next page

NÜBÜVVET

 

 

İÇİNDEKİLER

NÜBÜVVET

Yaratılış ve Hedefi

İnsanın Farklı Yönü

Akıl Tek Başına Yeterli Değildir

İnsan ve İbadet

Toplumsal Yaşam ve Kanun

1- Beşerin Kemale Ermesinde Gerekli Olan Doğru Bil. Ulaşması

2- Beşerin Gerekli Güzel Terbiye ve Eğitimi Alması

3- Toplumsal Adalet ve Saadetin Temini İçin Kamil Kanunlara Sahip Olmak

İnsan Toplumsal Bİr Varlıktır

Toplumsal Yaşam Kanunsuz Olamaz

Nasıl Bir Kanun İnsanın Saadetini Temin Edebilir?

PEYGAMBERLERİN HEDEFLERİ

1-Tevhid ve İbadet

2- İlim ve Ahlaki Değerler

3- İnsanları Her Türlü Esaretten Kurtarmak

4- Tağut ve Müstekbirlere Karşı Mücadele

5- İhtilaf ve Bölünmeleri Ortadan Kaldırmak

6- Aklı Teyit Etmek

7- Ruhsal Hastalıkları Tedavi Etmek

8- Ölen Ruhları Tekrar Diriltmek

9- Güzel Bir Örnek Oluşturmak

PEYGAMBERLERİ TANIMA YOLLARI

Mucizenin Gerekliliği

Mucizenin Şartları ve Diğer Harik-ül Ade Olaylardan Farkı

VAHİY NEDİR?

Gayb Alemiyle İrtibat

Peygamberlerin Gaybı Bilmeleri

PEYGAMBERLERİN SIFATLARI

Peygamberlerin Masumiyeti

Peygamberlerin Masumiyetini İspatlayan Akli Deliller

Peygamberlerin Masumiyetini İspatlayan Nakli Deliller

Masumlukla İlgİlİ Şüpheler

PEYGAMBERLERİN MAKAMLARI

PEYGAMBERLERİN SAYISI

KUTSAL KİTAPLAR

Resul ve Nebinin Farkı

KUR'AN'DA İSMİ GEÇEN PEYGAMBERLER

ULÜ'L AZM PEYGAMBERLER

Hz. Nuh (Aleyhisselam)

Hz. İbrahim (Aleyhisselam)

Hz. İbrahim'in Veladeti

Hz. İbrahim'in Putlara Karşı Mücadelesi

Hz. İbrahim'in Ateşe Atılışı

Hz. İbrahim'in Hicreti

Hz. Musa (Aleyhisselam)

Hz. Musa'nın Veladeti

Hz. Musa'nın Firavun'un Sarayında Büyümesi

Hz. Musa'nın Hicreti

Hz. Musa'nın Çobanlığı

Hz. Musa'nın Peygamberlikle Görevlendirilmesi

Hz. İsa (Aleyhisselam)

Hz. İsa'nın Veladeti

Hz. İsa'nın Peygamberliği

Hz. Muhammed (s.a.a)

HZ. HATEM-ÜL ENBİYA MUHAMMED-İ MUSTAFA (s.a.a)'İn PEYGAMBERLİĞİNİN İSPAT YOLLARI

a) Hazret'in Kişiliği ve İçinde Bulunduğu Şartlar Hazret'in Peygamberliğini İspat Ediyor

b) Önceki Peygamberlerin Tanıtımı Hazret'in Peygamberliğini İspat Ediyor

c) Mucize

KUR'AN'IN MUCİZE OLUŞU

İLAHİ DİNLERİN BİRLİĞİ

SON PEYGAMBER

Hazret'İn Makamı

Ümmetine Şefkati

Kararlılığı ve İstişaresi

Tebliğ Yöntemi

İlmi Önemsemesi

İbadeti

Oruç Tutuşu

Zühdü

Tevazusu

Emanettarlığı

Cömertliği

Sabrı

Şecaati

Oturuşu

Yemek Yiyişi

Su İçişi

Güzel Koku Kullanması

Temizliği

Aynaya Bakışı

Elbise Giyişi

Dişini Misvaklaması

Aile Ahlakı

Affı

Kölelere Davranışı

Halka Davranışı

Musafahası

Mizahı ve Gülüşü

Genel Adap ve Ahlakı

İsmi

Hz. Peygamber (s.a.a)'e Salavat

NÜBÜVVET

İnanç esaslarından biri de, insanların irşat ve hidayeti için ilahi elçilerin gönderildiğine inanmaktır. İslam ümmeti olarak bizler, ilki Hz. Adem sonuncusu Hatem-ül Enbiya Hz. Muhammed Mustafa (s.a.a) olmak üzere, Allah Teala'nın yüz yirmi dört bin peygamber gönderdiğine inanmaktayız. Diğer beşeri topluluklar da peygamber inancından yoksun değillerdir. Elbette ki, her beşeri toplulukta bir veya birkaç ilahi elçi olagelmiştir. Burada ister istemez, niçin ilahi elçilerin gönderildiği sorusu karşımıza çıkmaktadır. Acaba insan topluluğu kendi aklıyla yaşantısını sürdürmeye gücü yetmiyor muydu ki, Allah Teala onlara önder ve hidayetçi olarak elçi göndermek ihtiyacını hissetmiştir?

