VELAYET-İ  FAKİH 

İSLAM DEVLETİ

 

 

 

 

İmam Humeyni'nin -ks- Eserlerini Tanzim ve Yayınlama

Müessesesi Uluslararası İlişkiler Bürosu

 

Tarama & Tashih: Muhammed ÇİÇEK
eKitap:
www.IslamKutuphanesi.com

 

Bu kitabın kütüphanemize girmesine katkıda bulunan
Değerli Bacımız

Dilber Aksu'ya

Teşekkür Ediyoruz

 

 

 

Velâyet-i Fakih / İslam Devleti

İmam Humeyni -ks-

1. Baskı

Yayınlayan: İmam Humeyni'nin -ks- Eserlerini

Tanzim ve Yayınlama Müessesesi

Uluslararası İlişkiler Bürosu

İsteme Adresi: İran İslam Cumhuriyeti - Tahran

P.O. BOX: 19575/614.

İRAN - TAHRAN

Tel: 2283138 ve 2287774 ve 5

Fax: 2287773


 

YAYINCININ ÖNSÖZÜ

 

Bismillahirrahmanirrahim

Hamd Allah'a. Yoktur yüce ve büyük Allah'tan başka güç ve kuvvet sahibi. O'nun resulü olan son peygamber Muhammed'le pak ve mutahhar soyuna selam ve salât olsun.

Gerekli redaksiyon, açıklama, dipnot ve fihristlerle birlikte yeniden düzenlenerek hak, bilgi ve hikmet aşığı siz okurlara sunulan elinizdeki eser rahmetli İmam Humeyni'nin -ks- Necef-i Eşrefte ikamet ettiği yıllarda 13 Zilkade 1389-2 Zılhıcce 1389 hk'ye rastlayan 1.11.1348 -20.11.1348 tarihleri arasında yapmış olduğu 13 konuşmanın toplamıdır. Bu konuşmalar aynı günlerde İmam'ın -ra- taraftarlarınca kısmen veya tam metin halinde çeşitli şekillerde bildiri, broşür, kitapçık... vb. basılıp dağıtılmıştı. Ancak 1349 hş. Sonbaharında (1970) İmam'ın -ra- edit, onay ve redeksiyonundan sonra tam metin halinde baskıya hazırlanan metin ilk kez İmam'ın -ks- Beyrut'taki taraftarlarınca basılarak gizlice İran'a sokuldu. Aynı günlerde, diğer inkılâbı Müslümanların da faydalanabilmesi için birçok Avrupa ülkesiyle Amerika, Pakistan ve Afganistan'a gönderildi. Bu kitap, İslam inkılâbının zaferinden önce hş. 1356'da -1977- İmam Musevi Kâşif ul Gıta'dan Bir Mektup" adıyla ve "Cihad-ı Ekber" ekiyle birlikte İran'da yayınlandı.

Velayet-i Fakih de İmam'ın -ra- diğer eserleri gibi şah rejimi döneminde yasak kitaplar listesinin başında yer almadaydı. Bu kitabın basımı, dağıtımı ve teksirinde çalışan, hatta bu kitaptan bir tek cilt bulunduran birçok insan şahın emniyet görevlilerince yakalanıp ağır işkencelere maruz kaldıysa da Savak'ın([1]) onca işkenceleri ve rejimin akla gelmedik baskı ve propagandalarına rağmen, ana fıkhi temelleri elinizdeki eserde İmam -ra- tarafından belirlenmiş olan islam devleti" düşüncesi günden güne Müslüman İran halkının ulema, üniversiteli vb. çeşitli kesimlerince daha fazla benimsenmeye başladı ve "Velayet-i Fakih" temeline dayalı bir islam devletinin teşkili düşüncesi İmam Humeyni -ks- önderliğindeki 15 Hordad([2]) kıyamının vazgeçilmez ülküsü haline geldi.

Fakihler çeşitli münasebetlerle fıkhın muhtelif mevzularında yer yer velayet-i fakih meselesini gündeme getirmiş ve bu hususta kimi zaman çok kısa, kimi zaman da bir hayli tafsilatlı açıklamalarda bulunulmuştur. Ne var ki bu meseleyle ilgili olarak derli toplu ve muntazam bir yazı, geçmişteki fıkıh kitaplarının hiç birinde göze çarpmaz. Şüphesiz bunun da; geçmişte İslam ülkelerine hâkim olan elverişsiz siyasi ve sosyal şartlarla, zorba iktidarların sultası ve fakihlerin bu tür mevzulara gereğince girmeye hazır bulunmamaları gibi çeşitli sebepleri vardır. Hz. Mehdi'nin -sa- gaybeti döneminde velayet-i fakih'in yetkileri ve bu yetkilerin sınırları hususunda Şia uleması arasında öteden beri süregelen farklı görüşlere rağmen; gerekli şartlara haiz bir fakihin bütün Müslümanlar üzerinde bir nevi velayet yetkisi taşıması gerektiği görüşü bütün İslam fakihlerince müttefıken kabul edilmiştir. Nitekim velayet olayı ve hz. Mehdi aleyhisselamın gaybeti sırasında velıyy-ı fakihin yetki sınırları konusunda yakın tarih âlimlerinin görüşlerini yansıtan birçok kitap da neşredilmiş bulunmaktadır.

Bu cümleden olmak üzere Kacarlar([3]) döneminin tanınmış ulemasından merhum Ayetullah Molla Ahmed Neraki'nin 'Evâid-ul Eyyam" adlı eserinden söz edilebilir ki bu eserde benzerlerine oranla mezbur mevzuya daha ayrıntılı bir şekilde girilmiştir. Merhum Neraki bu eserinde çeşitli rivayetlerden de faydalanarak "gaybet dönemi'nde fakihin iki mevzuda velayet hakkı bulunduğunu ispatlamaktadır:

1- Şer'an istisna olabilecek bazı noktalar dışında; peygamber -sav-ve Ehl-i Beyt İmamlarının -s- yetki ve velayet taşıdıkları bütün hususlarda.

2- İnsanların din ve dünyasıyla ilgili bütün hususlarda.

Mezbur âlim, bu iki noktayı vurguladıktan sonra fakihlerin velayet hakkıyla ilgili on noktayı örneklemekte ve bu cümleden olmak üzere fetva verme, ilahi hududu -hadleri- icra; yetimler, mecnunlar ve kayıpların mallarını koruma, masum imamların -s- malında tasarruf... vb.'yı saymakta ve ilgili ayetler, rivayetler ve fıkhi istidlallere bilhassa önem vererek meseleyi etraflıca incelemektedir.([4])

Merhum Neraki'nin -ra- bu noktalan incelendiğinde onun velayet-i fakih aslının devleti de kapsamına aldığı görülür; ne var ki o meseleyi sırf bu açıdan ele alıp devletle sınırlı tutmuş ve devlet meselesini bilhassa vurgulamış değildir.

Merhum Neraki'den -ra- sonra velayet-i fakih mevzusunu çeşitli yönleriyle ele alıp inceleyen ve bilhassa mevzunun devletle ilgili bahsine girerek bu bahsi bütün teferruatlarıyla ele alıp derli toplu bir şekilde 'İslam’da velayet ve devlet" konusuna bir açıklık getiren ilk İslam âlimi rahmetli İmam Humeyni olmuştur. Nitekim daha önce de belirttiğimiz üzere Necef’teki derslerinin 13 celesesini sırf bu mevzuya ayırmış ve böylece elinizdeki kitap ortaya çıkmıştır. Hatta 5 ciltlik "Kitab'ul Beyy'în 2. cildinde velayet-i fakih mevzuunu yine aynı üslupla yazmış olduğu bilinmektedir.([5])

"Velayet-i Fakih" kitabında İmam Humeyni -ra- 'Velayet" aslına itinayla değinmekte ve fakihlerin bütün vazifelerinin başında gelen bu aslı -özellikle devlet, siyaset ve yönetimle ilgili boyutunu- fevkalade bir basiret ve dikkatle ele almaktadır. Ayrıca, İslam’ın bu en önemli mevzuuna gereken itinanın gösterilmesini engelleyen siyasi ve sosyal nedenleri de mükemmel bir şekilde incelemekte ve velayet-ı fakih ve devlet idaresi mevzuunun pratik çözüm yollarını da mükemmel fıkhı istidlallerle ortaya koyarak bu sahadaki bütün belirsizliklere netlik kazandırmaktadır

Rahmetli İmam -ks- elinizdeki eserinde önce, İslam düşmanlarının bu dini ortadan kaldırmak için kurdukları tehlikeli komplo ve oynadıkları oyunları açıklayarak "teknoloji çağı olan 20. yy'da İslam’ın toplumları yönetme kapasitesine sahip olmadığı", 'İslam’ın çağdaş sosyal ve hukuki sorunlara cevap veremeyecek kadar eski olduğu" ve esasen dindarlığın "gericilik sayılması gerektiği" gibi İslam düşmanlarınca zihinlere telkin edilmeye çalışılan propagandaların asıl gayelerini gözler önüne serip bütün bu ithamlara mükemmel cevaplar vermekte ve düşmanın en tehlikeli plânı olan "dinle siyaseti ayırma -laiklik-" telkinlerinin din okulları ve medreselerde bile gerekli zemini hazırlama hususunda etkili olmaya başladığına dikkatleri çekerek 'İslam’da devlet yapısı'ndan sözetmek isteyen bir din adamının takiyye etmeye gerek duyar hale getirildiğini vurgulamaktadır. Ardından, sömürü odaklarının propagandalarıyla vuku bulan 'batı medeniyeti karşısında Müslüman milletlerin kimlik ve kişilik zaafı hissetmeleri" gibi dahili zaaflara değinerek medreseler, ulema ve Müslüman düşünürlerin sosyal ve siyasi görevlerini idrak ve bu vazifeyi ciddiyetle icraya davet edip İslam düşmanlarının bu maksatlı telkin ve şartlandırmalarına kapılmamalarını öğütlemekte ve şöyle demektedir: "...Zira İslam maddi kalkınmaya karşı değildir. Sosyal meseleler ancak ahlaki ve itikadi çözüm yollarıyla hallolunabilir. İslam uleması kolları sıvayıp ciddiyetle uğraşacak olursa, bu yüce dinin insanoğlunun bütün ihtiyaçlarına cevap verebilecek güç ve yeterlilikte olduğu görülecektir."

Hz. Resulullah'ın -saa- halife tayin etmiş olduğunu hatırlatan İmam -ra- bunun sadece İslam ahkâmını beyan için olmadığını vurgular. Zira ahkâmın beyanı için ille de halife tayininin gerekli olmayacağı ortadadır. Halife, devlet ve yönetim içindir, ahkâm ve kuralların icrasıyla uğraşır o. Müslüman; bir İslam devleti kurulması gerektiği aslına inanacak olursa halifenin durumu ve konumu da kendiliğinden ortaya çıkacaktır o zaman.

İmam -ks- bu kitapta İslam devletinin kurulmasının gerekli ve şart olduğuna dair önemli deliller öne sürmektedir ki bunlar şöyle özetlenebilir:

1-  Sevgili İslam peygamberinin -saa- devlet kurmuş olması.

2-         İslam hükümlerinin -ahkâm- her zaman uygulanma zarureti. İslam hükümleri sadece peygamberin -saa- döneminde uygulanmak üzere inmiş değildir.

3-         İslam ahkâm ve emirlerinin nicelik ve niteliği, ancak bir devlet eliyle uygulanabilecek tarzda olduklarını göstermektedir. Mali ve ekonomik hükümler, milli müdafaa, hukuki ve cezai hükümler...vb. gibi.

İmam Humeyni, İslam devleti kurulmasının kaçınılmaz bir gereklilik olduğunu vurguladıktan sonra bu devlet düzeninin daha sonra maalesef bozulduğunu; Emevilerle başlayan idâri sapmaların Abbasilerle sürdüğünü ve daha sonra da bunlardan farklı bir uygulama görülmediğini belirtmekte ve bunların devlet düzeninin İran'ın şahlık düzeni veya Roma imparatorluğunu ya da Mısır Firavunlarının hükümet sisteminden farklı olamadığını hatırlatmaktadır. Daha sonraki dönemlerde de hep bu gayrı İslami devlet modelleri süregitmiştir. İmam şöyle der: Akıl ve şeriat hükümleri, bu durumun değişmesi gerektiğine hükmetmektedir. O halde siyasi bir inkılâp vuku bulmalıdır, bu zaruridir. Dahası, tağutı düzenlere karşı durulması, bu tür yönetimlerin engellenmesi ve İslam devleti teşekkülü için ortamın uygun hale getirilmesi ve nihayet İslam ahkâmının uygulanması gerekliliğinin yanı sıra türlü dâhili ve harici faktörlerle tefrika ve parçalanmaya uğramış bulunan İslam ümmetinin vahdeti ve başta ulema gelmek üzere bütün Müslümanların vazifesi olan mazlumların ve mahrumların kurtarılması... gibi yüce gayeler için siyası bir inkılabın vukuu kaçınılmazdır. Daha sonra imam Humeyni -ks- İslam devletinin nasıl olması gerektiğine -devlet felsefesi- dair Fazl bin Şâzan'dan([6]) ulaşan rivayeti incelemekte ve bu yolla ahbar ve rivayetlerde geçen 'İslam devletinin kurulmasının zaruretini ele almaktadır. Elinizdeki kitabın önemli bir bölümü İslam devletiyle diğer devlet ve yönetim modelleri arasındaki farkı işlemekte ve İslam devletinin şartlı ve meşrut bir devlet olduğunu, yani 'İslam kanunlarına bağlı ve bu kanunları uygulamak için var olan 'bir yönetim mekanizması olduğunu vurgulamak istemektedir. Bu nedenle İmam Humeyni'ye -ra- göre yasama organı ve meclis gibi kanun koyucu kurumların görevi, kuruluş ve bakanlıkların işleyişlerinin İslam’ı olmasını sağlayıcı kanun ve kurallar tespit etmektir, bilinen anlamda genel kanun değil. Zira bu anlamda tek kanun koyucu Allah'tır ki O'nun hüküm ve kanunları da Kur'an'da apaçık ve net olarak mevcuttur.

Rahmetli İmam -ra- Velayet-ı Fakih bahsinin devamında, İslam devletinin öz yapısından kaynaklanan 'yöneticiliğin şartlan ve yöneticinin taşıması gereken özelliklere değinerek şöyle demektedir: "Akıllı ve tedbirli olma gibi birincil şartlara ilaveten, İslami yönetici ve devlet başkanının taşıması gereken iki esas özellik kanun ve adaleti bilmesidir."

Elinizdeki kitabın işlediği diğer bir mevzu da, gaybet döneminde velayet-i fakih konusudur. İmam Humeyni -ks- yukarıdaki mevzuları teker teker ele aldıktan sonra şöyle der: 'Gaybet döneminde bulunduğumuz şu sırada da Allah'ın kanunlarının uygulanması gerektiğine ve fakat bu konuda Allah tarafından tayın edilmiş hiç kimse de -peygamber ve masum imam gibi- bulunmadığına göre ne yapmak gerekir?" İmam -ks- bu soru etrafında bahsi iyice netleştirdikten sonra şöyle der: "Sadr-ı İslam’dan hz. Sahıbuzzaman'a kadar geçerli olan İslam ahkâm ve kuralları, gaybet döneminde de geçerli olduğuna göre; İslam devleti esası da gaybet döneminde geçerlidir. Kanun ve adaleti bilme esasına dayalı olan bu özelliği, yaşadığımız çağda da birçok İslam alimi taşıdığına göre bu alimler yekdiğeriyle icma ve ittifak edecek olurlarsa bütün dünyayı kapsayan bir adalet devleti kurabilirler." İmam -ra- daha sonra velayet-i fakih olayının akıl ve mantıkla bağdaşır itibari bir asıl olduğunu vurgulamakta ve insan topluluklarını yönetme yolunda peygamberlerle masum imamların taşıdığı bütün yetki ve salahiyetleri "gereken özellik ve şartlara haiz bulunan fakının de taşıdığını hatırlatarak bunun "aslı kopyadan" ibaret olduğunu ve böyle bir devlet başkanlığının da fakih için gerçekte hiçbir mevki ve makam değeri taşıyamayacağını, ancak ilahı hüküm ve kuralları uygulama yolunda bir vesile ve araç sayılması gerektiğini belirtmektedir.

İmam -ra- bu noktalan açıklığa kavuşturduktan sonra İslam devleti ve böyle bir devlete başkanlık edecek olan yöneticinin yüce hedefleri ve taşıması gereken özellikleri ele alarak ilgili ahbar ve rivayetlerde yöneticilik vazifesinin fakihin uhdesinde olması gerektiğinin vurgulandığım hatırlatmaktadır ki elinizdeki kitabın önemli bir kısmı bu bahse ayrılmıştır.   Kitabın son bölümüyse bu ilahi gayeye ulaşma yolunda uzun vadeli bir mücadele planlaması yapılmasının gerekliliğini kapsıyor. İmam Humeyni -ks- kitabın bu bölümünde eğitim ve propagandayla, bunların önem ve zaruretine değinmekte ve şöyle demektedir: 'İnsan toplulukları bu ikisinin hizmetinde olmalıdır.

Bu hususta tıpkı Aşura meselesindeki([7]) gibi davranılmalıdır. İslam devletinin kurulması için insanların dalga dalga bu hedefe doğru akın etmesi ve kitlelerin bu yolda harekete geçmeleri sağlanmalıdır. Bunun hemen gerçekleşmesi beklenemez; uzun vadeli bir mücadele düşünmek ve uzun vadeli bir mücadeleye soyunmak gerekir.

Eğitim ve tebligatı genişletme ve bu dallara önem verme, dinî ilmiye medreselerinin ıslahı, sömürü zihniyetinin yarattığı ahlaki ve fikri etkileri ortadan kaldırma, dindarlık kisvesine bürünen mukaddes meapların ıslahı, din adamlarının yetiştirildiği merkezlerin tasfiyesi ve rejime bağlı saray mollalarının ulema kesiminden dışlanıp uzaklaştırılması, zalim ve zorba iktidarların yıkılması için fiilen ve pratik girişimlerde bulunulması... vb. noktalar, kitabın son kısımlarında ele alınan bahisleri teşkil etmede.

Bu arada okuyucunun dikkatini bilhassa şu noktaya çekmek isteriz: İmam Humeyni -ks- Allah Teala'nın lütuf ve inayeti ve Müslüman İran halkının bilinçli vahdet ve uyanışıyla gerçekleştirip 22 Behmen 1357 (11 Şubat 1979)da başarıyla sonuçlandırdığı şanlı ilâhi kıyamının ardından zalim şahlık düzenini yıkarak İran İslam Cumhuriyeti'ni kurduktan sonra İran milletinin ezici çoğunluğu ve İslami devlet sisteminin anayasası gereğince İslam inkılabı lideri olarak İslam toplumunun velayet ve yönetimini -hidayet- üstlenmiş oldu. Bu nedenledir ki İmam'ın -ra- velayet-i fakih konusundaki görüş ve düşüncelerini -ki bununla ilgili temel prensipler elinizdeki kitapta bulunmaktadır- tam ve dakik olarak anlayabilmenin en sağlıklı yollarından biri de, onun İslami İran'ın liderliğini fiilen üstlendikten sonraki fiili icraatları, beyanatları ve velayet-ı fakih mevzuu ve veliyy-i fakihin yetki sınırlarına dair görüş, beyan, konuşma, yazı ve mesajlarını dikkate almaktır.([8])

'Ya Rabbi! İslam ülkelerini zalimlerden kurtar! İslam’a ve İslam beldelerine ihanette bulunanların kökünü kurut! Milletlerin hayrına olacak şekilde çalışmaları ve kişisel çıkarlar peşinde koşup kişisel ihtilaflarda bulunmamaları için İslam ülkelerinin başındakileri bu ağır ve tehlikeli uykudan uyandır! İslam’ın mukaddes gayeleri için ayaklanıp sömürü ve sömürünün habis uşaklarının pençesinden kurtulma ve İslam ülkelerini müdafaa yolunda tek saf halinde el ve gönül birliğine geçmeleri için genç nesil, din öğrencileri ve üniversite öğrencilerine yardımcı ol! Toplumu hidayet ve düşünceleri aydınlatma yolunda çaba göstermeleri, İslam’ın mukaddes gayelerini Müslümanlara, bilhassa gençlere ulaştırmaları ve İslam devletinin kurulması yolunda mücahedede bulunmaları için fakihler, ulema ve bilgeleri başarılı kıl!

Tevfik Allah'tandır. Yüce ve üstündür, O'ndan başka güç ve kuvvet yoktur !([9])

İmam Humeyni 'nin -ks- Eserlerini Tanzim Ve Yayınlama Müessesesi


GİRİŞ

 

Bismillahirrahmanirrahim

Hamd  alemlerin   Rabbi   Allah'a.    Yaratılmışların   en   hayırlısı Muhammed ve onun mutahhar soyuna Allah 'ın selam ve salâtıyla....

