next page

back page

PEYGAMBERLERİ TANIMA YOLLARI

Peygamberlik makamı çok yüce bir ilahi makam olduğu için, zaman-zaman bu makama özenerek Museylemet-ül Kezzab gibi, peygamberlik iddiasında bulunanlar olagelmiştir. Tabii ki, her iddiayı, özelikle de peygamberlik iddiası gibi, inançta esas olan bir meseleyi açık bir delil olmaksızın kabul etmek akıl karı değildir.

İbn-i Sina diyor ki: "İddiacının iddiasını bir delil ve burhan olmaksızın kabul eden kimse, insan fıtratından çıkmıştır." Dolayısıyla yalan olan peygamberlik iddiasıyla gerçek peygamberliğin ayrımı için, açık delillerin olması zaruridir. İşte gerçek peygamberin iddiasının doğruluğunu ispatlamak için getirdiği delile mucize denir.

Mucizenin Gerekliliği

Allah tarafından gönderilen bir peygamberin iddiasının doğruluğunu ispatlamak için, getirdiği delile mucize denir demiştik. Fakat Kur'an-ı Kerim'de mucize kelimesi yerine, burhan, beyyine (açık delil) ve ayet (nişane) tabirleri kullanılmıştır. Mucize, sözcük olarak Arapça bir kelimedir. Ecz kökünden üretilen bir ism-i faildir. Acze düşüren anlamını ifade eder. Ulema, bir peygamberin kendi peygamberlik iddiasını ispatlamak amacıyla ilahi güce dayalı olarak getirdiği, diğer insanların benzerini getirmekten aciz kaldığı, harik-ül ade delil ve nişaneye mucize ismini vermişlerdir. Yani, bir peygamberin getirdiği delile mucize ismi verilmesi, diğer insanların onun benzerini getirmesinden aciz kaldığından dolayıdır.

Büyük kelamcı ve filozof Hace Nasiruddin, mucizenin tanımını şöyle yapmıştır: "Bir peygamberin doğruluğunu tanımanın yolu, mucize göstermesidir. Mucize, bir peygamberin iddiasına uygun olarak, harik-ül ade olan bir olayı var etmesi veya aynı özellikte bir şeyi yok etmesinden ibarettir." (46)

Hz. İmam Cafer Sadık (a.s) mucizenin gerekliliğini şöyle açıklıyor: "Mucize, ilahi bir nişanedir. Allah o nişaneyi ancak peygamberine ve Allah tarafından imamet makamına tayin edilen kimseye, iddiasının ve getirdiğinin doğruluğunun yalancı iddiacıların iddiasından ayrılması için vermektedir." (47)

Görüldüğü üzere, mucizenin bir takım şartları vardır. O halde her harik-ül ade olan iş, mucize olarak kabul edilmez.

Evvela; mucizeyi getiren kimsenin peygamberlik veya imamlık iddiası olmalı.

Saniyen; bütün diğer insanların benzerini getirmekten aciz kaldığı harik-ül ade bir olay olmalı.

Salisen; iddiasıyla uyum içinde olmalı.

Rabien; tahaddi makamında olmalı. Yani, meydan okurcasına diğer insanları mukabele ve mübarezeye davet niteliğinde olmalıdır.

Mucizenin Şartları ve Diğer Harik-ül Ade Olaylardan Farkı

a) Harik-ül ade bir olayın mucize telakki edilebilmesi için, onu getirenin peygamberlik veya imamlık iddiası olmalıdır. Yoksa böyle bir iddia söz konusu olmadan bazı salih kullardan görülen harik-ül ade olaylara mucize değil keramet denir.

b) Bu harik-ül ade olay, hiçbir kayıt ve şarta bağlı olmadan tahakkuk bulmalı ve diğer insanlardan hiç birinin, hatta en dahi insanların veya Allah'ın diğer salih kullarının böyle bir olayın benzerini yapmaları imkansız olmalıdır. Yoksa, diğer insanların da sahip oldukları üstün yetenekleri sayesinde belli şartlar altında yapabildikleri veya diğer bir salih kulun getirebileceği türden bir olay olursa, bu da mucize sayılmaz.

