ONUNCU OTURUM

 

(3 Şaban 1345 Pazar akşamı)

Akşam üstü muhterem beyler Hz. Hüseyin’in mübarek doğum günü münasebetiyle büyük bir kalabalık halinde geldiler. Şerbet ve tatlı ikramından sonra sohbet etmek isteyince, Nevvab Abdulkayyum Han da geldiler. Hal hatır sorma, şerbet, tatlı ve çay ikramından sonra sohbet başladı.)

Nevvab: Kıble sahip (alicenap)! Çok özür diliyorum, oturum resmen başlamadan önce izin verirseniz bir soru sorayım.

Davetçi: Rica ediyorum, buyurun sizi dinliyoruz.

Ömer’in İlmi Makamı Hakkında Soru ve Onun Yanıtı

Nevvab: Bu sabah bir grup insan evimde toplanarak hep sizin iyiliğinizi andılar. Önceki geceler yaptığınız konuşmaları gazete ve dergilerden okuyor ve tartışıyorlardı. İslâmi Kalec Vaschool’da[1] okuyan oğlum bana şöyle dedi: Birkaç gün önce üstatlarımızdan biri derste bir münasebetle şöyle dedi:

“Asr-ı Saadette Medine’de büyük fakihlerden biri de Ömer bin Hattab idi. O Kur’ân, ilmi ve fıkhi meseleler hakkında büyük bir görüş sahibiydi. Ali bin Ebi Talib, Abdullah bin Mes’ud, Abdullah bin Abbas, İkrime, Zeyd bin Sabit ve diğer alimler arasında Ömer daha alim ve seçkin biriydi. Bütün sahabeden ilmi ve fıkhi açıdan üstün olan Ali bile, bazı fıkhi konularda aciz kalınca Ömer’e müracaat ediyor, onun ilminden istifade ediyor, birçok ilmi ve fıkhi sorunlarını onun sayesinde hallediyordu!”

Evime gelenler de bunu tasdik ederek; “Alimlerimiz, Ömer’in ilim ve amel açısında asrının dahilerinden olduğunu açıkça beyan etmiştir.” dediler.

Ben din ve tarih hakkında tam bir bilgim olmadığı için sustum, dostlara ve özellikle de oğluma bu konuyu size sormaya söz verdim. Burada Şii ve Sünni alimlerin huzurunda konuyu size bildiriyorum. Bizlere sahabenin ilmi makamını beyan ediniz, lütfen bu konuyu tartışın ki herkes istifade etsin. Böylece her sahabenin ilmi değerini bilelim. Hangi sahabe ilmi açıdan daha üstündür, haberdar olalım. Dostlarım ve oğlum da buradadır. Bizleri bilgilendirirseniz çok memnun oluruz.

Davetçi: (O okulda tarih, coğrafya ve İngilizce öğretmeni olan Şia bilginlerinden Yusuf Ali Şah Bey’e konuyu sordum. O hangi öğretmenin olduğunu bilmediğini ve ne dediğini duymadığını belirtti. Bunun üzerine şöyle devam ettim:)

Kim söylediyse çok ilginçtir, bilemiyorum bu sözleri neye dayanarak söylemiş! Sıradan insanların sözlerinde ifrat tefrit çoktur. Ama bir öğretmenin sözleri delil ve mantığa dayanmalıdır. Bu ilimsiz ve fanatik öğretmen her kimse önceki alimlerin hiçbirisinin iddia etmediği bir iddiada bulunmuştur. Mutaassıp İbn-i Hazm-ı Zahiri ve benzeri alimleriniz buna benzer şeyler söylemişse de büyük alimlerinizce red edilmiştir.

Ayrıca buna bizzat bu sözün sahibi de razı olmaz. Hatta Ömer’in kendisi bile böyle bir iddiada bulunmamış, hiçbir aliminizin kitabında böyle bir şey ifade edilmemiştir. Ömer bin Hattab’ın biyografisini yazan alimler de daha çok onun siyasetçi, katı ve zekası konusunu incelemiş, Ömer’in ilmi konusu hakkında hiçbir açıklamada bulunmamışlardır. Öyle olmuş olsaydı, biyografisinde onun ilmi hakkında da bir bab tahsis edilirdi. Aksine bu sözün tam tersine Şii ve Sünni kitaplar Ömer’in ilmi ve fıkhi meseleler hakkında pek bir şey bilmediğini ve sıkıştığında Ali (a.s), Abdullah bin Mes’ud ve diğer Medine fakihlerine müracaat ettiğini yazmışlardır. Özellikle de İbn-i Ebi’l- Hadid’in rivayet ettiğine göre Ömer, her zaman sorulan sorular hakkında kendine yardımcı olması için Medine fakihlerinden Abdullah bin Mesud’un kendi yanında bulunmasına ısrar ediyordu.

Şeyh: (Biraz kızarak) Hangi kitapta, Ömer’in dini ve fıkhi konularda bilgisiz olduğu yazılıdır.

Davetçi: Evvela; rica ederim sinirlenmeyin, on gecedir açıkça bize ihanet ettiniz, kafir, müşrik ve bidat ehli diye itham ettiniz asla yerimden bile kalkmadım, sinirlenmedim, size delil ve burhan üzere cevap vermeye çalıştım. Eğer sizin de bir deliliniz varsa buyurun beni susturun. Her akıllı ve insaflı insan delil ve burhanlar karşısında asla inat etmemeli, sinirlenmemeli, aksine teslim olmalıdır. Zira sinirlilik insanın yabancılar karşısında gülünç hale düşmesine neden olur.

Ayrıca da safsata ediyorsunuz, ben Ömer’in dini konularda nasipsiz olduğunu söylemedim, ilmi ve fıkhi meselelere ihatasının olmadığını söyledim. Bu da bir iddia değildir, aksine ispat da edebilirim.

Şeyh: Ömer’in dini meselelere ihatasının olmadığı konusundaki deliliniz nedir?

Davetçi: Delilim Şii ve Sünni kaynaklarda yer alan rivayetlerdir. Ayrıca tarihçilerinizin de yazdığı üzere Ömer’in kendisi de bunu defalarca itiraf etmiştir.

Şeyh: Eğer bildiğiniz rivayetler varsa konuyu aydınlatmak için lütfen beyan ediniz.

Bir Kadının, Şer’i Bir Meselede Ömer’i Dediği Sözden Pişman Etmesi

Davetçi: Şimdi aklımda olan birkaç rivayet nakledeceğim, lütfen siz de biraz insaflı olunuz.

Büyük alimlerinizden Suyuti, Dürr’ul- Mensur c. 2 s. 133’de, İbn-i Kesir, Tefsir c. 1 s. 468’de, Zemahşeri, Keşşaf c. 1 s. 357’de, Fazıl Nişaburi, Garaib’ul- Kur’ân Tefsiri c. 1 Nisa suresinin zımnında, Kurtubi Tefsir c. 5 s. 99’da, İbn-i Mace, Sünen c. 1’de, Sindi, Sünen’nin 1. cildinin haşiyesinde s. 583’de, Beyhaki, Sünen c. 7 s. 233’de, Kastalani İrşadu’s-Sari Şerh-u Sahih -i Buhari C. 8 s. 57de, Muttaki Hindi, Kenz’ul- Ummal c. 8 s. 298’de, Hakim Nişaburi, Müstedrek c. 2 s. 177’de, Ebu Bekir Bakalanî, Temhid s. 199’da, İcluni, Keşf’ul- Hifa c. 1 s. 270’de, Kadı Şevkani, Feth’ul- Kadir c. 1 s. 407de, Zehebi Telhis-u Müstedrek’te, İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 3 s. 96da, Hamidi Cem’un- Beyn’es- Sahihayn’de, İbn-i Meğazili Menakıb’da, İbn-i Esir Nihaye’de ve diğer birçok alimleriniz farklı, lafız ve tabirlerle kendi kitaplarında sahih olduğunu belirterek şöyle rivayet etmişlerdir: “Bir gün Ömer halka bir hutbe okudu ve şöyle dedi: “Her kim evlenir ve mehirini 400 dirhemden fazla yaparsa ona had uygularım, ondan fazlasını kendisinden alır, beytülmale katarım.”

Kadının biri kalkıp yüksek bir sesle şöyle dedi: “Ey Ömer! Senin sözün mü kabule daha evladır, yoksa Allah’ın sözü mü?” Ömer; “Elbette Allah’ın sözü” diye cevap verdi. Kadın bunun üzerine şöyle dedi: “Allah-u Teala Nisa suresi 20. ayette şöyle buyurmuyor mu?:

Eğer bir eşi bırakıp da yerine başka bir eş almak isterseniz, onlardan birine yüklerle mehir vermiş olsanız dahi ondan hiçbir şeyi geri almayın.”

Ömer bu ayete ve kadının verdiği bu cevaba şaşırarak şöyle dedi: “Hepiniz, hatta evlerinde perde gerisinde oturan kadınlar bile Ömer’den daha bilgili ve fakihtir.”

Daha sonra minberin üstüne çıkarak şöyle dedi: “Ben sizi dört yüz dirhemden fazla mehir vermekten alıkoydum. Ama şimdi isteyen malından daha fazlasını verebilir, bunun bir sakıncası yoktur.”

Bu rivayetten de anlaşıldığı gibi Ömer Kur’ân-ı Kerim ve fıkhi hükümlere vakıf biri değildi. Yoksa alim bir kadın karşısında bu duruma düşmez ve “kadın isabet etti, erkek ise hata!” demezdi.

Şeyh: Hayır öyle değil, Ömer halkı sünnete uymaya çağırıyordu. Çünkü şer’i açıdan mehrin fazlası câiz olsa da terk etmek evladır. Fakir insanları göz önüne almak gerekir. Dolayısıyla Peygamber (s.a.a)’in hanımlarına verdiği mehiri, bütün kadınlar için ölçü yapmak istiyordu.

Davetçi: Bu kabul edilemez bir özürdür. Halife bile bunu göz önünde bulundurmamıştır. Aksi takdirde acizlik ve hata itirafında bulunmaz, herkesin hatta perde gerisindeki karıların bile kendisinden daha fakih olduğunu beyan etmezdi. O kadın karşısında sizin dediğinizi tekrarlardı. Ayrıca her akıllı insanın da bildiği gibi sünnet olan bir şey için, harama girmek olmaz. Zira Kur’ân-ı Kerim’in kadın için tahsis etmiş olduğu mehiri beytülmala katmak asla câiz değildir.

Hepsinden de öte haram olmayan ve bir suç teşkil etmeyen böyle bir şey için had uygulamak oldukça yersiz bir şeydir. İslâmi fıkıhta böyle bir hat yoktur. Eğer siz biliyorsanız beyan edin. Eğer yoksa o halde o öğretmenin iddiası yersizdir. Ömer nerede bozulursa muhatabını korkutmak için sinirli bir halde had uygulayacağını beyan ederdi.

Nitekim Ahmed bin Hanbel Müsned’de, Hamidi Cem’un- Beyn’es- Sahihayn’de, Taberi Tarih’inde ve diğer alimleriniz de kendi kitaplarında şöyle rivayet etmişlerdir: “Peygamber (s.a.a) dünyadan göçünce Ömer, Ebu Bekir’in yanına gidip şöyle dedi: “Korkuyorum ki Peygamber ölmemiş ve dost ve düşmanını tanımak için hile yapmıştır. Veya Musa gibi kaybolmuş yeniden gelecek ve kendine muhalefet edenleri cezalandıracaktır; o halde kim Muhammed öldü derse ona had uygularım.”

Ebu Bekir bu cümleleri duyunca o da şek etti, bunu duyan halk da ıstıraba düştü ve aralarında ihtilaf çıktı. Hz. Ali (a.s) bunu duyunca hemen halkın arasına çıkarak şöyle buyurdu: “Ey insanlar, bu ne cahilane sözlerdir. Siz Allah’ın şu ayetini unuttunuz mu?: “Şüphesiz ki sen öleceksin, onlar da ölecekler.” O halde bu ayetin hükmü gereği de Peygamber (s.a.a) dünyadan göçtü.”

Böylece insanlar Peygamber (s.a.a)’in öldüğüne yakın ettiler. Ömer de; “Güya ben bu ayeti duymamıştım.” dedi.

İbn-i Esir Kamil ve Nihaye’de, Zemahşeri Esas’ul- Belağa’da, Şehristani Milel ve Nihel’in 4. Mukaddimesinde ve diğer alimleriniz de kendi kitaplarında şöyle yazmışlardır:

Ömer; “Peygamber (s.a.a) ölmemiştir” diye feryat edince, bunu duyan Ebu Bekir kendisine şöyle dedi: “Allah-u Teala şöyle buyuruyor: “Şüphesiz ki sen öleceksin, onlar da ölecekler.”

Hakeza şu ayeti okudu: “O ölür ve ya öldürülürse, topuklarınızın üzerinde geri mi döneceksiniz.”[2]

Bunu duyan Ömer sustu ve; “Bu ayeti sanki hiç duymamıştım, şimdi öldüğüne yakin ettim.” dedi.

Allah aşkına, o öğretmenin boş iddialarda bulunduğunu şimdi tasdik ediyor musunuz?

Ömer’in, Zina Eden Beş Kişinin Recm Edilmesine Emretmesi ve Hz. Ali’nin Ömer’i Bu

Hükümde Uyarması

Hamidi Cem’un- Beyn’es- Sahihayn’de şöyle rivayet ediyor: “Ömer zamanında beş adamı getirip bunların bir kadınla zina ettiğini söylediler. Ömer o beş kişinin hemen recm edilmesini emretti. O sırada camiye gelen Hz. Ali (a.s) hükmü duyunca Ömer’e; “Burada Allah’ın hükmü, senin verdiğin hükümden farklıdır.” diye buyurdu.

Ömer: “Ey Ali zina ettikleri sabittir; hükümleri de recmdir.” dedi.

Hz. Ali (a.s): “Zina hükmü insanlara oranla farklıdır; burada farklı olan yerlerden biridir.” buyurdu.

Ömer: “O halde Allah’ın ve Resulünün hükmünü beyan et. Çünkü Peygamber (s.a.a) defalarca; “Ali en bilgili olanınız ve en iyi hüküm vereninizdir.” buyurmuştur, dedi.

Hz. Ali (a.s) o beş kişinin getirilmesini istedi. Birinin boynunun vurulmasını, ikincisinin recm edilmesini, üçüncüsüne yüz kırbaç, dördüncüsüne elli kırbaç, beşincisine de yirmi beş kırbaç vurulmasını emretti.

Ömer şaşkınlık içinde şöyle dedi: “Ey Ali, bu nasıl iş! Bir hüküm hakkında beş ayrı hüküm verdin! Bunun üzerine Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Birincisi zimmi idi. Müslüman kadınla zina etmiş olduğu için İslâm zimmetinden çıkmıştı. İkincisi evliydi, bu yüzden onu taşladık. Üçüncüsü bekardı, yüz kırbaç vurduk. Dördüncüsü köleydi, haddin yarısını uyguladık. Beşincisi de akılsızdı bu yüzden yirmi beş kırbaç vurduk.”

Bunun üzerine Ömer şöyle dedi: “Ali olmasaydı Ömer helak olurdu. Ey Ali, senin olmadığın ümmet arasında bir gün yaşamak istemem.”

Ömer’in, Hamile Bir Kadının Recm Edilmesine

Emretmesi ve Hz. Ali’nin Onu Bu İşten Sakındırması

Muhammed bin Yusuf Genci Kifayet’ut- Talib’in 58. babının sonunda, imam Ahmed bin Hanbel Müsned’de, Buhari Sahih’de, Hamidi Cem’un- Beyn’es- Sahihayn’de, Şeyh Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde, 14. bab, s. 75’de (Harezmi’nin Menakıb’ından naklen), imam Fahr-u Razi Erbain s. 476’da, Taberi Riyaz’un- Nazre c. 2, s. 196’da, Hatip Harezmi Menakıb s. 48’de, Muhammed bin Talha Metalib’us- Süul s. 13’de, İmam’ul- Harem Zehair’ul- Ukba s. 80’de şöyle rivayet etmekteler:

“Ömer bin Hattab’ın yanına hamile bir kadını getirdiler, kadın zina ettiğini itiraf etti. Ömer de bunun üzerine recm edilmesini emretti. Ali Ömer’e şöyle dedi: “Senin hükmün kadın hakkında geçerlidir, ama rahminde olan çocuk hakkında geçerli değildir (Çünkü çocuk suçsuzdur, katli câiz değildir).”

Hz. Ali’nin bu sözü üzerine kadını bıraktılar. Ömer şöyle dedi: “Kadınlar Ali gibi birini doğurmaktan acizdir; eğer Ali olmasaydı Ömer helâk olurdu. Allah’ım, Ali hayatta olmadığı hiçbir karmaşık sorunda beni hayatta bırakma.”

Ömer’in, Deli Bir Kadının Recmedilmesine

Emretmesi Ve Hz. Ali (a.s)’ın Bu İşe Mani Olması

Hakeza imam Ahmed bin Hanbel Müsned’inde, İmam’ul- Harem Ahmed bin Abdullah Zehair’ul- Ukba s. 81’de, Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde 14. bab s. 75’de (Hasan Basri’den naklen), İbn-i Hacer Feth’ul- Bari c. 12, s. 101’de, Ebu Davud Sünen c. 2, s. 227’de, Sibt bin Cevzi Tezkire s. 87’de, İbn-i Mace Sünen c. 2, s. 227’de, Minavi Feyz’ul- Kadir c. 4, s. 357’de, Hakim Nişaburi Müstedrek c. 2, s. 59’da, Kastalani İrşad’us- Sari c. 10, s. 9’da, Beyhaki Sünen c. 8, s. 264’de, Taberi Riyaz’un Nazre s. 196’da, Buhari Sahih’de “La Yurcum’ul- Mecnun ve’l Mecnune Babı”nda ve diğer alimleriniz de kendi kitaplarında şöyle rivayet etmişlerdir:

“Bir gün deli bir kadını Ömer’in yanına götürdüler. Kadın güya zina etmişti. Kadın zina ettiğini itiraf edince, Ömer onun recm edilmesini emretti. Bunun üzerine Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu: “ Ne yapıyorsun? Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu duydum; ‘Üç kişiden kalem kalkmıştır: Uyanıncaya kadar yatandan, iyileşinceye ve aklı başına gelinceye kadar deliden ve ihtilam oluncaya kadar çocuktan.” Bunun üzerine o deli kadını bıraktılar.”

İbn-i Semman, Muvafika kitabında bu tür birçok hadis rivayet etmiştir. Bazı kitaplarda da Ömer’in bu çeşit hatalarından yüzden fazlasını rivayet etmişlerdir. Ama vakit olmadığı için örnek olarak bu kadarıyla yetiniyoruz.

O halde siz beyler de kabul etmelisiniz ki bu iddialarda bulunan o bilgisiz öğretmen, tümüyle olaylardan habersizdir. Nefsani arzuları ve bağnazlığı üzere konuşmuştur, ondan mutlaka bunun delilini sormak gerekir ki asla hiçbir delil ikame edemez. Şii ve Sünni nezdinde de kesin olduğu üzere ashap arasında Hz. Ali (a.s)’dan daha bilgili ve fakih bir kimse yoktu.

İbn-i Sabbağ Maliki’nin Hz. Ali’nin İlim ve Faziletleri Hakkındaki Beyanı

Nitekim İbn-i Sabbağ Maliki Fususl’ul- Muhimme’nin 3. fasıl s. 17’sinde, Hz. Ali (a.s) hakkında şöyle diyor:

“Hz. Ali’nin ilimlerinden biri fıkıh ilmiydi. O bu konuda insanların mercisi, helal ve haramın kaynağıydı. Şüphesiz Ali bütün zor hükümleri biliyor ve onların gerçeklerini tanıyordu. Her hükmü yerinde ve makamında görüyordu. Peygamber (s.a.a) de bu yüzden hüküm ilmini Ali’ye özgü kılmıştır. Nitekim imam Beğevi Mesabih kitabında Enes’den şöyle rivayet ediyor: “Peygamber (s.a.a) ashabından her birini layık olduğu bir işe tahsis ederken, Ali’yi de hüküm ve yargıya özgü kıldı ve şöyle buyurdu: “Ali hepinizden daha iyi hüküm verendir.” [3]

Muhammed bin Talha bu hadisi Metalib’us- Süul s. 22’de Kadı Beğevi’den rivayet ettikten sonra şöyle diyor: “Bu hadis de göstermektedir ki Peygamber (s.a.a) bütün ilimleri Ali’ye tahsis etmiştir. Zira hüküm verme hakkı bütün ilimleri bilen kimseye mahsustur. Ayrıca bu kimse, aklı kemale ermeli, temyiz sahibi olmalı, gaflet ve unutkanlıktan uzak olmalıdır.”

İbn-i Sabbağ daha sonra birçok delillerle Ali (a.s)’ın ümmet arasında en bilgili ve faziletli kimse olduğunu beyan etmektedir.

O halde siz beyler bu hadisleri iyice düşünür ve kendi alimlerinizin sözleriyle karışlılaştıracak olursanız, bu öğretmenin bilgisizliğini tasdik edersiniz. Gerçekten de o yersiz bir iddiada bulunmuştur. Zira Ali (a.s)’ın makamı diğer sahabilerin makamıyla kıyas edilmekten münezzehtir. Bu öğretmen kraldan çok kralcılık etmiştir. Zira bizzat Ömer, Ali (a.s) karşısında acizliğini itiraf etmiş ve hilafeti döneminde âlimlerinizin de rivayet etmiş olduğu üzere 70 defa; “Ali olmasaydı Ömer helak olurdu.” demiştir.

Ömer asla kendisine böyle bir şeyin isnat edilmesine razı olamazdı. Gerçekten bu tür övgüler, sahibinin de razı olmadığı şeylerdir. Bu bilgisiz ve bağnaz öğretmenin aksine imam Ahmed bin Hanbel Müsned’de, İmam’ul- Harem Ahmed Mekki Zehair’ul- Ukba’da, Şeyh Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde’nin 56. babında, Taberi de Riyaz’uz Nazre, c. 2, s. 195’de Muaviye’nin şöyle dediğini rivayet etmektedirler:

“Ömer bin Hattab, herhangi bir problemle karşılaştığında Ali’ye müracaat eder ve hükmü ondan alırdı.”