Nübüvvet inancını reddeden sadece Allah Teala'nın varlığını kabul etmeyen ateistler olmamıştır. Hatta evrenin hikmet ve ilim sahibi bir yaratıcısı olduğuna inananlardan da, insan aklının, dünya hayatının sürdürülmesinde yeterli olduğunu, dolayısıyla da peygamber gönderilmesine ihtiyaç olmadığını savunanlar olmuştur. O halde evrenin ilim ve hikmet sahibi bir yaratıcısı olduğunu ispatlamak, peygamber inancını peşinde getirmeye yeterli değildir. Dolayısıyla ilahi elçilerin gönderilmesini zorunlu kılan gerekçelerin neler olduğu konusunun başlı başına ele alınması gerekmektedir. İşte biz kitabımızın bu bölümünde özet niteliğinde bile olsa, bu gerekçelere işaret etmeyi zorunlu görüyoruz.

Yaratılış ve Hedefi

Elbette ki, ateistlerin ilahi elçilerin varlığını inkar etmelerindeki gerekçeleriyle, ilahi elçilerin gönderilmesinin gereksiz olduğunu savunan, evrenin ilim ve hikmet sahibi bir yaratıcısı olduğuna inanan Brahmanlar'ın gerekçeleri farklıdır. Ateistler, evrenin ilim ve hikmet sahibi bir yaratıcısı olmadığı görüşünde olduklarından, nübüvvet konusunu temelden gerçek dışı görürken, evrenin hikmet ve ilim sahibi bir yaratıcısı olduğuna inanan Brahmanlar, insan aklının dünya hayatının tüm yönlerine yeterli olduğunu ve dolayısıyla da peygamber gönderilmesinin gereksiz olduğunu ileri sürmüşlerdir.

Ateistlerin cevabı kitabımızın tevhid bölümündeki Materyalizm görüşünü batıl eden ve evrenin ilim ve hikmet sahibi bir yaratıcısı olduğunu ispatlayan delillerdir. Ateist görüşlü birine cevap olarak, Materyalizm dünya görüşünün batıl olduğunu ispatlamak yeterlidir. Biz, kitabımızın tevhid bölümünde bu konuyu ele almış ve Vacib-ül Vücut Hak Teala'nın varlığını ispatlayarak, evrenin ilim ve hikmet sahibi bir mebdei olduğunu kanıtlamışız. O halde ateistlerin evrenin ilim ve hikmet sahibi bir yaratıcısı olmadığı ve kendiliğinden meydana geldiği görüşlerine dayandırdıkları nübüvveti inkar etmeleri de temelden yıkılmış olur.

Ama evrenin ilim ve hikmet sahibi bir yaratıcısı olduğuna inanan Brahmanlar için, bu yeterli bir cevap değildir. Onlara cevap vermek için, neden insan aklının tek başına yeterli olmadığı ve ilahi önderlere ihtiyaç duyulduğu ispatlanmalıdır. Bunun için bizim yaratılıştan, özellikle de insanın yaratılışından gayenin ne olduğunu ve bu gayeye ulaşmakta insan aklının tek başına yeterli olup olmadığını incelememiz gerekir.

Açıktır ki, evrenin ilim ve hikmet sahibi bir yaratıcının yaratığı olduğuna inanan hiçbir tevhid ehli, evrenin boşuna ve hedefsiz olarak yaratıldığına inanamaz. Zira aklın kesin hükmü gereğince, ilim ve hikmet sahibi bir varlığın işi hedefsiz ve boş yere olamaz. "Biz, göğü, yeri ve aralarındakileri oyun olsun diye yaratmadık."(1)

Peki bu hedef nedir? Yani evrenin, özellikle de insanın yaratılışından ne amaçlanmıştır? Bu muhteşem evren, sonsuz varlıklarıyla niçin yaratılmıştır? Bu evren içerisinde her şeyden daha çok dikkat çeken varlık insandır. İnsanın yaratılışından gaye nedir?

Malumdur ki, evren ve insanın yaratılış gayeleri hem kendilerine, hem de yaratıcılarına layık olmalıdır. Çünkü her iş ve eserin gayesi, o iş ve eserin kendi değeri ve yapanının kişiliğiyle orantılıdır. Akıl böyle hükmediyor. Bir iş ve eser olarak evren ve insan da aynı hükme tabidir.

İşte evren ve insanı bu ilke ışığında değerlendirmeye tabi tuttuğumuzda, hem evren ve insanın kendilerinin çok büyük bir değeri ortaya koyduklarını, hem de onları yaratanın sonsuz hikmet ve ilim sahibi bir varlık olduğunu görmekteyiz. O halde onların yaratılmasından güdülen gaye ve hedef de çok büyük bir hedef ve gaye olmalıdır.