Meselâ, sihirbazlar, mürtazlar ve salih kullar gibi, bazı insanlar da yoğun ve yıpratıcı çalışmalardan sonra bir çok insanın yapamadığı bir takım işleri yapabiliyorlar. Ama bu gibi işler, bir takım temrin ve zahmete dayalı olarak, belli şartlar altında tahakkuk bulduğu için, başka birisi çıkıp ondan daha üstününü de yapabilir. Hiçbir sihirbaz, hiçbir mürtaz, hiçbir dahi, hiçbir veli hiçbir kayıt ve şarta tabi olmadan her halükarda harik-ül ade bir olayı tahakkuk ettiremez. Onların yaptıkları harik-ül ade olaylar, illa da belli şartları içeren türden olup, diğer insanların da benzeri şartlar altında aynısını veya daha üstününü gerçekleştirebileceği türden harik-ül ade olaylardandır.

Allah peygamberleri, herhangi bir özel öğretim ve eğitim görmeden, istenilen şey mantıklı olduğu taktirde, hiçbir sınır söz konusu olmaksızın, Allah'ın izniyle her alanda, zaman ve ortam farklılığı göz önüne alınmaksızın mucize gösterebilirler.

Kısacası, dahilerin, sihirbazların, mürtazların ve keramet ehlinin yaptıkları bazı işler de, harik-ül ade olma özelliğini taşıyor. Ama onların yaptıkları işler, beşer türünün kadir olmadığı bir iş değildir. Başka biri de aynı şartlara haiz olduğu taktirde, benzeri bir işi veya daha üstününü yapabilir. Fakat mucize olan şey, beşer türünün gücü dışında kalan bir olay olmalıdır ve hiçbir kimse hiçbir koşul altında onun benzerini tahakkuk ettirememelidir.

Örneğin, altı yaşındaki bir çocuğun, büyük bir bilgin insan gibi ilmi kariyere ulaşması, harik-ül ade bir olaydır. Ancak bu, dahi insanlarda görülebilen bir olay olup, beşer türünün kudreti dışında değildir. Onun gibi başka bir dahi de çıkabilir. Fakat, Hz. İsa (a.s)'ın olayında olduğu gibi, henüz yeni doğmuş bir çocuğun, en üstün bilginlerin bile ulaşamayacağı bir ilmi ve olgunluğu ortaya koyup, kendini ilahi peygamber ilan etmesi, bir dahilik işi değildir, bu bir mucizedir ve sonsuz ilahi kudrete bağlı olduğunu göstermektedir.

c) Mucize, peygamberlik veya imamet iddiasında bulunan kişinin sözüyle uyum içinde olmalıdır. Yani, mucize olarak göstereceğini söylediği şeyin kendisini tahakkuk ettirmelidir. Yoksa, mucize olarak göstermek istediği şeyin tersi gerçekleşirse, bu mucize sayılmaz.

Örneğin, eğer; "Ben mucize olarak anadan kör olan kimseye şifa veririm veya ölü insanı diriltirim" diyorsa, bunun kendisini tahakkuk ettirmelidir. Yoksa, anadan kör olan birine şifa vereceğim deyip de, onun başına elini sürdüğünde faraza, o insan sağır da olursa (gerçi, bu iş diğer insanların elinden gelmese bile), mucize sayılmaz.

Nitekim, yalancı peygamber Museyleme, Hz. Resulullah'ın suyu çok az olan bir kuyunun suyundan bir miktar ağzına alıp, tekrar o kuyuya boşalttığında, kuyunun suyunun coşarak çoğaldığını duyunca: "Bunu ben de yaparım" deyip, yine suyu az olan bir kuyunun suyundan bir miktar alıp tekrar onun üstüne boşaltınca, o kuyunun suyunun tamamen kuruduğu rivayet edilmektedir. İşte Hace Nasiruddin'in mucizenin tanımında zikrettiği, "iddiasıyla uyum içinde olmalı" kaydı bu şartı belirtmektedir.

d) Mucize olarak yapılmak istenen iş, tahaddi makamında olmalı. Yani, yalnızca peygamberlik veya imamlık iddiasının ispatı için yapılmalı ve diğer insanlara meydan okurcasına ve onları mübarezeye davet edercesine olmalıdır. Bu durumda eğer, böyle bir iddia sahibi, insan türünün kudreti dışında kalan bir mucize gerçekleştirir, onlar da onun benzerini getirmekten aciz olduklarını itiraf edip, böyle bir şeyin eğitim, öğretim ve benzeri herhangi bir normal yollarla gerçekleşmesinin mümkün olmadığını görürlerse, o işin mucize olduğu ve ilahi güç sayesinde gerçekleştirildiği anlaşılır. Aksi taktirde, böyle bir iddia söz konusu olmadan ve diğer insanları mübarezeye davet etmeden bazı salih kullarda görülen harik-ül ade işlere keramet denir.

