men La Yehzuruhu'l-Fakih, 4/206; Tehzib,9/308; İstibsar,4/160; Vesail, 17/495, 497, h: 32746

[148]- Delil hükmü için bk. Furu-u Kâfi, 7/414; Tehzib, 6/228; Vesail, 18/168, h: 33634 ve 33635

[149]- Usul-i Kâfi, c.2, s. 136, h: 22; Vesail, c.ll, s.316, h: 20845

[150]- Furu-u Kâfi, 7/186; Tehzib, 10/146; Men La Yehzuruhu'l-Fakih, 4/53; Vesail, 18/307 ve 34067; Mehasin, s.273

[151]- Furu-u Kâfi, 7/200; Tehzib, 10/55; İstibsar, 4/221; Vesail, 18/421, h: 34436

[152]- Furu-u Kâfi, 7/214; Tehzib, 10/90; Vesail, 18/468, h: 34586

[153]- Furu-u Kâfıî, 7/214; Tehzib, 10/90; Vesail, 18/472

[154]- Hisal, c.2, s.111; Vesail, c.19, s.168, h: 35489

[155]- Kâfi, 7/312; Men La Yehzuruhu'l-Fakih, 4/112; Tehzib, 10/251; Vesail, 19/259, h: 3570

[156]- Kâfi, 7/312; Tehzib, 9/57; Vesail, 16/320, h: 29893 ve 29894

[157]- Kâfi, c.7, s.77; Tehzib, c.9, s.269; Vesail, c.17, s.418, h: 32484

[158]- Kâfi, c.6, s.246; Tehzib, c.9, s.40; İstibsar, c.4, s.74; Vesail, c.16, s.321, h: 30124

[159]- Kâfi, 6/220; Tehzib, 9/2 ve 4-5-6; İstibsar, 4/59; Vesail, 16/334-335; Biharu'l-Envar, 10/254

[160]- Tehzib, c.9, s.324-325; Vesail, el7, s.505, h: 32776

[161]- İstibsar, 3/283; Tehzib, c.8, s.81-82; Vesail, c.15, s.375, h: 28220

[162]- Kâfi, 7/136; Men La Yehzuruhu'l-Fakih, 4/225; Vesail, 17/589, h: 33038

[163]- Kâfi, 7/316; Tehzib, 10/277; Vesail, 9/82, h: 35254.

[164]- Besairu'd-Derecat, s. 145

[165]- Besairu'd-Derecat, s. 162

[166]- Kâfi, c.7, s.113; Tehzib, c.9, s.308; Vesail, c.17, s.87 ve 486, h: 32702

[167]- Kâfi,c.7, s.94-95; Tehzib, c.9, s.271

[168]- Furu-u Kâfi, c.7, s.81, h: 4; Vesail, c.17, s.422, h: 32496

[169]- Tehzib, 9/273, h:9; Vesail, 17/428, h:32519; Tehzib, 9/306, h:16; İstibsar, 4/158; Vesail, 17/49:

[170]- Tehzib, c.9, s.272; Kâfi, c.7, s. 94; Vesail, c.18, s.463, h: 32635

[171]- Şerh-u Luma-i Dimaşkiyye, c.8, s.86-91

[172]- Kâfi, c.7, s.81, h: 7; Vesail, c.17, s.422, h: 32500

[173]- Men La Yehzuruhu'l-Fakih, c.4, s.89, h: 5, mursel; Vesail, c.17, s.424, h: 32505

[174]- Kâfi, c.7, s.8, h: 2;Tehzib, c.9, s.248, h: 4; Vesail, c.17, s.421, h: 32495

[175]- Kâfi, c.7, s.81, h: 6; Vesail, c.17, s.422, h: 32498

[176]- Tehzib, c.9, s.247, h: 3; Vesail, c.17, s.423, h: 32503

[177]- Vesail, eski baskı, c.3, s.380, h: 85

[178]- Kâfi, c.l,s.51

[179]- Kâfı,c.l,s.51

[180]- Vesail, c.3, s.380, h: 86

[181]- Kâfi, c.l, s.53; İrşad-i Mufid, s.257

[182]- Emali-i Şeyh Mufid, s.26

[183]- İhtiyar-u Marifeti'r-Rical-i Keşşi, s.376, Sure b. Kelib'in biyografisinde

[184]- Nasih: Eski hükmü kaldıran yeni hüküm; mensuh: Yeni hüküm tarafından kaldırılan eski hüküm

[185]- Kâfi,c.l,s.43

[186]- Rical-i Keşşî, s.279

[187]- [Bakınız İlmin Fazileti kitabı, Bid'at, Kişisel Görüş ve Kıyas Babı, (173.) hadisin dip notu.]

[188]- Ömer, daha önce Beyt'e bitişik olan makam-ı İbrahim'in yerini değiştirerek bugünkü olduğu yere bırakmalarını emretti. Tabakat-i İbn-i Sa'd, 3/284, Beyrut; Tarih-i Hulefa-i Suyutî, s. 137; Fethu'l-Barî, "Muvafikat-u Ömer" babı, 9/236. (İbn-i Esir fi Tarih-i Kamil, 18. yılın olaylarında, 2/439, Avrupa bas. 2/217, mısır) Ömer'in Makam-ı İbrahim'i cahiliye dönemindeki yerine döndürdüğü söylenmiştir

[189]- Halife Ömer Mescid-i Nebi'nin etrafındaki bazı evleri mescide katarak Peygamberin mescidim büyütmüştür. Tarih-i Hulefa, Suyutî, s.137

[190]- Ömer'in mirasta avl ve ta'sib yapılması yönündeki emri veya Resûlullah'ın el ayası ve topuğun bırakılması yönündeki açık emrine aykırı olarak hırsızın elinin, ayağının bilekten kesilmesine hükmet­mesi, bir oturumda üç talakı geçerli kılması, "evveliyat-i Ömer" diye el-Vâfi'de geçen diğer hükümleri...

[191]- Şahitsiz ve adet halinde Ömer'in bidatıyla talak verilen kadınlar gibi. (Vâfi)

[192]- Benî Teğlib zimmet ehli olmadıkları halde Ömer onlardan cizye alınmasını kaldırmıştır. Onlar cizye ödemedikleri için çocuklarının esir alınması helaldir. Nitekim bu konuda İmam Rıza (a.s)'dan şöyle rivayet edilmektedir: Beni Teğlib, cizye ödemek konusunda Allah'ın hükmünü kabul etmeyen ve onu ödemekten sakınarak Ömer'e gelip kendilerini cizye ödemekten muaf tutmasını ve onun yerine iki kat zekat almasını isteyen Arap Hıristiyanlarıydı. Halife Ömer de onların Rum'larla birleşerek başlarına bela olmalarından endişelenerek iki kat zekât ödemelerini kabul etti

