ALTINCI OTURUM

 

(28 Recep 1345 Çarşamba Akşamı)

Akşam gün batmadan önce, Ehl-i Sünnetin çok değerli, metin ve şerif tüccarlarından mütevazı ve sıcak kanlı birisi olan ve tartışmanın ilk gecesinden itibaren aralıksız olarak toplantılarda hazır bulunan sayın Gulam İmameyn gelerek uzunca sohbet ettiler. Sözünün özeti şu idi:

“Erken gelip zahmet vermemin sebebi, bazı şeyleri size bildirmektir. Dün geceki çok tatlı ve delillere dayalı beyanlarınızla bizden bir grup kimseleri kendinize cezp ettiniz, kalpler tamamen yumuşadı, bazılarının takıyye ederek söylemedikleri şeyleri sizler tam bir cesaretle, hakikatlerin yüzünü örten perdeleri bir bir kaldırıp edep sınırları dahilinde gerçekleri tanımamıza yardımcı oldunuz. Dün akşam buradan gittiğimizde alimler bizim yoğun eleştirimize maruz kaldılar. Hatta birbirimize nezaket dışı sözler söyledik. Zorla ortalığı yatıştırdık, aramızda ciddi bir ihtilaf meydana geldi; bu gece beyler bize çok kızgın.”

Namaz vakti akşam ve yatsı namazlarını bize uyarak bizim gibi kıldılar. Katılımcılar yavaş yavaş gelmeye başladılar. Normal iltifatlar ve saygı sevgi atmosferinde içilen çaydan sonra cenabı Nevvab Abdülkayyum tarafından sohbet başladı.

Nevvab: Kıble sahip (Alicenap)! Dün geceki konunun eksik kalmaması için hepimiz, ayetin gerçek manasının beyan olunmasını ve konunun son bulmasını bekliyoruz.

Davetçi: Elbette ulema ister ve müsaade buyururlarsa.

Hafız: (Sinirli bir şekilde) Ne sakıncası var ki, eğer eksik tarafı varsa buyurun, dinlemeye hazırız.

Davetçi: Geçen gece edebi (Arap edebiyatıyla ilgili) delillerle bu ayetin Hulefa-i Raşidi’nin hilafeti hakkında olmadığını beyan ettik. Şimdi ise perdelerin kaldırılıp hakikatlerin açığa çıkması için konuyu başka bir açıdan ele alıp inceleyeceğiz.

Cenab-ı Şeyh Abdusselam sellemehullah Teala (Allah Teala ona selamet versin), geçen gece ayetteki dört sıfatın, dört halife ve hilafet sıralamasını gösterdiğini söylediler. Birinci olarak; her iki fırkanın büyük müfessirlerinden bu ayetin nüzulü hakkında böyle bir beyanda bulunan olmamıştır.

İkinci olarak; siz kendiniz daha iyi biliyorsunuz ki, sıfat mevsufu ile tam olarak mutabık olursa dikkate alınıp inayet olunur. Arada mutabakat yoksa gerçek mısdak oluşmayacaktır.

Eğer kendimizi ön yargıdan kurtarıp insaflı olarak araştırırsak, ayette mevcut olan sıfatların, tüm ümmetin içerisinde sadece Mevlamız Emir’ul- Müminin Hz. Ali (a.s) hakkında olduğunu göreceğiz. Bu sıfatlar, sayın Şeyhin sıfatlandırdıkları kişilerle kesinlikle uyum sağlamıyor.

Hafız: Hz. Ali (k.v) hakkında bunca ayet nakletmeniz yetmedi de, şimdi bu ayeti de beyan sihrinin zoru ile O’nun hakkında cari etmek mi istiyorsunuz? Buyurun bakalım, sıfatlar nasıl Hulefa-i Raşidin’le uyum sağlamıyor.

Hz. Ali’nin Şanı Hakkında Üç Yüz Ayet

Davetçi: Kur’an ayetlerini Mevla Emir’ul- Muminin hakkında bizim söylediğimizi buyurmanızla, konuyu karıştırmanıza şaşırıyorum. Biz göz boyamıyoruz. Sizin bütün büyük tefsir ve muteber kitaplarınızda, Hz. Emir’ul- Müminin hakkında nazil olan ayetler belirtilmiştir, bunları sadece biz nakletmiyoruz.

Hafız Ebu Naim İsfehani “Ma Nezele Min’el-Kur’an-i Fi Ali’yyin” (Kur’ân’da Ali Hakkında Nazil Olan Ayetler) ve Hafız Ebu Bekir Şirazi “Nuzul’ul- Kur’an-i fi Ali’yyin” (Kur’ân’ın Ali Hakkında Nazil Oluşu) adlı kitapları özel olarak yazmışlardır. Bunlar Şii midirler? Sizin imam Sa’lebi, Celalettin Süyuti, Taberi ve imam Fahri Razi gibi büyük müfessirleriniz ve İbn-i Kesir, Müslim, Hakim, Tirmizi, Nesai, İbn-i Mace, Davut, Ahmed bin Hanbel gibi büyük alimleriniz kendi kitaplarında, hatta mutaassıp İbn-i Hacer “Savaik” adlı kitabında Hz. Ali’nin hakkında nazil olan ayetleri nakletmişlerdir. Acaba bunlar Şii midirler?

Alimlerden bazıları, Örneğin: Taberani ve Muhammed bin Yusuf-u Genci eş- Şafii 62. babın evvelinde İbn-i Abbas’tan naklen ve Şam’ın muhaddisi ise kendi büyük tarih kitabında ve diğer alimler üç yüz civarında ayet, Hz. Ali (a.s) hakkında nakletmişlerdir. Acaba bunlar Şii miydiler, yoksa sizin büyük alimlerinizden midirler? Beyler, kınama ve pişmanlığa yol açmaması için, sözlerinizi biraz düşünerek beyan ediniz.

Bizim, Emir’ul- Müminin Hz. Ali (a.s)’ın makamını ispat etmede hadis uydurmaya ihtiyacımız yok ki zorla bir ayetin O’nun hakkında nazil olduğunu ispatlamaya çalışalım. O Hazret’in makamı gün gibi parlaktır; güneş bulutun altında (ebedi olarak) kalmaz.

İmam Muhammed bin Şafii diyor ki: “Ben Hz. Ali’nin haline şaşıyorum. Düşmanları (Emeviler, Nasibiler, Hariciler) kin ve nefret yüzünden O Hazretin fazilet ve menakıblerini nakletmiyorlar, dostları ise korkudan; yine de bütün kitaplar onun faziletleriyle doludur. O bütün toplantıların tadıdır.

Ama ayet-i kerimeye gelince; sihir yapmıyoruz. Biz sizin kendi muteber kitaplarınızdan delil getirdik ve getirmekteyiz.

Dikkat buyurduysanız, şimdiye kadar Şia kaynaklı hadisleri delil getirmedim. İnşaallah bundan sonra da getirmem. Hitabe ve vaizlerimde sürekli olarak; “Eğer Şia’nın bütün kitaplarını yaksalar bile Ehl-i sünnetin muteber kitaplarından mevlamız Emir’ul- Müminin Hz. Ali (a.s)’ın velayet makamını ve halifelik için öncelik hakkının O’nun olduğunu ispatlarım.” demişimdir.

Ama bu ayetle ilgili yorum sadece benim görüşüm değil ki sihir yapmış olayım. sizin kendi alimleriniz de bu görüşü tasdik etmişlerdir. Çok iyi hatırlıyorum, Iraklıların fakih ve müftüsü Şam’ın muhaddisi Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii “Kifayet’ut- Talib” kitabının 23. babında Teşbih Hadisi’ni -Hz. Peygamber’in İmam Ali’yi peygamberlere benzettiği hadisi- naklederken şöyle diyor:

Peygamberin Hz. Ali’yi Hz. Nuh’a (a.s) benzetmesinin sebebi onun kafirlere karşı şiddetli ve müminlere karşı ise merhametli oluşudur. Zira Kur’ân-ı Kerim Hz. Ali’yi şöyle tanımlıyor:

“Onunla (Hz. Muhammed -s.a.a- ile) olan kafirlere karşı şiddetli, müminlere karşı ise merhametlidir.”

Ama Şeyhin bu sözüne gelince: “Vellezine meahu” (O’nunla birlikte olan) kelimesi Ebu Bekir hakkındadır. Şu delile göre ki: Ebu Bekir mağarada bir kaç gün Resulullah’ın yanında kalmıştır.”

Dün gece arz ettim ki; sizin kendi alimleriniz yazmışlardır ki, Resulullah (s.a.a) Ebu Bekir’i tesadüfen ve herhangi bir olay çıkmaması için kendisiyle birlikte götürdüler. Faraza ki Resulullah (s.a.a) onu özellikle kendisiyle birlikte götürmüşler. Acaba birkaç günlük yolculukta Resulullah’ın hizmetinde olan bir kimsenin makamı, doğumundan itibaren Resulullah (s.a.a)’in eğitim ve terbiyesi altında büyüyen bir kimsenin makamıyla aynı seviyede olabilir mi?

Eğer insaf gözüyle bakacak olursanız, bu özellikte Hz. Ali (a.s)’ın Ebu Bekir ve diğer müminlerden daha evla olduğunu tasdik edeceksiniz. Zira Hz. Ali (a.s) çocukluğundan itibaren Resulullah (s.a.a)’in yanında ve O’nun eğitimi ile büyümüştür. Özellikle de vahyin geldiği ilk günlerde O Hazretle beraber olan sadece Ali (a.s) olmuştur. Hz. Ali (a.s) Resulullah (s.a.a)’le beraber olduğu günlerde Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ebu Süfyan, Muaviye ve diğer bir çok kimseler tevhid dininden sapmış ve putperestlikte gark olmuşlardı.

Hz. Ali, Hz. Resulullah’a İlk İman Edendir

Sizin büyük alimlerinizden Buhari ve Müslim kendi sahihlerinde, imam Ahmed bin Hanbel Müsned’inde, İbn-i Abdulbirr “İstiab”ın 3. cildinin 32. sayfasında, İmam Ebu Abdurrahman Nesai “Hasais’ul- Alevi”de, Sibt bin Cevzi “Tezkire”nin 63. sayfasında, Şeyh Süleyman Belhi el-Hanifi “Yenabi’ul- Mevedde”nin 12. babında Tirmizi ve Müslim’den, Muhammed bin Talha eş-Şafii “Metalib’us- Süul”un 1. faslında, İbn-i Ebi’l- Hadid “Nehc’ul- Belağa Şerhi”nin 3. cildinin 258. sayfasında, Tirmizi “Cami”nin c. 2 s. 214’ de, Himvini “Feraid”de, Mir Seyyid Ali el-Hemedani “Meveddet’ul- Kurba”da, hatta mutaassıp İbn-i Hacer “Savaik”de ve diğer sizin büyük alimleriniz az bir kelime farklılığıyla Enes bin Malik’ten ve başkalarından nakletmişlerdir ki:

“Hz. Peygamber (s.a.a) Pazartesi günü peygamberliğe seçildi, Ali de salı günü O’na iman etti.”

Yine şöyle nakletmişlerdir:

“Peygamber (s.a.a) Pazartesi günü peygamberliğe seçildi, Ali de salı günü O’nunla namaz kıldı.”

“Ali, erkeklerden Resulullah’a ilk iman eden şahıstır.”

Yine Taberi kendi tarihinin c. 2, s. 241’inde, İbn-i Ebi’l- Hadid “Nehc’ul- Belağa Şerhi”nin c. 3, s. 256’ında, Tirmizi “Cami”nin c. 2, s. 215’inde, imam Ahmed “Müsned”in c. 4, s. 368’inde, İbn-i Esir “Kamil”in c. 2, s. 22’sinde, Hakim Nişaburi “Müstedrek”in c. 4, s. 336’ında, Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii “Kifayet’ut- Talib”in 25. babında senetleriyle İbn-i Abbas’tan şöyle rivayet etmişlerdir:

“(Resulullah’la birlikte) İlk namaz kılan Ali’dir.”

İbn-i Erkam’dan da şöyle nakledilmiştir:

“Resulullah’a ilk iman eden, Ali bin Ebi Talip’tir.”

Sizin muteber kitaplarınız, bu tür hadis ve rivayetlerle doludur, ancak örnek olarak bu kadarı yeterlidir.

Hz. Resulullah’ın Hz. Ali’yi

Çocukluğundan Eğitmesi

Kendi büyük aliminiz Nuruddin bin Sabbağ el-Maliki “Fusul’ul- Muhimme”nin 16. sayfasında, Muhammed bin Talha eş-Şafii “Metalib’us- Süul”un birinci faslında ve diğerlerinin de naklettiği şu sözlere özellikle dikkat etmeniz gerekir:

Bi’setten önce Mekke’de kıtlık olduğu bir yılda Resulullah (s.a.a) bir gün amcası Abbas’a şöyle buyurdular: “Ebu Talibin nüfusu çoktur, geçinmesi çok zorlaşmıştır. Gidelim her birimiz onun çocuklarından birinin bakımını üstlenelim ki amcamın yükü azalsın.” Abbas bu öneriyi kabul ederek birlikte Ebu Talib’in yanına gittiler, geliş sebeplerini söylediler. O da bunu kabul etti. Abbas Cafer-i Tayyar’ın, Resulullah (s.a.a) ise Hz. Ali’nin sorumluluğunu üstlendiler.”

İbn- Sabbağ el-Maliki sonra şöyle diyor: “Ali sürekli Resulullah (s.a.a) ile beraberdi. Allah Teala, Hz. Muhammed (s.a.a)’i peygamberliğe seçtiğinde, Ali O’na iman etti ve O’na uydu. O zaman Ali daha on üç yaşındaydı. O, Hatice’den sonra Resulullah’a iman eden ilk erkektir.”

Hz Ali’nin İslâm’daki Önceliği

Daha sonra Nuruddin bin Sabbağ el-Maliki, aynı bölümde imam Sa’lebi’den naklederek “Tevbe” suresinin 101. ayetinin tefsirine ilişkin şunları yazmaktadır:

“İbn-i Abbas, Cabir bin Abdullah Ensari, Zeyd bin Erkam, Muhammed bin Münkedir ve Rabia el-Merai şöyle diyorlar:

“Hatice’den sonra Resulullah’a ilk iman eden Ali’dir.”

Daha sonra şöyle devam ediyor. “Hz. Ali (k.v), bu manaya değinerek alim ve büyüklerin naklettiği şiirinde şöyle buyurmuştur:

Muhammed peygamber kardeşim ve amcam oğludur.

Hamza, Seyyid’üş- şüheda benim amcamdır.

Resulullah’ın kızı Fatıma, benim eşimdir.

Ahmed’in iki torunu, Fatıma’dan olan çocuklarımdır.

Hanginizin böyle benim gibi kısmeti vardır?

Hepinizden önce çocukken iman ettim,

O zaman henüz buluğ çağına ermemiştim.

Resulullah (s.a.a) Gadir-i Hum günü,

Benim için kendi velayetini size farz kıldı.

Yazıklar olsun! Yazıklar olsun! Yazıklar olsun!

Bana zulüm ederek yarın Allah’ın huzuruna çıkacak kimseye.

Muhammed bin Talha eş-Şafii “Metalib’us- Süul”un 11. sayfasında ve sizin diğer büyük muhaddis ve tarihçileriniz şöyle nakletmişlerdir:

“Hz. Ali (a.s) bu şiiri Muaviye’ye cevap olarak yazmıştır. Şöyle ki, Muaviye Hz. Ali (a.s)’a yazdığı bir mektupta babasının cahiliye devrinde kabile reisi olmasından dolayı övünmüş ve kendisini de müminlerin dayısı, vahiy katibi ve fazilet sahibi bir kişi olarak tanımlamıştı.

Hz. Ali (a.s) mektubu okuduktan sonra şöyle buyurdular: “Acaba Seyyid’üş- Şüheda Hamza’nın ciğerini yiyenin oğlu bana karşı faziletlerle mi övünüyor?” Derken mezkur şiiri okuyarak bu şiirde Gadir-i Hum olayını dile getirdi. Böylece kendisinin İmam, Halife ve Müslümanların işlerinde tasarruf yetkisine sahip olduğunu belirterek Resulullah’dan sonra hilafete daha layık olduğunu ispatlamaktadır. Muaviye onca derin düşmanlığına rağmen Hz. Ali’nin bu üstünlük tefahürlerini yalanlayamadı.

Yine Hakim Ebu’l- Kasım Haskani -sizin en tanınan ve güvenilir alimlerinizdendir- mezkur ayetin açıklanmasında Abdurrahman bin Avf’dan şöyle naklediyor: “Kureyş’ten on kişi iman ettiler ve onların ilki de Ali bin Ebu Talip’ti.”

Sizin büyük alimleriniz Ahmed bin Hanbel Müsned’inde, Hatip Harezmi Menakıb’da, Süleyman Belhi el-Hanefi Yenabi’ul- Meveddet’in 12. babında Enes bin Malik’den Resul-i Ekrem’in şöyle buyurduğunu nakl ediyorlar:

“Melekler bana ve Ali’ye yedi yıl salat ettiler. Bu müddet içerisinde şahadet kelimesi (La ilahe İllallah), ben ve Ali hariç kimseden göğe yükselmedi.”

İbn-i Ebi’l- Hadid-i Mütezili “Nehc’ul- Belağa Şerhi”inde s. 375’den 378’e kadar sizin kendi ravi ve alimlerinizden, Hz. Ali’nin herkesten daha önce iman etmesine dair bir çok hadis nakletmiştir. O, son olarak bütün hadis ve ihtilaflı görüşlere ilişkin şöyle diyor:

“Şimdiye kadar zikrettiklerimizin tümü, ilk iman edenin Hz. Ali olduğunu göstermektedir. Bu konuda muhalif görüş çok azdır; az görüşe itibar edilmez.”

Kütüb’üs- Sitte sahiplerinden İmam Ebu Abdurrahman “Hasais’ul- Alevi” adlı eserinin girişinde bu konuda altı hadis getirerek Hz. Resulullah’a ilk iman eden ve O’nunla ilk kez namaz kılanın Hz. Ali olduğunu tasdik etmiştir

Şeyh Süleyman Belhi el-Hanefî “Yenabi’ul- Mevedde”nin 12. babında Tirmizi, Himvini, İbn-i Mace, Ahmed bin Hanbel, Hafız Ebu Naim, imam Sa’lebi, İbn-i Mağazili, Ebu’l- Muayyid Harezmi ve Deylemi’den bu hadisi değişik anlatımlarla nakletmiştir. Onların hepsinin özet ve neticesi şudur: “Hz. Ali (a.s) herkesten önce iman etmiştir.” Hatta mutaassıp İbn-i Hacer-i Mekki “Savaik”in ikinci fasılda aynı anlamda bir hadis nakletmiştir. Süleyman Belhi “Yenabi’ul- Mevedde” kitabında o hadislerden bazılarını ondan nakletmiştir. Yenabi’ul- Mevedde’nin 12. babının sonunda “Menakıb”dan kendi senediyle Ebu Zübeyr-i Mekki’den, o da Cabir bin Abdullah Ensari’den çok bereketli bir hadis nakletmiştir. Beylerin müsaadesiyle, hücceti tamamlamak için bu hadisi okuyayım: Resulullah (s.a.a) buyurdular ki:

“Allah Tebarek ve Teala beni halkın içinden seçti, beni elçi yaptı ve bana kitapların en iyisini nazil etti. Arz ettim ki: “Allah’ım! sen Musa’yı Firavun’a gönderdin; derken o senden, kardeşi Harun’u kendisine vezir yapmanı, Harun’la onu güçlendirmeni ve onunla sözünü doğrulamanı istedi. Ey Allah’ım ve Seyyidim! Şimdi ben de senden istiyorum ki, bana da kendi ailemden (yakınımdan) vezir kılasın, onunla pazımı güçlendiresin. Öyleyse Ali’yi bana vezir ve kardeş kıl, onun kalbine cesaret ver, onu düşmanına karşı heybetli kıl. (Allah’ım) O bana ilk iman eden ve beni tasdik edendir; benimle senin vahdaniyetini ikrar eden ilk şahıstır.” Kuşkusuz ben bunu Rabbimden istedim, O da bana bağışladı (yani Ali’yi benim vezir ve kardeşim yaptı). Öyleyse Ali, vasilerin efendisidir; O’na katılmak saadettir; O’nun itaatinde ölmek şahadettir; O’nun ismi Tevrat’ta benim ismimle birliktedir; O’nun eşi Sıddıka-i Kubra benim kızımdır; O’nun cennet gençlerinin efendileri olan iki oğlu, benim çocuklarımdır; O, O’nun iki oğlu Hasan ve Hüseyin ve Onlardan sonra gelecek olan İmamlar peygamberlerden sonra Allah’ın (c.c) insanlara hüccetidirler; Onlar ümmetim içinde ilim kapılarıdır; Onlara tabi olan ateşten kurtulmuştur; Onlara uyan sırat-i müstakime (doğru yola) hidayet olmuştur; Allah Teala Onların sevgisini kime bağışlamışsa, onu cennete götürür.” (Ey basiret sahipleri ibret alın!)

Eğer Şia kaynaklarına istinat etmeksizin sadece sizin kendi büyük alimlerinizin naklettikleri hadisleri zikredecek olursam, sabaha kadar bitmez, sanırım bu kadar yeterlidir. Şimdiye kadar arz ettiklerimle şunu anlatmak istedim; beyler bilsinler ki, Hz. Ali (a.s) Resulullah (s.a.a) ile ilk baştan daima birlikte olan bir şahıstı; öyleyse o yüce şahsiyetli insanı, “Vellezine meahu...” (Onunla birlikte olan...) ayetinin kapsamında bilmemiz, daha evla ve gerçeğe daha uygundur.

Hz. Ali’nin Çocuk Olduğundan Dolayı İmanını Düşük Görmek ve Böyle Bir Düşüncenin Yanıtı

Hafız: Ali (k.v)’in herkesten önce iman ettiği konusu kesindir ve hiç kimse bunda şüphe etmemiştir. Ama dikkat edilmesi gereken nükte şudur ki, Hz. Ali’nin ilk iman etmesi diğer sahabelerden üstün olmasına delil olamaz. Ebu Bekir, Ömer, Osman (r.z) gibi büyük halifelerin Ali (k.v)’den bir müddet sonra iman ettikleri doğrudur. Ama onların imanı Ali’nin imanından farklıdır; onların imanı Ali’nin imanından kesinlikle daha üstün ve daha faziletlidir. Çünkü Ali baliğ olmamış bir çocuktu. Onlar ise yaşlı ve kamil akıl sahipleri insanlardı.

Açıktır ki, aklı kamil, yaşlı ve dünya görmüş birinin imanı, çocuk ve henüz baliğ olmayan kimsenin imanından daha faziletli ve daha üstündür. Buna ilaveten, Ali’nin imanı taklidi (körü körüne bir) iman idi. Ama onların imanı tahkiki (araştırılarak elde edilen bir) imandı. Tahkiki iman, kesinlikle taklidi inanmadan daha üstündür. Zira 12 veya 13 yaşındaki bir çocuk sadece taklit yoluyla iman eder ve Ali de teklif çağına erişmemiş bir çocuk olarak kesinlikle taklit yüzünden iman etmiştir.

Davetçi: Sizin gibi büyük şahsiyetlerin bu tarz konuşmaları hayret vericidir. Doğrusu sizin böyle konuşmanıza çok şaşırdım. Bilemiyorum, inat ediyorsunuz mu diyeyim?! Ama sizin gibi bir alime böyle bir şeyi yakıştırmaya kalbim razı olmuyor. Ancak şöyle diyeyim; galiba siz geçmişlerinize uyarak düşünmeden ve dikkat etmeden konuşuyorsunuz. Yani siz (Emevilerin tahrikiyle Harici ve Nasibilere) taklit ederek konuşuyorsunuz. Bu konuda bir araştırmanız yoktur.

Size soruyorum, Hz. Ali’nin çocuk iken iman etmesi, kendi meyli ve iradesiyle miydi yoksa Resulullah (s.a.a)’in davetiyle miydi?

Hafız: İlk olarak şunu deyim ki, siz neden konuşma tarzından dolayı üzülüyorsunuz? Şüphelerin içte kalıp insanı rahatsız etmesindense hakikatlerin ortaya çıkması için tartışmak daha iyidir.

İkinci olarak, sizin sorunuzun cevabı açıktır. Ali (k.v) kendi meyil ve iradesiyle değil, Resulullah (s.a.a)’in davetiyle iman etmiştir.

Davetçi: Resulullah (s.a.a), Hz. Ali’yi İslâm’a davet ettiğinde, çocuk erginlik çağına ermedikçe ona herhangi bir teklif (dini vazife) olmadığını biliyor muydu yoksa bilmiyor muydu? Eğer bilmiyordu derseniz, O Hazrete cehalet nispeti vermiş olursunuz; eğer bilmesine rağmen yine de davet etti demiş olursanız, o zaman Resulullah (s.a.a), (haşa) abes ve yerinde olmayan boş bir iş yapmış olur. Şu da açıktır ki, Resulullah’a boş ve abes şeyleri nispet vermek kesinlikle küfürdür.

