İMAM HÜSEYİN (A.S)’IN KUTLU DOĞUMU

 

 

On iki ay arasında Şaban ayı

Hayır ve bereketiyle meşhurdur.

Hz. Hüseyin’in doğumunu müjdeler,

İçimizden gam ve hüznü siler.

Her taraftan tebrik sesleri yükseliyor,

Ki 3 Şaban’da Hüseyin doğdu.

Velayet sabahı Resulullah (s.a.a)’in,

Torununun doğumuyla nurlandı.

O kurtuluş kapısı, af sebebidir.

İmamet ağacının dalı ondan uzamış,

Velayetin nurlu meyveleri sonraki dokuz İmamdır.

Nübüvvet bahçesi onun nuruyla aydınlanmış,

Gül ve meyve doludur.

Şiilere o mübarek gün kutlu olsun,

Onun sevgisiyle her türlü şüpheden uzak olanlara.

(3 Şaban 1345 tarihinde Risaldar Hüseyniyesi’nde Hz. Hüseyin’in doğum günü münasebetiyle büyük bir kutlama merasimi yapıldı. Sabah erkenden bir sürü insan o meclise akın etti. Ben de evime gelen Şii alimleri ve şahsiyetleriyle birlikte Hüseyniye’ye gittik. İçerisi tıklım tıklımdı. Caddeler etraftaki evlerin çatıları alt ve üst katlar ağzına kadar Şii ve Sünni Müslümanlarla doluydu. Ehl-i Sünnet alimleri de Hafız Muhammed Reşid ve Şeyh Abdusselam ile birlikte teşrif ettiler. İçeri girince büyük bir hareketlilik, canlılık, sevinç gördüm. Benim için özel bir yer ayarlamışlardı. Ama ben Ehl-i Sünnet alimlerine saygı olsun diye oradan sarf-ı nazar ederek onların yanına gittim. Onlar da benim bu saygıma ve muhabbetime çok sevindiler. Sarıldıktan ve oturduktan sonra meclise şerbet ve tatlı ikram ettiler. Ardından meddahlar Ehl-i Beyt’e (a.s) mehdiye okudular.

Daha sonra Peşaver’in Şii şahsiyetlerinden Serdar Abdussamed Han, bir grupla birlikte yanıma gelerek beni minbere davet ettiler. Ben her ne kadar yok dediysem de onlar ısrar ettiler. Hafız bey de şöyle dedi: “Bugün sizinle son günümüzdür. Lütfen bizi kırmayınız.” Ben de onları kırmak istemedim. Saygı göstererek minbere çıktım. Öğleye kadar konuşma yaptım. Daha sonra Şii ve Sünni kardeşler hep bir arada namaz kılıp hatıra fotoğraf çektirdik. Yeni Şii olan kardeşlerin iftiharına yemek verildi. Gazete ve dergilerin de yazdığı ve bütün on gece boyunca yaptığımız sohbetlerin özeti sayılan bu konuşmamı da burada kitaba ilhak etmek istiyorum:)

Bismillahirrahmanirrahim

 “Allah’ım, göğsümü aç, bana emrini kolaylaştır, dilimden bağı çöz, sözümü anlaşılır kıl.” İlklerin ilki ve sonların sonu Allah-u Teala’ya hamd olsun. Vücudun sırrı, her varlığın evveli, hamd bayrağının ve makam-ı mahmudun sahibi, geçmişlerin hatemi, parçalananların fatihi, hakkı hakla ilan eden, batıl ordularını def eden, dalalet saldırılarını püskürten ümmi nebi, Mekki, Medeni, Kureyşi, Haşimi, Ebtahi, ilklerin ve sonların efendisi, alemlerin Rabb’inin habibi, nebilerin ve resullerin hatemi Ebi’l- Kasım Muhammed’e ve ilim ve hidayet semasının güneşleri, hikmetin kaynakları, Allah’ın değerli varlıkları ve büyük ayetleri olan masum vasilerine ve tahir Ehl-i Beyti’ne selat-u selam olsun. Ayrıca kıyamete kadar düşmanlarına, faziletlerini inkar edenlere lanet olsun. Taşlanmış şeytandan Allah-u Teala’ya sığınırım.

Hekim olan Allah-u Teala kerim olan kitabında şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e ve sizden olan ul’ul- emre de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah’a ve Resule götürün (onların talimatına göre halledin) bu daha hayırlı, netice bakımından da daha güzeldir.” [1]

Son günlerde herkesin diline düşen ve kendi maksadına ulaşmak için dayanak haline getirilen konulardan biri de özgürlük ve hürriyet konusudur. Bir avuç kısır düşünceli ve zayıf görüşlü kimseler, hürriyet ve özgürlük adına Peygamberlerin yolundan ayrılmış, dindarlar camiasından çıkmışlardır. Halbuki özgürlük adına alemlerin Rabbine ibadetten ve hak dinlerden uzaklaşmanın ilim ve akla aykırı olduğunu anlayamamışlardır. Bu tür özgürlük insan toplumlarının dağılmasına sebep olmakta, akıl ve ilim sahibi kimselerin nefretine ve reddine neden olmaktadır.

Elbette insanın insana kulluğundan azade olmak, körü körüne insanlara itaatten özgürleşmek güzeldir. Zira akıl nuruyla aydınlanan ilim ve marifet sahibi kimse, kendisi gibilere tapmaktan özgür olmalı, hiç kimseye körü körüne itaat etmemelidir. Aksi takdirde dalalet ve şaşkınlık içinde bocalamaktan kurtulamayacaktır. Mahlukatın eşrefi olan insan, akıl ve nakil delillerince layık ve kabil olan kimselere itaat etmelidir.

Elbette kulluk ve övgü bütün varlıkları yaratan Allah-u Teala’ya özgüdür. Akli deliller, her şeyi yaratan Allah-u Teala karşısında bu zayıf insanın itaat etmesi gerektiğine hükmetmektedir. Allah’ın itaatini emrettiği kimseler dışında hiç kimseye itaat câiz değildir. İnsanlara itaat noktasında en güçlü senetimiz Kur’ân’dır. Kur’ân’a müracaat edecek olursak açıkça görürüz ki Kur’ân akli kaideler esasınca kimlere itaat etmemiz gerektiğini bir kaç ayette açıkça belirtmiştir. İşte bu ayetlerden biri başta da okuduğum şu ayettir:

“Allah’a, Resule ve sizden olan emir sahiplerine itaat ediniz.”

O halde bu ayet hükmü gereği de Allah-u Teala’ya itaatten sonra Peygamber (s.a.a)’e ve bizden olan emir sahiplerine itaat farzdır.

Peygamber (s.a.a)’e itaat noktasında bütün ümmet ittifak halindedir. Hiç kimse bunu inkar etmemiştir. Ümmet arasında ihtilaflı olan konu bu ayette de buyurulan: “Sizden olan emir sahiplerine” itaattir.

Ehl-i Sünnet’e göre ayette geçen emir sahibinden maksadın emirler, valiler, ordu komutanları, sultanlar ve zahiri hükümdarlardır. Bu yüzden Ehl-i Sünnet kardeşler sultanlara itaati farz bilmekteler. Her ne kadar fısk, facir ve zalim de olsalar, onlara göre emir sahipleri olduğu için itaatleri de farzdır.

Halbuki bu inanç, akli ve nakli delillerce de batıldır. Eğer bu görüşün batıl olduğunun bütün delillerini saymaya kalkarsak bir aydan fazla vaktimizi alır. Lakin “Tümü elde edilmeyen şey tümüyle de terk edilemez.” kaidesi ve: “Eğer deniz suyunu çekemezsek de, susuzluğumuz kadar içmeliyiz.” ifadesi gereği, konuyu özetle ele almaya çalışacağım. İzninizle kısa olarak bu konu hakkında konuşmak istiyorum. İnsaf ehli adaletle hüküm versin ve gerçekler ortaya çıksın.

Şüphesiz topluma hükmeden sultan ve emirler üç kısımdır: Ya icma ile seçilmişlerdir; ya zorla başa geçmişlerdir; ya da Allah-u Teala tarafından seçilmişlerdir. Müslümanlar bir fert hakkında icma eder ve onu başa geçirirse, ona itaat Allah-u Teala ve Peygamber (s.a.a)’e itaat gibi farzdır. Ama Müslümanların hepsinin temiz ve kamil bir kişi hakkında ittifak edeceklerinin hiçbir akli delili yoktur. Çünkü Müslümanlar her ne kadar güçlü bir anlayışa sahip olsa da, zahire göre hükmetmekte ve insanların neye inandıkları konusunda habersizdirler. Müslümanlar her ne kadar akıllı ve bilgili de olsa, seçim işinde ulu’l- azm Peygamberlerden olan Hz. Musa’dan daha alim olamaz. Onların hepsinin aklı Allah-u Teala elçisinin kamil aklından üstün olamaz.

Hz. Musa binlerce Ben-i İsrail alim ve bilginleri arasında zahirlerine hükmederek yetmiş kişiyi seçti. Çünkü Peygamberler de zahirle emr olundukları için işin batınına bakmıyor ve zahirine itibar ediyorlardı. Hz. Musa bu yetmiş kişiyi alarak Sina dağına götürdü. Ama imtihan esnasında hepsi fasık oldu ve helak oldular. Dolayısıyla onların başta da sağlam bir inanca sahip olmadıkları anlaşıldı. Yani imtihan esnasında perde kalktı ve batınları zahir oldu. Nitekim Allah-u Teala Araf suresi 155. ayette de buna işaret etmektedir.

O halde Hz. Musa’nın seçtiği kimseler bile fasit ve günahkar çıkabiliyor ve yıldırımla cezalandırılabiliyorsa, diğer insanların gerçek anlamda seçim gücüne ve teşhisine sahip olmadığı kendiliğinden ortaya çıkmış oluyor. Çünkü onların zahire göre seçtiği kimse gerçekte kafir veya fasık olabilir. Bu kimse sinsice kendini gizleyerek saltanat tahtında oturduğunda hedeflerini ortaya çıkaracak ve tedricen uygulamaya koyulacaktır. Nitekim birçok sultanlar, hatta milli meclisi temsilcileri de hep böyle davranmıştır. Böyle birine itaat dini yok eder. İslâm’ın eserlerini ortadan kaldırır ve insanların hakkının çiğnenmesine neden olur. Allah’ın zalim ve fasıklara itaati, kendi itaati gibi sayması mümkün değildir. O halde bu görüşün batıl olduğu açıkça ortadadır.

