next page

ADALET

 

 

İÇİNDEKİLER

ADALET

Adalet Nedİr?

1- Allah Teala Zalim Değildir

2- Allah Teala Kullarına En Hayırlı Olanı Seçer

3- Allah Teala Herkese, Ancak Gücü Yettiği Kadar Yükler

Allah Teala'nın Adaletİnİ İspatlayan Delİller

Allah Teala'nın Adaletİyle İlgİlİ Şüpheler

Birinci Şüphenin Cevabı

İkinci Şüphenin Cevabı

Üçüncü Şüphenin Cevabı

1- İnsan Zorluklarla Denenmektedir

2- Ruh Ve İman Zorluklar Sayesinde Daha Da Kamilleşir

3- Allah Teala İnsanları Zorluklarla İkaz Etmektedir

4- Zorluklar İnsanların Kötü Amellerinden Kaynaklanmaktadır

5- Bela ve Musibetler Mü'min Kulların Günahtan Arınmasını Sağlar

Dördüncü Şüphenin Cevabı

Şer Yokluktur, Yoktur Ve Şerrin Varlığı Nispî Olup Maksud-i Bi-l Arazdır 

Şer Sayılan Şeylerin Altında Hayırlar Yatmaktadır

İbn-i Sina'nın Şer İtirazına Verdiği Cevap

Beşinci Şüphenin Cevabı

ADALETİN ÖNEMİ

Hüsn-ü Kubh-ü Aklİ'yİ İspat Eden Delİller

CEBİR, TEFVİZ VE İHTİYAR

İnsan Muhtar Bir Varlıktır

Mevlana'nın İnsanın Muhtar Oluşuna Getirdiği Deliller

İnsanın Muhtar Oluşuyla İlgİlİ Şüpheler

Birinci Şüphe

İkinci Şüphe

KAZA VE KADER

Kaza ve Kaderin Anlamı

ADALET

Biz Ehl-i Beyt dostlarına göre adalet, dinin temel ilkelerini oluşturan itikadi konulardan bir diğeridir. Adalet Allah Teala'nın sübutî sıfatlarından biri olup, İslam tarihinin ilk zamanlarından itibaren üzerinde önemle durulmuş ve daha sonraları, özellikle de İmam Muhammed Bakır ve İmam Cafer Sadık (a.s)'ın döneminde konu üzerinde bir takım tartışmalar ortaya çıkmış, bir çok değişik ve batıl görüşler ortaya atılmıştır. Hatta daha ileri gidilerek bu görüşler Müslümanlar'ın günlük yaşamına bile sızarak onlara yön vermiş ve bir çoğunu dalalet uçurumlarına sürüklemiştir.

Resulullah (s.a.a)'in ilim şehrine, Ehl-i Beyt'in kapısından girmekten çekinen ve kendilerini imam sanan bazı saray alimlerinin bir çok sorular karşısında büyük hatalara düşmeleri bir yana, kendilerini Resulullah (s.a.a)'in halifesi olarak tanıtmaya çaba gösteren bir kısım makamperest zorbalar, saray alimlerinin de yardımıyla ilahi adalet hakkında uydurdukları görüşlerle, İslamî, hatta insani bile sayılamayacak işlerine İslamî bir çehre vermek yoluna gitmişlerdir.

Böylece dünya düşkünü saray alimleri, mazlum halkı kendi menfaatlerinden başka bir şey düşünmeyen baskıcı, sömürücü ve zalim hükümdarların zulmü altında  daha fazla ezilmeye mahkum etmişlerdir.

Ama insanlığa kurtuluş gemisi, hidayet meşalesi, ilim ve hikmet madeni ve Resulullah'ın hakiki varisleri olan Ehl-i Beyt İmamları, bu tür şeytanı görüşler karşısında tavır alarak hakikati, hakikat peşinde olanlara tanıtmaya özen göstermişlerdir. Böylece müstekbirlerin savunduğu bu görüşlerin gerçek çehresini ortaya koymakla birlikte, onların perde arkasında planladıkları komploları gözler önüne sermişlerdir. Öyle ki, artık adl-i ilahînin ve imametin usul-i dinden olduğuna inanmanın, Caferî mektebinin sembollerinden olduğu kabullenilerek, onlara usul-i mezhep ismi verilmiştir.

Buna karşın adl-i ilahi meselesinde Ehl-i Sünnet grubu, adl-i ilahiyi kabul eden Mutezile ve kabul etmeyen Eş'arîler olmak üzere, iki ana kola ayrılmışlardır. Böylece Ehl-i Sünnet'ten Mutezile mezhebine mensup olanlar, biz Ehl-i Beyt dostlarının yanında yer alarak Adliye grubuna girerken, Eş'arîler bunun karşısında yer almışlardır.

Ancak bu günün Ehl-i Sünnet'i çoğunlukla Eş'arî mezhebini benimsemişlerdir. Mutezile mezhebi ise, bir süre hakimiyet sürdürdükten sonra, uful ve sönüş dönemine girmiş ve bilahare sadece tarih ve kelam kitaplarında varlığını sürdüre gelmiştir.

Usul-i din konusunda Ehl-i Sünnet arasında yaygın olan bir diğer mezhep de Muhammed bin Muhammed bin Mahmud Maturidi'nin tesis ettiği Maturidi mezhebidir. Her ne kadar bazıları onu kelam menheci açısından Eş'arî'ye, (1) bazıları ise Mutezile'ye, (2) daha yakın olduğunu iddia etmiş, diğer bazıları ise, bu ikisi arasında kendi başına müstakil bir yönteme sahip olduğunu savunmuşlarsa da, (3) Maturidi'nin ortaya koyduğu ilkelere baktığımızda onun Mutezile mezhebine daha yakın olduğunu görmekteyiz. Çünkü "Hüsn-ü Kubh-ü Akli" meselesinde Maturidi'nin de savunduğu ilke Mutezile'nin savunduğu görüşle ayniyet arz etmektedir. O halde Maturidi'yi de bu hususta Adliye grubundan saymak mümkündür.

Şunu da belirtmeliyiz ki, Eş'arîler'in adl-i ilahiyi kabul etmediklerini söylerken, onların haşa Allah Teala'nın zalim olduğuna inandıklarını iddia etmiyoruz. Çünkü böyle bir şeyi Cenab-ı Hakk'a nispet vermek akıl açısından mümkün olmadığı gibi, Kur'an-ı Kerim'in Allah'ın adil olduğunu belirtip, zulmü, Zat-i Mukaddes-i İlahi'den uzak bilen açık ayetleriyle de çelişmek olur. Dolayısıyla hiçbir Müslüman böyle bir şeye itikat edemez ve söyleyemez.