[193]- Ömer'in bidatına işarettir: Ömer çiftçiler, tacirler, zanaatçılardan zekât yerine haraç alıp onu bilginlere, valilere, ordu komutanlarına ve askerlere bağışlardı. Haracı aldığı üç kesimle verdiği dört ke­simin her birinin isimlerini, onlardan alınıp da bunlara verilen paraları kaydetmek için divanlar oluştu­rup onlara sorumlular atayarak maaşlarını da haraçtan öderdi. Bu bağışlarda ayrım yaparak bazılarına diğerlerinden daha fazla verdi; oysa Resûlullah ve Ebubekir'in döneminde böyle değildi. (Vâfî)

[194]- Şia ve Sünnilerin Ömer'in bidatlerinden saydıkları şu konuya işarettir: Ömer "Bu bir dirhem ve yirmide bir yerine arazi sahiplerinden para almamız daha iyidir." diyerek arazileri ölçüp sahiplerine ha­raç tayin etmeleri için şehirlere memurlar gönderip onları bu haracı ödemeye mecbur etti. Böylece Irak ve etraflarından İran padişahları gibi her cerib (bir cerib 10,000 m2'dir) araziden bir dirhem ve bir ölçek hububat, Mısır ve etrafından İskenderiye padişahlarının yaptığı gibi bir dinar ve 64 men ağırlığındaki bir erdeb haraç aldı. Beğavî Muhyi's-Sünnet ve diğer Hulefa Mektebi uleması Resûlullah (s.a.a)'den şöyle rivayet etmişlerdir: "Ben Irak'ın dirhemiyle kafızini (yaklaşık 72 metre uzunluğunda eski bir öl­çek), Şam'ın mud (eski bir ölçek) ve dinarını, Mısır'ın Erdibini ve dinarım yasakladım" Ömer'in arazile­rinin yüz ölçümünü çıkarıp haraca bağladığı ilk yer Kufe'ydi. Bu konuyu ayrıntılı bir şekilde incelemek için Seyyid Murtaza'nın Safî gibi geniş kitapları okumak gerekir (Mir'atül-Ukul)

[195]- Resûlullah'ın kendi halası kızını Mikdad'la evlendirmesi gibi üst tabakadakilerle aşağı tabaka-dakileri evlendirmek istesem. Bu da halife Ömer'in, Kureyişli olmayanların Kureyişlilerle, acemin Arap ile evlenmesini yasaklaması yönündeki "bidat'ına işarettir. (Vâfî) (Ensabu'l-Eşraf 2/198, Beyrut. Şöyle geçer: Ömer b. Hattab, Resûlullah'ın mescidinde "İleri gelenlerin kızlarının kendileriyle aynı seviyede olmayan kişilerle evlenemezler!" diye ilan etti. Said b. Museyyeb demiştir ki: Ömer Araplar arasında dünyaya gelmeyen hiçbir aceme mirastan pay vermiyordu. Muavtta-i Malik, c.2, s.60, "feraiz" kitabı

[196]- Allah'ın hükmüyle Cebrail'in Ali'nin kapısı dışında mescide açılan tüm kapıların kapatılmasını emrettiğine ve onların Resûlullah'tan sonra aksini yaptıklarına işarettir

[197]- Bu da Ömer'in bir başka bidatine işarettir. Ömer yolculukta üç gün ve yolculuk dışında bir gün boyunca abdet alırken mestliklere meshetmenin sakıncasız olduğunu içtihad etmişti! Oysa Aişe şöyle diyor: Resûlullah (s.a.a) Ömer'e, "Kıyamet günü insanlar arasında en fazla üzüleni abdestinin başka bi­risinin derisinin üzerine abdest aldığını gören kimsedir." Buyurdu

   Emirü'l-Müninin Ali'nin (a.s), "Şarap içmeye had uygulamak" sözünden maksadı onların şarabı helâl bilmeleridir. (Men La Yehzuruhu'l-Fakih, c.l, b.10, h: 96)

[198]- "Temettü umresi ve mut'a nikahı". Ömer'in," Resûlullah döneminde iki mut'a vardı; ben onları yasaklıyorum ve kim onları yaparsa onu cezalandırırım: Kadın mut'ası ve hac mut'ası." sözüne işarettir.

[199]- Resûlullah cenazelere namaz kılarken beş tekbir getiriyordu. Fakat Ömer bu tekbirleri dörde in­dirince halk da dört tekbir getirmeye başladı. Ehl-i Sünnet ulemasından bazıları buna tasrih etmişlerdir.

   Suyutî, (Askerî'den naklen) Tarih-i Hulefa, "Evveliyat-i Ömer" babı ve İbn-i Şuhne Tarih-i İbn-i Kesir'in haşiyesinde basılmış Revzatu'l-Menazir adlı kitabında, h.23. yılında Ömer'in vefatını anlatırken.

[200]- Onlar "besmele"yi namazda yavaş söylüyor veya atıyorlardı! Belki de bunu Muaviye'den öğ­renmişlerdi, bk. Tefsir-i Zemahşeri

[201]- Galiba Hz. Ali (a.s) bu sözlerle kendisini kastediyor; Ali'nin evinin kapısını kapatarak onu mescidden çıkardılar ve diğerlerinin kapısını açarak onları mescide soktular. (Vâfî)

[202]- Onlar Kur'ân'ın aksine, talak hükümlerinden bir bölümünü kendilerine göre batıl etmişlerdir!

[203]- Şu dokuz şeyden zekat almak istesem: Altın, gümüş, buğday, arpa, hurma, üzüm, deve, koyun ve sığır. Onlar at gibi bu dokuz şey dışındaki şeylerden zekât alıyorlardı. Tarih-i Hulefa-i Suyutî, s. 137

[204]- Onlar birçok yerde bidat çıkarmışlardı: Kulaklara meshetmek, ayakları yıkamak, abdest alır­ken emame ve ayakkabıya meshetmek, kadınlara dokunmakla, erkeğin avret mahalline el sürmesiyle, ateşin dokunduğu her şeyin yenmesiyle veya bunların dışında abdesti bozmayan şeylerin yapılmasıyla abdestin bozulmasına inanmak; yine cenabet guslüyle birlikte abdest almak, iki sünnet yerinin birbirine değmesine rağmen boşalmadıkça guslü gereksiz görmek, ezandan "heyya ala hayril amel"i kaldırmak ve ezana "es-salât-u hayrun mine'n-nevm" kelimesini eklemek, namazda selamı birinci teşehhütten öne geçirmek -hâlbuki selamın farz kılınmasından amaç namazdan çıkmaktır- namazda sağ eli sol elin üze­rine bırakmak (elleri bağlamak), nafile namazının cemaatle kılınmasını caiz görmek, halkı kurban bay­ramı namazı kılmaya mecbur etmek ve... bidatları öğrenmek için bk. Seyyid Murtaza, "Safi" kitabı.

[205]- Necran birkaç yerin ismidir ki, Onlardan biri, Mekke tarafından Yemen bayındırlıklarından bir yerdir. Uhdud olayı orada gerçekleşmiştir. Necran Ka'be'si oraya nispet verilmektedir. Orada meşhur bir kilise vardı. Resûlullah'ın huzuruna varan ve o hazretin kendilerini mubaheleye (lanetleşme) davet ettiği -Hıristiyanların ileri gelenlerinden- Seyid ve Akib orada sükûnet etmekteydiler. Necran halkı Ömer'in hilafet dönemine kadar kendi bölgelerinde oturuyorlardı. Fakat Ömer onları oradan göçürdü.