"Velayet-i fakih" mevzuu, bazı işler ve o işlerle ilgili bazı konularda sohbet edilme fırsatı vermektedir. Velayet-i fakih mevzuu, tasavvurunun kendiliğinden tasdiki getirdiği ve fazlaca delil ve ispata gerek bile bırakmadığı konulardandır. Şöyle ki, İslam akaid ve ahkâmını özetle de olsa kavramış bir kimse velayet-i fakih meselesine geldiğinde bu mevzuyu tasavvur edip de düşünür düşünmez hemen onaylayacak ve bunu apaçık ve zaruri bir mevzu olarak bilecektir. Bugün velayet-i fakih mevzuuna fazlaca önem verilmiyor ve bunun için ispat ve delile gerek duyuluyorsa, nedeni; genelde Müslümanların sosyal durumu ve özelde medreselerin halidir.  Biz Müslümanların sosyal durum ve dini ilmiye medreselerinin -bu- halinin tarihi kökleri var ki şimdi buna değinmek istiyorum:

İslam hareketi başlangıçta Yahudilerin gadrine uğradı; İslam karşıtı propagandalar ve fikri hile ve komploları ilk başlatan onlardır. Gördüğünüz gibi bu komploların uzantıları günümüze kadar ulaşmış bulunmaktadır. Onlardan sonra sıra bazı taifelere geldi ki bir anlamda, Yahudilerden daha şeytan ve komplocuydular. Bunlar sömürücüler olarak üçyüz yıl veya daha öncesinden itibaren İslam ülkelerine sızmayı başardılar([10]) ve sömürücü emellerine ulaşabilmek için, İslam’ı yok edebilecek bir ortam hazırlamayı gerekli gördüler. Halkı İslam’dan uzaklaştırmak istemelerinin nedeni, böylece Hıristiyanlığı yaymak da değildi, çünkü bunlar ne Hıristiyanlığa inanıyorlardı ne de İslam’a. Ancak, bu süre zarfında -yani- haçlı savaşları boyunca([11]) onların maddi çıkarları karşısına set çekip maddi çıkarlarıyla politik güçlerini tehlikeye düşüren şeyin İslam ve İslam hükümleriyle insanların -bu din ve hükümlerine- beslediği iman ve inanç olduğunu sezdiler. Bu nedenledir ki türlü vesilelerle İslam aleyhine propaganda ve komplolara giriştiler. Din adamlarının yetiştiği yerlerde eğittikleri misyonerler, üniversiteler, devlete bağlı propaganda kurumları, yayın müesseseleri ve sömürücü devletlerin hizmetinde bulunan müsteşrikler... vb. faktörlerin tamamı el ele vererek İslam’ın gerçeklerini saptırma yolunda çalıştılar. Öyle ki, insanların çoğu, hatta tahsilli kimseler bile İslam konusunda yanılgıya kapıldı, hataya düştü.

İslam hak ve adalet peşinde olan mücahit insanların dinidir. Hürriyet ve bağımsızlık isteyenlerin dinidir. Mücadeleci insanların ve sömürüye karşı olanların okuludur. Ama bunlar İslam’ı başka türlü gösterdiler ve göstermektedirler. Avamın zihninde İslam’a dair oluşturdukları yanlış tasavvur ve dinî ilmiye medreselerinde İslam’ı eksik olarak -öğrencilere-öğretmelerinin sebebi İslam’ı inkılâbı ve hayatî özelliğinden soyutlamak ve Müslümanları hareket, çaba ve kıyamdan alıkoymak, İslam ahkâmını öğrenmelerini önlemek, saadetlerini temin edecek bir devlet kurmalarına ve bir hayat sürdürmelerine mani olmak içindir.

Mesela İslam’ın eksiksiz bir din olmadığını, hayat dini olmadığını, toplumu idare edebilecek kanun ve kuralları bulunmadığını, devlet biçimi ve devletle ilgili gerekli kanun ve düzenlemelere sahip olmadığını, İslam’ın sadece hayz ve nifasla ilgili ahkâmdan ibaret olduğunu propaganda edip durdular. İslam’ın ahlakla ilgili bazı kuralları vardır, ama yaşamla ilgili ve toplumun idare ve yönetimine dair hiç bir şeyi yoktur, dediler. Onların bu kötü propagandaları maalesef etkili olmuş durumdadır. Halkın avam kesimi şöyle dursun, bugün üniversiteli ve çoğu medreseli tahsilli kesim bile İslam’ı doğru anlamış değildir, İslam hakkında yanlış kanaatler taşımaktadırlar. Bir yabancı -garip- halk arasında nasıl tanınmıyorsa, İslam da öylece tanınmamaktadır. Dolayısıyla da İslam bütün dünyada "garip" olarak ve gurbette" yaşamaktadır. Öyle ki, birisi kalkıp da İslam’ı gerçek haliyle tanımak istese insanlar ona kolay kolay inanmayacak; hatta sömürünün, din öğrencilerinin yetiştirildiği medreselerdeki uşakları yaygaralar koparıp ortalığı velveleye vereceklerdir.

İslam adına tanıtılan şeyle İslam arasında ne denli fark olduğunun biraz da olsa anlaşılabilmesi için Kur'an ve hadis kitaplarıyla bugünkü ilmihal kitapları arasındaki farka çekerim dikkatinizi... İslam’ın emir ve hükümlerinin ana kaynağı olan Kur'an ve hadis kitaplarıyla; çağın müçtehid ve taklid mercilerince yazılmış bulunan ilmihal kitapları arasında derli topluluk, yeterlilik ve sosyal hayat üzerinde etki bırakabilmesi açısından büsbütün fark vardır. Kur'an-ı Kerim'de sosyal konulu ayetlerin, ibadetle ilgili ayetlere oranı yüzün bire oranından daha fazladır! Bütün İslam hükümlerini içeren yaklaşık 50 ciltlik tam muhtevalı bir hadis külliyat mecmuasının([12]) olsa olsa 3-4 cildi ibadet ve kulun Rabbiyle ilişkisi; bir kısmı da ahlâkiyatla ilgilidir; geriye kalanı tamamen sosyal, ekonomik, hukuk, siyaset ve kamu yönetimiyle ilgili mevzuatı içerir.

İslam’ın geleceği için inşaallah faydalı olacağınızı umduğum siz genç nesil, bendenizin kısaca arz ettiğim şu meseleleri müteakiben İslam’ın ahkâm ve kanunlarını tanıtma yolunda bütün hayatınız boyunca ciddiyet göstermelisiniz. Yazıyla veya konuşma yoluyla; nasıl daha faydalı görürseniz o yolla halkı bilinçlendirin; İslam’ın daha ilk baştan beri ne tür meselelerle karşı karşıya geldiğini ve günümüzde ne gibi düşmanlar ve felaketlerle karşı karşıya bulunduğunu anlatın. İslam’ın hakikat ve mahiyetinin gizli kalmasına ve -gerçek Hıristiyanlık değil-bugün bilinen anlamdaki Hıristiyanlık gibi tanrıyla kul arasındaki birkaç ilişkiden ibaret zannedilip "cami"nin 'kilise"den farksız sanılmasına izin vermeyin.

Batıda henüz hiçbir şey yokken ve batılılar vahşi bir hayat sürdürmekteyken; Amerika yarı vahşi Kızılderililerin ülkesiyken ve İran'la Roma gibi iki büyük ülke istibdad, soylular, ayrıcalık ve güçlülerin egemenliğine mahkûm olup buralarda halka ve kanuna dayalı bir iktidardan iz bile yokken([13]) Allah Tebarek ve Teâlâ -cc- hz. Resul-ü Ekrem efendimize -saa- öyle kanunlar gönderdi ki azametiyle insanı hayretler içinde bırakmakta... Bütün işler için kanun ve kural getirmiştir hz. Resul-ü Ekrem -saa- Ana rahmine düşmeden öncesinden, mezara gittikten sonrasına varıncaya kadar insan -hayatının her boyutu- için kanun koymuştur İslam. İbadetle ilgili görevler için nasıl kanun-kural koymuşsa sosyal hayat ve yönetim için de kanunlar getirmiş, yol-yordam belirlemiştir. İslam hukuku ileri, mükemmel ve eksiksiz bir hukuktur. 'Yargı", 'muamelât", 'hudud" ([14]) ve 'kısas"tan([15]) uluslararası ilişkiler, savaş ve barış kuralları, genel ve özel uluslararası haklara varıncaya kadar çeşitli hukuk dallarında öteden beri yazıla gelmiş olan o hacimli kitaplar İslam hüküm ve kanunlarının sadece küçük bir kısmıdır. İslam’ın belli kanunlarla bir çözüm ve düzenleme getirmediği hiçbir hayati mevzu yoktur.

Ecnebilerin elleri, Müslümanları ve genç neslimiz olan Müslüman aydınlarımızı İslam’dan saptırabilmek için 'İslam’ın hiçbir şeyi yoktur, hayz ve nifasla ilgili bir kısım hükümlerden ibarettir, mollalar sırf kadınların hayız ve nifasıyla ilgili hükümleri okuyup öğrenmelidirler" şeklinde vesvese ve telkinlerde bulundular!       

Doğrusu da budur aslında! İslam’ın kanunlarını, hükümlerini, teori ve dünya görüşünü tanıtma gibi bir dert taşımayan ve zamanlarını gerçekten, genellikle onların söylediği o konulara harcayıp İslam’ın diğer -fusul- kitaplarını unutan mollalar elbette ki böyle saldırılara hedef olacak ve haklı olarak eleştirilecektir! Onlar da suçludur çünkü! Sadece ecnebiler suçlu değil ki! Ecnebiler öteden beri taşıdıkları siyasi ve iktisadi emelleri doğrultusunda, birkaç yüzyıl öncesinden başlayarak ortamı hazırladılar -fakat- din adamlarının yetiştiği medreselerin ihmali sonucu başarılı olabildiler. Biz din adamları arasında bilmeyerek onların maksatlarına yardımcı olanlar oldu ve böylece vaziyetimiz bu hale geldi.

Bazen 'İslam hükümleri eksik ve yetersizdir" diye vesveselerde bulunup zihinleri şartlandırıyorlar. Mesela 'İslam’ın yargı kanunları ve muhakeme usûlü, olması gerektiği gibi değildir" diyorlar. İşte bu gibi propaganda ve şartlandırmaların ardından İngiliz uşakları, patronlarının diktesiyle meşrutiyetin aslını oyuncak haline getirir ve mevcut belgelerin de gösterdiği üzere halkı kandırıp işledikleri bu siyasi cinayetin mahiyetini anlamasını önlerler. Meşrutiyetin ilk başlarında kanun yazıp anayasayı belirlemek istediklerinde Belçika sefaretinden Belçika kanunları külliyatını ödünç almışlardı; burada ismini vermek istemediğim birkaç kişi o külliyata bakarak anayasayı yazıp hazırladılar! Eksik-noksan kalan taraflarını da tabiri caizse Fransa ve İngiltere kanunlarından yaptıkları iktibaslarla yamayıverdiler.([16]) Halkı kandırmak için bazı İslam hükümlerini eklemeyi de ihmal etmediler tabi! Böylece kanunun temelini onlardan alıp bizim milletimize yutturdular. Anayasanın bu maddeleriyle saltanat, veliahdlik ve bu gibi şeylerle ilgili tamamlayıcı maddelerin neresi İslami’dir?! Bunların tamamı İslam’a aykırıdır, İslam hükümleri ve İslami yönetim tarzıyla çelişiktir bunlar. Saltanat ve veliahdlik düzeni İslam’ın butlan çizgisi çekip sadr-ı İslam döneminde İran, Doğu Roma, Mısır ve Yemen'de yerle bir ettiği bir düzendir. Hz. Resul-ü Ekrem -sav- Doğu Roma imparatoru Heraklius'la([17]) İran şahinşahına yazdığı([18]) mübarek mektuplarında onları imparatorluk ve şahinşahlık rejimlerinden vazgeçmeye ve Allah'ın kullarını kendilerine tapınmaya zorlamamaya ve insanların gerçek saltanat ve hüküm sahibi bir ve eşi-ortağı bulunmayan Allah Teâlâ’ya ibadet etmesine izin vermeye davet ediyordu.([19])  Saltanat ve veliahdlik rejimi, kurulmasını engelleyebilmek için hz. Seyyiduşşuheda -İmam Hüseyin as-ın kıyam edip neticede şehid düştüğü o uğursuz ve batıl yönetim tarzından başka bir şey değildir. O, Yezid'in veliahdliğine([20]) eğilmemek ve onun saltanatını resmen tanımamak için kıyam etti ve bütün Müslümanları da kıyama çağırdı. Bunlar -babadan oğula şahlık düzeni- İslam’dan değildir; ıslamda saltanat ve veliahdlik -düzeni-kesinlikle yoktur. Eğer eksik derken kastettikleri buysa, evet, İslam eksiktir! Nitekim faizcilik, faizli bankacılık, alkollü içki satışı ve fuhuş için de İslam’ın 'kanun" ve 'tüzükleri yoktur; çünkü bunları temelinden haram edip yasaklamıştır zaten! İslam ülkelerinde bu gibi şeyleri yaymaya çalışan ve sömürü tarafından başa geçirilen bu kukla iktidarlar elbette ki bu mevzularda İslam’ı eksik görmekte ve bu -kirli-işleri yapabilmek için gerekli kanun ve kaideleri İngiltere, Fransa, Belçika ve son zamanlarda da Amerika'dan ithal etmek zorunda kalmaktadırlar! Bu tür iğrençliklere çeki-düzen verecek kanunlar getirmemiş olması İslam için iftihar vesilesidir, yüz akıdır!

Meşrutiyetin daha ilk başlarında sömürücü İngiliz devletinin kurduğu komplonun iki hedefi vardı: Bunlardan biri, Rus çarlığının İran'daki etkinliğini yok etmeye yönelikti ki hemen ifşa olundu. Diğeri de işte bu batı kanunlarını getirmek suretiyle İslam ahkâmını icraat ve uygulama sahnesinden dışlayıp uzaklaştırmaktı.          

Müslüman olan toplumumuza ecnebi kanunlarının zorla dayatılması birçok sorun ve müşkülat doğurmuştur. Bugün adliyelerdeki pek çok bilirkişiler, adliye kanunları ve bunların işleyiş tarzından bir hayli şikâyetçidir. Bugün birisi İran'da veya benzeri ülkelerden birinde bu adliye sistemine takılacak olursa, herhangi bir mevzuyu ispatlayabilmek için bir ömür boyu zahmet çekmesi gerekir. Gençlik döneminde gördüğüm becerikli bir avukat şöyle demişti: 'İki grup arasındaki bir davayı halledebilmek için adliye mekanizmasıyla kanunlar arasında bir ömür boyu dolaşıp durmam gerekecek ve benden sonra da oğlum bu işi sürdürecek!" Şimdi durum tam böyle olmuş! Nüfuz ve baskı olunca değişiyor tabi, o tür dosyalar hemen, ama haksızca kısa sürede sonuçlandırılıveriyor. Bugünkü adliye kanunlarının zahmet verme, işinden gücünden olma ve gayri meşru kullanılma dışında halka sağladığı hiçbir sonuç yoktur. Pek az kişi hakkını alabilmektedir. Kaldı ki mahkeme davalarında bütün boyutlar dikkate alınmalı, sırf herkesin kendi hakkını elde etmesiyle yetinilmemelidir; insanların vakti, dava taraflarının yaşam düzeyiyle işi-gücü ve mesleği gibi şeyler de nazar-ı dikkate alınmalı ve dava mümkün mertebe sade ve çabuk bir şekilde sonuçlandırılmalıdır. O zamanlar şer'î hâkimin -kadı- iki-üç günde hallettiği davalar bugün 20 yılda bile sonuçlandırılamıyor! Bütün bu süre zarfında gençler, yaşlılar ve -nice- zavallı yoksullar her gün sabahtan akşama kadar adliyeye gidip gelmekte, adliye koridorlarıyla masa başları arasında mekik dokumaktan perişan olmakta, üstelik doğru dürüst bir netice de alamamaktadırlar. Kim daha açıkgöz olur ve rüşvet vermede daha atik ve cömert davranabilirse işini, haksız da olsa daha çabuk halledebilmektedir; yoksa hayatının sonuna kadar netice alamayacak, ne yapacağını bilemez halde kalıverecektir.

Bazen kitaplarında, gazete ve dergilerinde 'İslam’ın ceza hükümleri katı ve acımasızdır" diye yazmaktalar. Hatta birisi tam bir yüzsüzlük ve utanmazlıkla "Araplardan kalma sert ve katı hükümler" şeklinde yazmış ve 'Bu tür katı kurallar, Arapların katı ve acımasız oluşundan doğmuştur" demiştir! Bunların düşünce tarzına şaşırıyorum doğrusu! Bir taraftan 10 gram eroin için bir yığın insanı öldürüp pekâlâ 'kanun böyle" diyebiliyorlar... (Daha önce on kişiyi öldürmüşlerdi, geçenlerde de 10 gram eroin için bir kişiyi öldürdüler, bunlar sadece bizim kulağımıza gelen miktarı tabi). Fesadı önleme bahanesi altında insanlığa aykırı bu kanunlar çıkarılır ve uygulanırken 'katı" ve 'acımasız" denilmiyor her nedense!... Ben eroin -serbestçe- satılsın demiyorum; ama cezasının da bu kadar olmadığını söylemek istiyorum. Eroin önlenmelidir, evet, ama cezası da işlenen suça göre verilmelidir.([21]) İçki içene -İslam hukukuna göre- seksen sopa vurulunca 'katı ve acımasız" oluyor da, on gram eroin için -batı hukukuna göre- bir adam öldürülünce 'katı ve acımasız" olmuyor öyle mi?! Halbuki toplumda baş gösteren bozukluk ve fesadın önemli bir kısmı şu alkol kullanmadan kaynaklanmaktadır. Yollardaki kazalar, intiharlar ve cinayetlerin çoğunun nedeni alkoldür. Nitekim eroinin de alkol alışkanlığından kaynaklandığı belirtiliyor. Demek ki içki kullanmanın -bizde de- hiçbir sakıncası yok, çünkü batıda böyle!? Zaten bu nedenledir ki serbestçe alınıp satıla da biliniyor. En açık ölçülerinden biri alkol kullanma olan fahşayı önlemek ister ve birine -içki içtiği için- 80 kırbaç vurursanız veya zina edene 100 kırbaç vurur ya da 'muhsene" veya 'muhsen'î recmederseniz([22]) kıyameti koparırlar! Ne katı, ne gaddar kural bu derler, Araplardan çıkma bir vahşilik diye nitelerler. Hâlbuki İslam ceza hükümleri büyük bir milletin fesatlarını önlemek amacıyla gelmiştir. Bugün bunca yaygınlık kazanmış ve gençleri fesada sürükleyip nesilleri yok etmiş ve her şeyi âtıl hale getirme raddesine varmış bulunan fahşanın (kötü ve çirkin işler -çev-) yegane nedeni, bu ayyaşlıkların serbest bırakılması ve alabildiğine normal gösterilip yaygınlık kazandırılmış olmasıdır. Şimdi İslam, genç neslin bozulmasını önlemek için bir kişiye herkesin önünde kamçı vurulması gerektiğini([23]) söyleyince bu 'katılık" oluyor ama öte yandan iş; bu -güdümlü- yöneticilerin patronlarının eliyle Vietnam'da 15 yıla yakın bir zamandır süregelen katliamlar([24]), harcanan astronomik bütçeler ve dökülen onca kanlara gelince 'hiç önemli değil!" "varsın olsun!" denilerek ses çıkarılmıyor!... Ama İslam; insanları,    yine   insanlığın   yararına   olan   kanunlara   karşı   saygılı eğitebilmek için savunma veya savaş emri verip de fesada boğulmuş birkaç   sefili   öldürecek   olsa  'bu   savaş   neden?!"  diye  yaygarayı koparırlar hemen!

Bütün bunlar birkaç yüzyıl önce hazırlanmış planlardır; yavaş yavaş uyguluyor ve sonuç alıyorlar. Önce bir yerde bir okul açtılar, biz bir şey demedik, gaflet ettik. Bizim gibiler de bunu engelleme ve kurulmasına kesinlikle müsaade etmeme hususunda gaflette bulundular. Derken, giderek çoğaldılar ve bugün görüyorsunuz işte; onların misyonerleri bütün köy ve kasabalarımıza dağılmış, bizim çocuklarımızı ya Hıristiyan etmekte ya da dinsizleştirmektedirler.([25]) Planlan bizi -böyle- geri kalmış halde bırakmaktır; içinde bulunduğumuz şu utandırıcı hayat ve geri kalmışlık içinde tutmaktır. Bizim hep böyle müşkülatlar içinde, zavallılıklar içinde kalmamızı, fakirlerimizin bu zavallılıklarının daima sürmesini ve fakirliği ortadan kaldıran islam hükümlerine teslim olmamasını, ama kendileriyle satılmış uşaklarının büyük saraylarda oturup o lüks ve müreffeh hayatı sürdürmelerini isterler.

Bunlar, dinî ilmiye medreselerine bile ulaşabilmiş, oralara da bulaşmış plânlardır. Öyle ki, birisi kalkıp da islam devleti ve böyle bir devletin nasıl olacağından sözetmeye kalkışsa takiyye etmek zorunda kalır ve sömürücülerin payandaları tarafından sert muhalefetlere uğratılır. Nitekim bu kitabın 1. baskısı yayınlandıktan sonra büyükelçiliğin (Irak'taki İran şahlık rejiminin sefareti) adamları ayaklandılar, vahşice tepkiler gösterdiler, alabildiğine rezil ve kepaze ettiler kendilerini... İş şimdi öyle bir raddeye getirilmiş ki savaş elbisesi -giyilmesi- mertlik ve adaletin şanına ters addedilir olmuş !([26])  Hâlbuki bizim din imamlarımız hep asker insanlardı, savaş komutanıydılar, savaşçıydı hepsi de!... Teferruatını tarih kitaplarında bulabileceğiniz o savaşlarda asker giysileri giyip savaşa gidiyor, vuruşuyor, öldürüyor ve ölü veriyorlardı! Emir'el müminin -sa- mübarek başına müğfer giyer, zırh kuşanır, kılıç taşırdı. Hz. İmam Hasan'la -sa- hz. Seyyiduşşuheda İmam Hüseyin -sa- de böyleydi. Daha sonra fırsat vermediler, yoksa hz. İmam Bakır -sa- da böyleydi. Şimdi öyle bir hale getirilmişiz ki savaş elbisesi giymek insanoğlunun adaletine zarar verici addedilmekte ve savaş elbisesi gıyılmemesi gerektiğine inanılmaktadır! Yani eğer bir islam devleti kurmak istersek bu sarık ve abayla devlet kurmamız icab edecek, yoksa mertliğe ve adalete ters düşmüş oluruz -öyle mi-?! Bunlar, ışı bu raddeye vardırmış olan -o- yoğun propagandaların ürünüdür, ışı öyle bir noktaya getirmişler ki şimdi kalkıp islamın da devlet ve yönetimle ilgili kanun ve kuralları bulunduğunu" ispat edebilmek için zahmete katlanmak zorundayız!