Ebu’l- Haccac Belvi, kendi kitabında (Elifba) c. 1, s. 222’de şöyle naklediyor: “Muaviye Hz. Ali’nin şahadetini duyunca şöyle dedi:

“Ali bin Ebi Talib’in ölümüyle, ilim ve fıkıh da öldü.”

Said bin Museyyib’den ise şöyle dediğini naklediyor: “Ömer, Ebu’l- Hasan (Hz. Ali)’nın olmadığı zamandaki sorunlarla karşılaşmaktan Allah’a sığınırdı.”

Ebu Abdullah Muhammed bin Ali Tirmizi, Feth’ul- Mubin’de şöyle diyor: Ashab, Kur’ân hükümlerinde Ali’ye müracaat ediyor, ondan fetva alıyordu. Nitekim Ömer birçok defa şöyle demiştir:

“Ali olmasa Ömer helak olurdu.”

Peygamber (s.a.a) de şöyle buyurmuştur:

“Ümmetimin en alimi Ali bin Ebi Talib’tir.”

Tarih ve hadis kitaplarından da yer aldığı üzere Ömer ilmi mer-tebeler ve fıkhi meselelerde oldukça bilgisizdi. Çok açık hükümlerde bile hata ediyor ve orada bulunanlar hata ettiğini anlıyordu.

Şeyh: Halife hakkında böyle şeyler demek asla doğru değildir. Halifenin dini hüküm ve meselelerde yanlışlık yapması asla mümkün değildir!

Davetçi: Bunu ben söylemiyorum, büyük alimleriniz gerçeği keşfetmiş ve kendi muteber kitaplarında yazmışlardır.

Şeyh: Lütfen onlardan sadece bazısını senetleriyle beyan ediniz ki yalan ve doğru ortaya çıksın ve iftira eden rüsva olsun.

Ömer’in Hz. Peygamber Zamanında Teyemmüm Hakkında Yanılması, Hilafeti Döneminde ise Yanlış Hüküm Vermesi

Davetçi: Ömer’in yüzden fazla yanlışı kaydedilmiştir. Ama şu anda aklıma geldiği kadarıyla vakti de göz önünde bulundurarak onlardan sadece birini arz etmek istiyorum.

Müslim bin Haccac Sahih’in Teyemmüm babında, Hamidi Cem Beyne’s Sahihayn’de, Ahmed bin Hanbel Müsned c. 4, s. 265 ve 319’da, Beyhaki Sünen, c. 1, s. 209’da, Ebu Davud Sünen, c. 1, s. 53’de, İbn-i Mace Sünen, c. 1, s 201’de, imam Nesai Sünen, c. 1, s 59-61’de ve diğer alimleriniz de kendi kitaplarında farklı yollar ve tabirlerle şöyle rivayet etmişlerdir:

“Ömer’in hilafeti zamanında adamın biri gelerek ona şöyle dedi: “Ben cünüp oldum, su da bulamadım, ne yapacağımı bilemiyorum.” Ömer ona şöyle dedi: “Su bulamadıkça namaz kılma, su bulunca guslet.” Orada bulunan Ammar bin Yasir şöyle dedi: “Ey Ömer, unutmuşa benziyorsun, seferlerin birinde ben ve sen gusletmek istedik. Su olmayınca sen namaz kılmadın, ben de teyemmüm için bütün bedenimi toprağa sürmem gerektiğini düşündüğümden yerlerde yuvarlandım ve namaz kıldım. Peygamber (s.a.a)’in yanına varınca Peygamber (s.a.a) güldü ve şöyle buyurdu:

“Teyemmümde iki elini birlikte toprağa vurman, her ikisini birlikte alnına sürmen, sonra sol elinin içini sağ elinin üstüne, sonra da sağ elinin içini sol elinin üstüne meshetmen yeterlidir.”

O halde neden; “Namaz kılma” diyorsun? Ömer’in verebileceği bir cevap olmadığı için “Ey Ammar, Allah’tan kork.” dedi.

Ammar; “Bu hadisi rivayet etmeme izin verir misin?” diye sordu. Ömer de; “İstediğini yap” diye cevap verdi.

Beyler, eğer muteber kitaplarınızda yer alan bu hadis üzerinde iyice bir düşünecek olursanız, o öğretmenin yersiz olarak Ömer’in sahabenin en büyük fakihi olduğunu söylemiş olduğunu siz de anlarsınız.

Nasıl olur da gece gündüz vatanında ve seferde Peygamber (s.a.a) ile olan ve Peygamber (s.a.a)’den su bulunmadığı takdirde teyemmüm etmesi gerektiğini duyan, ayrıca da “Su bulamazsanız temiz toprağa teyemmüm ediniz.” ayetini okuyan bir fakih, nasıl olur da Müslüman birine yanlış hüküm verebilir ve; “Eğer su bulamazsan namaz kılma” diyebilir? Halbuki Kur’ân su bulunmadığı takdirde temiz toprağa teyemmüm edilmesini emretmektedir.

Ayrıca teyemmüm meselesi de abdest ve gusül gibi sıradan insanların bile bildiği bir hükümdür. Peygamber (s.a.a)’in sahabesi ve halifesi olan birinin, bunları başkasına öğretmesi için kendisinin de mutlaka bilmesi gerekir.

Ömer’in kasıtlı olarak hükmü yanlış söylediğini ve dini tahrif etmek istediğini söyleyemiyorum Ama meseleleri kavramada ve hükümleri ezberlemede zayıf hafızalı biri olabilir. Nitekim bu yüzden bizzat kendi alimlerinizin yazmış olduğuna göre büyük alim olan sahabe Abdullah bin Mesud’a; “Yanımdan ayrılma, bana soru sorduklarında sen cevap ver.” demiştir. Şimdi siz beyler, böylesine meseleleri bilmede yüzeysel olan birisiyle, ahkamın bütün teferruatını en ince detaylarına kadar bilen birisi arasında ne kadar fark olduğuna siz hükmedin.

Şeyh: Peygamber (s.a.a)’den başka hükümlerin detayını ve en ince teferruatını kim kavrayabilirdi.

Davetçi: Şüphesiz Peygamber (s.a.a)’den sonra Hz. Ali dışında sahabeden hiçbirisi böyle bir ilme sahip değildi. Bizzat Hz. Peygamber (s.a.a), Hz. Ali (a.s)’ın bütün sahabeden alim ve bilgili olduğunu açıkça beyan etmiştir.

Bütün İlimler, Hz. Ali’nin Yanında Elinin İçi Gibiydi

Nitekim Harezmi, Menakıb’ında şöyle rivayet etmiştir: “Ömer bir gün meraktan Hz. Ali’ye şöyle dedi: “Nasıl oluyor da sana sorulan tüm hükümlere, hiç düşünmeden cevap veriyorsun?”

Hz. Ali avuçlarını açarak; “Elimde kaç parmak var?” diye sordu.

Ömer; “Beş parmak var.” dedi.

Hz. Ali; “Neden düşünmeden hemen cevap verdin?” dedi.

Ömer; “Düşünme gereği duymadım. Çünkü beş parmak karşımda duruyor.” dedi.

Hz. Ali; “İşte bütün ilim ve hükümler benim karşımda şu elimin içi gibi duruyor. Dolayısıyla sorulara cevap verirken düşünme gereği bile duymuyorum.” buyurdu.

Beyler, öylesine büyük bir kültür merkezinde bir öğretmenin buğz veya sevgisi yüzünden böylesine delilsiz konuşması ve “Ömer öyle bir büyük alimdi ki Hz. Ali bile hükümleri ona soruyordu.” demesi vicdansızlık değil midir?

Muaviye’nin Hz. Ali’nin Makamını Savunması

Şimdi aklıma gelen ve dediklerime delil teşkil eden şu rivayeti de sizlere aktarmak istiyorum:

İbn-i Hacer-i Mekki Savaik 11. Bab 5. Maksad s. 110’da şöyle diyor: “İmam Ahmed bin Hanbel, Mir Seyyid Ali Hemedani ve İbn-i Ebi’l- Hadid şöyle rivayet etmektedir: “Adamın biri Muaviye’ye bir soru sorunca; “Git Ali’ye sor, o daha bilgilidir.” diye cevap verdi. Adam; “Senin cevap vermen Ali’nin cevap vermesinden daha güzeldir” deyince de Muaviye kızarak şöyle dedi: “Peygamber (s.a.a)’in ilim verdiği kimseyi mi hoş görmüyorsun? Peygamber (s.a.a) ona şöyle buyurmuştur: “Sen bana oranla Harun’un Musa’ya oranı gibisin; şu farkla ki benden sonra peygamber yoktur.” Ömer de ne zaman karmaşık bir hükümle karşılaştığında onu Ali’den öğrenirdi.”

İşte fazilet, düşmanların bile tanıklık etmiş olduğu bir şeydir. Ali (a.s)’ın en büyük düşmanı olan Muaviye’nin bu itirafı da Hz. Ali (a.s)’ın gerçek makamını göstermeye yeterlidir. Büyük alimlerinizden İbn-i Sabbağ Fusus’ul- Muhimme’de, Muhammed bin Talha Metalib’us- Süul’de, imam Ahmed bin Hanbel Müsned’de, Harezmi Menakıb’da, Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde’de ve diğerleri kendi muteber kitaplarında şöyle kaydetmişlerdir: “Ömer bin Hattap yetmiş kez, ‘Ali olmasaydı Ömer helak olurdu.’ demiştir. Ali olmadığı takdirde karışık meselelerde zor duruma düşeceğini itiraf etmiş, helak olacağını bildirmiştir.”

Ömer’in, Zor Sorular Karşısında Acizliğini

İtiraf Etmesi

İbn-i Sabbağ, Fusus’ul- Muhimme, 1. Fasıl 3. Bölüm, s. 18’de şöyle rivayet etmektedir: “Adamın birini Ömer’in yanına getirerek; “Nasıl sabahladın?” diye sordular. Adam şöyle dedi: “Fitneyi sevdiğim, haktan hoşlanmadığım, Yahudi ve Nasranileri tasdik ettiğim, görmediğim şeye iman ettiğim ve yaratılmamış şeyi itiraf ettiğim bir halde sabahladım.”

Ömer, Hz. Ali’yi çağırttı. Hz. Ali gelince olayın neden ibaret olduğunu kendisine anlattılar. Hz. Ali şöyle buyurdu: “Doğru demiştir. Fitneyi sevmesinden maksat, Allah’ın da Kur’ân’da buyurduğu gibi çocukları ve malı sevmektir. Zira Allah-u Teala şöyle buyuruyor: “Şüphesiz ki mallarınız ve evlatlarınız sizin için birer fitnedir.”

Haktan hoşlanmamasından maksat ise ölümdür. Nitekim Kur’ân şöyle buyuruyor: “Ölüm sarhoşluğu hak ve hakikat olarak gelmiştir...” [4]

Yahudi ve Nasranileri tasdik etmesinden maksat ise Allah-u Teala’nın şu sözüdür: “Yahudiler; ‘Nasraniler bir şey üzere değildir’ dediler, Nasraniler de; ‘Yahudiler bir şey üzere değildir’ dediler.”

(Yani Yahudiler Nasranilerin Nasraniler de Yahudilerin hak olmadığını beyan ediyor ve birbirini yalanlıyorlar. Bu adam da her ikisini tasdik ederek onları bu konuda doğruluyor.)

Görmediği şeye iman etmesinden maksat ise, görmediği Allah-u Teala’ya iman etmesidir.

Yaratılmayan şeye itiraf etmesinden maksat da kıyamettir ki henüz yaratılmamıştır.”

Bunun üzerine Ömer şöyle dedi: “Ali’nin olmadığı sorunlardan Allah’a sığınırım.”

Bu olayı Muhammed bin Yusuf, Kifayet’ut- Talib’in 57. babında başka bir yolla daha geniş bir şekilde Huzeyfe bin Yeman’dan, o da Ömer’den rivayet etmektedir.

Bu tür olaylar Ömer ve Ebu Bekir zamanında çokça vuku bulmuştur. Onlar cevap veremeyince Ali (a.s)’ı yardıma çağırmışlardır. Özellikle de Yahudi ve Nasrani alimleri veya materyalist düşünceli kimseler gelip soru sorunca sadece Hz. Ali onlara cevap verebiliyordu.

Buhari ve Müslim kendi Sahih’in’de, Nişaburi Tefsir’inde, İbn-i Meğazili Menakıb’da, Muhammed bin Talha Metalib’us- Süul 4. Bab s. 13’de, Hamidi Cem’un- Beyn’es- Sahihayn’de, imam Ahmed Müsned’de, İbn-i Sabbağ Fusul’ul- Muhimme s. 18’de, İbn-i Hacer Askalani Tehzib’ut- Tehzib s. 338’de, Kadı Fazlullah bin Ruzbehan Şirazi İbtal’ul- Batıl’da, Taberi Riyaz’un Nazre c. 2, s. 194’de, İbn-i Esir Usd’ul- Gabe c. 4, s. 22’de, İbn-i Kuteybe Tevil-u Muhtelif’il Hadis s. 201 ve 202’de, İbn-i Abdulbirr Kurtubi İstiab c. 2, s. 474’de, yine c. 3, s. 39’da, İbn-i Kesir Tarih c. 7, s. 359’da, Muhammed bin Yusuf Kifayet’ut- Talib 57. Bab’da, Suyuti Tarih’ul- Hulefa s. 66’da, Seyyid mümin Şeblenci Nur’ul- Ebsar s. 73’de, Semhudi Cevahir’ul- Akdeyn’de, Hacı Ahmed Efendi Bidayet’ul- Murtab s. 146 ve 152’de, Muhammed bin Ali Sebban İs’af’ur- Rağibin s. 152’de, Sibt bin Cevzi Tezkire s. 87’de, İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi, c. 1, s. 6’da, Ali Kuşçu Şerh-u Tecrit s. 407’de, Harezmi Menakıb s. 48 ve 60’da ve hatta bağnaz İbn-i Hacer Savaik s. 7’de, İbn-i Hacer Askalani İsabe c. 2, s. 509’da, İbn-i Kayyım Cevziye Turuk’ul- Hikemiyye s. 47 ve 53’de, birçok olay rivayet etmektedirler ki Ömer zor sorunlarda, özellikle de Rum Padişahının sorduğu zor sorularda Hz. Ali (a.s)’a müracaat etmiştir.

Velhasıl tevatüren rivayet edildiği üzere Ömer birçok olayda Ali (a.s)’a müracaat etmiş ve sorunlarını çözmüştür. Bu yüzden de bazen şöyle demiştir: “Ali’nin olmadığı sorunlarla karşılaşmaktan Allah’a sığınırım.” Bazen de şöyle demiştir: “Ali olmasaydı Ömer helak olmuştu.” Ve bazen de açıkça şöyle beyan etmiştir: “Ali olmasaydı Ömer neredeyse helak olacaktı.”

Bu bilgisiz öğretmenin aksine İbn-i Meğazili Menakıb’da ve Hamidi Cem’un- Beyn’es- Sahihayn’de şöyle rivayet etmektedirler: “Halifeler her zaman Hz. Ali ile istişare ediyorlardı. Din ve dünya işlerinde fetva merkezi Ali idi. Halifeler O’nun emir ve sözlerini dinliyordu, amel ve istifade ediyorlardı.”

Hz. Ali Hilafet Makamına Daha Layık ve Evla İdi

Nitekim biz de bunlardan bazısına işaret ettik. O halde Hz. Ali (a.s)’ın diğer kemalatları ve hakkında rivayet edilen onca nasların yanı sıra, O’ndan menkul bu hüküm ve olaylar da, basiret sahibi herkes için O’nun imamet, hüccet ve diğerlerinden öncelikli olduğunun en büyük delilidir. Zira a’lemiyet (herkesten ilmi çok olmak) insanın diğer kemallere sahip olduğu takdirde, evla ve layık olmanın en büyük delilidir. Nitekim Yunus suresi 35. ayette açıkça şöyle buyurulmaktadır:

“Öyleyse hakka ileten mi uyulmaya daha layıktır, yoksa doğru yola ulaştırılmadıkça kendisi hidayete ulaşmayan mı? Ne oluyor size? Nasıl hükmediyorsunuz?”

Elbette hidayet yolunu bilen, bilmeyenden ve hidayete muhtaç olan kimseye oranla insanlar için uyulmaya daha layıktır. Bu ayet, imamet, hilafet, dini ve dünyevi genel riyaset ve Peygamber (s.a.a)’in yerine geçme noktasında akli bir kaide olan mefzulun fazile (aşağı olanın üstün olana) tercih edilmeyeceğinin en büyük delilidir.

Nitekim Zümer suresi 9. ayette şöyle buyurulmaktadır: “De ki hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”

İnsaflıca Hüküm Vermek Gerekir

Beyler lütfen Allah’ın rızası için adetlerinizi ve bağnazlığı bir tarafa bırakıp insaflıca hüküm verin. Her konuda ilmi kuşatıcılığı apaçık ortada olan, Şii/Sünni hatta dinden uzak kimselerin dahi kabul etmiş olduğu ve Peygamber (s.a.a)’in tavsiyede bulunduğu bir şahsın alaşağı edilmesi insafa sığar mı? Onu gerçekten hile ve siyasetle işten alıkoymadılar mı?

Acaba bütün ümmet ve ashap arasında,Peygamber (s.a.a)’in ilim kapısı, muttakilerin İmamı ve Müslümanların efendisi olacak ve hilafette herkesten öne geçirebileceğiniz başka bir kimse var mıdır? Eğer Peygamber (s.a.a)’den sonra ümmet arasında Ali’den daha bilgili takvalı ve zahit birisini bulamazsanız, o halde aklın hükmü gereği tasdik edin ki Ali hak üzere olan bir İmam, halife, Peygamber (s.a.a)’in vasisi ve hilafete en layık olan kimseydi. Ama ne yazık ki, böyle bir insan hile ve oyunlarla işten uzaklaştırıldı.

Şeyh: Efendimiz Ali’nin (k.v) ilmi ve ameli faziletleri herkesin ittifak etmiş olduğu bir şeydir. Bir avuç inatçı, bağnaz ve cahil kimse dışında hiç kimse bunu inkar etmemiştir.

Ama şu da kesindir ki Ali (k.v) bizzat halifelerin hilafetini kabul etmiş, onların öncelik hakkına teslim olmuştur. Biz neden, sizin tabirinizle kraldan çok kralcı olalım, 1300 yıl sonra birbirimizle savaşıp Ali (a.s)’ın hakkının gasp edildiğini soralım? Neden barış içerisinde olmayalım? Tarihin ve alimlerinizin de tasdik etmiş olduğu üzere Peygamber (s.a.a)’den sonra Ebu Bekir, Ömer ve Osman sırasıyla hilafete geçmişlerdir. Biz de Hz. Ali’nin Peygamber (s.a.a)’e olan yakınlığı, ilmi ve ameli üstünlüğünü kabul ederek bir arada yaşayalım. Diğer dört Ehl-i Sünnet mezhebi birbiriyle uyum içinde olduğu gibi Şia da bize yakınlaşsın, uzak durmasın.

Elbette biz de efendimiz Ali’nin (k.v) ilmi ve ameli makamını inkar etmiyoruz. Ama siz de tasdik edersiniz ki yaş, siyaset, ihtiyat, tahammül ve düşmanlar karşısında sabır noktasında elbette ki Ebu Bekir daha üstündü ve bu açıdan ümmetin de icmasıyla hilafete geçti. Ali ise genç ve tecrübesiz olduğundan hilafet gücüne sahip değildi. Nitekim 25 yıl sonra da hilafete geçince siyaset gücü olmadığı için onca kanlar döküldü ve ayaklanmalar oldu!

Davetçi: Birden fazla konuya girdiniz. Aldığım notlar esasınca hepsine ayrı ayrı cevap vermek zorundayım.

Hırsız ve Ziyaretçiler Hikayesi

Evvela; Hz. Ali (a.s)’ın kendi rızayetiyle hilafeti kabul ettiğini beyan ettiniz. Burada aklıma bir şey geldi, örnek olsun diye arz edeyim. Eskiden İran’da meşrutiyetin ilk yıllarında yollar eşkıyalar tarafından emniyetsiz hale geldiği için mukaddes mekanların ziyaretçileri zorlukla gidip geliyorlardı. Ziyaret kervanı yolda hırsızların saldırısına uğruyor, esir alınıyor, malları paylaşılıyordu. İşte bu kervanların birinde yaşlı bir hırsız, mallar arasında kefen görünce sahibine bunun ne olduğunu sordu. Ziyaretçi o kefenin kendi malı olduğunu söyledi.

Hırsız; “Benim kefenim yok, bu kefeni bana bağışla ki helal olsun.” dedi.

Adam; “Bütün malım sizin olsun. Ama kefeni bana veriniz; çünkü ömrümün sonudur, bunu zorla aldım. Bu benim ümit vesilemdir” dedi.

Hırsız ne kadar ısrar ettiyse de adam vermedi. Hırsız kırbacı çekerek vurmak istedi ve; “Helal edinceye kadar seni döveceğim” dedi.

Biraz kırbaç yiyince zavallı adam; “Tamam helal ettim, annenin sütü gibi helal olsun” diye bağırdı. (Oradakilerin gülüşmesi.)

Elbette af edersiniz teşbihte hata olmaz, ben daha iyi anlayasınız diye bu örneği verdim. Herhalde daha önceki geceler söylediğim kesin tarihi delilleri unuttunuz. Halbuki İbn-i Ebi’l- Hadid, Cevheri, Taberi, Belazuri, İbn-i Kuteybe, Mes’udi ve diğerlerinin de tanıklık etmiş olduğu gibi Hz. Ali (a.s)’in evini ateşe verdiler. Onu başı açık abasız zorla camiye götürdüler, üzerine kılıç çektiler; “Biat et yoksa boynunu vururuz” dediler.

Allah aşkına insaflıca hükmedin, rızayet ve teslimiyetin manası bu mudur? Eğer ortalığı velveleye vererek, kapısını yakarak, kılıç çekerek, tehdit ederek biat almak rıza ve isteğin göstergesiyse, o halde zorbalık ve cebrin manası nedir?