Ayrıca ümmetin icması şer’i olursa, her zaman da tüm İslâm ümmetinin gerçek seçimiyle olmalıdır. Belli bir millete has değildir. Bütün Müslümanlar buna katkıda bulunmalıdır. Bir grup Müslüman’ın seçtiği kimseye başka Müslümanların zorla itaati asla doğru değildir. Dolayısıyla onlara muhalefet edenleri de kafir ve müşrik saymak câiz değildir. Üstelik 1300 yıllık İslâm tarihini inceleyecek olursanız, Peygamber (s.a.a)’den sonra hiç kimse hakkında böyle bir icmanın gerçekleşmediğini açıkça görürsünüz. O halde icma tarih boyunca gerçekleşmemiştir ve gerçekleşmeyecektir. Özellikle de İslâm ülkesinin parça parça bölündüğü günümüzde her ülkenin bir emiri ve yöneticisi vardır. Eğer her ülkenin bir yöneticisi olursa o zamanda ulu’l- emr çoğalır ve hiçbir ülkenin yöneticisi başka bir ülkenin yöneticisinin emrine girmez. Bu yüzden de aralarında ihtilaf ve savaş çıkar.

İslâm tarihi bunun örnekleriyle doludur. Her ülkenin Müslümanları da kendi emirlerine itaat ederek birbirinin canına düşecek, Müslümanları katledecektir. Müslüman kardeşini öldüren bu insanların cennete gitmesi düşünülebilir mi? İslâm böyle bir şeyi emretmemiştir. İslâm dini akıl sahiplerinin kabul etmeyeceği bir şeyi emretmez. Özellikle de Müslümanların ayrılığına ve tefrikaya düşmesine neden olan şeyleri tavsiye etmez. O halde Allah-u Teala tarafından seçilen bir emir icma ile seçilmiş sayılmaz. Burada konuştuğumuz geceler boyunca Şii ve Sünni alimlerin huzurunda icmanın aklen ve naklen batıl olduğunu ispat ettim, orada olmayan beyler de bunu gazete ve dergilerde okumuştur sanırım.

İkinci kısım yöneticiler ise zorla başa geçenlerdir. Facir kan ve dökücü bir sultan zorla, hokkabazlıkla halka musallat olursa, itaati farz olabilir mi? Kan dökücü ve fasık sultanlara itaatin Allah-u Teala ve Peygamber (s.a.a)’e itaat gibi olduğunu hangi akıl kabul edebilir? Eğer böyle olmuş olsaydı, o halde Ehl-i Sünnet alimleri kendi kitaplarında neden zalimleri eleştirmekteler ve Muaviye, Yezid, Ziyad bin Ubey, Ubeydullah, Haccac, Ebu Seleme, Ebu Müslim ve diğer zalimleri kınamaktalar?

Eğer birileri inat üzere bu tür insanların Müslümanların halifesi olduğunu ve bu sebeple de itaatlerinin farz olduğunu söylerse (nitekim bazı Ehl-i Sünnet alimleri böyle demiştir) şüphesiz böyle bir itaat Kur’ân’a aykırıdır. Çünkü Allah-u Teala birçok ayette kafir, fasık ve zalimlere lanet etmekte, Müslümanları onlara itaatten sakındırmaktadır. O halde nasıl olur da Allah-u Teala bu ayette fasık, facir ve hatta kafire itaati emretmiş olabilir?

Şüphesiz iki farklı görüşü Allah-u Teala’ya isnat emek çok çirkin bir iştir. Ehl-i Sünnet’in büyük alimi Fahr-u Razi mezkur ayetin tefsirinde şöyle diyor: “ Ulu’l- emr mutlaka günahlardan masum olmalıdır. Aksi takdirde Allah-u Teala ona itaati kendisine ve Peygamber (s.a.a)’e itaatle bir arada zikretmezdi.

O halde geriye sadece ulu’l- emr’in Allah-u Teala tarafından seçilmesi kalmaktadır. Şia’nın görüşü de budur. Şia’ya göre ulu’l- emr de tıpkı Peygamber (s.a.a) gibi temiz kötü ahlaktan münezzeh, küçük-büyük, zahir-batın tüm günahlardan masum olmalıdır. Hiç kimse bir diğerinin batınını bilmediği için de ulu’l- emri mutlaka Allah-u Teala seçmelidir. Peygamber (s.a.a)’i insanlar arasından seçip risaletle görevlendiren Allah-u Teala, ulu’l- emri de seçmeli ve onları insanlara da tanıtmalıdır. Bu dış delillerden ayrı bizzat ayetin kendisi de ulu’l- emrin risalet dışında Peygamber (s.a.a)’in bütün sıfatlarına sahip olması gerektiğini emretmektedir. İnsanın bütün sıfatlarını Allah’dan başka kimse bilmediği için de seçim hakkı Allah-u Teala’ya mahsustur.

Bu yüzden ayette vacib’ul- vücud ve mümkün’ül- vücud arasındaki fark sebebiyle iki kere “etîu” (itaat ediniz) demiş ve şöyle buyurmuştur: “Allah-u Teala’ya itaat ediniz ve resule itaat ediniz.” Allah-u Teala’ya vacib’ul- vücud olduğu hasebiyle itaat ediniz. Onun hayat, ilim, hikmet, kudret ve benzeri varlık sıfatları bizzat zatının aynısıdır. Peygamber (s.a.a)’e de mümkün’ül- vücud, salih kul ve bütün güzel sıfatların sahibi hasebiyle itaat ediniz ve biliniz ki bütün bu sıfatlar Allah-u Teala tarafından kendisine verilmiştir. Ama ulu’l- emre sıra gelince, “etîu” (itaat ediniz) fiili tekrar edilmemektedir. Sadece bir “vav-i atf” ile ulu’l- emri tanıtmaktadır.

Elbette bunda ilginç bir nükte vardır. Akıl sahiplerine söylemek istemektedir ki, ulu’l- emr de, Resulullah (s.a.a)’in sahip olduğu risalet dışında her şeye sahip olmalıdır. Ulu’l- emr de Peygamber (s.a.a) gibi olmalı, risalet dışında onun tüm özelliklerini de taşımalıdır. Dolayısıyla ulu’l- emre itaat de Resulullah (s.a.a)’a itaat türündendir. Ulu’l- emr dinin koruyucusu, hükümlerin icracısıdır. Dolayısıyla Şia ulu’l- emr’den maksadın Peygamber (s.a.a)’in soyundan olan on iki İmam olduğuna inanmaktadır. Bunlar Hz. Ali (a.s) ve onun soyundan gelen on bir Ehl-i Beyt (a.s) İmamlarıdır. Dolayısıyla bu ayet on iki Ehl-i Beyt (a.s) İmamlarının imametini ispat noktasında Şia’nın en büyük delilidir.

Ayrıca her biri bir açıdan inancımızı ispat eden daha birçok ayet vardır. Örneğin: Bakara suresi 124. ayette şöyle buyurulmaktadır:

“Allah: Ahdim zalimlere erişmez (onlar için söz vermem) buyurdu.”

Hakeza Ahzap süresi 6. ayette ise şöyle buyuruluyor:

“Peygamber, müminlere kendi canlarından daha yakındır. Eşleri, onların analarıdır. Akraba olanlar, Allah’ın kitabına göre, (mirasçılık bakımından) birbirine diğer müminlerden daha yakındırlar...”

Hakeza Tevbe suresi 119. ayette ise şöyle buyuruluyor:

“Ey iman edenler! Allah’dan korkun ve doğrularla beraber olun.”

Hakeza Ra’d suresi 7. ayette ise şöyle buyuruluyor:

“...Sen ancak bir uyarıcısın ve her toplumun bir rehberi vardır.”

Hakeza En’âm suresi 153. ayette ise şöyle buyuruluyor:

“Şüphesiz bu benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun (başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah’ın yolundan alı koyar...”

Hakeza A’raf suresi 181. ayette ise şöyle buyuruluyor:

“Yarattıklarımızdan, daima hakka ileten ve adaleti hak ile yerine getiren bir millet bulunur.”

Âl-i İmran suresinin 103. ayetinde ise şöyle buyuruluyor:

“Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a) sımsıkı yapışın, parçalanmayın...”

Nahl suresi 43. ayette ise şöyle buyuruluyor:

“...Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun.”

Ahzab suresi 33. ayette ise şöyle buyuruluyor:

“...Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.”

Âl-i İmran suresi 33 ve 34. ayetlerde ise şöyle buyuruluyor:

“Allah birbirinden gelme bir nesil olarak Adem’i, Nuh’u, İbrahim ailesi ile İmran ailesini seçip alemlere üstün kıldı.”

Fatır suresi 32. ayette ise şöyle buyuruluyor:

“Sonra kitabı kullarımız arasında seçtiklerimize verdik...”

Nur suresi 35. ayette ise şöyle buyuruluyor:

“Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun temsili, içinde lamba olan bir kandil gibidir. O lamba kristal bir fanus içindedir. O fanus da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki doğuya da batıya da nisbet edilmeyen mübarek bir ağaçtan yani zeytinden (çıkan yağdan tutuşturulur) onun yağı neredeyse kendisine ateş değmese dahi ışık verir. (Bu) nur üstüne nurdur. Allah dilediği kimseyi nuruna eriştirir.

Daha birçok ayet vardır. Ama burası yeri olmadığından bu kadarıyla yetiniyorum. Hatip Harezmi Menakıb’da, imam Ahmed Müsned’de, Hafız Ebu Naim, Ma Nezele Min’el- Kur’ân fi Ali’de, Hafız Ebu Bekir Şirazi, Nuzul’ul- Kur’ân fi Emir’il Müminin’de Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyruğunu kaydetmişlerdir:

“Kur’ân-ı Kerim’in dörtte biri biz Ehl-i Beyt hakkında nazil olmuştur.”

Hakeza Hafız Ebu Naim Ma Nezele Min’el- Kur’ân Fi Ali’de, Ahmed Hanbel Müsned’de, Vahidi Esbab’un- Nuzul’da, Muhammed bin Talha Metalib’us- Süul’de, İbn-i Asakir ve Muhaddis-i Şam, Tarih’inde, Hafız Ebu Bekir Şirazi, Nuzul’ul- Kuran fi Emir’il- Müminin’de, Muhammed bin Yusuf Kifayet’ut- Talib’in 62. babının evvelinde, Hace Kelan Süleyman Belhi, Yenabi’ul- Mevedde 42. Bab’da Taberani’den naklen İbn-i Abbas’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: “Kur’ân’da Ali’yi öven 300’den fazla ayet vardır.”