Durumumuz işte böyle! Ecnebiler propaganda ve misyonerler vasıtasıyla işi bu noktaya getirdiler, bu esası uydurdular. İslamın yargı ve siyası kanunlarının tamamı uygulama safhasından kaldırılmış, yerine Avrupa usulleri yerleştirilmiş ve böylelikle islamı küçümseyip müslümanlarm hayatından uzaklaştırmak ve kendi uşaklarını iş basma geçirip o malum emellerini -islam ülkelerinin imkânlarını kendi çıkarları için kullanmayı- gerçekleştirmek istemişlerdir. Sömürünün yıkıcı ve bozucu rolünü anlattık; şimdi buna bir de kendi toplumumuzdaki -yabancılaşmış- unsurların iç etkilerini eklememiz gerekir. Bu da sömürücülerin maddi sahalardaki ilerleme ve kalkınmaları karşısındaki unsurların aşağılık kompleksine kapılarak kendi kimliklerini yitirmeleridir. Sömürücü emperyalist ülkeler bilim ve teknikte ilerleyince veya daha yerinde bir deyişle, Asya ve Afrika milletlerini sömürüp yağmalayarak servet yığıp konforlara kavuşunca bunlar komplekse kapılarak kendilerini kaybettiler. Teknik gelişme ve kalkınmanın yolunun 'kendi inanç ve kurallarından vazgeçmek" olduğunu zannettiler! Onlar, meselâ aya ayak basınca, bunlar kendi öz kaide ve kurallarını -artık- bırakmaları gerektiği zehabına kapıldılar.

Aya gitmenin İslam kanunlarıyla ne ilgisi var?! Birbirine tamamen zıt kanunları ve sosyal yapılara sahip ülkelerin teknik ve ilmî kalkınma ve uzayı fethetme sahasında yekdiğeriyle yarıştığını ve -farklı yapıları olduğu halde- ilerlediklerini görmüyorlar mı?! Onlar Merih'e de gitseler, Samanyolu'na da ulaşsalar insanî ahlak, fazilet ve ruhi yüceliklerden aciz kalacaklardır, kendi sosyal müşkülatlarının hallinden acizdir onlar. Çünkü onların bedbahtlıkları ve sosyal meselelerinin çözümü için itikadi ve ahlaki çözümler gereklidir; maddi güç kazanmak, servet yığmak, tabiatı ve uzayı fethetmek bu müşkülatı halledemez. Tamamlanıp denge bulabilmesi ve insanoğlunun başına belâ değil, ona fayda verebilmesi için servet, maddi güç ve uzayı fethetmenin İslamî iman, inanç ve ahlaka ihtiyacı vardır. Bu inanç, ahlak ve kanunlarsa bizde var. Binaenaleyh binleri bir yerlere gittiler veya bir şeyler icat ettiler diye bizim; insanoğlunun hayatıyla ilgili olup onun dünya ve ahiret hayatını ıslah ve tanzim eden kural ve ilkelerden hemen yüz çevirmemiz doğru değildir.

Sömürücü emperyalistlerin propagandaları için de durum aynıdır. Düşmanlarımız birtakım propagandalarda bulunmuş ve toplumumuzdan bazı bireyler de maalesef etkilenmişlerdir, oysa etkilenmemeleri gerekirdi. Sömürücüler İslam’ı devlet düzeni yokmuş gibi, yönetimle ilgili teşkilatlanmaları yokmuş gibi gösterdiler bize; birtakım hüküm ve kuralları varsayılsa bile, bunların uygulayıcısı yoktur, sadece kanun koyuculuktur diye şartlandırdılar bizi.

Bu propagandaların, Müslümanları politika ve devlet esasından uzak tutmak isteyen sömürücülerin plânlarının bir parçası olduğu apaçık ortadadır. -Yoksa-, bu düşünce bizim temel inançlarımıza aykırıdır.

Biz   'Velayet'e inanıyoruz ve hz. Peygamber-i Ekrem -saa- efendimizin halife tayin etmesi gerektiğine inanmaktayız ki bunu yapmıştır da.([27])  Halife tayini sırf hükümlerin beyanı için midir?

Hükümlerin beyanı halifeyi şart kılmaz ki! O hazretin kendisi ahkâmı bizzat beyan ediyordu zaten! Bütün hükümleri bir kitapta yazabilir ve uygulaması için halka verirdi -olup biterdi- Halife tayin etmesi gerektiğinin mantıkî tarafı, yönetim, idare ve devlet içindir. Biz, kanun ve hükümleri uygulayıp icra etmesi için gerekli görmekteyiz halifeliği -sırf kanunu beyan etmesi için değil.- Kanunun bir uygulayıcısı olmalıdır. Dünyanın her yerinde böyledir bu; sırf kanun koymuş olmanın hiçbir faydası yoktur ve insanlığın saadetini sırf kanun koymayla temin edemezsiniz. Kanun koyulduktan sonra bir yaptırım gücü ve bir icraat -yürütme- kuvveti de oluşturulmalıdır. Bir devlet veya bir yasamada yürütme kuvveti de olmazsa eksiklik var demektir. Bu nedenledir ki İslam kanun koyuculukta -yasama- bulunduğu gibi yürütme kuvvetini de belirlemiştir. İslam’da "veliyy-i emr" kanunları uygulama -yürütme- vazifesini de üstlenmiştir. Eğer hz. Resul-ü Ekrem -saa- halife tayin etmeseydi risaletini tamamlamış olmayacaktı.([28]) İslam hükümlerinin uygulanma zarureti ve yürütme gücünün gerekliliği ve bunun; insanlığın saadetini temin edecek bir adalet düzeninin kurulması ve -böylece- risalet ve peygamberlik gayesinin tahakkuk bulup gerçekleşmesindeki önemidir ki peygamberin kendisinden sonra bir vasi tayin etmesini "risaletin kemal bulup tamamlanmasıyla eşdeğer saymıştır.

Hz. Resul-ü Ekrem -saa- zamanında kanun sadece iblağ ve beyan edilmiyor bilakis, aynı zamanda uygulanıyordu da! Hz. Resulullah -saa- efendimiz kanunu uygulayan merci ve yürütme gücüydü. Mesela ceza kanunlarını uyguluyordu o; hırsızın elini kesiyor, had vuruyor, recmediyordu([29]). Halife de bu işler içindir. Halife kanun koyucu değildir. Halife, Allah Resulü'nün -saa- getirdiği kanun ve hükümleri icra etmek için vardı. Devletin kurulması, yürütme ve idare sisteminin oluşturulması bu noktada zaruri olmaktadır işte! -İslam- devleti kurulması gerektiğine, -bunun- yürütme organı, yönetim ve idare kurumunun oluşturulması gerektiğine inanmak "velayet'in bir parçasıdır; tıpkı bunun gerçekleşmesi için mücadele verip gayret göstermenin, velayete inanmanın bir parçası olması gibi!... Buna dikkatinizi çekerim! Onlar size zıt olarak İslam’ı nasıl kötü tanıtıyorsa; siz de buna karşılık İslam’ı olduğu gibi tanıtın; velayeti, olduğu gibi tanıtın. 'Biz velayete inanıyoruz; hz. Resulullah'ın -saa- halife tayın etmiş olduğuna ve bunun da kendisine Allah Tealâ tarafından emredilmiş bulunduğuna, onun bu yüzden Müslümanların "veliyy-i emrinin belirlediğine inandığımıza göre devlet kurulması gerektiğine de inanmamız gerekir, Allah hükümlerinin uygulanması ve yönetimle ilgili işlerin ele alınıp yoluna konulması için çaba göstermemiz gerekir" deyin. İslam devletinin kurulması yolunda mücadele vermek velayet inancının bir gereğidir. Siz İslam kanunlarıyla onun sosyal fayda ve etkilerini yazıp yayınlayın, tebligat ve faaliyet yönteminizi tekmil edin; dikkat edin ve bilin ki sizler bir islam devleti kurmakla mükellefsiniz. Kendinize güvenin ve bu işin üstesinden gelebileceğinizi bilin. Sömürücü emperyalistler 300-400 yıl öncesinden başlayarak bugünkü yere geldiler. Biz de sıfırdan başlarız!... Birkaç batı çarpılmışı garbzedeyle sömürü uşaklarının yardakçılarının yaygaralarından korkmayın. İnsanlara İslam’ı tanıtıp anlatın ki genç nesil, din adamları ve ulamanın Kum ve Necef’te oturup hayz ve nifas hükümlerinden başka şeyler okumadığı, siyasete karışmadığı ve din işleriyle siyasetin birbirinden ayrılması gerektiği gibi -yanlış- bir zanna kapılmasınlar. Dinin siyasetten ayrı olması ve İslam âlimlerinin siyası ve sosyal işlere karışmaması gerektiği yolundaki -lâik- düşünceyi ortaya atıp yayanlar sömürücü emperyalistlerdir. Dinsizlerin sözüdür, onların fikridir bu. Hz. Peygamber-i Ekrem -sav- döneminde dinle siyaset ayrı mıydı ki?! O dönemde Müslümanların bir kısmı politikacı ve yönetici, bir kısmı da din adamı mıydı yani?! Hak veya haksız yere halife olanlar döneminde, hz. Emir'in -sa- halifeliği sırasında dinle siyaset birbirinden ayrı mıydı? İki ayrı kurum muydu bunlar? Sömürücülerle onların siyasi uşaklığını yapanlar uydurdular bunları; böylece dinin dünya işlerine egemen olup Müslümanların toplum yapısını tanzim ve düzenlemekten uzaklaştırılmasını istediler; böylelikle İslam âlimlerini halktan ve hürriyet ve bağımsızlık yolunda mücadele verenlerden koparmış olacaklardı. Çünkü -ancak- bu durumda halka egemen olup servetlerimizi yağmalayabilmeleri mümkündür, onların maksatları budur işte!

Eğer biz Müslümanlar namaz, dua ve zikirden başka şeyle meşgul olmazsak sömürücü emperyalistlerle onların işbirlikçisi olan zalim devletler bize hiç karışmazlar. Gidin istediğiniz kadar ezan okuyup namaz kılın;  onlar da gelip nemiz var nemiz yoksa hepsini alıp götürsünler, siz de onları Allah'a havale edin -öyle mi?!- Lahavle!... Velâ kuvvete illa billah!… -Bu halimizle- bir de, öldüğümüz zaman sevap kazanmayı umacağız Allah'tan, öyle mi?! Mantığımız bu olursa eğer, onlar -elbette ki- bize hiç mi hiç karışmazlar tabi. O herif (Irak'ın işgali sırasında bir İngiliz subayı) 'minarede ezan okuyan bu adamın İngiltere'nin politikasına bir zararı var mı'-'" diye sorduğunda "hayır" diyor; bunun üzerine "o halde bırakın istediği kadar okusun" diyor... Siz sömürücülerin siyasetlerine karışmaz ve İslam’ı, sırf hep konuşup durduğumuz bu ahkâmdan ibaret bilip asla bundan şaşmazsanız onların sizinle işleri olmaz. Siz istediğiniz kadar namaz kılın, sizin petrolünüzü istiyor onlar, namazınızla ne işleri var? Bizim madenlerimizi istiyor onlar; ülkemizin onların malları için bir tüketim pazarı olmasını istiyorlar. Zaten bu yüzdendir ki onların kuklası olan baştaki devletler bizim sanayi ülkesi olmamızı engellemekte veya dışarıya bağımlı ve montaj sanayi kurmaktadırlar. Bizim adam olmamamızı istiyorlar! "Adam"dan korkuyorlar! Adam olmuş biri çıkacak olsa korkuyorlar ondan. Çünkü kendisine benzerler üretecektir; sömürü, diktatörlük ve kukla rejim gibi şeyleri temelinden söküp atan etkiler bırakacaktır. Bu nedenledir ki ne zaman ortaya bir "adam" çıktıysa ya öldürdüler, ya hapsettiler, ya sürdüler veya lekelediler, "siyasidir!" diyerek! 'O molla siyasî biridir" dediler... -Halbuki- hz. Peygamber-i Ekrem de -saa-siyasiydi. Bu kötü propagandayı sömürünün güdümlü siyasî uşakları yapıyorlar ki sizi siyaset sahnesinden dışlayıp uzak tutsunlar, sosyal meselelere müdahale etmenizi engellemiş olsunlar; hain hükümetlerle, anti-milli ve anti-İslamî siyasetlerle savaşmanızı önlesinler... Böylece kendileri diledikleri her şeyi yapabilsinler, her haltı işleyebilsinler ve karşılarına dikilecek hiç kimse kalmasın!...



Yürütme ve İdare Kurumlarının Gerekliliği

Toplumun ıslahı için kanun külliyatı kâfi değildir. Kanunun insanoğlunun saadet ve ıslahını temin edebilmesi için onu uygulayacak bir yürütme kuvvetine ihtiyacı vardır. Bu nedenledir ki Allah Teâlâ bir dizi kanunların, yani şeriat hükümlerinin yanı sıra bir devlet, bir yönetim ve yürütme gücü de belirleyip tespit etmiş bulunmaktadır. Hz. Resul-i Ekrem -sav- efendimiz İslam toplumunun yönetim ve yürütme teşkilatının en üst makamı durumundaydı. Vahyi insanlara iblağ edip tefsir, akaid ve İslam ahkâmıyla İslam’ın sistem ve düzenlemelerini beyanda bulunmanın yan ısıra bu hükümlerin icra ve uygulanmasını ve İslam’ın sistem, yapılanma \C düzenlemelerinin oluşturulmasını sağlama yolunda da çalışıp uğraşıyordu ki böylece İslam devletini kurabilsin. O sırada hz. Resulullah -saa- mesela ceza kanununu bildirip açıklamakla yetinmiyor, aynı zamanda onu bizzat uyguluyordu da! El kesiyor, had vurduruyor, recmettiriyordu. Hz. Resul-ü Ekrem'den -saa- sonra halife de aynı vazife ve mevkidedir. Hz. Resul-ü Ekrem -saa- halife tayin ederken sırf İslam’ın akaid ve hükümlerini beyan etmesi için değildi bu; bilakis, İslam hükümlerinin icrası ve kanunun iyice yerleşip tespit bulması içindi. Hükümlerin uygulanması ve İslam yapı ve düzenlemelerinin tespiti vazifesi o kadar önemliydi ki hz. Resulullah'ın -saa- kendisinden sonra bu işi üstlenecek bir halife tayin etmesini onca önemli kılmış, aksı takdirde risalet ve peygamberlik görevini tamamlamış sayılmayacağı buyrulmuştur. Çünkü dünya ve ahiret saadetlerinin temini için Müslümanlar hz. Resulullah'tan -saa- sonra da bunu üstlenecek; kanun ve hükümleri uygulayacak, İslamî düzen ve yapılanmaları toplumda hâkim kılacak birine muhtaçtırlar. Esasen kanun, sosyal yapı ve düzenlemeler bir uygulayıcı ve yaptırımcıya muhtaçtırlar. Dünyanın bütün ülkelerinde ve her zaman böyledir bu; sırf kanun koymuş olmanın hiçbir faydası yoktur. Kanun koyuculuk, insanlığın saadetini temin için tek başına yeterli değildir. Kanun koyulduktan sonra -o kanunu uygulayacak- bir yürütme gücünün oluşması gerekir. Mahkeme ve adliyelerin kanun ve kurallarını uygulayıp bu mahkemelerin âdilâne hüküm ve kararlarını halka ulaştırabilen -faktör- yürütme gücüdür. Bu nedenledir ki İslam kanun koyuculukta bulunduğu gibi yürütme ve icra gücü de belirlemiştir. "Veliyy-i emr" yürütme gücünün de sorumlusudur.

Hz. Resul-i Ekrem'in -saa- Sünnet ve Yöntemi

Hz. Resulullah'ın -saa- sünnet ve yöntemi, bir devlet kurulması gerektiğinin delillerindendir. Zira:

Evvela bizzat kendisi de bir devlet kurdu. Onun devlet kurduğuna, İslam kanunlarını uygulayıp İslamî yapılanmayı gerçekleştirmeye uğraştığına ve toplumu idare edip yönettiğine tarih şahittir. O hazret -bu cümleden olmak üzere- etrafa valiler tayin etmiş, bizzat yargıda bulunmuş, kadı atamış, yabancı ülkelere ve kabile başkanlarıyla krallara ve imparatorlara elçiler göndermiş anlaşma ve antlaşmalar imzalamış, savaş komutanlığında bulunmuş; kısacası İslam’ın devletle ilgili hüküm, uygulama ve kanunlarını bilfiil icra ederek onlara işlerlik kazandırmıştır.

İkincisi; Allah'ın emriyle, kendisinden sonrası için devlet başkanı ve yönetimi üstlenecek olanı tayin etmiştir. Allah Teâlâ, hz. Resul-ü Ekrem'den -saa- sonrası için de Müslümanlar için bir devlet başkanı ve yönetici atadığına göre, o hazretten -saa- sonra da devlet müessesesinin gerekli olduğunu vurgulamış olmaktadır. Nitekim hz. Resul-ü Ekrem -saa- vasiyetinde bu ilahi emri iblağ ettiğinde, devletin gerekliliğini de böylece belirtmiş oluyordu.


İslam Hükümlerinin Uygulanmasında Sürekliliğin Zarureti

Hz. Resul-ı Ekrem'in -saa- devlet kurmasını gerektiren İslam hükümlerinin icra ve uygulanma zaruretinin sadece o hazretin -saa- dönemine mahsus olmadığı, hz. Resulullah'tan -saa- sonra da bu hükümlerin ve icrasının süreğenliğini koruyacağı apaçık ortadadır. Ayet-i şerifede de buyrulmuş olduğu üzere İslam ahkâmı belli bir zaman ve mekânla sınırlı olmayıp ebediyen kalıcı ve 'Uygulanması gerekli" dir([30]) İslam sadece hz. Resul-ü Ekrem -saa- dönemi için gelmiş değildir ki o hazretten sonra terk edilebilinsin ve İslam’ın ceza kanunları olan hadler ve kısas artık uygulanmasın veya malum çeşitli vergiler alınmasın, ya da İslam ümmeti ve İslam beldesini savunma aslı terk edilsin... 'İslam kanunlarının gereğinde pekâlâ terk edilebileceği" veya 'İslam hükümleri belli zaman ve mekânlara mahsustur" şeklindeki görüş, islamın vazgeçilmez itikadı yapısına tamamen aykırıdır. O halde İslam hükümlerinin hz. Resul'den -saa- sonra da ve ebediyete kadar uygulanması zaruri olduğuna göre devlet kurulması, yürütme ve yönetim kurumunun oluşturulması da zaruri olmaktadır. Bireylerin bütün çalışma ve faaliyetlerini 'ahkâmın uygulanması" vesilesiyle adilâne bir sistem ve yapı üzerinde oturtacak bir devlet, yürütme gücü ve yönetim mekanizmasının oluşturulmaması halinde kargaşa ve anarşi doğar; sosyal, itikâdî ve ahlâkî bozulmalar baş gösterir. O halde anarşi, kargaşa ve başıbozukluğun vuku bulmaması ve toplumda fesad ve bozulmanın baş göstermemesi için devlet kurmaktan ve toplumdaki bütün işleri ve vukuatları kontrol ve disipline sokmaktan başka çare yoktur. Demek ki şeriat ve akıl kurallarının da apaçık ortaya koyduğu üzere; hz. Resul-ü Ekrem -saa- ve Emir'el Mü'minin Ali bin Ebutalib -s- zamanında gerekli ve zaruri olan şey; yani devlet, yönetim, idare ve yürütme mekanizması; onlardan sonra da ve bu cümleden olmak üzere bizim çağımızda da gerekli ve zaruridir.

Meselenin açıklığa kavuşması için şu soruyu soruyorum: Gaybet-i Suğra'dan([31]) 1000 yılı aşkın bir süre geçtiği ve belki de maslahat gereği hazretin zuhuru pekâlâ yüzbin yıl sonra da vuku bulmayabileceğine göre bu uzun süre boyunca İslam hükümleri yerde kalmalı, uygulanmamalı ve herkes canı ne isterse yapabilmeli midir? Anarşi ve kargaşa mı egemen olmalıdır? Beyan, tebliğ, yayma ve uygulama safhasına konulması yolunda hz. Resulullah'ın -saa- 23 yıl durup dinlenmeksizin zahmet ve cefalar çektiği kanunlar sadece belli ve sınırlı bir zaman dilimi için miydi? Yani Allah Teâlâ kendi göndermiş olduğu hükümlerinin uygulanmasını 200 yılla mı sınırlamıştır? Gaybet-i Suğra'dan sonra İslam her şeyini bırakmış -bütün hüküm ve inançlarından- vaz mı geçmiştir?!

Böyle bir fikre inanmak veya bunu dile getirmek, İslam’ın iptal olduğuna inanmak veya bunu söylemekten çok daha beterdir. Hiç kimse bugün artık İslam beldesinin toprak bütünlüğünü koruma ve müdafaanın artık lüzumu kalmadığını veya vergi ve cizye([32]), haraç([33]), humus([34]) ve zekâtın([35]) alınmasının günümüzde artık gerekli olmadığını, İslam ceza kanunlarının; diyet ve kısasın artık iptal edilmesi lazım geldiğini söyleyemez! Herkim, İslam devleti kurulmasının zaruri olmadığını söyleyecek olursa İslam hükümlerinin uygulamaya konulması gerektiğini inkâr etmiş; din-i mübin-i İslam’ın ölümsüzlüğünü ve hükümlerinin ebediyen bütünlüğünü münkir olmuş olur.