Ancak Eş'arî grubu, "Hüsn-ü Kubh-ü Akli" meselesiyle, "Cebir ve İhtiyar" meselesinde bir takım görüşler ortaya atmışlardır ki, bu görüşlerin gereği, Allah Teala'yı adil bilmeme veya Allah Teala hakkında adalet ve zulmün bir anlam taşımadığı anlamı ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla Eş'arî grubu adalet sıfatına inanmayı inanç esaslarından kabul etmemiştir.

Eş'arîler'le Adliye grubu arasındaki en önemli ihtilaf konusu "Hüsn-ü Kubh-ü Akli" konusudur. Adliye grubu "Hüsn-ü Kubh-ü Akli" ilkesini kabul edip savunurken, Eş'arîler onu reddetmektedirler.

Adliye grubu şuna inanıyor ki; fiiller ve nesneler tekvin ve teşri açısından Allah Teala'ya nispet verilmeksizin kendi zatlarında hasen (güzel) ve kabih (kötü, çirkin) olmak üzere, iki gruba ayrılır ve insan aklı şeriatın beyanı olmaksızın mahiyetini idrak ettiği fiil ve nesnelerin zati güzellik ve çirkinliğini kavrayıp idrak edebilir. Dolayısıyla da insan aklı, akıl ve hikmet sahibi olan her varlığın, güzel olan işleri yapması ve emretmesi, çirkin işlerden de çekinmesi ve çekindirmesi gerektiğine hükmeder.

Örneğin; insan aklı, öksüz bir çocuğun elinden malının haksız yere çıkarılmasını veya haksız yere bir insanın canına kıyılmasını yahut yalan konuşulmasını çirkin kabul edip, bunlardan kaçınılmasına ve kaçındırılmasına; ihsan ehlinin mükafatlandırılmasını ve yukarıda zikredilen zulümlerin önlenmesini ise, güzel kabul edip, her hikmet sahibi failin davranışının bu doğrultuda olmasına ve bunlara emretmesi gerektiğine hükmeder. Bu hükümleri vermesinde şeriat tarafından bu yönde açıklamalar gelmesini beklemez.

 İnsan aklına göre, Allah Teala da en üstün ilim ve hikmet sahibi olduğundan, O'nun işleri de aynı statüye girmektedir. Allah Teala ancak güzel olanı yapar ve güzel olana emreder, çirkin olanı ise kendi yapmadığı gibi, diğerlerini de çirkin olandan nehyeder. Aslında Zat-ı İlahi bütün çirkinliklerden münezzehtir.

Elbette aklın, Allah Teala'nın devamlı olarak güzel işleri yaptığına ve güzel işlere emrettiğine, çirkin işleri yapmadığına ve çirkin işlerden de sakındırdığına hükmettiğini söylerken maksat, haşa aklın Allah'a bir nevi emredip teklif tayin ettiği değildir. Maksat, aklın bazı işlerin Allah Teala'nın sıfat-i kemaliyle uyum içinde olup olmadığını anlaması ve bazı işleri Allah Teala'ya yakıştırıp yakıştırmamasıdır. Yoksa yine aklın kendi hükmü gereğince, mutlak mülk sahibi ancak O'dur. Mutlak hakimiyet de ancak O'na aittir.

Buna karşılık Eş'arî grubu, adaletin aklın idrak edebileceği kendi başına bir hakikat olmadığını savunuyor. Onlara göre, insan aklı fiillerin hasen (güzel) ve kabih (çirkin) olduğunu kestiremez. Tekvin aleminde neyi Allah yapmış ve yapıyorsa, tekvin açısından güzel odur. Teşri aleminde de neye emretmişse, teşri açısından güzel odur. Yoksa işin zati güzelliği olduğundan Allah onu yapmamış ve ona emretmemiştir.

Aslında aklın Allah'ın fiillerine bir ölçek belirlemesi mümkün değildir. Allah'ın adil olmasının anlamı, O'nun adalet ilkelerine riayet ettiği değildir. O'nun kendi adaletin kaynağıdır. O, ne yaparsa, adaletin özüdür. Adalet Allah'ın fiillerinin ölçeği değildir. Allah'ın fiilleri adaletin ölçeğidir. Dolayısıyla, eğer Allah bütün zalimleri cennete götürür, bütün salih insanları ve masum peygamberleri de cehenneme götürürse, bu zulüm sayılmaz. Bu adaletin ta kendisi olur.  

Biz sonraki bölümlerde adaletin usul-i dinde yer almasının neden ve önemi hakkındaki masum imamların buyruklarını ve Ehl-i Beyt alimlerinin sözlerini aktaracağız. Fakat Adliye grubu ile Eş'arî grubu arasındaki ihtilafın iyice anlaşılması için, her şeyden önce adaletin ve zulmün ne olduğunu ve ne anlama geldiğini bilmek zorundayız.

Adalet Nedir?

Adl kelimesi Arapça bir kelime olup aşağıda zikredeceğimiz anlamlarda kullanılmıştır:

1- Varlıkların ölçülü ve düzenli olması anlamında. Eğer, belli bir amaca yönelik olan, çeşitli parçalardan oluşan bir bileşim veya mecmuayı nazara alırsak, kendinden güdülen amacın sağlanması ve varlığının devam edebilmesi için, onun parçaları arasında nicelik ve nitelik açısından teadül ölçüsüne riayet edilmesi şarttır. Aksi taktirde ne varlığını devam ettirebilir, ne de kendinden güdülen amaç elde edilebilir.

Hz. Resulullah (s.a.a)'in "Gökler ve yer adl üzere ayakta durmuştur" hadisi-i şerifi işte bu anlama işaret etmektedir. Yani yerküre ve göklerdeki varlıklarda nicelik ve nitelik açısından kendilerinden beklenilen amaca uygun olarak teadül ilkesine riayet edilmiştir. Aksi taktirde, ne bu düzen var edilirdi, ne de farz-ı muhal var edilse bile, varlığını devam ettirebilirdi. Bu anlamdaki adlin karşıtı uyumsuzluk olur.