Necran yine Kufe'ye iki günlük mesafe uzaklığında bir yerdir...-Mu'cem-i Buldan-i Hamevî, "Necran" sözcüğü, c.4, s.751 ve 756-757- Ömer'in onları oradan nasıl ve hangi sebeple sürdüğü konu­sunda bilgi edinmek için bk. Futuhu'1-Buldan-i Belazurî, s.77-79

[206]- Tarih-u Hulefa, Suyutî, s.136, Evveliyat-i Ömer bölümü

[207]- Ravzatu'1-Kâfı, s.58-63

[208]- İrşad-i Şeyh Müfıd (öl. 413 h.), s. 245; Fazl-i Tebersî, İ'lamu'1-Vera, s. 276

[209]- İbn Ukde, Hafız Ahmed b. Muhammed b. Said-i Hemdanî-i Kufi-i Zeydî-i Carudî hicretin 333 yılında vefat etmiştir. "Esmanu'r-Ricali'llezine Revü ani's-Sadık Erbaatu Ala'r-Resûl" kitabı onun telif eserlerindendir; müellif bu kitabında kaydettiği ravilerin her birinden bir hadis de rivayet etmiştir. İbn Ukde'nin hayatı için bk. el-Kuna ve'1-Elkab, c. 1, s.346

[210]- Hayatı için bk. Câmiu'r-Ruvat, c.l, s.423

[211]- Hayatı için bk. Mecmau'r-Rical, c.3, s.232

[212]- Zarifin hayatı için bk. Ricalu'n-Necaşî, s. 156

[213]- Biz Kuleynî'nin Zariften rivayetini beş kısma ayırdık: a) c.7, s.311'de geçen, b) c.7, s.324'de geçen, c) c.7, s.327'de geçen, d) c.7, s.330-342'de geçen, e) Fakih'in rivayeti

[214]- Mecmau'r-Rical, c.5, s.117

[215]- Usul-i Kâfi, c.7, s.324

[216]- Câmiu'r-Ruvat, c. 2, s. 465'de ise, "Ali b. Muhammed b. Allan" diye geçmiştir ki bu hata olup doğrusu Mecmau'r-Rical, c.7, s. 201'de ve Müstedreku'l-Vesail, c. 3, s. 541'de geçendir

[217]- Usul-i Kâfi, c.7, s.330-342'de

[218]- et-Tehzib, Şeyh Tusî, c.10, s.258

[219]- Meşihatu Tehzibi'l-Ahkam, s.54-55

[220]- Usul-i Kâfi, c. 7, s. 362-363

[221]- Tehzibu'l-Ahkam, c. 10, s.295-308

[222]- Meşihatu't-Tehzib, s. 75

[223]- Mecmau'r-Rical, 1/168; Meşihatu't-Tehzib, s.34'de: "...Ve yine onu bana Hüseyin b.Ubeydullah ve Hasan b. Ebu'1-Ceyyid-i Kunımî ile birlikte Ahmed b. Muhammed b. Yahya'dan bildirmişlerdir.

[224]- Meşihatu't-Tehzib, s. 29

[225]- Fakihu Men Lâ Yahzuruhu'l-Fakih, c.4, s.54

[226]- el-Fakih kitabının muhaddisler bölümü, dördüncü cildin sonunda, s.95

[227]- Fakihu Men Lâ Yahzuruhu'l-Fakih, c.4, s.54-66

[228]- Fihrist-i Şeyh Tusî, s. 112

[229]- Rical-i Necaşî, s.156

[230]- Onun hayatında kullanılan şifre "kaf harfidir. Yani o, İmam Sadık'ın (a.s) ashabındandır ve ez-Zeria kitabı, c.2, s.101'de de, Şeyh Tusî'nin Rical kitabından bu şekilde nakledilmiştir

[231]- Hayatı, Mecmau'r-Rical, c.5, s.l 17'de; Câmiu'r-Ruvat, c.2, s.50'de geçmiştir

[232]- el-Kâfı, c.7, s.327

[233]- et-Tehzib, Şeyh Tusî, c.10, s.292

[234]- el-Kâfı, c.7, s.324

[235]- et-Tehzib, Şeyh Tusî, c.10, s.267

[236]- el-Kâfı, c.7, s.330-342; bu kitapta Diyat kitabının rivayetleri dışında, o bölümdeki konuyla ilişkisi olan diğer rivayetleri getirmiştir

[237]- et-Tehzib, Şeyh Tusî, c.10, s.258; bu kaynakta Kuleynî'nin İmam Cafer Sadık'a (a.s) kadar se­nedini kaydetmiş, fakat onun İmam Rıza'ya (a.s) ulaşan senedini getirmemiştir

[238]- el-Kâfi, c.7, s.362-363

[239]- el-Kâfi, c.7, s.311

[240]- et-Tehzib, Şeyh Tusî, c.10, s.245

[241]- et-Tehzib, Şeyh Tusî, c.10, s.285; el-İstibsar, c.4, s.299

[242]- et-Tehzib, Şeyh Tusî, c.10, s.295-308

[243]- el-Kâfi, c.7, s.324

[244]- el-Kâfi,c.7, s.347

[245]- el-Kâfi, c.7, s.345

[246]- el-Kâfi, c.7,s.343

[247]- el-Kâfi, aynı bölümde, altıncı ve sekizinci hadisler, s.344 ve 345

[248]- el-Kâfi, dördüncü hadis, c.7, s.344

[249]- el-Kâfi, üçüncü hadis, c.7, s.343

[250]- el-Kâfi, yedinci hadis, c.7, s.344

[251]- Mecmau'r-Rical, c.5, s. 177; Câmiu'r-Ruvat, c.2, s.86

[252]- Rical-i Necaşî, s.292

[253]- Memcau'r-Rical, c.5, s.265

[254]- Rical-i Necaşî, s. 140

[255]- Rical-i Necaşî, s. 164; Fihrist-i Şeyh Tusî, s. 130; Câmiu'r-Ruvat, c.l, s.477 ve 474 ve Mecmua'r-Rical, c.3, s.256 ve c.2, s.l 17

[256]- Şeyh Tusî'nin kitabının senetlerini tanıtırken onun kendi ibaresini kaydettik; et-Tehzib, c.5, s. 13

[257]- Mecmau'r-Rical, c.6, s.33-38

[258]- Fihrist-i Tusî,s.67;Mecmau'r-Rical, 2/37,38;Ravzatu'l-Cennat, 2/171;Câmiu'r-Ruvat, 1/157,158

[259]- Mecmau'r-Rical, c.5, s.269-273; Câmiu'r-Ruvat, c.2, s.154

[260]- Necaşî, s.298; Fihrist-i Şeyh Tusî, s. 184; Mecmau'r-Rical, c.5, s.182-183; Câmiu'r-Ruvat, 2/90