Peygamberler boş ve abes işlerden münezzehtirler; özellikle de Hatem’ul- Enbiya (s.a.a). Zira Allah-u Teâla Kur’ân’da Necm suresinin 3. ayetinde buyuruyor ki:

“O, kuruntudan ve keyfinden konuşmuyor; söylediği şey vahiyden başka bir şey değildir.”

Hz. Ali’nin Küçük Yaşta İman Etmesi, O’nun Çok Akıllı ve Faziletli Oluşundandır

Demek ki Resulullah (s.a.a), Hz. Ali’yi davete layık gördüğü için davet etmiştir. Zira O Hazret abes ve boş bir iş yapmaz. Üstelik, yaşın küçük olması aklın kamil olmasıyla çelişmez. Baliğ olma, teklifin farz olmasına delil değildir. Buluğ ancak şer’i hükümlerde riayet edilir, akli şeylerde değil. Binaenaleyh iman, akli şeylerdendir, şer-i tekliflerden değil. O hazretin küçük yaşta iman etmesi, O’nun faziletli ve üstün oluşundandır. Nitekim Allah Teala, Meryem suresinin 30. ayetinde, Hz. İsa bin Meryem’in (ala nebiyyina ve âlihi ve aleyh’is- selam) yeni dünyaya geldiğinde şöyle dediğini bildirmektedir: “Şüphesiz ben Allah’ın kuluyum. Allah bana kitap verdi ve beni peygamber kıldı.”

Yine Hz. Yahya (a.s) hakkında aynı surenin 13. ayetinde şöyle buyuruyor: “Daha çocuk iken biz ona hikmet verdik.”

Hicri-Kameri (takvime göre) ikinci asrın ortalarında yaşayan ünlü şair Seyyid İsmail Himyeri (Ö: 179) Hz. Ali’nin methinde yazdığı şiirinde, bu konuya deyinerek şöyle demiştir:

“Yahya’ya çocuklukta peygamberlik makamı verildiği gibi, Resulullah’ın vasisi ve çocuklarının babası olan Ali’ye de, çocuk iken velayet ve hidayet makamı verildi.”

Allah-u Teâla bir kişiye makam vermişse, bunun için o kişinin buluğa ermesi gerekmez; sadece aklının gelişmesi ve o makama layık olması yeterlidir. Gizli ve aşikar her şeyi bilen yalnız Allah’tır; onun için İsa (a.s) ve Yahya (a.s)’ı küçük yaşta peygamberliğe, Ali (a.s)’ı ise 12 veya 13 yaşında velayet ve hilafet makamına seçmesi pek de şaşırılacak bir şey değildir.

Benim sizin sözlerinize daha çok darılmamın sebebi, bu çeşit sözler, Nasibi, Harici ve Emevilerin o hazretin makam ve değerini düşürmek için çıkardıkları sözlerdir. Onlar, Hz. Ali (a.s)’ın küçük yaşta bilinçli olarak değil de taklidi olarak (körü körüne) iman ettiğini söylüyorlar.

Sizin güvenilir büyük alimleriniz de, Hz. Ali’nin bu faziletini itiraf ediyorlar. Eğer bu imanın bir faydası yok idiyse, o zaman Hz. Ali (a.s), neden ilk iman etme onurunun kendisine ait olduğunu sahabeye defalarca söylemiştir?

Arz ettiğim gibi sizin büyük alimleriniz, örneğin: Muhammed bin Talha eş-Şafii, İbn-i Sabbağ el-Maliki, İbn-i Ebi’l- Hadid ve diğer kimseler, O Hazretin şiirlerini nakletmişlerdir; şiirlerin birinde şöyle buyurmuştur:

Ben hepinizden önce çocuk iken iman ettim;

Bu konuda kimse bana ulaşamaz.

Eğer Hz. Ali’nin çocuk yaşta iman etmesi bir fazilet sayılmıyorsa, o zaman Resulullah (s.a.a) neden bu durumu O’nun için bir fazilet ve şeref saymış ve kendisi de bununla iftihar etmiştir?

Süleyman Belhi el-Hanefî “Yenabi’ul- Mevedde”nin 202. sayfasında, 56. babın zımnında “Zehair’ul- Ukba”dan naklen imam’ul- Harem Ahmed bin Abdullah eş-Şafii’den, o da ikinci halife Ömer bin Hattab’dan şöyle naklediyor: “Ben, Ebu Bekir, Ebu Ubeyde bin Cerrah ve bir grup kimseler Resulullah (s.a.a)’in huzuruna idik. Resulullah (s.a.a) elini Ali’nin (a.s) omzuna vurarak şöyle buyurdu:

“Ya Ali! sen iman ve İslam açısından müminlerin evvelisin. sen bana nispetle Harun’un Musa’ya olan nispeti gibisin.”

Yine imam Ahmed bin Hanbel “Müsned”inde İbn-i Abbas’dan naklediyor: “Ben, Ebu Bekir, Ebu Ubeyd bin Cerrah ve bir grup sahabe Resulullah (s.a.a)’in huzurunda idik. Resulullah (s.a.a) mübarek elini Ali’nin (a.s) omzuna vurarak buyurdu ki:

“Sen İslam açısından Müslümanların evvelisin; iman açısından müminlerin evvelisin; sen bana nispetle Harun’un Musa’ya olan nispeti gibisin. Ya Ali! Sana düşman olup da beni sevdiğini söyleyen kimse yalan söylemiştir.”

İbn-i Sabbağ-ı Maliki de “Fusul’ul- Mühimme”nin 125. sayfasında “Hasais” kitabından naklen bu hadisin benzerini İbn-i Abbas’tan ve İmam Ebu Naim Abdurrahman Nesai de “Hasais’ul- Alevi” kitabında şöyle naklediyorlar: Ömer bin Hattab’dan şöyle dediğini duydum:

“Ali’yi hayırla anın. Zira Resulullah’dan (s.a.a) işittim ki şöyle buyuruyordu: “Ali’de üç sıfat var...” Ben Ömer olduğum halde onlardan birinin bende olmasını arzu ettim.. Çünkü onlardan her biri benim yanımda dünyadan daha sevimlidir.”

Sonra şöyle devam etti: “Ben, Ebu Bekir, Ebu Ubeyde ve sahabeden bir grup kimseler de oradaydılar. Resulullah elini Ali’nin omzuna koyarak şöyle buyurdu: (Az önce bu sözleri naklettim.)

İbn-i Sabbağ bu sözleri diğerlerinden biraz fazlalıkla nakletmiştir; Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdular diyor:

“Ya Ali! Kim seni severse, beni sevmiştir; kim de beni severse, Allah onu sevmiştir; Allah da kimi severse, onu cennete götürür. (Ya Ali!) Kim sana buğz ederse, bana buğz etmiştir; kim de bana buğz ederse, Allah da ona buğz eder ve onu cehenneme sokar.”

Ali’nin (a.s) küçük yaşta iman etmesinin sebebi, O’nun kamil bir akıl sahibi oluşundan kaynaklandığı açıktır. Bu da o hazret için büyük bir fazilettir ve kimse onu bu konuda geçememiştir.

Taberi, kendi tarihinde Muhammed bin Said bin Ebu Vakkas’tan şöyle dediğini naklediyor: Babama; “Ebu Bekir ilk iman eden midir?” diye sorduğumda şöyle dedi: “Hayır, ondan önce 50 kişi iman etmiştir. Yine de iman yönünden o bizden daha faziletlidir.”

Yine Taberi kendi tarihinde şöyle yazılmıştır: “Ömer bin Hattab 45 erkek ve 21 kadından sonra iman etti. Fakat İslam ve iman açısından Ali bin Ebu Talip herkesten öndedir.”

Hz. Ali’nin İmanı Küfürden Sonra Değil,

Fıtrattan Olan İmandı

Hz. Ali (a.s)’ın herkesten önce iman etmesi faziletine ilave, bu konuda yalnızca kendisine özgü ve bütün faziletlerden daha önemli olan başka bir fazileti daha vardır. O da, O’nun imanının fıtrattan olmasıdır; diğerlerinin imanı ise küfürlerinden sonra idi.

Emir’ul- Muminin Ali (a.s) bir an bile müşrik olup puta tapmadı. Ama diğer Müslümanlar putperestlikten kurtulup iman ettiler. (Zira O Hazret, buluğ çağına ermeden iman etmişti.) Nitekim Ebu Naim İsfehani “Ma Nezel’el-Kur’an’u fi Ali’yyin” kitabında ve Mir Seyyit Ali el-Hemedani “Meveddet’ul- Kurba”da İbn-i Abbas’tan şöyle nakletmişlerdir:

“Allah’a and olsun ki (ashap içerisinde) Ali bin Ebi Talip’ten başka herkes, puta taptıktan sonra Allah’a iman etmiştir. Ama O, puta tapmaksızın Allah’a iman etmiştir.”

Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii “Kifayet’ut- Talib”in 24. babında kendi senetleriyle Resulullah (s.a.a) ’ten şöyle buyurduğunu naklediyor:

“Ümmetlerin (iman ve tevhitte) öne geçenleri, üç kişidir; bunlar Allah’a bir an bile ortak koşmamışlardır: Habib’un- Neccar Mümini-i Âl-i Yasin, Huzkayl Mümin-i Âl-i Firavun ve Ali bin Ebi Talip. İşte sıddıklar bunlardır. Bunların en efdali ise Ali’dir.”

Nitekim Hz. Ali (a.s), Nehc’ul Belağa’da şöyle buyurmuştur:

“Ben (tevhid) fıtratı üzere doğdum, (Allah’a) iman ve (Resulullah’la) hicrette herkesten öne geçtim.”

Yine Hafız Ebu Naim İsfehani, Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii, sizin İbn-i Ebi’l- Hadid ve diğer büyük alimleriniz şöyle nakletmişlerdir: “Şüphesiz, Ali bir an bile Allah’a şirk koşmadı.”

İmam Ahmed bin Hanbel “Müsned”’inde, Süleyman-ı Belhi el-Hanefi “Yenabi’ul- Mevedde”de İbn-i Abbas’ın Zem’at bin Harice’ye şöyle dediğini nakletmişlerdir:

“O, (Hz. Ali) hiçbir zaman puta tapmadı, şarap içmedi ve (Resulullah’ın peygamberliğine) iman edenlerin ilkidir.”

İbn-i Meğazili eş-Şafii’nin “Fezail”de, İmam Ahmed bin Hanbel’in “Müsned”de, Hatip Harezmi’nin “Menakıb”da, Süleyman Belhi el-Hanefi’nin “Yenabi’ul- Mevedde”de ve diğer büyük alimlerinizin Resulullah (s.a.a)’ten naklettiği bu hadisi görmediniz mi ki, kalkıp da; “Şeyheynin (Ebu Bekir’le Ömer’in) imanı, Ali’nin imanından daha üstündür” diyorsunuz? O hadis şudur: Resulullah (s.a.a) buyurmuştur ki:

“Ali’nin imanı ümmetin imanıyla tartılırsa, Ali’nin imanı ümmetimin imanından -kıyamette kadar- daha ağır basar.”

Yine Mir Seyyid Ali el-Hemedani “7. Meveddet”de, Hatip Harezmi “Menakıb”de, imam Sa’lebi de tefsirinde, Ömer bin Hattap’tan şöyle nakletmişlerdir: “Şahadet ediyorum ki, Resulullah’ın şöyle buyurduğunu duydum:

“Eğer yedi gökle yedi yer terazinin bir kefesine, Ali’nin imanı da diğer kefesine konulursa, Ali’nin imanı ağır basar.”

Meşhur şair Abdi (Süfyan bin Mus’ab-ı Kufi) bu konu üzerine şiirinde şöyle demiştir:

Şehadet ediyorum ki Muhammed bize bir söz buyurdu;

Bu söz kimseye gizli kalmamalı;

Eğer gök ve yede bulunan bütün mahlukatın imanı,

Terazinin bir kefesine bırakılsa,

Ali’nin imanı da diğer kefesine bırakılsa,

Daha ağır basar Ali’nin imanı.

Hz. Ali, Bütün Ashap ve Ümmetten Daha Faziletliydi

Şafilerin meşhur fıkıh alimi Mir Seyyid el-Hemedani Mevedde-t’ul- Kurba kitabında bu konuda bir hayli hadis naklederek Hz. Ali’nin faziletlerini delil ve sahih hadislerle ispat etmiştir. Yedinci Meveddet’te İbn-i Abbas’tan şöyle nakletmiştir: Resulullah (s.a.a) buyurdular:

“Benim zamanımda bütün alemlerin erkeklerinin en üstünü, Ali’dir.”

Sizin kendi insaflı büyük alimlerinizin çoğunun görüşü de Hz. Ali (a.s)’ın diğer ashaptan daha üstün oluşudur. Nitekim İbn-i Ebi’l- Hadid “Nehc’ul- Belağa Şerhi”nin 3. cildinin 40. sayfasında şöyle yazıyor: Mutezile şeyhlerinden Ebu Cafer İskafi’nin bir kitabı elime geçti; o kitapta şöyle yazmıştı: Buşr bin Mutemer, Ebu Musa, Cafer bin Mübeşşir ve Bağdat’ın diğer eski alimlerinin mezhebi (görüşleri) şu idi:

“Müslümanların en üstünü, Ali bin Ebu Talip’tir, daha sonra oğlu Hasan, daha sonra oğlu Hüseyin, daha sonra Abdulmuttalib oğlu Hamza ve Ebu Talip oğlu Cafer’dir...”

Bizim şeyhimiz Ebu Abdullah Basri, Şeyh Ebu’l- Kasım Belhi ve Şeyh Ebu’l- Hasan Hayyat (Bağdat’ın sonraki alimlerinden) genellikle Ebu Cafer İskafi’nin görüşünde (Hz. Ali’nin üstünlüğü kanaatinde) idiler. Üstün olmalarından amaçlanan ise, O’nların sevaplarının herkesten fazla olması, Allah Teala yanında en değerli zatlar olmaları ve kıyamet günü makamlarının herkesten daha yüksek olmaları idi.

Daha sonra aynı sayfanın sonunda Mutezile inancını şiir kalıbında beyan ederek şöyle demiştir:

“Muhammed Mustafa (s.a.a)’dan sonra Allah’ın en üstün kulu ve en şereflisi,

Vasilerin efendisi ve Betul’un kocası olan Murteza Ali’dir.

O’ndan sonra O’nun iki oğlu, sonra Hamza ve Cafer’dir.

Onlardan sonra ise Atik (Zeyd)’tir; bu inkar edilemez.

Şeyh: Siz alimlerin, halife Ebu Bekir’in imanının üstünlüğünün ispatı hakkındaki görüşlerini bilmiş olsaydınız, böyle beyanda bulunmazdınız.

Davetçi: Siz de taassup sahibi alimlerden yüz çevirip insaflı alimlere yönelseniz, onların hepsinin Hz. Ali (a.s)’ın üstünlüğünü tasdik ettiğini göreceksiniz.

Örneğin: İbn-i Ebi’l- Hadid el-Mutezili’nin “Nehc’ul- Belağa Şerhi”nin c. 3, s. 263’ne bakınız. sizin; “Ebu Bekir’in imanı, Ali’nin imanından daha üstündür” beyanınızın aynısını Cahiz’den aktarmış ve büyük Mutezile alimi Ebu İskafi’nin bu iddiaya ilişkin verdiği cevabı da genişçe nakletmiştir. İskafi verdiği cevapta, Hz. Ali’nin küçük yaşta ettiği imanın Ebu Bekir ve bütün sahabelerin imanından daha üstün olduğunu akli ve nakli delillerle ispat etmektedir. Daha sonra sayfa 275’de şöyle devam ediyor: Ebu Cafer şöyle dedi:

“Biz ashabın fazilet ve selefliğini inkar etmiyoruz; fakat içlerinden herhangi birinin Hz. Ali (a.s) ’dan üstün olduğu düşüncesini reddediyoruz.”

Şu ana dek konuşulan sözlere göre, Hz. Ali (a.s)’ı diğer sahabeyle kıyaslamak doğru değildir. Zira O Hazretin makamı o kadar yücedir ki, O’nu herhangi bir sahabe veya başka birisiyle kıyaslayamayız. Nerede kaldı ki, siz tek taraflı olan birkaç (faraza ki doğru) hadisle, sahabenin faziletlerini, O Hazretin yüce makamı karşısında üstün gösterebilesiniz!

Nitekim Mir Seyyid Hemedani, “Meveddet’ul- Kurba”nın 7. Mevedde’sinde, Ahmed bin Muhammed el-Kurzi’den şöyle dediğini naklediyor: Abdullah bin Ahmed bin Hanbel’den şöyle dediğini duydum:

“Babam Ahmed bin Hanbel (Hanbelilerin reisi)’den, sahabenin fazileti ve makamı hakkında sorduğumda, Ebu Bekir, Ömer ve Osman’ın isimlerini zikredip sustular. Dedim ki: “Babacığım, Ali bin Ebu Talip nerde kaldı? (Yani neden O’nun ismini zikretmediniz?)” Dedi ki: “O, Ehl-i Beyt’tendir; bunlar O’nunla kıyaslanamaz.” Yani Kur’an’-i Kerim’in ayetleri ve Peygamber-i Ekrem’in sözleri hükmüne göre, Risalet Ehl-i Beyti’nin makam ve mertebesi, en üstün makam ve mertebelerdir; Hz. Ali’nin makam ve mertebesi de bütün sahabe ve diğerlerinden daha yücedir; O’nun ismini ashabın sırasında değil, nübüvvet ve risalet sahibi kimselerin arasında zikretmek gerekir.

Nitekim “Mübahele” ayetinde, Allah Teala O’nu, Resulullah’ın nefsi mesabesinde (derecesinde) tanıtmıştır. Bunun kanıtı başka bir hadistir. “Meveddet”in 7. faslında Ebu Vail’in Abdullah bin Ömer bin Hattap’tan şöyle naklettiği zikr olunmuştur: “Bir gün Resulullah’ın sahabesini sıralıyorduk. Ebu Bekir, Ömer, Osman dedik. Adamın birisi; Ey Ebu Abdurrahman (Abdullah bin Ömer’in künyesi)! Peki Ali (O’nu neden saymadınız)? diye sordu. Abdullah da cevaben şöyle dedi:

“Ali, Ehl-i Beyt’tendir. O’nunla kimse kıyaslanamaz. O, Resulullah (s.a.a) ile beraber ve O’nun derecesindedir.”

Yani Hz. Ali’in makamı, ümmetin ve sahabenin makamı sırasında değildir; O’nun makamı, Resulullah (s.a.a)’in makamı ve derecesindedir.

Müsaade buyurursanız “Meveddet” kitabının aynı faslında yer alan başka bir hadisi de huzurlarınıza sunayım. Cabir bin Abdullah-i Ensari’den şöyle naklediyor:

“Bir gün Resulullah (s.a.a), Muhacir ve Ensar’ın huzurunda. Ali’ye hitaben şöyle buyurdular:

“Ey Ali! Eğer bir kimse, Allah-u Teâla’ya hakkıyla ibadet eder de sonra seninle Ehl-i Beytinin insanların en üstünü olduğunuz hakkında şüphe ederse, yeri cehennem ateşi olur.”

(Mecliste bulunanların hepsi, özellikle de Hafız, bu hadisi duyar duymaz, şüphe edenlerden olmaması için istiğfar ettiler).

Velhasıl bunlar, Hz. Ali’nin bütün ümmet ve sahabeden daha faziletli ve üstün olduğu hakkında nakledilen hadislerden birer örnekti. Sizler, ya muteber kitaplarınızda bulunan bunca sahih hadisleri reddedeceksiniz veya aklın ve naklin hükmüne göre, Hz. Ali’nin Ebu Bekir ve Ömer’in de içlerinde bulunduğu tüm sahabelerden daha üstün olduğunu kabul edeceksiniz.

Hz. Ali (a.s) Ahzab ve Hendek savaşında, Arapların kahramanı olan Amr bin Abduvud’u öldürdükten sonra Resulullah (s.a.a)’in buyurduğu, her iki fırkanın da ittifak ettiği şu hadise: “Ali’nin Hendek günündeki vurduğu bir darbesi, insan ve cinlerin ibadetinden daha üstündür.” iyice dikkat ederseniz, Hz. Ali’nin bir amelinin tüm insan ve cinlerin ibadetinden üstün oluşu O’nun diğer amelleriyle birlikte göz önünde bulundurulmuş olursa, o zaman O Hazretin diğerlerinden üstün oluşu daha iyi anlaşılmış olur. Bunu, çok inatçı ve mutaassıp kimselerden başkası inkar etmez.

Eğer Hz. Ali’nin (a.s) üstünlüğüne hiçbir delil olmasa bile, Mübahele ayeti (ki ayette Allah Teala onu Peygamberin nefsi olarak zikretmiştir) O’nun bütün ashap ve diğer insanlardan üstünlüğünü ispatlamaya yeter. Zira Resulullah (s.a.a)’in geçmişlerin ve geleceklerin en üstünü olduğu sabittir. Öyleyse Mübahele ayetindeki “Enfüsena” kelimesinin hükmünce, Hz. Ali (a.s) da geçmiş ve geleceklerin en üstünüdür.

O halde beyler tasdik ediniz ki, “Velleziyne meahu” nün (Resulullah’la birlikte olanın) gerçek mısdakı, mevlamız Emir’ul- Müminin Ali (a.s)’dır. Hz. Ali (a.s), İslâm daha zuhur etmeden önce Resulullah (s.a.a) ile beraberdi; İslâm zuhur ettikten sonra da Resulullah (s.a.a)’in ömrünün sonuna kadar sürekli olarak O’nunla birlikte olmuş, yaşamında en küçük hata ve yanlışlık bile görülmemiştir.

(Söz buraya vardığında namaz vakti oldu, beyler namazlarını kılmak için ayağa kalktılar. Namazlarını kılıp çay içtikten sonra, söz Davetçi tarafından başladı.)

Davetçi: Hz. Ali (a.s)’ın Resulullah (s.a.a) hicret ettiği gece O’nunla beraber hareket etmemesine gelince, bunun sebebi çok açıktır. Zira Resulullah (s.a.a)’in emriyle O Hazretin uhdesine ağır görevler bırakılmıştı. Bu nedenle O, Mekke’de kalmalı ve görevlerini yerine getirmeliydi.

Halkın emanetlerinin kendilerine geri verilmesi için, Resulullah (s.a.a)’in Hz. Ali’den daha emin bir kimsesi yoktu. (Bilindiği gibi Hz. Peygamber (s.a.a), dost ve düşmanlarının ittifakıyla Mekke ehlinin emin bildiği bir kimse idi. Bunun için düşmanları bile emanetlerini O Hazretin yanına emanet olarak bırakırlardı. İşte bu yüzden İslâm’dan önce kendisine Muhammed-i Emin derlerdi.)

Hz. Ali’nin uhdesine bırakılan vazifelerden bir diğeri de, Resulullah (s.a.a)’in ailesiyle geri kalan Müslümanları Medine’ye ulaştırmaktı.

Bunlara ilâveten, eğer o gece Hz. Ali, her ne kadar mağarada Hz. Peygamberle birlikte değildiyse de, ondan daha büyük bir makamı elde etmiştir; o da Resulullah’ın yatağında yatmasıdır. Ebu Bekir Resulullah (s.a.a)’in tufeylisi olarak “ikisinden ikincisi” sayılıyorsa, aynı gece, mağarada arkadaşlıktan daha önemli ve daha iyi olan bir iş için müstakil olarak bir ayet Hz. Ali (a.s)’ın methinde nazil olmuştur. Hz. Ali’nin bu ameli, her iki fırkanın ittifakıyla O’nun iftihar edilir menkıbe, makam ve faziletlerinden biri sayılmaktadır. Eğer o gece Hz. Ali’nin fedakarlığı ve canından geçmesi olmasaydı, Hz. Peygamber’in canı büyük bir tehlikeyle karşı karşıya kalırdı.

Hicret Gecesi Hz. Ali Hakkında Ayetin Nazil Oluşu

Sizin güvenilir ve büyük alimleriniz muteber tefsir ve hadis kitaplarında bu büyük menkıbeyi nakletmişlerdir. İbn-i Seb’-i Mağribi “Şifa’us- Sudur”da, Tabarani “Evset” ve “Kebir”de, İbn-i Esir “Usd’ul- Ğabe”nin c. 4, s. 25’inde, Nuruddin bin Sabbağ el-Maliki “Fusul’ul- Mühimme fi Marifet’il- Eimme”nin 33. sayfasında, Ebu İshak Sa’lebi, Fazıl Nişaburi, imam Fahr-u Razi ve Celaluddin Süyuti kendi tefsirlerinde, Şafii olan ünlü muhaddis Hafız Ebu Naim İsfehani “Ma Nezel’el-Kur’ân-u fî Ali’yyin” kitabında, Hatip Harezmi “Menakıb”ta, Şeyh’ul- İslâm İbrahim bin Muhammed Himvini “Feraid”de, Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafi “Kifayet’ut- Talib”in 62. babında, imam Ahmed bin Hanbel “Müsned”inde, Muhammed bin Cerir-i Taberi çeşitli kanallardan, İbn-i Hişam “Siret’un- Nebi”de, Hafız ve Muhaddis-i Şam “Erbain-i Tıval”da, imam Gazali “İhya’ul- Ulum”un c. 3, s. 223’ünde, Ebu Seadat “Fezail’u İtret’it- Tahire”de, İbn-i Ebi’l- Hadid “Nehc’ul- Belağa Şerhi”inde, Sibt bin Cevzi “Tezkiret’ul- Havass”ın 21. sayfasında ve diğer büyük alimleriniz çeşitli lafızlarla Hz. Ali’nin hakkındaki bu menkıbeyi (hicret gecesi özel bir ayetin O’nun şanında nazil oluşunu) nakletmişlerdir.