Elbette bu ayetlerden her biri hakkında birkaç saat sohbet etmek gerekir. Vakit olmadığından sadece onlardan sadece bazısını aktardım. Araştırmacılar, özellikle apaçık gerçeği bulmak için, imam Fahr-u Razi, imam Sa’lebi, Zemahşeri, Suyuti, Taberi, Nişaburi ve Vahidi’nin Tefsirleri ile Himvini’nin Feraid’us- Simtayn, Sahih-i Buhari, Sahih-i Müslim, Sünen-i Ebi Davud, Hamidi’nin Cem’un- Beyn’es- Sahihayn, Ahmed bin Hanbel’in Müsned, İbn-i Hacer’in Savaik, Harkuşi’nin Şeref’ul- Mustafa, İbn-i Ebi’l- Hadid’in Nehc’ul- Belağa Şerhi, Hafız Ebu Naim’in Hilyet’ul- Evliya, Şehristani’nin Mefatih’ul- Esrar, Harezmi’nin Menakıb, Maliki’nin Fusul’ul- Muhimme, Hakim Ebu’l- Kasım’ın Şevaid’ut- Tenzil, İbn-i Abdulbirr’in İstiab, Cevheri’nin Sakıfe, Hace Kelan Hanefi’nin Yenabi’ul- Mevedde, Hemedani’nin Meveddet’ul- Kurba, İsfahani’nin Ma Nezele Min’el- Kuran fi Ali, Muhammed bin Talha’nın Metalib’us- Süul, İbn-i Esir’in Nihaye, Genci Şafii’nin Kifayet’ut- Talib, Ebu Bekir Şirazi’nin Nuzul’ul- Kur’ân fi Emir’il Müminin, Seyyid Ebi Bekr bin Şehabuddin Alevi’nin Reşfet’us- Sadi ve diğer benzeri kitaplara müracaat etmelidir.

Sözü uzatmak istemiyorum. Dediğim gibi Şia’ya göre ayetteki ulu’l- emrden maksat akli ve rivai deliller esasınca da on iki Ehl-i Beyt (a.s) İmamlarıdır. Bu konuda rivai deliller oldukça fazladır. Ama burası bütün bunları ele almaya müsait değildir. Ayetteki deliller hükmü gereği de sabit olduğu üzere Allah-u Teala ve Peygamber (s.a.a)’e itaatle bağlantılı olarak itaat edilen ulu’l- emr de hatalardan masum olmalıdır.

Nitekim imam Fahr-u Razi Tefsir’inde bunu itiraf ederek şöyle diyor: “Eğer ulu’l- emr’in masum olmadığını söylersek o zaman karşıtların çelişmesi durumu ortaya çıkar ki bunun da imkanı yoktur. Ulu’l- emr ümmetin en alimi, faziletlisi, takvalısı ve kamili olmalıdır ki, Peygamber (s.a.a)’in tüm güzel sıfatlarına sahip olsun ve böylece de itaati farz kabul edilsin. Bu sıfatlar ümmet arasında alimlerinizin de tasdik etmiş olduğu gibi sadece on iki İmamda mevcuttur. Allah-u Teala da tathir ayetinde buna tanıklık etmiştir. Büyük alimlerinizin muteber kitaplarında Ehl-i Beyt (a.s)’ın masumiyeti hakkında birçok rivayet nakledilmiştir. Teberrüken bunlardan bazısına değinmek istiyorum.

Şeyh Süleyman Belhi, Yenabi’ul- Mevedde’nin 77. babının zımnında s. 445’de ve Himvini Feraid’us- Simtayn’de İbn-i Abbas’dan şöyle rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu duydum:

“Ben Ali, Hasan Hüseyin ve Hüseyin’in soyundan dokuz kişi tertemiz ve masumuz.”

Selman-i Farisi de Peygamber (s.a.a)’in Hz. Hüseyin’in omzuna dokunarak şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:

“Bu, İmam oğlu İmamdır, bunun soyundan dokuz kişi de iyiler, eminler ve masumlardır.”

Zeyd bin Sabit de Peygamber (s.a.a)’den şöyle rivayet ediyor:

“Şüphesiz Hüseyin’in sulbünden iyi, emin, masum ve adil İmamlar çıkacaktır.”

İmran bin Hasin de, Peygamber (s.a.a)’in Hz. Ali (a.s)’a şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:

“Sen benim ilmimin varisisin ve benden sonraki halifemsin. İnsanlara bilmediklerini öğretensin. Sen iki torunumun babasısın, kızımın eşisin. Temiz itret ve masum İmamlar sizin soyunuzdandır.”

Bu konuda Ehl-i Sünnet yoluyla rivayet edilen sayısız rivayet vardır. Şu anda örnek olarak zikrettiklerim yeterlidir. Onların ilmi hakkında da Ehl-i Sünnet yoluyla da rivayet edilen birçok rivayet vardır. Geçen gecelerde bu konuda uzun uzadıya açıklamalarda bulundum. Bunu dergilerde ve gazetelerde okudunuz sanırım. Burada da örnek olsun diye bir tanesini zikretmek istiyorum.

Ebu İshak Şeyh’ul- İslâm Himvini Ferasid’us- Simtayn’da, Hafız Ebu Naim İsfahani, Hilyet’ul- Evliya, İbn-i Ebi’l- Hadid, Nehc’ul- Belağa Şerhi’inde İbn-i Abbas’dan Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir.

“Benim itretim benim tıynetimden yaratılmıştır. Allah-u Teala onlara ilim ve anlayış ihsan etmiştir. Onları yalanlayanlara eyvahlar olsun.”

İbn-i Ebi’l- Hadid, Nehc’ul- Belağa Şerhi’inde ve Siyer’us- Sahabe kitabının sahibi Huzeyfe bin Useyd’den Peygamber (s.a.a)’in bir hutbeden sonra Allah-u Teala’ya hamd edip ardından şöyle buyurduğunu rivayet etmekteler:

“Sizlere iki değerli emanet bırakıyorum: Allah’ın kitabı ve itretim olan Ehl-i Beytim. Onlara sarılırsanız kurutuluşa erersiniz.”

Taberani şu eki de rivayet etmektedir:

“Onlardan öne geçmeyin helak olursunuz, O’nlardan geri kalmayın helak olursunuz, O’nlara öğretmeye kalkmayın ki şüphesiz onlar sizden daha alimdirler.”

Başka bir rivayette Huzeyfe bin Useyd Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:

“Benden sonraki İmamlar Ehl-i Beytimdendir. İsrail Oğulları’nın (on iki) önderi sayısıncadırlar. Dokuzu Hüseyin’in soyundandır. Allah-u Teala onlara benim ilmimi ve anlayışımı verir, onlara öğretmeye kalkmayın, onlar sizden daha alimdirler. Onlara tabi olun. Şüphesiz ki onlar hakladır ve hak da onlarladır.”

 Ehl-i Sünnet alimlerinin rivayet etmiş olduğu bu rivayetler de İmamların ismet ve ilmini ispat eden akli delilleri teyit etmektedir. Bazı düşmanlar şek ve şüphe çıkarmak için; Kur’ân’da neden Ehl-i Beyt (a.s) imamlarının adlarının yazılmadığını söylemektedirler. Dün akşam da özel toplantıda benden bunu sordular, vakit geç olduğu için cevabını bugüne erteledim. Şimdi Allah’ın izniyle bu soruya cevap vermeye çalışacağım. Bazılarının düştüğü yanlışlıklardan biri de Kur’ân’da bütün her şeyin en ince detayına kadar yer aldığını sanmasıdır. Halbuki Kur’ân semavi, muhkem bir kitaptır. Oldukça özet ve mücmel nazil olmuştur. Sadece tümel olaylara işaret etmiş, olayların teferruatını Peygamber (s.a.a)’e havale etmiştir. Nitekim Haşr suresi 7. ayette şöyle buyurulmaktadır:

“...Peygamber size ne verdiyse onu alın size ne yasakladıysa ondan da sakının...”

Kur’ân-ı Kerim’in bütün hükümlerine bakacak olursak, Kur’ân’da sadece külli ve tümel hükümlerin nakledildiğini, açıklanmasının ise Peygamber (s.a.a)’e havale edildiğini açıkça görürüz. Ama beyler itiraz ederek şöyle diyorlar: On iki İmamın adı Kur’ân’da olmadığı için kabul etmiyor ve itaat etmiyoruz.”

Onlara şöyle demek gerekir: “Eğer Kur’ân’da adı zikredilmeyen, teferruatı yer almayan her şeyin terk edilmesi gerekirse, raşit halifelere, Emevi, Abbasi ve diğer sultanlara itaati de terk etmemiz gerekir. Zira Hz. Ali (a.s) dışında diğer raşit halifeler, Emevi, Abbasi ve diğer sultanlar hakkında da onların adları ve sayısı hakkında bir açıklama mevcut değildir. O halde neden onlara itaat ediyor ve muhaliflerini kafir ve müşrik sayıyorsunuz?

Bundan da öte Kur’ân’da zikredilmeyen her şeyin terk edilmesi söz konusu olmuş olsaydı, birçok ibadetler ve ahkamın da terk edilmesi gerekirdi. Zira onlardan hiçbirinin teferruatı Kur’ân’da yoktur. Hatta namaz hakkında bile böyle bir teferruat Kur’ân’da yoktur. Halbuki namaz dinin temelidir ve Şii Sünnî ittifakı esasınca da Peygamber (s.a.a) bu konuda çok büyük te’kit ve tavsiyelerde bulunmuş ve şöyle buyurmuştur.

“Namaz dinin direğidir. Eğer namaz kabul edilirse diğer amelleriniz de kabul edilir. Eğer namaz red edilirse diğer ameller de red edilir.”

Kur’ân’a bakacak olursanız namazın rekat sayısı, kılınışı, kıraat, rükû, secde, zikir ve teşehhüdü hakkında hiçbir açıklama mevcut değildir. O halde teferruatı Kur’ân’da zikredilmediği için namazı terk etmek mi gerekir? Halbuki durum böyle değildir. Kur’ân’da sadece “namaz kıl, namaz kılınız” gibi genel tabirler mevcuttur. Rekat sayısı, farzları, müstahapları hakkında sadece Kur’ân-ı Kerim’in müfessiri olan Peygamber (s.a.a) açıklamada bulunmuştur. Diğer hüküm ve kanunların da sadece genel bölümleri Kur’ân’da açıklanmış, teferruatı, şartları ve desturları ise Peygamber (s.a.a)’e havale edilmiştir. Kur’ân’da namaz genel olarak beyan edilmiş ve namazın rekat sayısı, cüzleri ve emirlerini Peygamber (s.a.a) beyan buyurmuştur ve buna rağmen biz de namazla mükellefiz.

Dolayısıyla Peygamber (s.a.a)’den sonraki hilafet ve imamet konusu da Kur’ân’da özetle, “...Sizden olan emir sahiplerine itaat edin” diye beyan edilmiştir. Yani Allah-u Teala’ya ve Peygamber (s.a.a)’e itaatten sonra emir sahibine itaat emredilmiştir.

Elbette ki Şii ve Sünni alimlerin, emir sahiplerini kendileri tespit edemez. Nitekim namazı da kendi istek ve iradelerine göre yorumlayamazlar. Zira Şii Sünni ittifakıyla rivayet edilen bir hadiste Peygamber (s.a.a) şöyle buyuruyor:

“Kur’ân’ı kendi görüşüne göre tefsir eden, ateşte yerini hazırlasın.”