İnşaallah eve gidince insaflıca, gazetelerde yer alan önceki açıklamalarımı bir daha dikkatlice okursanız Hz. Ali (a.s)’ın asla razı olmadığını açıkça görürsünüz. Bizi, o hırsızlar gibi başımıza vurarak “Hz. Ali razı idi” söylemeye mecbur edesiniz o başka.

İkinci olarak; 1300 yılın ardından dikkatli olmamız gerektiğini, kavga etmememiz icap ettiğini söylediniz. Evvela; biz de hiç kimseyle kavga etmedik, etmeyeceğiz. Sadece saldırılar karşısında kendimizi savunuyoruz. Ehl-i Sünnet kardeşler Şiilere saldırıyor, mallarını ve canlarını helal biliyor. Zavallı halka müşrik ve kafir olduğumuzu söyleyince biz de mecburen kafir ve müşrik olmadığımızı, muvahhid ve mümin olduğumuzu ispat etmeye çalışıyoruz.

Dini İnançlar Körü körüne Olmamalıdır

Üçüncü olarak; önceki gecelerde belirttiğim gibi dini inançlar taklit üzere olamaz. Tarihte de yer aldığı üzere dört halife, beyan ettiğiniz gibi sırasıyla hilafete geçtiler. Bizim de körü körüne adet ve geleneklerimiz etkisinde kalarak her şeyi kabul etmemiz asla doğru değildir. Halbuki akli ve nakli deliller de inançların araştırmalara dayanmasını, taklitten uzak olmasını gerektirmektedir.

Yine tekrar edeyim; ümmetin ekseriyeti ve büyük tarihçilerimizin yazmış olduğuna göre Peygamber (s.a.a)’den sonra insanlar ikiye ayrıldı. Bir grubu Ebu Bekir’e biat edilmesi gerektiğini söyledi. Bir grubu da hakkın Ali ile olduğunu ve Peygamber (s.a.a)’in; “Ali’ye itaat bana itaattir ve Ali’ye muhalefet bana muhalefettir.” buyurarak Ali için Müslümanlardan biat aldığını ifade etti.

O halde hepimiz iki tarafın da delillerini dinlemek, araştırmak ve incelemek zorundayız. Hangisini hak görürsek uyarız. Elbette akıl, nakil ve mantık üzere olan yol haklıdır.

Siz benim, atalarıma uyarak körü körüne Şia mezhebini kabullendiğimi mi zan ediyorsunuz? Hayır Allah’a and olsun ki kendimi tanıdığım günden beri sürekli hakkı araştırdım, önce Allah-u Teala hakkında dikkatli araştırmalar yaptım, materyalistlerin inançlarını gözden geçirdim ve sonunda Allah’a çok şükür tevhidi seçtim. Daha sonra Peygamberlerin risaletini ve davetçilerin yolunu araştırdım. Kitaplarını okuyarak her grubun alimleriyle tartıştım. Sonunda da delil ve burhan üzere ecdadım Resulullah (s.a.a)’in mukaddes dini İslâm’ı kabul ettim.

Peygamber (s.a.a)’den sonrası için de atalarımın etkisinde kalarak körü körüne yola koyulmadım. Şii ve Sünni’nin delillerini inceledim, yüzlerce muhalif kitaplar okudum. Allah’a and olsun ki sizin yüzlerce muteber kitaplarınız arasından Hz. Ali (a.s)’ın hilafet ve velayet gerçeğini tahkik ederek buldum.

İmamet ve hilafet hususunda, Şia alimlerinden çok Sünni alimlerin kitaplarını okuduğumu söyleyebilirim. Zira imametin ispatı noktasında Şii alimlerinin kitabında yer alan deliller, sizin kendi alimlerinizin kitaplarında mevcut olan delillerden daha kamil bir şekilde yer almıştır.

 Ama siz maalesef o ayet ve rivayetleri yüzeysel okuyorsunuz. Biz dikkatlice okuyoruz. Siz atalarınıza uyarak Hz. Ali (a.s)’ın hilafeti hakkındaki apaçık naslar olan ayet ve rivayetleri gülünç bir şekilde tevil ediyor, gerçek manasından uzaklaştırıyorsunuz.

Halbuki sizin kendi alimlerinizin kitabını dikkatlice okuyanlar, ister istemez Hz. Ali (a.s)’ın Allah’ın velisi, Resulullah (s.a.a)’in halifesi ve insanlara hüccet olduğunu tasdik edecektir.

Dördüncü olarak; Tarihçilerin sözüne uyup da Ebu Bekir, Ömer ve Osman’ı Ali’den öne geçirmemiz gerektiğini beyan ettiniz. Sizin bu sözünüz, akil ve nakile aykırıdır. Zira insanla hayvanın farkı, akıl, ilim ve fikirdir; körü körüne atalarını taklit edemez.

Örneğin: Bir müçtehit ölünce, yerine cahil birini geçirdiklerinde halkın körü körüne onu taklit etmesi gerekir mi? Özellikle de o şahsın fıkıh ve ilimden habersiz olduğu anlaşılırsa, akıl ve rivayetin de hükmettiği üzere onu taklit etmek haramdır. Bir alim varken cahili öne geçirmek câiz değildir.

O halde kaideler ve alimlerinizin nakilleri esasınca, Hz. Ali (a.s)’ın, var olan naslara ilaveten ilmi makamı sabit olursa, hilafet işinde önceliği de, akil ve nakil üzere sabit olmuş demektir. Peygamber (s.a.a)’in ilim kapısı olan Ali’den yüz çevirmek, aklen ve naklen kınanmıştır.

Ama tarihi vakıalar yönünden, elbette Peygamber (s.a.a)’den sonra Ebu Bekir’in 2 yıl üç ay, Ömer’in 10 yıl, Osman’ın 12 yıl hilafette kaldığını ve her birinin kendi yerinde bir takım hizmetler yaptığını da kabul ediyorum. Ama bunlar akil ve nakil esasınca da H<. Ali (a.s)’ı gerçekte onlardan sonraya atmamızı gerektirmez. Zira büyük alimlerinizden Şeyh Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde 38. Bab s. 112’de, “Onları tutuklayın çünkü onlar sorguya çekileceklerdir.”[5] ayetinin tefsirinde, Firdevs-i Deylemi’den, Ebu Naim İsfahani’den, Muhammed bin İshak’tan, Hakim’den, Himvini’den, Harezmi’den ve Meğazili’den, İbn-i Abbas, Ebu Said Hudri ve İbn-i Mes’ud vasıtasıyla Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

Onlar Hz. Ali (a.s)’ın velayetinden sorguya çekileceklerdir.”

Hakeza Sibt bin Cevzi Tezkire s. 10’da, Muhammed bin Yusuf Kifayet’ut- Talib 62. Babda, İbn-i Cerir o da İbn-i Abbas’dan bu ayetin tefsirinde, velayet hakkında sorguya çekileceklerini rivayet etmiştir.

Peygamber (s.a.a)’in Ümmeti Hz. Ali’ye İtaat Etmeye Emretmesi

Ayrıca; “Peygamber size neyi verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının.”[6] ayeti gereğince de Müslümanlar Peygamber (s.a.a)’in emrettiğine uymak zorundadır. Peygamber (s.a.a)’in sizin muteber kitaplarınızda da yer alan emirlerine müracaat ettiğimizde, Peygamber (s.a.a)’in ümmet arasında Hz. Ali (a.s)’ı ilim kapısı olarak tanıttığını, itaatini emrettiğini ve ona itaatin kendisine itaat olduğunu beyan ettiğini görüyoruz.

Nitekim imam Ahmed bin Hanbel Müsned’de, İmam’ul- Harem Zehair’ul- Ukba’da, Harezmi Menakıp’ta ve diğerleri kendi kitabında bunu açıkça yazmışlardır. Süleyman Hanefi Yenabi’ul- Mevedde’de, Muhammed bin Yusuf Kifayet’ut- Talib’de Peygamber (s.a.a)’den şöyle buyurduğunu rivayet etmekteler:

“Ey Ensar topluluğu, sizi, benden sonra sarıldığınız takdirde asla sapmayacağınız doğru yola hidayet edeyim mi?”

Halk; “Evet” dediklerinde Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdular:

Bu Ali’dir, onu seviniz, ona ikram ediniz, ona tabi olunuz; zira Ali Kur’ân’ladır, Kur’ân da Aliyle; o sizi hidayete ulaştırır, helakete götürmez. Size bu söylediklerimi Cebrail bana haber verdi.”

Hakeza önceki geceler senedini de arz etmiş olduğum gibi büyük alimlerinizin rivayet etmiş olduğu üzere Peygamber (s.a.a) Ammar-i Yasir’e şöyle buyurdu:

Bütün insanlar bir yolda gitse Ali de diğer bir yolda, sen Ali’nin yolundan git ve insanlardan uzaklaş.”

Hakeza birçok defalar farklı mekan ve zamanlarda şöyle buyurmuştur: “Ali’ye itaat eden bana itaat etmiştir, bana itaat eden de Allah’a itaat etmiştir.”

Bunları geçen gecelerde senetleriyle detaylıca açıkladım. Bu tür hadisler sizin itaplarınızda da çoktur ve manevi tevatür derecesine ulaşmıştır. Bunların hepsinde de Peygamber (s.a.a), Ali’nin yolundan gidilmesini, başkalarının yolundan gidilmemesini emretmiştir.

Aksine sizin kitaplarınızda Peygamber (s.a.a)’in kendisinden sonra doğru yola erişme yolunun veya ilim kapısının Ebu Bekir, Ömer veya Osman olduğunu söylediğine dair bir tek rivayet bile görmedim. Eğer siz gördüyseniz ve de uydurulmuş tek taraflı Ebu Bekir ve Emevilerin taraftarlarınca söylenmiş hadisler değilse, buyurun söyleyin, çok memnun oluruz.

Bütün bunlara rağmen siz Peygamber (s.a.a)’in ilim kapısı, doğru yola erişme yolu, vasisi ve halifesi olan Ali (a.s)’ı dördüncü mertebede karar kılmamızı, Peygamber (s.a.a)’in Ali (a.s)’a uyulması hakkındaki kitaplarınızda yazılan sayısız rivayetleri görmezlikten gelmemizi, körü körüne tarihe uymamızı ve haklarında hiçbir rivayet olmayan kimselere uymamızı beyan ediyorsunuz. Böyle bir şey mümkün müdür? Eğer dediğinizi yapacak olursak, akıl ve nakil açısından gülünç bir duruma düşmez miyiz; Allah-u Teala indinde sorumlu olmaz mıyız? Sizin dediğiniz gibi hareket edersek, Resulullah (s.a.a)’in emrine muhalefet etmiş sayılmaz mıyız? Bu konuda hüküm vermeyi siz beylerin vicdan ve insafına bırakıyorum.

Ehl-i Sünnet Alimleri Şiilerle

Yardımlaşmayı İstemiyor

Beşinci olarak; dört mezhebin birbiriyle uzlaştığı gibi uzlaşmamız gerektiğini beyan ediyorsunuz. Bu da olacak bir şey değildir. Zira sizler hiçbir delil olmadan Şii Müslümanları ve Ehl-i Beyt (a.s) taraftarlarını Rafızî, müşrik ve kafir sayıyorsunuz. Dolayısıyla mümin ve müşrik asla bir araya gelemez. Yoksa Ehl-i Sünnet camiasıyla ittihat ve ittifak etme noktasında biz de sizden daha önde ve hazırız. Elbette apaçık gerçekleri ortaya koyma noktasında hepimiz özgür olmalıyız, birbirimizi rahatsız etmemeliyiz. Dört mezhep, amelde özgür oldukları gibi Peygamber (s.a.a) Ehl-i Beyti’nin taraftarları da özgür olmalıdır.

Ama dört mezhepte bunca ihtilaflara rağmen, hatta bazen birbirlerini tekfir ettikleri halde, siz hepsini Müslüman sayıyor ve amelde onlara özgürlük veriyorsunuz. Fakat zavallı Şii Müslümanları müşrik ve kafir ilan ederek red ediyorsunuz. Onlara amel ve ibadet özgürlüğü tanımıyorsunuz. Nasıl olur da ittihat ve birlik içinde olabiliriz?

Türbete Secde Etme Konusunda İhtilaf

Türbete (temiz ve kutsal toprak parçasına) secde etme noktasında ortalığı velveleye veriyorsunuz. Bunu halkın gözünde putperestlik ilan ediyor, muvahhid Şiileri putperest sayıyorsunuz. Halbuki Allah-u Teala ve Peygamber (s.a.a)’in emriyle toprağa secde ediyoruz. Zira Kur’ân’da da secde emredilmiş ve sizin de bildiğiniz gibi secde alnı yere koymaktır. Ama neye secde edileceği hakkında aramızda ihtilaf vardır.

Şeyh: Neden siz de ihtilaf çıkmasın ve aradaki kötümserlik kalksın diye diğer Müslümanlar gibi secde etmiyorsunuz?

Davetçi: Neden siz Şafiiler, Hanefi, Maliki ve Hanbelilerle en önemli konumlarda ihtilaf halindesiniz, hatta bazen birbirinizi tekfir ediyor, fasık sayıyorsunuz. Neden ihtilaf çıkmasın diye hepiniz aynı şeye inanmıyorsunuz?

Şeyh: Fakihlerin fetvası farklıdır, bu dördünden hangisine uyarsak doğrudur ve sevap kazanırız.

Hakikatin Teessürle İbrâz Edilişi

Davetçi: Lütfen Allah aşkına insaflı olunuz. Nasıl oluyor da dört mezhep imamına uyma noktasında içlerinden sadece bazısının ilmi ve Allame Makrizi’nin Hutat kitabında itiraf etmiş olduğu üzere “Beybers”in emirlerine körü körüne uymaktan başka hiçbir deliliniz olmadığı halde, en temel meselelerdeki bütün ihtilaflarınıza rağmen, sırf uyduğunuz için sevap elde ediyorsunuz da, öte yandan ilim ve takva abidesi, kendi muteber kitaplarınızda ilimleri ve fıkıhları hususunda onca rivayet nakledilen, ilim ve fıkıh üstünlükleri kabul edilen, Kur’ân-ı Kerim’in dengi, kurtuluş yolu, muhalefetleri helak sebebi sayılan Ehl-i Beyt’e uyanları müşrik ve kafir sayıyorsunuz?

O halde siz de kabul edersiniz ki, kötümserlikler ihtilaf ve ayrılık sebebiyle değildir. Ehl-i Beyt (a.s)’ın buğz ve sevgisiyle ilgili bir olaydır. Bu durum, güzel ahlak ve sıfatlara sahip olmak, içini her türlü düşmanlık, kin ve hasetten arındırmak ve insaflı olmak sayesinde ortadan kalkabilir. Yoksa usul ve fur’uda siz Ehl-i Sünnet arasında da birçok ihtilaf vardır. Dört imamın fetvaları ve alimlerinizin verdiği hükümler, genelde Kur’ân-ı Kerim’in sarahatine aykırı olduğu halde siz asla birbirinize karşı kötümser değilsiniz. Ama Kur’ân hükmü gereği toprağa secde eden Şii Müslümanları müşrik, kafir ve putperest sayıyorsunuz.

Şeyh: Eğer laf değil de gerçek ise, o zaman lütfen Ehl-i Sünnet alimlerinin nerede Kur’ân sarahatine aykırı hüküm verdiğini açıklayınız!

Davetçi: Birçok hükümde sarih nassın, hatta cumhurun fetvasının aksine hüküm vermişlerdir. Vakit yeterli olmadığı için hepsine işaret edemeyeceğim. Bundan da öte birçok büyük alimleriniz dört mezhep arasındaki ihtilaflar hakkında çok sayıda kitap yazmıştır. Bu konuda Şeyh Tusi’nin Mesail’ul- Hilaf-i fi’l- Fıkh kitabına müracaat ediniz. Şeyh Tusi bu kitapta Taharet babından Diyat babına kadar bütün konuda İslâm fakihlerinin ihtilaflarını hiçbir özel görüşünü kullanmadan bir araya toplamış ve ilim ehline takdim etmiştir. Hepsini rivayet etmek mümkün olmasa da örnek olsun ve siz beyler bizim iftira etmediğimizi bilesiniz diye bir konuya kısa olarak değinmek istiyorum. Burada alimleriniz Kur’ân-ı Kerim’in sarahatine aykırı fetvalar vermişlerdir.

Şeyh: Buyurun söyleyin hangi konuda alimler nassa aykırı hüküm vermişlerdir?

Su Olmayınca Abdest ve Gusül yerine Teyemmüm Etmek Gerekir

Davetçi: Bildiğiniz gibi Taharet babında amellerden biri de mutlak suyla abdest ve gusül almaktır. Bazen bunlar farz, bazen sünnet, bazen de müstahaptır. Nitekim Maide suresi 6. ayette şöyle buyurulmaktadır:

“...Namaz kılmaya kalktığınız zaman yüzlerinizi ve dirseklerle beraber ellerinizi yıkayın...”

Bu esas üzere abdest halis ve temiz suyla alınmalıdır. Temiz suyun bulunmadığı yerde ise Kur’ân şunu emrediyor:

“Su bulamazsanız, temiz toprağa teyemmüm ediniz. Sonra yüzlerinize ve ellerinize sürünüz.”

Bu iki hüküm dışında bir hüküm beyan edilmemiştir. Evvela; abdest için su gerekir, su bulunmaz veya bir engel olursa abdest yerine teyemmüm edilir. Bu hüküm vatanda da gurbette de aynıdır. Bu konuda bütün mezhep fakihleri ittifak etmişlerdir.

Ebu Hanife’nin, Yolcunun Su Bulamadığı

Takdirde Gusül ve Abdestin Nebizle

Yapılabileceğine Dair Fetvası

Ama Ebu Hanife’nin fetvaları genelde kıyas üzeredir. Burada da seferde su bulunamadığı takdirde hurma nebiziyle (şırasıyla) de abdest alınabileceğini söylemektedir.

Halbuki herkesin bildiği gibi nebiz, hurma ve benzeri şeylerle karışık olan bir sıvı maddedir. Bununla abdest almak câiz değildir. Yani Kur’ân namaz kılmak için halis ve temiz su olmayınca da, temiz toprağa teyemmümü emretmektedir. Ebu Hanife’nin nebizle abdest alınıp gusledilebileceğini söylemesi, Kur’ân-ı Kerim’in apaçık hükümlerine muhalefettir.

Oysa Buhari Sahih’inde “Nebiz ve Uyuşturucu Maddelerle Abdest Almak Câiz Değildir” adında bir bab tahsis etmiştir.

Hafız: Gerçi ben Şafii’yim, ama ben de sizin gibi su olmayınca teyemmüm edilmesi gerektiği inancındayım. Bizim mezhebe göre nebizle abdest almak câiz değildir. Dolayısıyla zannedersem Ebu Hanife’nin bu fetvası şöhretten başka bir şey değildir.

Davetçi: Kesinlikle siz apaçık gerçeği bildiğiniz halde sahibinin de razı olmadığı bir iddiada bulundunuz. Ebu Hanife’nin bu fetvası şöhret değil, mütevatirdir. Aklımda kaldığı kadarıyla imam Fahr-u Razi Mefatih’ul- Gayb c. 3, s. 552’de, Maide suresi teyemmüm ayetinin tefsirinde şöyle diyor: “Şafii’ye göre, hurma nebizi ile abdest almak câiz değildir. Ebu Hanife’ye göre ise yolculukta câizdir.”

Hakeza büyük filozof İbn-i Rüşd Bidayet’ul- Müctehid’de Ebu Hanife’nin fetvasını rivayet etmektedir.

Şeyh: Ebu Hanife’nin nass aleyhine fetva verdiğini nasıl söyleyebilirsiniz! Halbuki birçok rivayetler Peygamber (s.a.a)’in böyle yaptığını haber vermektedir.

Davetçi: Aklınızda olan o rivayetlerden birini nakleder misiniz?

Şeyh: Örneğin: Amr bin Haris’in kölesi Ebu Zeyd, Abdullah bin Mes’ud’dan şöyle rivayet etmektedir:

“Resulullah (s.a.a) Leylet’ul- Cinn’de kendisine; “Yanında temiz su var mı” diye sordu. O matarasında sadece nebiz olduğunu söyleyince şöyle buyurdu: “Temiz hurma ve temiz su.” Sonra da onunla abdest aldı.”

Hakeza Abbas bin Velid bin Subeyh-i Dimaşki, Mervan bin Muhammed bin Tahiri’den, o da Abdullah bin Luhey’a’dan, o da Kays bin Haccac’dan, o da Haneş San’ani’den, o da Abdullah bin Abbas’dan, o da Abbas bin Mes’ud’dan şöyle rivayet ediyor: “Resulullah (s.a.a) Leylet’ul- Cinn’de kendisine; “Yanında su var mı?” diye sordu. O da yanında sadece nebiz olduğunu söyledi. Resulullah (s.a.a) da şöyle buyurdu: “Temiz hurma ve temiz su, bana dök.” O da; “Ben döktüm o da abdest aldı.” dedi.

Şüphesiz ki Peygamber (s.a.a) bizler için bir hüccettir. Hangi nass ve delil Peygamber (s.a.a)’in amelinden daha üstün olabilir? Bu yüzden Ebu Hanife de Peygamber (s.a.a)’in ameline dayanarak nebizle abdest almanın câiz olduğuna fetva vermiştir.

Davetçi: Zannedersem sukut etseydiniz, bu beyanınızdan daha iyiydi. Gerçi konu anlaşılsın diye delil getirmenize sevindim. Ehl-i sünnet kardeşler bizim haklı olduğumuzu bilsinler. Onların imamları safsata etmiş, düşünmeden kıyas üzere hüküm vermişlerdir. Önce hadisin ravileri ve senedi hakkında konuşalım, daha sonra asıl konuya girelim.