Şeyh Süleyman Belhi el Hanefî “Yenabi’ul- Mevedde”nin 21. babında bir çok alimlerden şöyle nakletmiştir:

“Resulullah (s.a.a) Allah’ın emriyle Medine’ye hicret ettiğinde, Emir’ul- Muminin Ali’yi çağırarak şöyle buyurdular:

“Benim geceleri üzerime örtüp yattığım yeşil Hazremi kumaşını üzerine örterek benim yatağıma yat.”

Hz. Ali de Resulullah (s.a.a)’ın evini saran müşriklerin, yatakta yatanın Ali olduğunu anlamamaları için Hazretin buyurduğu şekilde O’nun yatağında yattılar. Böylece Resulullah (s.a.a) rahatça müşriklerin arasından sıyrılıp çıktılar.

Allah Teala, Cebrail ve Mikail’e:

Ben sizin aranızda kardeşlik icat ettim. Şimdi birinizin ömrü diğerinden kesinlikle fazladır. Sizden hanginiz, bilmediğiniz ömrünüzün çokluğunu diğerine bağışlamaya hazırdır?

Arz ettiler ki: “Allah’ım, bu bir emir midir yoksa ihtiyari midir?”

Allah Teala: “Emir değil ihtiyaridir.” buyurdu.

Bunun üzerine onlardan hiçbirisi, irade ve ihtiyarla ömrünün fazla olan süresini diğerine bağışlamaya hazır olmadı. Bu sırada Allah Teala onlara şöyle hitap etti:

Ben velim olan Ali’yle, nebim olan Muhammed’in arasında kardeşlik icat ettim. Ali kendi hayatını Peygambere feda etmeyi tercih ederek canıyla O Hazreti koruması için O’nun yatağında yattı. Yeryüzüne inin, onu düşmanların şerrinden koruyun.

Melekler hemen yere indiler; Cebrail Ali’nin baş ucuna, Mikail ise ayak ucuna oturdu ve Cebrail şöyle dedi:

“Tebrikler olsun, tebrikler olsun sana ey Ebu Talip’in oğlu. Allah seninle, meleklere karşı iftihar ediyor.”

Bu sırada Bakara suresinin 207. ayeti Resulullah’a nazil oldu. Ayet şudur:

“İnsanlardan öylesi vardır ki, canını Allah’ın hoşnutluğunu elde etmek için satar,[1] Allah kullarına karşı Rauf’tur, çok merhametlidir.”

Şimdi muhterem beylerden ricam şudur ki, lütfen eve döndüğünüzde, kendinizi her türlü taassup ve Şiilik/Sünnilik düşüncesinden soyutlayıp insaflıca mağara ayeti ile bu ayeti karşılaştırmalı olarak inceleyiniz ve kendinize şu soruyu sorunuz: Acaba Resulullah ile üzüntü içinde birkaç günlüğüne beraber olan bir insan mı üstündür; yoksa bilerek, seve seve canını Hz. Peygambere feda eden, Allah’ın meleklere övündüğü ve bu fedakarlığı için hakkında özel bir ayet inen bir kimse mi daha üstündür?

Sizin bir kısım büyük alimleriniz de, kendilerini taassuptan soyutladıkları ve dikkatlice araştırdıkları için Hz. Ali’nin Ebu Bekir’den daha faziletli olduğunu tasdik etmiş ve Hz. Ali’nin Resulullah (s.a.a)’in yatağında yatmasının, Ebu Bekir’in mağarada O Hazretle birlikte oluşundan daha üstün bilmişlerdir.

Ehl-i Sünnet Alimlerinin, Hz. Ali’nin Resulullah’ın Yatağında Yatmasının Ebu Bekir’in Resulullah’la Birlikte Mağarada Oluşundan Daha Üstün Olduğuna Dair İtirafları

Eğer İbn-i Ebi’l- Hadid’in “Nehc’ul- Belağa Şerhi”nin 3. cildinin 269-281. sayfalarını iyice inceleyecek olursanız, göreceksiniz ki Mutezililerin büyük alim ve şeyhlerinden olan imam Ebu Cafer İskafi, Ebu Osman Cahiz’in (ki Nasibidir) şüphelerinin reddindeki verdiği cevabında, Hz. Ali’nin Ebu Bekir’e olan üstünlüğünü açık delillerle ispatlamakta ve Hz. Ali’nin hicret gecesi Resulullah (s.a.a)’in yatağında yatmasının, Ebu Bekir’in birkaç günlük yolculukta Hz. Peygamberle birlikte olmasından daha üstün olduğunu vurgulamaktadır.

İskafi sözünün devamında şöyle diyor: İslâm alimleri demişlerdir ki: “Hiçbir kimse, Hz. Ali’nin o geceki faziletine ulaşamaz. Ancak İshak ve İbrahim’in kurbanlık mevzusunda teslim olmaları hariç.”[2]

Yine İbn-i Ebi’l- Hadid, 271. sayfanın sonlarında, Ebu Cafer İskafi’nin, Nasibi Ebu Osman Cahiz’e verdiği cevaptaki şu sözlerini nakletmektedir:

“Hz. Ali’nin hicret gecesi Resulullah’ın yatağında yatmasının, Ebu Bekir’in mağarada Hz. Peygamberle birlikte olmasından daha üstün olduğunu, insaflı bir kimseye açık olacak bir şekilde beyan ettik. Şimdi burada az önce zikrettiğim sözleri pekiştirmek için şunu da ilâve etmek istiyorum: Hicret gecesi Hz. Ali’nin Resulullah (s.a.a)’in yatağında yatmasının, Ebu Bekir’in mağarada Resulullah (s.a.a) ile birlikte bulunmasından daha üstün oluşunun iki sebebi vardır.

Birincisi; Hz. Ali küçüklüğünden beri Resulullah (s.a.a)’a alışmış ve sürekli O’nunla beraber olmuştur (yaklaşık 20 yıllık bir beraberlikleri vardı). Bunca zaman arkadaşlık ve beraberlikten sonra ayrılık çok zor olur. Hele buna bir de korku (Resulullah’ın canın tehlikeye düşmesinden korkma) eklenirse, daha da zor olur. İşte Hz. Ali’nin sevabı bundan dolayı daha çoktur. Zira sevap çekilen zahmete göredir.

İkinci olarak; Ebu Bekir devamlı olarak Mekke’den ayrılıp ticari seferlere gidiyordu. Uzun bir zamandan beri Mekke’den çıkmamış ve sıkılmaya başlamıştı. Şimdi ise Resulullah (s.a.a)’le beraber şehir dışına çıkınca, daha bir rahatlamıştı. Ve herhangi bir zahmete de girmemişti. Bu durumda onun için, kılıçlarla baş başa kalan, hasret çeken birisinin fazileti ile karşılaştırılacak herhangi bir sevap yoktur. Zira sevap çekilen bir zahmetin karşılığında insana verilir.”

İbn-i Seb’-i Mağribi “Şifa’us- Sudur”da Hz. Ali (a.s)’ın cesaretini anlatırken şöyle diyor: “Arap alimleri ittifak etmişlerdir ki, Hz. Ali’nin o gece Resulullah (s.a.a)’in yatağında yatması, O Hazretle yolculuktan daha üstündür. Zira, Hz. Ali kendini Resulullah’a feda etti, hayatını O’na bağışladı, cesaretini ise ispat etti.”

Bu konu o kadar açıktır ki kimse bu manayı inkar etmemiştir; inkar eden ya delidir veya delilikten daha kötü olan taassup hastalığına yakalanmıştır. Söz burada biraz uzadığı için özür dilerim, şimdi asıl konumuza geçelim.

Buyurmuş olduğunuz; “Eşidda-u ala’l- Kuffar” (Kafirlere şiddetli olan)’dan maksat, ikinci halife Ömer bin Hattap’tır” sözünüze gelince; bu sadece iddia ile olmaz. Bakalım bu sıfat, mevsufun (sıfatın verildiği kimsenin) hali ile uyum sağlıyor mu sağlamıyor mu? Uyum sağlarsa, onu can ve kalple kabul ederiz.

İlmi ve Dini Tartışmalarda Ömer’in Şiddeti Yoktu

Açıktır ki şiddet iki yönde düşünülebilir: Ya ilmi ve dini tartışmalarda, yabancıların alimleri karşısında beyan şiddetli (güçlü ve delilli) olur veya savaş ve cihat alanlarında, şiddet, reşâdet ve cesaret şahsen gösterilmiş olur.

Dini ve ilmi tartışmalarda, kesinlikle halife Ömer için tarihte herhangi bir şiddet ve reşadet görülmemiştir. Her iki Fırkanın (Şia-Sünni) hadis ve tarih kitaplarında, hatta yabancıların yazmış oldukları kitaplarda bile bu iki yönden halife Ömer için herhangi bir şiddet ve katılık göremedik. Eğer muhterem beyler, halife Ömer’in hayatı tarihinde, onun yabancılarla herhangi bir ilmi ve dini tartışmalarını görmüşlerse buyursunlar; bizde de memnuniyetle dinler ve öğrenmiş oluruz.

Ömer’in, Hz. Ali’nin İlim ve Amel Açısından

Üstünlüğünü İtiraf Etmesi

Ama benim bildiğim şudur ki, sizin büyük alimleriniz yazmış oldukları muteber kitaplarında, halifelerin hilafetleri döneminde onların ilmi ve dini sorunlarını Hz. Ali’nin çözdüğünü nakletmişlerdir.

Emeviler ve Bekriler bunca hadis uydurmalarına rağmen bu hakikati gizleyememişlerdir. Yahudi ve Hıristiyan ve diğer muhalif grupların bilginleri, Ebu Bekir, Ömer ve Osman’ın hilafet süresinde onların yanına gelerek zor sorular sorduklarında veya mektuplar yazarak cevap istediklerinde, halifeler Hz. Ali’ye sığınıyorlardı ve bu soruların cevabını Ali bin Ebi Talib’den başkası veremez diyorlardı.

İşte bundan dolayı Hz. Ali (a.s) onların meclisinde bulunup cevaplarını tatmin olacak bir şekilde yanıtlıyordu; onlar da Müslüman oluyorlardı. Nitekim, halifelerin tarihinde buna değinilmiştir.

Bu konunun ispatı için, halifelerin sorular karşısında aciz kalmaları ve; “eğer Hz. Ali olmasaydı helak olurduk” diye itirafta bulunmaları yeterlidir. Büyük alimleriniz kendi kitaplarında Ebu Bekir’in şöyle dediğini nakletmişlerdir:

Ekıylunî, ekıylunî! Fe-lestu bi-hayrikum ve Aliyy’un fîkum.”

(Beni halifelikten alın, beni bir kenara bırakın; Ali içinizde olduğu sürece ben en hayırlınız değilim.)

Halife Ömer, çeşitli yer ve olaylarda 70 defadan fazla;

“Levla Aliyy’un- le-heleke Ömer.”

(Ali olmasaydı, Ömer helak olurdu.) diye itirafta bulunmuştur.

Helak olacağı konuları da genellikle nakletmişlerdir. Ama ben meclisin vaktini fazla almamak için, bu konuya değinmek istemiyorum; zira tartışılacak daha önemli konular olabilir.

Nevvab: Kıble sahip! Bu konudan daha önemli bir mevzu mu var? Acaba bizim kitaplarda bu tip sözler nakledilmiş midir? Nakledilmişse, aklınızda olanları basiretimizin artması için buyurursanız memnun oluruz.

Davetçi: Arz ettiğim gibi Ehl-i sünnet ve’l- cemaatin büyük alimleri (inatçı ve mutaassıp az bir grup hariç) bu konuda ittifak etmişlerdir. Halifelerin bu çeşit sözlerini, muhtelif yerlerde çeşitli lafız ve ibarelerle nakletmişlerdir. Konun aydınlığa kavuşup hüccetin tamamlanması için, hafızamda olan senet ve kitapların bazısına değiniyorum.

Ömer’in “Ali Olmasaydı Ömer Helak Olurdu”

Sözünün Senetleri

1- Mutaassıp Kadı Fadlullah bin Ruzbehan “İbtal’ul- Batıl”da,

2- İbn-i Hacer Askalani (Ö: 852) “Tehzib’ut- Tehzib”in 337. sayfasında,

3- Yine İbn-i Hacer “İsabe”nin c. 2, s. 509’unda,

4- İbn-i Kuteybe ed-Diyneveri (Ö: 276) “Tevil-u Muhtelif’il- Hadis” kitabının 200 ilâ 202. sayfalarında,

5- İbn-i Hacer-i Mekki (Ö: 973) “Savaik’ul- Muhrika”nın 78. sayfasında,

6- Hacı Ahmed Efendi “Hidayet’ul- Murtab”ın 146’dan 152’ye kadar olan sayfalarında.

7- İbn-i Esir-i Cezri (Ö: 630) “Usd’ul- Ğabe”nin c. 4, s. 22’inde,

8- Celalettin Süyuti “Tarih’ul- Hulefa”nın 66. sayfasında,

9- İbn-i Abdulbirr el-Kurtubi (Ö: 463) “İstiab”ın c. 2, s. 274’ünde,

10- Seyyid Mümin Şeblenci “Nur’ul- Ebsar”ın 73. sayfasında,

11- Şehabuddin Ahmed bin Abdulkadir el-Uceylî “Zahiret’ul- Meal” da,

12 - Muhammed bin Ali es-Sabban “İs’af’ur- Rağibin”in 152. sayfasında,

13- Nuruddin bin Sabbağ el-Maliki (Ö: 855) “Fusul’ul- Mühimme”de,

14- Nuruddin Ali bin Abdullah es-Semhudi (Ö: 911) “Cevahir’ul- Akdeyn”de,

15- İbn-i Ebi’l- Hadid el-Mutezili “Nehc’ul- Belağa Şerhi”nın c. 1, s. 6’ında,

16-Allame Kuşçî “Şerh-i Tecrid”in 407. sayfasında,

17-Hatip Harezmi “Menakıb”ın 48 ilâ 60. sayfalarında,

18- Muhammed bin Talha eş-Şafii “Metalib’us- Süul”un 6. fasıl 29. sayfasında,

19- İmam Ahmed bin Hanbel “Fezail” ve “Müsned”de,

20- Sibt bin Cevzi “Tezkire”nin s. 85 ilâ 87’sinde,

21- İmam Salebi “Keşf’ul- Beyan” tefsirinde,

22- Allame İbn-i Kayyim el-Cevzi “Turuk’ul- Hükmiyye”nin s. 41 ilâ 53’ünde (bir çok olayları nakletmesi dahilinde),

23- Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii “Kifayet’ut- Talib”in 57. babında,

24- İbn-i Mace el-Kazvini “Sünen”inde,

25- İbn-i Meğazili eş-Şafii “Menakıb”da,

26- İbrahim bin Muhammed el-Himvini “Feraid”de,

27- Muhammed bin Ali bin Hasan’il- Hakim et-Tirmizi “Feth’ul- Mubin” şerhinde,

28- Deylemi “Firdevs”ta,

29- Şeyh Süleyman Belhi el-Hanefî “Yenabi’ul- Mevedde”nin 14. babında,

30- Hafız Ebu Naim el-İsfehani “Hilyet’ul- Evliya” ve “Ma nezel’el-Kur’an-u Fi Ali’yyin”de ve sizin diğer bir çok büyük alimleriniz, çeşitli lafız ve ibarelerle halife Ömer’in şöyle dediğini nakletmişlerdir:

“Levla Ali’yyun le-heleke Ömer.”

(Eğer Ali olmasaydı, Ömer helak olurdu.)

Hz. Ali’nin Halifeleri Kurtardığı Yerler

ve Onların İtirafları

Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii “Menakıb-ı Ali bin Ebi Talib”in 57. babında bir takım hadisler naklettikten sonra, Huzeyfe bin Yemanî’nin hadisini senetleriyle nakletmiştir: Bir gün Ömer, Huzeyfe bin Yemani ile karşılaştığında; “Nasıl sabahladın?” diye sordu.

Huzeyfe şöyle cevap verdi: “Öyle bir halde sabahladım ki hakkı sevmiyorum fitneyi seviyorum; görmediğim şeye şehadet ediyorum; mahluk olmayanı koruyorum, abdestsiz namaz kılıyorum; benim için yerde olan Allah için gökte yoktur.”

Ömer, bu sözlerden dolayı öfkelenip onu incitmek istedi. Bu sırada Hz. Ali (a.s) geldi; Ömer’i sinirli görünce nedenini sordu. Ömer olayı anlatınca, Hazret şöyle buyurdu:

“Önemli değil, hepsini doğru söylemiştir. Onun sevmediği haktan maksat, ölümdür; fitneyi sevmesinden maksat, mal ve evlattır;[3] görmediği şeye şahadet etmesinden maksat, Allah’ın varlığı, kıyamet günü öldükten sonra dirilmek, cennet-cehennem, sorgu-sualdır; mahluk olmayanı koruyorum demesinden maksat, Kur’ân-ı Kerim’dir -ki o mahluk değildir-; abdestsiz namaz kılıyorum demesinden maksat, Resulullah’a (s.a.a) salat göndermesidir;[4] “benim için yerde var ama gökte Allah için yoktur” sözünden maksat ise, kendi hanımı ve ailesidir ki, onun yeryüzünde bir hanımı var; ama Allah-u Teâla bundan beri ve münezzehtir.”

Ömer Hz. Ali’nin bu açıklamasını duyunca şöyle dedi:

“Ali bin Ebi Talib olmasaydı, neredeyse Hattap oğlu helak olacaktı.”

Yusuf-u Genci eş-Şafii daha sonra şöyle diyor: “Ömer’in bu sözü, hadisçilerin yanında kesindir ve birçok tarihçi bunu nakletmişlerdir.”

Menakıb’ın müellifi de şöyle diyor: “Halife Ömer (r.z) defalarca şöyle diyordu: “Ya Ebe’l-Hasan![5] senin içinde olmadığın bir ümmette ben yaşamayayım.”

Yine şöyle diyordu: “Kadınlar, Ali bin Ebi Talib gibi birisini doğurmaktan kısır kalmışlardı.”

Muhammed bin Talha eş-Şafii: “Metalib’us- Süul” da, Şeyh Süleyman Belhi el-Hanefî “Yenabi’ul- Mevedde”nin 14. babında Tirmizi’den, o da İbn-i Abbas’tan naklen uzun bir hadis nakletmiştir. Bu hadisin sonunda şöyle diyor:

“Ashap (r.z), kitabın ahkamında Hz. Ali’ye başvurur, ondan fetva alırlardı. Nitekim Ömer bin Hattap (r.z) bir çok yerde şöyle demiştir:

“Ali olmasaydı Ömer helak olurdu.”

Resulullah (s.a.a) de şöyle buyurmuştur:

“Ümmetimin en alimi, Ali bin Ebi Talip’tir.”

Meclisin durumunu dikkate alarak yaptığımız bu kısa beyana göre, münazara ve dini tartışmalarda Ömer’in herhangi bir şiddet ve katılığı olmadığını tasdik edersiniz. Hatta kendisi, bundan aciz ve Ali’nin (a.s) onun kurtarıcısı olduğunu itiraf etmiştir. Konu o kadar açıktır ki, sizin en mutaassıp alimlerinizden İbn-i Hacer-i Mekki bile “Savaik’ul- Muhrika” kitabının üçüncü faslında İbn-i Sa’d’dan Ömer’in şöyle dediğini nakletmiştir:

“Ali’nin (a.s) olmadığı yerde, çok zor ve karışık işlerden Allah’a sığınırım.”

Savaş Meydanlarında Halife Ömer’den Herhangi Bir Cesaret ve Kahramanlık Görülmemiştir

Hiçbir tarihçi, savaş meydanlarında Halife Ömer’in cesaret ve kahramanlığına dair bir şey yazmamıştır. Hatta aksine, tarihin ve her iki fırkanın tarihçilerinin yazdıklarına göre Ömer, büyük bir ordunun veya kafirlerden güçlü bir kahramanın karşısında yer aldığı zaman, direnmeği terk ederek kaçmış ve onun bu ameli neticesinde bir takım diğer Müslümanlar da kaçarak İslâm ordusu yenilgiye uğramıştır.

Hafız: Yavaş lütufsuzluğu nezaketten çıkararak, Müslümanların iftihar kaynağı olan halife Ömer’e (r.z) -ki onun hilafeti döneminde bir çok fetihler Müslümanlara nasip olmuş, İslâm ordusu onun vücudu sebebiyle bütün savaşlarda zafere ulaşmıştır- hakaret ediyorsunuz. O büyük insanı korkak, savaştan kaçan ve Müslümanların yenilgisine sebep olan birisi mi sayıyorsunuz? Acaba sizin gibi şerif bir şahısın, halife Ömer (r.z) gibi Müslümanların iftihar ve övgü mayası olan büyük insanlara bu kadar hakaret etmesi ve bizim de dinleyip konuşmamamız doğru mu?

Davetçi: Çok yanıldınız. Kaç gecedir beraberiz ve beni layıkıyla tanıyamadığınıza şaşırıyorum. Benim heva ve hevese kapılarak veya cahilane sevgi ve nefret yüzünden, delilsiz ve burhansız olarak -hangi sınıftan olursa olsun- herhangi bir şahsı, özellikle de tarihte ünlü olan şahısları öveceğimi veya kötüleyeceğimi mi sanıyorsunuz?

Böyle toplantıların olumsuz yanı ve yıllarca Müslümanların bedbahtlığına sebep olan tek şey, su-i zandır (kötü düşünmedir). Bu tavır, Kur’ân-ı Kerim’in düsturuna aykırı olarak Müslümanlardan baş göstermektedir. Oysa Allah-u Teala, Hucurat (49) suresinin 12. ayetinde açıkça şöyle buyuruyor:

“Ey iman edenler, zandan çokça kaçının. Çünkü bazı zanlar günahtır.”

Bu sözler bir Şiinin ağzından çıktığı için onları kötü bir biçimde değerlendirdiniz. Halbuki durum sizin sandığınız gibi değildir. Ben, sizin kendi alim ve tarihçilerinizin söylediğinden fazla bir şey söylemedim. Şu açıktır ki ne ben, ne de siz geçmişi yaşamadık. Ama aklın hükmüyle, insanların iyi ve kötü amellerini tarih sayfaları üzerinde yargılamamız gerekir.

Yine Hakikatin Beyanı

Benim Ömer’e ihanet ettiğimi buyurduğunuz sözünüze gelince; (kusura bakmayın) burada mugalata yaptınız veya bu sözle muhaliflerin hislerini tahrik etmeye çalıştınız.

Halbuki bizim halifeye ait olan sözümüzde ona hakaret edici bir yön yoktu; sadece tarihte yazılmış olan gerçek bir olayı beyan ettim ve sizin alim ve büyüklerinizin yazdıklarından daha fazla bir şey söylemedim ve söylemem de. Ama su-i zan ve kötümserliğin ortadan kalkması için, perdeyi kenara itip konuyu daha geniş ve daha net bir şekilde beyan etmem gerekir.

“Ömer’in hilafeti döneminde büyük fetihler Müslümanlara nasip olmuş, İslâm’ın önemli fetihleri onun eliyle gerçekleşmiştir” sözünüze gelince; Ömer’in yöneticiliği döneminde İslam’ın büyük fetihlere ulaştığını kimse inkar etmemiştir. Ama bununla birlikte unutulmamalıdır ki sizin büyük alimleriniz, örneğin: Kadı Ebu Bekir Hatip “Tarih-i Bağdat”ta, imam Ahmed bin Hanbel “Müsned”de, İbn-i Ebi’l- Hadid “Nehc'ül- Belağa Şerhi”inde vs. kimseler- halife Ömer’in, ülkenin bütün işleri, özellikle ordu sevk etmede, Hz. Ali’yle istişare yapıp O’nun düsturuna uygun olarak hareket ettiğini ikrar ve itiraf etmişlerdir.

Buna ilâveten, İslâm’ın fetihleri, her dönem ve zamanda fark ediyordu. Birinci kısım, bizzat Hz. Resulullah (s.a.a)’in kendi zamanında gerçekleşen büyük fetihlerdir. Bunlar, Hz. Ali (a.s) ’ın vücudunun bereketiyle oluşmuştur. Zira demişlerdir ki:

Ordunun kalabalığı (tek başına) işe yaramaz;

Savaşçı bir er, yüz bin kişiden daha iyidir.

Savaşçı olarak İslam ve Müslümanların övünç kaynağı, vücudu İslam ordusunun fetih ve zaferler elde etmesine sebep olan kişi, Hz. Ali bin Ebi Talip’tir. Zira eğer O, herhangi bir savaşa katılmasaydı, zafer elde edilmezdi. Bunun kanıtı Hayber Fethidir. O Hazret göz ağrısı nedeniyle savaş meydanına gidemediği için Müslümanlar ard arda yenilgiye uğrayarak Hayber’i bir türlü fethedemiyorlardı. Ama Hz. Ali (a.s), Resulullah (s.a.a) ’in duasıyla iyileşir iyileşmez düşmana amansızca saldırarak Hayber kalelerini fethetti.