Emir'el Mü'minin Hz. Ali Bin Ebu Talib'in -s- Siyeri

Hz. Resul-ü Ekrem'in -saa- rıhletinden sonra hiçbir Müslüman devletin gerekliliğinden tereddüde kapılmadı. Hiç kimse kalkıp da 'bize devlet lazım değil artık" demedi. Kimseden böyle bir şey duyulmuş değildir. Devlet kurulması gerektiği hususunda herkes müttefikti. İhtilaf, sadece bunu kimin üstleneceği ve kimin devlet başkanı olacağındaydı. Binaenaleyh hz. Resul-ü Ekrem'den -saa- sonra halifeler döneminde de, hz. Emir -s- döneminde de devlet kuruldu. Devlet örgütü vardı, idare ve icra -yürütme- yerine getirilmedeydi.

İslam Kanunlarının Nitelik ve Niceliği

İslam devleti kurulmasının zaruri olduğunu gösteren bir diğer delil de İslam kanunlarının, yani şeriat hükümlerinin nitelik ve niceliğidir. Bu kanun ve hükümlerin nitelik ve niceliğine dikkat edilecek olursa bir devlet kurulması ve toplumun siyasî, iktisadî ve kültürel yönetim ve idaresini gerçekleştirme gayesiyle belirlenmiş oldukları görülür.

Evvela şeriat kanunları bütün ve külli bir toplum düzenini oluşturmaya tamamen elverişli -gerekli- her nevi -her boyutta- kanun ve kuralları taşıyıcı özelliğe sahiptir. İslam’ın bu hukuki nizamında, insanoğlunun ihtiyaç duyacağı her şey vardır: Konu-komşuyla, evlatla, akraba ve kendi halkı ve hemşerisiyle sosyal ilişki ve muaşeret ve karı-koca hayatıyla özel münasebetlerden tutun da savaş ve barış kuralları, milletlerarası ilişkiler, ceza kanunları ticaret, sanayi ve zıraate varıncaya kadar... Nikah öncesi için, hatta bebek ana rahmine düşmeden öncesi için bile kanunu vardır İslam’ın; nikahın nasıl kıyılması, nasıl gerçekleşmesi gerektiğini belirtir; o sırada veya bebek ana rahmine düşmeden önce insanın ne yemesi gerektiğini, bebeğin süt çağında anne-babanın ne gibi vazifelerle yükümlü olduğunu, bebeğin nasıl eğitilmesi gerektiğini, kadınla erkeğin yekdiğerine ve çocuklarına karşı davranış ve tutumlarının nasıl olması gerektiğini... vb. gibi -insan hayatının- bütün merhaleleri için İslam’ın kanun ve kuralları vardır ki insan" yetiştirebilsin, tam ve mükemmel bir insan; canlı kanuna dönüşmüş, kanunun timsali haline gelmiş, kendiliğinden kanunun gönüllü uygulayıcısı kesilmiş bir insan"!... Kendisini olumsuzluklardan arıtmış mükemmel ve faziletli bir insan modeli yetişmesi için gerekli ortam ve şartları hazırlayabilecek bir devlet sistemiyle siyasî ve iktisadî toplum ilişkilerine İslam’ın ne denli önem verdiği ortadadır. Kur'an-ı Mecid ve sünnet-i Resulullah -saa-; insanoğlunun kemal ve saadeti için ihtiyaç duyduğu bütün kanun ve hükümleri içermektedir. Kâfı'de([36]) 'İnsanların bütün ihtiyaçları kitap ve sünnette beyan edilmiş, bildirilmiştir" başlıklı bir bölüm vardır([37]). Burada geçen kitap, yani Kur'an 'her şeyi bildiren" dir([38]), her şeyi belirtmiş, bütün her şeyi açıklığa kavuşturmuştur. Masum imam -rivayette de geçtiği üzere- 'halkın ihtiyacı olan her şeyin kitap ve sünnette belirtildiğine -ve çözüm yollarının gösterildiğine- yemin etmektedir([39]) ki bunda hiç şüphe yoktur.

İkincisi; şeriat hükümlerinin nitelik ve niceliğine dikkat ettiğimizde bunların uygulanması ve bunlara uygun amel edilebilmesi için devlet kurulmasının zaruri olduğunun; büyük ve kapsamlı bir yönetim ve yürütme örgütü oluşturulmaksızın Allah'ın emir ve hükümlerini uygulama vazifesini yerine getirmenin mümkün olmayacağını görürüz.

Biz burada örnek olarak bazı konulara değinmekle yetiniyoruz, isteyenler diğer konulara da başvurarak incelemede bulunabilir.



1- Mâlî Hükümler

İslam’ın belirlediği vergiler ve plânladığı bütçe -şekli-, bunun sadece fakirlerle yoksul seyyitlerin açlıktan ölmeyecek kadar bir geçime kavuşmasına yönelik olmadığını; bilâkis devlet kurma ve büyük bir devletin zaruri harcamalarını temin gayesine yönelik olduğunu göstermektedir:

Mesela beytulmale akan ve bütçe kalemlerinden sadece biri durumundaki büyük gelir kaynaklarından biri "humus"tur. Bizim mezhebimizde bütün ziraî gelirlerden; ticaretten, yeraltı ve yerüstü kaynaklarından elde edilen gelirlerden, velhasıl bütün gelir ve kazançlardan adilâne ölçülerle -humus- alınır. Öyle ki; bu caminin kapısı kenarındaki sebzeciden, gemi ve maden işletmeciliğiyle uğraşan herkesi kapsamına alan bir hükümdür bu. Mükellef şahıslar gelirlerinin; meşru ve normal ihtiyaçlarıyla ilgili harcamalarından geriye kalanının 5'te birini, beytulmale eklenmesi için İslam devletinin başkanına verirler.

Böylesine büyük bir gelirin; ancak İslam ülkesini idare ve böyle bir ülkenin bütün mâlî ihtiyaçlarını gidermeye yönelik olduğu apaçık ortadadır. İslam ülkelerinin tamamının veya –İslam’ın egemenliği altına girmesi halinde- bütün dünya ülkelerinin gelirlerinin –normal harcamalardan artan miktarının- humsu hesaplanacak olursa böylesine - yüklüce- bir verginin sırf seyyidlerle din adamlarının ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik olmadığı; meselenin çok daha önemli boyutları olduğu ortaya çıkar. Amaç, koca devlet teşkilatının mâlî ihtiyaçlarının giderilmesidir. Eğer bir İslam devleti kurulacak olursa işte bu vergilerle, yani humus ve zekatla -ki ikincisi fazla değil-, cizye ve haraçlarla -ya da ülkenin ziraata elverişli topraklarına konulan vergilerle- yönetilip idare edilmesi gerekir.     

Seyyidlerin böylesine astronomik- bir bütçeye ihtiyacı olduğu nasıl düşünülebilir? Tahran, İstanbul, Kahire ve diğer büyük çarşılar bir yana dursun, sırf Bağdad Çarşısı'nın gelirinden alınacak humus bile bütün seyyıtlere, medreselere ve Müslümanların bütün fakirlerine yeter.

Böylesine astronomik bir bütçenin belirlenmiş olması da göstermektedir ki amaç, devlet kurulması ve ülke yönetimidir; halkın temel ihtiyaçlarının giderilmesi, kamu hizmetleri ve sağlık, kültür, savunma, bayındırlık ve kalkınma gibi sosyal hizmetlerin karşılanmasıdır. Hele humusun toplanma, muhafaza ve harcanmasına dair İslam’ın belirlediği dakik kural ve getirdiği düzenlemeler bu gerçeği iyiden iyiye vurgulamaktadır: Devlet hazinesinden kesinlikle sorumsuz ve israfa kaçan harcamalar yapılmayacak; devlet başkanı, valiler ve bütün kamu hizmeti yöneticileri; yani devlete çalışan insanlarla -hükümet adamlarıyla- halkın diğer kesimleri arasında "kamuya ait mallar ve devlet gelirlerinden faydalanma hususunda" hiçbir fark ve ayrıcalık gözetilmeyecek, -beytulmale ait gelirlerden- herkes eşit pay alacaktır. Böylesine yüklüce bir bütçeyi denize mi dökmemiz gerekir şimdi7 Ya da, hazret-i Mehdi -sa- gelinceye kadar toprağa mı gömmeli,([40])?!!.. Yoksa o günlerde mesela 50 seyyidin -gönlünce harcayıp- yemesi için miydi? Yoksa bugün farzen, 500 bin seyyide mi verelim? Nasıl harcayacaklarını bilemez, şaşırıp kalırlar... Hâlbuki fakirlerle seyidlere -humustan- verilmesi gereken miktarın, sadece geçimlerini temin edebilecekleri kadar olması lazım geldiğini biliyoruz. Ancak İslam’ın bütçe plânlamasına göre her gelirin belli ve zarurî bir harcama sahası vardır. Bir sandık zekâta mahsustur; bir sandık da sadaka ve teberruata -bağışa-; bir de humsa ait özel bir sandık vardır. Seyyidler bu son sandıktan geçimlerini sağlarlar. Hadiste de belirtilmiş olduğu üzere seyyidler yıllık harcamalarından arta kalan miktarı sene sonunda İslam devletinin başkanına geri vermelidirler; eğer tersi olur da, masraflarını karşılayamazlara -İslam- devlet başkanı onlara yardım eder([41]).

Öte yandan zimmet ehlinden alınması gereken cizye" yle([42]) büyük ziraat arazilerinden alman "haraç" olağanüstü rakamlara ulaşan bir gelir sağlamaktadır. İslam’ın bu tür vergiler belirlemiş olması bir devlet ve devlet başkanının varlığının zaruretini ortaya koymaktadır. Gelir durumu ve ödeme gücüne göre zimmet ehlinin ödemesi gereken yıllık vergi miktarını belirlemek İslam devleti başkanına veya onun valisine düşer; keza onların tarla ve davarlarından([43]) uygun miktarda vergi alınır. Keza "haraç" almak; yani "Allah'ın malı" olan ve İslam devletinin tasarrufunda bulunan geniş topraklara taalluk eden vergiyi toplamak da yine İslam egemenine -İslam devletinin başında bulunana- düşer ki bu da muntazam ve düzenli bir teşkilat, örgütlenme ve organize ister, hesap-kitap ister, tedbir ve maslahat üzerine kafa yormayı gerektirir. Duruma göre mütenasip ve uygun miktarlarda ve maslahata muvafık olacak şekilde bu vergileri belirlemek, toplamak ve sonra da Müslümanların maslahatına en uygun şeylere harcamak; İslam devletinin başında bulunanlara düşen bir vazifedir.

Görüldüğü gibi İslam’ın mâlî hükümleri, devlet kurulmasının gerekli olduğuna delalet etmektedir; bunu yapabilmenin ise, İslamî bir teşkilatlanma ve örgütlenmeden başka hiçbir yolu yoktur.       

2- Milli Savunma Hükümleri

Öte yandan; İslam devletinin koruması, toprak bütünlüğünün savunması ve İslam ümmetinin bağımsızlığını müdafaayla ilgili hükümler de devlet kurulmasının gerekliliğine delalet etmektedir. Bunun en bariz örneği "... gücünüz yettiğince silah ve -savaşa- âmâde at hazırlayın..."([44])hükmüdür. Mümkün miktarda ve olabildiğince silahlı savunma gücü hazırlayarak her an savaşa âmâde olma emri verilmekte ve barış döneminde her an âmâde ve teyakkuz halinde olunması gerektiği hatırlatılmaktadır.

Müslümanlar işte bu hükme uyarak bir İslam devleti kurup her an savaşa âmâde ve hazırlıklı olsalardı bir avuç Yahudi kalkıp da bizim topraklarımızı işgal etmeye, Mescid-i Aksa'yı harabeye çevirip ateşe vermeye cür'et etmezdi; -çünkü- âmâde olan Müslümanlar hemen harekete geçer, gerekeni yaparlardı. Bütün bunlar-ın haşamıza geliyor olmasının nedeni- Müslümanların Allah'ın hükümlerini uygulama girişiminde bulunmamış, liyakatli ve sâlih bir devlet kurmamış olmasındandır. Eğer bugün İslam ülkelerini yönetenler imanlı halkın temsilcileri olup İslam hükümlerini uyguluyor bulunsalardı küçük ihtilaf ve anlaşmazlıkları bir kenara bırakır, bozgunculuk ve tefrikacılıktan vazgeçer, birlik ve vahdet içinde "tek yumruk" olurlardı([45]); o zaman Amerika, İngiltere ve -diğer ecnebilerin uşağı olan bir avuç sefil Yahudi bu işleri yapamazdı işte; Amerika'yla İngiltere'nin desteğine rağmen yine de yapamazlardı. Bu, Müslümanlara hükmeden baştaki yöneticilerin liyakatsizlik ve acziyetindendir.

"... gücünüz yettiğince savaş kuvveti ve besili atlar hazırlayın..." ayet-i kerimesi Müslümanlara "elinizden geldiğince güçlü ve hazırlıklı olun ki düşmanlarınız size zulüm ve tecavüzde bulunanlasın" şeklinde emretmektedir. Bizler elbirliği ve vahdet içinde olmadığımızdan, güçlü ve her, an savaşa hazır ve âmâde bulunmadığımızdan ecnebilerin tecavüz ve saldırganlıklarına maruz kaldık ve kalıyoruz ve zulüm görüyoruz!...

3- Hakların Elde Edilmesiyle İlgili Hükümler ve Ceza Hükümleri

Suçludan alıp sahibine verilmesi gereken diyetler ve İslam devlet başkanının nezdinde uygulanması gereken had ve kısas gibi birçok İslam hükümlerinin, bir devlet düzeni oluşturulmaksızın uygulama safhasına konulabilmesi mümkün değildir. Bu kanun ve hükümler hep bir devlet düzenini gerektirmektedir: devlet dışında hiçbir gücün becerebileceği işler değildir bunlar.

Siyasî İnkılâbın Gerekliliği

İnatta bulunup düşmanlık edenler ve ümeyyeoğulları -Emeviler-lânetullah aleyhim([46]); hz. Resul-ü Ekrem'in -saa- rıhletinden sonra İslam devletinin Ali bin Ebu Talib -s- velayetinde istikrar bulmasını engellediler. Allah Tebarek ve Teâlâ’yla hz. Resul-ü Ekrem efendimizin -saa- rızasına mutabık bir devlet düzeninin nesnel olarak kurulup meydana gelmesini önlediler; neticede devletin temelini değiştirdiler. Oluşturdukları hükümetin programlarının çoğu, İslam’ın devlet programlarına aykırıydı. Emevilerle Abbasilerin([47]) kurduğu rejim, devlet düzeni ve uyguladıkları siyasî yöntem İslam dışıydı. Devlet sistemi tamamen tersine dönerek saltanat -sultanlık- rejimine dönüştürüldü; İran şahinşahları, Roma imparatorları ve Mısır Firavunlarının rejimlerinden farksız bir rejim haline geldi. Daha sonraki dönemlerde de yine aynı "gayri İslamî hali"yle devam etti ve böylece bugünkü hale gelmiş oldu.

Devletlerin bugünkü şu gayri İslamî ve İslam düşmanı hallerinin sürmesine izin vermememiz gerekir, aklen ve şer'an da böyledir. Bunun delilleri de apaçık ortadadır:        

Her şeyden önce, gayri İslamî bir siyasî nizam ve devlet düzeninin kurulması; İslam’ın siyasî nizamı ve devlet düzeninin uygulanmaması demektir.

İkinci delil de; gayri İslamî olan her siyasî düzen ve devletin, şirke bulaşmış bir siyasî düzen ve müşrik bir devlet olmasıdır; çünkü onun hakim ve egemen gücü "tağut'tur ([48]) ve bizler şirkin iz ve etkilerini Müslümanların hayatından silip temizlemekle mükellefiz.

Diğer bir delil de mümin ve fazilet sahibi insanların yetişebileceği elverişli sosyal şartlar ve ortamı hazırlamakla mükellef oluşumuzdur ki bu da "tâğut" ve diğer gayrimeşru güçlerin egemen olduğu ortam ve şartların tamamen tersidir. "Tâğut" ve müşrik sistemin egemenliğinden
doğan sosyal şartların gereği, şu gördüğünüz fesad ve bozulmadır işte. Derhal ortadan kaldırılması ve müsebbiblerinin, lâyık oldukları cezaya çarptırılması gereken "fesad-ı fı'l arz" -yeryüzünde bozulma ve bozgunculuk çıkartma" dır. Firavun'un kendine has politikasıyla Mısır'da meydana getirdiği fesad ve bozulmadır bu: "...Şüphesiz o, bozgunculardandı."([49]). Bu sosyal ve siyasî şartlarda mümin, takvalı ve âdil biri insanın yaşayabilmesi; imanını ve doğru davranışlarını koruyabilmesi mümkün değildir. Karşısında iki yol bulacaktır: Ya mecburen şirke bulaşmış ve sâlih olmayan amellerde bulunacak, ya da bu tür amellere bulaşmamak ve tâğutun emir ve kanunlarına eğilmemek için onlara karşı mücadeleye girişip o bozuk şartları ortadan kaldırmaya çalışacaktır.    

Bozuk ve bozguncu devlet düzenlerini ortadan kaldırmak; hain, bozuk, zalim ve zorba egemenleri alaşağı etmekten başka çaremiz yoktur bizim... Bütün Müslümanların İslam ülkelerinde teker teker gerçekleştirmesi gereken vazifedir bu; İslamî siyasî inkılâbı bu beldelerde zafere ulaştırmalıdırlar.

İslâmî Vahdetin Gerekliliği

Diğer taraftan; İslam vatanını sömürücü emperyalistler, zalimler, zorba ve mevkiperest egemenler parçalamış bulunmaktadır. İslam ümmetini birbirinden ayırmış, ayrı ayrı birkaç millet haline getirmişlerdir. Bir ara büyük Osmanlı Devleti meydana geldiyse de, sömürücü emperyalistler -onu da- hemen parçaladılar. Rusya, İngiltere, Avusturya ve diğer sömürücü devletler el ele verip Osmanlıya karşı savaşlar açtılar, her biri Osmanlı topraklarının bir kısmını ele geçirdi ya da kendi nüfuzları altına aldılar([50]).

Gerçi Osmanlı devletinin başına geçenlerin çoğu liyakatsiz ve bazıları da fasit ve bozuktu, padişahlık rejimi hâkimdi; ama yine de sömürücü emperyalistler için bir tehlike söz konusuydu: Her an, halkın arasından salih ve dürüst insanların çıkıp bu devletin -Osmanlı- başına geçerek halkın da yardımıyla millî birlik ve kuvvetle sömürünün işini bitirmeleri ihtimali vardı! İşte bu nedenledir ki mükerrer savaşlardan sonra, 1. dünya savaşında Osmanlı Devletini parçalayıp kendi aralarında bölüştürdüler, öyle ki, o Osmanlı topraklarından 10-15 tane birer karışlık ülkeler çıktı ortaya. Her karışın -minik ülkenin- başına kendi memurlarından birini ya da bir dizi memurlarını geçirdiler. Daha sonraları -bu küçük ülkelerden- bazıları o memurların ve sömürü uşaklarının elinden kurtulmuştur.

İslam ümmetinin birlik ve vahdetini temin edip İslam vatanını sömürücülerle onların yardakçısı olan kukla devletlerin tasarruf ve nüfuzundan kurtarabilmemiz için devlet kurmaktan başka hiçbir yolumuz yoktur. Çünkü Müslüman milletlerin vahdet ve hürriyetini sağlayabilmek için zalim ve kukla devletleri yıkmamız ve sonra da yerine, halkın hizmetinde olacak adilâne bir İslam devleti kurmamız gerekir. Devlet kurulması; Müslümanların vahdetini korumak, birlik ve düzenlerini muhafaza edebilmek içindir. Nitekim hz. Fâtıma-ı Zehra selamullah aleyhâ bir hutbesinde "imamet, nizamın -sistemin-korunması ve Müslümanların bölük-pörçük hallerini vahdet ve birliğe dönüştürmek içindir" buyurmaktadır'([51])

Mazlum ve Mahrum Halkın Kurtarılmasının Gerekliliği

Ayrıca sömürücü emperyalistler, halka musallat olmuş bulunan siyasî uşakları vasıtasıyla zalimane iktisadî sistemleri- zorla kabul ettirmiş ve bunun sonucu olarak da halk iki kesime ayrılmıştır: Zalim ve Mazlum! Bir tarafta sağlık ve kültürden tamamen mahrum yüzmilyonlarca aç Müslüman dururken, diğer tarafta ayyaş, kötü ve serseri bir azınlıklar grubu var ki zenginler ve siyasî güce sahipler... Aç ve mahrum halk, daha iyi ve insanca bir hayata kavuşabilmek için yağmacı ve talancı yöneticilerden kurtulmaya çalışmakta ve bu gayret ve keşmekeş sürüp gitmekte, ama egemen -müreffeh- azınlıklarla devletin zalim mekanizmaları onlara hep engel olmaktadır. Biz mazlum ve mahrum halkı kurtarmakla vazifeliyiz. Biz mazlumlardan yana ve zalimlere düşman olmakla mükellefiz. Emir'el Müminin'in -s- değerli oğluna yazdığı meşhur vasiyette vurgulayıp hatırlattığı vazifedir bu: "Mazluma yardımcı ol, zâlime düşman kesil !"([52])

İslam âlimleri zalimlerin gayrimeşru çıkarlar sağlayıp tekelcilikte bulunmalarına karşı durmalı ve halkın büyük bir çoğunluğu açlık ve mahrumiyet içindeyken onların hemen yanı başında; talancı ve haram yiyici zalimlerin nimetler içinde keyif çatmasına engel olmalıdırlar. Emir'el Mü'minin -s- "Benim bu vazifeyi -hilafet, devlet başkanlığı-kabul etmemin yegâne nedeni Allah Tebarek ve Teâlâ’nın zalimlerin oburluğu ve vurgunculukları; mazlumların da açlık ve mahrumiyetleri karşısında sessiz ve lakayt kalmayacaklarına dâir İslam âlimlerinden söz almış olmasıdır" buyurmakta ve şöyle demektedir:

"...Andolsun tohumu yarana, canı yaratana; biat edenler gelip burada toplanmasalardı ve ben gerekli yardımcı gücü bulduğum için bu işi kabulle mükellef olmamış olsaydım ve Allah Teâlâ İslam âlimlerinden zalimlerin oburlukları ve vurgunculuklarıyla, mazlumların dayanılmaz açlık ve mahrumiyetleri karşısında sessiz ve lakayt kalmayacaklarına dair söz almış olmasaydı iktidar yularını bırakır, bir daha da elime almazdım. O zaman şu dünyanız ve dünyevî makam ve mevkinizin benim nazarımda bir keçi aksırığının çıkardığı rutubetten daha değersiz olduğunu görürdünüz..."([53]).