Evvela; Amr bin Haris’in kölesi Ebu Zeyd meçhul bir kimsedir. Hadis ehli nezdinde reddedilmiştir. Örneğin: Tirmizi, Zehebi (Mizan’ul- İtidal’da) ve diğerleri şöyle diyor: “Bu adam tanınmıyor. Abdullah bin Mes’ud’dan rivayet etmiş olduğu hadis asla doğru değildir.” Hakim ise şöyle diyor: “Bu meçhul adamdan bu hadis dışında bir rivayet nakledilmemiştir.” Buhari de onu zayıf saymaktadır. Hakeza Kastalani ve Şeyh Zekeriyya Ensari Buhari’ye yazdıkları şerhlerinde “La yecuz’ul- Vuzuu Bin-Nebiz ve La Muskir” babında bu adamın zayıf olduğunu yazmışlardır.

İkinci hadise gelince; o da birkaç açıdan merduttur.

Evvela; bu hadisi bu yolla İbn-i Mace dışında hiçbir alim rivayet etmemiştir.

İkinci olarak; alimlerinizin kendi süneninde bunu rivayet etmemesi de bu hadisin ravilerinin güvenilir olmadığını göstermektedir. Nitekim Zehebi Mizan’ul- İtidal’da, Abbas bin Velid’in güvenilir olmadığını yazmıştır. Birçok cerh ve tadil erbabı (rical alimleri) onu reddetmiştir. Mervan bin Muhammed Tahiri, Mürciye mezhebindendir. İbn-i Hazm ve Zehebi onu zayıf saymıştır. Rical alimleriniz Abdullah bin Luhey’a’yı da zayıf saymışlardır. Dolayısıyla büyük alimlerinizin bile güvenilir saymadığı ravilerin rivayet etmiş olduğu bu hadis de kendiliğinden itibarını kaybetmektedir.

Üçüncü olarak; alimlerinizin Abdullah bin Mes’ud’dan nakletmiş olduğu rivayetlere göre, Leylet’ul- Cinn’de hiç kimse Peygamber (s.a.a)’in yanında yoktu. Nitekim Ebu Davud Sünen’de (Bab’ul-Vuzu’da), Tirmizi ise Sahih’inde Alkame’den şöyle rivayet ediyor: “Abdullah bin Mes’ud’a, Leylet’ul- Cinn’de Peygamber (s.a.a)’in yanında kimlerin olduğu sorulunca; “Bizden hiç kimse yoktu.” diye cevap verdi.

Dördüncü olarak; Leylet’ul- Cinn Mekke’de hicretten önceydi. Teyemmüm ayeti ise umumun ittifakıyla Medine’de nazil olmuştur. O halde bu hüküm öncekini nesh etmiştir. Bu yüzden imam Şafii, imam Malik ve diğer büyük alimleriniz bunu câiz bilmemiştir. Medine’de nazil olan bu hükme göre vatanda veya yolculukta su olmayınca teyemmüm etmek gerekir.

Bu ayetin Medine’de nazil olmasından sonra su bulunmayınca zayıf bir hadise dayanarak nebizle abdest alınabileceğinin söylenmesi çok ilginçtir. Bundan da ilginci, sizin bu zayıf hadisi ve buna dayanan Ebu Hanife’nin hükmünü Kur’ân-ı Kerim’in açık hükmüne karşı savunmanızdır.

Nevvab: Kıble Sahip (âlicenap)! Nebizden maksat içilmesi haram olan sarhoş edici şarap mıdır?

Davetçi: Nebiz iki kısımdır; birincisi sarhoş edici değildir ve helaldir. Suyun üzerine tatlı olması için biraz hurma dökerler. Hurmalar dibe çökünce üzerinde kalan şıralı suya nebiz derler. İkinci kısım ise sarhoş edici ve haramdır. Bizim bahsini ettiğimiz ve Ebu Hanife’nin de abdest için cevazını verdiği nebiz, helal olan nebizdir. Yoksa haram olan nebiz konusunda hiçbir ihtilaf yoktur. Nitekim daha önce Buhari’nin Sahih’inde, “La Yecuz’ul- Vuzuu Bi’n- Nebizi ve Muskir.”[7] diye bir bab tahsis ettiğini arz ettim.

Abdestte Ayakların Yıkanması Kur’ân’ın Apaçık Nassına Aykırıdır

Abdest hakkındaki kesin bir hüküm de önce okuduğum ayette de beyan edildiği üzere başı, inci kemiklerine kadar da ayakları meshetmektir. Nitekim şöyle buyurulmaktadır: “Başınızı, inci kemiklerine kadar da ayaklarınızı meshedin.”

Şeyh: Ayakların yıkanması hususunda birçok rivayet vardır.

Davetçi: Evvela; sadece nassın teyit etmiş olduğu rivayetler kabul edilebilir. Yoksa naslara muhalif olan rivayetler merduttur. Apaçık nassın haber-i vahid ile nesh edilmesi mümkün değildir.

Ayet apaçık meshi emretmektedir. Dikkat ederseniz Kur’ân-ı Kerim’in zahiri de bu manaya delalet etmektedir. Zira Allah Teala ayetin başında şöyle buyurmaktadır: “Feğsilu vucuhekum ve eydiyekum...” (Yüzlerinizi ve ellerinizi yıkayın...) Ve eydiyekum’daki vav-ı atife vasıtasıyla yüzden sonra ellerin yıkanmasının gerekliliğini emretmektedir. İkinci hükümde ise şöyle buyuruyor: “Vemsehu biruisukum ve erculekum” (Başınızı meshedin ve inci kemiklerine kadar ayaklarınızı da.) “Erculekeum”u vav-ı atifeyle bir öncesine yani “biruisukum” kelmesine atfederek ayakların da meshedilmesini emretmektedir. Yüz ve ellerin yıkanmasına hükmedildiği gibi, burada baş ve ayakların meshedilmesi de emredilmektedir. Şüphesiz yıkamak meshin yerini alamaz.

Yani yüz ve elleri farz olarak yıkamak gerektiği gibi baş ve ayakları da farz olarak meshetmek gerekir. Birini meshederken diğerini yıkamak asla doğru değildir. Aksi takdirde iki cümle arasındaki “vav” harfi anlamsız kalır.

 Ayrıca İslâmi hükümlerde zorluk ve meşakkat yoktur. Her akıllı insanın da kabul edeceği üzere ayakları yıkamak meshetmekten daha meşakkatlidir. Ayakları meshetmek kolay olduğu için şer’i hükümler de buna hükmetmiştir. Ayrıca ayetin zahiri de bunu göstermektedir.

Fahr-u Razi de bu ayetin tefsirinde, Kur’ân-ı Kerim’in zahirine göre meshin farziyeti noktasında uzun açıklamalar yapmıştır, ki burada anlatma imkanımız yok. İsteyenler gerçekleri bulmak için Fahr-u Razi’nin tefsirine müracaat etsinler.

Mest ve Çorabın Üzerine Mesh Etmek, Kur’an’ın Hükmüne Aykırıdır

Kur’ân hükümlerinin aksine ayakların yıkanmasından daha ilginç olan hüküm ise mest ve çorabın üzerine mesh edilmesidir. Burada da Kur’ân-ı Kerim’in açık hükümlerine aykırı görüşler açıklamışlardır. Çünkü Kur’an ayakların üzerine mesh edilmesini hükmetmektedir, mest veya çorapların üzerine değil. Bu hükümleri de ilk hükümlerine yani ayakların yıkanması hükmüne aykırıdır. Ayakların meshedilmesine cevaz vermezken, nasıl olur da mest veya çorabın mesh edilmesine cevaz vermekteler? Herkesin de bildiği gibi, mest veya çoraplara mesh etmek, ayaklara mesh etmekten ayrı bir şeydir. İbret alın ey basiret sahipleri!

Şeyh: Birçok rivayet, Peygamber (s.a.a)’in meste meshettiğine delalet etmektedir. Bu yüzden fakihler Resulullah’ın bu amelini, meste mesh etmenin delili bilmişlerdir.

Davetçi: Defalarca söylediğim gibi Peygamber (s.a.a)’in de buyurduğu üzere Kur’ân’a uymayan her rivayet merduttur. Zira birçok insan dinde tahrif yapmak için Peygamber (s.a.a)’den hadis uydurmuştur. Nitekim sizin alimleriniz de birçok rivayeti uydurma olduğu için red etmiştir.

Ayrıca bunu câiz bilen rivayetler de Kur’ân-ı Kerim’in açık hükmüne aykırıdır ve rivayetler arasında büyük bir çelişki vardır. Nitekim alimleriniz de bunu itiraf etmişlerdir. Örneğin: İbn-i Rüşd Bidayet’ul- Müçtehid ve Nihayet’ul- Muktesed c. 1 s. 15 ve 16’da şöyle demektedir: “Bu konudaki ihtilaf, ilgili rivayetler arasındaki çelişkiden ve etkilerinin farklılığından kaynaklanmaktadır.”

O halde Kur’ân-ı Kerim’in açık hükümlerine aykırı olan hadislere dayanmak akli ve ilmi açıdan merduttur. Zira bildiğiniz gibi sadece Kur’ân’la uyumlu hadisler kabul edilebilir. Ama Kur’ân-ı Kerim’in açık hükümlerine dayalı olan rivayetler itibarsızdır.

Sarığa Meshetmek de Kur’ân’a Aykırıdır

Nitekim bu ayette de açıkça; “Başlarınızı meshedin” buyurulmak-tadır. Bunun üzerine Şii alimleri Ehl-i Beyt’e uyarak ve hakeza Şafii, Maliki, Hanefi ve diğerleri başın meshedilmesini açıkça beyan etmiştir. Ama maalesef Ahmed bin Hanbel, İshak, Sevri, Evzai vb. kimseler sarığa da mesh edilmesinin de câiz olduğunu söylemişlerdir. Halbuki aklı olan herkes sarığa meshin başa meshten ayrı olduğunu bilmektedir. Baş; et, deri, kemik ve saçlardan ibarettir. Sarık ise başa konan bir parçadır. Aralarında büyük bir fark vardır.

Dikkat Etmek ve İnsafla Yargılamak Gerekir

Bütün fıkhi meselelerde dört mezhep arasında büyük ihtilaflar vardır ve genelde de Kur’ân hükümlerine aykırı hükümler mevcuttur. Ama buna rağmen bir birine kötümser olmamış ve herkes kendi mezhebine göre amel etmektedir. Bütün ölçülerin aksine nebiz ile abdest almanın cevazına hükmeden Ebu Hanife’yi ve Hanefileri müşrik ilan etmiyorsunuz. Hakeza Kur’ân-ı Kerim’in hükümlerine aykırı hüküm veren diğer alimleri de red etmiyorsunuz. Ama Ehl-i Beytin buyruklarına dayanan, buyruklarıyla amel eden Şii Müslümanları eleştiriyor ve Kur’ân-ı Kerim’in dengi olan Ehl-i Beyt’e uyanları Rafızî, müşrik ve kafir sayıyorsunuz. Önceki gecelerde, açıkça Şii Müslümanların müşrik olduğunu söylediniz. Şimdi de neden diğer Müslümanlar gibi namaz kılmadıklarını beyan ediyorsunuz.

Halbuki beş vakit namazın farzları konusunda aynı düşüncedeyiz. Aramızda ihtilaf yoktur. Feri konularda ise bütün Müslüman fırkalar arasında ihtilaflar mevcuttur. Ebu’l- Hasan Eş’ari, Vasıl bin Ata, Ebu Hanife, Malik, Şafii, Hanbel, Hasan, Davud, Kesir, Ebu Sevr, Evzai, Sufyan-i Sevri, Hasan Basri, Kasım bin Selam ve diğer alimleriniz arasında da büyük ihtilaflar vardır. Hakeza Ehl-i Beyt (a.s) alimleriyle Ehl-i Sünnet insanları arasında da büyük fark vardır. Eğer fakihlerin fetvaları eleştirilecekse, neden Ehl-i Sünnet’in farklı fırkaları eleştirilmemektedir? Halbuki genelde Kur’ân-ı Kerim’in açık nassına karşı hüküm vermekte, apaçık nasları te’vil etmektedirler. Diğer fakihler ise başka hükümler vermekte, o diğerlerinin amel ve fetvasını da şirk ve küfür saymamaktadırlar.

Diğer birçok mesele gibi feri bir ihtilaf olan toprağa secde konusunda da maalesef ortalığı velveleye verdiniz. Şii Müslümanların müşrik ve putperest olduğunu ilan ettiniz. Ama kurumuş pisliğe secdeyi bile görmezlikten geliyor, itina etmiyorsunuz! Halbuki insaflıca bakacak olursanız, Şii alimlerinin hükümleri Kur’ân-ı Kerim’in hükümlerine daha yakındır.

Örneğin: Sizin alimleriniz pamuk, yün, ipek, deri vb. şeylerden yapılan sergileri de yerden saymaktadır ve üzerine secde etmektedirler. Halbuki yeryüzünde hiçbir akıllı insan bu dokunmuş maddelerin yerin bir parçası olduğunu kabul etmez. Hatta böyle düşünenlere gülerler.

Ama Ehl-i Beyt’e uyan ve; “Yere ve yerin bitirdiklerine, o da yenilmeyen ve giyilmeyen şeylere secde edilmelidir.” diyen Şii Müslümanları müşrik sayıyorsunuz. Öte yandan kurumuş pisliğe secde edenleri müşrik saymıyorsunuz!

Açıktır ki, İlahi emir gereği yere secde etmek, halıya secde etmekten farklıdır.

Şeyh: Siz Kerbela’dan alınan toprak parçasına secde ediyor, onu bir put gibi kucağınızda taşıyor ve bu toprağa secdenin farz olduğunu beyan ediyorsunuz. Bu amel apaçık İslâmi emirlere aykırıdır.

Davetçi: Şüphesiz bu cümleleri atalarınıza uyarak çocukluktan beri beyninize yerleşen ön yargılarla beyan ediyorsunuz. Bu konuda hiçbir deliliniz yoktur. Sizin gibi insaflı ve aydın bir alimin, bu tür temiz toprağı put diye adlandırması hiç de yakışmadı, şüphesiz İlahi adalet mahkemesinde bu iftiraların cevabını vereceksiniz. Temiz toprağı put ve muvahhidleri müşrik saydığınız için sorguya çekileceksiniz.

Her görüşü eleştirmek heva ve heves değil, senet ve delil üzere olmalıdır. Eğer Şii Müslümanların ilmihallerine bakacak olursanız, kendi cevabınızı açıkça orada görür ve böyle itirazlarda bulunmazsınız. Böylece de Ehl-i Sünnet kardeşleri Şii kardeşleri aleyhine kötümserliğe itmezsiniz.

Şiiler Kerbela Toprağına Secdeyi Farz Bilmiyorlar

Eğer siz Şii Müslümanların bütün ilmihal kitaplarından Kerbela toprağına secdenin farz olduğunu bildiren bir tek fetva gösterirseniz, bütün dediklerinize teslim oluruz. Bütün Şii kitaplarında Kur’ân-ı Kerim’in emri gereği temiz toprağa, taşa, kuma, çakıla, madeni olmayan şeylere secde edilmesi gerektiği yazılıdır. Yenilmemek ve giyilmemek şartıyla yerden biten şeylere secde edilmelidir. Bunlardan biri olmazsa, diğerine secde etmelidir.

Şeyh: O halde neden Kerbela’dan alınan toprak parçasını kendinizle taşıyor, namaz esnasında ona secde ediyorsunuz?

Davetçi: Yanımızda taşımanın sebebi temiz toprağa secde etmek içindir. Genellikle evlerde ve camilerde yerler halı kaplıdır. Yere secdeye engel olmaktadır. Namaz esnasında halıları kaldırmak mümkün değildir. Kaldırsanız bile yerler kireç, çini, tahta veya mozaik kaplıdır. Bunlara da secde etmek câiz değildir. Bu yüzden bir toprak parçasını yanımızda taşıyoruz ki namaz esnasında ona secde edelim. Zira biz temiz toprağa secde etmekle emir olunmuşuz. Genelde kirli topraklarla karşılaşıyoruz. İşte bu yüzden yanımızda taşıdığımız temiz toprak parçası üzerine secde ediyoruz.

Şeyh: Bildiğimiz üzere bütün Şiiler Kerbela’dan alınmış toprak parçasını yanında taşıyor ve secdenin ona farz olduğu kanısındalar!

Kerbela Toprağına Secde Etmenin Sebebi

Davetçi: Kerbela toprağına secde ettiğimiz doğrudur Ama farz değildir. Daha önce de beyan etmiş olduğum gibi biz de temiz toprağa secde etmekle görevliyiz. Ama Ehl-i Beyt (a.s)’dan nakledilen rivayetler Kerbela toprağına secdenin farz değil, müstahap olduğunu ifade etmektedir. Ne yazık ki Hariciler ve Nasibilere uyan bir grup iftiracı ve yalancı kimseler, Şii Müslümanların Hüseyin’e taptığını söylemekte ve delil olarak da Şii Müslümanların Hz. Hüseyin’in kabrinden alınan toprağa secde ettiğini göstermekteler. Halbuki bize göre bu cümleler küfürdür. Biz değil Hüseyin’e, Ali’ye ve Muhammed’e bile tapmıyoruz. Kim buna inanırsa kafirdir. Biz sadece Allah-u Teala’ya taparız ve sadece O’na secde ederiz. Biz Kur’ân emrince temiz toprağa secde etmekle yükümlüyüz. Kerbela toprağına ise sadece sevap ve faziletli olduğu için secde ediyoruz.

Şeyh: Kerbela toprağının faziletli olduğunun delili nedir?

Kerbela Toprağının Özellikleri ve Resulullah (s.a.a)’in Beyanı

Davetçi: Evvela; her şeyde, hatta topraklar arasında bile farklılık vardır. Her toprağın belli etkileri ve özellikleri vardır. Bunu da ilgili ilim adamları bilir.

Ayrıca Kerbela toprağı sadece Ehl-i Beyt İmamları zamanından bu tarafa değil, bizzat Peygamber (s.a.a) zamanında da Peygamber (s.a.a)’in inayetine mazhar olmuştur. Bunlar sizin kendi alimlerinizin muteber kitaplarında da yazılıdır. Örneğin: Celaluddin Suyuti’nin Hesais’ul- Kubra kitabında, Kerbela hakkında Ebu Naim İsfahani, Beyhaki ve Hakim gibi alimlerinizden Ümmü Seleme, Aişe, Ümmü’l- Fazl, İbn-i Abbas ve Enes bin Malik yoluyla birçok rivayet nakledilmektedir. Bu cümleden ravi şöyle diyor:

“Hz. Hüseyin Peygamber (s.a.a)’in kucağına oturmuştu, Peygamber (s.a.a) elindeki kırmızı toprağı kokluyor ağlıyordu. Bu toprak nedir? diye sordum. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdular:

Cebrail bana haber verdi ki Hüseyin’im Irak topraklarında öldürülecektir ve bana oradan bu toprağı getirdi. Ben de Hüseyin’im için ağlıyorum.”

Daha sonra bu toprağı Ümmü Seleme’ye vererek şöyle buyurdu: “Bu toprağın kan rengine dönüştüğünü görünce bil ki Hüseyin’im öldürülmüştür.”

Bu yüzden Ümmü Seleme o toprağı bir şişe içinde H. 61. yılın Aşura gününe kadar sakladı, o gün toprağın kan rengine döndüğünü gördü ve böylece Hz. Hüseyin’in öldürüldüğünü anladı.”

Şii alimlerin muteber kitaplarında tevatür haddinde yer aldığı üzere hem Peygamber (s.a.a) ve hem de Kur’ân-ı Kerim’in dengi olan Ehl-i Beyt (a.s) İmamları bu toprağa özen göstermişlerdir. Hz. Hüseyin’in şahadetinden sonra İmam Seccad (a.s) o topraktan teberrük için alıp onu bir keseye koyarak üzerine secde ediyordu. Ayrıca bir tesbih yaparak da zikir ediyordu.

Ondan sonraki bütün İmamlar da teberrüken o topraktan tesbih yapmış, üzerine secde etmişlerdir. Şii Müslümanları da sevap elde etmek için bu işe teşvik ediyorlardı. Sürekli Allah-u Teala için temiz toprağa secde edilmesini beyan ediyor, ama daha fazla sevap kazanmak için Kerbela toprağına secde edilmesini tavsiye ediyorlardı. Nitekim Şeyh Tusi Misbah’ul- Müçtehid’de şöyle rivayet etmektedir:

“İmam Sadık (a.s) İmam Hüseyin (a.s)’in toprağından bir miktarını sarı bir parçaya koymuş, namaz esnasında O’na secde ediyordu.”

Bir müddet Şiiler de beraberlerinde toprak taşıyordu. Daha sonra aşırılıklar önlensin diye bir miktar suyla karıştırılıp sert bir hale getirilmiş, teberrüken beraberlerinde bulundurmuş ve namaz esnasında ona secde etmişlerdir. Elbette fazileti olduğu için, farz olduğu için değil. Bu yüzden çoğu zaman toprak parçası olmayınca, yere veya temiz taşlara secde etmekte ve farz olan görevlerini yapmaktalar.[8]

Bu kadar sade bir olay hakkında bile velvele koparmanız ve bizi müşrik, kafir, putperest saymanız ve insanları kandırmanız doğru mudur? Siz genelde Kur’ân hükümlerine bile aykırı olan mezhep imamlarınızın hükümlerine tabi olup onların söz ve fiillerini delil saydığınız gibi biz de Ehl-i Beyt (a.s) İmamlarının sözlerine uyuyor, onların emirlerine göre amel ediyoruz. Şu farkla ki sizin Ebu Hanife Ahmed veya Malik’e uyulması noktasında Peygamber (s.a.a)’den menkul hiçbir deliliniz yoktur. Sadece onları bir alim kabul ediyor ve uyuyorsunuz. Ama biz Peygamber (s.a.a)’in defalarca buyurduğu gibi Kur’ân-ı Kerim’in dengi, kurtuluş gemisi ve Hıtta Kapısı olan Ehl-i Beyte uyuyoruz.

Nitekim bu rivayetlerden bazısına önceki akşamlar değindim. Dolayısıyla Peygamber (s.a.a)’in de buyurduğu gibi Ehl-i Beyt (a.s) bizim için hüccettir. Biz de bu yüzden O’nların emirlerine uyuyor, dedikleriyle amel ediyoruz.