 Gerçi, ilahi fiillerde bu açıdan bir kusur ve uyumsuzluk söz konusu değildir. Ama bu anlamdaki adlin karşıtı zulüm değil de uyumsuzluk olduğundan, bu bahsimizle bir ilişkisi yoktur.

2- Adaletin ikinci anlamı, hak sahiplerinin hakkına riayet edip, her şahsın hakkını kendisine vermektir. Bu anlama göre adalet: "Her hak sahibinin hakkını kendisine vermek" olarak tanımlanmıştır. Bunun karşıtı olan zulüm ise, hak sahiplerinin hakkına riayet etmemek olur.

Bu anlamdaki adalet Eş'arî ve Adliye grubu arasında bahis konusu edilmiş ve Allah'ın adil olduğunu savunan Adliye grubu, Allah Teala'nın bu açıdan adil olması, yani her hak sahibinin hakkını kendine vermesi gerektiğini belirtmiştir.

Ancak burada bazıları şöyle bir itiraz söz konusu etmişlerdir ki, hiçbir kimsenin Allah'a karşı bir hak sahibi olduğunu veya bir şeye istihkak kazandığını söylemek mümkün değildir ki, Allah Teala'nın hak sahiplerinin hakkına riayet etmesi veya istihkak sahiplerinin istihkak ettikleri şeyleri, adaleti gözeterek sahiplerine vermesi gerektiğine hükmedilsin. Buna göre, Allah Teala'nın fiillerinde bu anlamdaki adaletin yeri yoktur.

Bunun cevabı şudur ki; gerçi hiçbir kimsenin bizatihi Allah Teala üzerinde bir hakkı yoktur. Ancak ihsan sahibi olan Allah Teala'nın kendisi, mü'min ve salih kulları için bir takım hakları belirlemiş ve bunları kendi elçileri vasıtasıyla kullarına bildirmiştir. Dolayısıyla O'nun emirlerine iman edip riayet eden insanlar, bu sayede bir takım şeylere istihkak kazanıp hak sahibi olurlar.

Öte yandan akıl, Allah Teala'nın verdiği sözlere riayet etmesi gerektiğine hükmediyor. Çünkü akıl, verilen sözde durmamayı çirkin kabul etmektedir. Yine aklın hükmü gereği, Allah Teala da her türlü çirkinliklerden münezzeh olduğundan; akıl, bu hakların sahiplerine verilmesini zorunlu görmektedir.

İşte Hz. Ali (a.s)'ın: "Ey Allah'ın kulları! Allah Teala'nın sizleri yarattığı amaç ve sizleri kendinden sakındırdığı doğrultuda hakkıyla O'ndan sakının. Sizlere va'dettiği doğrultuda da sözünü gerçekleştirmek açısından O'na karşı hak kazanın..." (4) buyruğu aklın bu hükmüne işaret etmektedir.

Bu durumda, gerçi bir açıdan Allah'ın kullarına olan nimet ve mükafatları tamamıyla O'nun bir ihsanıdır. Ama Allah'ın verdiği va'd göz önüne alınırsa da, bir çeşit istihkak ve hak söz konusu olmaktadır. O halde Allah Teala'nın sözüne ve va'dine sadık olması açısından, bu haklara ve istihkaklara riayet etmesi bahis konusu olabilir.

3- Bazen adalete daha geniş bir anlam yüklenerek; "Adalet, her şeyi kendi yer ve mevkiine koymaktır" şeklinde tarif edilir. Buna göre, adalet her şeyi kendine layık yer ve mevkie koymak ve her işi layık ve uygun şekliyle yapmak anlamını ifade eder.

Hz. Ali (a.s) şöyle buyuruyor: "Adalet işleri kendi yerlerine koyar." (5) Bu anlamdaki adaletin karşıtı olan zulüm ise, şeyi kendine layık yer ve mevkiine koymamak ve işi layık ve uygun olduğu şekliyle yapmamak olur.

Rağib "El-Müfradat" adlı kitabında zulmü şöyle tanımlıyor: "Zulüm, lügat ehli ve bir çok ilim ehlinin nezdinde, bir şeyi kendi yerine koymamaktır." (6)

Bu anlamdaki adalet, hikmet ile aynı anlamı taşır ve adilane iş ile hekimane iş, aynı manayı ifade ediyor. Bu anlamdaki adalet, daha genel olup önceki anlamları da içermektedir.

Allah Teala bu anlamda da adildir. Yani hem her hak sahibinin hakkına riayet eder, hem de bütün işleri hikmet ve adalet ölçülerine uygun olarak yapar. Bu anlamdaki adalet gereğince, Allah Teala hem yaratma, hem kanun koyma, hem hükmetme, hem de mükafat ve ceza vermede adildir.

Dolayısıyla Allah'ın adil olmasının anlamı, bütün insanlara ve bütün yaratıklara eşit davranması değildir. Çünkü bütün insanlara ve bütün yaratıklara aynı gözle bakıp aynı şekilde davranmak, her şeyi aynı mevki ve konuma getirmek, bir çok yerde onları layık oldukları yer ve mevkie koymamayı icap ettirir. Bu ise adalete aykırıdır.

Nasıl ki, bir öğretmenin adil olmasının anlamı, bütün öğrencilerine, ister çalışsın, ister çalışmasın aynı notu verip, aynı şekilde mükafatlandırması değilse, aksine öğretmenin adil olmasının anlamı, her öğrenciye hak ettiği notu verip, hak ettiği derecede mükafatlandırması ise, Allah Teala'nın adil olmasının anlamı da, bütün yaratıklarını her açıdan eşit tutup, hepsine aynı şekilde davranması değildir. Aksine, Allah Teala'nın adil olmasının anlamı her varlığa hak ettiği mükafatı verip, layık olduğu kemal ve mevkie ulaştırmasıdır.

Yine Allah Teala'nın adil ve hekim olmasının anlamı, bütün varlıkları aynı şekilde yaratması ve birine ne vermişse, hepsine de aynı şeyleri vermesi değildir. Meselâ, bir hayvana kanat veya boynuz vermişse, bütün hayvanlara ve insanlara da onun aynını vermesi asla adalet ve hikmetin gereği değildir. Aksine, Allah'ın adil ve hekim olması, varlıkları, en çok hayır verecek, birbirleriyle en fazla uyum içerisinde olacak ve kendilerinden amaçlanan nihai hedefe ulaşmalarında ve varlıklarını sürdürmelerinde ihtiyaç duydukları gerekli araç ve gereçlerle donatılmış şekilde yaratmasıdır.