Elbette her akıllı Müslüman Kur’ân hususunda Peygamber (s.a.a)’e müracaat etmelidir. Eğer bu konuda Peygamber (s.a.a) bir açıklama yapmışsa, Müslümanlar bağnazlıklarını bir tarafa bırakarak O’na itaat etmeli ve onunla amel etmelidirler.

Uzun bir süredir Şii ve Sünni rivayet ve tefsir kitaplarını mütalaa ediyorum. Henüz ulu’l- emr’den maksadın sultanlar olduğuna dair hiçbir hadis görmedim. Sünni ve Şii ittifakıyla rivayet edilen birçok rivayette, emir sahiplerinden maksadın kim olduğu sorulunca Peygamber (s.a.a) yeterli cevapları vermiş ve şöyle buyurmuştur:

“Emir sahiplerinden maksat, Ali ve on bir evladıdır.”

Fazla vaktimiz olmadığı için sadece bir kaçına işaret etmek istiyorum. Dikkat ettiğiniz gibi Ehl-i Beyt (a.s) ve özel sahabe yoluyla Şia alimlerinin rivayet etmiş olduğu mütevatir rivayetleri delil olarak göstermiyorum. Aksine bizzat Ehl-i Sünnet alimlerinden rivayet edilen birkaç rivayeti örnek olsun diye nakletmek istiyorum. Bu konuda hüküm vermeyi de ilim, mantık ve insaf sahibi siz beylerin temiz kalbine havale ediyorum:

1- Himvini, Feraid’us- Simtayn’de şöyle diyor: “Peygamber (s.a.a)’den nakledilen rivayetlere göre ayette geçen ulu’l- emr’den maksat, Hz. Ali (a.s) ve Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyti’dir.”

2- İsa bin Yusuf Hemedani, Ebi’l- Hasan’dan, o da Suleym bin Kays’dan, o da Hz. Ali (a.s )’dan Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

“Benim ortaklarım Allah’ın itaatini kendi itaatine eş kıldığı ve haklarında; “Sizden olan emir sahipleri” diye beyan buyurduğu kimselerdir. Onların sözünden çıkmamanız gerekir. Onlara itaat ediniz. Hüküm ve emirlerine boyun eğiniz.” Ben; “Ya Resulullah, ulu’l- emr kimlerdir?” diye sorunca da şöyle buyurdu: “Ey Ali, sen onların ilkisin.”

3- Ehl-i Sünnet’in büyük alimlerinden Muhammed bin Mümin Şirazi İ’tikadat adlı kitabında şöyle rivayet ediyor: “Peygamber (s.a.a), Hz. Ali’yi Medine’de kendi yerine halife bırakınca; “Sizden olan emir sahipleri” ayeti Hz. Ali (a.s) hakkında nazil oldu.

4- Şeyh Süleyman Belhi, Yenabi’ul- Mevedde’nin 38. babını bu ayete has kılmış, Menakıb’dan Tefsir-i Mücahid’de şöyle yer aldığını rivayet etmiştir: “Bu ayet, Peygamber (s.a.a), Hz. Ali’yi Medine’de kendi yerine halife bırakınca Hz. Ali (a.s) hakkında nazil olmuştur. Hz. Ali (a.s) bunun üzerine şöyle dedi: “Ya Resulullah, beni kadın ve çocuklara mı halife kılıyorsun?” Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Sen bana Harun’un Musa’ya olan konumunda olmak istemez misin?” Yani “Harun’u Allah-u Teala Musa’ya halife kıldığı gibi seni de bana halife karar kılmıştır.”

5- Şeyh’ul- İslam Himvini, kendi senetiyle Suleym bin Kays’dan şöyle rivayet ediyor: “Osman’ın hilafeti döneminde bir grup muhacir ve ensarı gördüm, oturmuş kendi faziletlerini konuşuyorlardı. Ali (a.s) da onlar arasında susmuş dinliyordu. Kendisine; “Ey Ali, sen de konuşsana.” dediler. Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu:

“Bu rivayet ettiğiniz faziletleri Allah-u Teala sizin için mi ihsan buyurmuş, yoksa başkası vesilesiyle mi?”

Onlar: “Allah-u Teala Peygamber (s.a.a)’in vücudu vesilesiyle bizleri minnettar kılmıştır.” dediler.

Hz. Ali (a.s) bunu üzerine şöyle buyurdu: “Siz Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu bilmiyor musunuz?: “Ben ve Ehl-i Beyt’im Adem yaratılmadan 14. bin yıl önce Allah’ın kudretinde bir nur idik. Allah-u Teala Adem’i yaratınca o nuru onun sulbünde karar kıldı ve yeryüzüne indirdi. Daha sonra gemide Hz. Nuh’un sulbünde karar kıldı. Daha sonra da ateşte İbrahim’in sulbünde karar kıldı. İşte böylece Allah-u Teala bizi asla haramzade olmayan anne ve babaların temiz sulbünde ve rahminde karar kıldı.”

Bedir ve Uhud ashabı şöyle dedi: “Evet biz de Peygamber (s.a.a)’den bunları duyduk.” Bunun üzerine Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu:

“Lütfen Allah aşkına doğru söyleyin, Allah-u Teala Kur’ân’da ilk iman edenleri diğerlerinden üstün kılmamış mıdır? Bilin ki hiç kimse benden önce Müslüman olmamıştır.”

Onlar: “Evet doğrudur.” dediler. Hz. Ali (a.s) yine şöyle buyurdu:

“Sizleri Allah-u Teala’ya and veriyorum ki “Hayırda önde olanlar, ecirde de öndedirler.”[2] ayeti nazil olunca Peygamber (s.a.a)’e bu ayetin kimler hakkında nazil olduğu sorulmadı mı? Bunun üzerine de Peygamber (s.a.a) şöyle buyuramadı mı?: “Allah-u Teala bu ayeti enbiya ve vasileri hakkında nazil buyurmuştur. Ben nebilerin ve resullerin en üstünüyüm. Vasim olan Ali de vasilerin en üstünüdür.”

Sizleri Allah-u Teala’ya and veriyorum, bilmiyor musunuz ki; “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e ve sizden olan ul’ul-emre (idarecilere) de itaat edin.”[3]

“Sizin dostunuz (veliniz) ancak Allah’tır, Resulüdür, namaz kılan ve rüku ettikleri halde zekat veren müminlerdir.”[4]

“...Müminlerden başkasını sırdaş edinmeyenleri ortaya çıkarmadan bırakılacağınızı mı sandınız?...[5] ayetleri nazil olunca Allah-u Teala Peygamber (s.a.a)’e, namaz, zekat ve haccı tefsir etmiş olduğu gibi, velayet sahibini tanıtmasını ve onlara velayeti tefsir etmesini de emretti. Peygamber (s.a.a) de bunun üzerine Gadir-i Hum’da beni insanlara veli tayin etti ve şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Allah-u Teala beni risaletle görevlendirince beni tekzip edecekler diye sıkıntı içindeydim.”

Daha sonra şöyle buyurdu: “Biliyor musunuz Allah-u Teala benim mevlamdır, ben de müminlerin mevlasıyım ve onlara kendi nefislerinden daha evlayım.”

Peygamber (s.a.a)’e; “Evet biliyoruz ya Resulellah” dediklerinde O Hazret benim elimden tutup şöyle buyurdu: “Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır. Allah’ım, onun dostlarına dost, düşmanlarına da düşman ol.”

(Oturumlarda yaptığım açıklamalarda da ifade etmiş olduğum gibi buradaki “mevla” kelimesi, “tasarrufta evleviyet” manasınadır.)

Selman kalkıp; “Ya Resulellah, Ali’nin velayeti nasıldır?” diye sorunca da Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ali’nin velayeti benim velayetim gibidir. Ben kime kendi nefsinden daha evla isem, Ali de ona kendi nefsinden daha evladır.” Bunun üzerine de şu velayet ayeti nazil oldu:

Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, sizlere olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı seçtim.”

Ardından Peygamber (s.a.a) de şöyle buyurdu: “Dini kemale erdiren, nimeti tamamlayan, risaletime ve benden sonra Ali’nin velayetine rızayet gösteren Allah-u Teala ne de büyüktür!”

(Bu rivayet de “mevla” kelimesinin “tasarrufta evleviyet” manasına geldiğinin en büyük delilidir.)

Peygamber (s.a.a)’e; “Vasilerini bizlere açıkla!” dediklerinde de Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ali benim kardeşim, varisim ve benden sonra her müminin velisidir. Sonra iki oğlum Hasan ve Hüseyin ve Hüseyin’in soyundan gelen dokuz imamdır. Kur’ân onlarladır ve onlar da Kur’ân’ladır. Onlar havuzda yanıma gelinceye kadar da asla birbirinden ayrılmazlar.”

Vakit olmadığı için kısa olarak arz etmiş olduğum bu uzun rivayetin ardından Suleym bin Kays’ın Menakıb’ından, İsa bin Seriy’den ve İbn-i Muaviye’den de üç rivayet nakletmektedir ki hepsinde de ulu’l- emr’den maksadın Ehl-i Beyt (a.s) İmamları olduğu kaydedilmiştir. Ulu’l- emr’in manasını ispat etmek için şu zikrettiğim rivayetler yeterdir sanırım. İmamların isimleri ve sayıları hakkında da Ehl-i Sünnet’ten bir kaç rivayet nakletmek istiyorum. Bu konuda Ehl-i Beyt (a.s) İmamlarından rivayet edilen mütevatir rivayetlerden sarf-ı nazar ediyorum:

1- Şeyh Süleyman Belhi, Yenabi’ul- Mevedde’nin 76. babında Himvini’nin Feraid’us- Simtayn kitabından, Mücahid’den, o da İbn-i Abbas’dan şöyle rivayet etmektedir: “Na’sel adında bir Yahudi Peygamber (s.a.a)’in huzuruna vararak tevhid hakkında sorular sordu, Peygamber (s.a.a) de ona cevaplar verdi. Vakit olmadığı için bu soruları detaylı olarak zikretmiyorum. Na’sel Müslüman oldu ve şöyle dedi: “Ya Resulullah! Her Peygamber’in bir vasisi vardır, Peygamberimiz Hz. Musa, Yuşa bin Nun’u vasi seçmiştir. Sizin vasiniz kimdir? Bize söyleyin. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu:

“Benim vasim Ali bin Ebi Talib’tir. Sonra iki torunum Hasan ve Hüseyin’dir. Ondan sonra da Hüseyin’in soyundan dokuz kişidir.”

Na’sel; “Lütfen adlarını da bize söyleyin.” deyince Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu:

“Hüseyin’den sonra oğlu Ali, Ali’den sonra oğlu Muhammed, Muhammed’den sonra oğlu Cafer, Cafer’den sonra oğlu Musa, Musa’dan sonra oğlu Ali, Ali’den sonra oğlu Muhammed, Muhammed’den sonra oğlu Ali, Ali’den sonra oğlu Hasan, Hasan’dan sonra oğlu Hüccet Muhammed Mehdi’dir. Bunlar on iki kişidir.”