Ehl-i Sünnet Alimlerinin Ameli İlginçtir

Ama sizin alimleriniz ne ilginçtir ki dört mezhep imamlarına ve diğerlerine itiraz etmemekteler. Ebu Hanife su olmadığında nebiz ile abdest alınmasını emredince Şafiiler, Malikiler ve Hanbeliler itiraz etmiyorlar veya imam Ahmed Allah’ın görülmesini söylediğinde veya sarığa meshetmeyi câiz bildiğinde diğerleri onu eleştirmiyorlar. Hakeza neden onların, yolculukta parlak oğlanları nikah etmek, kurumuş pisliğe secde etmek, cinsel organını sararak annesi ile cinsel ilişkide bulunmak ve benzeri birçok ilginç fetvaları eleştirilmemektedir?!!

Ama Ehl-i Beyt (a.s) imamlarından birinin Kerbela toprağına secde edilmesinin fazilet ve sevabının olduğunu söyleyince feryat ediyor ve Şii Müslümanları putperest sayıyorsunuz, kardeş öldürme savaşı çıkarıyorsunuz, yabancıların Müslümanlara musallat olmaları için bu amelinizle onlara yol açıyorsunuz!

Yürek acımız çoktur, ama sözü burada bırakıp asıl konuya dönelim. Bizim mazlumca feryadımız kıyamette Peygamber (s.a.a)’in karşısında etkili olacaktır.

Ayrıca yaş açısından büyük olduğu için Ebu Bekir’in hilafete daha layık olduğunu söylemeniz çok ilginçtir. Maalesef önceki geceler kesin akli ve nakli delillerle, icma ve yaş büyüklüğü delilini batıl etmiş olduğum halde yeniden konuyu gündeme getirdiniz. Toplantının vaktini almak istiyorsunuz, önceki geceler yeterli açıklamada bulunmama rağmen yine de sizi cevapsız bırakmak istemiyorum. Nasıl olur da insanlar siyaset için yaşın büyük olması gerektiğini anlamışlar da, haşa Allah-u Teala ve Peygamber’i bunu anlamamışlar ve bu yüzden de Beraet (Tevbe) suresinin ilk ayetini tebliğ etme görevini Ebu Bekir’den alarak genç olan Ali’ye vermişlerdir!!

Nevvab: Kıble sahip (alicenap)! Af edersiniz yine sözünüzü kestim, bu olayı müphem bırakmayınız, geçen geceler de bu konuya değindiniz. Lütfen şimdi söyleyin Peygamber (s.a.a) nerede ve niçin Ebu Bekir’i (r.z) bu görevden alarak, Ali’ye (k.v) havale etmiştir? Çünkü biz buradaki alimlerimize sorduğumuzda “önemli bir iş değildi” açık bir cevap vermediler. Lütfen muammanın çözülmesi için apaçık beyanda bulununuz.

Beraet Suresinin Mekke Halkına Tebliğ Edilmesinde Ebu Bekr’in Azledilip Ali’nin Nasbedilmesi

Davetçi: Şii ve Sünni bütün tarihçilerin rivayet ettiğine göre Kur’ân-ı Kerim’in 9. suresi olan Beraet suresinin ilk ayetleri nazil olunca Peygamber (s.a.a) Ebu Bekir’i çağırarak Beraet suresinin ilk 10 ayetini ona verdi ve Mekke’de Hac mevsiminde, Mekke halkına okumasını emretti. Ebu Bekir yoldayken Cebrail nazil olarak Peygamber (s.a.a)’e şöyle dedi:

“Allah-u Teala sana selam ediyor, senin risaletini ancak sen veya senden olan birisi eda edebilir.”

Bu yüzden Peygamber (s.a.a) Hz. Ali (a.s)’ı çağırdı ve O’nu bu büyük işle görevlendirerek şöyle buyurdu:

Git Ebu Bekir’i nerede görürsen Beraat ayetlerini ondan al, kendin Mekke’ye götür ve Mekke müşrikleri için kıraat et.”

Hz. Ali hemen hareket ederek Zi’l- Huleyfe’de Ebu Bekir’e ulaştı, ona Peygamber (s.a.a)’in mesajını iletti. Ayetleri ondan alarak Mekke’de Peygamber (s.a.a)’in risaletini tebliğ etti. Ayetleri Mekkelilere okudu ve sonra Medine’ye dönerek Peygamber (s.a.a)’in huzuruna vardı.

Nevvab: Bu olay bizim muteber kitaplarımızda yer almış mıdır?

Davetçi: Arz ettim ki bu konuda ümmet icma etmiştir. Şii ve Sünni tarihçiler bu olayı ittifak halinde kaydetmişlerdir. Ama emin olmanız için şu anda aklımda olan birkaç kitabı sizlere aktarayım ki gerçekler açıkça ortaya çıksın.

Buhari Sahih c. 4 ve 5’de, Abdi Cem’un- Beyn’es- Sihah’is-Sitte c. 2’de, Beyhaki Sünen s. 9 ve 224’de, Tirmizi Cami’ c. 2 s. 135’de, Ebu Davud Sünen’de, Harezmi Menakıb’da, Şevkani Tefsir c. 2 s. 319’da, İbn-i Meğazili Fezail’de, Muhammed bin Talha Metalib’us- Süul s. 17’de, Şeyh Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde 18. Bab’da, (muhtelif yollarla Ehl-i Sünnet alimlerinden naklen), Taberi Riyaz’un- Nazre s. 147’de ve Zehair’ul- Ukba s. 69’da, Sibt bin Cevzi Tezkire s. 22’de, imam Nesai Hasais’ul- Alevi s. 14’de (bu Bab’da altı hadis rivayet etmiştir), İbn-i Kesir Tarih-u Kebir c. 5, s. 38 ve c. 7, s. 357’de, Askalani İsabe c. 2, s. 509’da, Celaluddin Suyuti Dürr’ul- Mensur c. 3, s. 208 Beraat süresinin ilk ayetinin tefsirinde, Taberi Cami’ul- Beyan c. 10. s. 41’de, imam Sa’lebi Keşf’ul- Beyan’da, İbn-i Kesir Tefsir, c. 2, s. 333’de, Alusi Ruh’ul- Meani c. 3, s. 268’de, İbn-i Hacer Savaik s. 19’da, Heysemi Mecme’uz- Zevaid c. 7, s. 29’da, Muhammed bin Yusuf Kifayet’ut- Talib’in 62. babının125. sayfasında (Ebu Bekir’den, Hafız Ebi Naim’den, Hafız Dimaşki’nin Müsned’inden farklı yollarla müsned olarak naklen), imam Ahmed Hanbel Müsned c. 1, s. 3 ve 101’de, yine c. 3, s. 283’de, yine c. 4, s. 164’de, Hakim Müstedrek-i Kitab-i Meğazi c. 2, s. 51’de, yine aynı kitab c. 2, s. 331’de, Mevla Ali Muttaki Kenz’ul- Ummal c. 1, s. 246 ila 449’da ve c. 6, s. 104 Fezail-u Ali’de, tevatür olarak bu olayı rivayet etmiş ve sıhhatini onaylamışlardır.

Seyyid Abdulhayy: Peygamber (s.a.a)’in bütün fiil ve sözleri Allah-u Teala tarafındandır. O halde neden önce bu görevi Ali’ye (k.v) vermedi de Ebu Bekir’e verdi ve sonra da Allah’ın emriyle Ali gidip Ebu Bekir’i yolun yarısından geri çevirdi?

Davetçi: Bu olayın asıl sebebi noktasında kitaplarımızda hiçbir sebep beyan edilemediği için, biz de bir şey demiyoruz. Ama şahsi görüşüme göre bu olay da Hz. Ali (a.s)’ın makamını başkalarına ispat etmek için gerçekleşmiştir, ki siz de 1340 yıl sonra kalkıp siyaset ve yaş büyüklüğü sebebiyle Ebu Bekir’in hilafete daha layık olduğunu söylemeyesiniz. Eğer başta bu görevi Ali (a.s)’a vermiş olmuş olsaydı, sıradan bir iş sayılırdı ve sizler için bu hadis sebebiyle Ali (a.s)’ın faziletlerini ispat edemezdik. Sizler Hz. Ali’nin hilafet makamındaki faziletini ispat eden her hadisi, soğuk tevillerle çok gülünç de olsa tevil ediyorsunuz.

İşte böylece Hz. Ali (a.s)’ın, yaşı küçük olmasına rağmen diğer yaşı büyük kimselerden daha faziletli ve öncelikli olduğu anlaşılmış oldu.

Hz. Peygamber (s.a.a) ilk önce ayetleri Ebu Bekir’e teslim ediyor, Ebu Bekir yola düştükten sonra Hz. Ali (a.s)’ı onun ardından göndererek o ayetleri andan alıp kendisinin o mesajı iletmesini istiyor, Ebu Bekir bu işin sebebini Peygamber (s.a.a)’den sorunca, Allah-u Teala tarafından bu işle görevlendirildiğini, kendisinin veya kendisinden olan birinin bu mesajı halka iletmesinin gerekliliğini beyan ediyor. Binaenaleyh Ebu Bekir’in yolun yarısından döndürülerek bu görevden azledilmesi ve Hz. Ali (a.s)’ın bu görevi üstlenme makamına atanması, O’nun diğer kimselerden daha üstün ve daha öncelikli olduğunu ispat etmektedir.

Hakeza bu olay, Allah-u Teala’nın risaletinin, yani nübüvvet ve hilafetin, yaşlılık ve gençlikle ilgisi olmadığını ispat etmektedir. Kısacası burada kıldan ince binlerce nükte vardır.

Eğer Ebu Bekir’in ilk halife olmasının nedeni siyasetçiliği ve yaşlılığı olmuş olsaydı, böylesine mukaddes bir işten alı konmazdı. Çünkü risalet tebliği sadece Peygamber (s.a.a)’e ve Peygamber (s.a.a)’in halifesine özgüdür.

Seyyid: Bazı rivayetlerde Ebu Hureyre’den şöyle nakledilmiştir: “Ali (k.v) Ebu Bekir’le (r.z) birlikte Mekke’ye gitmekle görevlendirildi. Ebu Bekir insanlara hac merasimini öğretecek, Ali de Beraat suresini kıraat edecekti. Dolayısıyla her ikisi de risaleti tebliğ etmede eşit konumdadır.”

Davetçi: Evvela; bu rivayet Ebu Bekir taraftarlarınca uydurulan bir rivayettir. Çünkü başkaları bunu rivayet etmemiştir. Ayrıca Ebu Bekir’in azledildiği ve Ali (a.s)’ın bu risaleti tebliği için gönderildiği hususunda ümmet ittifak etmiştir. Dost düşman herkes, Sihah ve Müsnedlerde, tevatür haddinde bunu kaydetmiştir. Şüphesiz tevatür haddine varan birçok sahih hadislere dayanmak, ümmetin ittifak etmiş olduğu bir konudur. Eğer haber-i vahid olan bir rivayet birçok sahih rivayetlerle çelişirse, hadisçiler ve usulcülerin kaidesi gereği onun terk edilmesi gerekir. Bu haber-i vahid sahih bile olsa zanna dayanır. Dolayısıyla zanna dayanan bir hadise isnat edip malum olan bir hadisi terk etmek câiz değildir.

Dolayısıyla Ebu Bekir’in azledilmesi, Ali (a.s)’ın bu işle görevlendirilmesi, Ebu Bekir’in hüzün içinde Medine’ye geri dönmesi, Peygamber (s.a.a)’in onunla konuşup kendisine teselli vermesi ve Allah’ın emri olduğunu söylemesi kesin hususlardandır.

Ayrıca bu olay öncelik hakkının yaşla bir ilgisinin olmadığını da ispat etmiştir. Akli ve rivai deliller ümmet arasında öncelik hakkının ilim, bilgi ve takva ile olduğunu göstermektedir. İlim, fazilet ve takva açısından üstün olanlar toplumda öncelik hakkına sahiptir. Nitekim O Hazret de şöyle buyurmuştur: “İnsanlar ölüdür, ilim ehli ise diridir.”

Peygamber (s.a.a) işte bu yüzden Ali (a.s)’ı diğerlerinden öne geçirerek şöyle buyurmuştur. “Ali benim ilim kapımdır.” O halde Peygamber (s.a.a)’in ilim kapısı diğerlerinden daha üstün ve öndedir.

Elbette Peygamber (s.a.a)’e itaat etmede sebat gösterenler, faziletli kimselerdir. Biz de sahabenin faziletini inkar etmiyoruz. Ama onların fazileti asla Peygamber (s.a.a)’in ilim kapısıyla mukabele edemez. Zira O’nun makam ve mertebesi üstünlük-yücelik makamıdır.

Eğer sahabeden birisinin öncelik hakkı olmuş olsaydı, Peygamber (s.a.a) ümmete ona uymasını emrederdi. Şüphesiz bu tür İlahi emirlerin yaşlılık ve gençlikle bir ilgisi yoktur. Allah-u Teala kimi bu makama layık görürse genç veya yaşlı, ümmete ona itaat etmeyi emreder.

Peygamber (s.a.a)’in Hz. Ali’yi Kadılık ve Halkın

Hidayeti İçin Yemen’e Göndermesi

Nitekim büyük alimleriniz, Hz. Ali (a.s)’ın, hidayetleri ve aralarında hüküm vermesi için Yemen’e gönderilmesini detaylıca rivayet etmişlerdir. Özellikle de imam Nesai, Hasais’ul- Alevi’de bu babda altı hadis rivayet etmiştir. Rağıb İsfahani Muhazarat’ul- Üdeba c. 2, s. 212’de ve diğerleri senetleriyle kısa olarak şöyle rivayet etmişlerdir: “Peygamber (s.a.a) Hz. Ali’yi, kadılık ve halkın hidayeti için Yemen’e göndermek isteyince, Hz. Ali (a.s); “Ben gencim beni nasıl kavmin yaşlılarına gönderiyorsun?” dediğinde, Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdular: “Allah-u Teala, kalbini (kadılık ilmine) hidayet edecek, dilini ise sabit kılacaktır.”

Eğer yaşlılık öncelik hakkı olmuş olsaydı, Ebu Bekir gibi yaşlı sahabilere rağmen neden Hz. Ali (a.s)’ı, hidayetleri ve aralarında kadılık yapması için Yemen halkına doğru gönderdi?

Dolayısıyla bundan anlaşıldığı gibi insanları hidayet etme ve onların arasında kadılık yapmada, yaşlılık ve gençliğin hiçbir etkisi yoktur. Sadece ilim, fazilet, takva ve özel bir nass gereklidir. Kur’ân-ı Kerim ve rivayetlerde böyle bir nass sadece Hz. Ali için vardır.

Peygamber (s.a.a)’den Sonra, Hz. Ali (a.s)

Ümmetin Hidayetçisi İdi

Nitekim Ra'd suresi 7. ayette şöyle buyurulmuştur: “Sen ancak bir uyarıcısın ve her toplumun bir hidayet önderi vardır.”

Peygamber (s.a.a)’den sonra ümmetin rehberi Hz. Ali ve Ehl-i Beyt’tir. Nitekim imam Sa’lebi Keşf’ul- Beyan tefsirinde, Taberi kendi tefsirinde, Muhammed bin Yusuf Kifayet’ut- Talib 62. Bab’da (İbn-i Asakir’in tarihinden müsned olarak naklen), Şeyh Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde’nin 26. babının sonunda Sa’lebi, Himvini, Hakim Ebu’l- Kasım Haskani, İbn-i Sabbağ Maliki, Mir Seyyid Ali Hemedani’den naklen, onlar da İbn-i Abbas, Hz. Ali (a.s) ve Ebu Bureyde Eslemi’den farklı tabirlerle on bir rivayet nakletmektedirler. Onların hepsinin özeti şöyledir:

“Bu ayet nazil olunca Peygamber (s.a.a) elini göğsüne dayayıp; “Ben bir uyarıcıyım” buyurdu. Sonra da elini Ali (a.s)’ın göğsüne dayayıp; “Sen hidayet önderisin; doğru yola hidayet olanlar seninle hidayeti bulur” buyurdular.”

Eğer başkaları hakkında da böyle naslar olmuş olsaydı, biz de onlara uyardık. Ama sadece Ali (a.s) hakkında olduğu için genç ve yaşlılığa bakmadan ona uymak zorundayız.

Hz. Ali’nin Karşısındaki Desiseler ve Hakiki Siyasetle Mecazi Siyaset Arasındaki Fark

Sizin; “Ali (a.s)’ın genç ve tecrübesiz olduğuna, hilafet gücüne sahip olmadığına, 25 yıl sonra hilafete geçince de siyasetsizliği sebebiyle birçok kanların döküldüğüne ve isyanların baş gösterdiğine” dair söylediğiniz sözünüze gelince; bilemiyorum bu beyanınız kasıtlı mı, unutkanlıktan mı, yoksa atalarınıza uyduğunuzdan mıdır? Aksi takdirde alim ve dikkatli bir insan asla böyle bir şey söylemez.

Siyasetten maksadınız nedir bilemiyorum. Eğer maksat kendi makam ve mevkisini korumak için baş vurulan iftira, yalan, hile ve desiseyse, itiraf edeyim ki Hz. Ali (a.s) böyle bir siyasete sahip değildi ve asla böyle bir siyasetçi olmamıştır. Çünkü bunlar siyasetin gerçek manası değildir; aksine kötülük, hile, hokkabazlık ve desisedir. Makam düşkünü insanlar kendi konumlarını korumak ve hedeflerine ulaşmak için bundan istifade etmektedirler.

Gerçek siyaset, adalet ve insafla her şeyi yerli yerine oturtmaktır. Bu tür siyaset, mevki düşkünü olmayan kimseler nezdinde bulunmaktadır. Bunlar sadece hakkın icrasını isterler. Hz. Ali (a.s) da hak, gerçek, adalet, insaf ve sadakat ehli olduğu için başkalarında olan o kötü anlamdaki siyasetten münezzeh idi.

Nitekim daha önce dediğim gibi Hz. Ali (a.s) hilafete geçince hemen bütün hakim ve memurlarını azletti. Amcası oğlu Abdullah bin Abbas, bütün bölgelerin hakim ve memurları kendisine teslim oluncaya kadar bu hükmü askıya almasını ve tedricen uygulamasını söylediyse de Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu:

Zahiri siyaseti korumak için iyimser düşünüyorsunuz, ama hiç biliyor musunuz ben o zalim hakimleri yerlerinde bıraktığım ve zahiri siyaset gereği onlara razı olduğum takdirde yaptıkları bütün işlerden ben de Allah-u Teala katında sorumlu olacağım ve hesap günü cevap vermem gerekecek. Kesin bilin ki Ali asla böyle bir şey yapmaz.”

Bu yüzden adaleti korumak için hemen hakimleri azletti ve bundan dolayı da Muaviye, Talha, Zübeyr ve diğerleri isyan ettiler. Muhalefet bayrağı yükselterek heva ve hevesleri üzere kan döktüler.

Taberi kendi tarihinde, İbn-i Abdurrabbih Ikd’ul- Ferid’de, İbn-i Ebi’l- Hadid ise Nehc’ul- Belağa Şerhi’nde açıkça kaydetmişlerdir ki Hz. Ali defalarca şöyle buyurmuştur:

“Eğer din, takva, adalet ve insafı gözetmeseydim, bütün Araplardan daha zeki, kurnaz ve dahi olurdum.”

Beyler yanlış düşünüyorsunuz, boş lafların etkisinde kalıyorsunuz. Hz. Ali (a.s) dönemindeki isyanların ve dağılmaların O Hazretin siyasetsizliğinden kaynaklandığını mı düşünüyorsunuz? Halbuki durum böyle değildi. Aksine bir takım deliller vardı ki, vakit dar olduğundan dolayı sorunun açıklığa kavuşması için onlardan sadece bazısına işaret edeceğim.

Hz. Ali’nin Hilafeti Dönemindeki

Kıyamların Sebepleri

Evvela; yirmi beş yıla yakın bir zamanda, insanlar Hz. Ali (a.s)’ın düşmanlığı ve kiniyle terbiye edildiler. Dolayısıyla bir anda onun hilafetini kabul edemezlerdi. Nitekim hilafetinin ilk günlerinde eşraftan birisi mescide girip Hz. Ali (a.s)’ın minberde olduğunu görünce yüksek sesle şöyle demişti: “Halife Ömer yerine minberde Ali’yi gören gözlerim kör olsun.”

İkinci olarak; dünya talep insanlar onun adaletini kabul edemiyorlardı. Özellikle de Osman zamanında Emevi hakimleri mutlak bir özgürlük içindeydi, dolayısıyla kendi arzu ve isteklerini temin edecek birinin iş başına gelmesini istiyorlardı. Nitekim Muaviye döneminde bütün arzuları gerçekleşti ve dünyevi hedeflerine ulaştılar.

İlk başta Hz. Ali (a.s)’a biat eden Talha ve Zübeyr, Hz. Ali’den istedikleri makamları elde edemeyince hemen biatlerini bozup Cemel ve Basra fitnesini çıkardılar.

Üçüncü olarak; dikkatle tarihi incelerseniz ve insaflıca hüküm verirseniz, Hz. Ali (a.s)’ın hilafetinin ilk günlerinde insanları fitne ve fesada teşvik edenin, kan dökmeye çağıranın kim olduğunu açıkça görürsünüz. Şüphesiz ki bu kimse Aişe’dir. Sünni ve Şii bütün muhaddis ve tarihçilerin yazdığı üzere Aişe, evden çıkmamasını emreden Peygamber (s.a.a)’e muhalefet ederek deveye binip Basra’ya gitmiş, fitne fesat çıkarmış, birçok Müslüman’ın kanının dökülmesine sebep olmuştur.

Dolayısıyla bu fitne ve fesatların nedeni Hz. Ali (a.s)’ın siyasetsizliği değildi, aksine 25 yıl boyunca kin içinde yaşayanlar, Aişe’nin düşmanlığı ve dünya perestlerin arzuları bütün bu fitne ve fesatlara neden olmuş ve haksız yere kan dökmüştür.

Ayrıca tarihe bakmadan iç savaşların ve dökülen kanların Hz. Ali (a.s)’ın siyasetsizliğinden kaynaklandığını zannediyorsunuz. Halbuki aslında bütün zahiri savaşların ve dökülen kanların sebebi Aişe idi. Peygamber (s.a.a)’in bütün yasaklamalarına rağmen Hz. Ali (a.s)’ın karşısında kıyam etmiş, savaşların ve dökülen kanların sebebi olmuştur.