Bir grup hain ve haram yiyiciyle ecnebi uşaklarının, dış güçlerin yardımı ve süngü zoruyla yüz milyonlarca Müslüman’ın el emeği ve servetine el koyduklarını ve en asgarî nimetlerden bile faydalanmalarına izin vermediklerini göre göre bugün nasıl sessiz kalır, tepki göstermeden öylece yerimizde oturabiliriz? Bu zalimane duruma bir son vermek İslam ulemasının ve bütün Müslümanların vazifesidir; yüz milyonlarca insanın saadetini temin yolunda zalim devletleri yıkmak ve İslam devleti kurmakla muvazzaftırlar

Ahbara Göre Devletin Gerekliliği

Aklın, İslam hükümlerinin, hz. Resul-ü Ekrem'in -saa- sünneti ve hz. Emir'el mü'minin'in -s- siyeriyle ayet ve rivayetlerin de gerektirdiği ve açıkça belirlemiş olduğu üzere devlet kurulması lazım ve gereklidir. Örnek olması açısından, hz. İmam Rıza'dan -s- naklolunan bir rivayeti aktarıyorum:

Bu hadisin nübüvvetle ilgili olan ilk kısmını, konumuz dışında olduğu için aktarmaya gerek görmüyor, bahsimizle ilgili olan son bölümünü aktarıyoruz; İmam şöyle buyuruyor:

"...Hekîm ve bilge Allah Teâlâ’nın niçin "ululemr" tayin edip ona itaati gerekli kıldığını soracak olana şu cevap verilir: Allah Teala'nın bu emrinin birçok delili ve nedeni vardır. Bunlardan bir kısmı şöyle özetlenebilir: İnsanlara belli bir kanun ve yol gösterilip bu yoldan sapmamaları ve bu kuralları çiğnememeleri emredilerek, belirlenen çerçeve ve sınırları aşmamaları, aksi takdirde fesada bulaşacakları vurgulanmış olduğundan ve diğer taraftan başlarında emin ve güvenilir biri veya belli bir güç bulunup da onları bu yol üzere tutarak durumlarını gözetleyip kollamadıkça insanların ilahî yol ve kanunlar üzere sabit kalmaları, belli kanunları çiğnememeleri ve haklarını aşan sınırlara ayak basmamaları mümkün olmadığından (zira eğer böyle olmaz ve -tepesinde- onları caydırıcı ve gözetleyici bir güç bulunmazsa hiç kimse, başkalarının zararına sebep olup onların fesadına yol açabilecek dahi olsa şahsî lezzet, haz ve çıkarlarından vazgeçmez ve şahsî keyfi ve çıkarları için başkalarına zulmetmekten çekinmez) ululemre itaat edilmelidir. Bunun bir diğer delili ve nedeni de şudur: Kanun, düzen ve disiplini sağlayıcı bir lider veya bir gücün başkanlık ve nezareti olmaksızın hayatını sürdürebilen hiçbir toplum, hiçbir millet veya şu ya da bu dine mensup bir topluluk olmamıştır. Çünkü bütün insanlar din ve dünyalarının geçim ve temini için böyle bir -lider ve yöneticiye muhtaçtırlar. Binaenaleyh Hekîm ve bilge Rabbul Alemin'in, kullarını başsız ve sorumsuz bırakması mümkün değildir. Zira Allah Tealâ, kullarının böyle bir şahsa ihtiyaçları olduğunu ve başlarında, onları kollayıp gözetecek biri olmazsa durumlarının düzen ve disiplin bulmayacağını; ancak böyle birinin emri altında insanların düşmanla savaşabileceklerini, genel gelirlerin onun eliyle bölüştürülüp paylaştırılması gerektiğini, onun öncülüğünde -imametinde- Cuma ve cemaat namazlarının kılındığını ve toplumun mazlumlarının haklarının zalimlere karşı onun eliyle korunabileceğini bilmektedir.

Bir diğer delil ve neden de şudur: Eğer insanların başında onlara çeki düzen verip kanun ve disiplini sağlayarak halka hizmet edecek, emîn, dürüst ve sâdık bir imam tayin etmeyecek olursa din eskimeye ve çürümeye yüz tutar, kanun ve yol kaybolur gider, İslam hükümleri ve İslâmî yöntemler değişi verir, tersyüz olurlar, bid'atçiler dine izâfı şeyler eklerler, mülhidlerle dinsizler dini eksiltirler ve İslam’ı bambaşka bir yüzle tanıtırlar Müslümanlara. Çünkü insanlar eksik ve noksandırlar, kemale ihtiyaçları vardır, kemal bulabilmiş değildirler henüz. Birbirleriyle olan ihtilaf ve anlaşmazlıkları, türlü ve farklı eğilimleri ve bölük pörçük yaşamları da bu ihtiyacı iyiden iyiye pekiştirmektedir. Bu nedenledir ki Allah Tealâ, O'nun hüküm ve kurallarını uygulayıp koruyacak, düzen ve disiplini sağlayıp Peygamber'in -saa- getirdiği emaneti muhafaza edebilecek birini belirlememiş olsaydı, durum yukarıda anlattığımız şekle bürünecek ve Müslümanlar bozulacaklardı, İslam hükümleri, kural ve disiplinleri asimile olacak, ahdler, yeminler ve sözler tamamen değişecek ve neticede bunca değişim, bütün bir insanlığın tamamen bozulup fesada gömülmesine yol açacaktı..."([54])

İmam aleyhisselamın yukarıdaki sözlerinden de anlaşılacağı üzere çeşitli sebep ve nedenler devlet ve ululemr (veliyyi emr)in mevcudiyetini zaruri kılmaktadır. Bu sebep ve nedenler geçici veya belli bir zamanla sınırlı değildir; bu da devlet kurulmasının her zaman zaruri olduğunu gösterir. Mesela insanların islam hududunu -kanunlarını-çiğnemesi, yekdiğerinin hakkına tecavüzde bulunması ve zevk alma veya kişisel çıkarları için başkalarının haklarına el uzatması... gibi durumlar her zaman vardır. Bu durumların sadece hz. Emirel müminin Ali -s- zamanında var olduğunu, ondan sonra herkesin melek kesiliverdiğini söylemek mümkün değildir! Yüce yaratıcının hikmeti insanların adalet içinde yaşaması ve ilâhî hüküm ve kurallar çerçevesinde adım atılması gerektiği cihetindedir. Her zaman için geçerli olan bu hikmet, Allah Tealâ'nın değişmez sünnetlerinden -kurallarından-dır. Binaenaleyh bugün ve her zaman bir veliyyi emrin, yani İslam devlet ve kanunlarını kuran ve uygulayan bir kayyım ve yöneticinin varlığı kaçınılmazdır; insanların yekdiğerinin haklarını çiğneyip zulüm ve sitemde bulunmasını engelleyecek, halkın emanetini koruyup güvenliğini sağlayacak, insanları İslam kanun, akaid ve kurallarına doğru yöneltecek, mülhidlerle islam düşmanlarının din ve din hükümlerine bid'at sokmasını engelleyecek dirayetli bir yönetici... Emir'el mümininin -s- halife olması da bunun için değil miydi zaten?! O hazreti imam -ve devlet başkanı- yapan zaruretler şimdi de vardır; şu farkla ki belli bir şahıs yoktur; bilakis, meselenin bizzat kendisi -devlet başkanının gerekliliği ilkesi-

belirtilmiştir([55]) ki her zaman için yürürlüğünü koruyabilsin.

O halde eğer İslam hükümlerinin daima diri kalması isteniyorsa, zalim devlet ve iktidarların zayıf halkın haklarına tecavüzde bulunmasının engellenmesi gerekiyorsa, egemen azınlıkların şahsî çıkar ve zevklerini temin için halkı yağmalayıp ahlaksızlığa itmesi istenmiyorsa; İslam devleti kurulmalı, herkes İslam adaleti içinde yaşamalı ve âdil İslam kanunları çiğnenmemelidir deniyorsa, uyduruk ve kukla meclisler tarafından İslam’a aykırı kanunlar çıkarılıp bid'atlerde bulunulmasının engellenmesi gerektiğine inanılıyorsa ve ecnebilerin İslam ülkelerindeki nüfuzlarına son verilmeliyse, -bütün bunlar için İslamî bir- devletin var olması gerektiği bilinmelidir! Tabii ki sâlih ve doğru bir devlet olmalıdır bu; doğru, sâlih, güvenilir, emin ve kayyım bir yönetici olmalıdır; yoksa mevcut yöneticiler hiçbir işe yaramazlar, çünkü zorbadırlar, bozulmuş durumdadırlar, yönetimde bulunma liyakat ve salâhiyetleri yoktur hiçbirinin.

Zalim, hain ve bozuk yöneticileri devirip -âdil İslam- devlet kurmak için bütün halk el ele verip kıyam etmediğimiz için ve bazıları gevşek davrandığı, hatta İslam devlet ve yönetimiyle ilgili mevzuata girmekten çekindiği, dahası, bununla da yetinmeyerek ellerini açıp zalim yöneticilere dua ettiği için bu hallere düştük, İslam’ın toplum içindeki nüfuz ve etkinliği azaldı, İslam milleti bölük-pörçük edilip zayıflatıldı, İslam hükümleri uygulanmaz oldu, hatta yer yer değiştirildi, sömürücüler iğrenç emellerine ulaşabilmek için yerli siyasî yardakçıları vasıtasıyla yabancıların kanunları ve ecnebi kültürünü Müslüman arasında yayarak halkı batılılaştırdılar. Bütün bunlar bizim bir devlet başkanımız, kayyımımız ve liderlik teşkilatımızın olmayışından ileri geldi. Biz sâlih bir yönetim teşkilatı istiyoruz, gayet net ve haklı bir istektir bu.


 

 

3. BÖLÜM

 

 

İSLÂMİ DEVLET VE YÖNETİM BİÇİMİ

 

 

 

Bu Yönetimin Diğer Yönetim Tarzlarıyla Farkı

İslam devleti, mevcut devlet biçimlerinin hiçbiri değildir. Meselâ müstebit ve zorba bir yönetim tarzı ve devlet başkanının ülkeyi keyfince yönettiği, halkın malı ve canıyla oynayıp istediği gibi müdahalede bulunabildiği, dilediğini öldürüp dilediğini ödüllendirdiği, dilediğine mal-mülk verip milletin malını şuna buna bağışladığı istibdada dayalı bir düzen değildir. Hz. Resul-ü Ekrem efendimiz -saa- ve hz. Emir'el müminin -s- ve diğer halifelerin de böyle bir yetkilen yoktu. İslam devleti ne istıbdada([56]) dayalı bir düzendir, ne de mutlakiyete([57]); bilakis, 'meşrutî" bir sistemdir. Ama bugünkü yaygın anlamda 'kanunları bireyler ve çoğunluğun onayının belirlediği 'meşrutiyet de değil tabi([58])!

Burada 'meşrutiyet'ten kastedilen mana "devlet yöneticilerinin, Kur'an ve Nebevi sünnetin belirlemiş olduğu bir dizi kanun ve kurallar çerçevesinde ülkeyi idare etmesi”dir,   yani Kur’an ve sünnetin egemenlik  "şart’ı söz konusudur,   İslam kanunları hâkim ve icra olunmalıdır. Bu açıdan İslam devleti 'İlâhî kanunların halkı yönetmesi" dir.

'Saltanat meşrutiyeti"([59])   veya sırf  "cumhuriyet"([60])   gibi rejim tarzlarıyla İslâmî devlet sistemi arasındaki temel fark da budur zaten: Söz konusu rejimlerde bizzat şah veya halkın seçtiği temsilciler 'kanun koyucu" durlar, kanunları onlar belirlerler; İslam’da ise kanun koyucu Allah Teâlâ’dır, kanun ve kuralları ancak Allah belirler. İslam’ın mukaddes kanunlarını belirleyen makam (Allah Teâlâ -çev-) yegâne 'kanun koyucu"dur, O'ndan başka kimsenin kanun koyma yetki ve hakkı yoktur ve O'nun koyduğu kanun dışında başkaca hiçbir kanun yürürlüğe girmez. Bu nedenledir ki iktidarın üç merkez kolundan birini teşkil eden 'kanun koyucu -yasama- meclisi" yerine, İslam devletinde bir nevi "plânlama ve program meclisi" vardır ki çeşitli bakanlıklar için İslam hükümleri çerçevesinde plânlama ve programlamada bulunur ve kamu hizmetlerinin ülke çapında nasıl yapılanması gerektiği bu plân ve programlarla belirlenmiş olur.

Kur'an ve sünnette toplanıp belirlenmiş olan İslam kanunları bütünü Müslümanlar tarafından 'uyulması kesinlikle şart" kanunlar olarak tanınmıştır. Bu 'resmen tanıma" ve 'kabul" olayı İslam devletinin işini kolaylaştırmakta ve bu devletin 'halkın kendi devleti" olmasını mümkün kılmaktadır. Hâlbuki cumhuriyet ve meşrutî krallık rejimlerinde; kendilerini 'halkın çoğunluğunun temsilcisi" olarak tanımlayanların çoğunluğu istedikleri her şeyi 'kanun" adına onaylayıp halkın tamamına yüklemektedirler. İslam devleti, 'kanun devleti"dir. Bu tür bir devlet ve yönetim tarzında egemenlik kayıtsız şartsız Allah'ındır, yegâne kanun da ancak Allah Teala'nın emir ve hükümleridir. İslam kanunu ve Allah'ın emri, toplumdaki herkese ve bizzat islam devlet ve hükümetine tamamen egemen ve hâkimdir. Hz. Resul-ü Ekrem efendimizden -saa- o hazretin halifeleri ve diğer bireylere varıncaya kadar herkes ebediyete kadar -islam devletindeki bu ilâhî- kanunlara tâbidir; Allah Tebarek ve Teâlâ -cc- tarafından nazil olup Kur'an ve Nebiyy-i Ekrem efendimizin -sav- diliyle beyan olunmuş bulunan kanunlardır bunlar. Hz. Resul-ü Ekrem efendimizin -sav- halifeliği üstenmiş olması da Allah Teâlâ’nın emri gereğince vuku bulmuştur. Allah Tebarek ve Teâlâ -cc- o hazreti halife ilan etmiş ve -onun için- 'yeryüzündeki halifem" buyurmuştur; yoksa hz. Resulullah -sav- kendiliğinden bir devlet kurup böylece müslümanların başına geçmeyi düşünmüş değildir. Aynı şekilde insanlar henüz müslüman olmuş ve islamla yeni tanışmış bulundukları için -peygamberden- sonra ümmet arasında çıkabilecek bir ihtilaf ihtimalini önlemek amacıyla Allah Tebarek ve Teâlâ -cc- vahy yoluyla hz. Resul-ü Ekrem'e -saa-halifelık meselesini -hiç geciktirmeden- hemen oracıkta, çölün ortasında müslümanlara duyurup iblağ etmesini emretti([61]). Binaenaleyh hz. Resul-ü Ekrem efendimiz -saa- Allah'ın kanunu gereğince davranmış ve bu kanuna itaatle hz. Emir'el müminini -s- kendisinden sonra halife tayın etmiştir; damadı olduğu veya birçok hizmette bulunduğu için değil; Allah'ın emrine itaatle memur kılındığı ve Allah'ın emrini yerine getirmekle mükellef olduğu için yapmıştır bunu. Evet, islamda devlet ve iktidar demek 'kanuna itaat etmek" demektir, -islamda- topluma sadece kanun hükmeder. Hz. Resul-ü Ekrem -saa- ve veliyullahlara (Masum İmamlar) verilen bir takım kısıtlı yetkiler de yine Allah Tealâ tarafından verilmiştir. Hz. Resul-ü Ekrem efendimiz -sav-ne zaman bir şey buyurmuş veya herhangi bir hükmü tebliğ etmişse hep Allah'ın kanunu ve emri gereğince olmuştur; istisnasız herkesin uyması gereken ilâhî kanun... Yöneten de, yönetilen de, herkes ilâhî kanuna itaatle yükümlüdür. İnsanlar için uygulanması ve itaati gerekli yegâne kanun ve hüküm, Allah'ın kanun ve hükmüdür. Hz. Resul-ü Ekrem'e -sav- itaat de, Allah'ın emriyledir, nitekim Allah Teâlâ "Resule itaat edin" buyurmaktadır; ondan sonra "ululemr"e veya devleti yönetenlere itaat de yine Allah'ın emri gereğincedir ki Allah Teâlâ bu hususta da şöyle buyuruyor: "Ey inananlar! Allah'a, Resulü'ne ve sizden olan emir sahiplerine -ululemr- itaat edin"([62]). Bireylerin şahsî görüşü, hatta hz. Resul-ü Ekrem efendimizin -saa- görüşünün bile ilâhî kanun ve devlete zerrece dahide bulunması sözkonusu değildir; istisnasız herkes ilâhî iradeye, Allah'ın emrine tâbidir.

Şehınşahlık ve imparatorluk([63]) bir yana dursun, islamda devlet sistemi krallık da değildir. O tür rejimlerde devletin başındakiler halkın malına ve canına musallat olup dilediklerince müdahelelerde bulunurlar. Böylesine bir yöntem ve yönetim tarzından islam münezzehtir. Bu nedenledir ki şehmşanlık ve imparatorluk rejimlerinin tam tersine, islâm devletinde büyük saraylar, şatafatlı binalar, uşaklar, kapıkulları, özel büro, veliahdın bürosu... vb. gibi ülke bütçesinin yarısını veya daha fazlasını heder eden saltanat harcamaları yoktur. İslam devletinin başında bulunan ve müslümanları yöneten hz. Resul-ü Ekrem efendimizin -saa- nasıl -sade- yaşadığını herkes bilir... O hazretten sonra, Emevî dönemine kadar da sürdü bu -nevî- yöntem; ilk iki -halife- her ne kadar Osman dönemindeki fahiş sapmayla sonuçlanan([64]) ve bizi bugün bu felaketlere düşürmüş bulunan diğer hususlarda aykırı davrandılarsa da, şahsî ve zahiri hayatlarında görünüşte de olsa hz. Resulullah'ın -saa- bu -sade yaşama- sünnetini sürdürdüler. Hz. Emir'el müminin Ali -s- döneminde yönetim tarzı düzeltildi, yönetim şekli sâlih ve doğru hale getirildi. O hazret İran, Mısır, Hicaz ve Yemen'i eyaletleri olarak kapsayan öylesine geniş bir beldeye hükmettiği halde fakir bir din öğrencisinin bile sürdüremeyeceği -sade ve çileli- bir hayat sürdürüyordu. Rivayette de geçtiği üzere bir gün iki gömlek alır ve daha iyi olanını Kanber'e -gönüllü hizmetçisine- verir; kollan fazlaca uzun gelen gömleği kendisi alır ve kollarının fazlasını keserek o gömleği öylece sırtına geçirir.([65]) Hâlbuki oldukça büyük, kalabalık ve bol gelirli bir ülkenin devlet başkanıydı kendisi! İşte bu sünnet ve bu yöntem korunmuş ve devlet ve yönetim tarzı İslamî olmuş olsaydı halkın canına ve malına musallat olma, saltanat, krallık ve şehinşahlık -rejimlerinin boyunduruğunda yaşama-, bu zulüm ve çapulculuklar, devlet hazinesini soyma, yolsuzluklar, ahlaksızlıklar ve kötülükler vuku bulmazdı. Bu kötülük ve bozulmaların çoğu; devletin başındakilerden, müstebit ve keyfine düşkün egemenle onun ailesinden*) kaynaklanmaktadır. Fesat ve ahlaksızlık merkezlerini açan, fahşa ve ayyaşlık mekânları düzelten, vakıf gelirlerini sinema binalarına harcayan hep bu baştakilerdir, yöneticilerdir. Şah ve ailesi için yapılan bu ağır masraflı teşrifatlar, har vurup harman savurmalar ve türlü yolsuzluklar olmasaydı ülke bütçesi elbette ki açık vermez ve Amerika'yla İngiltere'nin önünde iki büklüm olup kredi ve yardım dilenmelerine gerek kalmazdı. Memleket hep bu har vurup harman savurmalar, sorumsuz harcamalar ve yolsuzluklar neticesinde muhtaç duruma düşürülmüştür; yoksa, az mı petrolümüz var bizim?! Ya da madenlerimiz ve yeraltı zenginliklerimiz mi yok? Var, her şeyimiz var aslında, ama millet adına yine milletin cebinden ve memleket bütçesinden yapılan bu keyfi harcamalar, savurganlıklar ve yolsuzluklar mahvetmiş durumdadır ülkeyi! Bunları yapmasaydı kalkıp da buradan Amerika'ya gitmesine ve o herifin (ABD başkanı) masasının önünde boyun büküp "bize yardım edin" demesine gerek kalmazdı!