Peygamber (s.a.a), dokuz İmamın isimlerini, her İmamın ölümünden sonra yerine oğlunun geçeceğini ve en son İmamın Hz. Mehdi olduğunu açıkça beyan etmiştir. Her birinin şahadetinin keyfiyeti sorulmuş, Peygamber (s.a.a) de cevap vermiştir. Bunun üzerine de Na’sel şöyle dedi: “Allah’tan başka tanrı yoktur. Şüphesiz ki sen Allah’ın Resulüsün ve şahadet ederim ki onlar senden sonraki vasilerdir.”

Bunun üzerine Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdular:

“Onları sevenlere ve onlara tabi olanlara ne mutlu! Onlara buğz eden ve muhalefet edenlere de eyvahlar olsun!”

Bunun üzerine Na’sel şu şiiri okudu:

Allah’ın rahmeti sana olsun,

Ey yüce makam sahibi ve hayırlı insan.

Sen seçilmiş Peygambersin, Haşimilik iftiharın.

Seninle doğru yola erişme bulduk,

Seninle ateşten kurtuluşu ümit ederiz.

Halifelerin on ikiyle adlandırıldı.

Allah-u Teala mertebelerini yüce kıldı,

Her türlü ayıptan münezzeh kıldı.

Onlara dost olan kurtulur,

Düşman olan zarar eder.

On ikincisi beklenen Mehdi’dir,

Zuhuruyla kendine susayanları suvarır.

Ehl-i Beyt’in itaati emredilen seçkinlerdir,

Onlardan yüz çeviren cehennemde ebedi kalır.

2- Hace Kelan Yenabi’nin 76. babında Harezmi’nin Menakıb’ından naklen Vasile bin Eska bin Karhab’dan, o da Cabir bin Abdullah’tan, Ayrıca Ebu’l- Mufazzal Şeybani, Muhammed bin Abdullah bin İbrahim Şafii’den ve o da kendi senetiyle Cabir Ensari’den şöyle rivayet etmektedir: “Cündeb bin Cünade bin Cübeyr adlı bir Yahudi Peygamber (s.a.a)’in huzuruna vararak tevhid hakkında sorular sordu. Peygamber (s.a.a)’den aldığı cevaplar üzerine Müslüman oldu ve şöyle dedi: “Dün akşam rüyamda Hz. Musa’yı gördüm bana şöyle dedi: “Muhammed Hatem’ul- Enbiya’nın eliyle Müslüman ol ve O’ndan sonraki vasilerine tabi ol. Beni İslâm’la şereflendiren Allah-u Teala’ya hamd olsun. Lütfen bana vasilerini de tanıt ki onlara itaat edeyim.”

Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu:

“Benim vasilerim on iki kişidir.”

O; “Doğrudur, ben de Tevrat’ta bunu gördüm. Lütfen adlarını bana söyler misiniz?”

Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu:

“Onların ilki vasilerin efendisi, İmamların babası Ali’dir. Sonra da iki oğlu Hasan ve Hüseyin’dir. Sen bu üçünü göreceksin, ömrün sona erince Zeyn’ul- Abidin doğacak. Senin dünyadan aldığın son azık süt şerbeti olacak. O halde onlara sarıl, cahillerin cehaletine kanma.”

Cündep şöyle dedi: “Ben de Tevrat’ta ve nebilerin kitabında Ali, Hasan ve Hüseyin’in adını İlya, Şeber ve Şübeyr olarak gördüm. Lütfen Hüseyin’den sonraki İmamları bana tanıt.”

Peygamber (s.a.a) de şöyle buyurdu:

“Hüseyin’in müddeti bitince Zeyn’ul- Abidin lakaplı oğlu Ali yerini alır. Ondan sonra Bakır lakaplı Muhammed adında oğlu gelir. Ondan sonra Sadık diye bilinen oğlu Cafer gelir. Ondan sonra Kazım diye bilinen oğlu Musa gelir. Ondan sonra Rıza diye bilinen oğlu Ali gelir. Ondan sonra Taki ve Zeki diye bilinen oğlu Muhammed gelir. Ondan sonra Naki ve Hadi diye bilinen oğlu Ali gelir. Ondan sonra Askeri diye bilinen oğlu Hasan gelir. Ondan sonra Mehdi, Kâim ve Hüccet diye bilinen oğlu Muhammed gelir. O gaybete çekilir, sonra zuhur ederek yeryüzü zulümle dolduktan sora onu adaletle doldurur. Gaybetinde sabredenlere ne mutlu. Onların muhabbeti üzere duranlara ne mutlu. Allah-u Teala onları kitabında şöyle nitelendirmiştir:

Bu, gaybet iman eden muttakiler için bir hidayettir.”

Daha sonra da Allah-u Teala şöyle buyuruyor:

“Hizbullah işte bunlardır. Bilin ki galip gelecek olanlar Hizbullahtır.”

3- Ebu’l- Mueyyid Muvaffak bin Ahmed Harezmi Menakıp’ta kendi senetiyle Ebu Süleyman Rai’den Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:

“Allah-u Teala mirac gecesi bana şöyle vahiy etti: “Ey Muhammed, yeryüzüne baktım. İnsanlar arasından seni seçtim, kendi adlarımdan birini sana ayırdım. Benim anıldığım her yerde sen de anılırsın. Ben Mahmud’um, sen ise Muhammed, senden sonra da insanlar arasında Ali’yi seçtim. Ona da kendi adlarımdan birini ayırdım. Ben A’la’yım, O da Ali.

Ey Muhammed, sen, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’in soyundan gelen İmamları kendi ruhumdan yarattım. Sizin velayetinizi göklere ve yeryüzüne takdim ettim. Kim kabul ederse mümindir. Her kim de inkar ederse kafirdir. Ey Muhammed, onları görmek istiyor musun?” Ben; “Evet” deyince de şöyle hitap etti: “O halde arşın sağına bak.”

Arşın sağına bakınca da Ali, Hasan, Hüseyin, Ali bin Hüseyin, Muhammed bin Ali, Cafer bin Muhammed, Musa bin Cafer, Ali bin Musa, Muhammed bin Ali, Ali bin Muhammed, Hasan bin Ali, Muhammed Mehdi bin Hasan’ı gördüm. Mehdi onlar arasında parlayan bir inci gibi duruyordu. O zaman şöyle bir İlahi hitap geldi: “Ey Muhammed, bunlar benim insanlara hüccetlerimdir ve bunlar senin vasilerindir.”

Zan edersem İmamların isimlerinin Peygamber (s.a.a)’den rivayet edilmediğini söyleyenlere karşı bu üç rivayet örnek olarak yeterlidir. Bunlar bizim iddiamızı ispat etmektedir. Bundan daha fazlasını isteyenler, Harezmi’nin Menakıb, Süleyman Belhi’nin Yenabi’ul-Mevedde, Himvini’nin, Feraid’us- Simtayn, İbn-i Meğazili’nin Menakıb, Mir Seyyid Ali Hemedani’nin Meveddet’ul- Kurba, Maliki’nin Fusul’ul- Muhimme, Muhammed bin Talha’nın Metalib’us- Süul, Sibt bin Cevzi’nin Tezkire ve Ehl-i Sünnet’in diğer kitaplarına müracaat etmelidirler. Şia’da rivayet edilen sayısız rivayetlerin yanı sıra, bizzat Ehl-i Sünnet’ten de bu konuda nakledilen yüzden fazla rivayet vardır.

Mir Seyyid Ali Hemedani, Meveddet’ul- Kurba’nın 12. Meveddet’inde Ömer bin Kays’ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: “Biz de Abdullah bin Mes’ud ile oturmuştuk. Bedevi birisi gelerek, “Hanginiz Abdullah’sınız?” diye sordu. Abdullah; “Benim” dedi. Bedevi; “Peygamber (s.a.a) kendinden sonraki halifelerini size haber verdi mi?” diye sordu. Abdullah şöyle dedi: “Evet Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu:

“Benden sonraki halifeler İsrail oğullarının on iki önderi sayısıncadırlar.”

Abdulmelik’in rivayetinde de şöyle yer almıştır: “Hepsi de Haşim oğullarındandır.” Yani benden sonraki on iki halifenin hepsi de Haşim oğullarındandır.

Bu zikrettiğim kitapların yanı sıra diğer Ehl-i Sünnet alimleri de kendi kitaplarında yeri geldiğinde bu konuyla ilgili bablarda birçok rivayet nakletmişlerdir. Hace Kelan Süleyman Belhi, Yenabi’ul- Mevedde’nin 77. babını bu konuya tahsis etmiştir. Bu babda, Şeyheyn, Tirmizi, Ebu Davud, Müslim, Seyyid Ali Hemedani, Şa’bi ve diğerlerinden birçok rivayetler nakledilmiştir.

Bu cümleden şöyle diyor: “Yahya bin Hasan Umde adlı kitabında 20 yoldan şöyle rivayet etmiştir: “Peygamber (s.a.a)’den sonraki halifeler on iki kişidir hepsi de Kureyştendir.”

Buhari üç yolla, Müslim dokuz yolla, Ebi Davud üç yolla, Tirmizi bir yolla ve Hamidi üç yolla Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir:

“Benden sonraki halifeler ve İmamlar on iki kişidir; hepsi de Kureyş’tendir.”

Bazı rivayette ise; “Hepsi de Haşim oğullarındandır.” diye yer almıştır.

Süleyman Belhi Yenabi, s. 446’da ise bazı Ehl-i Sünnet alimlerinin şöyle dediğini rivayet etmektedir:

“Peygamber (s.a.a)’in kendinden sonraki halifelerin on iki kişi olduğu hususunda birçok meşhur hadis vardır. Peygamber (s.a.a)’in kendinden sonraki halifeleri tayin etmekten maksadı da Ehl-i Beyt (a.s) İmamlarıdır. Bu hadisler diğer sahabilerden olan halifelere tatbik etmez. Zira Peygamber (s.a.a) on iki kişi olduğunu belirtmiştir. Halbuki onlar dört kişidir.

Hakeza Ümeyye oğulları sultanlarına da tatbik edilemez. Zira onlar da on üç kişiydiler. Ayrıca Ömer bin Abdulaziz dışında hepsi de zalimdiler. (Ömer’in zulmü için de hilafeti gasbetmesi ve zamanındaki İmamı inzivaya itişi yeterlidir.)

Ayrıca onlar Haşim oğullarından da değildi. Halbuki Peygamber (s.a.a) hepsinin Haşim oğullarından olduğunu açıkça beyan etmiştir. Ayrıca Abbasiler sultanlarına da tatbik etmemektedir. Çünkü onlar da otuz beş kişiydiler. Ayrıca Allah’ın; “De ki ben buna karşılık sizden akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemiyorum...”[6] ayetinde buyurduğu üzere Ehl-i Beyt (a.s)’ın hakkına riayet etmemişlerdir.