Eğer Aişe kıyam etmeseydi, hiç kimse onun karşısında kıyam edemezdi. Zira Peygamber (s.a.a) açıkça şöyle buyurmuştur: “Ali ile savaşan benimle savaşmıştır.” Dolayısıyla insanları cesaretlendiren ve Hz. Ali (a.s) ile savaşan Aişe idi. Aişe Cemel savaşanı başlatarak ve Hz. Ali’ye kötü laflar ederek halkı cesaretlendirdi.

Peygamber (s.a.a)’in Basra, Sıffin ve Nehrevan

Savaşlarından Haber Vermesi

Ayrıca Hz. Ali (a.s)’ın münafıklarla ve Basra, Siffin ve Nehrevan’daki muhaliflerle yaptığı savaşları, Peygamber (s.a.a)’in kafirlerle savaşları gibiydi.

Şeyh: Nasıl Olur da Müslümanlarla savaşmak müşriklerle savaşmak gibi sayılabilir?

Davetçi: Çünkü Ahmed bin Hanbel Müsned’de, Sibt bin Cevzi Tezkire’de, Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde’de, imam Nesai Hasais’ul- Alevi’de, Muhammed bin Talha Metalib’us- Süul’de, Muhammed Ebu Yusuf Kifayet’ut- Talib 37. Bab’da, İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc'ul- Belağa Şerhi c. 1 s. 67’de rivayet etmiş olduğu üzere Peygamber (s.a.a) Ali (a.s)’ın yaptığı savaşları, Nakisin, Kasitin ve Marikin savaşları diye adlandırmıştır. Nakisin’den maksat Talha Zübeyr ve etrafındaki kimselerdir. Kasitin’den maksat Muaviye ve taraftarlarıdır, Marikin’den maksat ise Nehrevan Haricileri’dir. Bunların hepsi de baği ve isyan ehliydi. Katledilmeleri farzdı. Peygamber (s.a.a) bu savaşları haber vermiş ve onlarla savaşmayı emretmiştir.

Nitekim Muhammed bin Yusuf Kifayet’ut- Talib 37. Bab’da müsned olarak Said bin Cübeyr’den, o da İbn-i Abbas’dan Peygamber (s.a.a)’in Ümmü Seleme’ye şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

Bu Ali bin Ebi talib, eti benim etim, kanı benim kanımdır. O bana nisbet, Harun’un Musa’ya olan nisbeti gibidir; şu farkla ki benden sonra Peygamber olmayacaktır. Ey Ümmü Seleme, bu Ali Mü’minlerin emiri, Müslümanların efendisi, ilmimin hazinesi, vasim ve kendisinden girilen ilim kapımdır. O benim dünya ve ahirette kardeşimdir, yüce makamda benimle birliktedir. O Kasitin, Nakisin ve Marikin ile savaşacaktır.”

Muhammed bin Yusuf daha sonra bu hadis hakkında görüşünü belirterek şöyle diyor: “Bu hadiste Peygamber (s.a.a) Hz. Ali’nin üç grupla savaşacağını haber vermiştir. Peygamber (s.a.a)’in vaadi haktır. Ali (a.s)’a bu üç grupla savaşmasını emretmiştir. Nitekim Mihnef bin Suleym şöyle diyor:

“Eba Eyyub Ensari bir orduyla savaşa hazırlandı, ben ona şöyle dedim: Ey Eba Eyyub Ensari, sen Peygamber (s.a.a)’in yanında müşriklerle savaştın, şimdi de Müslümanlarla savaşa mı hazırlanıyorsun? Bana şöyle cevap verdi: “Peygamber (s.a.a) bana Nakisin, Kasitin ve Marikin ile savaşmamı emretmiştir.”

Hz. Ali (a.s)’ın bu üç grupla yaptığı savaşın kafir ve müşriklerle yaptığı savaş gibi olduğunu söylemem de bizzat alimlerinizin rivayet etmiş olduğu bir rivayette yer almıştır. Örneğin: İmam Nesai, Hesais’ul- Alevi 155. Hadis’de (Ebu Said Hudri’den müsned olarak), Süleyman bin Belhi Yenabi s. 59 12. Bab’da Cem’ul- Fevaid’den, o da Ebi Said’den şöyle rivayet etmektedir: “Biz ashapla oturmuş Peygamber (s.a.a)’i bekliyorduk, Peygamber (s.a.a), ayakkabı tasması kopmuş bir halde bize geldi, ayakkabısını Ali’ye verdi, Ali ayakkabıyı tamir ederken Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdular:

Ben müşriklerle Kur’ân-ı Kerim’in tenzili hakkında savaştığım gibi, sizden biri de Kur’ân-ı Kerim’in te’vili hakkında savaşacak kimdir?”

Ebu Bekir; “Bu ben miyim?” diye sordu. Peygamber (s.a.a); “Hayır.” buyurdu. Ömer; “Bu ben miyim?” dedi. Peygamber (s.a.a); “Hayır” dedi. Daha sonra şöyle buyurdu: “O kimse, ayakkabımı tamir edendir.(Yani Ali’dir.)”

Bu hadis, Hz. Ali (a.s)’ın savaşlarının hak üzere yapılan cihat olduğunu, Kur’ân-ı Kerim’in apaçık gerçeği, tenzili ve manasının korunması için olduğunu açıkça göstermektedir. Nitekim Peygamber (s.a.a)’in savaşları da Kur’ân-ı Kerim’in tenzili ve zahirinin korunması için olmuştur.

Hz. Ali (a.s)’ın yaptığı üç savaş, Peygamber (s.a.a)’in de buyurduğu gibi Müslümanlarla yapılan savaş değildi. Aksi takdirde Peygamber (s.a.a) savaşmayı emretmez, hatta nehiy ederdi. Onları Nakisin, Kasitin ve Marikin adlandırmazdı. Dolayısıyla bu onların mürtet olmalarının, Kur’ân karşısında kıyam etmelerinin ve müşrikler gibi Kur’ân aleyhine savaşmalarının en büyük delilidir. O halde Hz. Ali (a.s)’ın savaşları siyasetsizliğinden değildir. Aksine muhaliflerinin Peygamber (s.a.a)’e itaatsizliğinden ve nifaklarından kaynaklanmıştır.

Siz Hz. Ali (a.s)’ın beş yıllık hükümetini adalet üzere ve insaflıca inceleyecek ve ülke idaresi için verdiği hükümleri gözden geçirecek olursanız (örneğin; Malik-i Eşter, Muhammed bin Ebi Bekir, Osman bin Hanif, Abdullah bin Abbas, Kasım bin Abbas’a verdiği emirleri ve talimatları Nehc’ül- Belağa’da da yer almıştır.) Peygamber (s.a.a)’den sonra Hz. Ali gibi adil bir siyasetçinin henüz dünyaya gelmediğini kabulleneceksiniz. Hz. Ali (a.s)’ın dost ve düşmanı herkes bunu kabul etmektedir. Zira Hz. Ali (a.s) muttakilerin İmamı, Allah’ın kitabını en iyi bilen, te’vil, nasih, mensuh, muhkem, müteşabih, mücmel ve mufassal hükümlerini, gayb ve şühud alemini en iyi tanıyan biriydi

Şeyh: Ben bu cümlenin manasını anlayamadım, Hz. Ali (k.v)’in gayb ve şahadeti bildiğini beyan ediyorsunuz. Gayb ve şehadetten maksat nedir? Lütfen daha açık beyan ediniz?

Davetçi: Bu cümlede anlaşılmayacak bir şey yoktur. Enbiya ve evsiya Allah’ın verdiği feyizlerle insanlara gizli olan bazı sırları biliyordu. Elbette her birisi davetleri için gerekli olduğu kadarıyla gaybi sırları biliyordu. Peygamber (s.a.a)’den sonra böyle bir şeye sahip olan kimse Hz. Ali (a.s ) idi.

Şeyh: Aşırı Şii Müslümanların bu görüşlerine sahip olmanızı doğrusu sizden beklemiyordum.

Sizin bu sözünüz de sahibinin razı olmadığı bir sözdür; zira kullardan hiçbirisinin gaybi ilmi konusunda herhangi bir ilmi olamaz.

Davetçi: Sizin bu sözünüz de bilerek veya bilmeyerek tekrarladığınız atalarınızın sözleridir. Biraz dikkat edecek olursanız anlarsınız ki, enbiya ve evsiyanın gayb ilmini bilmesinin aşırılıkla bir ilgisi yoktur. Bu onlar için sıradan bir şeydir. Nitekim akıl, nakil ve Kur’ân-ı Kerim’in açık hükümleri de bunu ifade etmekteler.

Şeyh: Kur’ân’a işaret etmekle hata ediyorsunuz; zira Kur’ân sizin dediğinizin tam tersini ifade etmektedir.

Davetçi: Hangi ayetin aksini ifade ettiğini beyan ederseniz sevinirim.

Şeyh: Kur’ân’da birçok ayet bunu ifade etmektedir. Örneğin: En’am suresi 59. ayette şöyle buyurmaktadır:

Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır, onları O’ndan başkası bilmez. Karada ve denizde olanların tümünü O bilir; O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. O yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi bile bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.”

Bu ayet, Allah’tan başka hiç kimsenin gaybı bilmediğinin apaçık bir delilidir. Her kim gayb ilmini Allah’tan başka birisine isnat ederse aşırılığa düşmüştür ve zayıf bir kulu Allah’ın sıfatlarına ortak kılmıştır. Halbuki Allah-u Teala ortağı olmaktan münezzehtir. Hz. Ali (a.s)’ın gayb ilmini bildiğini söylemekle onu, Allah-u Teala’ya ortak kılmış olursunuz ve Peygamber (s.a.a)’den yüce kılmış sayılırsınız. Zira Peygamber (s.a.a) bile defalarca kendisinin bir insan olduğunu söylemiş, gayb ilmini sadece Allah’ın bildiğini ifade etmiş ve gayb ilmini bilmekten aciz olduğunu ifade etmiştir. Nitekim Kehf suresi 110. ayette şöyle buyurulmaktadır:

De ki: Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim, (şu var ki) bana, vahiy olunuyor. Şüphesiz ilahınız sadece bir ilahtır.”

Hakeza A’raf suresi 188. ayette şöyle buyurulmaktadır:

De ki: “Ben, Allah’ın dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı. Ben sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.”

Yine Hud suresi 31. ayette şöyle buyurulmaktadır:

Ben size: “Allah’ın hazinelerini benim yanımdadır.” demiyorum, gaybı da bilmem.”

Hakeza Neml suresi 65. ayette şöyle buyurulmaktadır:

De ki: Göklerde ve yerde, Allah’tan başka kimse gaybı bilmez ve onlar ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.”

Halbuki bu ayetlerin de açıkça belirttiği gibi bizzat Peygamber (s.a.a) gayb ilmini bilmediğini beyan ediyor ve gayb ilminin Allah-u Teala’ya mahsus olduğunu ifade ediyor. Siz nasıl Ali’ye (k.v) böyle bir ilmi isnat ediyorsunuz. Dolayısıyla O’nu Hz. Peygamber (s.a.a)’den üstün tutuyorsunuz. Al-i İmran suresinin 179. ayetinde de şöyle buyurmuştur:

Bununla beraber Allah size gaybı da bildirecek değildir.”

O halde hangi delile göre gayb ilmini Allah’tan başka birisine isnat ediyorsunuz? Ali’yi (k.v) Allah-u Teala’ya ortak koşmanız aşırılık değilse, o halde aşırılık nedir?”

Davetçi: Sizin başta söyledikleriniz doğrudur, hepimizin inandığı şeydir. Ama aldığınız sonuç asla doğru değildir.

Gayb İlmi Allah-u Teala Tarafından Peygamberlere Ve Vasilere İfaze Edilmektedir

Gayb ilmini sadece Allah’ın bildiği, gayb ilminin anahtarlarının Allah’ın nezdinde olduğu ve Kehf suresinin son ayeti hükmü gereği bütün evliya ve evsiyanın şekil açısından diğer insanlar gibi olduğu, ayrı bir fazlalığa sahip olmadığı doğrudur. Şia da bu inançtadır, okuduğunuz ayetlerin her biri kendi yerinde doğrudur.

Ama okuduğunuz Hud suresinin ayeti Hz. Nuh ile ilgilidir. Peygamberimiz (s.a.a) ile ilgili olanına gelince, müşrik ve kafirler Peygamber (s.a.a)’den gaybtan bir hazine istediklerinde veya gayb ilmini neden bilmediklerini sorduklarında En’am suresi 50. ayette onlara şöyle cevap vermektedir:

De ki: Ben size, Allah’ın hazineleri benim yanımdadır” demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, “ben bir meleğim” de demiyorum. Ben sadece bana vahiy olunana uyarım.”

Bu ayetin nazil olmasından maksat, cahillerin arzularına engel olmak ve uluhiyet ve risalet makamının onların elinde bir oyuncak haline düşmekten çok daha yüce olduğunu bildirmektir.

Bizim, peygamberler ve vasilere tahsis ettiğimiz gayb ilmi Allah’ın sıfatlarına ortak olma manasında değildir. Allah-u Teala tarafından kendilerine nazil olan vahiy ve ilhamdır. Böylece önlerinden perdeleri kaldırmakta ve onlara apaçık gerçekleri açığa vurmaktadır. Bu daha iyi anlaşılsın diye biraz daha açıklama yapma gereği duyuyorum. Böylece düşmanlar yersiz yere Şii Müslümanların inançlarına saldırmasın, iftirada bulunmasın, Şii Müslümanları Allah’ın ilmine ortak kıldıkları iddiasıyla müşrik saymasınlar.

İlim İki Kısımdır; Zatî ve Arazî

Biz Şii Müslümanların inancına göre ilim iki kısımdır. zati ve arazi (ilineksel).

Zati ilme asla arazi/ilineksel ilim nüfuz edemez. Bütünüyle Allah-u Teala’ya özgüdür. Biz de o ilmi sadece icmalen ispat edebiliriz, apaçık gerçeğini tasavvur edemeyiz. Yaptığımız takdir ve tabirler kelimelerin darlığındandır. Yoksa beşerin aklı bu zati ilmi asla tasavvur edemez.

İkinci kısım ise arazi/ilineksel ilimdir ki Peygamber (s.a.a), ümmet, İmam ve me’mum hiç kimse bir ilme bizzat sahip değildir. Onlara daha sonradan ihsan edilmektedir. Bu tür arazi/ilineksel ilimler iki kısımdır. Tahsili/kesbi ve Ledünni/Vehbi... Bu iki tür de Allah-u Teala’nın rabbani feyizlerindendir. Tahsil eden bir öğrenci Allah’ın feyzi olmaksızın bir yere varamaz. Ne kadar zahmet çekse de alim olamaz. Allah-u Teala teveccüh ederse ve öğrenci de okula gidip zahmet çekerse o çektiği zahmetler ölçüsünce feyiz elde eder. İkinci kısım ilineksel ilme de ledünni ilim diyorlar. Yani vasıtasız feyiz elde edilmesini ifade ediyorlar. Tahsil ve harf telkini olmaksızın bizzat Allah-u Teala tarafından ihsan edilmektedir.

Nitekim Kehf suresi 65. ayette şöyle buyurulmaktadır:

“Yine ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.”

Şiilerden hiç kimse gayb ilmini bilmenin Peygamber (s.a.a) veya İmamların bir parçası olduğunu iddia etmemiştir. Yani İmam ve peygamberler de Allah-u Teala gibi zatları gereği bir ilme sahip değillerdir. Böyle bir iddia da bulunan kafirdir. Biz Şiiler bundan uzağız. Ama bizim inandığımız şu ki Allah-u Teala mecbur ve mahdut değildir, istediğini yapan ve mutlak kudret sahibidir. İrade etmiş olduğu takdirde kullarından istediğine ilim ve kudret ihsan edebilir.

Ama bazen beşeri bir öğretmen de herhangi bir vesileyle, bazen de vesilesiz ve aracısız feyiz vermektedir. O vasıtasız ilmi, ledünni ve gaybi ilim olarak adlandırıyoruz. Onlar okula gitmeden ve hiçbir öğretmen tutmadan İlahi feyizden nasiplenmektedirler. Şairin tabiriyle:

Benim Sevgilim okula gitmedi, yazı yazmadı.

Gamzeyle yüzlerce öğretmenin öğrencisi oldu.

Şeyh: Bu sözleriniz doğrudur. Ama Allah’ın iradesi doğal olmayan böyle bir şeye taalluk etmez. Allah-u Teala gayb ilmini öğretmensiz kimseye ihsan etmez.

Davetçi: Zaten yanlışınız da buradadır. Biraz olsun düşünmüyorsunuz. Hatta bizzat kendi alimlerinizin aksine sözler beyan ediyorsunuz. Halbuki konu açıklamaya bile gerek kalmayacak kadar apaçık ortadadır. Allah’ın seçtiği enbiya ve evsiyasına kendileri için gerekli olan gayb ilmini ihsan etmiş olduğu hususunda hiçbir şek ve şüphe yoktur.

Şeyh: Açıkça insanlardan gayb ilmini reddeden bu ayetler karşısında deliliniz nedir?

Davetçi: Biz de Kur’ân-ı Kerim’in bu ayetlerine muhalif değiliz; zira Kur’ân-ı Kerim’in her ayeti özel bir şey için inmiştir. Durum gereği bazen olumlu, bazen de olumsuz nazil olmuştur. Bu yüzden alimler Kur’ân hakkında şöyle demiştir: “Kur’ân-ı Kerim’in ayetleri bazısı bazısını güçlendirir/teşdit eder.”

Bazen de sürekli Peygamber (s.a.a)’den mucize isteyen ve bununla nübüvvet makamını oyuncak haline getirmek isteyen kafir ve müşrikler karşısında nefy ayetleri nazil olmuştur. Ama konunun aslını ispat etmek için de gerçekler ortaya çıksın diye ispat edici ayetler nazil olmuştur. Alimlerinizin hatta yabancıların bile teveccüh etmiş olduğu birçok tarihi, rivai ve Kur’âni deliller vardır.

Şeyh:Kur’ân’da bu konuda olumlu ayetlerin olduğunu söylemeniz çok ilginçtir. Lütfen örnek verir misiniz?

Peygamber ve Vasilerin Gayb İlmini Bilmelerine Dair Kur’an’dan Deliller

Davetçi: Şaşırmayınız, kendiniz de biliyorsunuz. Ama tasdik etmeniz lehinize değildir. Hilafet makamını ispat konusunda sizi zor duruma düşürmekte veya atalarınıza uymanız sizi şaşırmaya zorlamaktadır.

Evvela; Cin suresinin 26-28. ayetlerinde şöyle buyurulmaktadır:

O, gaybi bilir. Kendi gaybını (görülmez bilgi hazinesini) kimseye açık tutmaz (ona muttali kılmaz). Ancak, elçileri (peygamberleri) içinde razı olduğu (seçtikleri kimseler) hariç. Çünkü O, bunun önünden ve ardından gözcüler salar ki böylece onların Rablerinin gönderdiklerini hakkıyla tebliğ ettiklerini bilsin. (Allah) onların nezdinde olup bitenleri çepçevre kuşatmış ve her şeyi bir bir sayıp-tespit etmiştir.”

Bu ayet Allah’ın seçtiği peygamberlere gayb ilmini verdiğinin en büyük delilidir.

İkinci olarak; Âl-i İmran suresinden okuduğunuz ayetin sadece baş tarafını okudunuz, sonunu kıraat etmediniz. Şimdi bizim sözümüzü ispat eden bu ayetin tümünü okumak istiyorum. Allah Teala buyuruyor ki:

Bununla beraber Allah, size gaybı da bildirecek değildir. Fakat Allah, elçilerinden dilediğine ayırt eder. O halde Allah’a ve peygamberlerine iman edin. Eğer iman eder, takva sahibi olursanız sizin için de çok büyük bir ecir vardır.”[9]

Bu iki ayet açıkça Allah’ın seçtiği peygamberlerine kendi izniyle gayb ilmini bildirdiğini ifade etmektedir. Buradaki ilim Allah-u Teala’ya özgü olan gayb ilmi olmasaydı ayetteki “illa” (fakat, sadece) edatının bir anlamı olmazdı ve “fakat Allah elçilerinden dilediğine” diye buyurmazdı. Anlaşıldığı üzere burada bir istisna vardır. Ayrıca istisna etmiş olduğu kimselerin de elçiler yani peygamber ve vasiler olduğunu açıkça beyan etmiştir.

Nitekim Hud suresi 51. ayette de şöyle buyurmaktadır:

(Resulüm!) İşte bunlar sana vahiy ettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce onları ne sen biliyordun, ne de kavmin.”

Şura suresi 52. ayette de şöyle buyurmaktadır:

İşte böylece sana da emrimizden bir vahy ettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu, kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık.”

Eğer alemde gayb ilminin Allah-u Teala tarafından ihsanı olmasaydı, o halde peygamberler nasıl işlerin gerçeğini haber veriyor ve insanları iç hayatlarından haberdar kılıyorlardı. Nitekim Al-i İmran suresinin 49. ayetinde Hz. İsa’nın İsrail oğullarına açıkça şöyle dediğini haber vermektedir:

Ayrıca evlerinizde ne yiyip ne biriktirdiğinizi size haber veririm.”

İnsanların evinin içinden haber vermek gayptan haber vermek değil midir? Eğer bu konudaki bütün ayetleri burada okuyacak olursak, meclisin vaktini alırız. Örnek olsun diye bu kadar yeter sanırım

Şeyh: Sizin bu tür görüşleriniz sebebiyle sahtekarlıklar ve hokkabazlar toplumda yaygınlaşmıştır. Bazıları gayptan haber verdiklerini iddia ederek toplumda birçok sefaletlere sebep olmaktadır. Halkı saptırarak onları apaçık gerçekten uzaklaştırmaktalar.