Nitekim, Allah Teala'nın adil olması, her yükümlü yaratığına, onların istidat ve imkanları dahilinde görev vermesi ve onların imkanları dahilinde onlar hakkında hüküm verip herkese hak ettiği karşılığı vermesidir.

 Buna göre adalet, Allah Teala'nın hiçbir kimseye zulmetmediğine ve akıl sahiplerinin kötü gördüğü şeyleri işlemediğine inanmaktır.

Adalet, herkese ve her şeye gereken hakkının verilmesi ve fertler arasında, nedensiz ayrım yapılmamasıdır.

Başka bir deyimle adalet, Allah Teala'nın her şeyi gerçek ve uygun hedef ve kemaline ulaşabilecek şekilde yaratması, her varlığı kendine layık mevki ve yerine koyup, hakkı hak sahibi olana vermesidir. Yoksa insanları veya bütün varlıkları bir şekilde ve eşit haklara sahip olarak yaratmaya ve ister çaba harcasın, ister harcamasın, ister ihsan ehli olsun, ister fesat ehli, herkese aynı hakkı tanımaya adalet denmez.

En açık şekliyle ilahi adalet, Allah Teala'nın hiçbir kimseye zulmetmediğine ve işlerinin doğruluk ve hikmet üzere olduğuna inanmaktır.

Ehl-i Beyt İmamları bu hususu çeşitli zaviyelerden ele alıp, her yönüne aydınlık getirmişlerdir. Ehl-i Beyt İmamları'nın buyruklarına baktığımızda, adl-i ilahiyi şu sıfatlarla tanıyabiliriz:

1- Allah Teala Zalim Değildir

Yüce Allah, kullarına zulmü irade etmez. Çünkü aklın da hükmettiği gibi zulüm, Allah'ın adalet ve hikmetine aykırı olan bir şeydir. Alemlerin Rabbi olan Allah Teala hakkında, adaletiyle çelişen zulüm yapmak düşünülemez olduğu gibi, hikmetiyle çelişen abes (hedefsiz, boş) ve kötü iş yapmak da asla düşünülemez. Acaba, bütün bu kâinatı tüm güzelliği ve nimetleriyle, kullarının faydalanması için yaratan ve yaratıklarında hiçbir kör nokta koymayan Allah Teala'nın zalim olmasını veya hikmete aykırı davranmasını akıl kabul edebilir mi?

Bundan da öte, Allah Teala'nın kendisi Kur'an-ı Kerim'de defalarca adaletin iyi, zulmün ise kötü olduğunu haber vermiştir. Halkı adalete çağırmış ve zülüm etmekten de sakındırmıştır. Adaletin iyi bir sıfat zulmün ise kötü bir iş olduğunu bildiren bütün çirkin işlerden münezzeh olan Allah Teala'nın kendisinin adil olmaması, haşa zalim olması mümkün olabilir mi?

 Ancak; zulmün kötülük ve çirkinliğinin farkında olmayan, başkasının kudreti ele geçirdiği taktirde, sahip olduğu makam ve mallarını elinden çıkarmasından korkan, başkalarının elinde bulunan makam ve mallara göz diken ve sadece kendi menfaatini düşünen kimse zulme kalkışır.

Bilgisizlik, acizlik, korku ve menfaatperestlik gibi eksik sıfatlar Allah Teala hakkında asla düşünülmez.

Allah sonsuz ilim, hikmet ve kudret sahibidir. O hiçbir şeye muhtaç değildir. O, mutlak kemaldir. Bütün hayırlara, adalet de dahil olmak üzere, tüm güzel isimlere sahip olan O'dur. Alemdeki varlıkların tek kaynağı O'dur. Varlıklar O'nun varlığından var olmuşlardır. Varlık aleminde ne kemal varsa hepsinin menşei O'dur. Böyle iken, var olmaları kendi varlığına dayalı olan varlıklara, her şeye sahip olan O Zat-ı Pâk'ın zulmetmesi nasıl düşünülebilir?

Hz. Zeyn-ül Abidin (a.s) bu hususta şöyle buyurmuştur: "Ey Allah'ım! Senin hükmünde hiçbir zulmün olmadığını biliyorum....Zulmetmeye zayıf ve güçsüz birisi kalkışır ve gerçekten Sen bundan çok-çok yücesin."(7)

Buna göre, Allah Teala kullarına zulmetmez ve onlar hakkında kötülüğü de istemez. Çünkü O, bu işin kötü olduğunu en iyi bilendir. O, işi terk etmeye de kadirdir. O, hiçbir şeye de muhtaç değildir. Allah Teala kullarının küfre düşmesine razı olmaz ve yaptığı tüm işleri hikmet ve hedef üzere yapar. "Eğer inkar ederseniz bilin ki, Allah sizden müstağnidir. Kullarının inkarından hoşnut olmaz. Eğer şükrederseniz sizden hoşnut olur. Hiç bir günahkar diğerinin günahını yüklenmez. Sonunda dönüşünüz Rabbinizedir; yaptıklarınızı o zaman size haber verir; çünkü O, kalplerde olanı bilir." (8)

2- Allah Teala Kullarına En Hayırlı Olanı Seçer

Allah Teala'nın kötü iş yapmadığına ve zulmetmediğine inandığımıza göre, Allah Teala'nın kullarına en uygun olan şeyi takdir ettiğine de inanmalıyız. Çünkü bunun aksi de adalete aykırı olup, zulmetmektir.

Bir kulun kendi hakkında bir şeyi yararlı görmesi mümkündür. Ama her şeyden haberdar olan Allah, kullarını sevdiğinden ve onlara karşı merhametli olduğundan, onlar hakkında maslahatlarının gerektirdiğini (faydalı olanı) yapar; gerçekte maslahat olmadığı halde, kulların kendi maslahat gördüklerini değil.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "Allah sizlere kolaylık istemiştir ve sizlere zorluğu irade etmemiştir." (9) "... Hoşunuza gitmeyen bir şey hakkınızda iyi olabilir ve hoşunuza giden bir şey de hakkınızda kötü olabilir. Allah bilir siz bilmezsiniz."(10)

Yüce Allah üstün hikmet sahibidir. O, faydalı olmayan hiçbir işi yapmaz. Bütün alemi özel bir nizam üzere yaratmıştır. Öyle ki, onun hiç bir noktası hesapsız ve düzensiz vücuda gelmemiştir. Alemde varolan hiçbir şey düzensiz ve gereksiz yaratılmamıştır. "Gökleri yedi kat üzerine yaratan O'dur. Rahman'ın bu yaratmasında bir dü­zensizlik bulamazsın. Gözünü bir çevir bak, bir çatlak görebilir misin? Bir aksaklık bulmak için gözünü tekrar tekrar çevir bak; ama göz umduğunu bulamayıp bitkin ve yorgun düşer." (11)

Sonsuz kerem, ihsan ve lütuf sahibi olan Allah Teala nimetlerini esirgemeden daima kullarına bağışlamaktadır. Varlık alemi baştan başa O'nun yaratıklarına, özellikle de en şerefli yaratığı olan insanoğluna olan ihsanıdır.