[261]- Mecmau'r-Rical, c.l, s.93-94; Câmiu'r-Ruvat, c.l, s.40-41

[262]- Mecmau'r-Rical, c.5, s. 180; Câmiu'r-Ruvat, c.2, s.88

[263]- Mecmau'r-Rical, c.l, s.79-80; Câmiu'r-Ruvat, c.l, 38

[264]- Necaşî, s.197; Fihrist-i Şeyh Tusî, s. 115; Câmiu'r-Ruvat, c.l, s.545; Mecmau'r-Rical, c.2, s.152

[265]- Mecmau'r-Rical, c.2, s.182-183; Câmiu'r-Ruvat, c.l, s.246

[266]- Necaşî, s.26-28; Fihrist-i Şeyh Tusî, s.73; Câmiu'r-Ruvat, c.l, s.14; Mecmau'r-Rical, 2/31-137

[267]- Mecmau'r-Rical, c.4, s.164; Câmiu'r-Ruvat, c.l, s.554; Şerhu Meşihati't-Tehzib, s.34

[268]- Mecmau'r-Rical, c.3, s.250; Câmiu'r-Ruvat, c.l, s.423

[269]- Necaşî, s.64; Fihrist, s.48-49; Câmiu'r-Ruvat, c.l, s.69; Mecmau'r-Rical, c.l, s.161-165

[270]- Ecmau'r-Rical, c.4, s.186-188; Câmiu'r-Ruvat, c.l, s.574

[271]- Mecmau'r-Rical, c.3, s.105-107; Câmiu'r-Ruvat, c.l, s.355-356

[272]- Fihrist-i Şeyh Tusî, s.82; Mecmau'r-Rical, c.2, s. 186; Câmiu'r-Ruvat, c.l, s.247 ve bizim Rical-i Keşşî'den maksadımız, Tusî'nin İhtiyaru Marifeti'r-Rical'idir, Meşhed üniversitesi baskısı, 1348

 

[273]- Meşihata Tehzibi'l-Ahkam, s.83; Mecmau'r-Rical, c.6, s.7-18; Câmiu'r-Ruvat, c.2; s, 166

[274]- Rical-i Keşşî, s.349; el-Fihrist, s.211; Mecmau'r-Rical, 6/293-307; Câmiu'r-Ruvat, 2/356-358

[275]- Rical-iNecaşî, s.40; Fihrist-i ŞeyhTusî,s.72; Câmiu'r-Ruvat, 1/191; Mecmau'r-Rical, 2/100,101

[276]- Müstedrek-i Bihar, c.3, s.308

[277]- ez-Zeria, c.5, s.61; Camiu'ş-Şerayi kitabını tanıtırken

[278]- Hacı Mirza Hüseyin Nuri'nin eseridir

[279]- Şeyh Muhammed b. Hasan, Hürr-i Amili'nin eseridir (öl. 1104)

[280]- Şehid-i Evvel ve Şehid-i Sanî, icazetli münaveleyi, mutlak anlamda icazet türlerinin en yüksek mertebesi olarak saydıkları için münaveleyi üçüncü sırada, yazılı icazeti ise dördüncü sırada zikrettim. Çünkü onlar, yazılı icazeti doğruluk ve kuvvet bakımından icazetli münavele gibi saymışlardır. Bu nedenle de yazdı icazetten sonra icazeti beşinci sırada zikrettik

[281]- Biz bu bölümü Şehid-i Sam Zeynuddin Amilî'nin (öl. 975) Diraye kitabından, Necef, Nu'man baskısı s.82-108'den, "Fi Tahammuli'l-Hadis ve Turuki Naklini" başlığı altından özet olarak getirdik. Mamakanî de bu konuda görüş sahiplerinin sözünü Mikbasu'l-Hidaye kitabı, s.95-102'de kaydetmiştir

[282]- Mecmau'r-Rical c.3. s.233

[283]- Biharu'l-Envar, Meclisi, (c.107 s.223) bu icazet, Şeyh Ali b. Muhammed Beyazî'nin (öl.827 h.) Şeyh Nasır b. İbrahim Buveyhî'ye verdiği icazetinin içinde yer almıştır

[284]- Bu âlimin biyografisi, Bozorg Tahranî'nin Tabakanı A'lami'ş-Şia, sekizinci asır, s.323

[285]- Biyografisi; Bozorg Tehranî, Tabakat, s. 205, 8. asır âlimleri bölümünde yer almıştır

[286]- Câmiu'r-Ruvat, c.2, s.549-552

[287]- Biharu'l-Envar, c.110., s.38-42

[288]- Biharu'l-Envar, c.110, s.67-73

[289]- Bihar'ul-Envar, c.110, s.107-109

[290]- Hüccet kitabı, on iki imamla ilgili açıklamalar ve onlara ilişkin nasslar babı, h: 7, 9, 14, 17, 18

[291]- Mecmau'r-Rical, c.5, s.106 - 115

 

[292]- Mecmau'r-Rical, c.6, s.117 - 121

[293]- Mecmau'r-Rical, c.6, s. 117

[294]- Vesailu'ş-Şia, c.18, s.79, h: 15, hâkimin sıfatlan bablarından dokuzuncu bâb

[295]- Nehcü'l-Belâğa, Malik-i Eşter'e Yazdığı Ahitname ve Vesail, c.18, s.86, h: 38

[296]- el-Kâfi, c.2, s.222, h: 4 ve Vesailu'ş-Şia, c.18, s.80, h: 18

[297]- Vesailu'ş-Şia, c.18, s.79, h: 14

[298]- Açıklaması için bk. Usul-u Kâfi, İlmin Fazileti Kitabı, Hadis İhtilafı Babı, h: 10

[299]- Uyunu Ahbarı'r-Rıza, c.2, s.20, h: 45; Vesailu'ş-Şiâ, c.18, s.81-86, h: 21

[300]- Vesailu'ş-Şia, 10/96, son bölümün 9. Fayda'sında; Müstedrekü'l-Vesail, 3/353, 4. Fayda'sında

[301]- Vesailu'ş-Şia, 10/96-112, özellikle de s.102; İbn Tavus için bk. Musfı'l-Makal, s.71 biyografisi

[302]- el-Kuna ve'1-Elkab, Kummî, c.2, s.436'daki biyografisine müracaat ediniz

[303]- ed-Diraye, Şehid-i Sani, s. 19-24, hadis çeşitlerinin birinci bölümü

[304]- Abdullah b. Sebe, c.2, hadis kitaplarında Abdullah b. Sebe Bölümü

[305]- Vesailu'ş-Şiâ, Hatime, Dokuzuncu ve Onuncu Fayda

[306]- Yusuf Bahranî -Luluetu'l-Bahreyn, s.394- şöyle yazmaktadır: Bazı son dönem âlimlerimiz de­mişlerdir ki: "el-Kâfı'deki bütün hadisler..." Şeyh Nuri de bu konuyu Luluetu'l-Bahreyn'den Müstedrek-'in son bölümünde -Kuleynî'nin biyografisi 3/541- nakletmiş, şöyle demiştir: Anlaşılan o ki, kaviden maksat, senet zincirinde yer alan kişilerin bazısı veya tümünün İmamiye Mezhebi'nden olmayan övülen kimseler olduğu ve aralarında hadisin zayıf görülmesine sebep olan bir kimsenin yer almadığı hadistir.