Gayp İlmini, Her Vesile ve Sebeple İddia

Edenler Yalancıdırlar

Davetçi: Hak inançlar asla sefalete neden olmaz, insanları kötü yola çeken cehalettir. Eğer Müslümanlar bilgili olurlarsa ve Peygamber (s.a.a)’in emirleri doğrultusunda ilim ve alimlerin peşinden gidecek olsalar, özellikle Kur’ân’ı iyi bilirse ve ilmin kapısı ilk günden kapanmamış olsaydı asla cahil insanların peşinden gitmez her kurt ve tilkilere de yem olmazlardı. Böylece Kur’ân-ı Kerim’in emriyle yola çıkarak sahtekarlara kanmazlardı. Zira ayette geçen “illa men’irteza min resul” (Peygamberlerden razı olunan hariç) tabiri, açıkça Allah-u Teala’ya özgü gayb ilminin, sebepsiz ve araçsız olarak sadece Peygamberlere özgü kılındığına delalet etmektedir.

Eğer bir kimse Peygamber (s.a.a) veya İmam olmadan Allah-u Teala’ya özgü gayb ilmine mazhar olduğunu iddia ederse, kesinlikle iftira ve yalancıdır. Kur’ân’a uyan arif ve alim Müslümanlar, onların tarafına gitmez ve asla onlara kanmazlar. Çünkü onlar Kur’ân ve Kur’ân’ın gerçek sahipleri olan Ehl-i Beyt (a.s) dışında hiç kimsenin peşinden gitmezler.

Özetle Peygamber (s.a.a) ve O’nun tertemiz vasileri dışında bu ümmetten her kim gayb iddiasında bulunursa ve her sebep ve vesileyle gayptan haber verdiğini iddia ederse sahtekar, hokkabaz ve yalancıdır.

Şeyh: Peygamberler vahiy nüzulünün merkezi olduğu için (sizin deyiminizle) gayb ilmine sahip olabilirler. Efendimiz Ali (k.v.) peygamber miydi veya bu işte peygamber ortağı mıydı ki gayb ilmini bilsin?

Peygamber ve Vasiler Gayp İlmini Biliyorlardı

Davetçi: Evvela; yine “sizin deyiminizle” diyerek mugalâta ediyor veya hata ediyorsunuz. Neden “Allah’ın dediği gibi” demiyorsunuz da “sizin deyiminizle” diye ifade ediyorsunuz. Ben kendimden hiçbir şeye sahip değilim, hiçbir iddiada bulunmuyorum, sadece Kur’ân’ı naklediyor ve Kur’ân-ı Kerim’in gerçeklerini keşfetmeye çalışıyorum. Kur’ân-ı Kerim’in gerçek müfessiri olan Peygamber (s.a.a)’e uymaya gayret gösteriyorum.

İlk etapta Kur’ân’dan getirdiğim şahit ayetler ışığında peygamberlerin gayb ilmini bildiğini söylediysem bunu bizzat kendi alimleriniz de tasdik etmektedir. Onlar da Peygamber (s.a.a)’den bir sürü gaybi haberler rivayet etmişlerdir. Örneğin: İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 1 s. 67’de Peygamber (s.a.a)’in Hz. Ali’ye; “Benden sonra Nakisin, Kasitin ve Marikin ile savaşacaksın” sözünü rivayet ettikten sonra şöyle diyor:

“Bu rivayet de Peygamber (s.a.a)’in nübüvvet delillerinden biridir. Zira bu hadiste gayptan apaçık haber vermektedir. Nitekim bu rivayet yaklaşık 30 yıl sonra gerçekleşmiştir. Zira Nakisin’den maksat Cemel ehlidir, Talha Zübeyr ve Aişe Hz. Ali (a.s)’a isyan ettiler. Kasitin ise Siffin ehli olan Muaviye taraftarlarıdır. Marikin ise dinden çıkan Nehrevan haricileridir.”

Ayrıca Şiilerden hiç kimse Hz. Ali (a.s)’ın ve diğer Ehl-i Beyt (a.s) İmamlarının peygamberliğini iddia etmemiştir. Aksine Hz. Muhammed (s.a.a)’in son bağımsız ve ortaksız bir peygamber olduğuna iman etmişiz, böyle bir inanca saplananları da kafir ve batıl ehli kabul ediyoruz.

Hz. Ali (a.s)’ı ve soyundan gelen on bir İmamı, hak İmamlar ve Peygamber (s.a.a)’in tayin etmiş olduğu halifeler ve vasiler olarak kabul ediyoruz. Allah-u Teala Peygamber (s.a.a)’i vasıtasıyla onları gayb sırlarına vakıf kılmıştır.

Biz de sıradan insanları alemdeki gerçekleri görmekten mahrum kılan perdelerin enbiya ve vasilerinin gözünde olmadığına inanıyoruz. Allah-u Teala zaman ve mekan gereği sahip olduğu güçle lazım olduğu ve salah gördüğü kadar gözlerinden perdeyi kaldırıyor ve onlara gayptan haberler veriyordu. Her ne zamanda salah görmediyse perde düşüyor ve habersiz kalıyorlardı. Nitekim bazen açıkça bilmediklerini ifade ederek şöyle demişlerdir:

“Eğer ben (bağımsız olarak) gayb ilmini bilmiş olsaydım, mutlaka kendi hayırlarımı çoğaltırdım.”

Yani ben kendiliğimden gayptan bir habere sahip değilim, sadece Allah-u Teala lütfeder ve perde kalkarsa haberdar olabilirim.

Şeyh: Nerede Peygamber (s.a.a) vasıtasıyla gizli gerçeklerden haberdar kılınmışlardır?

Davetçi: Siz, naklettiğim Kur’ân ayetleri hükmü gereği Hz. Muhammed (s.a.a)’in Allah’ın Resulü ve elçisi olduğunu kabul etmiyor musunuz?

Şeyh: İlginç şeyler soruyorsunuz, şüphesiz Hz. Muhammed (s.a.a) Allah’ın razı olduğu son elçisidir.

Davetçi: O halde, “Sadece Resullerinden seçtikleri dışında hiç kimse gaybi bilemez.” ayetinin hükmü gereği Peygamber (s.a.a) gaybi bilmektedir. Çünkü bu ayete göre gaipleri bilen Allah-u Teala kendi gayp ilminden dilediği kadarını Peygamberlerden seçtiğine ihsan etmektedir.

Şeyh: Peygamber (s.a.a) farzen böyle bir gayp ilmine sahipse de bunun efendimiz Ali’nin (k.v) gaybi bilmesiyle ne ilişkisi vardır?

Davetçi: Eğer siz atalarınızı taklitten çıkar, biraz düşüncenizi genişletir, Peygamber (s.a.a)’in haletini ve sahih hadisleri dikkatle inceleyecek olursanız konu kendiliğinden anlaşılmış olur.

Şeyh: Eğer bizim ilmimiz nakıssa da elhamdülillah sizin fikriniz aydın ve diliniz açıktır, buyurun söyleyin hangi haber efendimiz Ali’nin (k.v) gaybi bildiğine delalet etmektedir? Eğer Peygamber (s.a.a)’in halifesi ve vasileri de gaybi biliyorsa o halde bunu Ehl-i Beyt’e (a.s) mahsus kılmanın gereği yoktur. Raşid halifelerin de gaybi bilmesi gerekir. Ama görüyoruz ki halifelerden hiçbirisi böyle bir iddiada bulunmamış, aksine Peygamber (s.a.a) gibi sürekli acizlik izharında bulunmuşlardır. O halde neden sadece bu olayı efendimiz Ali’ye (k.v) özgü kılıyorsunuz?

Davetçi: Evvela; Peygamber (s.a.a)’in acizlik izharı hakkında cevabınızı vermiştim; ki Peygamber (s.a.a) bağımsız olarak kendiliğinden gayb ilmine sahip değildi. Gaypları bilen Allah’ın lütfüyle apaçık gerçekleri biliyordu. “Eğer gaybi bilseydim hayırlarımı arttırırdım.” demesi de buna işaret etmektedir ki; “Ben de Allah-u Teala gibi bağımsız, huzuri bir ilme sahip değilim. Allah-u Teala perdeyi kaldırdığı zaman gizli ve açık gerçekleri keşfediyor ve gayptan haber veriyorum.”

Ehl-i Beyt İmamları, Hak Olan Halifeler

ve Gaybı Bilenlerdi

Ayrıca gayb ilmi noktasında halifelerin de istisna edilmemesi gerektiğini söylemeniz de doğrudur. Zaten bizim ihtilafımız da buradan başlamaktadır.

Biz de Peygamber (s.a.a)’in halifelerinin kendisi gibi işlerin zahir ve batınını bilmelerinin gerekliliği kanısındayız. Hatta tüm manasıyla nübüvvet ve risalet dışında bütün sıfatlarda O Hazretin vasi ve halifeleri onun gibi olmalıdırlar. Ama siz Peygamber (s.a.a)’in halifesinin bir avuç insanın seçtiği kimse olduğunu beyan ediyorsunuz. Hatta bu kimse Peygamber (s.a.a)’in lanetlediği Muaviye gibi birisi olsa dahi.

Ama biz diyoruz ki, Peygamber (s.a.a)’in vasileri bizzat Peygamber (s.a.a)’in nasla tayin etmiş olduğu kimselerdir. Nitekim geçmiş peygamberler de kendi vasilerini nasla tayin etmişlerdir.

Elbette Peygamber (s.a.a)’in nasla tayin etmiş olduğu vasi ve halifelerinin hepsi Peygamber (s.a.a)’in tam mazharı ve benzeriydi. Bu yüzden onların hepsi de gayb alemini ve işlerin gerçeğini biliyordu. Sizin rivayetlerde de adları ve sayıları yer aldığı üzere 12 kişiydi. Onların hepsi de hak İmamları, Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyt’i ve Ali (a.s)’ın soyundan gelen 11 İmamdır.

Başkalarının Peygamber (s.a.a)’in nasla tayin etmiş olduğu halifeleri olmadığının delili de kendi alimlerinizin de kaydettiği gibi sürekli gayb ilmi şöyle dursun, sıradan ilim hakkında bile acizlik içinde olmalarıdır. Hz. Ali (a.s)’ın gaybi bildiğini ispat eden rivayetlere gelince... Peygamber (s.a.a)’den bu konuda birçok hadis rivayet edilmiştir. Bu cümleden Peygamber (s.a.a)’in birçok zaman ve mekanda beyan etmiş olduğu ve hadisleri arasında “Medine (şehir) hadisi” diye meşhur olan hadistir. Bu hadis Şii ve Sünni arasında mütevatir hadislerdendir. Bu hadiste Peygamber (s.a.a) Ali (a.s)’ı kendi ilim ve hikmetinin kapısı olduğunu beyan ederek şöyle buyurmuştur: “Ben ilim şehriyim Ali’de kapısıdır; İlim öğrenmek isteyen kapıdan girmelidir.”

Şeyh: Bu hadis bizim alimlerimizce ispat edilmemiştir. Dolayısıyla ya haber-i vahiddir ya da zayıf rivayetlerden sayılmaktadır.

Medine Hadisini Nakleden Raviler

Davetçi: Böylesine mütevatir bir hadisi haber-i vahid veya zayıf haberlerden saymanız insafsızlıktır. Halbuki bizzat kendi büyük alimleriniz bu rivayetin sıhhatini kabul etmişlerdir.

Bu konuda şu muteber kitaplarınıza müracaat ederseniz açıkça görürsünüz ki Suyuti, Cem’ul- Cevami, Taberi, Tehzib’ul- Asar, Seyyid Muhammed Buhari, Tezkiret’ul- Ebrar, Hakim Nişaburi, Müstedrek, Firuzabadi, Nakd’us- Sahih, Muttaki Hindi, Kenz’ul- Ummal, Genci Şafii Kifayet’ut- Talib, Cemaluddin Hindi, Tezkiret’ul- Mevzuat’ta şöyle diyor: “Bu hadisi iftira ve yalan sayanlar şüphesiz hata etmişlerdir.”

Hakeza Emir Muhammed Yemani Ravzet’un- Nediyye’de, Hafız Ebu Muhammed Semerkandi, Behr’ul- Esanid’de, Muhammed bin Talha, Metalib’us- Süul’de ve diğerleri genelde bu hadisin sahih olduğunu kabul etmişlerdir.

Zira bu büyük hadis, farklı yollarla ve senetlerle Hz. Ali (a.s), Hz. Hasan, Abdullah bin Mes’ud, Cabir bin Abdullah Ensari, Abdullah bin Mes’ud, Huzeyfe bin Yeman, Abdulllah bin Ömer, Enes bin Malik, Amr bin As gibi sahabilerden ve İmam Zeyn’ul- Abidin, Muhammed bin Ali Bakır, Esbağ bin Nebate, Cerir’uz- Zabbi, Haris bin Abdullah Hemdani, Sa’d bin Tureyf’ul- Hanzeli, Said bin Cübeyr Esedi, Seleme bin Kuheyl Hazremi, Süleyman bin Mehran A’meş Kufi, Asım bin Hamza Seluli, Abdullah bin Osman bin Haysem, Abdurrahman bin Osman, Abdullah bin Useylet’ul- Muradi, Ebu Abdullah Senabehi ve Mücahid bin Cübeyr Ebu’l- Haccac Mahzumi el-Mekki (tabiinden) ve 200den fazla büyük alimlerinizden rivayet edilmiştir. Onlardan sadece bazısını arz edeyim ki böylece atalarına uyup bu hadisi zayıf sayan Şeyh Efendi gerçekleri görsün. Zaten bu konu çoğunluk nezdinde açık ve aşikardır. Bu hadisi rivayet eden bazı alimleriniz şunlardır:

1- H. 310 yılında vefat eden 3. Asır tarihçilerinden ve müfessirlerinden Taberi Tehzib’ul- Asar’da.

2- H. 405 yılında vefat eden Hakim Nişaburi Müstedrek c. 3 s. 126, 128, 226’da.

3- H. 228 yılında ölen Tirmizi Sahih’inde.

4- H. 911. yılında ölen Celaluddin Suyuti Cem’ul- Cevami ve Cami’us- Sağir c. 1 s. 374’de.

5- H. 360 yılında vefat eden Taberani, Kebir ve Evset’de.

6- H. 491 yılında vefat eden Hafız Ebu Muhammed Semerkandi, Bahr’ul- Esanid’de.

7- H. 430’da vefat eden Ebu Naim İsfahani, Marifet’us- Sahabe’de.

8- H. 463’de vefat eden Kurtubi, İstiab c. 2 s. 461’de.

9- H. 483’de vefat eden İbn-i Meğazili Menakıb’da.

10- H. 509’da vefat eden Deylemi Firdevs’ul- Ahbar’da.

11- H. 568’de vefat eden Hatip Harezmi Menakıb s. 49’da ve Maktel’ul- Huseyn c. 1 s. 43’de.

12- H. 571 yılında vefat eden Ebu’l- Kasım bin Asakir Ali bin Hasan Tarih-i Kebir’de.

13- H. 605 yılında vefat eden Ebu’l- Haccac Yusuf bin Muhammed Endülisi Elif Ba c. 1 s. 222’de.

14- H. 630’da vefat eden İbn-i Esir Cizri Usd’ul- Gabe c. 4 s. 22’de.

15- H. 694’de vefat eden Taberi Riyaz’un- Nazre c. 1 s. 129’da ve Zehair’ul- Ukba s. 77’de.

16- H. 748’de vefat eden Zehebi Tezkiret’ul- Huffaz c. 4 s. 28’de.

17- H. 749’da vefat eden Bedruddin Muhammed Zerkeşi Mısri Feyz’ul- Kadir c. 3 s. 47’de.

18- H. 807’de vefat eden Hafız Ali bin Ebi Bekr Haysemi Mecme’uz- Zevaid c. 9 s. 114’de.

19- H. 808 yılında vefat eden Dimyeri Hayat’ul- Hayavan c. 1 s. 55’de.

20- H. 833’de vefat eden Şemsuddin Muhammed bin Muhammed Cizri, Esne’l- Metalib s. 14’de.

21- H. 852’de vefat eden Askalani Tehzib’ut- Tehzib c. 7 s. 337’de.

22- H. 855’de vefat eden Bedruddin Mahmud bin Ayni, Umdet’ul- Kari c. 7 s. 631’de.

23- H. 975’de vefat eden Muttaki Hindi, Kenz’ul- Ummal c. 6 s. 156’da.

24- H. 1031’de vefat eden Abdurrauf Menavi, Feyz’ul- Kadir Şerh-u Cami’is- Sağir c. 3 s. 46’da.

25- H. 1070’de vefat eden Hafız Ali bin Ahmed Azizi, Sirac’ul- Munir Şerh-u Cami’is- Seğir c. 2 s. 63’de.

26- H. 942’de vefat eden Muhammed bin Yusuf Subiyl’ul- Huda ve’r- Reşad fi Esma-i Hayr’il İbad’da.

27- H. 817’de vefat eden Firuzabadi Nakd’us- Sahih’te.

28- H. 241’de vefat eden Ahmed bin Hanbel Müsned’de.

29- H. 652’de vefat eden Ebu Salim Muhammed bin Talha, Metalib’us- Süul, s. 22’de.

30- H. 722’de vefat eden Himvini Feraid’us- Simtayn’de.

31- H. 849’da vefat eden Şehabuddin Devlet Abadi Hidayet’us-Süada’da.

32- H. 911 yılında vefat eden Allame Semhudi Cevahir’ul- Akdeyn’de.

33- Kadı Fazl bin Ruzbehan İbtal’ul- Batıl’da.

34- H. 855 yılında vefat eden İbn-i Sabbağ Fusul’ul- Muhimme s. 18’de.

35- H. 974 yılında vefat eden Mutaassıp, inatçı ve bağnaz İbn-i Hacer Savaik s. 73’de.

36- H. 1000 yılında vefat eden Cemaluddin Ataullah Muhaddis Şirazi Erbain’de.

37- H. 1014 yılında vefat eden Ali Kari Herevi, Mirkat’ta.

38- H. 1205 yılında vefat eden Muhammed bin Ali Sebban, İs’âf’ur- Rağibin s. 156’da.

39- H. 1250 yılında vefat eden Şevkani, Fevaid’ul- Mecmua’da.

40- H. 1270 yılında vefat eden Alusi el-Bağdadi Ruh’ul- Meani tefsirinde.

41- İmam Gazali İhya’ul- Ulum’da.

42- Mir Seyyid Ali Hemedani, Meveddet’ul- Kurba’da.

43- Ebu Muhammed Ahmed bin Muhammed Asımi Zeyn’ul- Feta’da.

44- H. 902 yılında vefat eden Şemsuddin Muhammed bin Abdurrahman Sehavi, Mekasid’ul- Hasene’de.

45- H. 1293 yılında vefat eden Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde 14. Bab’da.

46- Yusuf Sibt bin Cevzi Tezkiret-u Havass’il Umme, s. 29’da.

47- Sadruddin Seyyid Huseyn Fevzi Herevi, Nuzhet’ul- Ervah’ta.

48- Kemaluddin Huseyn Şerh-u Divan’da.

49- H. 463 yılında vefat eden Hatip Bağdadi, Tarih c. 2 s. 377’de ve c. 4 s. 348’de ve c. 7 s. 173’de…

Velhasıl birçok alimleriniz kendi muteber kitaplarında detaylıca bu konu etrafında konuşmuş bu hadisin sahih olduğunu belirterek rivayet etmişlerdir. Bu cümleden H. 658’de vefat eden Muhammed bin Yusuf Kifayet’ut- Talib’in 58. babının sonunda müsned olarak Peygamber (s.a.a)’den rivayet etmiş olduğu üç rivayetin ardından şöyle demektedir:

“Sahabe, Tabiin ve Ehl-i Beyt (a.s) alimleri Hz. Ali (a.s)’ın faziletini, ilminin çokluğunu, anlayışının keskinliğini, hikmetinin genişliğini, hükümlerinin güzelliğini ve fetvalarının sıhhatini kabul etmişlerdir. Ebu Bekir, Ömer, Osman ve diğer sahabiler hükümler konusunda onunla istişare ediyor, ihtilaflarda onun görüşünü alıyor, ilmini, faziletinin çokluğunu, aklının üstünlüğünü, hikmetinin sıhhatini itiraf ediyorlardı. Bu hadis onun hakkında çok büyük bir şey değildir. Zira onun Allah-u Teala, Resulü ve mü’min kulları nezdindeki makamı bundan daha büyük ve yücedir.”

İmam Ahmed bin Muhammed bin Sıddık Mağribi bu kitabın sıhhati hakkında “Feth’ul- Mulk’il Ali bi-sihhat-i Hadis-i bab-i Medinet’il İlm-i Ali” adında müstakil bir kitap yazmıştır ve bu kitap H. 1354 yılında Mısır’da basılmıştır. Benim şahsi kütüphanemde de bulunmaktadır. Eğer bu konuda hala kalbiniz yatışmadıysa, bundan daha fazla açıklama yapıp farklı rivayetler nakledebilirim.

Seyyid Adil Ahtar: (Ehl-i Sünnet alimlerinden) Birçok rivayette Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu okudum: “Ali’nin faziletlerini nakletmek etmek ibadettir.” Hatta Mir Seyyid Ali Hemedani, Meved-det’ul- Kurba’da Peygamber (s.a.a)’den şöyle rivayet etmektedir:

“Hangi mecliste Ali’nin faziletleri zikredilirse gökteki melekler o meclise teveccüh eder ve onlar için Allah’dan rahmet ve mağfiret dilerler.”

Üstelik zaten Peygamber (s.a.a)’den hadis rivayet etmek de ibadettir. Dolayısıyla lütfen bu meclisi Peygamber (s.a.a)’den daha geniş birkaç rivayet naklederek daha bereketli bir hale getirin.