Evren ve insanın var edilmesinden amaçlanan hedef ve gayenin ne olduğunu anlamak için, uzun uzadığa bir araştırma yapmak gerekmez. Az bir dikkatle de bu hedefi keşfetmek mümkündür. Onların üzerinde yapılan az bir mütalâa bu hedefi açıkça gözler önüne sermektedir.

Çok derinleşmeden bile varlık alemine baktığımızda, Allah Teala'nın yarattığı canlı, cansız, büyük, küçük bütün varlıkların kendine has ve münasip bir hedefe doğru hareket halinde olduğunu görmekteyiz.

Her varlık için hedef, onun kendine ait alanında olgunlaşmasıdır. Mutlak inayet ve rahmet sahibi olan Allah, her varlığa kabiliyetinin gereğini ihsan etmekle onları olgunlaşmaya doğru hidayet etmektedir. Başka bir deyişle, her varlığın özünde, yaratılış itibarıyla onu yönlendiren bir güç vardır. O güç, ilahi hidayettir. İşte Hz. Musa (s.a.a)'in Firavun'a hitaben buyurduğu: "Rabbimiz, her şeye suret ve şeklini veren, sonra da yolunu gösterendir"(2) sözü bu gerçeğe işaret etmektedir.

İnsanoğlu da tekâmül ve olgunlaşmada ilahi hidayet kanunundan müstesna değildir. O da diğer yaratıklar gibi, bir çok konularda iç güdüler ve hislerle yönlenmektedir. Yani insan da iç güdüler hususunda diğer yaratıklarla ortaktır. Fakat insanı bütün diğer varlıklardan ayıran bir özelliği vardır. Bu özellik, insanı yalnızca diğer varlıklardan ayırmakla sınırlı kalmıyor, hatta onu diğer varlıklara üstün bile kılıyor.

İnsanın Farklı Yönü

İnsanı diğer yaratıklardan ayıran ve üstün kılan şey, ona Allah tarafından ihsan edilen akıl ve tefekkür gücüdür. İnsan bu güç sayesinde düşünüp seçme özgürlüğüne sahiptir. Dolayısıyla manevi alanda hedefine uygun bir şekilde ilerlemek onun kendi gayretine bağlıdır. İnsanın hidayet ve tekâmülünde akıl önemli bir role sahiptir. Ama, acaba akıl, tek başına insanın hedefine uygun bir şekilde yolunu bulup, kendine layık kemaline erişmesinde yeterli midir?

Akıl Tek Başına Yeterli Değildir

İnsanın aklı ve bilinci sınırlıdır. Dolayısıyla insanın, tüm niteliklerini, sırlarını ve bütün ihtiyaçlarını bilmesi mümkün değildir. İnsanoğlu sırlarla dolu bir yaratıktır. "Kendini tanıyan Rabbini tanır" hadis-i şerifi insanoğlu hakkında söylenmiştir. Bu hadis-i şerif insanoğlunun sırlarla dolu bir varlık olduğuna işaret etmektedir.

Buna ilaveten insanın hisleri, içgüdüleri, şehevi istekleri, menfaatperestlik duygusu ve dünya düşkünlüğü çoğu zaman aklına galip gelir. Böyle hallerde insanoğlu her an kusur eden, nefsine uyan, bir engel olmadığı taktirde her şeyi yalnızca kendi şahsı için isteyen bir yaratık haline gelir. Çoğu zaman fesat ve zulmün en ağırını yapabilir. Kendinde bir kudret hissettiğinde kendini kaybedip, tuğyan ederek haddini aşabilir. "Hayır, insan mutlaka azar, kendini tok görünce." (3) İnsanoğlu böyle durumlarda pek zalim ve nankör olabilir. "Doğrusu insan pek zalim ve çok nankördür." (4)

O halde Allah Teala'nın, insanın aklının yetmediği konularda aklına rehberlik yapacak ve bu içgüdülerini ve duygularını kontrol altına alarak, takip edildiği taktirde mutlaka selamete ulaştırma kabiliyetine sahip olan, içinde hiçbir eğrilik ve sapmanın söz konusu olmadığı bir yol koyması gerekir. İşte o yol vahiy ve nübüvvet yoludur. "Hiçbir eğri tarafı olmayan Arapça Kur'an' indirdik ki, sakınsınlar." (5)

Evet Allah Teala seçtiği peygamberler aracılığıyla insanlara, her iki dünyada saadetlerini sağlayacak yolu göstermiştir. "Doğrusu biz ona (insana) gerçek yolu gösterdik. Ya şükreden olur, ya nankör."(6)    

İnsanoğlu bir çok önemli özelliklere sahiptir. O özelliklerden birisi de Allah'ın onun için sayısız nimetler yaratıp istifadesine sunmasıdır.