Mucizenin sadece peygamberlik veya imamlık iddiasında olan kişiye mahsus olmasının nedeni şudur ki, mucize, bir peygamberin veya imamın iddiasının doğruluğunun kanıtıdır. Zira Allah Teala'nın, iddiasında doğru olmayan bir peygamber veya imama böyle bir imkan sağlayarak kullarının sapıklığa yönelmelerine izin vermesi O'nun hikmetiyle bağdaşmaz ve muhaldir.

Allah Teala şöyle buyuruyor "Eğer o peygamber bazı şeyleri uydurup bize isnat etmeye kalkışsaydı, elbette biz onu kuvvetle yakalar ve ondan intikam alırdık. Sonra da onun kâlp damarlarını keserdik (helak ederdik) (48)

Yine, Cenab-ı Hak Hz. Musa ile mübarezeye kalkışan sihirbazların Allah tarafından teyit göremeyeceklerini şöyle açıklıyor: "Onlar yapacaklarını ortaya koyunca, Musa: "Sizin yaptığınız bir büyüdür. Şüphesiz Allah müfsitlerin (fesat çıkaranların) işlerini düzeltmez. Ve suçlular istemese de Allah kelimeleriyle hakkı gerçekleştirir" dedi." (49)

Fakat bu dediklerimizin anlamı şu değil ki; peygamber, her karşısına dikilip mucize talebinde bulunanın isteğine icabet edip, ona mucize göstermek zorundadır. Hayır, bir peygamberin mucize göstermesi için, makul bir gerekçesi ve hikmete uygun olması gerekir. Yoksa, bazıları gerçeği anlamak için değil, kendi küfürlerine ve inatlarına bahane aramak veya başka makul olmayan nedenlerden dolayı mucize talep ediyorlardı. Elbette ki, peygamber böyle birilerinin isteğini yerine getirmek zorunda değildi.

Sonra peygamber, Allah'ın izni olmadan kendi yanından mucize gerçekleştiremez. Hangi makamda mucize göstermek gerektiğini ve mucizeyi göstermek için gerekli hikmetin oluşup oluşmadığını Allah Teala belirler.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "De ki: Mucizeler ancak Rabbimin katındadır (onun elindedir). Doğrusu ben sadece apaçık bir uyarıcıyım."(50)

 Yine şöyle buyuruyor: "Allah'ın izni olmadan hiçbir peygamber hiçbir ayet (mucize) getirmez."(51)

Ayrıca mucize olarak istenilen şey, yapılması akılca mümkün olmayan veya peygamberlik makamı ve hedefiyle çatışır türden olmamalıdır. Meselâ, bazı kafirler, Hz. Resulullah'a: "Sen yerden bize bir kaynak fışkırtmadıkça, biz sana inanmayacağız. Veya hurma ve üzüm bağların olup aralarında nehirler akmadıkça veya iddia ettiğin gibi göğü başımıza parça-parça düşürmedikçe veya Allah'ı ve melekleri gözümüzün önüne getirmedikçe veya altın ve mücevherattan bir evin olmadıkça veya sen göğe yükselmedikçe biz sana inanmayız..." (52) diyorlardı.

Açıktır ki, bu isteklerden bazıları, akıl açısından mümkün değil, bazıları da peygamberlik makam ve hedefiyle çelişmektedir. Dolayısıyla böyle isteklerin gerçekleşmesi olanaksızıdır.

Meselâ, Allah Teala'yı getirmek gayri mütenahi varlığı mütenahi kılmaktır ve bu muhaldir.

Bir peygamberin altın ve mücevherattan evi olması ve müstekbirler gibi göz kamaştırıcı hayat sürmesi peygamberlik makamına yakışmaz.