Öte yandan şişkin idarî kadro ve gereksiz birçok idare ve kurumla, İslam’a ters düşen bürokrasiye dayalı yönetim tarzı -gibi faktörler de-daha önce bahsettiğimiz haram kategorisindeki gereksiz harcamalardan hiç de aşağı kalmayan harcamalar yüklemektedir memleketin bütçesine. İslam’da böyle bir idare sistemi olmaz. Halk için gereksiz harcamalar, sıkıntı ve vakit kaybından başka neticesi olmayan bu gereksiz işlem ve bürokrasilerin İslam’la alâkası yoktur. Meselâ hakların temini, davaların halli, hadlerin -cezaların- uygulanması ve ceza kanunlarında İslam’ın uyguladığı yöntem gayet basit, süratli ve pratiktir. İslâm yargılama usulünün uygulandığı dönemlerde bir şehrin şer'î kadısı 2-3 memur, bir kalem ve bir hokkayla davaları çözüme bağlıyor ve halkın fazla vaktini almayarak -herkesin bir an önce işinin gücünün başına dönmesini sağlıyordu. Bugün ise şu adliyenin idâri sistemi ve adliye idarelerindeki bürokrasi ve protokollerin ne hadde vardığını bir Allah bilir! Üstelik hiçbir ışı de bir neticeye bağladıkları yok! Memleketi muhtaç duruma düşürüp zahmet ve vakit kaybından başka netice vermeyen şeylerdir bunlar.

Yöneticilik Şartları

Yöneticide bulunması gereken şartlar, İslam devleti ve İslamî yönetim tarzının tabiatından kaynaklanmaktadır. Akıl ve tedbir gibi genel şartlardan başka aşağıda geçen iki esas şart da aranır:

1-      Kanunu bilmek.

2-      Adalet.

Hz. Resul-ü Ekrem'den -saa- sonra kimin halife olacağı konusunda birtakım ihtilaflar çıktıysa da; halifenin fazı] -erdem ve bilgi sahibi-olması gerektiği hususunda Müslümanlar arasında hiçbir anlaşmazlık görülmedi. İhtilaf, sadece mevzuda, kimin halife olacağındaydı.

1- İslam devleti kanun devleti olduğundan, bu devletin başına geçecek kimsenin kanunu bilmesi şarttır. Rivayette de böyle geçer bu. Sadece yöneticinin değil; makamı ve mesleği ne olursa olsun bütün Müslümanların kanunu bilmesi istenmiştir, ancak, yönetimin başında bulunanın ilmî kariyerinin daha üstün olması gerekir. İmamlarımız da imamlıklarını buna istinaden ispat yoluna gitmişler ve imamın diğerlerinden ilmen daha üstün olması gerektiğini belirtmişlerdir([66]). Şia âlimlerinin diğerlerine yönelttikleri eleştiriler de bu esasa dayalıdır, 'falan hükmü sordular, halife bilmedi; o halde hilafet ve imamete lâyık değildir." demişlerdir, 'falan işi İslam hükümlerine aykırı yaptı, o halde imamete lâyık olamaz"([67]) şeklinde karşı çıkmışlardır. Müslümanlar açısından 'kanuna vâkıf olma" ve "adalet" en esas şartlardır, başka şeyler bu hususta(' şart ve zaruri değildir. Mesela meleklerin ne tür yaratıklar olduğu veya Allah Tebarek ve Teâlâ’nın vasıflarının neler olduğu gibi ilimlerin hiçbiri imamet meselesinde şart değildir. Nitekim birinin bütün tabii bilimleri bilmesi tabiat kanunlarının tamamını keşfetmesi veya müzik uzmanı olması ona halifelik liyakati kazandıramayacağı gibi, bu vasıfları taşıyor olması da devlet idaresi hususunda onu, İslam kanunlarını bilen ve âdil olanlardan daha üstün kılmaz. Hilafetle ilgili olup hz. Resul-ü Ekrem -saa- ve imamlarıma } zamanında hakkında etraflıca konuşulmuş bulunan ve bütün Müslümanlarca da çok iyi bilmen nokta; İslam devletini idare edecek olan yönetici ve halifenin evvela İslam hükümlerini bilmesi, yani 'kanuna vâkıf olması", ikinci olarak da "adalet" sahibi olması ve itikâdî ve ahlâkî kemal taşımasıdır. Akıl ve mantık da bunu gerektirir zaten; zira İslam devleti kanun devletidir; ne keyfi bir yönetimdir, ne de şu veya bu şahsın halkı yönetmesi! Yönetici kanunu bilmiyorsa, İslam nazarında yöneticiliğe lâyık değildir. Çünkü eğer (kanunları gereğince bilmez ve mecburen -çev-) taklit edecek olursa iktidarın gücü kırılmış olur, -bilmediği halde- taklit etmeyecek olsa o zaman da İslam kanunlarını uygulayamayacak ve yöneticilikte bulunamayacaktır. 'Fakihler sultanların yöneticisidirler"([68]) buyrulmuyor mu?! Krallar ve sultanlar eğer gerçekten İslam’a uymak isteseler, fakihlere itaat etmeleri gerekir, İslam kanun ve hükümlerini fakihlerden sormaları ve uygulamaları icap eder. Bu durumda asıl yönetici de zaten fakihler olmuş olur. O halde egemenlik ve yöneticilik hakkı resmen fakihlere ait olmalıdır; kanunu ve fıkhı bilmediği için fakihe itaat etmesi gerekenlere değil! Diğer yetkililerin, sınırları koruyanların ve idarî memurların bütün İslam kanunlarını bilmeleri ve fakih olmaları da gerekmez tabi; kendi meslek ve vazifeleriyle ilgili kanunları bilmeleri yeter. Hz. Peygamber-i Ekrem -saa- ve Emir'el müminin -s- döneminde de böyleydi zaten. Memleketin başına geçecek olanın bu iki imtiyaza sahip olması gerekir; ama şehirlere, kasabalara ve köylere gönderilen muavinler, yetkililer ve görevlilerin kendi iş ve vazifeleriyle ilgili kanunları bilip diğer meselelerde en baştaki yetkiliye danışmaları gerekir.

2- Yönetimin başında bulunacak olanın itikadı ve ahlâkî açıdan mükemmel ve âdil olması gerekir, günahkâr olmamalıdır. "Hudud -hadler-'î uygulamak isteyen, yani İslam ceza kanunlarım icra etmek isteyen birinin, beytülmali elinde bulundurup memleketin gelir ve giderlerini belirleyen ve Allah'ın kullarının yönetim ve idaresini üstlenen birinin elbette ki günahkâr olmaması gerekir: "zalimler benim ahdime erişemez"([69]) -ayetinde de buyurduğu üzere Allah Teâlâ, zalim olana "devlet yönetiminde bulunma hakkı" vermemektedir. Yönetici âdil olmazsa Müslümanların haklarını verme, vergileri toplama ve doğru yollarda harcanmasını sağlama ve ceza kanunlarını uygulama gibi hususlarda adaletle davranmayacaktır; yakınlarını ve akrabalarını halkın başına musallat edebilecek, Müslümanların beytülmalini şahsî garazları, heves, şehvet ve keyfi istekleri doğrultusunda kullanabilecektir.

Görüldüğü gibi devlet ve yönetim tarzının nasıl olması ve hz Resul-ü Ekrem'in -saa- rıhletinden, gaybet dönemine kadarki süre boyunca kimlerin bu makama gelebileceği mevzusunda Şia’nın görüşleri gayet net ve açıktır: İmamın İslam hüküm ve kanunlarını gereğince bilmesi -faziletli ve erdemli olması ve bunları uygulama hususunda âdil davranabilmesi gerekir.

Gaybet Döneminde Devlet Başkanlığının Şartları

İmamın gaybeti döneminde bulunduğumuz ve İslam’ın yönetimle ilgili hüküm ve kanunlarının bakı kalıp süreğenliğini sürdürmesi gerektiği ve kargaşa ve anarşinin reva olmadığı şu sırada da devlet kurulması zaruridir. Akıl ve mantık da hükmetmektedir ki bir saldırıya uğradığımızda bunu engelleyebilmemiz, Müslümanların namusları tehlikeye düştüğünde onları koruyabilmemiz için bir devlet düzeni ve yönetim teşkilatı gerekmektedir. Mukaddes şeriat hükümleri de “bize saldırmak isteyenlere karşı daima müdafaaya hazırlıklı olmalısınız" diye emretmektedir. Hem, bireylerin yekdiğerinin haklarına tecavüzünü engelleyebilmek için de devlet, yargı ve yürütme sistemine ihtiyaç vardır, çünkü bu işler kendiliğinden sonuca bağlanmaz, ille de devlet ve hükümet kurulması gerekir. Zira devlet kurulması ve toplumun yönetilmesi bütçe ve vergi ister; şeriat hükümlerini koyan mukaddes sâri -Allah Teâlâ- bütçe ve çeşitli vergi türlerini de belirlemiş bulunmaktadır: Haraçlar, humus, zekât, ...vb. gibi.

Allah Tebarek ve Teâlâ tarafından belli bir şahsın devlet işlerini üstenmekle görevlendirilmiş bulunmadığı gaybet çağı olan zamanımızda yapılması gereken nedir? İslam’ı bırakacak mıyız? Artık İslam’ı istemiyor muyuz yani?! İslam sadece 200 yıl için miydi? Yoksa İslam ne yapacağımızı belirtmiştir ve devlet işlerine karışmamız mı gerekir? Devletimizin olmaması -ve devlet işlerine karışmamamız-demek Müslümanların bütün kanun ve prensipleri çiğnenirken bizim pısırıkça kollarımızı kavuşturup 'ne yaparlarsa yapsınlar" deyip her şeye seyirci kalmamız demektir. "Baştakilerin yaptıklarını onaylamayabiliriz, ama red de etmeyiz" mi diyoruz yani? Böyle mi olmalı -halimiz-gerçekten? Yoksa "devlet ve hükümet kurmamız gereklidir; Allah Teâlâ her ne kadar gaybet dönemine mahsus olarak bir devlet başkanı tayin etmemişse de, sadr-ı İslam döneminden hz. Sahib-uz zaman -sa-dönemine kadar geçerli olan İslâmî devlet ve yönetim prensipleri, gaybet döneminde de geçerlidir" mi dememiz gerekir? Kanunu bilme ve âdil olmaktan ibaret bulunan bu özellik ve prensipler çağımızdaki birçok fakihte vardır bugün. Bunlar bir araya gelip de icma edebilseler bütün dünyaya matuf bir adalet devleti kurabilirler

Velayet-i Fakih

Bu iki özelliğe sahip liyakatli biri kalkıp da devlet kuracak olursa hz. Resulullah'ın -saa- toplumu idare konusunda taşıdığı velayeti taşımış olur ve bu durumda herkesin ona itaat etmesi gerekir.

'Hz. Resulullah'ın -saa- devlet idaresi hususundaki yetkilerinin mi daha fazla olduğu, yoksa hz. Emir'in mi -hz. Ali-" gibi veya 'hz. Emir'in -s- yönetim hususundaki yetkilerinin fakihlerden daha fazla olduğu" yolundaki laflar tamamen kuruntulardan ibaret olup bâtıl ve yanlıştır. Evet, hz. Resulullah'ın -saa- faziletleri herkesten üstün ve daha fazladır; ve ondan sonra da hz. Emir'in -s- faziletleri herkesten fazla ve ileridir; ama fazilet ve üstünlüklerin daha fazla olması "devlet idaresi hususunda" kimseye şer'an "daha yetkili de olma" gibi bir konum kazandırmaz. Ordu hazırlama ve insanları savaş için seferber etme, valiler ve diğer yetkilileri atama, vergi toplama ve bu gelirleri Müslümanların salah ve hayrına olacak yollarda harcama... gibi hususlarda hz. Resulullah -saa- ve diğer masum imamlar salavatullah aleyhim'in sahip olduğu bütün yetkiler İslam açısından bugün kurulacak bir İslam devleti için de geçerlidir ve onda da olacaktır, ancak bu belli bir şahsa ait değildir, "âdil âlim" için geçerlidir denilmiştir.

İtibarî Velayet

Hz. Resul-ü Ekrem'le -saa- Ehl-i Beyt imamlarının -s- taşıdığı velayet ve yetkinin,   gaybetten sonra fakihte de bulunabileceğini söylerken fakihlerin makamıyla hz. Resulullah -saa- ve imamların -s-makamlarının da aynı olduğu gibi bir anlam çıkarılmamalıdır asla; zira bizim burada ele aldığımız konu makam ve derece değil, 'Vazife"dir. "Velayet",  yani devlet kurma, ülke yönetme ve mukaddes şeriat kanunlarının uygulanması pek ağır ve önemli bir vazifedir, ama kimse bu yolla olağanüstü bir makam ve konuma ulaşmış olmaz, İslam devletinin başında bulunma, kimseyi 'herhangi bir insan olmaktan daha üst ve öte bir hadde yükseltmez.  Başka bir deyişle burada söz konusu ettiğimiz 'Velayet", yani egemenlik, yönetme ve idare olayı, çoğu kimsenin tasavvur ettiğinin tam tersine, bir ayrıcalık ve üstünlük değil, ağır, ciddî ve hassas bir sorumluluktur.

'Velayet-ı Fakih" konusu, akla dayalı itibarî konulardandır([70]) ve hukukî konumdan başka bir konumu yoktur, tıpkı mümeyyiz olmayanlar ve küçükler için kayyım tayinindeki hukukî yaptırım gibidir. Milletin kayyımıyla, mümeyyiz olmayanların kayyımının, hukukî olarak vazife ve konum açısından hiçbir fark yoktur. İmam'ın -s- bir kimseyi, mümeyyiz olmayan veya bakım ve korunmaya muhtaç birinin bakım ve sorumluluğunu([71]) üstlenmeye (=kayyım) veya resmî bir göreve ya da belli bir vazifeye tayın etmesi gibidir. Bu konularda hz. Resul-ü Ekrem'le -saa- imam veya fakih arasında bir fark gözetilmesi zaten makul değildir.

Mesela fakihin velayet sahasına giren işlerden biri 'hududu", yani İslam ceza kanunları olan hadleri uygulamaktır. Hadlerin uygulanmasında hz. Resul-ü Ekrem efendimizle -saa- imam veya fakih arasında bir ayrıcalık olduğu düşünülebilir mi? Yani mesela, fakihin makam ve derecesi -peygamber ve imamdan- daha aşağı olduğu için daha mı az vurması gerekir? Mesela cezası 100 kırbaç olan zina suçunun haddini hz. Resulullah -saa- vurdurtursa 150, hz. Emir'el müminin -s- vurdurtursa 100, fakih vurdurtursa 50 darbe mi olacaktır? Yoksa şöyle mi: İslam’da yönetimden sorumlu olan, yürütme işlerinden de sorumludur ve Allah'ın hadlerini -belirlediği cezalan- uygulaması gerekir; ister hz. Resulullah -saa- olsun, ister hz. Emir'el müminin -s-olsun, ister o hazretin mesela Basra veya Küfe şehrindeki valisi veya ister herhangi bir zamandaki fakih olsun –fark etmez ve bu hadleri uygulaması gerekir.

Hz. Resul-ü Ekrem'le -saa- hz. Emîr'in -s- üstlenmiş oldukları diğer bir sorumluluk da vergilerin; humus, zekât, cizye ve haraç taalluk eden arazilerin haraçlarının toplanmasıdır.([72]) Hz. Resul-ü Ekrem efendimiz -sav- zekât alırsa ne kadar alacaktır? Bir yerden onda bir, diğer bir yerden yirmide bir mi? Hz. Emir'el müminin -s- halife olduğunda ne yapacaktır peki? Ya da mesela sizden biri çağının fakihi olur da sözü geçerse,  o ne kadar alacaktır? Bu hususta hz.  Resulullah'ın -saa-velayetiyle hz. Emir'el müminin -s- veya fakihin velayeti birbirinden farklı mıdır yani?! Allah Teâlâ -cc- hz. Resul-ü Ekrem efendimizi -saa-bütün Müslümanların 'Veli'si kılmıştır, binaenaleyh o hazret hayatta olduğu sürece herkese, hatta hz. Emir'el müminin'e -s- de 'Veli"dir ve velayeti vardır. O hazretten sonra da İmam bütün Müslümanların, hatta kendisinden sonraki imamın velisidir -ve onun üzerinde velayet hakkı vardır-; yani onun devlet ve yönetimle ilgili emirleri herkesi kapsar ve herkes için bağlayıcıdır; vali ve şer'i kadı tayin ve azlinde bulunma yetkisi vardır. Devlet ve yönetim oluşturma, icra ve yönetimle ilgili işleri deruhte etme gibi hz. Resulullah -saa- ve imam için geçerli olan bu 'Velayet" şekli, fakih için de vardır. Ancak bu fakih, zamanının bütün diğer fakihlerine de velayette bulunacak ve bir fakihi azl veya tayin edebilecek şekilde bir 'mutlak velâyet"e de sahip değildir. Bu anlamda; birinin diğerinden daha aşağı veya daha yukarı mertebeye sahip olması şeklinde bir mertebe ve derece yoktur, birinin 'Veli", diğerinin "daha veli" olması söz konusu değildir.

Bu mesele böylece belli olduktan sonra, hadlerin uygulanması ve İslam topraklarının ve nizamının korunması için fakihlerin topluca veya ferdi olarak -tek basma- şeriat devleti kurması gerekir. Elinden gelebilen ve kendisi için mümkün olan kimseye bu vazife 'farzı aynî" (aynî farz)dır, aksı takdirde 'kifaî farz" olur([73]). Bu da mümkün olmazsa velayet görevinin hükmü kalkmış olmaz, zira -fakihler- Allah tarafından bu vazifeyle sorumlu kılınmış ve atanmışlardır. Yapabilirlerse vergiler, humus, zekât ve haraçları toplayıp Müslümanların hayrına olacak işlerde harcamaları ve hadleri uygulamaları gerekir. Belli başlı ve ülkeye hâkim bir devlet kuramıyorsak bile bir kanara çekilip hiçbir şey yapmazlık edemeyiz; bilakis, Müslümanların ihtiyacı olan her işi ve bir İslam devletinin yapması gereken herşeyı yapmak ve elimizden geldiğince uygulamakla mükellefiz.

Tekvini Velayet

Masum imamın -s- devlet ve hükümet velayeti yetkisinin ispatlanması, onun manevi -tekvini- makamı olmadığı anlamına gelmez. İmam için, devlet ve yönetim görevinden farklı olarak, bir de manevî makamlar vardır.  "Allah'ın genel halifesi olma makamı" olan bu mertebe, kimi zaman masum imamlar -s- tarafından da bizzat ifade edilmiştir. Tekvini olan bu hilafet gereğince bütün zerreler 'Veliyy-i emr" karşısında eğilir ve ona itaat ederler.   Mezhebimizin zaruri inançlarındandır bu; masum imamların -s- manevi makamlarına hiç kimse erişemez; hatta mukarreb melek ve nebiyy-i mürsel bile! Mevcut rivayetlerde de belirtildiği üzere hz. Resul-ü Ekrem efendimizle -saa- masum imamlar -s- bu âlemden önce Arş'ın gölgesinde bulunan nurlar idiler ve nutfelerinin bağlanması ve 'tıynet" açısından da diğer insanlardan ayrıcalıklı ve üstündüler([74]) ve sayısız makamları, mertebe ve dereceleri vardır onların. 'Miraç" rivayetlerinde hz. Cebrail aleyhisselamın da arz ettiği gibi 'Biraz daha yaklaşacak olsam, yanarım"([75]). Keza masumların -s- şu buyrukları; 'Bizim Allah Teâlâ’yla öyle hallerimiz vardır ki ne mukarreb -yakın- melekler ulaşabilir ona, ne de mürsel nebiler"([76]). Bu inanç, bizim mezhebimizin usullerindendir; masum imamlar -s- devlet ve yönetim mevzuundan önce -ve öte olarak- böylesine -yüce- makamlara sahiptirler. Hatta mevcut rivayetlerde de belirtildiği üzere hz. Fâtıma-ı Zehra selamullah aleyhâ da bu manevî makamlara sahiptir([77]),  oysaki o hazret ne devlet başkanıdır, ne şer'î kadı ve ne de halife. Bu makamlar, devlet ve yönetim görevinden ayrı -ve onu aşan- makamlardır. Binaenaleyh hz. Fâtıma-ı Zehra aleyhâselâmm şer'ı kadı ve halife olmamasının ben ve sizler gibi alelade bir insan olduğu veya manevi açıdan bizlerden üstün olmadığı manasına gelmediği bilinmelidir. Aynı şekilde 'Hz. Peygamber'in -saa- müminlere kendi nefsinden daha evlâ olduğu" na([78]) inanan biri, hz. Resul-ü Ekrem'in -saa- müminler üzerindeki devlet başkanlığı ve velayet makamından çok daha ileri ve üstün bir makamı da olduğunu ifade etmiş olur. Bu mevzuya daha fazla girmiyor ve bu kadarla noktalıyoruz, çünkü -yönetimle ilgili değil,- başka bir ilmin sahasına girmektedir.