"Gerçekten Ademoğullarını üstün kıldık. Karada ve denizde taşıtlara yükledik ve onlara temiz rızklar verdik, kendilerini, yarattıklarımızdan çoğuna üstün kıldık."(7)

"Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz ki, takva sahibi olasınız. O öyle bir Allah'tır ki, yeryüzünü size bir döşek, göğü bir bina yaptı ve sizin için gökten su indirdi ve onunla türlü mahsullerden rızklar çıkardı."(8)

Demek ki, insanoğlu, çok önemli bir makama sahiptir. Bunca nimetler onun için yaratıldığına ve diğer yaratıklara üstün kılındığına göre, bu dünyada sadece yiyip içip tüketmek için yaratılmamıştır. Aksi taktirde hayvanlardan pek farklı yanı kalmaz. Bu, onun üstün yaratılışıyla çeliştiği gibi, ilahi hikmetle de bağdaşamaz. Allah, boş ve hedefsiz iş görmekten münezzeh ve çok yücedir. "Sizi boşuna yarattığımızı ve gerçekten bize döndürülmeyeceğinizi mi zannettiniz? "Her şeyin gerçek ve mutlak sahibi ve hakimi olan Allah böyle bir şeyden yücedir. O'ndan başka hiç bir ilah yoktur. O yüce Arşın Rabbidir." (9) Demek ki, insanın yaratılışında büyük bir hedef söz konusudur.

İnsan ve İbadet

Peki, insanın yaratılışından güdülen o yüce hedef nedir? Yukarıda geçen ayette o hedefin Allah'a dönüş olduğuna işaret edilmişti. Akıl da böyle hükmediyor. Böyle yüce bir varlık, sırf hayvani duyguların tatmininden ibaret olan yemek, içmek ve eğlenmek için yaratılamaz. Demek ki, insan dünya hayatından daha üstün bir kemale ulaşmak için yaratılmıştır.

Peki, insan o hedefe nasıl ulaşabilir? Açıktır ki, madde üstü olan bir kemal, maddi değer ve kemallerle kazanılamaz. Yani, insan maddi kemallerini ne kadar geliştirirse geliştirsin, ne kadar güçlendirirse güçlendirsin, madde üstü olan bir kemale erişemez. Madde üstü olan bir kemal, ancak madde üstü bir değere sahip olmakla kazanılır. Hiçbir insan en güçlü yemekleri yiyerek, en vitaminli gıdaları alarak ve en ağır sporları yaparak cismini geliştirmek ve güçlendirmekle manevi bir değer ve kemal olan ilim kemaline sahip olamaz. Bir insanın, ilim kemaline sahip olması için, ilim öğreten okullara, üniversitelere giderek zahmet çekmesi ve hatta bir çok maddi lezzetlerini gözden çıkarması gerekmektedir. Diğer manevi kemaller de böyledir. Hiçbir kimse, yukarıda işaret ettiğimiz yöntemlerle üstün ahlak sahibi olamaz. Üstün ahlak sahibi olmak için, vitaminli gıdalar değil, güzel terbiye almak lazımdır. İşte bunun içindir ki, Allah Teala'nın "Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım" (10) buyurduğunu görmekteyiz.

Demek ki; insan, ancak ibadet ve Allah'a yönelmekle üstünlüğünü elde eder ve kendine özgü manevi alanında ilerleyerek yaratılıştaki asıl hedefine ulaşabilir. İbadet, riyasız bir şekilde olursa, insanı nefsi kölelikten ve hayvani benliğinden çıkararak Rabbine götürür.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "Ey insan! Gerçekten sen dönüp varacağın Rabbine doğru ölünceye kadar çabalarsın ve nihayet ona kavuşursun" (11)

Acaba insan aklı, tek başına bu yolculuğu kat edip istenilen hedefe varmada yeterli midir? İnsan aklının tek başına yeterli olabilmesi için, kat edeceği bu yolu tam anlamıyla aydınlatabilmesi gerekir. Oysa; bu yol, öyle bir yoldur ki, insanoğlu onun başında bile kendi acizliğini itiraf etmekten başka bir çıkar yol göremiyor.

İnsanın bu dünyadaki hayatı bile meçhullerle doludur. Bilmediği şeyleri, bildiği şeylerle kıyaslamaya kalkışırsa, bildiği şeyler, bilmediği şeylere oranla büyük bir okyanus karşısında bir damla misalini bile oluşturmamaktadır. O halde insanın kat etmekte zorunlu olduğu bu manevi yolculuğunda, aklın kılavuzluğu tek başına yeterli değildir. Bunun anlamı; insanın, her iki dünyada da saadetini temin eden yolu ona gösteren, onu bedbaht kılan şeylerden sakındıran ve ilahi öğretiyle kat etmek zorunda olduğu yolu her yönüyle bilip aydınlatan ilahi yol göstericilere muhtaç olduğudur. "Biz, peygamberleri ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderiyoruz. Kim, inanır ve nefsini ıslah ederse, onlara ne bir korku vardır, ne de bir üzüntü."(12)

Toplumsal Yaşam ve Kanun

İnsan sosyal bir varlıktır. Toplumsal olarak yaşamını sürdürmek zorundadır. Toplumsal hayatta fertler yardımlaşma yoluyla ihtiyaçlarını giderirler. Bu, şüphe götürmeyen bir konudur. Demek ki, sosyal yaşamda bireylerin birbirlerinin birikiminden ve emeğinden yararlanması zorunludur. Bireylerin birbirleriyle yardımlaşması ve birbirlerinin emeğinden yararlanması, hak ve hukuklar korunduğu taktirde, hiçbir sorun meydana getirmediği gibi, toplumsal yaşantının bir gereğidir de.