 Gökten taşlar yağdırıp insanların yok olmasına sebep olmak da peygamberlik hedefiyle uyuşmaz. Dolayısıyla böyle isteklerin yerine getirilip mucize gösterilmesi olanaksızdır.

Burada şunu da belirtmeliyiz ki, peygamberlerin yaşam tarzları, yüce hedefleri, sahip oldukları üstün sıfat ve güzel ahlakları onların getirdikleri harik-ül ade işlerin mucize olduğunu ayrıca kanıtlamaktadır.

Şöyle ki, peygamberlerin yaşam tarzları ve hedefleri, dost düşman her kesin taktirini kazanırken, böyle bir makam ve hedefe sahip olmadan, bazı harik-ül ade işleri gerçekleştiren dahi, mürtaz ve sihirbaz gibi insanlar, halk arasında nüfuz sahibi olmak, diğerlerini aldatmak, avam tabaka arasında meşhur olmak, zalimlerin emrinde maddi menfaâtler elde etmek gibi, ucuz hedefler peşinde olmakla beraber, onları; ne özel yaşantıları, ne de haiz oldukları sıfat ve ahlakları açısından peygamberlerle kıyaslamak mümkün değildir.

Nitekim, Firavun'un sihirbazlarının, Hz. Musa'ya galip geldikleri taktirde ondan ücret talebinde bulunarak: "Eğer biz üstün gelirsek, muhakkak bize mükâfat vardır değil mi?" dediklerini, Firavun'un da onlara: "Evet, şüphesiz ki, siz yakınlarımdan olacaksınız"(53) dediğini görmekteyiz. Bu, onların ucuz hedef peşinde koştuklarını göstermektedir. Ama hiçbir ilahi peygamber böyle ucuz hedef peşinde olmamıştır ve olamaz.

Ayrıca, şunu da belirtmeliyiz ki, peygamberlerin birbirinden farklı mucize getirmeleri bir tesadüf eseri değildir. Mucizelerin farklı oluşu hikmet üzeredir. Zira her zamanda getirilen mucize, kendi zamanında yaygın olan maharetler türünden olmalıdır ki, zamanın uzmanları o konuda hakemlik edebilsinler. İmam Rıza (a.s)'dan nakledilen aşağıdaki rivayet bu konuyu en iyi şekilde açıklamaktadır:

İmam Rıza (a.s), İbn-i Sıkkiyt adlı ashabının: " Neden Allah Teala, Hz. Musa'ya nur saçan el ve asa, Hz. İsa'ya tıp ve Hz. Muhammed'e konuşma yeteneğini vermiştir?" şeklindeki sorusuna şöyle cevap vermiştir: "Allah Teala Hz. Musa'yı peygamberliğe seçtiği zaman, o ortamda sihirbazlık yaygındı. Hz. Musa Allah'ın izniyle öyle bir mucize getirdi ki, sihirbazların onu yapmaları mümkün değildi. Böylece onların sihirlerini batıl edip, kendilerine hücceti tamamladı.

Allah Teala Hz. İsa'yı peygamberliğe seçtiği zaman ise, toplumda tıp ve tababete çok ihtiyaç vardı. Halk çeşitli hastalıklara yenik düşmekteydi. Hz. İsa, onların nezdinde bulunmayan bir tıp ilmiyle gelip, felçlik ve benzeri hastalıklara yakalananlara, anadan doğma körlere Allah'ın izniyle şifa vermek ve ölüleri diriltmek vesilesiyle nübüvvetinin doğruluğunu halka beyan etti.

Hz. Muhammed'e (s.a.a) peygamberlik verildiği zaman ise, halk arasında şiir ve hitabet sanatı yaygın idi. İşte bunun için Hz. Muhammed Allah'ın kitabından, nasihatlerinden ve kanunlarından öyle bir şey getirdi ki, onların sözlerini çürüğe çıkarıp, hücceti onlara tamamladı. İmam (a.s)'ın bu açıklamasını duyan İbn-i Sıkkiyt: "Andolsun Allah'a ki, böyle bir gün yaşamamıştım. Bu gün halka hüccet nedir?" dedi. İmam (a.s): "Akıldır. Onunla Allah'a doğru konuşanı tanıyıp tasdik eder ve yalan konuşanı tanıyıp tekzip edersin" buyurdu. Bunu gören İbn-i Sıkkiyt: "Andolsun Allah'a ki, cevap budur" dedi.(54)

VAHİY NEDİR?