Devlet, Yüce Gayeleri Gerçekleştirebilmek İçin Bir Vesiledir

Devlet ve yönetimi elinde bulundurmak başlı başına bir makam ve iftihar vesilesi değildir asla; bilâkis, devlet ve iktidar, adil İslam düzenini kurma ve İslam hükümlerini uygulayabilme vazifesinin ifası yolunda bir vesiledir sadece. Hz. Emir'el Müminin -s- devleti yönetme ve ordulara komuta etmenin bizatihi hiçbir değer ifade etmediğini anlatabilmek için -elindeki yırtık ayakkabıyı göstererek 'bu ayakkabı ne kadar eder?" diye sordu, İbn-i Abbas([79]) 'hiç!" diye cevap verince 'Size komutanlık etmek, benim nazarımda bundan da değersizdir işte!" buyurdu ve şöyle ekledi: 'Meğerki bu komuta ve iktidar vasıtasıyla hakkı (yani İslam kanun ve nizamlarının icrasını) yerine getirip bâtılı (haksız ve zalimane düzen ve kanunları) ortadan kaldırayım"([80]). Demek ki devlet ve iktidar, sırf bir vesileden ibarettir ve başkaca hiçbir kıymeti yoktur. Allah rızasını arayan insanlar için bu vesile, yüce gayeleri gerçekleştirmeye yaramayacaksa zerrece kıymet ifade etmez. Nitekim Nehc'ul Belaga'da da şöyle buyrulur: 'Eğer benim için hüccet tamamlanmamış ve bu işle vazifelendirilmiş olmasaydım -devlet ve iktidarı- bırakıverirdim". Devlet ve iktidarı ele geçirmenin manevî bir makam değil, sırf bir vasıta ve vesileyi ele geçirmekten ibaret olduğu apaçık ortadadır. Çünkü manevi bir makam olsaydı kimse onu gasp edemez ve bırakamazdı. Devlet ve iktidar ancak ilahi hükümlerin icrası ve âdil İslam düzeninin teşkiline yararsa değer ve kıymet kazanır ve ancak böyle bir iktidar ve devlet, onu elinde bulunduran için bir maneviyat ve değer ifade eder. Bazı insanlar dünyanın güç ve çekiciliğine fazlaca aldanmış olduklarından, iktidar ve yönetimi elinde bulundurmanın masum imamlar -s- için gerçekten bir değer ve kıymet olduğunu, başkasının eline geçmesi halindeyse kıyametin kopacağını sanırlar. Hâlbuki mesela Sovyetler ve İngiltere'nin başbakanları veya cumhurbaşkanının elinde devlet ve iktidar var, ama kâfirdirler! Kâfirler ve buna rağmen ellerinde iktidar var, siyasi nüfuz ve güçlen var ve bu iktidar ve siyasi nüfuz ve güçlerini, gayriinsanî politikalar ve kanunların da yardımıyla, kendi -şahsî- emel ve arzularının tatmini yolunda kullanmaktadırlar.

-Masum- imamlar -s- ve âdil fakihler devlet ve yönetim teşkilatını ancak ilahi hükümleri uygulama ve âdil İslam düzeninin oluşmasını sağlayarak halka hizmette bulunma yolunda kullanmakla görevlidirler. Yoksa sırf devlet ve yönetimi idare etmiş olmanın, onlar için zahmet ve eziyetten başka bir şey olmadığı apaçık ortadadır; yine de mecburen buna katlanırlar, çünkü bu vazifeyi yerine getirmekle görevlidirler. "Velayet-i fakih" mevzuu bir görev ve mükellefiyetten ibarettir.

Devletin Yüce Hedefleri

Hz. Ali -s- devletin başına geçip yönetim sorumluluğunu üstlenmesinin nedenim açıklarken 'yüce hedefler için, hakkı diriltip, bâtılı ortadan kaldırmak için" demektedir. İmam -s- şöyle buyurmaktadır: "Allah'ım! Sen de bilirsin ki biz sırf mevki ve makam elde etmek için kıyam etmiş değiliz, hayır, biz mazlumları zalimlerin elinden kurtarmak istiyoruz. Bu iktidarı ve halkın yönetimini kabul etmemin yegane nedeni 'Zalimlerin zalimce ve oburca yaşayışları ve mazlumların dayanılmaz açlıkları karşısında sessiz kalmayacaklarına dair Allah Tealâ'nın, ümmetin âlimlerinden söz almış ve onları bu -durumda sessiz kalmamak-la mükellef kılmış olması"dır([81]) Ve bir başka yerde de:       

'Ya Rabbi! Sen pekiyi bilmektesin ki bizim yapmakta olduğumuz bu iş -yönetim ve savaşlara komuta- siyasi gücü ele geçirmek için bir rekabet veya dünyanın değersiz metaından bir şeyler elde edebilmek için değildir."  buyurmakta ve kendisiyle adamlarının onca çaba ve gayretlerinin nedenini, şöyle açıklamaktadır:

"...Uğraşılarımızın nedeni, Sen'in dininin apaçık ve besbelli prensiplerini yeniden hayata geçirmek, uygulanmasını sağlamak, yeryüzünde ıslahta bulunmak, böylece zulme uğramış kullarının güvenlik içinde olmasını ve niceden beridir uygulanmayan hüküm ve kanun -ve ceza kanun-larının bilfiil hayata geçirilip uygulanmasını sağlamaktır!"

Bu Gayelerin Gerçekleşmesi İçin Gerekli Özellikler

Devlet müessesesi ve elindeki iktidar ve emir gücüyle, İmam'ın -s-da yukarıda belirtmiş olduğu İslam’ın yüce gayelerini gerçekleştirmek isteyen bir yöneticinin, daha önce değinmiş olduğumuz mezkûr zaruri haslet ve özellikleri taşıması, yani kanunu bilmesi ve âdil olması gerekir. Bu nedenle hz. Emir'el müminin -s- devletin yüksek hedeflerini belirledikten sonra sözlerinin devamında, devleti yönetecek olan kimsede bulunması gereken sıfatları şöyle açıklamaktadır:

"Allah'ım; sana ilk yönelen ve Resul'ünün -sav- diline câri etmiş olduğun dinini ilk işitip ilk iman edendim ben. Namaz kılma hususunda Allah Resulü'nden -sav- başka hiç kimse benden öne geçmedi. Ve siz, ey insanlar, halkın namusuna, kanına, gelirine, hükümler ve kanunlara ve Müslümanların liderliğine egemen ve velayet sahibi olan kimsenin, Müslümanların malına mülküne göz dikecek, kerem ve büyüklükten yoksun bir pinti olmaması gerektiğini pekâlâ bilirsiniz."

'Keza, cahil ve kanunlardan bihaber de olmamalıdır, yoksa cahilliği yüzünden halkı yanlış yola götürür."

'Kaba ve sert de olmamalıdır, yoksa halk onunla muaşeretten çekinecek ve onunla ilişkisini kesecektir. Keza hiçbir devletten korkmaması gerekir ki -bu korkuyla- bir devlete düşman ve diğer bir devlete dost olmak durumunda kalmasın."

'Yargı işlerinde rüşvet alan birisi de olmamalıdır, aksi takdirde insanların haklarını zayi eder ve hakkın hak sahibine ulaşmasını engeller. Sünnet ve kanunu bırakmaması gerekir, yoksa ümmet sapma ve felakete sürüklenmiş olur."([82])

Dikkat ediniz, bu rivayetlerin konusu iki eksen etrafında dönüp durmaktadır: İlim ve adalet! Bu ikisi, 'Velayeti elinde bulunduran -vâli-"ın taşıması zaruretle gerekli hasletler olarak belirlenmektedir, "cehaletiyle halkı saptıracak bir cahil olmasın" ibaresinde 'ilim" özelliğine işaret edilmektedir. Diğer ibarelerde de gerçek anlamda bir "adalet" vurgulanmaktadır. Gerçek anlamda adalet; devletler ve halkla ilişkilerde ve halkla alış verişlerde, yargı ve muhakemede ve kamu gelirlerinin bölüştürülmesinde hz. Emir'el müminin -Ali- (s) gibi davranmak ve o hazretin, Malik-i Eşter([83]) ve gerçekte bütün valiler ve diğer görevliler için tespit etmiş olduğu programı([84]) uygulamaktır; bu program tıpkı genel bir talimat ve genelgeye benzer, böylece fakihler de velayeti -iktidarı- ellerinde bulundurmaları halinde uymaları gereken talimatı bilmiş olmaktadırlar.


----------------

[1]- Savak adıyla tanınan İran gizli istihbarat teşkilatı (Sazıman-ı Emniyet ve İttilâat-ı Keşver) İran şahı Muhammed Rıza'nın emriyle hş. 1336'da (mil: 1957) resmen kuruldu. Savak teşkilatı, şah rejimi muhaliflerini sindirmek ve İslâmî mücadele ve hareketleri ortadan kaldırmak için örgütlenmişti. Savak, ABD istihbaratı CIA ve İsrail istihbaratı MOSSAD'la çok yakın ilişkiler içindeydi. Savak'ın siyasi tutuklulara uyguladığı baskı ve acımasız işkenceler Uluslararası Af Örgütü Genel Sekreteri'ne hş. 1354'te (mil: 1975'te) 'İnsan haklan konusunda hiçbir ülkenin karnesi şahın İran'ı kadar siyah değil!" dedirtecek kadar aşırı noktalara varacaktı

[2]- Onbeş Hordad (5 Haziran) Hadisesi: İmam Humeyni'nin -ks- başlattığı geniş İslâmî hareketi bastırmaya çalışan şah rejimi, batılı hamileriyle danıştıktan sonra İmam'ı tutuklayarak meseleyi çözebileceğine kanaat getiriyor ve Savak ajanları 5 Haziran 1963'e rastlayan 15 Hordad 1342 gece yarısı 03'te İmam'ın Kum'daki evine baskın yaparak onu tutuklayıp Tahran'a getiriyor.

   İmam'ın tutuklandığı haberi kısa sürede bütün İran'da yayıldı. Haberi duyan Müslüman halk 15 Hordad sabahının erken saatlerinden itibaren sokaklara dökülerek yoğun protesto gösterileri başlattı. Bu gösterilerin en önemlisi Kum kentinde gerçekleşti ve emniyet güçlerinin silahlı müdahelesi sonucu çok sayıda insan şehid düştü. Tahran'da sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasağı ilan edilince o gün ve ertesi gün eylemler şiddetlenecek ve şaha bağlı birlikler masum binlerce Müslüman’ın kanını dökecekti. 15 Hordad gecesi, İran sınırları dâhilinde kapalı tutulamayacak kadar büyüktü. Şahın her yıl propaganda için harcadığı milyonlarca dolara rağmen bu kanlı facianın haberinin dünya kamuoyuna sızması engellenemedi.

İslam inkılâbının zaferinden sonra 1979'un 15 Hordad'ın bugünü anma münasebetiyle bir mesaj yayınlayan İmam 15 Hordad'ı da İslam İnkılâbı'nın başlangıç günü ilan edecek ve 15 Hordad'ın bütün yıldönümlerinin bundan böyle genel yas günü olduğu duyurulacaktı.

[3]- Kaçar (Türkçe tarih kitaplarındaki teleffuzuyla 'Karçar" veya 'Ğacer") şahları hş. 1174-1304 (mil: 1795-1925) yıllarında İran'a hükmettiler. Sayıları 7'ye varan Kaçar şahlarının yönetimdeki beceriksizlikleri nedeniyle Kaçar dönemi, İran tarihi için facia sayılan dönemlerden biridir. Bu dönem boyunca, yüz kızartıcı antlaşmalarla sonuçlanan birçok savaş vuku buldu; mezbur antlaşmalar neticesinde İran'ın verimli topraklarının önemli bir kısmı kaybedildi. Kaçar şahları döneminde İran halkı siyasi, kültürel, ekonomik, sosyal... vb. açılardan bir hayli gerilemiştir.

[4]- Kitab-ul Bey, c:2, s:459-510 -İsmailiyan Yay.- Kum

[5]- Ae

[6]- Ebu Muhammed Fazl İbni Şâzan hk. 3. yy. kelamcı ve fakihlerindendir. Ehl-i Beyt'in 9. imamı hz. Cevad'ı -s- görmüş olup, 10. imam Hadi hazretlerinin -s-ashabındandı. 11. İmam hz. Hasan Askeri -s- döneminde Horasan nahiyesinde, o hazretle irtibatı olan en muteber Şia âlimlerindendi. Bu büyük Şia âliminden günümüze ulaşan eserler, onun çeşitli fikrî grup ve akımlarla tartışmakta olduğunu, çeşitli dallardaki yanlış düşüncelere reddiyeler yazdığını göstermektedir. 180'i aşan eserlerinden bazısı günümüze kadar ulaşmıştır. Hk. 260'da (mil: 874) Nişabur'da öldü ve bu şehirde toprağa verildi.

[7]- Hz. İmam Hüseyin aleyhisselamla 72 ashabının şehadeti, hicri kameri 61. yılın (mil: 860) Muharrem ayının 10. gününe rastlar. Bu kanlı faciadan sonra o gün ve o günün yıldönümleri 'Hüseynî Âşura" veya sadece "Âşura" adıyla anılır oldu. Cennet gençlerinin efendisi hz. İmam Hüseyin'i -s- seven Müslümanlar, bu şanlı şehidin anısını tazelemek ve ona yapılan zulmü kınamak için her yılın Muharrem ayının ilk on gününü yasla geçirirler.

[8]- İmam Humeyni'nin -ks- bu husustaki bütün görüş ve tavırları için bkz. 'imam Humeyni'nin -s- yazı ve konuşmalarında liderlik ve velayet" -Elinizdeki kitabın yayınevi-.

[9]- Elinizdeki kitabın sonunda,  İmam  -ra-  tarafından okunmuş olan dua metninden alınmıştır.

[10]- Miladi 16. yy'ın ortalarından itibaren, yani 3 asır önceden başlayarak Portekizliler ve ardından Hollanda, İngiltere, Fransa ve İtalya, Müslüman ülkeleri sömürmeye başladılar. Önce Afrika'daki yeni keşfolunan beldeler; deniz yollarının keşfinden sonra da Asya ülkeleri -ki Osmanlı Türklerinin İstanbul'u fethiyle birlikte bu ülkelerle Avrupalıların irtibatı da kesilmişti- mezbur Avrupa ülkelerinin sömürgesi haline geldiler

[11]- 'Haçlı Savaşları" 11-13. yy'larda Orşelim'i (Bugün İsrail'in işgalinde bulunan Beytul mukaddes) Müslümanlardan almak isteyen Avrupa Hıristiyanlarının Müslümanlara karşı başlattığı uzun savaşların adıdır. Haçlı seferleri 8 merhalede gerçekleşmiş ve Papa 2. Urban'ın fetvasıyla 1096'da başlamış ve 1270'de Fransa kralı Saint Lui'nin ölümüyle birlikte sona ermiştir. Hıristiyan askerler sağ omuzlarına kırmızı bezden dikilmiş bir haç geçirdikleri için 'Haçlılar" veya "haçlı orduları" olarak anılmışlardır.

[12]- Fıkıh ve hadis erkânının deyiminde geçen "kitap"tan maksat, belli bir mevzuya ait hadislerin bir araya getirildiği veya belli bir konudaki bütün hükümlerin ele alındığı 'bab" veya bölümlerdir. 'Kitab'ul Tevhid", 'Kitab'ul İman Vel Küfr",  'Kitabussalât" ...vb. Mesela Kâfi'nin hadislerle ilgili kısmı 35 "kitap”tır veya mesela "Şerâi-ul İslam" -fıkıh dalında- 50 kitaptan ibarettir.

[13]- İslam Medeniyeti Tarihi: Corci Zeydan c:10, s.33-41, İran'ın İçtimai Tarihi: Murtaza Ravendi, s:660 ve Sasaniler Döneminde İran: Arthur Crıstıen Sein s: 470-523 ve Bi'set Çağında Cihad: Şehid Muhammed Cevad Bahoner - Ekber Haşimi Refsancâni; ve Roma Tarihi: Albert Maleı ve Jull İzak, ve Roma İmparatorluğu Dönemi Eski Kilise Tarihi ...vb.

[14]- 'Hadd", İslam’da, belli bazı günahlar için tayin olunmuş bedenî cezalara denir. Haddin miktarı sâri' (şeriati belirleyen: Allah Teâlâ) tarafından belirlenmiştir.

[15]- 'Kısas"ın fıkıhtaki anlamı; kanun gereğince, cinayetten bir uzvun kesilmesine, kopmasına ya da derbe görmesi veya yaralanmasına varıncaya kadar suçlunun yaptığının aynının, ona da yapılmasıdır. Kısas, ilgili şahıs veya velisinin diyeti kabul etmeyip kısas isteği üzerine yapılır.

[16]- Meşrutiyet döneminin ilk anayasa taslağı, milletvekillerinden oluşan bir heyet tarafından hazırlanıp 51 ana madde -asıl-halinde onaylandı. Kesrevi bu hususta şöyle yazar: 'Bu taslağı Müşiriddevlet'le Mu'temine'el Mülk ve oğulları hazırladılar, daha doğrusu tercüme ettiler..." Bu merhaleden sonra 'Tamamlayıcı hükümler" başlığı altında bir metnin hazırlanması için 2. bir komisyon oluşturuldu. Bu metin de 107 asıl madde halinde hazırlandı. Mustafa Rahimi olayı şöyle ifade eder: 'Bu heyet, Belçika ve biraz da Fransa anayasasıyla Balkan ülkelerinin kanunlarından alıntılar yaparak (çünkü mevzu yeniydi ve tamamlayıcı hükümlerin hazırlanış vaktine yakındı) anayasa tamamlayıcı maddelerini hazırladı ve bir önceki kanunların eksiklerini giderdi." Bkz: İran Meşrutiyet Tarihi, Kesrevi Tebrizi, s: 170-224 ve İran Anayasası ve Demokrasi Temeli: Mustafa Rahimi S:94 ve Anayasa ve Tamamlayıcı Maddeler: Milli Şûra Meslisi Matbaası.

[17]- Heraklius (1. Hergel) Doğu Roma imparatoru (575-641).

[18]- Sâsânî İmparatoru Hosraw Perviz veya diğer adıyla 2. Hüsrew (628)

[19]- Hz. Reygamber-i Ekrem -sav- hicretin 6. yılında etraftaki ülkelerin devlet başkanlarına elçiler gönderdi. Bu cümleden olmak üzere Abdullah bin Huzeyfe-i Sehmi'yi Pers kralı Hüsrev Perviz'e; Duheyye bin Halife Kelbi'yi Roma imparatoruna gönderdi: Hz. Muhammed -sav- yazdığı mektuplarda onları bir ve eşsiz Allah'a tapınmaya çağırıyordu, hz. Resulullah'ın -saa- İran kralı Hüsrev'e yazdığı mektup şöyleydi:

   'Bismillahirrahmanirrahim. Allah'ın Resulü Muhammed'den, Pers kralı Kisra'ya. Hidayete tabi olup Allah'a ve elçisine inanan ve eşi ve ortağı bulunmayan bir ve tek Allah'tan başka mabud olmadığına ve Muhammed'in onun kulu ve elçisi olduğuna şehadet getirene selam olsun! Seni Allah'a davet ediyorum! Ben; O'na yönelenleri -sapmaktan- korkutmak ve kâfirlere hücceti tamamlamak -bahane getirmeyecekleri şekilde hakikati bütün delilleri ve açıklığıyla gözleri önüne sermek-   için Allah’ın bütün kullarına gönderdiği peygamberiyim! Amanda -güvencede- olmak için İslam’ı kabul et. Eğer kabul etmezsen bütün Mecusilerin -ateşe tapanların- günahı senin boynuna olacaktır!"

Hz. Muhammed'in -saa- Roma imparatoru Heraklius'a yazdığı mektup ta şöyleydi:

   'Bismillahirrahmanirrahim. Abdullahoğlu Muhammed'den Roma imparatoru Heraklius'a: Hidayete tabi olana selam olsun. Seni İslam’a davet ediyorum. İslam’ı kabul et ki kurtuluşa erip amanda olasın ve Allah Teala sana iki kat mükafaat versin! İslam’ı kabul etmezsen halkının vebali senin boynuna olur. 'Ey ehl-i kitap; bizimle sizin aramızdaki müşterek kelimeye gelin, o da şudur: Bir ve tek olan Allah'tan başkasına tapmayalım, hiçbir şeyi O'na ortak koşmayalım, aramızdan kimimiz, kimimizi tek Allah gibi tanrı edinmeyelim... Eğer bundan yüz çevirecek olurlarsa de ki, şahid olun, bizler Müslümanız." (Âl-i İmran, 64). Bkz: Mekâtiyb'erresul c: 1 s:90-105

[20]- İkinci Emevi "sultan-halife"si Ebu Süfyanoğlu Muaviye’nin oğlu Yezid (hk.25-64).

[21]- İmam'ın -ra- bu karşı çıkışının nedeni adalete tamamen uyulması gerektiği aslıdır. Kitabın son bölümlerinde bu mesele etraflıca açıklanmaktadır

[22]- İslam ceza kanunları gereğince; zina edene recim uygulanabilmesi için gerekli şartlardan biri de "subut-i ihsân"dır. Muhsen veya muhsene; evli olan ve her an eşiyle birlikte olma imkanı bulunan akil ve baliğ zinakâr erkek ve zinakâr kadına denir

[23]- İslam kanununda; suçluya had uygulanırken birkaç müminin orada bulunması istenmiştir ki bu da Nur Suresi'nin 2. ayetine istinad edilmiştir. Şia fakihleri zina haddi uygulanırken ve kıyadetle kuzuf sırasında bu sünnete uyulmasının lüzumunu vurgulamışlardır. Mezkur ayette "...ve müminlerden bir grup, zina eden erkekle kadının cezalandırılması sırasında orada bulunmalıdır..." buyrulur. Bu buyruğun bir hikmeti de, orada bulunanların ibret alması ve böyle bir şeye niyetlenen veya bu suçu işleyen varsa, bu acı sonu görerek zina günahından vazgeçmesidir

[24]- Vietnam Fransız ve Japon sümürücülerle uzun süren bir bağımsızlık savaşından henüz kurtulmuşken 1960'da Amerika'nın saldırısına uğradı. 1973'te Amerika kuvvetlerinin yenilgisi ve gerilemesiyle sonuçlanan bu savaş Vietnam halkına ağır kayıplar vermişti. Aşağıda vereceğimiz rakamlar bu kanlı cinayeti tam olarak aktaramayacaksa da, genel bir fikir verebilecektir.