   Bahranî ve Nuri'nin hadislerin toplamı ile ilgili verdiği rakam bizim metinde verdiğimiz rakam­dan farklıdır. Ravzat kitabının yazarının 6/116'da Kuleynî'nin biyografisinde verdiği toplam rakamdan 9 hadis eksiktir. Zeria, 17/245'te verilen rakamdan da farklıdır. Çünkü Zeria'da hadislerin toplamının 16000 olduğu, bunlardan muvassak olanın 178 olduğu ifade edilir. Ben, bu farklılığın istinsah sırasında veya bazılarının tekrarlanan hadisleri saymamalarından meydana geldiğini düşünüyorum.

[307]- Bu kitabın tanıtımı ez-Zeriâ kitabının "dal" harfinde yer almıştır

[308]- Bu kitabın tanıtımı ez-Zeria kitabının "nun" harfinde yer almıştır

[309]- Rical-i Mamakanî, (1.baskı) Necef, 1/281 Bu kitabın tanıtımı ez-Zeria, "mim" harfi

[310]- Sahih-i Kâfi, Muhammed Bakır Behbudî, Beyrut baskısı 1401. Müellif, İbn Gazairî Ebu'l-Hüseyin Ahmed b. Ebu'l-Hasan'a (Tusî ve Necaşî'nin çağdaşıdır) mensup olan Rical kitaplarından nakledi­len sözlere itimat etmiştir. Diraye ve rical âlimleri ise İbn Gazairî'nin böyle bir kitabı olduğunu reddet­mişlerdir. Bu yüzden de yaptığı bu çalışma ilmî havzalarda kabul görmemiştir. İbn Gazairî'nin Rical'i hakkında ez-Zeria kitabı "ra" harfi, 10/87-89 ve Tefsiru'l-Askerî kitabı "ta" harfi, 4/288-291, "et-Teşkik Fi Nisbeti'r-Rical îlâ İbn Gazairî" faslına ve "Mu'cemu Ricali'l-Hadis" kitabının altıncı önsözü, 1/152

[311]- Ahmed b. Abdullah b. Muhammed, 1. Halife Ebu Bekir'in torunlarındandır. Zehebî onun bi­yografisinde şöyle yazmıştır: "O asla gerçekleşmeyen olayları uyduran kimsedir." Bu Ahmed h. 954 yılında ölen Ebu'l-Hasan Bekrî Muhammed b. Muhammed Abdurrahman'dan ayrıdır ve biyografisi Zerkulî'nin A'lam kitabında, 7/285'de yer almıştır. Mizanu'l-İ'tidal, 440. biyografi ve Lisanu'l-Mizan, 639. biyografi ve A'lam-i Zerkulî 1/148' de Ahmed b. Abdullah'ın biyografisi

[312]- Nakş-i Eimme Der İhya-i Din, c.7, s.70

[313]- Mu'cemu  Ricali'l-Hadis, c. 1, s.36

[314]- Mu'cemu Ricali'l-Hadis, c.l, s.85-97

[315]- Tarih-i Yakubî, c.2, s.251-252

[316]- Zehebî, Tarih-i İslâm, c.3, s.l 14

[317]- Zehebî, Tarihu'l-İslâm, c.3, s.18-19

[318]- Taberî, Abdurrahman b. Cundeb'in rivayeti

[319]- Taberî, c.7, s. 14; Tarih-i İbn Esir, c.3, s.49; Tarih-i İbn Kesir, c.8, s.225

[320]- Ayrıntılı bilgi için bk. İlmin Fazileti Kitabı, Bid'at, Kişisel Görüş ve Kıyas Babı h: 17-(173) ve dip notu: "Allah'ın Kitabı Ve Sünnetin Apaçık Nassı Karşısında Halifelerin İçtihadları..."

[321]- Tefsir-i Taberî, Zemahşeri, Suyutî; Mustedreku's-Sahihayn, c.3, s. 172; Zehairu'1-Ukba-i Taberi, s.l38;Usdu'l-Gabe, c.5, s.367; Hilyetu'l-Evliya, c.3, s.201; Mecmau'z-Zevaid, c.7, s.103; 9/146

[322]- Sahih-i Müslim, Fezailu Ali babı Fezail-i Sahabe kitabı, Sünen-i Tirmizi, Müstedrekü's-Sahi-hayn, 3/150; Müsned-i Ahmed, 1/185; Sünen-i Beyhaki, 7/63; Tefsir-i Taberî, Suyutî, Esbabu'n-Nuzul-i Vahidî, s.74,75

[323]- Tefsir-i Keşşaf, Zemahşerî; Tefsir-i Kebir, Fahr-i Razî ve Nuru'1-Ebsar-i Şeblencî, s. 100

[324]- Sünen-i Beyhakî, c.2, s.379 ve Sünen-i Darekutnî, s.396

[325]- Sahih-i Buhari, Kitabu'd-Deavat Fi Babi's-Salati Ale'n-Nebiy, Kitabu Tefsir, "innellahe ve melaiketehu yusallune ale'n-nebiy" ayetinin tefsirinde, Sahih-i Müslim, Kitabu's-Salat, Babu's-Salat Ale'n-Nebiy Ba'de't-Teşehhud; Müsned-i Ahmed, c.2, s.47 ve c.5, s.353, Edebu'l-Mufrid, Buharî, s.93, Sünen-i Neseî, İbn Mace, Tirmizî ve Beyhakî, c.2, s.147 ve 279, Darekutnî, s.135, Müsned-i Şafiî s.23, Müstedrekü's-Sahihayn, c. 1, s.269 ve Tefsir-i Taberî "innellahe ve melaiketuhu" ayetinin tefsirinde

[326]- Sünen-i Tirmizî, Kitabu'l-Menakıb, İbn Mace, el-Mukaddeme, Müstedrekü's-Sahihayn, 1/149; Müsned-i Ahmed, 2/442; Usdu'1-Gabe, 3/11 ve 5/523; Mecmau'z-Zevaid, 9/169; Tarih-i Bağdat, 8/136; er-Riyazu'n-Nazire, 2/199; Zehairu'1-Ukba, s.23