Vahiy, Allah Teala'nın, peygamberliğe seçtiği kişilerle, emirlerini iletmek amacıyla, niteliği bizim his ve idrakimizi aşan bir tür tekellüm şeklidir.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "Biz, Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik..."(55)

Büyük filozof Sadruddin Şirazi şöyle yazıyor: "İnsan nefsi ister vacib-ül vücut, ister mümkün-ül vücut olsun, bütün hakikatlerin onda tecelli etme kabiliyetine sahiptir. Ancak bu tecelli nefsin zorunlu bir sıfatı olmadığından önceden zikrettiğimiz bir takım dış etkenler buna mani olabilir. Nefis aynen bir ayna misalidir. Engelleyici sebepler ise, onunla Allah Teala'nın kıyamete kadar bütün olup bitenleri kaydetmiş olduğu Levh-i Mahfuz cevheri arasında bir perde oluşturmaktadır. İşte bu engelleyici sebepler gittiği taktirde ilmi hakikatler işbu akli levhadan nefis aynasına yansıyacaktır.

Nasıl ki, iki ayna arasında olan engel bazen işe koyulan birinin çabasıyla gider, bazen de örneğin, bir rüzgar esmesi o engeli giderebilirse, böylece insanoğlu da, ilmi hakikatlere bazen kendi tefekkür gücüyle eşyadan ilmi suretleri soyutlayarak varabiliyor, bazen de ilahi lütuf rüzgarı sayesinde bu engeller ortadan kaybolur. Böylece basiret gözünden perdeler kalkar ve Levh-i Mahfuz'da yazılı olan ilmi hakikatlere nail olup görebilir.

Bu, bazen uyku halinde gerçekleşebilir. Böylece gelecekte olacak şeyleri rüyada görebilir. Fakat, tam anlamıyla perdenin kalkıp hakikatin tecelli etmesi, ancak ölüm hakikatinin tecelli etmesiyle gerçekleşir.

Bundan anlaşıldı ki, insan ilmi hakikatlere çeşitli şekillerle ulaşabilir. İnsan bazen, bizzat her kesin kendi sahip olduğu kazanma, talim ve taallüm (eğitim ve öğrenim) yoluyla ilim elde edebilir. Bazen de, kişinin kendi şevk ve isteğinden sonra veya şevk ve istek söz konusu olmadan ilim ona akım eder. Öyle ki, nasıl ve nereden geldiğini anlayamaz. Bu ikinci kısım ilim edinme yoluna sezgi ve ilham denir. Bunun kendisi de iki kısma ayrılır. Bazen böyle bir ilme mazhar olan kişi, o ilmin sebebi ve kaynağı olan şeyi anlar. Bu, Allah tarafından ilim getiren meleği müşahede etmekle olur. Bazen de, o ilmin kaynak ve sebebini teşhis edemez. O halde ilim edinme yolu bu üç yoldan ibarettir. Birincisine kazanma ve talim, ikincisine, sezgi ve ilham, üçüncüsüne de vahiy denir. Vahiy yolu peygamberlere, sezgi ve ilham yolu da, velilere mahsustur. Birinci yol ise, bütün insanlar arasında ortaktır....İşte bunun içindir ki, Allah Teala: "Allah bir insanla ancak vahiy suretiyle veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderir; izniyle, dilediğini vahyeder. Doğrusu O, yücedir, Hakimdir"(56) buyuruyor." (57)

İşbu tanıma göre vahiy, ilahi ilmi getiren meleğin vahiy alan kişi tarafından bilindiği ilim türüne denir. Nitekim bazı hadislerde de, peygamberler ile veliler arasındaki farkın bu olduğu belirtilmiştir. Yani, vahiy alan peygamber kendine ilahi ilmi getiren meleği görür, ama ilham alan veli görmez.