Ancak insanın doğasında var olan içgüdüler onu rahat bırakmıyor. Bu içgüdülerden birisi, egemen olma içgüdüsüdür. Bu içgüdü, insan bireylerinin birbirlerinin hakkına ve emeğine göz dikmesine ve hatta çoğu zaman haksızlık yapmasına bile sebebiyet veriyor. İşte bu yüzden, toplumsal yaşantıyı tehdit eden, karışıklıklar ve problemler ortaya çıkıyor. Sosyal hayatın devam edebilmesi için, bu karışıklıkların ve problemlerin giderilmesi gerekir. İşte burada toplumsal düzenin sağlanması ve karışıklıkların önlenmesi için kurallara ve kanunlara ihtiyaç doğuyor.

Peki, toplumsal düzeni sağlayacak ve bireylerin hak ve hukuklarını temin edecek bu kanunları kim koymalıdır? Acaba bu kanunları insanın kendisi mi koymalıdır? Yoksa, bu kanunlar daha üst bir makamdan mı gelmelidir? Burada iki görüş vardır:

1- Bu kanunları beşerin kendisi koymalıdır.

2- Bu kanunları beşeri yaratan ve onu her yönüyle bilen Allah Teala koymalıdır.

İkinci görüşü savunanlar diyorlar ki, insanın yaşamı sadece dünya hayatıyla sınırlı değildir. İnsan ebediyet için yaratılmıştır. Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Siz, dünya için değil, ahiret için ve fani olmak için değil, baki kalmak için yaratılmışsınız." (13) Öte yandan, insanın dünyadaki hayatı, baki hayatının kaderini belirlemektedir. Dünya hayatı, hayrıyla şerriyle insanın baki olan hayatına yansımaktadır. O halde insanın dünya hayatı, baki hayatını tahrip etmeyecek şekilde düzenlenmelidir. Aksi taktirde, büsbütün bir hüsrana uğraması kesindir. "Baki kalanı fani olana satandan daha zarar eden kim vardır?" (14) Demek ki, insanın dünya hayatındaki toplumsal yaşantı düzeni bu esası gözeterek hazırlanmalıdır. Sosyal yaşamdaki kanunları buna göre olmalıdır. Bu ise, dünyadaki sosyal yaşamın kurallarını düzenleyen kimsenin, insanın dünyadaki sosyal düzeni ile baki hayatı arasında olan ilişkiye vakıf olmasını zorunlu kılıyor. Acaba bu ilişkiyi Allah Teala'dan gayri kim daha iyi bilir?

Sonra; insanın dünyadaki yaşantısında mesut olmasını sağlamak da, öyle kolay sanılabilecek bir iş değildir. İnsanın dünya hayatında mesut olması, toplumsal düzeninin tam anlamında sağlam bir düzen olmasını ve toplumsal düzeni koruyacak kanunların bütün bireylerin hak ve hukukunu tam anlamında koruyabilecek ve onun bütün ihtiyaçlarını temin edebilecek niteliğe sahip olmasını iktiza eder. Bu ise, insanın dünya hayatını ilgilendiren kanunları koyan kimsenin, onun bütün boyutlarını ve dünya hayatındaki bütün ihtiyaçlarını tam anlamıyla bilmesini gerektirir. Aksi taktirde, koyduğu kanunlar, insanın bütün ihtiyaçlarını karşılamaktan aciz kalıp, insanı mesut etmek yerine bedbaht kılacağı açıktır. Bu açıdan da, insanı herkesten daha iyi tanıyanın, onun tüm ihtiyaçlarını, niteliklerini ve özeliklerini herkesten daha iyi bilenin Allah Teala olduğunu görmekteyiz. "Hiç yaratan bilmez olur mu? O, latiftir, haberdardır." (15) O halde, bu açıdan da insanın bütün ihtiyaçlarını karşılayabilecek ve tam anlamıyla toplumsal adaleti sağlayabilecek kanunları koyan ancak Allah Teala olabilir. Bundan ilahi kanunların beşeri kanunlara bir takım üstünlük ve ayrıcalığı olduğu ortaya çıkıyor. İlahi kanunların beşeri kanunlara olan üstünlük ve ayrıcalığını şöyle sıralayabiliriz:

1- İlahi kanunlar, insanın bütün boyutları ve dünya ile ahiret hayatı arasındaki ilişki nazara alınarak hazırlanmıştır.