[327]- Sahih-i Buharî, Kitabu Bed'i'1-Halk, Menakıbu'l-Hasan ve'1-Hüseyin babında yer aldığına göre İbn Ömer'e bir şahıs sivrisineğin kanını sordu. Abdullah İbn Ömer ona nereli olduğunu sordu: O şahıs Irak ehli olduğunu söyleyince Abdullah İbn Ömer şöyle dedi: "Ey insanlar şu şahsa bir bakınız. O bana sivrisineği öldürmeyi soruyor. Oysa onlar Resûlullah'ın evladım öldürdüler. Hâlbuki ben bizzat Pey­gamberden şöyle buyurduğunu işittim: "Hasan ve Hüseyin dünyada benim iki güzel gülümdür." Hake­za Rahmetu'l-Veled ve Tekbilihi babı, Edebu'l-Mufrid s. 14; Sünen-i Tirmizî ve Müsned-i Ahmed, 2/85, 93,114,153; Müsned-i Tayalisî, 8/160; Hesaisu'n-Neseî, s.37; Müstedreku'l-Hakim, 3/165, Riyazu'n-Na-zire, 2/332; Hilyetu'l-Evliyâ, EbuNuaym, 3/201; 5/70, Fethu'1-Barî, 8/100; Mecmau'z-Zevaid, 9/181

[328]- Tirmizî, Kitabu'l-Mekakıb; el-Hesais, Neseî, s.220; Kenzü'l-Ummal, c. 13, s.99, 2. baskı

[329]- Sünen-i İbn Mâce, Fezailu'l-Hasan ve'1-Hüseyin; Müsned-i Ahmed, 2/288,440,531; 5/369; Tari h-i Bağdad, 15/141; Kenzü'l-Hakaik, s.134, İstanbul; Müsned-i Tayalisî, 10/327-332; Mecmau'z-Zeva­id, 9/181,185; Sünen-i Beyhakî, 2/263; 4/28; Hilyetu'l-Evliya, 8/305; Mustedreku's-Sahihayn, 3/166,171

[330]- Esbabu'n-Nuzuli Vahidî, s.331; Usdu'1-Gabe, 5/535; er-Riyazu'n-Nazire, 2/227; Şeblencî'nin Nuru'l-Ebsar'ı ve Tefsir-i Suyutî, mezkûr ayetin tefsirinde

[331]- İmam Hüseyin'in (a.s) önceden şahadete erişeceği hakkındaki rivayetlere müracaat ediniz

[332]- Eğanî, 16/68; İbnKesir, 8/436; Tarih-iTaberî, 7/3,13; Tarih-i İbnEsir, 4/40,41; Ikdu'l-Ferid, 4/388

[333]- Ensabu'l-Eşraf, c.4, birinci bölüm, s.l, el-Muaferatu Ke'1-Muharaşe

[334]- «Medine halkı Abdullah b. Hanzala'nın etrafında toplanarak ölünceye kadar kendisine itaat ede­ceklerine dair ona biat ettiler. Abdullah b. Hanzala onlara şöyle dedi: "Ey insanlar! Allah'tan korkun. Biz gökyüzünden başımıza taş yağmasından korktuğumuz için Yezid'e karşı kıyam ettik. Bu adam ken­di babasından çocuğu olan cariyeleri nikâhlıyor, kendi kızları ve kız kardeşleriyle yatıyor. Şarap içiyor ve namaz kılmıyor."» (Zehebî, Tarih-i İslâm, c.2, s.356) Yezid'i yakından gören Medine halkının tem­silcileri, onun kendilerine ikram ve ihtiramda bulunmasına rağmen, böyle nitelendirmişlerdir

[335]- Maktel-i Harezmî, c.2, s.58; el-Luhuf, s.69

[336]- Hilâfeti ele geçiren kimseler, halifeyi "Halifetullah" olarak adlandırıyorlardı. Mervan b. Ebu Hafsa, Haşimoğullan'na karşı savaşında Mansur Devanikî'yi savunan Ma'n hakkında şöyle demiştir: «Haşimoğulları'na karşı Halifetu'r-Rahman'ın yanında kılıç sallayıp durdun.» (Murucu'z-Zeheb, 3/286)

[337]- Taberî, c.6, s.191

[338]- el-Futuh, İbn A'sem, c.5, s.32-33; Maktel-i Harezmî

[339]- el-Futuh, İbn A'sem, 5/34. Maktel-i Harezmî, 1/188. "Ceddim Resûlullah ve babam Ali'nin gidişatıyla" cümlesinden sonra tahrif edilerek, "Ve hidayet edici hulefa-i raşidinin gidişatıyla" cümlesi de eklenmiştir. Oysa "raşidin" kelimesi, Ümeyyeoğulları'nın hilâfetinin son dönemlerinde, ilk halifeler hakkında kullanılan bir tabirdir. Bu kelimenin o tarihten önce kullanıldığına dair bir kaynak yoktur. Ayrıca, "hulefa-i raşidin"den maksat, Resûlullah'tan sonra peş peşe hilâfet makamında oturan kimseler­dir ve onlardan biri de Ali'dir (a.s). Hâlbuki "raşidin" sözcüğünün İmam Ali'nin adına atfedilmesi doğru değildir. Bütün bunlar, bu cümlelerin İmam Hüseyin'in (a.s) buyruklarına eklendiğini göstermektedir

[340]- Kamilü'z-Ziyarat, s.75, 75. bab; Musiru'l-Ahzan, s.27; el-Luhuf kitabında, s.25 Kuleynî'den şöyle geçer: İmam Hüseyin (a.s), Mekke'den çıkarken bu mektubu yazmıştır ve mektubun başlığı da şöyledir: "Hüseyin b. Ali'den Haşimoğulları'na. Ama sonra; sizden her kim bana katılacak olsa şehit edilecektir ve benimle olmayan da zafere ulaşmayacaktır."

[341]- ahbaru't-tival -dineverî-, s.246-247; ensabu'l-eşraf-belazurî-, s.168; tarih-i ibn esir, 4/17; tarih-i taberî, 6/224-225; selman-i bahilî, rabia-i bahili'nin oğludur; osman onu azerbaycan'da eran bölgesinde savaşa göndermişti. Selman savaş ve barışla o bölgeyi ele geçirdi ve kendisi de belencer nehri kıyısında öldürüldü. Fuhutu'l-buldan, s.240-241; selman-i bahili'nin hayatı usdu'1-gabe, 2/225

[342]- el-Futuh, İbn A'sem, c.5, s.42-43; Maktel-i Harezmî, c.l, s.192-193; Musiru'l-Ahzan, s.29; el-Luhuf, s.13. Abdullah b. Ömer'in İmam Hüseyin (a.s) ile iki defa görüştüğü sanılmaktadır: Biri, İmam (a.s) Medine'den Mekke'ye giderken ve diğeri ise Mekke'den Irak'a giderken

[343]- Musiru'l-Ahzan, s.29; el-Luhufta (s.23'te) ise şöyle geçer: İmam Hüseyin (a.s) bu hutbeyi Mekke'den çıkmak istediği zaman okudu

[344]- Taberî, Yezidb. Muaviye'nin hilâfeti bölümü, c.6, s. 188

[345]- Tarih-i Taberî, c.6, s.217; Tarih-i İbn Esir, c.4, s.16; Tabakat-ı İbn Saad, h: 278; Tarih-i İbn Asakir, h: 664; Tarih-i İbn Kesir, c.8, s. 166