Hz. İmam Muhammed Bakır (a.s)'a: "Resul, nebi ve muhaddesin (velinin) farkı nedir?" diye sorulunca, Hazret şu cevabı vermiştir: "Resule Cebrail açıkça gelir ve o Cebrail'i görerek konuşur. Resul bu kimsedir. Nebi ise, rüyasında görür. Nitekim Hz. İbrahim rüyasında görürdü ve Hz. Resulullah da kendine vahiy gelmeden önce nübüvvet sebeplerini rüyasında görürdü. Ancak Cebrail Hz. Resulullah için risalet makamını Allah katından getirip, Hazret hem nübüvvet hem de risalet makamına haiz olunca, Cebrail açıktan Hazret'e gelir ve konuşurdu.... Muhaddese gelince; o, kendisine ilim getiren sesi işitir, ancak onu (sesin sahibini); ne açıktan, ne de rüyasında görmez." (58)

Ancak buna rağmen, Kur'an-ı Kerim'de vahiy, yukarıda değindiğimiz ıstılahi manadan daha geniş manada kullanılmıştır.

Örneğin, Allah Teala şöyle buyuruyor: "Ve Rabbin bal arısına vahyetti ki: "Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan kendine evler edin"(59)

Bu ayet-i kerimede geçen vahyin niteliği bizlere meçhuldür. Belki de bir çeşit ilham ve yönlendirme manasını ifade etmektedir.

Yine, Allah Teala şöyle buyuruyor: "Ve Musa'nın anasına şöyle vahyettik: "Onu (Musa'yı) emzir sonra öldürülmesinden korktuğun zaman onu denize (Nil nehrine) bırakıver. Sakın korkma ve üzülme! Biz, muhakkak onu sana geri vereceğiz ve kendisini peygamberlerden yapacağız."(60)

Bu ayette geçen vahyin niteliği de bizlere meçhuldür. Ulema Hz. Musa'nın annesinin peygamber olmadığını göz önüne alarak, bu ayette geçen vahyin de ilham manasını ifade ettiğini belirtmişlerdir.

Fakat ilahi elçiler olan meleklerin yalnızca peygamberlere görülebileceğini iddia edemeyiz. Zira, Kur'an-ı Kerim'de meleklerin peygamber olmayan bazı kutsal insanlara göründüğünden de söz edilmiştir.

Buna; Hz. Lut peygamberin kavmini yok etmekle görevlendirilen meleklerin Hz. İbrahim (a.s)'ın evini de ziyaret ederek, Hazret'in ailesine görünerek, onlara ihtiyar yaşlarında evlat müjdesi vermeleri olayı ile, Hz. Ruh'un (Cebrail'in) Hz. Meryem (a.s)'a temessül ederek, görünme olayını örnek olarak zikredebiliriz.

O halde farkı, meleğin görünüp görünmemesinde değil, getirilen mesajın içeriğinde aramalıyız. Yani, getirilen mesaj risalet niteliğinde olursa, bu peygamberliğe ait bir vahiydir. Aksi taktirde vahiy olsa bile peygamberlikle bir alakası yoktur.  

Gayb Alemiyle İrtibat

Şüphe yok ki, peygamberler ve keza peygamberlerden sonra ilahi hüccetler olan imamlar gayb alemiyle irtibatlı olan kişilerdir. Onlar beşerin hidayetinde gerekli olan bilgilerini Cenab-ı Hak'tan almaktadırlar. Ancak sorun bu irtibatın nasıl olduğu konusudur.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "Allah bir insanla ancak vahiy suretiyle veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderir; izniyle, dilediğini vahyeder. Doğrusu O, yücedir, Hakimdir."(61)

Buna göre, ilahi tekellüm üç şekilde gerçekleşebilir:

1- Allah'la insan arasında hiç aracı olmaksızın direk kalbe yerleştirme şeklindeki konuşma.

2- Bir perde arkasında işitilen ilahi konuşma, Hz. Musa (a.s)'ın Tur dağında bir ağaçtan gelen ilahi konuşmayı işitmesi gibi.

3- Bir melek tarafından peygambere getirilen ilahi mesaj.  

Peygamberlerin Gaybı Bilmeleri

Acaba bir peygamber veya ilahi hüccet olan imam gaybi ilim olarak nitelenen ilimlere sahip olabilir mi? Konuyu Kur'an'a arz ettiğimizde, şöyle bir tablo ortaya çıkıyor: Gaybı bilmek bizatihi Hak Teala'ya mahsustur. Hiçbir yaratık bizatihi gaybi ilme sahip değildir. Ancak Allah Teala dilerse, dilediği kimseye gaybe dair ilim de verebilir.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "Gaybın anahtarları O'nun katındadır, O'ndan başka kimse onları bilmez..."(62)

Yine şöyle buyuruyor: "De ki: "Gayb Allah'ın elindedir. Bekleyin, ben de sizinle beraber beklemekteyim" (63)

Her iki ayetten de gaybı bilmenin sadece Allah Teala'ya mahsus olduğu anlaşılmaktadır.