Dolayısıyla Peygamber (s.a.a)’den bu konuda rivayet edilen hadisler sadece Ehl-i Beyt (a.s) imamlarına tatbik etmektedir. Onlar zamanının en alimleri, yüceleri, takvalıları, soyluları, faziletlileri, Allah-u Teala indinde en kerimleri idiler. Onların ilimleri babalarından, babalarının ilmi de Peygamber (s.a.a)’den veraset yoluyla gelmiştir. İlim, tahkik, keşf ve tevfik ehli olanlar onları böyle tanımış ve tanıtmıştır.

Hakeza Peygamber (s.a.a)’in buyurduğu on iki kişinin Ehl-i Beyt (a.s) İmamları olduğunu teyit eden hadislerden biri de Sünni ve Şii’nin tevatüren rivayet etmiş olduğu Peygamber (s.a.a)’in şu Sekaleyn hadisidir:

“Sizlere iki değerli emanet bırakıyorum; Allah’ın kitabıyla itretimi. Bunlar havuzda yanıma gelinceye kadar asla birbirinden ayrılmazlar. Bunlara sarıldığınız takdirde asla sapmazsınız.”

Bu kitapta (Yenabi’de) rivayet edilen birçok hadisler de hep bu manayı teyit etmektedir.”

İşte bunlar Ehl-i Sünnet alimlerinin görüşleridir. O halde yanlışlığa düşüp Şii Müslümanları Rafızî diye adlandırmayın. İşin içinde ilim ve insaf olursa, Sünni olsun veya Şii mutlaka bu temiz görüşleri ifade edecektir. Bu rivayetlerin yanı sıra bizzat kendi görüşleri de siz beylere yol gösterici olmalıdır. Şiiler Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyti’ne (a.s) uyuyorlarsa, bu Kur’ân-ı Kerim’in ve Peygamber (s.a.a)’in emri üzeredir. İmamların isimleri, sayıları ve yüce sıfatları sadece Şii rivayetlerde mütevatir olarak rivayet edilmemiştir, bizzat kendi alimlerinizin kitabında da yer almıştır. Ehl-i Sünnet alimleriyle farkımız şudur: Onlar rivayeti naklediyorlar, Ehl-i Beyt (a.s) hakkındaki ayetleri yazıyorlar, görüş belirtiyorlar. Ama adet üzere hiçbir delil olmaksızın atalarına uyuyorlar. Bazıları da bağnaz oldukları için dilleriyle tasdik etmiyorlar. Bu insanlar asla gelişememiş ve akılları heva ve adetlerinin etkisi altında kalmıştır.

Bazen de Peygamber (s.a.a)’in rivayetleri hakkında ilim ehlini şaşkınlığa sevk eden soğuk teviller yapıyorlar. Eğer gerçekten bağnazlık ve inadı bir kenara bırakacak olurlarsa, ilim akıl ve insaf kılavuzluğunda gerçeği apaçık göreceklerdir.

Nitekim H. 255 yılında ölen el-Beyan ve’t- Tebyin kitabının sahibi Ebu Osman Amr bin Bahr Cahiz Basri el-Mutezili aliminiz bu apaçık gerçeği itiraf etmiştir. Hace Kelan Hanefi de Yenabi’ul- Mevedde’nin 52. babında onun şu sözlerini rivayet etmektedir:

“Ehl-i Beyt (a.s)’ın diğerlerinden üstünlüğü hakkında çekişmek akılları noksanlaştırmakta ve güzel ahlakı bozmaktadır. Halbuki bize hakkı talep etmek, hakka uymak, Allah’ın kitabındaki muradını talep etmek, bağnazlık ve hevayı terk etmek ve geçmişlerimizi taklitten kaçınmak gerekir.”

Ama maalesef bilmeden kalemleri böyle yazsa da adet ve bağnazlıkları ilim ve akıllarına galebe çalmakta, apaçık gerçeklerin aksine atalarına tabi olmakta ve akıl sahiplerini üzmektedirler. Adet ve bağnazlıkları yüzünden cedelleşmekte, nefislerine uyarak haksız yere başkalarını Ehl-i Beyt (a.s)’dan öne geçirmekte ve bu konudaki Kur’ân naslarını ve muteber rivayetleri bir kenara iterek delilsiz olarak atalarına uymaktadırlar.

Cehalet ve bağnazlıkları yüzünden rey ve kıyas ehli olan Ebu Hanife, Malik ve diğer kimselere uymaktadırlar. Ama Ehl-i Beyt (a.s) fakihi İmam Cafer-i Sadık’a teveccüh etmemektedirler. Halbuki büyük alimleri İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi’nın ön sözünde şöyle diyor: “Bunlar, Ehl-i Beyt (a.s)’ın ilim ve bilgisinden istifade etmişlerdir.”

 Ama biz Şiiler Allah’dan korktuğumuz ve ahirete inandığımız için Ehl-i Sünnet kitaplarında yer alan bu sahih rivayetleri gördüğümüzde bağnazlık ve adetlerin etkisinde kalmadan Peygamber (s.a.a)’in buyruklarına ve Allah’ın emirlerine kalben ve lisanen tabi oluyoruz. Böylece de ebedi saadete ulaşacağımızı umut ediyoruz. Çünkü Peygamber (s.a.a) ebedi kurtuluş ve saadeti Ehl-i Beyt’e (a.s) uymada karar kılmıştır.

Nitekim büyük alimlerinizden Hafız İbn-i Ukde, Ahmed bin Muhammed Kufi el-Hemdani, kendi alim ve şeyhlerinden, onlar da Abdulkays’dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: “Basra’da Ebu Eyyub Ensari’den uzun bir hadis duydum. Bu hadisin bir bölümünde Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

“Mirac gecesi Arş’ın direğinde şöyle yazıldığını gördüm: La ilahe illallah Muhammed’un Resulullah (s.a.a), onu Ali ile güçlendirdim; Ona Ali ile yardım ettim.”

Ayrıcada şöyle yazılmıştı: “Hasan, Hüseyin, Ali, Ali, Ali, Muhammed, Muhammed, Cafer, Musa, Hasan ve Hüccet.”

Allah-u Teala’ya; “Bunlar kimdir?” diye sordum, şöyle vahiy oldu: Bunlar senden sonraki vasilerindir. Onları sevenlere ne mutlu, onlara buğz edenlere ise yazıklar olsun.”

(Daha sonra Nevvab beye dönerek, dün akşam sorduğu sorunun cevabının yeterli olup olmadığını sordum.)

Nevvab: Teşekkür ederim. En güzel şekilde beyan ettiniz, içimizde hiçbir şek ve şüphe kalmadı. Allah-u Teala size ve bizlere hayırlar versin. (Oradakilerin “amin” sesleri.)

(Ben de içtenlikle amin dedim. Çünkü Allah’dan başka hiç kimseden bir karşılık beklemiyordum. Allah-u Teala Ehl-i Beyt (a.s)’ın yüzü suyu hürmetine bizlere merhamet buyursun. Bugüne kadar merhamet etmiş olduğu gibi son güne kadar da sonsuz merhamet ve lütuflarda bulunsun.)

Davetçi: Mecliste olan herkesten özellikle de Hafız beyden ve Ehl-i Sünnet kardeşlerimden söz uzadığı için özür dilerim. Ama sözümün sonunda değerli kardeşlerimi uyandırmak için içimdeki inançları özetle ifade etmek istiyorum. Bu bütün Sünni ve Şii kardeşlerime bir mesajımdır.

Evvela; bilmelisiniz ki geceler boyu yaptığımız toplantılarda zikrettiğim ayet ve rivayetler karşı tarafa galip gelmek için nakledilmemiştir. Biz sizi karşımızda bir düşman görmüyoruz. Biz sizleri karşımızda Haricilerin ve Nasibilerin sözlerinin etkisinde kalan Müslüman kardeşlerimiz olarak görüyoruz. Özellikle de Nasibi, Harici ve Emevilerin Ehl-i Beyt’e düşmanlığı ve bu konuda uyandırdıkları şüpheleri de çok iyi biliyorum. Bu yüzden kin ve düşmanlık olmaksızın, mantık ve Kur’ân üzere saf kalplerindeki tozları silmeli, apaçık gerçekleri ispat etmeli, onları Harici ve Nasibilerin ortaya attıkları şek ve şüphelerden kurtarmalıyız.

Eğer Allah-u Teala ve Peygamber (s.a.a)’in emrettiği ve büyük alimlerinizin bizlere ulaştırdığı hak ve apaçık gerçek yoluna girecek olursak, (açıkça beyan ediyorum, Ehl-i Sünnet alimlerinin yazdıkları, insanı velayet yolunun makamına ulaştıran en iyi kılavuzdur) gerçek saadet ve güvene ermiş olacağız. Eğer inat ve bağnazlık, bu yolda birlikte olmamıza engel olursa, yine de kin ve düşmanlığa kapılmadan kardeşçe birbirimize sarılmalı, tevhit yolunda vahdet içinde hareket etmeli, Kur’ân düşmanlarının arzularına ulaşmasına engel olmalıyız.

Bugün Müslümanlar her zamandan daha çok vahdete muhtaçtır. Etrafımızda sayısız düşmanlar var. Onların bizlere yegane galibiyet yolu da nifak ve ihtilaflardır. Peygamber (s.a.a) de şöyle buyurmuştur: “İslâm garip geldi, garip gidecektir.” Peygamber (s.a.a)’in haber verdiği zaman belki de bugündür. Zira İslâm’ın gurbet özellikleri açıkça ortadadır.

İslâm, Arap yarımadasında zuhur edince ve Peygamber (s.a.a) insanlara gönderilince, tevhit alemi küfrün muhasarası altındaydı. Din düşmanları Peygamber (s.a.a)’in çektiği zahmetleri yok etmek istiyordu. Yahudiler, Hıristiyanlar, maddeciler, putperestler ve uşakları o günün dünyasına hakim idiler. Bir avuç tevhid ehli bütün küfür hakimiyeti karşısında güç gösterisinde bulunamıyordu. Peygamber (s.a.a) büyük zahmetlerle onlar karşısında direndi. Çok kısa bir süre sonra tevhid dinini yüceltti ve müşriklere galip geldi. Dünyada ilim ve tevhid bayrağını dalgalandırdı. Peygamber (s.a.a)’i kafir ve müşriklere galip kılan özellik tevhid ve vahdetti. “La ilahe illallah deyin ki kurtulasınız.” nidasıyla dağınık Arapları birleştirdi ve bir araya getirdi.

Peygamber (s.a.a)’in bu yüce öğretileri ve sağladığı vahdet sayesinde bir avuç Müslüman küfür dünyasına galip geldi. Yarım asır geçmeden tevhid bayrağı, Kostantaniyye, Medain ve hatta İspanya’ya kadar dalgalandı.