Uhud Gazvesinde de bütün Müslümanlar kaçtı. Resulullah (s.a.a)’ın yanında sadece Hz. Ali (a.s) kaldı. Bu anda gaipten şu cümle duyuldu:

“Ali gibi kahraman, Zülfikar gibi de kılıç yoktur.”

Resulullah (s.a.a)’ın vefatından sonraki ikinci kısım fetihlere gelince; bu fetihler, İslam’ın ünlü kahramanları, tecrübeli komutanları ve onların fedakarlık ve özgün savaş planları ile düşmanın karşısına çıkmaları sayesinde gerçekleşmiştir.

Bizim söz konumuz, Ömer’in zamanındaki fetihleri de kapsayan İslâm fetihleri hakkında değildir. Konu, halife Ömer bin Hattab’ın kişisel şiddet, şecaat ve kahramanlığı hakkında idi. Arz ettiğim gibi, tarihte ondan böyle bir şey görülmemiştir.

Hafız: Ömer’in savaş meydanlarından kaçtığını ve bu kaçışı yüzünden Müslümanların mağlup olduğunu buyurmanız, halife Ömer’e ihanet değil midir?

Davetçi: Kişiler hakkındaki tarihi gerçekleri nakletmek ihanet ise bu ihaneti ilk önce sizin büyük alimleriniz ve tarihçileriniz yapmışlardır. Ben sadece onların naklettikleri şeyleri arz ettim. Eğer bir sorun ve eleştiriniz varsa bunu, bu olayları kaydeden kendi büyüklerinize yöneltin.

Hafız: Bizim alimleriniz nerede ve hangi kitapta, halife Ömer’in (r.z) savaş meydanlarından kaçtığını ve Müslümanların yenilgisine sebep olduğunu nakletmişlerdir?

Ebu Bekir ve Ömer’in Hayber Gazvesinde

Yenilgiye Uğramaları

Davetçi: Bir çok savaş meydanlarından kaçmışlardır; onların hepsinden daha önemli olan Hayber Gazvesidir; ki onlar bu gazvede yenilgiye uğrayarak geri dönmüşlerdir. Hz. Ali’nin gözleri ağrı yaptığından dolayı, Resulullah (s.a.a) ilk gün İslâm bayrağını Ebu Bekir’e verdiler. Ebu Bekir İslam ordusu komutanı olarak Yahudilere karşı biraz savaştıktan sonra mağlup olarak geri döndüler. İkinci gün, Peygamber (s.a.a) bayrağı Ömer’e verdi. Ömer daha düşmanla karşılaşmadan korkusundan geri dönüp kaçtılar.

Hafız: Bu beyanlar şiaların çıkardıkları uydurma sözlerdir; onlar çok cesur ve kahraman insanlardı.

Davetçi: Daha önce de belirttiğim gibi Şiiler Ehl-i Beyt’in sadık takipçileridir. Asla yalan söylememiş ve söylemezler de. Çünkü yalan söylemeyi büyük günahlardan bilir ve hadis uydurmaya da asla ihtiyaçları yoktur. Resulullah (s.a.a)’in zamanında gerçekleşen Hayber Gazvesi, İslâm tarihinin en önemli savaşlarından birisi olduğu için her iki fırkanın alim ve tarihçileri bunu nakletmişlerdir. Hatırımda kaldığı kadarını huzurlarınızda arz edeyim:

Hafız Ebu Naim İsfehani “Hilyet’ul- Evliya”nın c.1, s. 62’inde, Muhammed bin Talha eş-Şafii İbn-i Hişam’ın Siresinden naklen “Metalib’us- Süul”un 40. sayfasında, Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii “Kifayet’ut- Talib”in 14. babında ve sizin daha birçok büyük alim ve tarihçileriniz onların yenilgiye uğrayarak geri dönüp kaçtıklarını yazmışlardır; meclisin vakti, onların hepsinin sözlerini nakletmeye müsaade etmiyor. Ama sizin için bunların hepsinden daha önemlisi, sizin güvenilir kabul ettiğiniz şu iki büyük aliminizin sözleridir:

Muhammed bin İsmail-i Buhari, kendi Sahih’inin 2. cildinin 100. sayfasında (1320 Mısır baskısı), Müslim bin Haccac da kendi Sahih’inin 2. cildinin 324. sayfasında (1320 Mısır baskısı) açık bir şekilde şöyle yazmışlardır: “Halife Ömer, iki defa savaş meydanından geriye dönüp kaçtı.”

Bu konu için apaçık delillerden birisi de, İbn-i Ebi’l- Hadid el-Mutezile’nin Hz. Ali (a.s)’ın fazileti hakkında olan “Aleviyyat-ı Seb’” isimli meşhur şiirinin içerisinde Hayber babında Baiyye Kasidesi adıyla söylediği şu şiirdir:

“Hayber hakkındaki haberleri söylemek istemiyor musun? O savaşta akıl sahiplerini hayrete düşürecek bir takım şeyler vardır. Öne geçip kaçanlar (yani Ebu Bekir’le Ömer), bayrak taşımaya alışmamışlardı. İşte bundan dolayı o yüce bayrağa zillet ve horluk örtüsünü örterek kaçtılar. Halbuki savaştan kaçmanın büyük bir günah olduğunu biliyorlardı. Yahudi’lerin büyüklerinden cesur bir genç kılıcını çekmiş, atının üzerinde, baharın yeşilliklerini yemiş şehvet dolu ve kudurmuş bir erkek deve kuşu gibi, sanki gelin evine kına götürüyormuşçasına onlara rahatça saldırmış. Onun kılıç ve mızrağından çıkan ölüm ateşinin yankıları onları korkutmuştur. Ben (İbn-i Ebi’l Hadid) sizin yerinize (Yahudilerin karşısından kaçmanızdan dolayı), özür diliyorum. Zira ölüm herkesin hoşlanmadığı, yaşamını sürdürmek ise herkesin sevdiği bir şeydir. Siz de ölümden korktunuz. Halbuki, herkes ölümü tadacaktır...”

Binaenaleyh, kabul ediniz ki bizim ihanet amacımız yoktur. Biz, sadece tarihteki gerçekleri anlatarak savaş meydanlarındaki mücadelelerde kafirlere karşı şiddetli olan ve onları mağlûp eden kişinin Ömer değil Hz. Ali (a.s) olduğunu vurgulamaya çalıştık ki bilesiniz, halife Ömer’in “Kafirlere karşı şiddetli” ayetinin kapsamına girebilecek herhangi bir kahramanlık ve fedakarlığı yoktu. Hatta onlar, bırak kahramanlığı güçlü düşmanın karşısında yer alınca, mevzii boş bırakarak savaş alanından bile kaçmışlardır.

Eğer dikkat edip insaflıca düşünecek olursanız, bu büyük sıfatın (Kafirlere karşı şiddetli olma) sahibi, Hz. Ali olduğunu tasdik edeceksiniz. Zira Hz. Ali (a.s), bütün savaş meydanlarında kafirlere karşı şiddetli olup onları yenilgiye uğratan tek şahıstır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim, Mâide (5) suresinin 54. ayetinde bu manayı tasdik ederek şöyle buyurmuştur:

“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (şunu iyi bilsin ki) Allah, kendisinin onları sevdiği, onlarında kendisini sevdiği, müminlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı ise şiddetli (güçlü ve onurlu), Allah yolunda cihat eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan[6] bir topluluk getirir. Bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah (rahmetiyle) geniş olan ve bilendir.”

Hafız: İlginçtir! Siz güzel beyanınız ve zorla, tüm müminler hakkındaki bu ayeti, Ali (k.v) hakkında cari etmek mi istiyorsunuz?

Davetçi: Defalarca görmüş ve tecrübe etmişsiniz ki, söylediğim hiçbir şeyi delilsiz söylememişimdir; sürekli tenkit edip cevap aldınız; bununla birlikte yine de itiraz ediyorsunuz. Lütfen sözünüzü soru şeklinde; “sözünüzün delili nedir?” diye buyurun, ben de cevap vereyim. Şimdi sözünüzün cevabını arz ediyorum.

Birinci olarak; eğer ayet bütün müminler hakkında nazil olup onların hepsini kendi kapsamına alsaydı, asla savaş meydanlarından kaçmazlardı.

Hafız: Acaba, bunca savaşlar yapıp fetihler elde eden Resulullah’ın ashabı ve müminleri, ihanetli bir dille “ferrar” (firar edenler) olarak nitelemeniz insaf mıdır?

Davetçi: Birinci olarak; ben, onlar hakkında ihanetli bir dille konuşmadım. Ben sadece onların karakterlerini açıkladım.

İkinci olarak; ben onlara “ferrar” (savaştan kaçanlar) demedim, bunu diyen tarihtir, ben değilim. Galiba beyler, sahabe ve müminlerin, hatta ashaptan büyüklerinin bile, Uhud ve Huneyn gazvesinde kaçtıklarını ve Resulullah (s.a.a)’i kafirler karşısında yalnız bıraktıklarını unuttular! Nitekim Taberi ve sizin diğer tarihçileriniz bunu kendi kitaplarında yazmışlardır.

Resulullah (s.a.a)’ı düşmanların karşısında yalnız bırakıp cihattan ve savaş meydanlarından kaçanlar nasıl Allah’ın (c.c) ve resulünün sevgilisi olurlar?

Üçüncü olarak; ayetin Hz. Ali (a.s) hakkında nazil olduğunu sadece ben söylemiyorum, sizin büyük alimlerinizden örneğin; Ebu İshak imam Ahmed Salebi -hadis imamı olduğunu siz de tasdik ediyorsunuz- “Keşf’ul- Beyan” tefsirinde şöyle yazıyor:

“Bu ayet, Ali bin Ebi Talip (a.s) hakkında nazil olmuştur. Çünkü ayette zikr olunan sıfatlar, Hz. Ali’den (a.s) başka hiç kimsede yoktu.”

Hiçbir tarihçi, Resulullah’ın zamanında yapılan 36 gazvede, Hz. Ali’nin savaş meydanından kaçtığını veya geri çekildiğini yazmamıştır.

Hatta bütün Müslümanların kaçtığı “Uhud” savaşında, o kadar kötü yenilgi, mağlubiyet ve Hz. Hamza’nın (Seyyid’üş- Şüheda) şahadetinden sonra direnen ve zafer elde edilinceye dek sonuna kadar Resulullah (s.a.a) ile beraber savaşan sadece Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s) olmuştur.

Yaklaşık 90 tane yara almasına rağmen - ki aşırı derecede kan kaybetmesi yüzünden kaç defa halsizlikten yere düşmüştü- yine de kalkıp Resulullah (s.a.a)’i korudu ve savaşı Müslümanların lehine tamamladı.

Hafız: Acaba büyük sahabelerin kaçtığını söylemeniz utanç verici değil mi? Halbuki başta iki hak halife Ebu Bekir ve Ömer (r.z) olmak üzere tüm sahabe pervane gibi Resulullah’ın etrafında dönüp O’nu koruyorlardı.

Davetçi: Beyefendi galiba tarih okumamışsınız, işte bundan dolayı böyle beyanda bulunuyorsunuz. Uhud, Huneyn ve Hayber savaşında (birkaç kişi hariç) ashabın hepsinin kaçtığını tarihçilerin geneli yazmışlardır. Hayber savaşındaki durumu anlattım. Huneyn savaşında da kaçtıkları kesindir. Nitekim Hamidi “Cem’un Beyn’es- Sahihayn”da; Halebi de “Siret-u Halebiyye”nin c. 3, s.123’ünde şöyle diyorlar:

“Dört kişi hariç bütün sahabe firar ettiler. Ali (a.s) ve Abbas Resulullah (s.a.a)’in önünde, Ebu Abdullah bin Mesud ise Hazretin (s.a.a) solunda yer almışlardı;. Ebu Süfyan bin Haris de Peygamberin merkebinin yularından tutmuştu.”

Uhud savaşında da Müslümanların firar ettiğini kimse inkar etmemiştir. Hakikatin size keşf olması için tarih kitaplarını okumanız iyi olur. Özellikle İbn-i Ebi’l- Hadid “Nehc’ul- Belağa Şerhi”nin c. 3, s. 276’ında, nasibi olan Cahiz’in reddinde şöyle demiştir: “Uhud savaşında şu dört kişi; Ali, Zübeyr, Talha ve Ebu Dücane hariç bütün Müslümanlar firar ettiler. Müslümanlar arasından bu dört kişi çıkarılırsa, Ebu Bekir, Ömer ve Osman’ın da firar edenler arasında olduğu açıktır. İşte bunun için Cebrail şöyle dedi:

“Ali gibi kahraman bir genç, Zülfikar gibi de kılıç yoktur.”

Büyük alim ve tarihçilerinizden örneğin; İbn-i Ebi’l- Hadid “Nehc’ul- Belağa Şerhi”inde, Nuruddin Maliki de “Fusul’ul- Mühimme”nin 43. sayfasında ve diğer kimseler şöyle nakletmişlerdir: “O günü gayb’dan şöyle bir ses duyuldu:

La feta illa Ali, la seyfe illa zülfikar.”

(Ali gibi kahraman bir genç, zülfikar gibi de kılıç yoktur.)

Bütün savaşlarda Hz. Ali, Allah (c.c) tarafından desteklenmiş; melekler de O’na yardım etmeye hazır durumda beklemişlerdir. Nitekim Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii “Kifayet’ut- Talib”in 27. babında kendi senediyle Abdullah bin Mesud’dan Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

“Ali hangi savaşa gönderildiyse, Cebrail’i sağında, Mikail’i solunda ve bir bulutun da onu gölgelendirdiğini görüyordum; nihayet Allah Teala O’na zaferi nasip ediyordu.”

İmam Ebu Abdurrahman Nesai de “Hasais’ul- Alevi”nin 202. hadisinde şöyle naklediyor: “İmam Hasan (a.s) siyah sarık ile halkın huzuruna gelerek babasının vasıflarını anlatırken şöyle dedi:

“Hayber gazvesinde, babam Ali düşmanın kalesine doğru gittiğinde, Cebrail sağında, Mikail de solunda savaşıyordu.”

Bütün zafer ve fetihler, O’nun kılıcının şiddeti sayesinde Müslümanlara nasip oluyordu; bu vesileyle Allah ve Resulünün yanında muhbubiyet makamına ulaşıyordu; Cebrail ve Mikail O’nun sağında ve solunda yer alıp savaşmakla iftihar ediyorlardı. İşte bundan dolayı Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

“İslâm, sadece Ali’nin kılıcıyla güçlendi.”

Hz. Ali, Allah ve Resulünün Sevdikleri Bir Şahıstı

Dördüncü olarak; Allah Teala mezkur ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: “Yuhibbuhum ve yuhibbunehu” (Allah onları, onlar da Allah’ı seviyorlar.) Bu mahbubiyet (sevilme) sıfatı, Hz. Ali (a.s)’ın özelliklerindendir. Bunun bir çok delili vardır. Örneğin; Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii “Kifayet’ut- Talib”in 7. babında kendi senediyle Abdullah bin Abbas’tan şöyle naklediyor:

“Bir gün ben ve babam Resulullah’ın huzurunda oturmuştuk; derken Ali gelip selam verdi. Resulullah (s.a.a) selamın cevabını verdikten sonra güler yüzle yerinden kalkarak Ali’yi bağrına basıp gözlerinin arasından öptü ve yanına oturttu. Babam: “Ya Resulullah! Onu seviyor musun?” diye sorduğunda Hazret şöyle buyurdular:

“Vallahi, Allah (c.c) O’nu benim sevmemden daha çok seviyor.”

Hayber Fethinde Rayet (Bayrak) Hadisi

Hz. Ali’nin, Allah’ın sevgilisi ve savaş meydanlarının yenilmez kahramanı olduğuna ve asla savaştan kaçmadığına delalet eden delillerden birisi de sizin sahih kitaplarınızda nakledilen ve inatçı Nasibilerden başka Ehl-i sünnet ve’l- cemaat alimlerinin hiçbirinin inkar etmediği Rayet (Bayrak) hadisidir.

Nevvab: Kıble sahip (alicenap)! Rayet hadisi nedir? Zahmet olmazsa, senet silsilesiyle beyan ediniz.

Davetçi: Bu hadisi, her iki fırkanın büyük alim ve tarihçileri ittifakla nakletmişlerdir. Muhammed bin İsmail el-Buhari, Sahih-i Buhari’nin ikinci cildi olan Cihat ve Seyr kitabının “Dua’un- Nebi” babında, yine sahih-i Buhari’nin 3. cildi olan “Meğazi” kitabının “Hayber Gazvesi” babında, Müslim bin Haccac, Sahih-i Müslim diye meşhur olan kitabının c. 2, s. 324’ünde; imam Abdurrahman Nesai “Hasais’ul- Alevi”de; Tirmizi, Sünen-i Tirmizi diye meşhur olan kitabında, İbn-i Hacer Askalani “İsabe”nin c. 2, s. 508’inde, Muhaddis-i Şam kendi tarih kitabında, Ahmed bin Hanbel Müsned’inde, İbn-i Mace Kazvini Sünen’inde, Şeyh Süleyman Belhi el-Hanefi “Yenabi’ul- Mevedde” 6. Babında, Sibt bin Cevzi Tezkire’de, Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii “Kifayet’ut- Talib”in 14. babında, Muhammed bin Talha eş-Şafii “Metalib’us- Süul”da, Hafız Ebu Naim İsfehani “Hilyet’ul- Evliya”da, Ebu’l- Kasım Taberani “Evset”te, Ebu’l- Kasım Hüseyin bin Muhammed (Rağıb-i İsfehani) “Muhazırat’ul- Uduba”nın c. 2, s. 212’inde, velhasıl büyük alim, muhaddis ve tarihçileriniz bu hadisi nakletmişlerdir.

Hatta Hakim şöyle diyor: “Bu hadis (Bayrak hadisi), tevatür haddindedir.” Taberani de şöyle diyor: “Hz. Ali’nin Hayber’i feth etmesi, tevatür ile sabittir.”

Hadisin özeti şudur: İslam ordusu Hayber kalesini kuşattıkları zaman, Ebu Bekir ve Ömer’in komutasında üç defa yenilgiye uğrayıp kaçtıklarında, ashap bir avuç Yahudiler karşısında alışmadıkları ard arda yenilgilerinden dolayı tedirgin olup sıkılmaya başladılar. Resulullah (s.a.a) Müslümanların moralinin yeniden yükselmesi için zafer müjdesi vererek şöyle buyurdular:

“Allah’a andolsun ki yarın bayrağı öyle birinin eline vereceğim ki, kerraren ğayr-i ferrardır (düşmana amansızca saldırıp kaçmayan birisidir); Allah (c.c) O’nun eliyle Hayber’i fethedecek; O, Allah ve Resulünü seviyor, Allah (c.c) ve Resulü de O’nu seviyorlar.”

Ashap o gece, bu fazilet ve şerefin kime nasip olacağını çok merak ettiklerinden rahat uyuyamadılar. Sabah olunca herkes savaş elbiselerini giyip Resulullah’ın huzuruna çıktılar. Resulullah (s.a.a) onlara bakarak şöyle buyurdu:

“Kardeşim ve amcam oğlu Ali bin Ebu Talip nerededir?”

Onun her sorununu çözen Ali nerede?

Onun kalp kilidinin anahtarı Ali nerede?

Ashap: “Ya Resulellah! Ali’nin gözleri ağrıyor; öyle ki hareket edemiyor.” dediler.

Resulullah (s.a.a) Selman’a: “Onu bana getir.” diye buyurdular.

Salman gidip Hz. Ali’nin elinden tutarak getirdi. Hz. Ali (a.s) gözleri kapalı bir şekilde Resulullah (s.a.a)’in huzuruna varıp selam verdi.

Resulullah (s.a.a) selamın cevabını verdikten sonra; “Ya Ebe’l- Hasan! Durumun nasıldır?” diye sordu.

Hz. Ali de; “Elhamdülillah iyiyim; sadece başım ve gözlerim ağrıyor, gözlerimi açamıyorum.” dedi.

Resulullah (s.a.a); “Yaklaş” diye buyurdular.

Hz. Ali de yaklaştı. Allah Resulü mübarek ağzının suyundan Hz. Ali’nin gözlerine sürerek ona dua etti. Bu dua neticesinde Ali (a.s)’ın gözleri iyileşti, hatta hiç ağrı izi kalmadı.

Daha sonra İslâm bayrağını Ali’ye (a.s) verdi ve zafer kazanması için Yahudilerin kalesi Hayber’e doğru hareket etmesini emretti. Hz. Ali (a.s) düşmana doğru hareket edip onların, Marhab, Haris, Hişam ve Alkame gibi büyük kahramanlarını öldürerek çok önemli olan Hayber kalesini fethetti.

İbn-i Sabbağ Maliki “Fusus’ul- Mühimme”nin 21. sayfasında bu rivayeti Sahih-i Sitte’den nakletmiştir. Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii kitabının 14. babında bu rivayeti zikrettikten sonra şöyle diyor: Resulullah’ın özel şairi olan Hasan bin Sabit, şu şiiri o esnada Hz. Ali’nin methinde okudu:

Ali’nin gözleri ağrıdığından ilaç arıyordu,

Tedavi edecek birini bulamıyordu,

Resulullah tükürüğüyle onu iyileştirdi;

Derken üflenen ve üfüren mübarek oldu.

Buyurdu; bugün bayrağı öyle bir süvariye vereceğim ki,

Savaşta dilâver, cesur ve savunucudur.

O, Allah’ı ve Allah da O’nu seviyor;

Allah sağlam kaleleri onunla fethedecektir.

Bu yüzden Ali’yi bu özelliklerle muhtas kıldı;

O’nu kendine vasi ve kardeş seçti.

İbn-i Sabbağ, Sahih-i Müslim’den Ömer bin Hattab’ın şöyle dediğini nakletmiştir:

“Alemdarlığı (bayraktarlığı) sevmezdim; ama o gün onu almaya çok hırslıydım. Böyle bir iftiharın bana nasip olması için, beni seçer diye kendimi Resulullah’a gösteriyordum. Ama yine de Ali’ yi çağırdı ve bu büyük iftihar ona nasip oldu.”

Sibt bin Cevzi “Tezkire”nin 15. sayfasında, imam Ebu Abdurrahman Ahmed bin Ali en-Nesai “Hasais’ul- Alevi”de Ali’nin Hayber’deki alemdarlığı konusunda, on iki rivayet ve hadis naklettikten sonra, Ömer’in bu rivayetini ve onun alemdarlığa olan arzusunu 18. hadiste nakletmiştir.

Yine Celaluddin Süyuti “Tarih’ul- Hulefa”da, İbn-i Hacer Maliki “Savaik”de ve İbn-i Şiruye “Firdevs’ul- Ahbar”da Ömer bin Hattab’ın şöyle dediğini naklediyorlar: “Ali’ye üç şey verildi ki bunlardan birisinin bana verilmesini, kırmızı tüylü develerin benim olmasından daha çok severdim: 1- Ali’nin (a.s) Fatıma ile evlenmesi. 2-O’nun bütün hallerde camiye girebilmesi; ki bu ondan başka hiçbir kimseye caiz değildi.3- Hayber fethinde bayrağın O’na verilmesi.

Kısacası, bu rivayetten de Hz. Ali’nin, tüm ümmetin içinde Allah ve Resulünün sevgilisi olduğu anlaşılmaktadır.

Tayr-i Meşviy (Kızartılmış Kuş) hadisi, dün gece arz olundu. O da Hz. Ali’nin, Allah ve Resulünün (s.a.a) sevgilisi olduğuna delildir. Bunu cahil veya mutaassıp kimselerden başkası reddetmez.

Güvenilir ravilerinizden kısaca nakledilen bu rivayetlerden, tüm güzel sıfatların kendisinde toplanan ve “O, Allah ve Resulünü sever, Allah ve Resulü de onu severler” ayeti kapsamına giren kişinin, müminler veya sahabeler değil, Emir’ul- Muminin Hz. Ali olduğu kanıtlanmış oldu.

Şimdi, benim ihanet ve hakaret kastım olmadığı beyler tarafından anlaşılmıştır sanırım. Ben sadece tarihte nakl olan gerçekleri ve kendi alimlerinizin ifade ettikleri açık delilleri zikrettim. Tarihte yer alan gerçekler ve alimlerinizin açıkladıkları bunca sözlerden, savaş meydanında kafirlere karşı şiddetli ve ilmi bahislerde güçlü olanın Hz. Ali (a.s) olduğu anlaşılmış olmaktadır.

Bu dediklerime ilâveten, bu ayetin Hz. Ali’nin vasfı hakkında nazil olduğunu, sizin büyük alimleriniz de kabul etmişlerdir. Şimdi hatırımda olanı örnek olarak arz ediyorum: Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii (Ö: 658) “Kifayet’ut- Talib”in 13. babında, Resulullah (s.a.a)’in bu hadisini; “Kim Adem, Nuh ve İbrahim Peygamberlerin yüzüne bakmak istiyorsa, Ali’ye baksın.” naklettikten sonra şöyle diyor: “Ali öyle bir şahıstır ki, Allah Teala Kur’ân’da O’nu şu ayetle vasfetmiştir:

“Onunla beraber olanlar, kafirlere karşı şiddetli, kendi aralarında ise merhametlidirler.”