Peygamberlerin gaybı nasıl bildikleri sorusuna gelince, onlar da ancak, Allah'ın onlara açıklamasıyla gaybı bilebilirler.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "O bütün gaybı bilendir. Gaybe dair ilmini hiç kimseye açmaz. Meğer razı olduğu bir peygamber olsa, (ona gaybe dair bazı ilimleri açıklar)..." (64)

Yine şöyle buyuruyor: "Allah size gaybı da bildirecek değildir. Fakat Allah, (gaybı bilmek hususunda) resullerden dilediğini seçer..."(65)

İşte Hz. İsâ (a.s)'ın peygamberliğinin ispatı için (mucize olarak) halka: "Evlerinizde ne yiyor ve ne biriktiriyorsanız size haber veririm...." (66) şeklindeki beyanı ile, Hz. Hızır (a.s) ile Hz. Musa arasında geçen olaylar bunun bir örneğidir.

Demek ki; peygamberler ve imamlar kendi yanlarından gaybı bilemezler. Ancak Allah Teala dilerse, onlara gaybi ilimler verebilir.

Hz. Ali (a.s) bir gün halka yaptığı konuşmasında gelecekte vuku bulacak olaylara işaret ettiğinde, ashabından biri: "Ey Mü'minlerin Emiri! Size gaipten ilimler mi verildi?" diye sorar. İmam (a.s) onun cevabında şöyle buyurur: "Bu dediklerim gayb ilmi değil. Bu bir ilimdir ki, onu ilim sahibinden (Peygamber'den) öğrendim. Gaybi ilim, kıyamet gününün ne zaman olacağı ve Allah Teala'nın; "Kıyamet saatini bilmek ancak Allah'a mahsustur. Yağmuru O, indirir, rahim­lerde bulunanı O, bilir, kimse yarın ne kazanacağını bilmez ve hiç kimse nerede öle­ceğini bilemez. Allah şüphesiz bilendir, her şeyden haberdardır"(67) ayetinde saydığı şeyleri bilmektir. Ancak Allah Teala rahimlerde olanın erkek veya dişi olacağını, çirkin veya güzel olacağını, cömert veya cimri olacağını, saadetli veya bedbaht olacağını, kimin cehenneme gideceğini, kimin cennette peygamberlere arkadaş olacağını bilir. İşte Allah'tan gayri kimsenin bilmediği gaybi ilim budur. Bunun dışındaki ilimleri ise, Allah Teala Peygamberi'ne öğretmiştir. Peygamber de onları bana öğretmiş ve kalbimde yerleşmesi için dua etmiştir." (68)

İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: "Eğer birisi, Allah'ın yeryüzünde halka hüccet ve önder seçtiği kimseye her hususta ihtiyaç duyduğu ilmi vermediğini iddia ederse, Allah'a yalan isnat etmiştir."(69)

 

 

(46)- Kitab-ut Tecrid Nübüvvet Bölümü

(47)- Bihar-ül Envar c.11, s.71

(48)- Hakka: 44, 45, 46

(49)- Yunus: 81, 82

(50)- Ankebut: 50

(51)- Ra'd: 38

(52)- İsrâ: 90, 91, 92, 93

(53)- Araf: 113, 114

(54)- Bihar-ül Envar c. 11 s. 70

(55)- Nisa: 163

(56)- Şura: 51

(57)- Şevahid-ür Rübubiyye s. 347, 348, 349

(58)- Usul-u Kafi c. 1 s. 176

(59)- Nahl: 68

(60)- Kasas: 7

(61)- Şura : 51

(62)- En'âm: 59

(63)- Yunus: 20

(64)- Cin: 26,27

(65)- Al-i İmran: 179

(66)- Al-i İmran: 42

(67)- Lokman: 34

(68)- Nehc-ül Belağa Hutbe: 128

(69)- Bihar-ül Envar c. 26 s.139

next page

back page