2- İlahi kanunlar, her şeyi bilen ilahi ilimden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla beşerin bütün ihtiyaçlarını karşılama gücüne sahip olup, ona inananlara itimat ve güven sağlamaktadır. Beşeri kanunlar ise bu özellikten yoksundur. Zira onlar insanın kamil olmayan akıl ve ilminden kaynaklanmaktadır.

Buna ilaveten; günümüzdeki en büyük adaletsizliklerin o kanunları koyanların kendileri tarafından meydana getirildiğini görmekteyiz. Bu nedenle halkın onlara ve o kanunlara güven ve itimadı sarsılmıştır. Ama ilahi kanunlarda böyle bir problem söz konusu değildir. Zira, başta ilahi kanunları halka ileten peygamberlerin kendileri olmak üzere, gerçek inanç sahiplerinin taviz vermeden o kanunları uygulamaya koyduklarını görmekteyiz. Bu ise bütün insanlara en derin güven ve emniyeti sağlamaktadır.

3- İlahi kanunlar, uygulanmak açısından, ister açık ister gizli olsun, her halükârda garanti altındadır. Şöyle ki, toplumsal hayatın tam anlamda düzene girmesi ve toplumsal adaletin gerçekleşmesi için, yalnızca toplumun her yönüne ışık tutabilecek ideal kanunların varlığı yeterli değildir. Bu kanunların icrasının da garanti altına alınması gerekir. Zira beşer, doğası gereği kendi şahsi menfaatiyle çelişen kanunlardan bir türlü sıyrılmak ister. "Hayır, insanoğlu önünü boş bulup boyuna günah işlemek ister" (16)

Toplumumuzda müşahede ettiğimiz kanuna aykırı eylemler bunun en bariz delilidir. İşte bunun için toplumda olan kanunların yerli yerinde uygulanması için mevcut kanunların tatbik açısından garanti altına alınması şarttır. Toplumda bulunan medeni kanunların yanı sıra, cezai kanunların ve denetim sisteminin varlığı işte bunun içindir.

Ancak beşeri sistemdeki cezai kanunlar ve denetim sistemi, tam anlamıyla bu boşluğu doldurmaktan acizdir. Zira, o kanunların kendilerinin de ayrı bir denetim sistemini gerektirdiği gibi, ancak beşerin açıktan kanunları çiğnemesini önleyebilir, beşerin gizli hallerini de kontrol edemez. Oysa, ilahi kanunlar, ister açık, ister gizli beşerin her halini kontrol etmekte ve beşeri sistemlerdeki zahiri kontrol sistemine ilaveten, hata, kayırma ve acizlik türünden bir kusura sahip olmayan bir ilahi kontrol sistemine de sahiptir. "...O, sırrınızı da, açığınızı da ve ne kazandığınızı da bilir" (17) "Yoksa bizim onların sırlarını ve gizli konuşmalarını işitmediğimizi mi sanıyorlar? Hayır işitiriz, elçilerimiz de onların yanındadır ve (yaptıkları her şeyi) yazıyorlar." (18) "Ve kitap (amel defteri) ortaya konulur, suçluların onda olanlardan korku içinde olduklarını görürsün. "Ne oluyor bu kitaba! Küçük büyük, kapsamadığı hiçbir şey bırakmamış" derler. Ve yaptıklarını önlerinde hazır bulurlar. Rabbin hiç kimseye zulmetmez." (19)

Demek ki, ilahi kanunlar, zahiri denetime ilaveten ortaya koyduğu iman ilkesiyle kendini her halükarda garantiye almıştır. Dolayısıyla gerçekten iman ehli olan bir toplumun asla o kanunları çiğnemesi söz konusu olamaz. Beşeri sistemler ise, böyle bir kontrol mekanizmasından yoksundur.

Kısacası, bu evrenin bir yaratıcısı olduğunu (Tevhid İlkesini) kabul ettikten sonra, her akıl sahibi insan, bu evrenin yaratılışından bir hedefin olduğunu kabul etmek zorundadır. Zira, mezkur ilke gereğince, bu evrenin yaratıcısı, sonsuz kudret, ilim ve hikmet sahibi olan bir varlıktır. Tek kelimeyle her türlü eksikliklerden münezzeh ve bütün kemallere sahip olan bir varlıktır. Böyle bir varlığın hedefsiz ve boş bir iş yapması düşünülemez. O halde bu evrenin yaratılışının bir hedefi vardır. Bu hedefin O'nun kendine yönelik olduğu da söylenemez. Zira O'nda bir eksiklik ve kusur yoktur ki, evreni yaratmakla kendisinde bulunan eksikliği gidermeyi amaçlamış olsun. Veya O'nda bulunmayan bir kemal yoktur ki, evreni yaratmakla o kemale ulaşmayı istesin. O'nun kendisi her türlü kemalin menşeidir. O halde evrenin ve özellikle de, en üstün yaratık olan bizlerin yaratılışından, yine bizlere ait olan bir hedefi amaçlamıştır. O hedef, bu yaratıklara bir kötülük yapmak da olamaz. Zira her türlü eksiklik ve kusurdan münezzeh olan ve her türlü kemale sahip olan böyle yüce bir varlık bundan da münezzehtir. Demek ki, yaratılıştan hedef; yine bu yaratıklara bir hayır ulaştırmak olmalıdır.