Kendisi şöyle buyuruyor: "Sizin için yeri durak, göğü bina eden, size şekil verip de şeklinizi güzel yapan, sizi temiz şeylerle rızıklandıran Allah'tır. İşte Rabbiniz olan Allah budur. Alemlerin Rabbi Allah ne yücedir!" (12)

Varlık alemindeki bazı olayların felsefelerini bilmediğimizde, onların zulüm ve haksızlık olduğunu sanmayalım sakın. Bu düzen, varlığını öyle ilim ve güç sahibi bir vücut kaynağından almıştır ki, zulmetme etkenlerinin hiç biri onda bulunmamaktadır. Bizim için ne irade etmişse, ne istemişse lütuf ve muhabbetinden kaynaklanmıştır.

Yüzeysel bir bakış açısında bazı şeyler yararsız veya zararlı gözükse dahi bu, bizim aklımızın ve ilmimizin kısıtlı ve sınırlı oluşundan böyle gözükmededir. Biz insanlar çok az bir ilme sahibiz ve varlık hakkındaki bilgilerimiz çok sınırlıdır.

Nitekim Allah Teala buna işaret ederek şöyle buyurmuştur: "...Ve size ilimden ancak az bir şey verilmiştir." (13)

Bunun için bir şeyin zararlı veya yararlı olup olmadığını bilmek için, onun sadece insanlardan bir grup veya birisiyle olan ilişkisine bakmamak, her yönden incelemek gerekmektedir. Aslında bir yönden faydalı, diğer bir yönden de zararlı olan bir şeyi, mutlak şer bilmenin kendisi çok büyük bir hatadır. Sıkı bir zincirleme bağlantısı olan alemdeki bu olaylar, bir yer için, bir zaman için ve bir grup için zararlı gözükse de, başka yönlerden faydası daha da fazla olabilir.

 Dünyada zorlukların ve belaların olmadığını söylemek istemiyoruz. Dünya hayatında bir çok zorluklar, musibetler ve iniş çıkışlar vardır ve kesinlikle de var olmaya devam edecektir.

Öyleyse, her zorluğu aklımızın gelişmesi için bir vesile ve ruhumuzun kemale ermesinde bir manevra meydanı bilmeliyiz. Kendi elimizle kendimizi bu zorluklar ve musibetler girdabına atarak, "alın yazımız budur" deyip teslim olmalıyız demek istemiyoruz. Hayır, mü'min bir insanın, daima zorluklarla savaşması, direnmesi, çaba göstermesi, aklını çalıştırarak bulunduğu her durumdan ve karşılaştığı her olaydan ruhunu kamilleştirmek için faydalanması gerektiğini söylüyoruz.

 Zira, her ne kadar belalar, zorluklar ve musibetler, Allah'ın kahır ve gazap suretiyle tecelli eden yüzüdürse de, onların insanın tekamülündeki rolü nazara alındığında, aslında karşılığında şükredilmesi gereken büyük nimetlerden oldukları ortaya çıkıyor.

Hz. İmam Hasan Askeri (a.s) şöyle buyurmuştur: "Hiçbir bela yoktur ki, onu Allah'ın bir nimeti kuşatmış olmasın." (14)

O halde dikkat edilmesi gereken nokta şudur ki, nimetin nimet olması ve zorluğun da belaya dönüşmesi bizim kendi tutum ve tavrımıza dayalı olan bir olaydır. Bizler tüm belaları nimete dönüştürerek kemale yönelebileceğimiz gibi, nimetleri de belaya çevirerek şeytanlara yem olabiliriz.

3- Allah Teala Herkese, Ancak Gücü Yettiği Kadar Yükler

Biz Ehl-i Beyt dostları, Allah'ın adil olduğuna inandığımızdan, Allah Teala'nın insanları güçleri yetmediği şeylerden sorumlu tutmadığına inanıyoruz. Yani, Allah Teala herkesten kudret ve gücü oranında bir takım ödevler istemiş, kimseyi imkan ve yeteneğinden fazlasıyla görevlendirmemiştir.

 Yine inanıyoruz ki, Rahman ve Rahim olan Allah, herkese kendi eliyle kazandığını verir; hiç kimseyi başkasının suçuyla cezalandırmaz. Herkesin yaptığını kendisinden sorar ve halkı hükmünü açıklamadığı şeylerle kıyamet günü sorguya çekmez. "Hiç bir günahkar diğerinin günahını yüklenmez." (15) "Kim bir zerre ağırlığında iyilik yapmışsa, onu görür. Kim de bir zerre ağırlığında kötülük yapmışsa onu görür." (16)

İşte bu amaçla iman edenleri cennetle müjdelemeleri, inkarcıları ise cehennemle korkutmaları için peygamberler göndermiş, insanlar aralarında ayrılığa düştükleri şeyde hak üzere hükmetsinler ve doğru yolu bulsunlar diye, o peygamberlerle birlikte kitap ve ölçek de indirmiş ki, bunların gelişinden sonra insanların, yarın kıyamette "Bizi imana çağıran olmadı" diye Allah'a karşı bir hüccet ve özürleri olmasın. "Eğer onları ondan önce bir azaba uğratarak yok etseydik: "Rabbimiz! bize bir peygamber gönderseydin de, alçak ve rezil olmazdan önce ayetlerine uysaydık, olmaz mıydı?" diyeceklerdi." (17)

Hükmünde hikmet sahibi olan Aziz Allah, bir de son din olan İslam dinini kamil kılmak amacıyla Resulullah (s.a.a)'dan sonra, Hz. Ali (a.s) ilki olmak üzere, masum imamlar tayin etmiş, böylece herkese doğru ve yanlış yolu göstermiştir.