Allah-u Teâla mezkur ayette Hz. Ali’nin kafirlere karı güçlü ve şiddetli olduğuna tanıklık ediyor. Eğer onun cesareti, yiğitliği, kılıcı ve ilmi tartışmalarda mantıklı ve ikna edici delilleri olmasaydı, İslâm yaygınlaşmaz ve Müslümanlar da ilerleyemezdi.

Nitekim Muhammed bin Talha eş-Şafii “Metalib’us- Süul”da Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu naklediyor:

“İslâm, Ali’nin kılıcı ve Hatice’nin malıyla güçlendi.”

Öyleyse Hz. Ali (a.s), bu makama herkesten daha çok layık ve daha öncelikli idi.

Ama buyurmuş olduğunuz: “Mağara ayetindeki “Ruhama-u beynehum” (Müminlere karşı merhametlidir) cümlesi, Osman bin Affan’ın şanında nazil olmuştur ve üçüncü mertebede onun hilafetine işarettir; çünkü o, çok yumuşak kalpli ve merhametli birisiydi.” Şeklindeki sözünüze gelince; Maalesef bu itikat da, tarihin şahadetine göre onun ahlak yapısıyla asla bağdaşmıyor. Bu sözümüze bir çok deliller vardır. Fakat, artık burada sohbetimizi noktalamak istiyorum. Çünkü bu konuyu anlatmanın kırgınlık yaratacağından korkuyorum.

Hafız: Eğer sahih senet ve delillerle sohbet ederseniz, asla kırgınlığa yol açmaz. Onlara hakaret etmeden deliliniz varsa buyurun.

Davetçi: İlk önce şunu belirtmeliyim ki ben hakaret edici değilim. Katılımcıların da şahit olduğu gibi bana hakaretler edildi ama ben bunlara sadece delil ve burhan ile cevap verdim.

İkinci olarak; bu konudaki deliler o kadar çoktur ki, hepsini nakledip delillendirecek olursam, bu meclisin vakti yetmez. Ama emrettiğiniz için, bu delillerden bazısını özet olarak aktarmak istiyorum. Artık sizin kendiniz insafla, kimin merhamet ve yumuşak kalp sahibi olduğuna hüküm verirsiniz.

Osman’ın Tavır ve Davranışı Ebu Bekir

ve Ömer’in Hilafına İdi

İlk önce şunu belirtmeliyim ki sizin ve bizim büyük tarihçilerimizin ittifak ettiklerine ve hatta sizin muteber sahih kitaplarınızın yazdığına göre de Osman, Resulullah’ın sünnet ve Şeyheyn’in siretine aykırı olarak hareket etmiştir. Örneğin:

İbn-i Haldun, İbn-i Hallakan, İbn-i A’sem-i Kufi, Mes’udi (Müruc’uz- Zeheb’in c. 1, s. 435’inde), İbn-i Ebi’l- Hadid (Nehc’ul- Belağa Şerhi’nın1. cildinde) ve sizin diğer büyük alimleriniz kendi kitaplarında şöyle yazmışlardır: “Osman bin Affan hilafet makamına yetiştiğinde, Resulullah (s.a.a)’in sünneti ve Şeyheynin (Ebu Bekir’le Ömer’in) siretine aykırı olarak hareket etti...”

Oysa bütün tarihçilerin ittifakına göre, Abdurrahman bin Avf (halife Ömer’in düzenlediği) şura meclisinde, Allah’ın kitabı, Resulullah’ın sünneti ve Şeyheyn’in siretine aykırı davranmayacağı ve Emevilerden kimseyi işbaşına getirmeyeceği sözü üzere Osman’a biat etti.

Ama Osman işbaşına gelince, sözünün tam aksine onların siresine ve verdiği ahde aykırı hareket etti. Bildiğiniz gibi Kur’ân-ı Kerim ve sahih sünnetin hükmüne göre ahdi bozmak büyük günahlardandır. Büyük alim ve tarihçilerinizin apaçık ifadelerine göre, halife Osman amelen ahdine vefa etmedi. Hilafet döneminin tümünde Şeyheyn’in hilafına hareket etti ve Beni Ümeyye’yi işbaşına getirerek onları halkın namus ve malına musallat kıldı. İşte bu, onun için büyük bir lekedir.

Hafız: Resulullah (s.a.a)’in sünneti ile Şeyheyn’in (r.z) siretinin aksine nasıl davrandı?

Davetçi: Resulullah (s.a.a)’ın sünneti ve Şeyheyn’in siretinin aksine attığı ilk adımı tarihçiler genişçe yazmışlardır. Örneğin; her iki fırkanın da kabul ettiği muhaddis ve tarihçi İbn-i Mesud “Müruc’uz- Zeheb”in c. 1, s. 433’ünde olayı kısaca şöyle zikretmiştir:

“Osman, çok değerli taş ve kerestelerle kendisine bir saray yaptırdı. Pek çok mal toplayıp bunları hesapsızca Emevi ve diğerlerine bağışlıyordu. Örneğin; kendi zamanında feth edilen Ermeni şehirlerinin humsunu, (hiçbir şer’i cevazı olmadan) mel’un Mervan’a bağışladı. Buna ek olarak Beyt’ul- Maldan Mervan’a nakit 1000 dirhem daha bağış yaptı. Yine Beyt’ul- Maldan Abdullah bin Halid’e 400 bin dirhem, Resulullah’ın sürgün ettiği mel’un Ebu’l- As’a 100 bin dirhem ve 200 bin dirhem de Ebu Süfyan’a bağışladı. (Nitekim İbn-i Ebi’l- Hadid de “Nehc’ul- Belağa Şerhi”nin c. 1, s. 68’inde bunlara ilâve şunları da kaydetmiştir:) Osman’ı öldürdüklerinde, şahsi hazinedarının yanında 150 bin dinar ve iki korur[7] dirhem nakit parası vardı. Ayrıca gayri menkul olarak da 100 bin dinar değerinde Kura Vadisi ve Huneyn’de arazisi vardı. Bunlara ilâve çöllerde sayısızca koyun, sığır ve devesi vardı.

Osman’ın bu ameli, iş başına getirdiği Emevi ve diğer kabile büyüklerinin, halkın malını yağmalayarak kendisinin sahip olduğu maldan daha fazla bir mal ve servet elde etmelerine yol açtı.”

“Halk yöneticilerin dini üzeredir.” sözü çok meşhurdur.

Şeyh Sadi de şöyle diyor:

Eğer Çiftçinin bahçesinden padişah bir elma yerse,

Onun köleleri ağacı kökünden kazıverirler.

Osman’ın, halkın büyük bir çoğunluğunun aç ve fakir olduğu bir dönemde Resulullah (s.a.a)’in halifesi adına bu şekilde mal-servet toplaması ve davranışı, aklen ve naklen çirkin olmasının yanı sıra, Şura günü taahhüt ettiği arkadaşları Ebu Bekir ve Ömer’in yol ve tutumlarına da aykırı idi.

Mes’udi “Müruc’uz- Zeheb”in 1. cildinde Osman’ın hayatını anlatırken şöyle yazıyor: Halife Ömer, oğlu Abdullah ile Hacca gittiklerinde, gidiş dönüş masrafları toplam 16 dinar oldu. Halife oğlu Abdullah’a: “Biz yaptığımız masrafta israf ettik” dedi.

Şimdi siz beyler, halife Ömer’in yaşantısıyla Osman’ın savurganlığı arasında kıyas yaparak kendiniz hüküm verin. Şunu tastık ediniz ki, Osman verdiği söz ve taahhüdün tam aksine hareket etmiştir.

Osman’ın Beni Ümeyye Fasıklarını

İşbaşına Getirmesi

İkinci olarak; Osman, Beni Ümeyye’nin en fasık, en facir insanlarını iş başına getirdi ve onları halkın mal, can ve ırzına musallat kıldı; Resulullah (s.a.a)’ın ve Şeyheynin (Ebu Bekir’le Ömer’in), kendilerinden razı olmadıkları kimseleri iş başına getirdi.

Örneğin: Osman, tarihin şahitliğine göre, Resulullah’ın sürdüğü ve lanetlediği kimseler olan mel’un amcası Hakem bin Ebi’l- As’la oğlu Mervan bin Hakem’i iş başına getirmiştir.

Hafız: Onların sürüldüğüne ve lanetlediğine dair deliliniz nedir?

Beni Ümeyye, Hekem Bin Ebi’l- As ve Mervan’nın

Allah ve Peygamber Tarafından Lanetlenmesi

Davetçi: Lanetlediklerine dair iki türlü delil vardır. Birincisi umumidir. Allah-u Teâla, İsra (17) suresinin 60. ayetinde Beni Ümeyye’yi “Şecere-i mel’une” (lanetlenmiş ağaç) olarak tanımlamaktadır.

Nitekim Fahr-u Razi, Taberi, Kurtubi, Nişaburi, Süyuti, Şevkani, Alusi, İbn-i Ebi Hatem, Hatip Bağdadi, İbn-i Merduye, Hakim, Makrizi, Beyhaki ve kendi alim ve müfessirlerinizden diğer kimseler, mezkur ayetin tefsirinde İbn-i Abbas’tan (r.a) şöyle nakletmişlerdir:

Kur’an’da Lanetlenmiş ağaç”tan maksat, Emevilerdir. Zira Resulullah (s.a.a) uykuda onları, minber ve mihrabına saldıran maymunlar şeklinde gördü. Hazret uyandıktan sora Cebrail, mezkur ayetin nazil olduğunu haber vererek dedi ki: “Rüyandaki gördüğün maymunlar, Emevilerdir; onlar senden sonra hilafeti gasp edeceklerdir. Mihrap ve minberin 1000 ay onların tasarrufu altında olacaktır.

Fahr-u Razi, İbn-i Abbas’tan naklediyor ki: “Resulullah (s.a.a), Beni Ümeyye arasından özellikle Hekem bin Ebi’l- As’ı adıyla anıyordu.”

Binaenaleyh Kur’ân-ı Kerim’in hükmüne göre, Hekem bin Ebi’l- As “Şecere-i mel’une”den olduğu için mel’undur. Resulullah (s.a.a) özellikle onun adını anınca lanet okuyordu.

Her iki fırkanın muteber ravilerinden, onların lanetlendiklerine dair bir çok hadis nakledilmiştir. Ama toplantının ilk gecesinde Şia hadislerinden delil getirmeyeceğimizi kararlaştırdığımızdan dolayı hatırımda kaldığı kadarıyla, hakikatin keşf olması için sadece sizin alimlerinizin naklettikleri hadis ve rivayetlere değinmek istiyorum:

Hakim-i Nişaburi “Müstedrek”in c. 4, s. 487’inde, İbn-i Hacer-i Mekki de “Savaik”te Hakim’den şöyle naklediyor: Resulullah (s.a.a)’den nakledilen şu hadis sahih bir senetle bize ulaşmıştır:

“Ehl-i Beytim benden sonra, yakın bir zamanda ümmetimden onları öldüren ve onları avare eden bazı kimselerle karşılaşacaklar; Beni Ümeyye, Beni Muğayre ve Beni Mahzum kabilelerinin bize olan kin ve düşmanlıkları herkesten daha fazladır.”

Resulullah (s.a.a) bu sözü buyurduklarında Mervan çocuktu. Hazret ona işaret ederek şöyle buyurdular: “İşte bu vezeğ (kertenkele) oğlu vezeğ ve mel’un oğlu mel’undur.”

Yine İbn-i Hacer, -bir hadis arayla Ömer bin Mirret’il- Cuhni’den- “Savaik”de, Halebi “Siret’ul- Halebiyye”nin c. 1, s. 337’sinde, Belazuri “Ensab”ın c. 5, s. 126’ında, Süleyman Belhi “Yenabi’ul- Mevedde”de, Hakim “Müstedrek”in c. 4, s. 481’inde, Demiri “Hayat’ul- Heyavan”nın c. 2, s. 299’unda, İbn-i Asakir kendi tarihinde, imam’ul- Harem “Zehair’ul- Ukba”da diğerleri Ömer bin Mirre’den şöyle nakletmişlerdir:

“Hekem bin Ebi’l- As, Resulullah (s.a.a)’in yanına varmak için izin istedi. Resulullah (s.a.a) onu sesinden tanıyarak şöyle buyurdular:

“O’na izin verin, Allah’ın laneti onun ve mümin olanlar hariç onun soyundan gelecek olanların üzerine olsun; onun soyundan gelecek olan müminler ne de azdır!”

İmam Fahr-u Razi, Tefsir-i Kebir’in 5. cildinde, “Şeceret’ul- mel’une” (Lanetlenmiş ağaç) ayetinin manasında Ümm'ül- Mü’min’in Aişe’nin sözüne değinmektedir. O, Mervan’a şöyle diyordu:

“Sen babanın sulbünde iken Allah-u Teâla onu lanetledi; sen Allah’ın lanetlediği zatın bir parçasısın.”

Allame Mes’udi “Müruc’uz- Zeheb”in c. 1, s. 435’inde diyor ki: “Mervan bin Hekem, Resulullah’ın Medine’den kovduğu ve sürdüğü bir kimse idi.”

Mervan’ın, Ebu Bekir ile Ömer’in zamanında Medine’ye gelmesine izin verilmedi. Ama Osman halife olur olmaz, Resulullah (s.a.a), Ebu Bekir ve Ömer’in aksine onu Medine’ye getirdi ve Beni Ümeyye’den olan diğer kimseleri kendi yanına toplayarak onlara aşırı derecede ilgi gösterdi.

Nevvab: Kıble sahip (alicenap)! Hekem bin Ebi’l- As kimdi ve Resulullah (s.a.a) neden onu Medine’den sürgün etti?

Davetçi: Hekem bin Ebi’l- As Osman’ın amcası idi. Taberi, İbn-i Esir ve Belazuri’nin “Ensab”ın c. 5, s. 17’sinde yazdıklarına göre, Hekem cahiliyet döneminde Resulullah’ın komşusu idi. O Hazreti, özellikle bi’setten sonra çok incitiyordu. Mekke’nin fethinden sonra Medine’ye gelerek zahirde İslam’ı kabul etti. Ama sürekli olarak toplumda Peygamber’i tahkir etmeye çalışıyordu. Resulullah (s.a.a) hareket ettiğinde, Hekem, Hazretin peşine takılarak O’nu, gözü, eli, ağzı, burnu ve hatta namazda bile bir takım hareketleriyle alay ederek küçümsemek istiyordu.

Resulullah (s.a.a), bu hareketlerinden dolayı ona beddua etti. Bu dua neticesinde o havâleye yakalanarak ahmaklaşıp yarı deli oldu. Bir gün (özür dilemek için) Resulullah (s.a.a)’in evine gitti. Hazret dışarı çıkarak: “Kimse ondan taraf özür dilemesin; o, onun oğlu Mervan ve diğer aile fertleri Medine’yi terk etmelidirler.” buyurdu.

Böylece Resulullah (s.a.a)’in emriyle Taif’e sürgün edildiler. Ebu Bekir ve Ömer’in hilafetleri döneminde, Osman şefaat ederek onların Medine’ye döndürülmesini istediyse de onlar kabul etmeyip şöyle dediler: “Resulullah’ın kovduğu ve sürdüğü kimseleri biz geri döndüremeyiz.”

Ama Osman’ın kendisi hilafete ulaştığında, sahabe ve Müslümanların itirazlarına itina etmeyip onları Medine’ye getirdi. Üstelik onlara ikram ve bağışlarda bulundu; Mervan’ı hilafet sarayının reisi yaptı. Beni Ümeyye’nin bütün önde gelenlerini kendi etrafına toplayarak çok hassas, çok önemli görev ve makamları onlara verdi. İkinci halife Ömer’in de önceden tahmin ettiği gibi bunlar onun bedbahtlığına sebep oldular.

Velid Sarhoş Olduğu Halde Cemaat Namazı Kıldırdı

Bunlardan birisi Velid bin Utbe bin Muit idi. Osman onu Kufe’ye vali olarak gönderdi. Velid öyle bir kimsedir ki, Mes’udi “Müruc’uz- Zeheb”de Osman’ın hal tercümesini anlatırken şöyle diyor: Resulullah (s.a.a) Velid’in hakkında şöyle buyurmuştur: “O, ateş ehlindendir.” Velid, fısk-u fücurda, açıkça günah işleyenlerin son derecesine ulaşmıştı.

Mes’udi “Müruc’uz- Zeheb”de, Ebu’l- Fida kendi tarihinde, Süyuti “Tarih’ul- Hulefa”nın 104. sayfasında, Ebu’l- Ferec “Eğani”nin c. 4, s. 178’inde, imam Ahmed “Müsned”in c. 1, s. 144’ünde, Taberi “Tarih-i Taberi” adlı kitabının c. 5, s. 60’ında, Beyhaki “Sünen-i Beyhaki”nin c. 8, s. 318’inde, İbn-i Esir “Kamil”in c. 3, s. 42’inde, Yakubi “Tarih-i Yakub” adlı kitabının c. 2, s. 142’sinde, İbn-i Esir “Usd’ul- Ğabe”nin c. 5, s. 91’inde vb. birçok kimseler şöyle yazıyorlar:

 “Velid Kufe’de valiyken bir gece sabaha kadar eğlendi, sabah ezanının sesi yükselince, sarhoş bir halde camiye gelerek mihraba geçip sabah namazını 4 rekat kıldırdı ve daha sonra halka; ‘İsterseniz daha da artırabilirim’ dedi.”

Bazıları şunu da eklemişlerdir: “Velid mihrapta kustu, halk çok rahatsız olduklarından dolayı onu Osman’a şikayet ettiler.”

Osman’ın etrafındaki hali malum olan (fasık) kişilerden birisi de Muaviye’dir. Osman onu Şam’a vali tayin etti. Yine Velid’den sonra Sa’d bin As’ı Kufe’ye vali tayin etti. Bunların İslam ülkelerindeki yaptıkları zulüm ve fesat doruk noktaya ulaştı, halkın feryatları yükselmeye başladı, halkın şikayet mektuplarını hilafet sarayına getiren herkes kovuldu.

Osman’ın Yaptığı Yanlışlıklar Kendi

Ölümüne Sebep Oldu

Osman’ın, Resulullah (s.a.a)’in sünnet ve siretine, hatta Ebu Bekir ve Ömer’in bile yol ve tutumlarına aykırı olan bu çeşit amel ve hareketleri, halkın galeyana gelip kıyam etmesine sebep oldu; neticede de olan oldu.

Kesinlikle Osman’ın bedbahtlık ve katlinin sorumlusu kendisidir. Çünkü yaptıkları işleri yeniden inceleyip gözden geçirmedi. Hz. Ali’nin nasihatlerini dikkate almadı ve etrafındaki Emevilerin tezahürlerine aldanarak kendisini onlara kurban etti.

Nitekim ikinci halife Ömer, (onun ahlak yapısını iyi bildiğinden dolayı) bu durumu önceden tahmin etmişti. İbn-i Ebi’l- Hadid “Nehc’ul- Belağa Şerhi”nin c. 3, s. 106’sında, Ömer ile İbn-i Abbas’ın sohbetini naklederek şöyle yazıyor: Ömer, şuradaki altı kişinin her biri hakkında bazı sözler deyip eksiklerini vurguluyordu. Sıra Osman’a gelince, üç defa derin ah çekerek şöyle dedi:

“Allah’a and olsun ki, Osman hilafeti ele geçirirse, İbn-i Muit oğullarını (Mervan ve diğerlerini) mutlaka halkın boynuna bindirecektir; daha sonra da Araplar kıyam edip onu öldüreceklerdir.”

İbn-i Ebi’l- Hadid “Nehc’ul- Belağa Şerhi”nin c. 1, s. 66’sında mezkur sözü naklettikten sonra şöyle diyor: “Ömer’in Osman hakkındaki tahmini doğru çıktı. Çünkü o hilafete geldiğinde Emevileri etrafına yığdı, onları halkın sırtına bindirdi, onları vali yaptı, onlar da valiliklerinde yapılmaması gereken işleri yaptılar. Osman onları azletmeye, değiştirmeye ve mel’un Mervan’ı kendisinden uzaklaştırma gücüne sahip olmasına rağmen bunu yapmadı. Nihayet onların bu tutumu, halkın rahatsızlığına, kıyamına ve Osman’ın öldürülmesine yol açtı.”

Tüm bu bela ve saygısızlıklar, Mervan ve etrafındakiler tarafından onun başına geldi; onun da halkın şikayet mektuplarına itina etmemesi, kendisinin öldürülmesine sebep oldu.

Beyler, insaf iyi bir şeydir; sizin büyük alimlerinizden olup Hicri 300’de yaşayan Muhammed bin Cerir-i Taberi’nin Tarihine bir göz atın; o, c. 5, s. 357’de şöyle yazıyor:

Resulullah (s.a.a); Ebu Süfyan’ın merkebe bindiğini, Muaviye’nin onu çektiğini, Yezid’in de onu arkadan sürdüğünü görünce şöyle buyurdular:

“Allah, merkeptekine, onu önden çekene ve onu arkadan sürene lanet etsin.”

Bunları öğrendikten sonra kendiniz hüküm veriniz ki; Acaba Osman neden Allah Resulünün lanet ve sürgün ettiği bir kimseyi muhterem sayıp bağrına basıyor? İslam dinine karşı inkılap yapmaları için mi onlara emirlik ve hükümet verdi?

Hayır, biz, halifenin bu çeşit amellerine ve onun düşüncesizliğine şaşırıyoruz; sadece biz değil, sizin Taberi ve İbn-i A’sem-i Kufi gibi büyük alimleriniz de onun bu tutumuna şaşırıp kendi tarih kitaplarında şöyle yazmışlardır:

“Acaba neden halife Osman, hilafetinin ilk günlerinde İslam’ı, vahyi ve Cebrail’in inişini inkar eden Ebu Süfyan’ı öldürmeyip de küçük bir değişiklikle olayı ört-bas etti? Halbuki bütün Müslümanların ittifakıyla, böyle bir mel’unun katli farz idi!” “İbret alın ey basiret sahipleri!”

Halkın Hoşnutsuzluğu Osman’ın

Öldürmesine Sebep Oldu

Bunlara ilâve olarak Nehc’ul- Belağa’nın 163. hutbesine ve İbn-i Ebi’l- Hadid’in “Nehc’ul- Belağa Şerhi”nin 2. cildinin 482. sayfasında (Mısır baskısı) hutbeyi şerh ederken Tarih-i Taberi’den naklettiği rivayete müracaat ediniz. O rivayette şöyle nakledilmiştir:

“Resulullah (s.a.a)’in sahabelerinden bazıları şehirlere mektuplar yazarak Müslümanları cihada davet ettiler. Emevi ve diğerlerinin Osman’ın himayesiyle yaptıkları zulümlerden bıkan halk, Hicri 34’de Medine’ye gelerek Hz. Ali’nin (a.s) huzuruna vardılar; O’nu vasıta kılarak halife Osman’ın yanına gönderdiler. Hz. Ali (a.s) mümkün olduğu kadar ona nasihatte bulundu, bir takım vali ve hakimlerin değişmesini ve yaptıkları amelleri tekrar gözden geçirmesini istedi, onu bu çeşit işlerin doğurabileceği sonuçlar hakkında uyardı; hatta canının tehlikede olabileceğini bile şu sözlerle ona anlattılar:

“Allah aşkına, sakın bu ümmetin maktul önderi olma. Zira söylenene göre, bu ümmette bir lider öldürülecektir; onun öldürülmesiyle kıyamete kadar katl-u kıtal (ölüp öldürülme) olacaktır.”

Ama Mervan ve Halife Osman’ın etrafındaki Emeviler, Hazretin ona değerli nasihatlerini etkisiz hale getirdiler. Bunun üzerine o, Hz. Ali yanından çıktıktan sonra, halkın camide toplanmasını emretti. Minbere çıkarak halkı teselli edeceği ve valileri azledeceği yerde, öyle bir şekilde konuştu ki, halkın incinmiş kalplerini daha da incitti. Nihayet iş o yere vardı ki, Ömer’in tahmin ettiği gibi Osman kendisinden rahatsız olan halkın eliyle öldürüldü.

Demek ki Osman’ın ölümüne sebep olan şey, onun yanlış işleri oldu; büyüklerin nasihatini dinlemeyince yaptıklarının cezasını gördü. Ama Ebu Bekir ve Ömer öyle yapmadılar; onlar sürekli olarak Emir’ul- Müminin Hz. Ali (a.s)’ın nasihatlerini dinleyip onları göz önünde bulundurdular ve böylece bir takım olumlu neticeler elde etmiş oldular.

Osman’ın Resulullah’ın Ashabına Darbe Vurması

Daha sonra Osman, yaptığı hatalardan dolayı kendisine itirazda bulunan bazı sahabelerin dövülmelerini emretti. Onun bu emri doğrultusunda, onları o kadar dövdüler ki, bazıları öldü, bazıları ise sakat oldu.