[346]- Tarih-i İbn Asakir, h: 642-644, İmam Hüseyin'in (a.s) hayatı babı; Tarih-i İbn Kesir, c.8, s. 165; Zehâiru'1-Ukba, s. 151; Maktel-i Harezmî, c. 1, s. 219

[347]- Tarih-i Taberî, c.6, s.197; Ensabu'l-Eşraf,-Belazurî-, s.157-158

[348]- Tarih-i Taberî, c.6, s.221; Musiru'l-Ahzan, s.16

[349]- Tarih-i Taberî, c.6, s.197; Ensabu'l-Eşraf,-Belazurî-, s.157-158

[350]- Tarih-i Taberi, c.6, s. 190; el-İrşad, Şeyh Müfıd, s. 184

[351]- Tarih-i Taberî, c.6, s. 196-197

[352]- Tarih-i İbn Asakir, h:645,646; Tehzibu Tarih-i İbn Asakir, 4/329; Ensabu'l-Eşraf, Belazurî, h:21

[353]- Tarih-i Taberî, c.6, s.218, Tarih-i İbn Esir, c.4, s.16; el-İrşad, Şeyh Müfıd, s.201; Tarih-i İbn Kesir, c.8, s.167; Ensab'ul-Eşraf, s.165-166

[354]- Müstedrekü's-Sahihayn, Tabakat-ı İbn Saad, Tarih-i İbn Asakir ve diğer kaynaklarda Abdullah b. Veheb'den şöyle rivayet edilir (metin Müstedrekü's-Sahihayn kitabındandır): «Ümmü Seleme (r.a) bana şöyle bildirdi: Bir gece Resûlullah (s.a.a) uyumak için yatağa uzandı. Fakat çok geçmeden üzüntü ve endişeyle uyandı. Tekrar uzandı ve uyudu. Yine üzgün ve endişeli uyandı. Ama bu kez, ilk defaki kadar ağır değildi. Yine uyudu ve sonra tekrar uyandığında, elinde kırmızı renkte toprak vardı ve onu öpüyordu! Ben, "Ya Resûlullah! Bu toprak da nedir?" diye sordum. "Cebrail (a.s) bana, Hüseyin'in Irak topraklarında öldürüleceğini bildirdi. Cebrail'den, Hüseyin'in öldürüleceği toprağı bana göstermesini is­tedim. İşte bu, o topraktır." diye buyurdu.» Hâkim bu rivayetin sonunda şöyle yazmaktadır:

     Bu hadis, Buharî ve Müslim'in kuralına göre sahihtir; fakat onlar bunu nakletmemişlerdir!

(Müstedrekü's-Sahihayn, Hakim, c.4, s.398; Mu'cemu'l-Kebir, Taberanî, h:55; Tarih-i İbn Asakir, h: 619-621; Tabakat-ı İbn Saad, h: 267; Tarih-i İslâm, Zehebî, c.3, s.ll; Siyeru'n-Nubelâ, c.3, s. 194-195; Maktel-i Harezmî, c.l, s.158-159 özetle; Zehâiru'1-Ukba, Muhibbuddin Taberî, s.148-149; Tarih-i İbn Kesir, c.6, s.230; Kenzü'l-Ummal, Muttaki Hindî, c.16, s.266)

[355]- Taberî Tarihi'nden, onun, o günün olaylarını kaydettiği tertibe bağlı kalmaksızın İmam Hüse­yin'in yarenlerinin şahadetlerini naklettik. Çünkü Taberî'nin, olayları olduğu gibi zikretmede gerekli dik­kat ve titizliği göstermediği, amacının sadece bu olayları zikretmek olduğu açıktır. Bizim burada izledi­ğimiz sıra da Taberî dışındaki rivayetleri bilimsel olarak incelemenin sonucu değildir; biz Taberî'de ge­çen ipuçlarını esas alarak okuduğunuz şekildeki tertibe gittik ve Taberî dışında başka bir kitaptan yarar­landığımızda da kaynağına değindik. Taberî kendi Tarihi'nde, İmam Hüseyin'in kıyamının ve şahadeti seçmesinin nedenini öğrenmek için peşinde olduğumuz gerçeklere açıklık kazandıracak konuları içe­ren onun yarenleriyle ilgili tüm olayları kaydetmediği için, şimdi kısaca onların bazılarına değiniyoruz

[356]- el-Luhuf, s.56, Şeyda basımı; Maktel-i Harezmî, c.2, s.7

[357]- Maktel-i Harezmî, c.2, s.30

[358]- Tarih-i İbn Asakir, h: 775 ve onun Tehzib'i, c.4, s.344

[359]- İbn A'sem, Harezmî, Ibn Kesir ve diğerleri Yezid'in o sırada İbn Zıb'arî'nin şu beyitleri okudu­ğunu rivayet ederler: "Keşke Bedirdeki büyüklerim tanık olsalardı / Hazrec'in, sıyrılmış kılıcın darbe­siyle nasıl çil yavrusu gibi dağıldığını. / Haykırırlardı ve sevinçten gözyaşı dökerlerdi / Sonra derlerdi ki: Yezid! Elin dert görmesin / Onların ileri gelenlerinden ulularını öldürdük / Bedrin karşılığı olarak, böylece denge sağlandı." İbn A'sem şöyle diyor: Daha sonra Yezid, İbn Zib'arî'nin şiirine kendinden şunları ekledi: "Utbe'den olmayayım, eğer intikam almazsam / Yaptıklarından dolayı Ahmed'in soyun­dan." Tezkiretu Havassi'l-Ümmet kitabında şöyle geçer: Bütün rivayetlerde meşhur olan şudur:

Hüseyin b. Ali'nin (a.s) başını getirip Yezid'in önüne bıraktıklarında, Yezid Şam eşrafını sarayına davet edip elindeki hezaran dalıyla ona vurarak Zib'arî'nin şu beyitlerini okudu:

"Keşke Bedir'deki büyüklerim tanık olsalardı / Hazrec'in, sıyrılmış kılıcın darbesiyle nasıl çil yavrusu gibi dağıldığını / Onların ileri gelenlerinden ulularını öldürdük / Bedrin karşılığı olarak, böylece denge sağlandı." Şa'bî de diyor ki, Yezid ona kendinden şu beyitleri ekledi: "Haşim oğullan mülk ile oynadılar. Yoksa / Ne bir haber gelmiş, ne de vahiy inmiştir. / Handef ten olmayayım, eğer intikam al­mazsam, / Yaptıklarından dolayı Ahmed'in soyundan." (İbn Zib'arî'nin beyitleri İbn Hişam'ın Sire'sinde 3/97; Şerh-i Nehcü'l-Belâğa İbn Ebi'l-Hadid, 2/382'de geçmiş ve Yezid'in alıntı yaptığı şiir İbn A'sem'in el-Futuh adlı eserinde (5/241) ve orada ikinci beyitten sonra, İbn Zib'arî'nin şu beyti geçmiştir: "Kılıç cübbesine inince / Felç adamla savaş kızıştı." İbn Kesir'in Tarih'inde de bu şekilde geçmiştir.