Kimseyi hakikati kabullenmeye zorlamadığı gibi, hakikati bulmak isteyenlerin karşısına zorluk da çıkarmamıştır. Seçim hakkını, gerçek yolu gösterdikten sonra herkesin kendine bırakmıştır. Dileyen şükredenlerden olup Allah'ın yolunu seçer, ya da nankörlük edenlerden olup şeytanın yolunu seçer. "Biz ona (insana) yol gösterdik. İster şükreder, isterse de nankör olur." (18)

Hz. İmam Cafer Sadık (a.s)'dan şöyle rivayet edilmiştir: "Allah'ın, kullarını günahlara zorladığına veya onları güçleri yetmediği şeylerle görevlendirdiğine inanan bir kimsenin kestiği etten yemeyin, şahitliğini kabul etmeyin, arkasında namaza durmayın ve ona zekâttan hiçbir şey vermeyin."(19)

İbrahim bin Ebu Mahmut diyor: "Hz. İmam Rıza (a.s)'a: "Acaba Allah, kullarına güçleri yetmediği şeyleri teklif eder mi? (onlardan ister mi?)" diye sordum. İmam Rıza (a.s) şöyle buyurdu: "Bunu nasıl yapar? Halbuki kendisi Kur'an'da: "Ve Rabbin asla kullara zulmedici değildir" (20) buyurmuştur." (21)

İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: "Yemin ederim o Allah'a ki, kullarına güçlerinin yettiği miktardan daha aşağı şeyleri teklif etmiştir. Güçleri daha fazla olduğu halde onlara, gece ve gündüzde ancak beş vakit namaz kılmayı, yılda sadece bir ay oruç tutmayı ve ömür boyu ancak bir defa hacca gitmeyi vacip kılmıştır." (22)

Buna göre Allah Teala'nın adaletiyle ilgili olarak yukarıda değindiğimiz hususların ispatı için Ehl-i Beyt mektebinin ikame ettiği delilleri şöyle sıralayabiliriz:

Allah Teala'nın Adaletini İspatlayan Deliller

1- Allah Teala mutlak kemaldir. O'nun kemalinin üstünde olan bir kemalin ve O'nun iradesinin üstünde bir iradenin olması mümkün değildir. O, mutlak kudret sahibidir. Dilediğini önünde hiçbir engel olmaksızın yapar.

Ancak Allah'ın iradesi O'nun kemal sıfatlarından kaynaklandığından, hiçbir zaman kemal sıfatlarından olan hikmet sıfatına aykırı olan aşağılık, eksiklik, faydasız ve boş sayılan şeyleri irade etmez. Aksine, devamlı olarak kendi kemaline layık iradelerde bulunur. Allah'ın kemal sıfatlarına layık olan, devamlı olarak yaratıklarına karşı ihsan etmek ve onlara hayır ulaştırmak olduğundan; O, hiçbir zaman yaratıklarına zarar vermeyi ve zulmetmeyi irade etmediği gibi, onları güçlerinin yetmediği şeylerle de mükellef kılmaz. Onların hak ettikleri mükafatları da onlardan esirgemez. Onların hiçbirini başkasının yaptığı suçtan dolayı da cezalandırmaz. Zira böyle şeyler hikmet ve ilim sahibine yakışmaz. O halde Allah'ın bütün yaptıkları yaratıklarının hayrına olup adalet ve hikmet çerçevesi dahilinde vuku bulmaktadır.

2- Zulmün nedenlerini araştırdığımızda, zulmün, cehalet veya güçsüzlük ya da ihtiyaçtan kaynaklandığını görmekteyiz. Bunların hiç biri de mutlak kemal ve kudret sahibi olan Allah Teala'da bulunmadığına göre, Allah Teala'nın zulmetmesi mümkün değildir.

3- Akıl, zulmün bütün çeşitleriyle kabih (çirkin) olduğuna hükmetmektedir. Mutlak kemal ve hikmet sahibi olan Allah Teala'nın çirkin bir işi yapması veya çirkin bir sıfata sahip olması aklın hükmü gereğince muhaldir.

Sonuç olarak; Allah Teala'nın bütün boyutlarıyla adil olmasını, O'nun kemali gerektiren, kemal sıfatlarına sahip olması, zulüm ve boş şeyleri gerektiren eksik sıfatlarından da münezzeh olması gerektirmektedir.

 4- Kur'an-ı Kerim'in bir çok ayetinde ve Hz. Resulullah ve Ehl-i Beyt İmamları'ndan gelen hadislerde zulmetmek kınanmış ve Allah Teala'nın zulmetmesinin mümkün olmadığı bildirilmiştir. O halde Allah Teala'nın zulmetmesi muhaldir.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "Şüphesiz Allah, zerre ağırlığında haksızlık etmez ve eğer yapılan iş hayır olursa, onu arttırır ve kendi katından büyük bir mükafat verir." (23)

Yine şöyle buyuruyor: "Allah, insanlara asla zulmetmez. Yalnız insanlar kendilerine zulmederler." (24) Vs.

Buna göre Cenab-ı Hak bütün boyutlarıyla her türlü zulümden münezzehtir.

Ancak burada karşımıza birkaç şüphe çıkıyor. Adaleti savunanların bu şüphelere cevap vermesi gerekir.

Allah Teala'nın Adaletiyle İlgili Şüpheler

1- Yaratıklar arasında özellikle de insan aleminde görülen farklılıklar ve ayrımlar Allah'ın adaletiyle nasıl bağdaşır? Neden Allah bir insanı beyaz diğerini siyah, birini güzel diğerini çirkin, birini zengin diğerini fakir, birini zeki diğerini geri zekalı olarak yaratmıştır? Hatta neden Allah bir varlığı akıl ve ilim sahibi olan insan, diğerini hayvan, ötekini bitki ve öbürünü cansız bir varlık kılmıştır? Niçin bütün varlıkları aynı şekilde yaratmamış? Niçin bütün insanlara aynı güzellik ve aklı vermemiştir? Vs.

2- Neden varlıklar var olduktan sonra yok oluyorlar? Niçin ölüm vardır? Niçin insan hayata gelip hayatın tadını aldıktan ve ebedilik arzusuna kapıldıktan sonra henüz hayatının tadını çıkarmadan alıp götürülüyor? Bunu nasıl Allah'ın adaletiyle bağdaştırıyorsunuz?