Öte yandan biz insanlar akıl, bilinç ve ihtiyar sahibi olan varlıklar olduğumuzdan ve bize ulaşan her türlü hayrın ve ulaşabileceğimiz her türlü kemalin ancak bu çerçeve içerisinde tahakkuk bulduğundan dolayı, bize vereceği her türlü hayır ve kemali bu çerçeve içerisinde ulaştırmalıdır. Yani, biz insanların kemali, doğru bilinç, güzel terbiye ve toplumsal adalet ve saadeti temin edebilecek kamil kanunlara bağlıdır. Biz insanların bu üç noktanın her birinde de ilahi elçilere ihtiyacımız vardır. O halde beşerin kemale ermesinde ilahi elçilerin gönderilmesini zorunlu kılan sebepleri şöyle sıralayabiliriz:

1- Beşerin, kemale ermesinde gerekli olan doğru bilgilere ulaşabilmesi,

2- Beşerin, kemale ermesi için gerekli olan güzel terbiye ve eğitimi alması,

3- Toplumsal adalet ve saadetin temini için kamil kanunlara sahip olması.

Şimdi bunları teker-teker ele alalım:

1- Beşerin Kemale Ermesinde Gerekli Olan Doğru Bilgilere Ulaşması

Şüphe yok ki, kendimize layık ilmi ve ameli kemalimize ulaşmamız, sahip olacağımız doğru bilgilere bağlıdır. Yine şüphe yok ki, bu bilgiler, hiçbir talim ve eğitimi gerektirmeyecek kadar açık seçik değildir. Aksine, ancak zorlu bir talim ve eğitim sürecinden geçtikten sonra kemalimizde etkili olan ilke ve unsurlarla, kemalimize zararlı olan şeyleri tanıyabiliriz. "Allah, sizi analarınızın karınlarından çıkardı. Siz hiçbir şey bilmiyordunuz. Sizin için kulaklar, gözler ve duyular kıldı ki şükredesiniz." (20)

Şimdi soru şudur: Acaba biz insanlar bu açıdan sadece kendi kısıtlı ilmimizle iktifa edebilir miyiz? Acaba biz insanlar, yalnızca kendi çabalarımızla, layık olduğumuz ve bizim yaratılışımızdan hedeflenen kemale ulaşmakta, gerekli olan bütün unsurları teşhis edip, kemal ve saadetimize zararlı olan bütün etkenleri kavrayabilir miyiz?

Açıktır ki, bunun cevabı hayırdır. Zira, insanlar olarak bizler, tam anlamında ne kendimizi, ne de bu evreni, ne onun ve kendimizin evvelini, ne de sonunu bilmemekteyiz. Biz, bu sonsuz varlık alemi karşısında ilim açısından, henüz ilkokulun birinci sınıfında bile sayılmayız. Bildiklerimiz karşısında bilmediklerimiz, kıyas edilemeyecek kadar büyüktür.

Yalnız bununla da kalmıyor. Bu evrenin bir yüzü bizim normal bilgimizin alanı dışında kalmaktadır. Biz, Materyalizmi reddettik ve varlık aleminin maddeyle sınırlı olmadığını ve hayatın da dünya hayatından ibaret olmadığını ispatladık. Biz, bu dünyadaki hayat tarzımızın, inandığımız öteki yaşantımıza da yansıdığına ve oradaki hayat tarzımızı, saadet ve bedbahtlığımızı etkilediğine inanmaktayız. Normal bilgimiz bu hususta sıfır derecesindedir. Biz, buradaki yaşam biçimimizin öteki hayatımıza nasıl yansıdığını hiç bilmemekteyiz.

Bunlar bir yana, hatta hayatımızın bu yönüyle ilgili bilgilerimiz de yeterli değildir. Bir şeyi bu gün kabul ediyor, yarın öyle olmadığına kanaat getiriyoruz. Bilgilerimiz, çelişkiler ve hatalarla doludur. Hatalarla dolu olan bir bilgiye, bizim saadet ve bedbahtlığımızı ilgilendiren bu en önemli konuda ne kadar güvenebiliriz?

Bu durumda; acaba bu konuda evreni olduğu gibi her yönüyle bilen, bizim hata ve bilinçsizliğimizden uzak olup, bu eksikliklerimizi gidererek, bizi hayatın her sahasında aydınlatan ve saadetimizi gerektiren her türlü bilgiyi cömertçe bize sunan, bir öğretmene ihtiyacımız yok mu? Bu öğretmen, ilmi sonsuz ilahi ilimden kaynaklanan, hayatın her yönünü tam anlamıyla bilen, ilahi elçilerden başkası olabilir mi?