   Savaşın Kuzey Vietnam sınırlarına kadar yayıldığı 1965'in başlarına kadar Güney Vietnam'a savaşın ödettiği fatura şuydu: 170 bin ölü, 800 bin yaralı, 400 bin mahpus. Bu arada çiftçi birlikler olarak adlandırılan esir kamplarına gönderilenlerin sayısı 5 milyonu aşıyordu. ABD radyosunun 6 Ocak 1963 tarihli yayınına göre 1962 yılında ABD hava kuvvetleri "resmi köyler" dışındaki köylere 50 bin hava akını düzenlemişti. General Harkınz'ın açıklamalarına göre o yıl 30 bine yakın köylü savaşta canını yitirmişti. ABD hava kuvvetlerinin Güney Vietnam'a düzenledikleri hava saldırıları ayda 30 bine ulaşmıştı. Newyork Tımes'in de belirttiğine göre Amerika'yla Saygon devletinin ortak operasyonlarında toplam 2600 olan Güney köylerinin 1400'ü napalm ve kimyasal bombalarla tamamen yok edildi. Güney Vietnam bağımsız Kızılay Kurumu'nun raporlarına göre kalabalık yerleşim merkezlerinde zehirli gaz ve bombaların kullanılması sonucu Güney Vietnam'da binlerce sivil insan çeşitli korkunç hastalıklara -bilhassa deri hastalıklarına- yakalandı ve bu hastalar yıllarca acılar içinde tedavi gördüler. Bu arada birçok sığır ve koyun sürüsü de bu kimyasal saldırıların kurbanı oldu. Amerika'nın kullandığı bu insanlık dışı silahlar sonucu koca bölgede ne kadar bitki, çiçek ve tarla (pirinç tarlaları) varsa tamamen mahvolacaktı

[25]- İran'daki ilk yerleşik Hıristiyan misyonerleri (bu amaçla İran’a gönderilen heyet) 'Nesturi"misyonerleriydi. Bu grup 1853'te ve Jastın Perkıns adlı bir papazla Dr. Izahel Grant başkanlığında çalışmalarını başlattı. 1832'de Amerika Yabancı Ülkeler Misyoner Merkez Heyeti, Hıristiyanlığı da aşılamaya müsait programlarla donanmış ilk yabancı misyon okulunu -ki adına yeni eğitim sistemi denilmişti- İran'ın Urumiye kentinde açtı. H.1255'te İran şahının da desteğini kazanmayı başardı. Bu olaydan sonra Alman, İsveç, İngiltere ve Fransız misyoner heyetleri İran'a akın ettiler.

   Daha sonra İngilizlerle varılan bir anlaşma sonucu İran'ın batı ve kuzey kısmı Amerikalı, diğer bölgeler de İngiliz misyonerlerinin çalışma sahası olarak belirlendi. 1871'de Urumiye'deki merkez misyonerliğe ilaveten bu şehir dışındaki mıntıkalarda da toplamı 48'e varan misyonerlik üsleri oluşturuldu. Tahran, Tebriz, Hemedan ve Salmas misyonerlik merkezleri de sırasıyla 1871, 73, 81 ve 85'te açıldı. ABD Prestbrine kilisesi misyoneri Bost'ın raporlarına göre 1884'te Tahran ve Tebriz'deki Müslümanların bir kısmı Protestanların dini törenlerine katılmadaydı. Amerikalı misyonerlerin 1884 raporlarına bakıldığında bu misyonerlerin faaliyetlerinin inanılmaz boyutlara ulaşmış olduğu görülür: Urumiye, Hemedan, Tebriz ve Tahran'da 24 misyonerin idaresi, 230 yerli hastabakıcı yetiştirip Hıristiyanlaştırma, 1796 kişilik cemaatiyle 25 kilisenin idaresi, toplam 4578 dini tören düzenleme, yatılı okullarda 298 yerli öğrenci barındırma, günlük kolej ve okullarda okutulan 2452 öğrenci, toplam 1680890 sayfa propaganda amaçlı çeşitli yayınlar dağıtmak ve 1910 dolar yardım ve bağış toplanması. Sellısen'a göre Anglikan kilisesi misyonerlerinin çalışmaları daha ziyade Nesturiha kilisesinin ıslahına yönelikti. Yine o, Prastberinlerin ana hedefinin, Müslümanların dinlerini değiştirmeleri olduğuna inanır. Bkz: İran ve ABD siyasi ilişkileri: Abraham Sellison, farsça tercüme. M. Bağır Aram ve İslam ülkelerinde kilisenin rolü: Mustafa Halidi ve Ömer Farruh, farsça terc: Mustafa Zamanî

[26]- Bir tanımlamaya göre adalet, bireyi takvanın gereklerine, yani haramlardan sakınma ve farzları yerine getirmeye iten güçlü bir nefsâni kararlılıktır. Adalet; kadı, müftü ve cemaat imamı olmanın şartlarındandır. Mürüvvet de, iyi adet ve geleneklere uymak ve halkın hoş karşılamadığı davranışlardan -velev ki mubah bile olsa- uzak durmaktır. Kimi islam uleması, mürüvveti, adaletin tahakkukunun şartlarından saymıştır. Bkz: Lüm'e'nin şerhinin haşiyesinde c:l s:98, 11. fasılda, cemaat namazını savaş elbisesiyle kılmanın mürüvvet ve adalete aykırı olduğu şeklinde bir not düşülmüştür!

[27]- Hz. Resul-ü Ekrem efendimiz -saa- kendisinden soma hz. Ali'nin -s- halife ve onun velîsi olması gerektiğini birçok yerde mükerreren buyurmuşlardır, bunlardan biri de, akrabalarını İslam’a davet ettiği 'Yevmuddar hadisi" vak'asıdır. Ayrıca: Menzilet hadisi (Tebük Savaşı'nda hz. Ali'nin -s- hz. Resulullah'ın -saa- vasi ve veziri olarak Medine'de kalması), velayet ayeti (rükuda fakire yüzüğünü -zekat- vermesi ve bu münasebetle ayet nazil olması), Kadir-i Humm hadisesi ve Sekaleyn hadisi, ...vb. bkz: Tefsir-i Kebir, c:12 s:28-53, Maide Suresi 55 ve 67. ayetlerle ilgili ve: İbni Hişam Siyeri, c:4, s:520 ve . Taberi Tarihi c:2 s:319-322 ve: El-Gadir c: 1,2,3.

[28]- Maide Suresi 67. ayetten meâlen iktibas

[29]- Vesâiluşşîa c:18 s:376-509

[30]- Bkz: İbrahim Suresi 52. ayet, Yunus 2. ayet, Hacc-49, Ahzab-40, Yâsin-70

[31] Ehl-i Beyt imamlarının 12.'si hz. Hüccet İbn-il Hasan -s- hk. 260. yılda gözlerden kayboldu -sırra kadem bastı- Bu tarihten hk. 329'a kadar şiiler 4 naip aracılığıyla (Osman bin Said, Muhammed bin Osman, Hüseyin bin Ruh ve Ali bin Muhammed) o hazretle irtibatlarını sürdürdüler. Bu döneme "gaybet-i suğrâ" veya 'küçük gaybet dönemi" denir. Bu dönemden sonra o hazretin "gaybet-i kübrâ"sı başlar

[32]- Cizye: Ehl-i Kitab'ın İslam devletine ödediği ve karşılığında malının, canının ve ırzının İslam devleti tarafından güvenceye alındığı meblağ veya mala denir

[33]- Haraç: Müslümanlar tarafından fetholunan tarla ve araziler için (araziyi haraciyye) İslam devletinin belirlediği verginin adı

[34]- İslam’da riayeti farz olan haklardan biri de 'Humus'tur, gerekli şartlar altında şu 7 şeye taalluk eder: 1- Savaşta kafirlerden alınan ganimetler. 2- Madenler. 3-Hazine, define... vb. kıymetli gömüler. 4- Su diplerinden çıkarılan inci ve mercan gibi değerli deniz taşları. 5- Ayrıştırılmayacak ve ne kadarının kime ait olduğu belirlenemeyecek kadar haramla karışmış mal. 6- Zımmî kâfirin Müslüman’dan satın aldığı arazi. 7- Şahsın yıllık masrafından artakalan miktar.

[35]- Zekât: Gerekli şartlar çerçevesinde 9 şeyden alman İslam devletinin vergilerindendir: 1- Deve. 2- Sığır. 3- Koyun (en'an-ı selâse). 4- Altın. 5- Gümüş (Nakdeyn). 6- Buğday. 7- Arpa. 8- Hurma. 9 Kuru üzüm (gulat-ı erbaa). Fitre (fitra) zekâtı adıyla tanınan bir diğer zekât ta Fıtır Bayramı (Ramazan Bayramı) gecesi farz olur. Fitrenin miktarı, en yaygın yiyecekten (meselâ buğday, pirinç vb.) 3 kg. veya tutarıdır

[36]- Şia'nın Kutub-u Erbaa'sından, Kâfi adıyla meşhur El-Kâfı Fi'l Hadis: Muhammed bin Yakub Kuleyni. Bu eser 34 kitap, 326 babdan müteşekkildir. Toplam 16 bin hadis içermektedir.

[37]- Usul-u Kâfi c:l s:76-80, Fazl'ul ilm kitabı "...bab'ur radde'ilâ kitâb vessunne..."

[38]- Nahl Suresi 89. ayete işaretle "... ve biz sana Kur'an'ı indirdik, o her şeyi aydınlatıcıdır..."

[39]- İmam Sadık -s- şöyle buyurur: "Allah Tebarek ve Teâlâ her şeyi Kur'an'da beyan etmiştir, o kadar ki, yemin olsun, hiçbir ihtiyaç mevzuu onda ihmal edilmiş değildir. Kulun 'keşke Kur'an şu konuya değinseydi" diyebileceği her gerekli şey Kur'an'dadır." bkz: Usul-ü Kâfi c:l s:76-77, kitab-u fazl'ul ilan, 1. hadis

[40]- 'Humsun; bilhassa "İmam payı" denilen yarısının harcanması hususunda imamiye fakihlerinin görüşleri farklıdır. Kimilerine göre sadece masum imama -s-aittir ve onun zuhuruna kadar da toprağın altında gömülü kalması gerekir. Bkz: El-Meğne'ete s:285-286 ve şerh-i Lüme'e c:l s: 184

[41]- Hz. Musa bin Cafer -s- şöyle buyururlar: "Humsun yarısı İmamındır. Diğer yarısı da onun ailesi arasında bölüştürülür. Bir pay o ailenin yetimlerine, bir pay yoksul ve fakirlerine, bir pay da yolda kalmışlarına verilir. Böylece Kur'an ve sünnetin buyruğu bu bölüşme gereği bir yıllık ihtiyaçlarını karşılayacakları şekilde yapılır. Onların masraflarından bir şey artakalacak olursa, yöneticiye ait olur. Eğer bölüştürülmeyecek gibi olur veya onların ihtiyaçlarından daha az olursa devlet başkanı -yönetici- onların ihtiyaçlarını -imkân ölçüsünde- gidermekle sorumludur. Bu nedenle onların ihtiyaçlarının temini; baştaki yöneticinin uhdesine bırakılmıştır ki, onların payından artakalan da imama ait olur. Bkz. Usul-ü Kâfi c:2 s:491,2, Kitab'ul Hucce, bâb'ul fı'l enfâl, 4. hadis ve: Ettehzib, c:4 s:281, Kitabuz zekat, 36. hadis ve: Ae c:4 s: 127, Kitabuz zekat, 36. bab, 5. hadis

[42]- "Zimmet Ehli" belli cizye ve haraçları ödemek şartıyla İslam devleti sınırlarında bu devletin güvencesi altında yaşayan ehl-i kitap'a denir

[43]- At, eşek, kalır, deve, öküz ve koyun başta gelmek üzere bütün binek, yük hayvanı ve davar

[44]- "...At ve silah hazırlayın elinizden geldiğince..." (Enfal,60).

[45]- Hz. Resulullah'ın buyruklarından iktibastır "...Müslümanlar tek yumruk gibi ayrılmaz bir bütündürler." Bihar'ul Envar c:28 s: 104, Kitabul Feten ve'l Meben, 3. bab, 3. hadis ve: c:37 s:114

[46]- Ümeyye bin Abduşşems bin Abdumenafoğulları, kureyş boyundan. Muaviye h. 41'de halife adıyla saltanata geçen ilk Emevi halifesidir. H.k. 132'de 2. Mervan'ın öldürülmesiyle birlikte bu hanedanın iktidarı son bulmuş oldu

[47]- Hz. Resulullah'ın -saa- amcası Abbas'ın evlatları. Abbasiler Devleti h.k. 132'de Seffah-kan dükücü- Abdullah'ın hilafetiyle başlayıp hk. 656'da Mutasım'ın öldürülmesiyle sona erdi

[48]- Saldırgan ve bâği olan ve Allah'tan başka tapılan herkes ve her şeye "tağut" denir

[49]- "...Şüphesiz o. fesat çıkaranlardan (yeryüzünde bozulma ve bozguna sebep olan)dı" Kısas,4.

[50]- Osmanlı imparatorluğunun çöküşü 19. yy'ın başlarında başladı. 1913 Londra antlaşmasıyla sonuçlanan Balkan müttefik ülkeler savaşında Osmanlı devleti, Ege ve Avrupa'daki yaklaşık bütün müstemleklerini kaybetti. 1. Dünya savaşında ve 1932'de imzalanan Lozan antlaşmasıyla Irak, Suriye, Arabistan, Ürdün ve Filistin gibi Müslüman Arap ülkeleri Osmanlı yönetiminden resmen çıkarılarak Avrupa ülkelerinin kaymumetine verildi. Koca Osmanlıdan geriye kalan, bugünkü Türkçe konuşulan Anadolu'yla Trakya'dan ibarettir

[51]- Keşful Gumme, c:l s:483

[52]- Nehc'ul Belaga, mektuplar, 47

[53]- Ae, hutbeler, 3, Şıkşıkiyye hutbesi

[54]- İlel'uş Şerai, c.l, s.251, 182. bab, 9. hadis

[55]- Yani devlet kurulması ve halkın yönetimi hususunda "veliyy-i emr" tabiri geçmiş, meselâ hz. Ali -s- veya bir başkası gibi belli bir şahıs ismi kullanılmamış olduğuna göre her çağ ve dönemde gerekli şartlara haiz olan "veliyy-i emr"in, islam devletini yönetmesi gerekir

[56]- 'İstibdad": Halkın temsilci ve oy hakkında, esasen ülkenin yönetiminde hiçbir katılıma sahip olmadığı yönetim tarzı. Yönetici kanunen sınırsız yetkilere sahiptir ve yasama, yürütme ve yargı güçleri onun elinde toplanmıştır

[57]- Padişahlık, krallık

[58]- 'Meşrutiyet": Halkın ve baştaki yöneticinin belli şartlarla egemenliği elinde tuttuğu "şartlı yönetim" tarzıdır. Bu sistemde en ileri ve en üst merci olan anayasa gereğince toplumun bütün birey ve kesimlerinin temel hak ve hürriyetleri saygındır. Meşrutiyet yönetimi; krallık ve cumhuriyet olarak iki şekilde ortaya çıkabilir. Meşrutiyet sisteminde, cumhurbaşkanının yetkileri kralın yetkilerinden azdır

[59]- Saltanat = Krallık = Padişahlık: Padişah veya kral yönetimi. Babadan oğula geçen veya kralın istediğine devrettiği bir sistemdir bu. Bütün yetkiler şahta -kralda-dır; üç kuvvetin şahın elinde bulunduğu düzene mutlak krallık (=mutlak monarşi) denir. Kimi zaman kralın yetkileri kanun koyucu bir meclis tarafından kısıtlanır ve kanun koyma yetkisi halkın temsilcilerine devredilir. Bu tür krallık yönetimine "meşrutiyet krallığı" veya "şartlı saltanat" denir

[60]- Cumhuriyet: Devlet başkanının direkt veya dolaylı yollarla halk tarafından belirlendiği bu yönetim sisteminde iktidar babadan oğula geçmez ve cumhurbaşkanının görev müddeti de sınırlandırılır. Parlamenter demokrasiye sahip cumhuriyetlerin yanı sıra; resmen krallık olmayan, ama tıpkı krallık gibi diktatörlükle yönetilen cumhuriyet rejimleri günümüzde az değildir.

[61]- "... Ey Resulümüz; Rabbinden sana indirileni tebliğ et -halka iblağ et- yoksa peygamberlik vazifeni tamamlamamış olursun." Maide, 67 -» Gadir-i Hum olayı. Bkz.El-Gadirc:l s:214-229

[62]- Nisa,59

[63]- İmparatorluk: Tek kişi -imparator- tarafından yönetilen, geniş topraklar ve çeşitli ırkları kapsayan iktidar şekli

[64]- Şerh-i Nehc'ul Belaga, İbn-i Ebil Hadid c:2 s:126-161, 30. hutbe şerhi ve: 324-333 ve: c:3 s:3-69 ve: 43. hutbe şerhi ve: c:9 s:30-30 135. hutbe şerhi ve: El-Gâdırc:8s:97-323

[65]- Bihar'ul Envâr c:40 s:324

[66]- Hz. Ali -s- şöyle buyurur: 'Ey insanlar! Halifeliğe en lâyık olan, Allah'ın emirlerini en iyi bilen ve en mükemmel şekilde de uygulayan kimsedir." Nehc'ul Belaga,   172. hutbe ve: El-İhticac c:l  s:229 ve: Bihar'ul Envar s:25 s: 116 ve Kitab'ul İmame, bâb-ı câme fi sıfat'ul İmam"

[67]- Keşf ul Murad fi Şerh-i Tecrid'el İtikad: Allame Hilli, 5. maksat, 6. mesele

[68]- İmam Sadık -s- şöyle buyurmaktadır: 'Padişahlar halka, alimler de padişahlara hükmeder." Bihar'ul Envar, c:l s: 183, kitab'ul İlim, 1. bab, 92. hadis

[69]- Bakara, 124

[70]- Tekvininin karşıtı olan 'İtibari", beşeri anlaşma ve sözleşmelerden kaynaklanan kuralları içerir ve belirleyeninin adını alır. Belirleyeni sâri olursa "şer'i itibâr" olarak adlandırılır, günlük yaşamın düzen ve gereği için bir insan veya insanlarca belirlenmiş kararlaraysa "itibar-i ukelâi" (akıl ve mantık gereği muteber olan) denir.

[71]- Çocuk veya delinin bakımı kastediliyor. Bebeğin bakımı 1. derecede anne babasına düşer. Bunlar hayatta olmaz veya gerekli şartlardan yoksun bulunurlarsa İslam devletinin başkan veya imamı bu iş için birini tayin edip görevlendirir

[72]- Araziye-i Haraciye (Haraç taalluk eden araziler), peygamberin -saa- veya imamın emriyle Müslümanların fethettiği ziraata elverişli bayındır topraklara denir. Bu tür araziler bütün Müslümanların malı sayılır, bu nedenle de alınıp satılması yasaktır. İslam devleti bu tür arazileri devreder ve bu araziyi ekenden –veya kullanandan- "haraç" denilen bir meblağ alır.

[73]- Bütün Müslümanlara tek tek farz olan farza aynî farz denir, bir kişinin onu yapmasıyla, diğerlerinden sakıt olmaz, namaz ve oruçta olduğu gibi. Bir Müslüman’ın yerine getirmesiyle diğer Müslümanlardan sakıt olan farzlara ise farz-ı kifâi denir; emr-i bi'l mâruf ve nehy-i ani'l münker gibi

[74]- Besair'udderecât, c:l s:20, 10. bab, Bihar'ul Envar c: 25 s:l-103

[75]- Bihar'ul Envar c: 18 s:382, İsbât'ul Mîrac ve mefati ve keyfiyye" babı

[76]- Erbain: Allame Meclisi s: 177, 15. hadisin şerhi, Kelemat-ı Meknune, s: 101, biraz değişik ibaretle

[77]- İleluşşerayi c:l s:123; 143. bâb, 1. hadis ve: Meani'ul Ahbar s:64 ve 107 ve: Bihar'ul Envar c:43 s: 12 ve sonrası.

[78]- "...peygamber, müminlere kendilerinden daha evlâdır." Ahzab, 6.

[79]- Hz. Resulullah'ın -saa- ve hz. Ali'nin -s- amcası Abbas'ın oğlu Abdullah, (hic.'ten 3 yıl önce doğmuş, h.68'te vefat etmiştir) Kur'an tefsirini hz. Ali'den -s-öğrendi ve "Reis'ul Müfessirin" (tefsir edenlerin en büyüğü) ve "Hibrel Ümme" (ümmetin bilgini) lakabıyla meşhur oldu. Cemel, Sıffın ve Nehrevan savaşlarında hz. Ali'nin -s- saflarında savaştı, o hazretin komutanlarından ve ashabındandır

[80]- Nehc 'ul Belaga, 3 3. hutbe

[81]- Ae, 3. hutbe (Şıkşıkiyye)

[82]- Ae, 13. hutbe

[83]- 'Eşter" adıyla tanınan Mâlik bin Hâris-i Nehei (h.?-38) İslam ordularının büyük komutanlarındandı, cesaret ve kahramanlığıyla meşhurdu. Cemel ve Sıffîn savaşlarında hz. Ali'nin -s- en yakın komutanı oldu. İmam -s- onu Mısır'a vali tayin ettiyse de bunu öğrenen Muaviye tarafından, Mısır'a giderken yolda zehirletilerek şehid edildi. İmam Ali'nin -s- 'Mâlik ahdnâmesi" adıyla ona yazdığı fermannâme pek meşhurdur. Bkz: Nehc'ul Belaga, 53. mektup.

[84]- Nehc'ulBelaga, 53. mektup