Harezmî, Maktel, 2/58'de birinci beyitten önce şöyle geçmektedir: "Ey çöl kargası şöyle de, ister­sen / Sürekli olmuş bir şeyi översin sen / Her nimet ve kırallık elbet yok olacak / Zamanın kızları sürek­li oynayacak." Ve yine aynı kaynakta ve el-Luhuf, s.69'da dördüncü beyitten sonra şöyle geçer:

"Haşimoğulları mülk ile oynadılar. Yoksa / Ne bir haber gelmiş, ne de vahiy inmiştir."

Musiru'l-Ahzan'ın elimizde olan nüshasının 80. sayfasında dördüncü beyit düşmüştür. İbn Kesir­'in Tarih'inde, s.8, s.204'de İbn Asakir'in Tarih'inden naklen, Yezid'in dayısı Reya'dan sadece birinci beyti rivayet etmekle yetinmiştir. Biz ise kitabın metninde Tezkiretu Havassi'l-Ümmet, s.l48'den nak­lettik. Ve yine Tabakat-ı Fuhuli'ş-Şuara, s.200, Sımtu'n-Nücumi'l-Avalî, c.3, s.199, Futuh-i A'sem'in haşiyesinde bu iki kaynaktan rivayet edilmiştir ve yine el-Emali, Ebu Ali Kâlî, c.l, s. 142)

[360]- Zübeyir b.Bekkar el-Muvaffakiyyat adlı eserinde Mutrif b.Muğiyre b. Şu'be'den şöyle nakleder: «Babamla birlikte Muaviye'yi görmek için Şam'a gittik. Babam Muaviye'nin yanına giderek onunla sohbet ediyordu. Dönünce de bize Muaviye'yi ve onun ne kadar akıllı olduğunu anlatır, orada gördüklerine hayret ederdi. Bir gece Muaviye'nin yanından döndüğünde, sessiz sedasız oturdu ve ye­meğe el sürmedi. Bir müddet sonra, bizim bir hareketimize kırılmış olabileceğini düşünerek ona, "Bu gece neden üzgünsün?" diye sordum. Dedi ki: "Oğlum, ben en alçak ve hak bilmez kimsenin yanından geliyorum?" Ne olduğunu sorunca şöyle cevap verdi: "Muaviye'yle başbaşa oturmuştuk, ona dedim ki: 'Ya Emirü'l-Müminin! Uzun bir ömür boyu yaşadın, yaşlandın; artık ne olursun hakkı yerine ge­tir de bu yaşta hayırlı bir iş yap, Hâşimî kardeşlerinin elinden tutarak akrabalık hakkını yerine getir. Vallahi onlarda korkmana sebep olacak bir şey kalmadı. Bu hareketinle geriye iyi bir isim bırak; ayrıca sevap da alırsın!' Fakat Muaviye dedi ki: Neler söylüyorsun sen?! Benden sonra ismin iyi anılmasını nasıl ümit edebilirim?! O Teymli adam (Ebu Bekir) hükümeti ele geçirdi, adalete uydu da yapacağını yaptı. Fakat ölünce ismi de silinip gitti, şimdi sadece 'Ebu Bekir' diye anılır oldu. Ondan sonra Adiy kabilesinden o adam (Ömer) iş başına geçti, birtakım faaliyetlerde bulundu, on yıl çaba harcadı; fakat o da ölünce onun ismi de silinip gitti ve şimdi sadece (Ömer) diye anılır oldu.

Fakat bu İbn Ebî Kebşe (Ebu Kebşe, Kureyş'in Resûlullah'la alay etmek için Hz. Peygambere tak­tığı lakaptır) ismini 'Eşhedu enne Muhammeden Resûlullah' diye günde beş vakit anmaktalar. Ey baba­sız! Böyle bir isim oldukça hangi amel ve hangi isim kalabilir?! Vallahi bu ismi defnedip tamamen or­tadan kaldırmadıkça vazgeçmem!!» (el-Muvaffakiyyat, s.576-577; Murucu'z-Zeheb, 2/454; Şerhu Neh-ci'l-Belâğa, İbn Ebi'l-Hadid, 1/463; Mısır baskısı, Muhammed Ebul Fazl İbrahim incelemesi, 5/129-130

[361]- Ebu Süfyan, Hint ve Muaviye'nin yaptığı işlerin detayı, "Nakş-i Aişe Der Tarih-i İslâm," c.3

[362]- Ehl-i Beyt ve Ehl-i Sünnet Ekolleri, 2/35-66; 1/48-56; 1/413-455,489,499; 2/393-468; 3/269-406; 2/487 ve 3. cilt; özetlenmiştir, Kevser yayınları 2005 - İstanbul

[363]- Suyuti, Ed-Dürrü'l Mensur, (Maide, 3); Hatib, Tarih-i Bağdat, 8/290

[364]- Sagaleyn hadisini nakleden Ehl-i Sünnet kaynaklarından bir kısmı: Hasaisu'n-Nesâi, s.21; Sahih-i Müslim, Kitabu Fezaili's-Sahabe, Fezail-i Ali b. Ebu Talib; Sunenu'd-Daremî, 2/431; Tirmizi, 5/ 662-663; Müstedreku's-Sahiheyn (hadisin sahih olduğunu ikrar etmiştir), 3/109-148; Musned-i Ahmed b. Hanbel, 3/14, 17, 26, 59; 4/366-371; 5/181; Müşkilu'l Asar, et-Tahavî, 4/368; Kenzu'l-Ummal, el-Mut-taki el-Hindi, 1/48,96,178,185; 3/61; 6/390; 7/225; Sunen-i Beyhaki, 7/30; el-Mevarid, Mevlut Sarı, segal ve itret kelimesi; Hilyetu'l-Evliya, Ebu Naim el-İsfehanî, 1/355; 9/64; Mecmau'z-Zevaid, el-Heyte-mî, 5/195; 9/163-164, 10/363; İslâm Tarihi, M. Asım Koksal, 17/313; Üsdü'1-Gabe, İbnu'1-Esir, 2/13, 3/147; es-Sevaiku'1-Muhrika, İbn Hacer Heytemî, s.75-89-136; Suyuti, ed-Dürrü'1-Mensur, (Şura, 23) Tefsirinde; et-Tabakatu'1-Kübra, İbn Sa'd, 2/2. kısım s.2; Tarih-i Bağdat, el-Hatib el-Bağdadî, 8/ 442; Tefsir-i Nizam, (Al-i İmran, 103) Tefsirinde; Fahr-i Razi Tefsiri, (Al-i İmran, 103); Tefsir-i İbn Kesir, (Ahzâb, 33; Şura, 23) Tefsirinde; Tefsir-i Nizam, (Al-i İmran, 103); Tefsir-i Hazin, (Al-i İmran, 103; Şura, 23) Tefsirinde; Zehairu’l-Ukla, el-Muhib et-Taberî, s. 16; Tezkirem Havassi'1-Ümme, bâb:12, s.232

[365]- el-Muvatta, c.2, s.899, h: 3, Kitabu'l-Kader, Çağrı yayınları, İstanbul-1981