Açıktır ki, cevap; bu öğretmenin ilmini ilahi öğretiden alan ilahi elçilerden başkası olamayacağıdır. O halde, beşerin kemali ve saadetiyle ilgili doğru bilinçlenmesi için, ilahi elçilerin gelmesi zorunludur. Sonsuz ilim, hikmet ve şefkat sahibi olan yaratıcının bunu ihmal etmesi mümkün değildir.

2- Beşerin Gerekli Güzel Terbiye ve Eğitimi Alması

Beşerin kendine layık kemal ve saadete ulaşması, sadece kemal ve yaratılış gayesiyle ilgili bilgilere sahip olmasıyla sağlanamaz. Bunun yanı sıra, bu bilgileri hayata geçirmekte, ona yardımcı olacak mürebbiye ve örnek önderlere de ihtiyacı vardır.

Kısacası, beşer ancak talim ve terbiye ikilisiyle layık olan kemal ve saadetine ulaşabilir ve kendinden beklenen yaratılış gayesine varabilir. Talim, ilim öğretmenini, terbiye de, ahlak mürebbisini gerektirir. Terbiye etmek, ilimden fazla ameli yönle bağlantılıdır. Mürebbi, terbiyesi altında bulunan kimselerin can ve ruhlarının derinliğine kadar inebilmeli, onların duygu ve içgüdülerini tadil edebilmelidir. Kamil bir mürebbi, insanın kemalini ve saadetini ilgilendiren her şeyi, bütün iyi ve kötüleri tam detaylarıyla bilmesiyle birlikte, insan ruhunun inceliklerine, ahlaki özelliklerine, duygu ve içgüdülerine de kamilen vakıf olmalı ve bu ilkeleri hayata geçirmek açısından kusursuz bir örnek olmalıdır. Yoksa kendi terbiye olmamış birinden diğerlerini ıslah etmesini beklemek abes ve yersiz bir beklentiden öteye gitmez.

Ayrıca mürebbi, terbiyesi altında bulunan kimselerin itminan ve güvenine mazhar olmalıdır ki, terbiyesi altında bulunan kimseler, ona güven ve alaka duyarak ondan etkilensinler.

Acaba böyle bir mürebbi, ilmini sonsuz ilahi ilimden alan ve yüce yaratıcının terbiye ettiği, her türlü çirkinlik ve sapıklıktan uzak olan ilahi elçilerden gayrisi olabilir mi?

O halde, insanoğlu ilahi elçiler olmaksızın, kendine layık kemale erişemez. Özellikle de beşerin ahlaki kemali bunu elzem kılmaktadır.

 Açıktır ki, sonsuz hikmet ve şefkat sahibi olan yüce yaratıcı, beşerin bu ihtiyacını ihmal edip görmezlikten gelmez. Nitekim ihmal etmemiş ve kendi terbiye ettiği yüce mürebbilerini, insanlara gerçekleri öğretmek ve onların ruhlarını bütün çirkinliklerden arındırıp güzelliklerle süslemek üzere her zaman göndere gelmiştir.

"Andolsun ki, Allah; inananlara, ayetlerini okuyan, onları arındıran, onlara Kitap ve hikmeti öğreten, kendilerinden bir peygamber göndermekle büyük bir iyilikte bulunmuştur. Halbuki onlar, önceleri apaçık sapıklıkta idiler." (21)

3- Toplumsal Adalet ve Saadetin Temini İçin Kamil Kanunlara Sahip Olmak

İlahi elçilerin gönderilmesinin lüzumu konusunda, bilginler genellikle insanın toplumsal yaşantısının ilahi elçilerin gönderilmesini zorunlu kıldığı hususu üzerinde durmuşlardır.

Şöyle ki, bu bilginler; "İnsan doğal olarak toplumsal yaşantıya sahiptir. Sosyal hayat kanun ve kuralsız olamaz. İnsanın kemal ve saadetini temin edebilecek kamil kural ve kanunlar, ancak onun her yönüne vakıf olan yaratıcısı tarafından koyulabilir. Beşer bu kanunları doğrudan yaratıcıdan alma imkanına sahip olmadığına göre, ilahi lütuf, O'nun kendi elçilerini göndererek işbu kanunları beşere iletmesini iktiza eder" şeklinde istidlal etmişlerdir. Şimdi bu konuyu biraz açalım:

 

 

(1)- Enbiya: 16

(2)- Tâhâ: 50

(3)- Alâk: 6,7

(4)- İbrahim: 34

(5)- Zümer: 28

(6)- İnsan: 3

(7)- İsra: 70

(8)- Bakara: 21, 22

(9)- Mü'minun: 115-116

(10)- Zariyat: 56

(11)- İnşikak: 6

(12)- Enam: 48

(13)- Gurer-ül Hikem Ve Dürer-ül Kelim c. 1 s. 333 Hikmet no: 3834

(14)- Aynı kaynak 8508. hikmet

(15)- Mülk: 14

(16)- Kıyamet: 5

(17)- En'am: 3

(18)- Zuhruf: 80

(19)- Kehf: 49

(20)- Nahl: 78

(21)- Al-i İmran: 164

next page