Eğer “...İslam garip gidecektir.” hadisine dikkat edecek olursak, açıkça İslâm aleminin kafirlerin muhasarası altında olduğunu görürüz. Dünyada tevhit ve mantığa dayalı gerçeklerin bayraktarı da sadece Müslümanlardır. Bu yüzden düşmanlar da biz Müslümanlara saldırmaktadır. Bir taraftan materyalistler, Zimokratis, Mermend, Mezdek, Darvin, Bahner ve uşakları, bir taraftan da Hıristiyan misyonerler ve makam perest Vatikan papazları muvahhid Müslümanları muhasara altına almış, bizi yok etmeye çalışıyorlar.

Sömürgecilerin bizi yok edip bizlere hakim olmasının yegane yolu nifak ve ihtilaftır. Bütün güçleriyle Müslümanlar arasına fitne sokmaya çalışıyorlar. Nifak ve kötümserlikle onlara galip gelmeye, hükmetmeye uğraşıyorlar. “Böl, yönet!” siyasetini uyguluyorlar.

Şii ve Sünni kardeşler! Biliniz ki bugün İslâm gariptir. Peygamber (s.a.a) dağınık Arapları bir araya getirerek düşmanına galip geldiği gibi, bugün de yegane galibiyet yolumuz, ittifak ve ittihat içinde olmamızdır.

Tatlı dilli Fars şairi şöyle diyor:

Güzelliğin tatlılığınla birlikte dünyayı sardı,

 Evet birlik olunca dünya alınır.

Düşmanların gücünden korkmayınız, sadece maddi teçhizatla değil, onlar tank top ve diğer maddi silahlarla donanmışsa da, siz maddi ve manevi teçhizatlarla donanmaya çalışın. Kur’ân Enfal suresi 60. ayette şöyle buyuruyor:

“Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihat için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın. Onunla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah’ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz...”

Toplumda manevi açıdan da hazırlıklı olmalısınız. İttihat ve vahdet içinde olmalısınız. Kalplerinizi temizlemeli, kötümserlik ve ihtilaftan uzaklaşmalı, Müslümanları Sünni, Şii, Sufi ve benzeri isimlerle birbirinden ayırmamalısınız.

Ama eğer ihtilafa düşer, birbirinize karşı savaşmaya kalkarsanız, kesinlikle yüzsuyunuzun döküleceğini, izzetimizin yok olacağını bilmelisiniz. Zira ihtilaflar ve çekişmeler insanların yüz suyunu döker, izzetini yok eder. Nitekim Enfal suresi 46. ayette ise şöyle buyuruyor:

“...Birbirinizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider...”

Hakeza En’am suresi 153. ayette ise şöyle buyurmaktadır:

“Şüphesiz bu benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun, (başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah’ın yolundan ayırır...”

Hakeza Âl-i İmran suresi 103. ayette şöyle buyurmaktadır:

Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a) sımsıkı yapışın, parçalanmayın...”

Kaybetmiş azametinizi elde etmek ve ilk saadetinize ermek istiyorsanız, (sekiz yüz yıl dünyada ilim, medeniyet, siyaset ve efendilik makamına sahiptiniz) tevhitle ve vahdetle donanmanız gerekir.

Allah-u Teala Âl-i İmran suresi 139. ayette ise şöyle buyuruyor:

“Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanıyor-sanız, üstün gelecek olan sizsiniz.”

Birlik beraberlik için, aranızdaki su-i zanları yok etmelisiniz. Birbirinize kötümser olmamalısınız. Birbirinizin gıybetini etmemelisi-niz. Su-i zanda bulunmak ve gıybet etmek nifak ve ihtilafların asıl nedenidir. Kur’ân, gıybeti büyük günahlardan saymakta ve açıkça gıybet ve su-i zannı yasaklayarak Hucurat suresi 12. ayette şöyle buyurmaktadır:

“Ey İman edenler! Zannın çoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinin arkasından çekiştirmesin...”

Peygamber (s.a.a) de bir hadiste şöyle buyuruyor:

“Gıybetten sakının; gıybet, zinadan daha kötüdür.”

Gıybetin zinadan kötü olmasının nedeni, zinanın şahsi zararının, gıybetinse türsel (diğer kimselere) zararlarının olmasıdır. Öyle ki denildiği üzere, eğer zina eden tövbe ederse şartsız kabul edilir. Ama gıybet eden gıybet etmiş olduğu kimseyi razı etmediği takdirde, tövbesi kabul olmaz. Bunun detaylı şartları geniş kitaplarda yer almıştır.

Müslümanların birbirine kötümser olmasının, kin ve düşmanlıkla bakmasının sebeplerinden biri gıybettir. Gıybeti terk ederseniz ihtilaflarınız ortadan kalkar. Müslüman kardeşlerinize kötü zanda bulunmayınız. Dedikodudan sakının, aksi takdirde Allah’ın ve insanların gazabına uğrarsınız. Laf taşıyanlar ve gıybet edenler fitnecilerdir. Bunları kendinizden uzaklaştırınız. Aranıza ihtilaf ve fitne sokmalarına müsaade etmeyiniz. Onlar yabancıların uşaklarıdır. Onlar genelde yabancıların ajanlarıdır. Din kılığı içinde ihtilaf çıkarmaya çalışıyorlar. Düşmanların galebesi için ortam hazırlıyorlar. Bazıları konuşmalarıyla, bazıları da kalemiyle Şia aleyhine kitaplar yazarak Müslümanlar arasında düşmanlık yaratıyorlar. Üç yüz milyon Şii alemini İslâm dünyasından ayırmaya çalışıyorlar.

Muhterem beyler dikkat etmelidirler ki, ilmi tartışmalar ve dini münazaralar, Müslümanlar arasında kin ve düşmanlık icat etmemelidir. Ne kadar farklı inançlarımız da olsa, hepimiz “La ilahe illallah, Muhammed Resulullah (s.a.a)” diyoruz. Hepimizin bir kitabı, bir kıblesi var, biz de zahire bakmalıyız. Gerçi zahir mecazdır, ama bir gün, “mecaz, apaçık gerçeğin köprüsüdür” kaidesince apaçık gerçeğe dönüşebilir. O halde birbirimizle kardeş olmalıyız, tevhid düşmanlarına, bizlere galip olması için fırsat vermemeliyiz.

Sünni ve Şiiler birbirine kin ve düşmanlıkla bakmamalıdır. Birbirine karşı iyimser olmalıdır.

Ben bütün Müslümanlardan küçüğüm, bir vaiz ve mübelliğ olarak ilan ediyorum ki, eğer alim veya cahil, canlı veya ölü herhangi bir Sünni kardeşime karşı düşmanlık ve kötümserlik içindeysem, Allah’ın kudret ve kuvvetinden dışarı olayım, bu büyük bir yemindir. Her nerede bir Sünni kardeşimi görsem onu bir kardeş gibi kabul ettim, sevinç ve dertlerime ortak bildim.

Ehl-i Sünnet kılığına giren bir avuç harici ve nasibiler, yazdıkları yazılar ve sözleriyle Müslümanlar arasına fitne sokmakta, Şia aleyhine kitaplar yazarak onları tekfir etmekte, halkı Şiiler aleyhine tahrik etmekteler.

Şii Müslümanları katliam etmek ve Şia alimlerinin ölüm fetvasını vermek, bu tür insanların tahrikleri neticesinde olmuştur. Onlarla anlaşamayız, onlar kafirlerin uşaklarıdır. Efendilerinin emriyle Müslümanların arasına fitne sokuyorlar. İttihat feryadıyla perde altında Müslümanlar arasında ihtilaf çıkarmaya çalışıyorlar. Her Müslüman cahil olsun veya alim, bu tür insanları hangi makamda olurlarsa olsunlar kendilerinden uzaklaştırmalı, Müslümanlar arasında birliği sağlamalıdırlar.

Bunlar üçüncü halife Osman bin Affan’ın etrafına toplanıp halife adına her işi yapan ve Müslümanları tahrik etmek için onu mektuplar yazmaya zorlayan kimselerin takipçileridir. Sonunda Osman öldürülünce de, “Müslümanlar halifesini öldürdü.” diyerek İslâm’a büyük bir darbe indirdiler. Sonra da Muaviye ve Yezid’in etrafına toplanarak Ehl-i Beyt’i ve taraftarlarını katlettiler. Müslümanların tarihini lekelediler. Şimdi de her yerde kitap, makale ve dergilerle fitne ateşini yakıp Müslümanlar arasında ihtilaf çıkarmak istiyorlar.

Beyler, lütfen Muaviye’nin müşaviri olan Rumlu köle Sercun’un hayatına bir bakınız. Bir esir olarak Muaviye’nin sarayına girmiş ve bütün işlerde Muaviye’nin danıştığı bir kimse haline gelmiştir. Nitekim Muaviye ölürken de sözde akıllı olduğu için Sercun ile istişarede bulunulmasını vasiyet etmiştir. Yezid de Hz. Hüseyin hakkında onunla istişare etti. Sercun işi bitirmesi için Ubeydullah’ı Kufe’ye vali tayin etmesini istedi. Yezid de Ubeydullah’ı Kufe’ye hakim kılarak Ehl-i Beyt (a.s)’ın katline ve Kerbela olayına neden oldu. O halde yabancılar, her zaman farklı elbise ve isimlerle Müslümanlar arasına girmiş ve yabancıların hakimiyeti için ortam hazırlamışlardır.

Lütfen bu dediklerimi not alınız. Burada olmayanlara ulaştırınız. Harici ve Nasibiler karşısında el ele veriniz. Birbirinizin cami ve toplantılarına katılınız. Birbirinize karşı merhametli olunuz. Bir kaç kelime ilmi sohbetler için birbirinizden ayrılmayınız. Allah-u Teala’ya yemin ediyorum ki, tartıştığımız on gün boyunca hiçbir Müslüman’a karşı kötü gözle bakmadım. Şimdi de burada Sünni kardeşlerimin güzel ve nurani yüzlerini görüyorum. Sürekli onlarla dost olmak ve dini işlerde samimice birlikte çalışmak istiyorum.

Muhterem beyler, Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyt’i, bizlere Müslümanlarla iyi geçinmeyi emretmiş ve kendileri de böyle davranmışlardır. Nitekim bir rivayette ravi İmam Sadık’a şöyle diyor: “Ben muhaliflerin camisinden nefret ediyorum, orada namaz kılmak istemiyorum, bu iyi midir yoksa kötü mü?” İmam Sadık şöyle buyuruyor:

Camiler Allah’ın evleridir, bilmiyor musun yapılan her cami, Peygamber’in veya öldürülen Peygamber’in vasisinin kabri üzerine bina edilmiştir, o halde orada o Peygamber’in veya vasisinin bir damla kanı vardır. O kan sebebiyle de Allah-u Teala o camilerde anılmasını istemiştir. Öyleyse orada farzları ve nafilelerinizi kılın.”