Osman’ın dövdürdüğü sahabelerden birisi Abdullah bin Mesut idi. O, hafız, kari, Kur’ân katibi ve Resulullah (s.a.a)’in özel sahabelerinden idi; hatta Ebu Bekir ve Ömer ona saygı gösterip onunla istişarede bulunuyorlardı.

Özellikle İbn-i Haldun kendi Tarihinde şöyle yazmıştır: İkinci halife Ömer, hilafet-i döneminde Abdullah’ın kendisinden ayrılmaması için ısrarlıydı. Zira O, Kur’ân ve dini hükümler hakkında gerekli bilgiye sahipti. Resulullah (s.a.a) onu çok övmüştür. Nitekim İbn-i Ebi’l- Hadid ve diğerleri buna değinmişlerdir.

İbn-i Mes’ud’un Dövülmesi ve Ölümü

Sizin alim ve tarihçileriniz, genellikle şöyle yazmışlardır: Osman Kur’ân’ı toplamak istediğinde, Kur’ân’ın bütün nüshalarını katiplerinden isteyerek hepsini bir araya topladı. Resulullah (s.a.a)’in güvenilir ashabından ve vahiy katiplerinden olan Abdullah’ın yazdığı nüshayı da istedi. Ama o vermedi. Bunun üzerine Osman, Abdullah’ın evine giderek zorla Kur’ân nüshasını onun elinden aldı.

Daha sonra Abdullah, onun yazdığı Kur’ân’ı da diğer Kur’ân’lar gibi yaktıklarını duyunca çok üzüldü. Bundan dolayı bir çok meclis ve toplantılarda, perdeleri bir kenara iterek Osman’ı yeren bazı hadisleri halka naklediyor ve kinayeli sözlerle onları bir takım gerçekler hususunda aydınlatıyordu.

Bu haber Osman’a yetişince, kölelerine onu dövmelerini emretti. Osman’ın köleleri Abdullah’ı o kadar dövdüler ki, bu dövülme neticesinde onun kaburga kemikleri kırılıp yatağa düştü ve üç gün sonra da dünyadan göçtü

Nitekim İbn-i Ebi’l- Hadid, “Nehc’ul- Belağa Şerhi”nin c. 1, s. 67 ve 126’sında (Mısır baskısı), olayı genişçe anlatarak şöyle diyor:

“...Osman Abdullah’ın görüşüne gitti. Aralarında bir takım konuşma geçtikten sonra Osman ona dedi ki; ‘Eba Abdurrahman! Benim için Allah’tan mağfiret dile.’ Abdullah da cevaben dedi ki: “Allah’tan benim hakkımı sende almasını isteyeceğim.”

Yine şöyle nakletmiştir: “Osman, Ebuzer’i Rebeze’ye sürgün ettiğinde, Abdullah onu yolcu etmeğe gittiği için ona 40 kırbaç vurdurdu.

İşte bundan dolayı Abdullah Ammar-ı Yasir’e; “Ben öldüğümde Osman’ın benim cenaze namazımı kılmasına müsaade etme.” diye vasiyette bulundu. Ammar da bunu kabul etti. Abdullah vefat ettiğinde, Ammar bir grup ashapla birlikte onun cenaze namazını kılıp defnettiler.

Abdullah’ın defnedildiğini Osman’a haber verdiklerinde, Osman Abdullah’ın kabrinin üstüne giderek Ammar’a; “Neden böyle yaptın?” diye itirazda bulundu. Ammar da cevaben; “Onun vasiyetine uygun amel etmem gerekirdi” dedi. (Ammar’ın bu ameli, daha sonra Osman’ın telafi ettiği bir kine sebep oldu.)

Gerçekten de kendi büyük alimlerinizin naklettiklerine göre halife Osman’ın yaptığı işler insanı hayrete düşürüyor; özellikle de Resulullah’ın özel sahabesine yaptığı işler. Ebu Bekir ve Ömer bile ashaba karşı böyle davranmamışlardır; hatta onlar, Osman’ın yaptıklarının aksine Resulullah (s.a.a)’in ashabına saygı göstermişlerdir.

Osman’ın Emriyle Ammar’ın Dövülmesi

Osman’ın taş kalpliğini gösteren işlerinden birisi de Ammar-ı Yasir’i dövdürmesi ve ona hakaret etmesidir Ammar-ı Yasir, Resulullah (s.a.a)’in özel sahabelerindendi. Kendi büyük alim ve tarihçilerinizin de yazığı gibi İslâm dünyasında tüm şehirlerde zulüm, baskı, yağma ve rüşvet artınca, büyük sahabeler toplanıp Osman’a mektup yazarak yapılan zulümleri ona anlattılar ve şefkatle; eğer Emevilerin zulümlerinin önünü almaz ve onları savunmaya devam ederse, böyle bir davranışı kötü sonucunun İslam’ın zararına ve daha çok kendi aleyhine tamam olacağını ona hatırlattılar.

Mektubu kimin götüreceği hususunda da istişarede bulundular. Nihayet mektubu Ammar’ın götürmesini kararlaştırdılar. Çünkü Ammar’ın fazilet, takva ve yüceliğini Osman’ın kendisi de itiraf ediyordu. Resulullah (s.a.a)’in Ammar hakkında buyurmuş olduğu şu sözlerin nakli defalarca onun kendisinden duyulmuştur:

“İman, Ammar’ın eti ve kanıyla karışmıştır.”

“Cennet üç kişiye özlem duymaktadır: Ali bin Ebi Talib’e, Selman-i Farisi’ye ve Ammar-ı Yasir’e.”

İşte bundan dolayı, ashabın isteği üzerine Ammar mektubu alarak Osman’ın evine gitti. Ammar Osman’ın evine yetiştiğinde, o evden çıkmak üzereydi. Avluda Ammar’ı görünce; “Ya Eba Yakzan! (Ammar’ın Künyesi) Bir işin mi vardır?” diye sordu. Ammar; “Hayır, özel bir işim yoktur; ama Resulullah (s.a.a)’in ashabından bir grup kimseler, bu mektupta senin hayır ve salahına olan bir takım sözler yazarak onu benimle sana gönderdiler, lütfen okuyun ve cevabını verin.”

Osman mektubu alıp birkaç satır okur okumaz rengi değişti, öfkeyle mektubu yere attı. Ammar halifenin bu tavrını görünce şöyle dedi: “İyi yapmadın, Resulullah (s.a.a)’in ashabının mektubunun saygınlığı vardır, neden onu yere attın? Okuyup cevap vermeniz gerekirdi.”

Osman çok sinirli bir halde; “Yala söylüyorsun” diyerek kölelerine; Ammar’ın dövülmesini emretti. Köleler, Ammar’a saldırıp onu kötü bir şekilde dövdüler, sonra yere yıkarak tekmelemeye başladılar; hatta (çok şefkatli ve ince kalpli olan!) Osman’ın kendisi de birkaç tekme onun karnına vurdu. Ammar bayılıp kendinden geçti. Ammar’ın akrabaları gelip onu oradan alarak müminlerin annesi Ümmü Seleme’nin evine götürdüler. Öğleden gece yarısına kadar baygındı. Dört namazı kazaya kaldı, uyandığında onların kazasını yerine getirdi. Yaşlı olan zavallı Ammar, bu tekmeler neticesinde fıtık hastalığına yakalandı...

Bu olayın tafsilatı kendi alimlerinizin güvenilir kitaplarında mevcuttur. İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi’nde, Mes’udi de “Müruc’uz- Zeheb”in c.1, s. 437’sinde Osman’ın yanlışlıklarını yazdıklarında şöyle diyorlar: “Hüzeyl ve Ben-i Mahzum kabilelerinin Osman’dan ayrılmalarının sebebi, onun Ammar-ı Yasir ve Abdullah bin Mesud’u dövdürmesinden dolayı idi.”

Şimdi, Osman’ın ne kadar yumuşak kalpli ve merhametli birisi olduğuna insaflı beylerin kendileri hüküm versin.

Ebuzer’in İncitilerek Sürgün Edilmesi ve Onun Rebeze Çölünde Vefatı

Osman’ın, Resulullah (s.a.a)’in yakın sahabesi ve İslâm aleminin ikinci şahsı olan Cundeb bin Cunade (Ebuzer-i Gifari)’ye karşı takındığı amel ve davranışları, her özgür insanı düşündürmektedir.

Her iki fırkanın muhaddis ve tarihçilerinin itiraflarına göre, Osman, O 90 yaşındaki yaşlı ihtiyarı (Ebuzer’i) aşağılayıcı ve incitici bir şekilde Medine’den Şam’a, Şam’dan Medine’ye ve oradan da çıplak deveye bindirerek kızıyla birlikte Rebeze çölüne sürgün etti. Ebuzer orada dünyadan göç etti ve yetim kızı o ürkütücü vadide yalnız başına kaldı.

Büyük alim ve tarihçileriniz, örneğin; İbn-i Sa’d “Tabakat”ın c. 4, s. 168’inde, Buhari, Sahih’in “Zekat Kitabı”ında, İbn-i Ebi’l- Hadid “Nehc’ul- Belağa Şerhi”nin c. 1, s. 240’ında, yine c. 2, s. 375 ila 387’sinde, Yakubi “Tarih-i Yakubi”nin c. 2, s. 148’inde, 4. Asrın meşhur muhaddis ve tarihçisi Ebu’l- Hasan Ali bin Hüseyin Mes’udi (Ö: 346) “Müruc’uz- Zeheb”in c. 1 s. 438’inde ve yine sizin diğer büyük alimleriniz -ki vaktimiz onların tümünün sözlerini genişçe anlatmaya müsaade etmiyor- Osman ve onun Muaviye ve Mervan gibi Emevi uşaklarının, Resulullah (s.a.a)’in mahbubu olan o yaşlı ve mümin insana yaptıkları amelleri, Hz. Ali’ye, onu yolcu ettiğinden dolayı yaptığı hakaretleri ve vahiy hafız ve katibi olan Abdullah bin Mesud’a da bu suçtan dolayı 40 kırbaç vurduklarını kendi kitaplarında yazmışlardır.

Hafız: Eğer Ebuzer incitilmişse, hüviyetsiz memur ve görevliler tarafından incitilmiştir. Halife Osman’ın kendisi çok merhametli ve yumuşak kalpli birisi idi; kesinlikle onun bu çeşit amellerden haberi yoktur.

Davetçi: Meşhur bir misal vardır, diyorlar ki:

Ze mader mehribanter daye hatun!

Dadı hanım anneden daha şefkatli!

Sizin Osman’ı bu çeşit savunmanız gerçek ve hakikate aykırıdır. Zira eğer muteber tarih kitaplarına müracaat etmiş olursanız, Ebuzer’e yapılan hakaret ve eziyetlerin hepsinin Osman’ın apaçık emirleri üzere olduğunu görüp tasdik edersiniz.

Bu sözün delili, sizin büyük alimlerinizin güvenilir kitaplarıdır. Numune olarak rica ediyorum: İbn-i Esir’in Nihaye’siyle Tarih-i Yakubi’in 1. ciltlerine, özellikle de İbn-i Ebi’l- Hadid’in “Nehc’ul- Belağa Şerhi”nin c. 1, s. 241’ine müracaat ediniz. Bunlar halifenin Muaviye’ye yazdığı mektubu kaydetmişlerdir. Muaviye Şam’dan Ebuzer’i halife Osman’a şikayet ettiğinde, Osman ona; Ebuzer’i işkenceyle Medine’ye gönderin” diye yazdı. Mektubun aslı şöyledir:

“Cundeb'i (Ebuzer’in ismi), yaşlı (zayıf) ve palansız bir deveye bindirerek onu, gece-gündüz durmadan hareket ettiren kötü ahlaklı birisiyle bana gönder.”

Bu emir gereğince, Resulullah (s.a.a)’in sevgili sahabesi olan o yaşlı ve temiz kalpli insanı, çok feci bir şekilde Medine’ye gönderdiler. Tarih kitaplarının yazdığına göre, Ebuzer Medine’ye vardığında, baldırlarının eti (yaralanmış olduğundan dolayı) dökülüyordu.

Allah aşkına insafla konuşun, merhamet, yumuşak kalplilik ve şefkatin manası bu mudur?

Ebuzer Resulullah (s.a.a)’in Çok Sevdiği Birisiydi

Acaba Ebuzer, Allah ve Resulünün hakkında tavsiyede bulundukları ve sizin büyük alimleriniz de o tavsiye ve sözleri kendi kitaplarında naklettikleri yüce şahsiyete sahip bir kimse değil miydi?

Nitekim Hafız Ebu Naim İsfehani “Hilyet’ul- Evliya”nın c. 1, s. 172’sinde, İbn-i Mace Kazvini “Sünen-i İbn-i Mace”nin c. 1, s. 66’sında, Şeyh Süleyman Belhi el-Hanefî “Yenabi’ul- Mevedde”nin 59. babında, İbn-i Hacer Askalani “İsabe”nin c. 3, s. 455’inde, Tirmizi “Sahih-i Tirmizi”nin c. 2, s. 213’ünde, İbn-i Abdulbirr “İstiab”ın c. 2, s. 557’sinde, Hakim “Müstedrek”in c. 3, s. 130’unda, Süyuti de “Cami’us- Sağir”de Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:

“Allah (c.c) beni dört kişiyi sevmemi emretti ve bu dört kişiyi kendisinin de sevdiğini bana bildirdi.” Ya Resulullah (s.a.a) onların isimlerini bize söyleyin dediklerinde; “Onlar Ali, Ebuzer, Mikdad ve Selman’dır” buyurdular.

Demek ki bu dört kişi, Allah ve Resulünün sevdikleri insanlardır. Acaba siz beylerin insaf ve vicdanı, onların, Allah ve Resulünün sevdikleri insana böyle adaletsizce davranmalarına ve daha sonra da ismini ince kalplilik ve şefkat koymalarına müsaade ediyor mu? Bu nispetler neden Ebu Bekir ve Ömer’e atfedilmemiştir? Çünkü yapmamışlar; tarih de nakletmemiştir; biz de söylememişiz.

Hafız: Tarihçilerin yazdıklarına göre Ebuzer baş ağrısına sebep olan birisi imiş, Şam bölgesinde Ali’yi (k.v) tebliğ ediyormuş, Şam halkını Ali’nin makamı hususunda bilgilendiriyormuş, ben Resulullah’dan; “Ali benim halifemdir” buyurduğunu duydum diyormuş, diğer halifeleri gasıp Ali ise Resulullah’ın hak halifesi olarak tanıtıyormuş. İşte bundan dolayı halife Osman (r.z), toplumun düzenini korumak ve fesadın önünü almak için onu Şam’dan Medine’ye çağırmıştır. Eğer bir adam halkı, toplumun maslahatına aykırı olan bir işe davet ederse, zamanın halifesi onu olay yerinden uzaklaştırması gerekir.

Davetçi: Birinci olarak; hak bir sözü söyleyen kimseyi, neden hak olan bilgilerini açıkladın? diye dövmek, sövmek ve işkenceye tabi tutmak mı gerekir? Müslüman bir ferdi muhakeme etmeden, onun hakkında şikayette bulunan kimsenin sözünün doğruluğu veya yanlışlığını araştırmadan onu hilafet merkezine ihzar etmek, daha sonra 90 yaşında olan zayıf bir ihtiyarı palansız yaşlı bir deveye bindirerek onu kötü ahlaklı bir adamın emri altında gece gündüz durmadan, uyuması ve istirahat etmesine izin bile vermeden hareket ettirmek, bu eziyet ve işkence neticesinde maksada yetiştiğinde ayaklarının etinin dökülmesi, mukaddes İslam dininin hangi kanununa sığıyor? İnce kalplilik, merhamet ve mürüvvetin manası bu mudur?

Bunlara ilâve olarak, eğer halife fesadın önünü almak ve toplumsal asayişi korumak istiyorduysa, o zaman neden, Resulullah’ın kovup sürgün ettiği Mervan ve sarhoş olarak namaz kıldırıp mihrapta istifrağ eden Velid gibi Emevi müfsitlerini kendisinden uzaklaştırmadı? Eğer halife toplumda fesada sebep olan bu çeşit insanların amellerinin önünü alsaydı, onların fasadı halifenin ölümüne de sebep olmazdı.

Hafız: Ebuzer’in doru söylediği, hak bilgileri aşikar ettiği ve Resulullah’ın adına hadis uydurmadığı nerden malumdur?

Cehalet Perdelerini Yırtmak İçin İnsaflıca Hüküm Vermek Gerekir

Davetçi: Resulullah (s.a.a) onun sadakat ve doğru konuşan olduğunu tasdik ve teyit etmiştir. Nitekim sizin büyük alimleriniz, Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:

“Ümmet arasında, doğruluk, sadakat, züht ve takva açısından Ebuzer’in misali, İsa’nın Beniisrail arasındaki misali gibidir.”

Sizin büyük alimlerinizden olan Muhammed bin Sa’d “Tabakat”ın c. 4, s. 167’de, İbn-i Abdulbirr “İstiab”ın c. 1, s. 84’ünde (Cundeb babında), Tirmizi “Sahih”in c. 2, s. 221’inde, Hakim “Müstedrek”in c. 3, s. 342’sinde, İbn-i Hacer “İsabe”nin c. 3, s. 622’inde, Muttaki-yi Hindi “Kenz’ul- Ummal”ın c. 6, s.169’unda, imam Ahmed “Müsned”in c. 2, s. 157’sinde, İbn-i Ebi’l- Hadid “Nehc’ul- Belağa Şerhi”nin c.1, s. 241’inde (Vahidi’den naklen), Hafız Ebu Naim İsfehani “Hilye”de, “Lisna’ul- Arap” ve “Yenabi’ul- Mevedde” müellifleri de Ebuzer-i Gifari hakkındaki hadisleri çeşitli senetlerle nakletmişlerdir. Onlardan biri şudur: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki:

“Yeryüzü, Ebuzer’den daha doğru konuşan birisini üzerinde taşımamış; gök de (bulutlar da), ondan daha doğru konuşan birisinin üzerine gölge salmamıştır.”

Açıktır ki, kendi alimlerinizin tanıklığıyla, Resulullah (s.a.a)’in doğru konuştuğunu tasdik ettiği bir kimse, kesinlikle söyledikleri sözleri doğru söylemiştir. Allah-u Teâla yalancı ve hadis uyduran birisini asla kendi mahbubu olarak tanıtmaz. İnsaf gözlerinizi açıp hakla hakikati iyi görünüz. Eğer Ebuzer’in geçmişinde herhangi bir yalan konuşma olsaydı, geçmiş alimleriniz, Ebu Hureyre ve diğerleri hakkında naklettikleri gibi onun hakkında da naklederlerdi.

Allah aşkına biraz düşünün, insafla hüküm verin; Allah ve Resulünün sevdiği ve ümmetin en doğru konuşanı olan birisi, kendi vazifesi bildiğinden dolayı iyiliği emredip hakkı yaymak istemiş olursa, Resulullah (s.a.a)’in hadislerini nakletmek suçundan dolayı, yaşlı bir adama hakaret etmeleri, kuru ve susuz bir sahraya sürerek ona işkence etmeleri ve ölünceye dek de geri dönmesine izin vermemeleri, merhamet, şefkat, yiğitlik ve yumuşak kalplilikle nasıl bağdaşabilir?! Merhamet, mürüvvet ve yufka kalpliliğin manası bu mudur?!

Resulullah (s.a.a) Ebuzer’in karşılaşacağı musibetleri ona haber verdiğinde, onun salih birisi olduğuna tanıklık etmiştir. Nitekim Hafız Ebu Naim İsfehani “Hilyet’ul- Evliya”nın c. 1, s. 162’sinde kendi senetleriyle Ebuzer’i Gifari’den şöyle dediğini nakletmiştir:

Resulullah (s.a.a)’in hizmetinde olduğum bir sırada bana şöyle buyurdular: “Sen salih bir insansın, benden sonra çok belalar sana ulaşacaktır.” Allah yolunda mı? dediğimde; “Evet, Allah yolunda” buyurdular. Ben de dedim ki: “Allah yolunda gelen başla göz üstüne.”

Siz beylerin çeşitli (birbiriyle zıt) durumlarınız gerçekten ilginçtir. Bir taraftan alimleriniz Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu naklediyorlar: “Benim ashabım gökteki yıldızlar gibidir; hangisine uysanız hidayet olursunuz.” Diğer taraftan da Resulullah (s.a.a)’in en büyük ve en temiz kalpli sahabesini, Hz. Ali’yi savunmak suçuyla öldüren ve ona işkence yapan zalimleri savunuyorsunuz?!

Ya bu vakıa ve hadisleri kendi kitaplarında yazan bütün alimlerinizi yalanlayacaksınız veya ayet-i kerimede zikredilen sıfatların, bu çeşit zulümleri yapan kimseler hakkında olmadığını tastık edeceksiniz.

Hafız: Kesin olan şey şudur ki, Ebuzer kendi meyil ve isteği ile Rebeze’yi seçip oraya misafiret etmiştir.

Ebuzer’in Rebeze’ye Zorla Gönderilmesi

Davetçi: Alicenabınızın bu sözleri, sizin son zamanlarda mutaassıp alimlerinizin, geçmişlerin amellerini ört-bas etmek için boş uğraşılarının eseridir. Çünkü Ebuzer’in zorla Medine’den çıkarılışı, herkesin yanında kesin olan bir gerçektir. Örnek için bir haberi nakletmekle yetiniyoruz. İmam Ahmed bin Hanbel “Müsned”in c. 5, s. 156’sında, İbn-i Ebi’l- Hadid “Nehc’ul- Belağa Şerhi”nin c. 1, s. 241’inde, Vakidi de kendi tarihinde Ebu’l- Esved-i Dueli’den (ki sizin rical alimlerinizin nezdinde güvenilir birisidir) şöyle dediğini nakletmişlerdir:

Ebuzer’i Rebeze’de görüp ondan Medine’den neden çıktığını sormak istiyordum; bundan dolayı onun yanına varıp; Neden Medine’den çıktın? diye sordum. Cevaben şöyle dedi:

“Beni bitkisiz ve susuz olan bu sahraya gelmeye mecbur ettiler. Habibim Resulullah (s.a.a) bunu daha önceden bana haber vermişti. Ben bir gün camide uykuya dalmıştım, Hazret oraya gelerek ayağı ile bana vurup: “Neden camide yatmışsın?” diye sordu. Ben de cevaben; “Elimde olmaksızın uyumuşum” dedim. Bu sırada buyurdular ki: “Seni Medine’den çıkardıklarında ne yaparsın?” Ben de arz ettim ki: “Mukaddes Şam bölgesine giderim.” Buyurdular ki: “Oradan çıkarsalar nereye gidersin?” Arz ettim ki: “Camiye dönerim.” Buyurdular ki: “Buradan da çıkarsalar ne yaparsın?” Arz ettim ki: “O zaman kılıcı çekip savaşırım.” Buyurdular ki: “Seni, senin yararına olan bir şeye hidayet edeyim mi?” Evet dediğimde buyurdular ki: “Seni nereye sürseler git; dinle ve itaat et.” Ben de dinleyip itaat ettim. Sonra dedi ki: “Allah’a and olsun ki, Osman, benim yanımda günahkar olduğu halde Allah Teâla’nın huzuruna çıkacaktır.”

Ali Bin Ebi Talip’ten Şefkat ve Merhamet İzleri

Eğer dikkatle, insaflı ve tarafsız olarak bakmış olsanız, tasdik edersiniz ki; merhamet, şefkat ve yumuşak kalpli olma sıfatına herkesten daha layık ve daha öncelikli olan mevlamız Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s)’dır. Zira Hz. Ali (a.s) hilafet makamına geldiğinde, sizin tüm tarihçileriniz, özellikle de İbn-i Ebi’l- Hadid’in geniş bir şekilde yazdıklarına göre, bidatları yok etti, Osman’ın hilafeti zamanında, çeşitli İslam beldelerinde valilik ve hakimlik makamına atanmış olan Emevi ve diğer kabilelerin zalim, facir ve fasık şahıslarını bulundukları makamlarından azletti.

Zahiri gören bir takım siyasetçiler ve İmam (a.s)’ın dostlarından bazıları, hükümetin temeli sağlamlaşıncaya kadar Muaviye gibi bazı vali ve hakimlerin bir müddet kendi makamlarında baki kalmalarına müsaade etmesini ve daha sonra onları azletmelerini önerdiler. Ama İmam (as.) cevaben şöyle buyurdular: “Allah’a andolsun ki, ben dinde yağcılık ve işimde riya (gösteriş) yapmam.”

Beni onlara karşı dalkavukluk yapmaya zorluyorsunuz. Ama onların, geçmişte yaptıkları gibi benim hükümetimde de zulüm ve haksızlık yapmaya devam edeceklerini bilmiyorsunuz; o zaman İlahi adalet mahkemesinde onların hesabını benim vermem gerekir; benim de buna gücüm yoktur.”

İşte Hz. Ali (a.s)’ın zalim hakim ve valileri azletmesi, Muaviye (aleyh’il- haviye) gibi bir grup dünya perest kimselerin muhalefet etmesine, Cemel ve Sıffin savaşlarının meydana gelmesine sebep oldu.