Eğer bir varlık var edilmeseydi, bir şey denilmezdi. Ama var edildikten sonra varlığını devam ettirme hakkına sahip olur. Niçin var edildikten sonra varlığının tadını çıkarmadan yok ediliyor? Bütün bunlar Allah'ın adil olmadığını göstermiyor mu?

3- Farklılıklardan, ayrımlardan ve yok olmalardan geçilse bile, niçin varlık alemi ve özellikle de insan alemi bu kadar belalar ve musibetlerle doludur? İnsanları üzen ve hayatlarını zehre çeviren hastalıkların, zelzelelerin, fırtınaların ve çeşitli belaların varlığı niçindir? Böyle şeylerin varlığı yaratanın adil olmasıyla nasıl bağdaşır? Vs.

4- Niçin cahillik, acizlik ve yoksulluk vardır? Acaba bir varlığa, varlığını sürdürmekte ihtiyaç duyduğu ilim, kudret ve serveti vermemek ona zulmetmek değil mi? Eğer hiç var edilmeseydiler bir sorun yoktu. Ama bir varlık var edildikten sonra varlığını sürdürmekte muhtaç olduğu, bu gibi şeylere sahip olmaya hak kazanır. Bu durumda bunları ondan esirgemek ona yapılan bir zulüm değil midir?

Sonra; niçin varlıklar arasında mikroplar ve eziyet verici hayvanlar gibi zararlı varlıklar da yaratılmıştır? Bunların varlığı Allah'ın hikmet ve adaletiyle bağdaşır mı?

Sonra; bazı şeyler zararlı olmasalar dahi, bir faydaları da olmadığını görmekteyiz. Meselâ, bazı insanlarda altıncı parmağın olması ne işe yarar? Allah Teala niçin böyle faydasız şeyleri yaratmıştır? Böyle şeyleri yaratmak onun hikmetiyle bağdaşır mı?

Hatta böyle şeylerin varlığı, varlık alemini hikmet sahibi birinin yaratmadığını bile kanıtlamaktadır. Zira eğer cihanın yaratıcısı ilim, hikmet ve kudret sahibi olsaydı; elbette ki, böyle şeyleri yaratmazdı. O halde ilahiyatçıların, "Bu cihanı ilim, hikmet ve kudret sahibi olan Allah yaratmıştır" iddiası doğru bir iddia değildir.

5- Allah'ın kıyamet günü günahkarlara vereceğini bildirdiği cezaları, nasıl O'nun adaletiyle bağdaştırabiliriz? O'nun günahkarlara vereceğini bildirdiği cezalar, asla onların işledikleri suçlara uygun cezalar değildir. Allah kıyamet günü vereceği cezaların çok katı ve acı olacağını ve hatta bazılarına ebedi olarak ceza verileceğini bildirmiştir. Nasıl kısa bir ömür süresinde işlenen suçlara böyle ağır cezalar verilebilir? Böyle ağır cezaların verilmesi nasıl O'nun adalet ve şefkatiyle bağdaşabilir? Vs.

Cevap: Varlık aleminde müşahede edilen yukarıda işaret ettiğimiz şerlerin, belaların ve olumsuzlukların varlığı bazılarını, alemin icadında ilim, hikmet ve kudret sahibi olan bir mebdein varlığında şüpheye düşürüp inkara iterken, bazılarını da, şerlerle hayırların arasında bulunan zati ihtilaf ve farklılık yüzünden, onların hikmet ve ilim sahibi bir mebdeden neşet bulamayacağına ve dolayısıyla şerler için bir mebde ve hayırlar için de ayrı bir mebde olduğuna inanmaya götürmüş ve böylece saneviye (çok tanrılı) akidesini doğurmuştur.

İslam bilginleri, bu ve benzeri itirazları geniş olarak ele almış, hepsine cevap verilmişlerdir. Ancak, bu gibi itirazlara verilen cevaplar, özet ve tafsilatlı olmak üzere iki kısma ayrılır. Biz ilk olarak özet olarak verilen cevaba işaret edip, sonra geniş olarak her şüpheye cevap vereceğiz.

Özet cevap, genellikle din ışığında sonsuz ilim, hikmet ve kudret sahibi bir yaratıcının varlığına inanan iman ehlinin, bu gibi şüpheler karşısında izlediği yoldur. Onlar, bu gibi şüphelerin tamamına verdikleri bir cevapla kendi vicdanlarını rahatlatmışlardır.

Şöyle ki; kesin delillerle evrenin ilim, hikmet ve kudret sahibi bir mebdeden neşet bulduğu ispatlandıktan sonra, sonsuz ilim, kudret ve hikmet sahibi olan bir yaratıcının yaratıklarına zulüm ettiğini düşünmek anlamsız olur. Zira, böyle bir yaratıcının kimse ile bir düşmanlığı yoktur ki, birilerine zulmetmeye kalkışsın veya bütün kemallere sahip olan bir yaratıcıda ihtiyaç, kıskançlık ve bilgisizlik gibi eksik sıfatlar söz konusu olamaz ki, O'nun birilerine zulmettiği hayal edilsin.

Kısacası; zulüm denilen şeyin menşei, ya cahillik, ya güçsüzlük ya da ihtiyaçtır. Sonsuz kemal sahibi yaratıcıda böyle şeylerin olmasına bir yer yoktur. O halde O'nun kimseye zulmettiği düşünülemez. O, sonsuz ilim, güç, hikmet sahibidir. En mükemmel düzeni, O herkesten daha iyi bilir ve icat etmeye de kadirdir. O halde O'nun yarattığı en mükemmel düzendir. Dolayısıyla şerler olarak nitelenen şeyler, eğer ekmel düzene aykırı olsaydı, elbette ki Allah onları yaratmazdı. Demek ki, bizlerin şerler, olumsuzluklar ve zararlar olarak nitelediğimiz şeyler aslında böyle değildir. Gerçi, biz bu sınırlı ilmimizle onların hikmet ve felsefesini bilmesek dahi, onlar gerçekte bir hikmet üzere yaratılmıştır ve ekmel düzenin gereğidir.

Bu düşünceye göre; gerçi, bizler bir takım şeylerin hikmet ve felsefesini bilmesek dahi, bizlerin bilmemesi, onun hikmetten yoksun olduğu anlamına gelmez. Zira onu yaratan hikmet ve ilim sahibidir. Mutlaka o şey belli bir hikmet gereğidir ki, yaratılmıştır.