Şia alimleri bu tür rivayetlerden çok yüce anlamlar çıkarmışlardır. Ama öğle vakti yaklaştığı için hepsini rivayet edemiyorum. Merhum Seyyid Mehdi Bahr’ul- Ulum Menzume-i Fıkhiyye’de şöyle demiştir:

Camilerde namazın faziletinin sırrı,

Orada şehit edilen masumun kabri sebebiyledir.

Bu fazilet orada dökülen tertemiz kan sebebiyledir,

Allah-u Teala onu kendisini anan kul için tertemiz kılmıştır.

Beyler, işte Ehl-i Beyt (a.s), taraftarlarını böyle terbiye etmiştir. Beyler, farz ve nafile namazlarınızda birbirinizin camilerinize gidiniz, birbirinize hakaret etmeyiniz, düşmanlar çeşitli ihtilaflarla ve fıkhi farklılıklarınızı bahane ederken sizi birbirinize düşürmekte, aranıza nifak ve düşmanlık sokmaktadır. Onların aksine fıkhi ihtilaflarınıza aldırmadan hepiniz kendi yolunuza devam ediniz, birbirinize karşı dost ve merhametli olunuz.

Şii ve Sünni kardeşler, eli bağlı ve açık, mühürlü veya mühürsüz (toprak parçasına veya halıya secde ederek) yan yana namaz kılınız. Birbirinizin cami ve toplantılarına katılınız. Hanbeliler, Malikiler, Şafiiler ve Hanefiler bütün fıkhi ihtilaflarına rağmen kardeşçe yaşadıkları gibi Şii kardeşlerini de muhabbetle kucaklayarak ibadet ve inançlarınızın gereğini yapmalı, birbirinize hakaret etmemelisiniz. Birbirinize düşmanca bakmayınız.

Alim kılığında da olsa sizi birbirinizin aleyhinize tahrik etmeye çalışan birini gördüğünüzde, kesin bilin ki o yabancıların uşağıdır. Aranıza fitne sokarak yabancılara ortam hazırlamaktadır. İslâmi azametinizi korumak için onları kovunuz.

Beyler, nifak ve ihtilaflardan kaçınmanın en iyi yolu, Hz. Ali (a.s)’ın gösterdiği yoldan yürümektir. Herkes kendi akli inançlarını korusun, birbiriyle ittihat etsin, Müslümanlar birbiriyle ihtilafa düşmesin.

Hz. Ali (a.s) kendini hilafete layık gördüğü halde Şıkşıkıyye hutbesinin başında şöyle diyor: “Allah-u Teala’ya and olsun ki Ebi Kuhafe oğlu, hilafete göre yerimin değirmen taşının mili gibi olduğumu bildiği halde hilafeti bir gömlek gibi giyindi...”

Ama Peygamber (s.a.a)’in vasiyeti üzere O’nu yıkayıp kefenledikten sonra Sakife fitnesinden haberdar oldu ve kendini bir avuç muhalifler karşısında gördü. Halbuki ümmet arasında, Peygamber (s.a.a)’den gizli veya açık, hakkında nas olan Hz. Ali (a.s )’den başka birisi yoktu. Büyük sahabiler ve Haşim oğulları Hz. Ali (a.s)’ın etrafında toplandılar. Ebu Süfyan önderliğindeki Ümeyye oğulları da Hz. Ali (a.s)’ı kıyama davet ettiler. Ama Hz. Ali (a.s) aklı ve düşüncesiyle, kıyam etmiş olduğu takdirde İslâm’da bölünmelerin olacağını anladı.

İhtilaf sebebiyle yıllardır fırsat kollayan düşmanlar Müslümanlara galebe çalacak, dini ortadan kaldıracak ve yeni Müslüman olmuş kimseler İslâm’dan dönecekti. Bu yüzden bütün zorluklara rağmen sabretti ve şöyle buyurdu: “Gözümde diken, boğazımda kemik parçası kalırcasına sabrettim.”

Muhalifleriyle savaşmadı; çünkü İslâm daha yeni gelmişti ve iç savaşla büyük bir fitne kopacaktı. Bu da İslâm’ın yok olmasına neden olabilirdi. Bu yüzden muhalifleriyle idare etmeye çalıştı. Kendi inançlarında sabit olduğu halde İslâm dinini güçlendirmek için camiye gidiyor, namaz kılıyordu. Fırsatçılara fırsat vermiyor, fitneleri önlüyordu. Nitekim defalarca şöyle buyurmuştur:

“Allah-u Teala’ya and olsun, Müslümanların tefrikasından ve küfre dönüşlerinden korkmasaydım, hakkımı almak için kıyam ederdim ve bu durumu değiştirirdim. Ama sabretmenin Müslümanların kanını dökmekten daha hayırlı olduğunu görünce sabrettim.”

Böylece sahabenin büyüklerinden olan dostlarını ve Şii Müslümanları da muhalefetten alı koydu. Sadece ilk bir kaç gün kendi hakkaniyetini ispat etmek için tartıştı. Ama sonraları halifelerin hilafeti müddetince ihtilafa sebep olacak hiçbir harekette bulunmadı. İslâm’ı korumak ve Müslümanları güçlendirmek için onlarla idare etmeye çalıştı. İslâm’ın gurbet günü olan bu günde Müslümanlar, bağnazlık ve inatlarını bir kenara atmalıdırlar.

Haklılığımız akıl, nakil ve sünnetçe de sabit olmasıyla birlikte Peygamber (s.a.a)’den sonra olan olayları asla inkar edemeyiz. Zahirde sırasıyla Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali hilafete geçmiş, Peygamber (s.a.a)’in haber verdiği o otuz yılda İslâm’a büyük hizmet edilmiş, tevhid bayrağı tüm dünyada dalgalanmıştır.

Hz. Ali (a.s ) da hakkaniyetini defalarca beyan etmiş olduğu halde ve kendini hilafet sahibi bildiği halde İslâm’ın zahirini korumak ve fitneyi önlemek için cami ve cemaatlere katılıyor, kendisiyle istişare edilince de sorunları hallediyor, çocuk ve Şialarını da iş ve hizmete teşvik ediyordu. Dolayısıyla biz de Müslümanlar arasında fitne çıkmasına müsaade etmemeliyiz. Toplumu ifsat eden fitnecileri kendimizden uzaklaştırmalı, yabancılara fırsat vermemeliyiz. Onlar İslâm’ı yok etmek ve Müslümanları zelil kılmak istiyorlar. Hakkaniyeti ispat etmek ve delil göstermek düşmanlık sebebi olamaz. Biz de tartıştığımız on gece boyunca haklılığımızı ortaya koymaya çalıştık ve çalışacağız.

Ama Hz. Ali (a.s), kendini gerçekleşmiş bir olay karşısında görünce, nasıl fitne ve fesat çıkmasın diye sabretti ve muhalefet etmediyse, biz de tarihte olup biten bir işle karşı karşıyayız. Tarihe baktığımızda Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Hz. Ali (a.s) her ne yolla olursa olsun birbiri ardınca hilafete geçmiş, birbirleriyle birliği sağlamışlardır. Sünni kardeşler, Nasibi, Harici ve İslâm düşmanlarının istememesine rağmen Şii Müslümanların cami ve mukaddes mekanlarına gitmeli, birlik ve beraberlik içinde olmalıdırlar. Birbirlerine kin ve düşmanlıkla bakmamalıdırlar. Kardeşlik içinde yabancılara engel olmalıdırlar. Düşmanlar, buldukları en küçük bir zaaf noktasından sızmakta ve birliğinizi bozmak istemektedirler.

Bu birlik sayesinde İslâm dünyasında görülen bütün gevşeklik ve zaafları yok etmeye çalışın. İlk başta alimler, kavmin büyükleri, sonra da bütün Sünni ve Şiiler bu konuda fedakarlık etmelidirler. Bu büyük sorumluluğu üstlenmeli, ihtilafları birlik ve beraberliğe dönüştür-melidirler.

Bugün büyük bir gündür. Mücahitlerin önderi Hz. Hüseyin’in kutlu doğum günüdür. Hz. Hüseyin H. 61 yılında Kerbela’da büyük bir birlik oluşturdu. 72 kişi tek yürek halinde tevhid düşmanlarının karşısında saf kurdular. Zahiren mağlup olsalar da onların o cesareti, birliği ve fedakarlığı tevhid bayrağını tüm dünyada dalgalandırdı ve tüm dünyada düşmanların kökünü kazıdı.

Beyler, duyduğum kadarıyla bizim ilmi tartışmalarımızdan düşmanlar su-i istifade etmek ve Müslümanlar arasına fitne sokmak istiyorlar. Onların bu tahrikleri genç kardeşlerimizi etkileyebilir ve korkunç sonuçlara neden olarak düşmanları sevindirebilir. O halde uyanık olun, kanmayın, bilin ki Müslümanların bölünmesi ve birbirlerine düşmanlığı İslâm düşmanlarının sevinmesine neden olacaktır.

Son olarak buradaki Şii Sünni bütün kardeşlerimden rica ediyorum, bugün kutlu bayram günüdür, minberden inince İslâm’ın emrettiği üzere tokalaşarak kucaklaşın, samimice sarışın, birlik ve beraberlik içinde olun. Allah korusun birbirinize kırgınsanız, Allah-u Teala rızası ve İslâm’ın vahdet ve azameti için bunu gidermeye çalışın, ben de hepinize can-u gönülden hizmete hazırım.

Şimdi öğle vaktidir. Camiye gidene kadar öğle namazının vaktinde kılma faziletini kaçırabiliriz. Bu yüzden burada cemaat namazı kılalım. Hamt olsun Şii ve Sünni alimleri buradalar. Hangisini öne geçirirseniz ben de ona uyarım. İslâm ve Müslümanların birliğine katkıda bulunarak Allah’tan ve ceddim Peygamber (s.a.a)’den sevap ümit ediyorum. Düşmanlar bilsinler ki Sünni ve Şiiler arasında asla nifak, ikilik ve kötümserlik yoktur. Hepimiz kafirlere karşı savaşmak için her türlü fedakarlığa hazırız.

Ayrıca dün geceki aziz misafirlerimiz, ilim ve bilgi sahibi Hafız Muhammed Reşid ve Şeyh Abdüsselam vedalaşıp vatanlarına dönüyorlar. Ben de Meşhed’e İmam Rıza’yı ziyarete gitmek istiyorum. Bütün kardeşlerime, özellikle de burada bana büyük sevgi gösteren Şiilere minnettarım. Sünni Şii bütün Müslümanların izzetini, selametini, başarısını ve birliğini Ehl-i Beyt (a.s)’ın yüzü suyu hürmetine yüce Allah’tan diliyorum. Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi hepinizin üzerine olsun.




[1] - Nisa/59.

[2] - Vakıa/10.

[3] - Nisa/59.

[4] - Maide/55.

[5] - Tevbe/16.

[6] - Şura/23.

 

index