Talha ve Zübeyr, Basra ve Kufe valiliği için Emir’ul- Müminin Hz. Ali (a.s)’ın yanına geldiklerinde, eğer Hz. Ali (a.s) o şehirlerin valiliğini onlara vermiş olsaydı, onlar muhalefet etmez, Basra fitnesi ile Cemel savaşını da çıkarmazlardı.

Bazı dar görüşlü ve zahirciler, Hz. Ali’nin bazı siyasetlerinin yanlış olduğunu söylüyorlar. Oysa O, adalet ve siyasetin odağı idi. Ama dünya ehlinin anladığı siyaset -iki yüzlülük, yağcılık, yalancılık, dolandırıcılık, hile, İslam düşmanlarıyla uyum sağlamak, zahiri menfaatleri elde etmek için onları aldatmak- adalet, insaf, takva ve ahirete inanç abidesi olan Hz. Ali (a.s) gibi bir şahsiyetin yanında geçerli bir siyaset değildi.

Bir zaman minberde konuşma esnasında ağladı, sebebini sorduklarında şöyle buyurdu: “Duydum ki ,Muaviye’nin askerleri bir köye baskın yapmış ve İslam’ın sığınağında olan bir Yahudi kızın ayaklarından halhal çıkarmışlar...”

Hz. Ali (a.s)’ın merhamet ve acıma hissi, dosta ve düşmana karşı aynı idi. Osman’ın yaptığı onca kötülüklere rağmen, Osman’ın evi halk tarafından kuşatıldığında, Osman damın üzerinden, yiyecek ve içeceklerinin bittiğini Hz. Ali’ye bildirdiğinde, Hz. Ali (a.s) ekmek ve su temin ederek iki oğlu Hasan ve Hüseyin (a.s) vasıtasıyla onun için gönderdi. Nitekim İbn-i Ebi’l- Hadid ve diğer tarihçiler bu konuya genişçe değinmişlerdir.

Hz. Ali (a.s)’ın dosta ve düşmana gösterdiği ilgi ve muhabbet asla kimsenin inkar edemeyeceği bir şeydir. Yetim çocuklara, sahipsiz erkek ve kadınlara ve yoksul insanlara o kadar yardım etti ki, Ebu’l- Eramil, ve’l- Eytam ve’l- Mesakin (yetimler, miskinler ve sahipsiz erkek ve kadınlar babası) diye meşhur oldu. Zahiri hilafeti döneminde, sokakta yorulmuş, usanmış ve çaresi kesilmiş bir kadını. su testisi ile gördüğünde, kendisini ona tanıtmaksızın su testisini ondan alıp omzuna bırakarak o kadının evine götürdü. Daha sonra un, hurma ve diğer yiyecek maddeleri de temin ederek o kadının evine götürdü; o kadının yetim çocuklarını okşadı, kendi eliyle onlara ekmek pişirdi ve onların dertlerini unutturdu.

Halife Osman da cömertlik ve bağış yapmak ile meşhur oldu; ama sadece, Ebu Süfyan, Hekem bin Ebi’l- As ve Mervan bin Hakem gibi kendi akraba ve yakınlarına! Beyt’ul- Maldan hiçbir şer’i mücevviz olmadan haddinden fazla ve canı istediği kadar onlara bağışta bulunuyordu.

Akil’i Fazla Yardım İstediğinden Dolayı Uyarması

Osman’ın aksine Hz. Ali (a.s) kendi yakınlarına ihtiyaçlarından daha az veriyordu. Bir gün büyük kardeşi Akil İmam (a.s)’ın yanına gelerek tayin olunan miktardan fazlasını istedi; hazret dikkate almadı. Akil; “Sen bugün halifesin, emir senin elindedir, bize daha fazla yardım ve bağışta bulunmalısın.” diye fazla ısrar ettiğini görünce, Hazret onu uyarmak için, bir demir parçasını yavaşça ateşe bırakıp kızdırarak Akil’in bedenine yaklaştırdı. Derken Akil, hasta bir adamın ağrıya tahammül edemeyip inlediği gibi inledi; neredeyse o demirin kızgınlığından yanacaktı.

Bu esnada Hazret şöyle buyurdular:

“Ey Akil! Anneler, senin musibetinde ağlasın! İnsanların oyuncak için ısıttıkları demirin ateşinden inliyorsun da, beni Kahhar Allah’ın yaktığı ateşe doğru mu çekiyorsun? Sen bu küçücük eziyetten dolayı inliyorsun da, ben o büyük ateşten dolayı inlemeyeyim mi?”

İnsaflı beylerin, bu iki halifenin durum ve tutumlarını mukayese yaparak hakikati keşfedip hak ve hakikate uymaları gerekir.

Hz. Ali (a.s)’ın merhamet ve şefkati sadece dostlara mahsus değildi; O’nun merhamet ve şefkati dostlarını sardığı gibi düşmanlarını da sarmaktaydı. Düşmana galip olduğunda, onlara öyle şefkatli davranıyordu ki, herkesi hayretler içerisinde bırakıyordu.

Hz. Ali’nin, Mervan, Abdullah Bin Zübeyr ve Aişe’ye Rahmet ve Merhameti

Hz. Ali’nin katı düşmanlarından biri -ki bunu herkes biliyordu- mel’un oğlu mel’un Mervan bin Hekem idi. Hz. Ali (a.s) onun bu kadar düşmanlığına rağmen “Cemel” savaşında ona galip geldiğinde, onu affedip yüzünü ondan çevirdi.

Yine O Hazretin büyük düşmanlarından biri, Abdullah bin Zübeyr idi. Zübeyr, halkın huzurunda açıkça Hz. Ali’ye sövüyordu. Hatta bir gün Basra’da halka yaptığı konuşmasında şöyle dedi: “Ahmak ve cimri olan Ali bin Ebi Talip size doğru gelmiştir!!!”

Onun yaptıkları bunca açıklığa ve düşmanlığa rağmen onu Cemel savaşında esir tutup hazretin huzuruna getirdiler, hazret onu aşağılayıcı ve korkutucu bir bakışla bile bakmadı, yüzünü çevirdi ve serbest bırakmalarını emretti.

Bunlardan daha önemli ve büyük olan, Ümm’ül- Müminin Aişe’ye takındığı tavırdır. Hazretin ona karşı davranışı, akılları durdurmuş ve insanları hayrete düşürmüştür. Halbuki Aişe’nin hilafetin ilk günlerinde fitne çıkarması, O Hazretin karşısında kıyam etmesi ve O’na çirkin laflar sarf etmesi, insanı o kadar sinirlendiriyor ki, insan kendi kendisine; “Onu ele geçirmiş olsaydım helâk ederdim ve onu en şiddetli cezayla cezalandırırdım” diye düşünüyor. Ama Hz. Ali (a.s), ona galip olduğunda, hiçbir eziyet ve hakarette bulunmadı.

Kardeşi Muhammed bin Ebu Bekir’i onu ağırlaması için görevlendirdi. Sonra kızma ve sinirlenme yerine, ona gerekli ikramı yaptı. Daha sonra Abdulkays kabilesinden yiğit 20 kadının erkek elbisesi giyinerek kılıç kuşanmalarını ve kadın olduklarının bilinmemesi için de yüzlerini kapatarak Aişe’yi Medine’ye götürmelerini emretti. Aişe Medine’ye vardığında Resulullah (s.a.a)’in zevceleri ve diğer kadınların huzurunda Hz. Ali (a.s)’dan memnun olduğunu dile getirdi ve şöyle dedi: “Ben ömrümün sonuna kadar, Ali’den memnunum ve O’na minnettarım; ben O’nun bu kadar büyük insan olduğunu zannetmiyordum. Benim ona yaptığım bunca düşmanlık ve bozgunculuğuma rağmen, yaptığım işlerden birisini bile yüzüme vurmadı. Aksine, haddinden fazla lütuf ve merhamette bile bulundu. Ama sadece O’nun bir hareketi benim canımı sıktı; o da şu ki, beni yabancı erkekler ile Medine’ye gönderdi.”

Aişe bu sözleri deyince, onu Medine’ye ulaştıran kadınlar, hemen gelerek giymiş oldukları erkek elbiselerini çıkarıp yüzlerindeki peçeyi açtılar. Böylece onların hepsinin kadın oldukları ortaya çıkmış oldu.

Demek ki Hz. Ali (a.s) bu emriyle, bir taraftan Aişe’nin kadınlar ile gitmesini sağlamış, diğer taraftan da yağmacıların, onları erkek zannederek yollarını kesmemelerini göz önünde bulundurmuştur. Evet büyük insanlar böyle yaparlar; onların yaptığını yapmak gerekir.

Muaviye’nin Suyu Kesmesi ve Ali’nin Merhameti

Sıffin savaşında Muaviye’ye bağlı birlikler Fırat nehrine daha erken vardılar ve on iki bin asker ile Hz. Ali’nin (a.s) askerlerinin sudan istifade etmelerini engellediler.

Hz. Ali (a.s) bunun üzerine Muaviye’ye şöyle bir mesaj gönderdi: “Biz buraya su için savaşmaya gelmedik, her iki tarafın askerlerinin serbestçe sudan istifade etmeleri için askerlerine, su almaya mani olmamalarını emret.”

Muaviye, Hz. Ali’nin mesajına cevaben şöyle dedi: “Ali ve ordusu susuzluktan ölene kadar, asla onlara su vermeyeceğiz.”

Hazreti Ali (a.s) bu cevabı duyunca, Malik Eşter komutasında bir bölük asker çıkararak Muaviye’nin askerlerini geri püskürtüp Fırat’ı ele geçirdiler.

Ashaptan bazıları; “Ya Emir’el-Mu’minin! Müsaade edin biz de telafi ederek, susuzluktan ölmeleri ve savaşın erken bitmesi için suyu onlara yasaklayalım.” diye öneride bulundular.

İmam (a.s); “Hayır! Allah’a and olsun ki, ben onların yaptığının aynısını yapmayacağım; nehrin bazı yerlerini onlar için açık bırakın.” diye buyurdular.

Meclisin vaktini göz önünde bulundurarak, Hz. Ali’nin (a.s) düşmanlarına karşı olan şefkat ve merhametini özet olarak arz etmeye çalıştık. Sizin büyük alimleriniz kendi kitaplarında, bu sözleri daha geniş ve daha tafsilatlı bir şekilde beyan edip nakletmişlerdir. Örneğin: Taberi kendi tarihinde, İbn-i Ebi’l- Hadid “Nehc’ul- Belağa Şerhi”inde, Süleyman Belhi el-Hanefi “Yenabi’ul- Mevedde”nin 51. Babında, Mes’udi “Müruc’uz- Zeheb”de ve diğer tarihçiler bu meselelere değinmişlerdir.

Binaenaleyh, insaflı ve aydın fikirli muhterem beyler, bu iki halifenin (Osman ve Hz. Ali) hayatlarından ikişer sayfa okuyarak, (ön yargıda bulunmaksızın) salim bir fikirle onlardan hangisinin, “Ruhama-u beynehum” (Müminlere merhametlidirler) ayetinin kapsamına girdiğine ve bu ayetin onlardan hangisine şamil olduğuna bir baksınlar.

Ayeti kerimeye biraz daha dikkatli ve insaflı bir şekilde bakacak olursanız, göreceksiniz ki “Muhammed’un Resulullah” mübtedadır, “Vellezine Meahu” mübtedaya matuf olmakla birlikte onun haberidir de, ondan sonra gelen cümleler ise ikinci haberdir. Bunların hepsi bir kişinin sıfatıdır. Yani bu sıfatlar (Resulullah ile beraber olma, savaş meydanlarında, ilmi ve dini münazaralarda kafirlere karşı şiddetli olmak, dost ve düşmana karşı şefkatli ve merhametlilik) sadece bir kişiye aittir. O kişi de, daha önce de ispatladığımız gibi Hz. Ali (a.s)’dır. Zira O Hazret bir an bile Hz. Peygamber’den ayrılmamıştır; ayrılmayı aklından bile geçirmemiştir.

Nitekim daha önce arz ettim ki, Allame Fakih Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii “Kifayet’ut- Talip” kitabında; “Allah (c.c), Hz. Ali’yi bu ayeti şerif ile tavsif etmiştir.” diyor.

Şeyh: Beyanat ve açıklamalarınızın çok cevabı vardır. Eğer ayetin manası sizin dediğiniz gibi olursa, o zaman “Vellezine meahu” (Onlarla birlikte olanlar) cümlesiyle doğru olmaz. Çünkü “Vellezine meahu” çoğuldur; bu ibaretin kendisi de, mezkur ayetin bir kişi hakkında nazil olmadığını göstermektedir. Eğer bu sıfatlar bir kişinin hakkında olmuş olsaydı, o zaman neden çoğul olarak zikr olunmuştur?

Davetçi: Birinci olarak; buyurdunuz ki, benim sözlerimin cevabı vardır; beyler, meselenin aydınlığa kavuşması için o zaman neden cevap vermiyorsunuz? Beylerin susup cevap vermemesi, benim sözlerimin mantıklı olduğuna yeterli bir delildir. (Gerçi münakaşa ve laf oyunu yapmak için yol açıktır.) Ama siz beyler, insaflı olduğunuzdan dolayı mantıklı cevapların karşısında susmayı tercih ediyorsunuz.

İkinci olarak; alicenabın beyanı, konuşmada münakaşa yapmaktır. Kendiniz de biliyorsunuz ki, Arapça’da veya diğer dillerde tekile, tazim ve saygı için çoğul lafzını kullanmak çok yaygındır.

Ehl-i Sünnet Alimlerinin İttifakıyla Velayet Ayeti Hz. Ali (a.s) Hakkında İnmiştir

Semavi kitapların en sağlam senedi olan Kur’an-ı Kerim’de bunun benzeri çok ayetler vardır. Örneğin: Mübarek Velayet ayetinde Allah Teala şöyle buyuruyor:

Sizin veliniz, ancak Allah, O’nun resulü, namazı dost doğru kılan ve rükû halinde zekât veren müminlerdir.[8]

Bu ayetin, Hz. Ali (a.s)’ın hakkında nazil olduğu, bütün müfessir ve muhaddisler tarafından kabul edilmiştir. Örneğin:

1- İmam Fahr-u Razi “Tefsiri Kebir”in c. 3, s. 431’inde,

2- İmam Ebu İshak Sa’lebi “Keşf’ul- Beyan”da,

3- Carullah Zemahşeri “Keşşaf”ın c.1, s. 422’sinde,

4- Taberi “Tefsir-i Taberi” adlı kitabının c. 6, s. 186’sında,

5- Ebu’l- Hasan Rummani, kendi tefsirinde,

6- İbn-i Huvazin Nişaburi, kendi tefsirinde,

7- İbn-i Sa’dun Kurtubi “Tefsir-i Kurtubi” adlı kitabının c. 6, s. 221’inde

8- Nesefi Hafız, Hazin Bağdadinin tefsirinin haşiyesinde yer alan tefsirinin 496. Sayfasında,

9- Fazıl Nişaburi “Garaib’ul- Kur’ân”ın c.1, s. 461’inde,

10- Ebu’l- Hasan Vahidi “Esbab’un- Nüzul”un148. sayfasında.

11- Hafız Ebubekir Cessas “Tefsir-u Ahkam’ul- Kur’ân”nın 542. sayfasında,

12- Hafız Ebubekir Şirazi “Fi ma nezele min’el-Kur’ân-i fi Emir’il- Mu’minin”de,

13- Ebu Yusuf Şeyh Abdusselam Kazvini “Tefsir-i Kebir”inde,

14- Kadı Beyzavi “Envar’ul- Tenzil”in c. 1, s. 345’inde,

15- Celaluddin Süyuti “Dürr’ül- Mensur”un c. 2, s. 293’ünde,

16- Kadı Şevkani es-San’ai “Feth’ul- Gadir”de,

17- Seyyid Mahmud Alusi “Tefsir-i Alusi”nin c. 2, s. 329’unda,

18- Hafız İbn-i Ebi Şeybe el-Kufi kendi tefsirinde,

19- Ebu’l- Berekat, kendi tefsirinin c.1, s. 496 ‘sında,

20- Hafız Beğevi “Mealim’ut- Tenzil”de,

21- İmam Ebu Abdurrahman Nesai kendi Sahihinde,

22- Muhammed bin Talha eş-Şafii “Metalib’us- Süul”un 31. sayfasında,

23- İbn-i Ebi’l- Hadid “Nehc’ul Belağa Şerhi”nin c. 3, s. 275’inde,

24- Hazin Alauddin Bağdadi kendi tefsirinin c. 1, s. 496’sında,

25- Süleyman Hanefi “Yenabi’ul- Mevedde”nin 212. sayfasında,

26- Hafız Ebu Bekir Beyhaki “Masannef”da,

27- Razin Abderi “Cem’un Beyn’es- Sihah’is- Sitte”de,

28- İbn-i Asakir Dimaşki “Tarih-i Şam”da,

29- Sibt bin Cevzi “Tezkire”nin 9. sayfasında,

30- Kadı Uzududdin İyci “Mevakıf”ın 276. sayfasında,

31- Seyyid Şerif Curcani “Mevakıf’ın Şerhi”nde,

32- İbn-i Sabbağ Maliki “Fusul’ul- Mühimme”nin 123. sayfasında,

33- Hafız Ebu Sa’d es-Sem’ani “Fezail’us- Sahabe”de,

34- Ebu Cafer İskafi “Nakz’ul- Osmaniyye”de,

35- Taberani “Evsed”de,

36- Şafii fakihi olan İbn-i Meğazili “Menakıb”da,

37- Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii “Kifayet’ut Talib”de,

38- Mevla Ali Kuşçu “Şerh-i Tecrid”de,

39- Seyyid Muhammed Mumin Şeblenci “Nur’ul Ebsar”ın 77. sayfasında,

40- Muhibbuddin Taberi “Riyaz’un- Nezre”nin c. 2, s. 227’sinde, mezkur ayetin Hz. Ali hakkında nazil olduğunu tasdik etmişlerdir.

Velhasıl sizin büyük alim, müfessir ve muhaddislerinizin çoğu, Sudey, Mücahid, Hasan Basri, A’maş, Utbe bin Ebi Hekim, Galip bin Abdullah, Kays bin Rabia, İbayet bin Rab’i, Abdullah bin Abbas (Ümmetin alimi ve Kur’ân’nın tercümanı), Ebuzer-i Gifari, Cabir bin Abdullah Ensari, Ammar, Ebu Rafi, Abdullah bin Selam ve diğerlerinden naklen velayet ayetinin Hz. Ali (a.s) hakkında nazil olduğunu teyit ve tasdik etmişlerdir.

Bu şahısların her biri çeşitli lafız ve tabirlerle; “Hz. Ali, namazda rüku halindeyken yüzüğünü fakire sadaka verdiğinde bu ayet (Velayet ayeti) nazil oldu.” demişlerdir.

Ayetin cem (çoğul) lafzıyla zikredilmesi de, O Hazretin velayet, imamet ve hilafet makamını tazim ve tekrim etmekten ötürüdür. Zira Allah Teala sınırlandırma kelimesi olan (innema) ile başlayarak şöyle buyuruyor:

İnnema veliyyukumullahu ve resuluhu vellezine amenu; ellezine yukimun’es- salate ve yu’tun’ez- Zekate ve hum rakkiun.”

“Sizin veliniz, ancak ve ancak Allah, O’nun resulü, namazı dost doğru kılan ve rükû halinde zekât veren miminler (yani Ali bin Ebi Talib)’dir.”

Şeyh: Konu sizin buyurduğunuz gibi pek de sağlam değildir. Bu ayetin nüzul sebebi ihtilaflıdır. Bazıları, Ensar hakkında, bazıları Ubade bin Samit, bazıları da Abdullah bin Selam hakkında nazil olduğunu söylüyorlar.

Davetçi: Sizin gibi bilgin beylerin, (Şia alimlerinin tevatürüne ilâveten) bunca büyük alim ve müfessirlerinizin, mezkur ayetin Hz. Ali (a.s) hakkında olmasına dair belirttikleri görüş ve akideler karşısında bazı meçhul, zayıf ve mutaassıp kimselerin merdut sözlerine temessük etmeleri gerçekten de tuhaftır. Oysa sizin bir grup muhakkik ve araştırmacı alimleriniz, bu manaya ittifak iddiası etmişlerdir. Örneğin: Fazıl Taftazani, Mevla Ali Kuşçu (Şerh-i Tecrid’de) şöyle diyorlar:

“Müfessirlerin ittifakına göre bu ayet, Hz. Ali namazda rüku halindeyken yüzüğünü fakire verdiği zaman O’nun hakkında nazil olmuştur.”

Acaba insaflı bir alimin aklı, Ehl-i Sünnet’in büyük alimlerinin görüşlerini dikkatte almayarak bir grup mutaassıp, hatta Havariç ve Nasibilerden kalan bir avuç düşmanların saçma-sapan manasız sözlerine itimat etmesine müsaade eder mi?

Velayet Ayeti Hakkındaki Şüpheler ve Cevapları

Şeyh: Alicenabınız beyanlarında, ustaca bu ayeti naklederek Ali’nin (k.v) aralıksız hilafet ve imametini ispatlamaya çalıştınız. Halbuki bu ayetteki “veli” sözcüğü, muhip ve dost manasınadır; imam ve aralıksız halife manasına değil.

Eğer sizin buyurmuş olduğunuz söz, (ki veli’den maksat halife ve imamdır) doğru olsa bile, “el-ibretu bi-umum’il- lafz, la bi-husus’is- sebeb” (Lafzın umum manası dikkate alınır, sebebin özel olması değil) kuralı gereğince, “veli” sadece bir kişiye değil, Ali (k.v) de onlardan olmak üzere diğer kimseleri de kapsar. Ayrıca “Veliyyukumullah” ve “Elleziyne” kelimelerindeki çoğul kipi, umumu ifade etmektedir; delilsiz olarak çoğulu tekile yüklemek ve cevaz olmaksızın Allah’ın (c.c) kelamını tevil etmek doğru değildir.

Davetçi: Birinci olarak; “Veliyyukum” kelimesinde yanlış buyuruyorsunuz. Zira “veli” kelimesi tekildir; “kum” çoğuldur; kum’dan (sizden) maksat ise ümmettir; bu, tekile ıtlak olmamış ki tenkit ediyorsunuz! Ama “veli”, her dönemde ümmete velayeti olan tekil bir ferttir.

İkinci olarak; bazı mutaassıp, Havariç ve Nasibilerin saldırısına uğrayan ve tekile yüklenilmez denilen kelimeler; “Ellezine”, “yukimune” ve “yu’tune” kelimeleridir.

Bu tenkitin cevabını da, az önce arz ettim. Dedim ki: İlim ehli ve edebiyatçılar yanında, tekrim ve tazim için çoğulun tekile hamledilmesi yaygındır.

Bu beyana ilâveten, sizin, lafzın umumu ifade ettiğini iddia ettiğiniz gibi biz de bu ayeti, hasr kelimesi olan “innema” sözcüğü gereğice, Hz. Ali (a.s)’ın şanında nazil olduğu kanısında olmamıza rağmen ihtisas iddiası etmiyoruz; ismet ailesinden olan diğer fertleri de bu ayetin kapsamında biliyoruz.[9] Nitekim bizim muteber hadis ve rivayetlerde yer aldığına göre, itret’it- tahireden olan diğer masum İmamlar da bu ayetin kapsamı içerisindeler. Her İmam, imamet makamına ulaşacağı sırada, bu fazilet ve büyük özelliğe sahip oluyorlar. (Bunlar sizin de iddia ettiğiniz gibi Hz. Ali (a.s) ile birlikte bu ayetin şamil olduğu kimselerdir.)

Nitekim Carullah Zemahşeri Keşşaf’da diyor ki: “Gerçi bu ayet-i şerife (hasrdır) ve Hz. Ali hakkında nazil olmuştur; ama çoğul olarak zikredilmesinin sebebi, başkalarının O’na tabi olması içindir.”

Üçüncü olarak; avam halkı yanıltmanız için büyük bir safsata yaparak; “Şialar bu ayeti te’vil edip Ali’ye (a.s) muhtas kılmışlardır” dediniz.

Halbuki bu ayet, her iki fırkanın (Şia ve Ehl-i Sünnet) bütün müffessir ve muhaddislerinin ittifakına göre, (azınlık ve inatçılar hariç) az önce de zikr olunduğu gibi Hz. Ali (a.s) hakkında inmiştir; şiaların teviliyle bu makam O Hazrete nispet edilmiş değildir.

Şeyh: Kesinlikle bu ayetteki “veli” sözcüğü yardımcı manasınadır. Eğer hilafet ve imamet makamı olan tasarruf sahibi (velayet) manasına olursa, Resulullah (s.a.a) hayatında da bu makama sahip olmuş olması gerekir; oysa böyle bir sözün batıllığı apaçıktır.

Davetçi: Bu inancın batıl olması için, elinizde herhangi bir delil olmamasının yanı sıra, ayetin zahiri, cümle-i ismiyye olması itibarı ve “veli” sözcüğünün de sıfat-ı müşebbihe olması delaletiyle, bu makamın devam ve sürekliliğini Hz. Ali için ispat etmektedir. Bu iki özellik, bu büyük makamın sebat ve sürekliliğini ve Resulullah (s.a.a)’in O Hazreti Tebuk savaşında Medine’de halife tayin ettiğini ve vefat anına kadar da O’nu azletmediğini göstermektedir.