Eğer faraza bizler cihandaki varlıkların bazılarının hikmetini anlamasak da; bu, onun hikmet gereği olmadığına delil olamaz. Bu, ancak bizim o konuda yeterli bilgiye sahip olmadığımızı gösterir. Zira evrenin baştan başa sonsuz hikmetlerle dolu olduğunu görmekteyiz. Dolayısıyla bazı konulardaki hikmet ve sırrı anlamamamız, onun baştan başa hikmetsiz olduğuna bir delil olamaz.

 Meselâ, elimizde bulunan derin ilmi muhtevayı içeren bir kitabı okurken, bizlerin onun bazı bölüm veya satırlarını çözemememiz, hiçbir zaman o kitabın üstün ilmi kariyere sahip olan bir müellif elinden çıkmadığına bir delil olamaz ve böyle bir durumda biz, o kitabın kendiliğinden yazılmış olduğuna hükmetmeyiz. Aksine, bizim ilmi yapımızın, henüz o kitabın tamamını anlamaya yeterli olmadığına kanaat getiririz.

Sonsuz hikmet ve sırlarla dolu olan bu cihan de böyledir. Biz, onun bazı sırlarını çözmekten aciz kaldık diye, onun baştan başa hikmet ve ilim üzere kurulu olmadığına hükmetmemiz, son derece cahillik ve kendini beğenmişliktir. Zira; bir şeyin zararlı veya yararlı olduğuna dair hükmetmek için, onun A'dan Z'ye kadar her yönünü bilmemiz ilk şarttır. O halde henüz kendi varlığının A'sında aciz kalan bir insanın kalkıp tüm evren hakkında ahkam kesmesi, mantık ve bilim dışı bir olaydır.

Hz. İmam Sadık (a.s), Mescid-ün Nebi'de Hz. Resulullah (s.a.a)'in kabri şerifi başında zamanın ateistleri olan Ebu-l Avca ve arkadaşlarının evrenin ilim ve hikmet sahibi bir yaratıcısı olmadığına ve kendiliğinden oluştuğuna dair konuşmalarını duyup da üzülen ashabından Mufazzal'a, Allah Teala'nın varlığını ve sıfatlarını ispat eden ve yaratılış alemindeki hikmetleri içeren, yüksek marifetlerle dolu uzun bir açıklamasında işte bu delile dikkat çekerek şöyle buyurmuştur:

"Ey Mufazzal! Bu şüpheciler, yaratılıştaki sebep ve hikmetleri bilmemekteler. Akılları, Allah Teala'nın karada ve denizde, ovada ve dağda yaratmış olduğu çeşitli varlıkların hikmet ve nedenlerini düşünüp anlamaktan aciz kalmıştır. Böylece kendi ilimlerinin eksikliğinden inkarcılığa, basiretlerinin azlığından da yalanlama ve inatçılığa gitmişlerdir. Hatta eşyanın yaratılışını inkar edip, onların, hikmet ve ilim sahibi bir müdebbir ve yaratıcının tedbiri ve taktiri olmadan kendiliğinden oluştuğunu iddia etmeye başlamışlardır.

Onların bu sapıklıklarındaki durumu, aynen o kör insanların durumuna benzer ki, en üstün ve güzel bir düzenle kurulmuş olup, en güzel ve pahalı yaygılarla döşenmiş olan, içerisinde ihtiyaç duyulan her türlü yiyecek ve içeceklerin hazırlandığı ve her şeyin en üstün bir tedbir ve düzenle yerli yerinde konup düzenlendiği bir binaya girerler. Sonra gözleri kapalı olarak onun içerisinde sağa, sola, öne ve arkaya giderek, odalarını dolaşmaya başlarlar. Ama ne o binanın kendini, ne de içerisinde hazırlanan o nimetleri görürler.

Bu arada biri, gerekli bir ihtiyaç için hazırlanıp, gerekli yerine konan bir nesneyi bulur. Fakat onun ne için hazırlandığını, hikmetinin ne olduğunu ve niçin oraya konmuş olduğunu bilmez. Bu yüzden sinirlenip rahatsız olur ve o binanın eksikliğinden söz edip yapanını ayıplamaya başlar.

İşte yaratılışı ve ondaki hikmet ve tedbiri inkar edenlerin durumu budur. Onların zihni, eşyadaki, hikmet ve sebepleri anlamaktan aciz kaldığı için, bu alemde şaşkın şaşkın gezip, onda olan üstün hikmet, yüce sanat ve güzel düzeni kavrayamıyorlar. Bazen bir şeyi buluyorlar, ancak ondaki hikmeti, niçin öyle olduğunu ve neye yaradığını bilmediklerinden, hemen ayıplamaya koyulup onun hata ve hedefsiz olduğunu öne sürüyorlar..." (25)

Bu yol, kendi haddinde doğru bir yol ve doğru bir istidlal biçimi olup, bir çok vicdanı rahatlatacak niteliktedir. Ancak İslam bilginleri bununla iktifa etmemiş ve zikredilen şüphelerin kökten halline gitmişlerdir. Şimdi bu şüpheleri teker-teker ele alıp cevaplandıralım.

 

 

(1)- Bkz. Mukaddime-i Et- Tevhid Maturidi'nin s. 10

(2)- Bkz. Mukaddime-i Et-Tevhid Maturidi'nin s. 18

(3)- Bkz. Mukaddime-i Et-Tevhid Maturidi'nin s. 18

(4)- Nehc-ül Belağa: Hutbe no: 82

(5)- Nehc-ül Belağa: 427. özdeyiş

(6)- Müfradat-i Rağib: s. 315

(7)- Misbah-ül Mütehaccit s. 188

(8)- Zümer: 7

(9)- Bakara: 185

(10)- Bakara: 216

(11)- Mülk: 3, 4

(12)- Mü'min: 64

(13)- İsrâ: 85

(14)- Bihar-ül Envar c. 87 s. 374

(15)- Zümer: 7

(16)- Zelzele: 7, 8

(17)- Tâhâ: 134

(18)- İnsan: 3

(19)- Vesail-uş Şia c.5 s.391)

(20)- Hac: 10

(21)- Bihar-ül Envar c. 5 s. 11

(22)- Vesail-uş Şia c.1 s.15

(23)- Nisâ: 40

(24)- Yûnus: 44

(25)- Bihar-ül Envar c. 3 s. 59, 60

next page