Ayrıca bunu pekiştiren diğer bir hadis de “Menzilet” hadisidir. Resulullah (s.a.a) defalarca şöyle buyurmuştur: “Ali’nin menzileti (konumu) bana nispetle, Harun’un Musa’ya olan menzileti gibidir.” (Nitekim geçen gecelerde, bunu genişçe izah ettik.) Bunun kendisi de tek başına, Hz. Ali’nin, Resulullah’ın sağlığında ve O’nun vefatından sonra velayet sahibi olmasına büyük bir delildir.

Şeyh: Zannediyorum biraz dikkatli düşünecek olursanız, bu ayetin (İnnema veliyyukumullah...) Ali (k.v) hakkında inmediğini söylersek daha uygun olur. Çünkü O Hazretin makamı, bu ayet ile O’na bir fazilet ispat etmemizden daha yücedir. Zira bu ayet, bir fazilet ispat etmemekle birlikte, O’nun faziletlerini de lekelemektedir.

Davetçi: Birinci olarak; ne sen, ne ben, ne de ümmetten herhangi bir şahıs, hatta büyük bir sahabe, ayetlerin şe’n-i nüzuluna dehalet edecek bir hakkımız yoktur; ayetlerin nüzul sebepleri gönül isteğine göre değildir. Ayetlerin mana ve nüzulunda, kendi isteklerine göre tasarrufta bulunanlar, kesinlikle dinsiz kimselerdir. Nitekim Bekriler, durumu belli cail (hadis uyduran) İkrime’den, bu ayetin Ebu Bekir hakkında nazil olduğunu söyleyerek tasarrufta bulunmuşlardır.

İkinci olarak; Alicenabınız her zaman nutka başladığınızda (konuştuğunuzda), gerçekten remiz ve sırlar keşfediyorsunuz!! Çünkü ilk kez sizden böyle bir şey duyuyorum; el-hak fikriniz çok yüce ve güzel bir keşif yaptınız!! Buyurursanız çok iyi olur; acaba bu ayet hangi açıdan, muvahhidlerin mevlası, müminlerin emiri Hz. Ali (a.s)’ın velayet makamını lekeliyor?

Şeyh: Mevlamız Ali’nin (k.v) yüce makamlarından birisi şudur ki, namaz halinde Allah’a öyle teveccüh ederdi ki, kesinlikle bir kimseyi görmezdi. Hatta bizim yanımızda sabittir ki, savaşların birinde Hazretin bedenine bir kaç tane ok saplanmış ve bunların çıkarılması O’nu çok incitiyormuş. Bundan dolayı Hazret namaza durduğunda okları O’nun bedeninden çıkarıyorlar. Huzu ve huşusundan, Hak Teala’nın rahmetinde gark olduğundan, okların acısını bile hissetmiyor. Eğer O Hazretin namaz halinde yüzüğünü fakire vermesi olayı doğru olursa, O cenabın namazına büyük bir leke vurmuş olursunuz. Normalinde her insanın tabii olarak hissedeceği acıyı, huşu ve huzusundan dolayı hissetmeyen bir kimse, nasıl olur da fakirin inlemesini hissederek rüku halinde yüzüğünü ona veriyor?

Üstelik, zekat verme gibi hayır bir amel, niyeti gerektirir. Namaz halinde, tüm vücuduyla Hak Teala’ya teveccüh etmesi gerekirken, nasıl olur da namaz niyetinden çıkıp halka teveccüh ediyor? Biz O Hazretin makamını daha yüce bildiğimizden bunu tasdik edemeyiz. Eğer fakire sadaka verilmişse, kesinlikle namaz halinde değilmiş; çünkü rüku, huzu ve huşu anlamınadır; yani O cenap huzu ve huşu ile yüzüğünü dilenciye verdi, namaz halinde değil.

Davetçi: Azizim! Duayı güzel öğrenmişsin; ama yerini yitirmişsin. Sizin bu tenkitiniz, örümcek yuvasından daha zayıftır.

Birinci olarak; bu amel, O Hazretin makamına herhangi bir eksiklik getirmediği gibi fakirin kalbini ferahlatması ve onu sevindirmesi, O’nun makamının yücelmesi ve kemaline sebep olmuştur. Zira O hazret, sürekli olarak her halükarda Allah’ı hatırlamış ve her zaman olduğu gibi Allah’ın rızasını ön plana geçirmiştir. Bu amelinde de, Allah yolunda mal infak etmek ibadetiyle, hem bedeni, hem de ruhi ibadeti bir araya toplamıştır.

Aziz kardeşim! Namazın huşusuna zarar veren ve ibadetin sevabının azalmasına sebep olan ilgi, nefsi ve dünyevi şeylere gösterilen ilgidir. Ama bir ibadette, ayrı bir ibadet olan hayır bir amele teveccüh etmek, kemale sebep olur.

Mesela eğer bir kimse namazda aziz bildiği birine, hatta Allah’ın (c.c) en sevgili kulları olan Resulullah (s.a.a)’in ailesi ve Ehl-i Beyti’ne ağlarsa, namazı batıl olur. Ama Allah’a (c.c) olan aşkından veya O’nun korkusundan dolayı ağlarsa, kemal ve fazilete sebep olur.

İkinci olarak; buyurduğunuz ki rüku, huşu manasınadır. Bu söz belirli bir yerde doğru olabilir. Ama eğer siz, belirli farz bir fiil olan namazın rükusuna olan emri, Lügattaki huşu-huzu manasına tutarsanız, akıl sahipleri, din ve ilim ehli yanında oyuncak olursunuz.

Bu ayet-i kerimede de zahirin hilafına görüş belirttiniz. Kesinlikle lafzı (rükuu), asıl hakiki ve örfi olan manasından çıkardınız. Biliyorsunuz ki rüku, şeriat örfünde namazın erkanlarından olan bir rükne ıtlak oluyor. O da, eller dize yetişecek kadar eğilmedir.

Bu manayı (Hz. Ali’nin, namazın rükusunda yüzük vermesini) kendi büyük alimleriniz tastık etmiştir. Nitekim daha önce arz ettim. Fazıl Kuşçu “Şerh-i Tecrid”de müfessirlerin görüşlerini açıklayarak şöyle diyor: “Hz. Ali namazda rüku halinde olduğu bir halde yüzüğünü fakire verdi.”

Bütün bu sözler bir tarafa; şimdi buyurun bakalım; hasr (innema) kelimesi ile nazil olan bu ayet (velayet ayeti), övgü için mi nazil olmuş, yoksa yerme için mi?

Şeyh: Övgü için nazil olduğu apaçıktır.

Davetçi: Öyleyse her iki fırkanın (Şia ve Sünni) büyük müfessir, muhaddis ve araştırmacılarının çoğu, bu ayetin Hz. Ali (a.s) hakkında nazil olduğunu ve O Hazreti övdüğünü belirttikten sonra, artık böyle tartışmalara gerek kalmaz. Çünkü Havariç ve Nasibilerden mutaassıp kimseler, bu çeşit sözlere sarılmaktalar. Çocukluktan sizin gibi tertemiz insanların beynine, “biz bu olayı kabul etmiyoruz” sözünü yerleştirmişlerdir. İşte bundan dolayı siz de böyle resmi bir mecliste düşünmeksizin tam bir cesaretle; “Biz bu olayı tasdik etmiyoruz” diyorsunuz.

Şeyh: Affedersiniz, zat-ı aliniz hatip, minberi, nutuk ve beyanda usta olduğunuzdan dolayı, bazen kelimeler ve buyruklarınızda bir takım kinayeler kullanıyorsunuz ki, bazı bilgisiz insanların yanlış anlamalarına sebep olabilir ve iyi bir sonuç vermeyebilir. Buna göre konuşmalarınızda buna riayet ediniz.

Davetçi: Benim konuşmalarımda gerçeklerin dışında bir şey yoktur. Allah şahittir ki, kinayeyle bir şey söyleyecek kastım yoktu. Kinayeli konuşmaya gerek de yoktur. Çünkü istediğim şeyi açıkça söylüyorum. Yanlış buyurmuş olabilirsiniz veya kusur bulmak için böyle düşünmüşsünüzdür. Lütfen o kinayenin ne olduğunu buyurunuz.

Şeyh: Şimdiki sohbetinizde “Muhammed resulullah” ayetindeki sıfatları beyan ederken buyurdunuz ki bunlar, ömrünün evvelinden sonuna kadar imanında şüphe ve tereddüt olmayan Ali bin Ebi Talib’e (k.v) mahsus olan bir takım sıfatlardır. Bu cümle, kinaye yoluyla diğer kimselerin imanlarında şüphe ve tereddüt olduğunu vurguluyor. Hulefa-i Raşidin ve diğer sahabelerin, kendi imanlarında şek ve şüpheleri mi vardı? Kesinlikle bütün sahabe, Ali (k.v) gibi iman ettikleri ilk günden ömürlerinin sonuna kadar inançlarında sabit kalmış ve bir an olsun bile Resulullah (s.a.a)’ten, saparak uzaklaşmamışlardır.

Davetçi: Birinci olarak; arz edeyim ki ben sizin buyurduğunuz gibi konuşmadım. İkinci olarak; biliyorsunuz bir şeyi ispat etmek, başka bir şeyi nefyetmek manasına değildir. Üçüncü olarak; siz (gerçekleri öğrenmek yerine) sadece kusur bulmak peşinde olabilirsiniz, ama diğer kimseler böyle olmayabilir. Siz kesinlikle bu beyanınızda (özür dileyerek söylüyorum) mugalata yaptınız. Allah şahittir ki, sizin zannettiğiniz gibi kinayeli konuşmayı aklımdan bile geçirmedim. Faraza ki (mugalata yapmak ve şüphe icat etmek kastınız da olmasaydı) böyle bir şey düşünmüş olsaydınız da, bunu yavaşça benden sormanız daha iyi olurdu; ben de olumlu veya olumsuz bir cevap arz ederdim.

Şeyh: Sizin konuşma tarzından anlaşıldığına göre bir şeyler vardır. Elbette cevap vermemenin kendisi bir takım hayaller üretmektedir. Aklınızda ve zihninizde olanları gerçek senetler ile beyan etmenizi temenni ederim.

Davetçi: Bu soruyu sormakla, hayallerin üretilmesine siz sebep oldunuz. Yine de arz ediyorum, bundan vazgeçmeniz iyi olur; ısrar etmeyin.

Şeyh: Eğer ahlaksızlık yapıldıysa artık geçti; cevap vermekten başka çareniz yoktur. Eğer olumlu veya olumsuz cevap vermezseniz, kesinlikle rahatsızlığa sebep olacaktır; bunun iyi bir sonuç vereceğini zannediyorum.

Davetçi: Benden taraf asla edepsizlik olmaz; sizin ısrar veya başka bir tabirle tehditleriniz, hakikatlerin keşf olunmasına sebep oldu. Elbette bu hakikatler baştan beri sizin büyük alimleriniz tarafından keşf olunmuştur ki, kendi kitaplarında kaydetmişlerdir.

Ama şek ve şüphe konusuna gelince; tesadüfen imanları kemal derecesine ermeyen ashabın çoğu, bazen şek ve şüpheye kapılıyorlardı. Münteha onlardan bazıları şek ve şüphe içerisinde kalıyorlardı. Bundan dolayı bazı ayetler onların zemminde nazil oluyordu. Münafikun suresi onların hakkında nazil olmuştur.

Ama böyle soruların aleni olması ahlaki yönden doğru değildir. Zira cahil insanlar, cahilce aşırı sevgi veya buğzlarından dolayı itiraz edebilirler. Yine de temenni ediyorum ki, bu sorudan vazgeçin veya müsaade edin başka bir zaman kendi aramızda cevabını arz edeyim.

Şeyh: Yani demek istiyorsunuz ki Hulefa-i Raşidin (radiyallah-u anhum) şüphe edenlerden miydi?

Davetçi: Gerçekten mugalata yapıyorsunuz, asapları tahrik ediyorsunuz. Madem ki bu kadar ısrar ediyorsunuz, ben de sizi cevapsız bırakmayayım; eğer avamın içerisinde herhangi bir tepki yaratırsa, sorumlusu cenabınızdır. Benim; “Yanılıyorsunuz veya kasıtlı olarak böyle konuşuyorsunuz” dememin sebebi, kendi büyük alimlerinizin naklettikleri ve tarihte geçtiğinden dolayıdır.

Şeyh: Hangi konuda yazmışlar, onların şüphesi nerede imiş ve şüphe eden şahıslar kimlerdir? Lütfen beyan ediniz.

Davetçi: Tarih ve hadis kitaplarından anlaşıldığına göre, bazı şahıslar bir kez değil, belki bir kaç defa şüphe etmişler; ama hakikat zahir olunca şüpheleri yok olmuştur. Ancak bazıları öylece şüphe içerisinde kalmış ve Allah’ın gazabına uğramışlardır.

Ömer’in Hudeybiye’de Resulullah’ın (s.a.a)’in

Peygamberliğinde Şüphe Etmesi

Nitekim meşhur Şafii fakihlerinden olan İbn-i Meğazili “Menakıb”da, Hafız Ebu Abdullah Muhammed bin Ebi Nasr Hamidi de “Cem’un Beyn’es- Sahihayn”da şöyle yazmışlardır:

“Ömer bin Hattap –r.z- dedi ki: “Hudeybiye’de şüphe ettiğim kadar, Muhammed’in peygamberliğinde şüphe etmedim.”

Halifenin sözü kullanış şeklinden, defalarca O Hazretin peygamberliğinden şüphe ettiği anlaşılmaktadır. Ancak Hudeybiye’deki şüphe diğer şüphelerinden daha kuvvetliymiş.

Nevvab: Kıble sahip (alicenap)! Bağışlayın, Hudeybiye’de ne oldu ki, onun şüphe etmesine yol açtı?

Davetçi: Olayın izahı çok geniştir. Ancak toplantının vaktini göz önünde bulundurarak olayın özetini huzurlarınıza arz edeyim.

Hudeybiye Vakıası

 Bir gece Resulullah (s.a.a) rüyasında, ashabıyla beraber Mekke’ye gidip Umre yaptıklarını görüyor. Sabahleyin uykusunu ashaba anlatıyor. Ashap; “Sizin kendiniz bizim uykularımızı tabir edensiniz; buyurunuz bu uykunuzun tabiri nedir!” diye arz ediyorlar. Hazret şöyle buyuruyorlar: “İnşaallah biz Mekke’ye gidip amellerimizi yapacağız.”

Ama ne zaman müşerref olacaklarını belirlemiyor. Aynı yıl Resulullah (s.a.a) Allah’ın evinin ziyareti aşkından dolayı, ashapla birlikte, Mekke-i Muazzama’ya doğru hareket ediyorlar. Hudeybiye’ye[10] yetiştiklerinde, Kureyş kafirleri haberdar oluyorlar. Bundan dolayı savaş teçhizatıyla onların önüne çıkarak Mekke’ye girmelerine mani oluyorlar.

Resulullah (s.a.a) savaş kastıyla değil, hedefi sadece ziyaret olduğundan dolayı, Mekke kafirleriyle sulh yaparak anlaşma imzalayıp oradan geriye döndüler.

İşte bu olay esnasında Ömer, kendi itiraf ve ikrarına ve sizin de büyük alimlerinizin kaydettiğine göre Peygamberin nübüvvetinde şüpheye kapıldı. İşte bu yüzden Resulullah (s.a.a)’in yanına gelerek şöyle dedi:

“Ya Resulullah! Siz ki peygamber ve sözü doğru olansınız, bize demediniz mi Mekke’ye gideceğiz, orada saçlarımızı tıraş edeceğiz; şimdi neden tersi oldu?”

Hazret (s.a.a) buyurdular ki: “Acaba ben zaman tayin ettim mi? Bu yıl ziyaret edeceğiz dedim mi?”

Ömer: “Hayır, Ya Resulellah.” dedi.

Hazret (s.a.a) buyurdular ki: “Öyleyse dediklerim doğrudur, ziyarette bulunacağız inşaallah; uykumun tabiri vaki olacaktır; ancak uykunun tabiri Allah’ın iradesine bağlıdır; erken veya geç olabilir.”

İşte bundan dolayı Cebrail nazil olarak “Fetih” suresindeki şu ayeti indirdi:

“And olsun, Allah, resulünün gördüğü rüyanın hak olduğunu doğruladı. Eğer Allah dilerse, mutlaka siz Mescid-i Haram’a güven içinde, saçlarınızı tıraş etmiş, (kiminiz de) kısaltmış olarak ve korkusuzca gireceksiniz. Fakat Allah, sizin bilmediğinizi bildi, böylece de bundan başka da size yakın bir fetih ve zafer verecektir.”[11]

İşte bu, “Hudeybiye” olayının özeti idi. Bu olay, sabit müminler ve sarsılan insanlar için bir imtihandı.

(Söz buraya vardığında, beyler saatlerine bakarak gülerek şöyle dediler: Söz o kadar tatlı ve çekicidir ki, her şeyden gafil oluyoruz. Mecliste bulunanlara gerçekten çok zahmet verdik; dün gece beylerin vakti alındı, bu gece de gece yarısını çok geçmiştir. Ahlaki olarak da iyi bir iş değildir, toplantıya son verirsek iyi olur. Bu arada çay ve tatlı ikram edildi, beylerin morallerinin düzelmesi için de biraz mizah ve şaka yaptık.)

Beklenmedik Sohbetler

Hafız: Kıble sahip (alicenap)! Sizi mülakat etmek ve özellikle sizin cezp edici ahlakınız bizi çok sevindirdi, sizinle daha fazla vakit geçirmek isterdik. O kadar cezp edici ahlakınız var ki insan elinde olmaksızın kendini size veriyor ve herhangi bir sözü olsa da sessizce sizi dinlemek zorunda kalıyor. Nitekim bizim söyleyecek sözlerimiz çoktu, bir çok meseleler mücmel ve müphem kaldı. Ama ne yapalım mecburen vatana dönmek zorundayız, orada vakti geçen bir takım şahsi ve genel işlerimiz vardır. Ümit ediyoruz ki cenabınız, huzurunuzdan yeterli derecede istifade etmemiz için bizi minnettar ederek evimizi şereflendirirsiniz.

Nevvab: (Hafıza dönerek:) Biz sizin hareket etmenize izin vermeyiz. Zira iş öyle ince bir yere varmış ki, bu bir taraflık olmalı. Çünkü siz sürekli olarak bizlere diyordunuz ki, Rafızilerin (Şiilerin) hiçbir delil ve burhanları yoktur; tek başlarına kadının yanına gidiyorlar. Bizim karşımıza çıkarlarsa, aciz kalırlar. Bizler bu toplantılarda tam aksine sizlerin susup aciz kaldığınızı gördük. Biz dinleyiciler, hakkı nerede gördüysek ona uymamız için, kesinlikle hakkın malum olması gerekir.

Hafız: (Nevvab’a hitaben:) Bizim sustuğumuzu ve cevap vermekten aciz kaldığımızı zannederek yanılıyorsunuz. Hatibin tatlı konuşması, açık beyanı ve güzel ahlakı bizi susturdu. Biz de adaba riayet ederek aziz konuğumuzu incitmedik. Biz daha asıl sözlerimize geçmedik; eğer söze sıcağı sıcağına geçecek olursak, getireceğimiz delillerle göreceksiniz ki hak bizimledir ve bizim delillerimiz hakkı ispatlamaktadır.

Nevvab: (Hafıza yönelik:) Biz ilk baştan şu ana kadar mevlamız, serverimiz, kıble sahip Sultan’ul- Vaizin’den duyduğumuz sözlerin hepsi mantık, delil ve burhan üzere idi. Ama sizi mantık ve delil karşısında sessiz gördük.

Eğer delilimiz var diyorsanız, kesinlikle kalmalı ve beyan etmelisiniz. Ben size açıkça söylüyor ve tehlike olduğunu ilan ediyorum. Bu geceki konuşmaları yarın çıkan gazete ve dergiler yayınlayacak, bir takım insanın inancı zayıflayıp şüpheye düşeceklerdir. Eğer hakkı layıkıyla açığa kavuşturmasanız, kesinlikle din ve şeriat sahibinin nezdinde sorumlusunuz.

Hafız: (Rengi kaçmış bir şekilde Nevvab’a:) Siz bu aziz misafiri de göz önünde bulundurun, kendi buyurduğuna göre “Meşhed” yolcusudur, vakti değerlidir. Hareket etmek istiyorlarmış, bizim için kalmışlar, ona daha fazla zahmet vermek ahlak kurallarıyla bağdaşmaz.

Davetçi: Sizin lütuflarınızdan çok memnunum. Benim hareketimle ilgili buyurduğunuz söz doğrudur. Ancak her ne kadar önemli işim de olsa, dini hizmet karşısında naçizdir. Benden taraf hiçbir mani yoktur. Hatta bir yıl bile sizler zahmete katlanırsanız, ben kendime hakkın perde arkasından çıkıp açığa kavuşmasını vazife bildiğimden dolayı devam etmeye hazırım. Ayrıca böyle siz değerli alimlerin arasında olmak da beni daha mutlu kılıyor, özellikle de cenabınız beni güzel ahlakıyla meczup ettiniz. Sadece ev sahibi sayın Mirza Yakup Ali Han’a çok zahmet verdiğimizden dolayı mahcup oluyorum.

(Muhterem Kızılbaş şahsiyetlerinden olan Mirza Yakup Ali Han, Zülfikar Ali Han, Adalet Ali Han kardeşlerin hepsi birden yüksek sesle: “Biz sizden böyle sözleri beyan etmenizi beklemiyorduk, bizler ev sahibi değiliz, hatta cenabınız ömrünüzün sonuna kadar da burada kalırsanız bizim için zahmet değildir. Biz burada kapıcılarız, sizin vücudunuz bizim iftiharımızdır.”

Cenabı Seyyid Muhammed Şah (Peşaver’in eşrafından) ve cenabı Ağa Seyyid Adil Ahzar (Peşaver’in Şia alimlerinden) buyurdular ki: “Birkaç gece de bu toplantıların şerefini bizim eve verin.”

Mirza Yakup Ali Han da onların bu sözüne karşılık buyurdular ki: “Hayır! Kıble sahip Sultan’ul- Vaizin Peşaver’de bulunduğu sürece ve bu toplantılar devam edene kadar burada olmaları gerekir.”)

Hafız: (Biraz sükut ettikten sonra) Sakıncası yoktur, madem ki ağalar istiyorlar kaç gün daha kalırım. Ama kıble sahibin buyurduğu gibi ev sahiplerine çok zahmet oldu, en iyisi bundan sonra toplantının yeri biz de olsun, böylece adalet de sağlanmış olur.

Davetçi: Ben ısrar etmiyorum, ama burası daha geniş ve büyük, bahçesi de vardır, toplantı için daha uygundur. Zaten sizin kendiniz de burayı seçmiştiniz. Yine de arz ediyorum benim için fark etmez, her yere emrederseniz ben sizin hizmetinizdeyim.

Mirza Yakup Ali Han: Ev açısından ve Kızılbaş cemaatı tarafından hiçbir sakıncası yoktur. Hafız bey yeni geldikleri için bizi iyi tanımayabilirler. Ama halk bizi çok iyi tanıyor. Kızılbaşlar misafir sever insanlardır, hizmette yorulmak bilmezler.

Özellikle bu ev, konaklama yeridir; toplantı ilmi, dini ve mezhebi münazaralar olduğu için gerçekten bizi hoşnut etmiştir.

Hafız: Benim için Peşaver’de kalmak çok zordur; çünkü tatil olmuş yapılacak bir takım işlerim vardır. Yine de beylerin davetini icabet ederek birkaç gün daha kalırım. Öyleyse inşaallah yarın görüşmek üzere sizden müsaade istiyorum.


 

[1] - Kendini Allah’a feda eder; nefsini ve hayatını O’nun rızası karşısında Allah’a satar.

[2] - Ama müfessir, muhaddis ve tarihçilerin çoğunun kanaati, İsmail’in kurban edilmesidir, İshak’ın değil.

[3] - Bir ayette; “Mallarınız ve evlatlarınız fitnedir” diye geçmektedir. (Müt.)

[4] - Arapça’da “Usallî” kelimesi iki manaya gelmektedir: Biri “Namaz kılıyorum”, diğeri ise “salat gönderiyorum.” Bundan dolayı Ömer yanılarak mezkur kelimenin diğer manasını unutmuştur. (Müt.)

[5] - Ebu’l- Hasan, Hz. Ali’nin künyesidir.

[6] - Hz. Ali ve takipçileri gibi.

[7] - Bir Korur, Hindistanlıların yanında on milyon, İranlıların yanında ise beş yüz bindir. (Müt.)

[8] - Mâide/55.

[9] - Yani bu ayet, sadece Hz. Ali (a.s) değil diğer Ehl-i Beyt İmamalarının velayetini de ispatlamaktadır.

[10] - Hudeybiyye; Mekke yakınında bir kuyunun adıdır; yarısı haremden, diğer yarısı ise haremin dışından sayılmaktadır.

[11] - Fetih/27. Bu fetihten maksat, Hayber fethidir.

index