“Ben Hikmet Eviyim” Hadisinin Beyanı

Davetçi: İmam Ahmed bin Hanbel Menakıb-i Müsned’de, Hakim, Müstedrek’te, Mevla Ali Muttaki, Kenz’ul- Ummal, c. 6, s. 401’de, Hafız Ebu Naim İsfahani, Hilyet’ul- Evliya c. 1, s. 64’de, Muhammed bin Sebban, İs’âf’ur- Rağibin’de, İbn-i Meğazili Menakıb’da, Suyuti, Cami’us- Sağir’de ve Leali’l- Mesnua’da, Tirmizi, Sahih c. 2, s. 214’de, Muhammed bin Talha Metalib’us- Süul’de, Şeyh Süleyman Belhi, Yenabi’ul- Mevedde’de, Muhammed bin Yusuf, Kifayet’ut- Talib’de, Sibt bin Cevzi, Tezkire’de, İbn-i Hacer, Savaik 9. Bab 2. Fasl’ın zımnında s. 75’de, Taberi, Riyaz’un-Nazre’de, Himvini, Feraid’us- Simtayn’de, İbn-i Sabbağ, Fusul’ul- Muhimme’de, İbn-i Ebi’l-Hadid, Şerh-i Nehc’ul- Belağa’da ve Şia alimlerinin yanı sıra diğer birçok alimleriniz de sahih olarak Peygamber (s.a.a)’den şöyle rivayet etmişlerdir:

Ben hikmet eviyim Ali de onun kapısıdır; hikmeti isteyen kapıdan gelmelidir.”

Muhammed bin Yusuf, Kifayet’ut- Talib’in 21. babını bu hadise tahsis etmiş, bu rivayetin senetini zikrettikten sonra şöyle görüş belirtmiştir: “Bu oldukça yüce ve güzel bir hadistir. Allah-u Teala Peygamber (s.a.a)’e öğrettiği hikmet, eşyanın felsefesi, emir, nehiy, helal ve haramın beyanını Hz. Ali’ye de ihsan etmiştir. Bu yüzden Ali (a.s)’ın hikmet kapısı olduğunu ve gerçekleri keşfetmek için ona müracaat edilmesini emretmiştir.”

İbn-i Meğazili Menakıp’ta ve İbn-i Asakir Tarih’de (kendi üstatlarından hadisin yollarını zikrederek), Hatib Harezmi Menakıb’da, Himvini, Feraid’de, Deylemi Firdevs’te, Muhammed bin Yusuf Kifayet’ut- Talib 58. Bab’da, Şeyh Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde 14. Bab’da ve diğer birçok alimleriniz İbn-i Abbas ve Cabir bin Abdullah’dan naklen şöyle rivayet etmişlerdir: “Peygamber (s.a.a) Ali (a.s)’ın pazılarından tutarak şöyle buyurdular:

Bu iyi insanların emiri ve kafirleri öldüren kimsedir. Ona yardım edene yardım edilir, onu yardımsız bırakan yardımsız bırakılır.”

Peygamber (s.a.a) daha sonra sesini yükselterek şöyle buyurdu: “Ben ilim şehriyim ve Ali de onun kapısıdır; ilim isteyen kapıdan gelmelidir.”

Şafii de Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: “Ben İlim şehriyim, Ali de onun kapısıdır; evlere sadece kapısından girilir.”

Ayrıca Menakıb-u Fahire sahibi, İbn-i Abbas’dan şöyle rivayet etmiştir: “Ben ilim şehriyim, Ali de onun kapısıdır; din ilmini isteyen o kapıdan gelmelidir. Ben ilim kapısıyım, ey Ali sen de onun kapısısın; sen olmadan bana ulaşmayı sanan yalancıdır.”

İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ül-Belağa Şerhi’nin birçok yerinde, Himvini Feraid’de (İbn-i Abbas’dan naklen), Harezmi Menakıb’da (Amr bin As’dan naklen), imam’ul- harem Ahmed bin Abdullah, Zehair’ul- Ukba’da, imam Ahmed bin Hanbel, Müsned’de, Mir Seyyid Ali Hemedani, Meveddet’ul- Kurba’da, hatta bağnaz İbn-i Hacer, Savaik 9. Bab 2. Fasıl’ın zımnında s. 75’de, (Hz. Ali (a.s)’ın faziletleri hakkında Bezzaz’dan rivayet etmiş olduğu kırk hadis’ten 9. hadis), Taberani Evsed’de Cabir Bin Abdullah’dan naklen, İbn-i Adiy Abdullah bin Ömer’den, Hakim ve Tirmizi de Hz. Ali’den Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir:

“Ben ilim şehriyim, Ali de kapısıdır; ilim isteyen kapısından gelmelidir.”

Daha sonra Menakıb-u Fahire sahibi bu hadis hakkında şöyle diyor: “Dar düşünceli insanlar bu hadis hakkında ihtilafa düşmüştür. İbn-i Cevzi ve Nevevi gibi alimler bunun uydurma olduğunu beyan etmiştir. Ama nezdimizde sözü bir senet olan Müstedrek’in sahibi bu sözleri işitince; ‘Bu hadis sahihtir.’ demiştir.”

Bu konuda meclisin vaktini almamak için muteber kitaplarınızda rivayet edilen sayısız rivayetlerden bu kadarıyla yetiniyorum. Bu hadisteki “el-ilm” kelimesindeki “Elif lam” edatı cinsi ifade etmektedir. Yani zahiren ve batınen, sureten ve manen ilim cinsinden olan her şey Peygamber (s.a.a)’in yanındaydı ve bütün bu ilimlerin kapısı da Ali (a.s) idi.

Merhum allame Mir Seyyid Hamid Hüseyin Dehlevi (her cildi Sahih -i Buhari, hatta ondan da fazla olan Abakat’ul- Envar kitabının sahibi) bu kitabının iki cildini bu hadisin senedi ve sıhhati hakkında kaleme almıştır. Şu anda senetini hatırlamıyorum. Ama Ehl-i Sünnet alimleri adına bu hadisi mütevatir saymıştır. Bu kitabı okuyunca sürekli o alime Allah’tan rahmet diliyordum. Çok büyük zahmet çekmiş ve çok derin bir alimdi. Beyler lütfen bu kitabı temin edip mütalaa ediniz ve böylece Hz. Ali (a.s)’ın sahabe arasında şahsına münhasır bir fert olduğunu açıkça anlayınız.

Hz. Ali (a.s)’ın Peygamber (s.a.a)’den sonraki hilafetini ispat eden delillerden birisi de bu mezkur hadistir. Çünkü akıl ve nakil esasınca her kavmin alimleri cahillerden üstündür ve öncelik hakkına sahiptir. Özellikle de Peygamber (s.a.a) burada ümmetine ilminden istifade etmek isteyenlerin Hz. Ali (a.s)’ın evinin kapısına gitmelerini emrediyor. Peygamber (s.a.a)’in bizzat açtığı bu ilim kapısının kapatılması ve ilmi mertebelere sahip olmayan başka kapıların açılması insafa sığar mı?

Şeyh: Bu hadis hakkında alimlerimizin etraflıca tartıştığı doğrudur. Bazılarına göre sahih, bazılarına göre haber-i vahid, diğer bazılarına göre mütevatirdir. Ama bunun Hz. Ali’nin (k.v) gayb ilmini bilmesiyle ne ilgisi vardır?

Hz. Ali Gayp İlmini, Kur’ân’nın Zahir

ve Batınını Biliyordu

Davetçi: Benim dediklerime dikkat etmiyorsunuz. Daha önce de beyan etmiş olduğum; “O bütün görülmeyenleri bilir. Sırlarına kimseyi muttali kılmaz; ancak, (bildirmeyi) dilediği Peygamber bunun dışındadır.” hükmü gereği Peygamber (s.a.a), Allah’ın razı olduğu ve seçtiği bir kimsedir. Peygamber (s.a.a)’in gözünden o perde kaldırılmış ve kendisine gaybi ilimler verilmiştir. Dolayısıyla Peygamber (s.a.a), kendisine verilen bu gayb ilmi ve gücüyle bütün işlerin gerçeğini biliyordu. Şii ve Sünni alimlerin ittifaken kabul etmiş olduğu üzere de Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

“Ben ilmin şehriyim; Ali de onun kapısıdır.”

İşte bu ilim şehrinde var olan bütün ilimlerden, ilim kapısı olan Hz. Ali vasıtasıyla istifada edilebilir. Dolayısıyla Ali (a.s) da sırları ve zahiri bildiği gibi batını da biliyordu. Çünkü Ehl-i Beyt (a.s)’ın ilminin temeli Kur’ân’dır. Kur’ân ilimlerinin zahir ve batınını Peygamber (s.a.a)’den sonra bilen Hz. Ali (a.s )’dır. Nitekim kendi alimleriniz de bunu açıkça tasdik etmişlerdir. Örneğin:

Hafız Ebu Naim İsfahani, Hilyet’ul- Evliya c. 1, s. 65’de, Muhammed bin Yusuf, Kifayet’ut- Talib’in 74. babında ve Süleyman Belhi, Yenabi’ul- Mevedde’nin 14. babının zımnında s. 74’de, Fasl’ul- Hitab’dan müsned olarak Abdullah bin Mes’ud’dan şöyle rivayet etmektedir: “Kur’ân yedi harf üzere nazil olmuştur. Her harfin bir zahiri, bir de batını vardır. Zahir ve batın ilmi ise Hz. Ali (a.s)’ın nezdindedir.”

Peygamber (s.a.a) İlimden Bin Kapı

Hz. Ali’nin Yüzüne Açtı

Kendi muteber kitaplarınızda alimleriniz de Hz. Ali (a.s)’ın gaybi ilimlere sahip olduğunu ve Peygamber (s.a.a)’den sonra Allah’ın seçtiği birisi olduğunu tasdik etmişlerdir. Örneğin: İmam Gazali Beyan-i İlm-i Ledünni kitabında Hz. Ali (a.s)’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

“Peygamber (s.a.a) dilini ağzıma koydu ve bana ondan bin ilim kapısı açıldı. Her kapıdan bin kapı daha açıldı.”

Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde’de 14. Bab’ın zımnında s. 77’de, Esbağ bin Nebate’den şöyle rivayet ediyor: “Hz. Ali (a.s) şöyle buyuruyordu:

“Resulullah (s.a.a) yüzüme bin kapı açtı. Her kapıdan da bin kapı açıldı. Böylece bir milyon kapı oldu. Geçmiş ve kıyamete kadar gelecek her şeyi bildim. Bana ayrıca ölümler, belalar ve Fasl’ul- Hitab[10] ilmi verildi.

Aynı babda İbn-i Meğazili’den kendi senediyle Ebi Sabah’dan, o da İbn-i Abbas’dan Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

“Mirac gecesi Allah-u Teala’ya yakınlaşınca benimle konuştu, necva etti. Ondan öğrendiklerimi Ali’ye öğrettim; o halde Ali benim ilmimin kapısıdır.”

Bu rivayeti Muvaffak bin Ahmed-i Harezmi’den şöyle rivayet etmektedir:

“Cebrail bana cennetten bir kilimle geldi. Ben üzerine oturdum, Allah’ın huzuruna varınca Allah-u Teala benimle konuştu, Allah’tan öğrendiğimi Ali’ye öğrettim, o benim ilmimin kapısıdır.”

Sonra Ali (a.s)’ı çağırarak şöyle buyurdu: “Ey Ali! Seninle barış, benimle barıştır; seninle savaşmak, benimle savaşmaktı;.Benimle ümmet arasındaki ilim sensin.”

Bu babda büyük alimlerinizden birçok rivayet nakl edilmektedir. Örneğin: Ahmed bin Hanbel, Muhammed bin Talha, Harezmi, Gazali Suyuti, Sa’lebi, Mir Seyyid Ali Hemedani ve diğerleri farklı tabirlerle Peygamber (s.a.a)’den Hz. Ali (a.s)’a bin ilim kapısı açtığını, her kapıdan bin kapı açıldığını ve bunları Ali (a.s)’ın göğsüne emanet bıraktığını rivayet etmişlerdir.

Hakeza Hafız Ebu Naim İsfahani, Hilyet’ul- Evliya’da, Mevla Ali Muttaki, Kenz’ul- Ummal c. 6, s. 392’de, Ebu Ya’la, Kamil bin Talha’dan, o da İbn-i Luhey’a, o da Hayy bin Abdumeğafiri’den, o da Ebu Abdurrahman Habla’dan, o da Abdullah bin Ömer’den, Peygamber (s.a.a)’in ölümcül hastalığında şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: “Bana kardeşimi çağırın.” Derken Ebu Bekir geldi. Peygamber (s.a.a) ondan yüz çevirdi. Yine; “Bana kardeşimi çağırın” buyurdu. Ardından Osman geldi, ondan da yüz çevirdi. Ardından Ali (a.s)’ı çağırdılar. Ali gelince Peygamber (s.a.a) ona örtüsünü örttü, üzerine eğildi, yanından gidince de Ali (a.s)’a şöyle dediler: “Ey Ali Peygamber (s.a.a) sana ne buyurdu?” Hz. Ali (a.s) cevaben şöyle buyurdu:

“Peygamber (s.a.a) bana her kapısından bin kapı açılan bin ilim kapısı öğretti.”

H. 430’da vefat eden Ebu Naim İsfahani Hilyet’ul- Evliya c. 1, s. 65’de (Fezail-u Ali’de), Muhammed Cizri, Esne’l- Metalib s. 14’de, Muhammed bin Yusuf Genci, Kifayet’ut- Talib’in 38. babında Ahmed bin İmran bin Seleme bin Abdullah’dan müsned olarak şöyle rivayet etmiştir: “Biz de Peygamber (s.a.a)’in yanındaydık. Ali (a.s) hakkında sorulunca şöyle buyurdular:

“Hikmet on bölüme ayrılmıştır; dokuz bölümü Ali’ye verilmiştir; bir bölümü de bütün insanlara tahsis edilmiştir.”

Ebu’l- Mueyyid Muvaffak bin Ahmed Harezmi Menakıb’ta, Muttaki, Kenz’ul- Ummal c. 5 s. 156 ve 401’de birçok alimlerinizden rivayet etmiştir ve İbn-i Meğazili Fezail’de, Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde 14. Bab’da aynı senetlerle (vahiy yazarı) Abdullah bin Mes’ud’dan, Muhammed bin Talha Metalib’us- Süul s. 21’de Hilye’den, o da Alkame bin Abdullah’tan, kendisine Ali sorulunca Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

Hikmet ona bölünmüştür, Ali’ye dokuz bölümü verilmiş, diğer bütün insanlara ise bir bölümü verilmiştir. Ali o bir cüz konusunda da herkesten daha bilgilidir.”

Hakeza, Yenabi’ul- Mevedde aynı babda, Tirmizi’nin Feth’ul- Mubin kitabından naklen Abdullah bin Abbas’tan şöyle rivayet etmektedir:

“İlim on bölümdür; dokuz bölümü Ali’ye verilmiştir, diğer insanlara ise geri kalan bir bölümü verilmiştir. Ali o bölümde de insanların en bilginidir.”

Muttaki Hindi Kenz’ul- Ummal c. 6 s. 153’te, Hatip Harezmi, Menakıb s. 49’da ve Maktel’ul- Huseyn c. 1 s. 43’de, Deylemi Firdevs’ul- Ahbar’da, Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde 14. Bab’da Peygamber (s.a.a)’den şöyle rivayet etmektedir:

“Benden sonra ümmetin en alimi Ali’dir.”

Bütün bu hadislerden anlaşıldığı üzere Peygamber (s.a.a) Allah’ın seçtiği bir kul olarak gaybi biliyor ve Allah’tan aldığı batın ve zahir ilmini Ali (a.s)’a öğretiyordu. Biz de Ali (a.s) ve diğer on bir İmamın Peygamber (s.a.a) gibi Allah’la direkt bir irtibatının olduğunu söylemiyoruz. Ama kesin olarak onların Peygamber (s.a.a)’den feyiz aldığını beyan ediyoruz. Hayatında ve ölümünde bütün varlıklara verilen feyizler Peygamber (s.a.a) vasıtasıyla Allah-u Teala tarafından verilmiştir. Elbette geçmiş ve gelecekle ilgili önemli haberler Peygamber (s.a.a) hayattayken Allah-u Teala tarafından kendisine bildiriliyordu, Peygamber (s.a.a) de bunlardan bazısını hayattayken Ali (a.s)’a öğretiyordu. Hazinesinde var olan ilmi de bu dünyadan gitmek üzereyken hepsini Hz. Ali (a.s)’a emanet bırakmıştır. Bu konuda birçok muteber alimlerinizin kitabından sayısız hadis rivayet edilmektedir. Bunlardan sadece bazısını örnek olsun diye önceden açıkladım. Hatta kendi alimleriniz Aişe’den şöyle dediğini rivayet etmekteler:

“Peygamber (s.a.a) Ali’yi çağırdı, onu göğsüne dayadı, üzerine örtüyü çekti, ben de başımı yaklaştırdım, ne kadar dinlediysem bir şey anlamadım. Hz. Ali (a.s) bir müddet sonra başını kaldırınca alnından terler dökülüyordu. “Ey Ali bu müddet boyunca Peygamber (s.a.a) sana ne buyurdu” diye sorduklarında, Hz. Ali (a.s) şöyle dedi: “Resulullah (s.a.a) bana, her kapısından bin kapı açılan bin ilim kapısını öğretti.”

Önceki geceler de detaylıca anlattığım gibi Peygamber (s.a.a) Kureyş’in büyüklerini ve amcalarını Ebu Talib (a.s)’ın evine davet etti. Onlara risaleti tebliğ etti. Orada Hz. Ali (a.s), Peygamber (s.a.a)’e ilk iman eden kimseydi. Peygamber (s.a.a) onu kucağına alıp ağzına tükürüğünü sürdü, bu konuda Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “O an kalbime ilim çeşmeleri döküldü.”

Nitekim kendi alimlerinizin rivayet etmiş olduğu üzere Hz. Ali (a.s) bir hutbesinde şuna işaret ederek şöyle buyurmuştur: “Beni kaybetmeden önce bana sorun; çünkü göğsüm ilimle doludur

Sonra karnına işaret ederek; “Bu karnım ilimle doludur, bu Peygamber (s.a.a)’in o tükürüğüdür, bu Peygamber (s.a.a)’in bana yedirdiği ilim taneleridir.”

Hz. Peygamber (s.a.a) son nefesine kadar Ali’yi rabbani feyizden feyizlendirmiş, Allah’tan aldığı feyizleri Ali (a.s)’ın kalbine dökmüştür. İbn-i Sabbağ, Fusul’ul- Muhimme’de şöyle diyor: “Peygamber (s.a.a) Hz. Ali’yi, çocukluğundan beri ilim ve amel açısından sevgi dolu kucağında büyüttü.”

Cifr-i Camia Kitabının Niteliği Hususunda

Allah-u Teala tarafından Peygamber (s.a.a) vasıtasıyla Ali (a.s)’a verilen rahmani feyizlerden biri olan ve kıyamete kadar vuku bulacakları remzi harflerle belirten Cifr-i Camia (Kamil Cifir ilmi) kitabıdır. Kendi alimleriniz de bu kitabın Hz. Ali (a.s) ve diğer Ehl-i Beyt (a.s) İmamlarına özgü bir kitap olduğunu itiraf etmişlerdir.

Nitekim Gazali şöyle diyor: “Hz. Ali (a.s)’ın Cifr’u Cami’id-Dünya ve’l- Ahire adında bir kitabı vardı. Bu kitapta bütün ilimler, apaçık gerçekler, sırlar, gaipler, eşyanın özellikleri, alemdeki tesirler, isimlerin ve harflerin hususiyetleri yazılıydı. Bu kitabı, Hz. Ali (a.s) ve Peygamber (s.a.a) tarafından velayet ve imamet makamına tayin edilen 11 evladı dışında hiç kimse bilmiyordu. Bu kitap onlara miras kalmıştır.”

Hakeza Süleyman Belhi Yenabi s. 403’de Muhammed bin Talha’nın Durr’ul- Manzum kitabından bu konuda geniş bir açıklama nakletmektedir ki: “Cifr-i Cami kitabı Hz. Ali (a.s)’a özgü ilim anahtarlarının yazıldığı 1700 sayfadan ibaretti. Nitekim meşhur şair Hz. Ali (a.s)’a yönelik şöyle diyor: “Ondan başka Cifr-i Cami’i bilen kimdir? Bu kitapta gaybi sırlar mevcuttur.”

Hakeza Tarih-i Nigaristan sahibi de Şerh-i Mevakıf’tan şöyle nakletmektedir: Cifr ve Camia kitabı Ali (a.s)’a mahsustur. Bu iki kitapta harf ilmi yoluyla kıyamete kadar olacak olaylar yer almıştır. Hz. Ali (a.s)’ın evlatları da onunla hükmetmektedirler.” (Yani bu remizli kitabın anahtarı, olaylardan haber veren Hz. Ali (a.s) ve evlatlarının nezdindedir.)

Nevvab: Kıble sahip (alicenap)! Bizim alimlerinizin de tasdik ettiğini söylemiş olduğunuz Cifr kitabı nedir ve nasıldır? Lütfen mümkünse onu açıklayın?

Davetçi: Vakit dar olduğu için bu ilim ve kitap hakkında genişçe konuşmaktan mazurum.

Nevvab: Mümkün olduğu kadar kısa da olsa izah ediniz.

Davetçi: H. 10. yılda Veda Haccı’ndan dönerken Cebrail nazil olarak Peygamber (s.a.a)’e öleceğini haber verdi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.a) ellerini kaldırarak şöyle dua etti: “Allah’ım bana vaat ettin ve sen asla vaadinden dönmezsin.”

Kendisine şöyle İlahi bir hitap geldi:

“Ali’yi al, Uhud dağına çık, kıbleye sırtını dönerek otur, çöldeki hayvanları çağır, hepsi sana icabet edecektir. Onlar arasında kırmızı renkli, küçük boynuzlu, büyük bir keçi vardır. Ali’ye onu kesmesini, boyun tarafından derisini yüzmesini ve tabaklamasını emret. O zaman Cebrail sana gelecek, hokka kalem ve yeryüzündekilere benzemeyen bir mürekkep getirecektir. Cebrail’in dediği her şeyi Ali’ye yazmasını öğret. O yazı ve deri baki kalacak, asla çürümeyecek ve korunacaktır. Onu her açtıklarında taze bulacaklardır.”

Peygamber (s.a.a) denildiği gibi Uhud dağına çıktı. Gerekeni yaptı. Cebrail gelerek Peygamber (s.a.a)’e hokka kalem getirdi. Peygamber (s.a.a)’e verdi. Peygamber (s.a.a) Ali (a.s)’a vererek yazmasını istedi. Cebrail Allah-u Teala tarafından olmuş ve olacak her şeyi Peygamber (s.a.a)’e beyan ediyor, Peygamber (s.a.a) de Ali (a.s)’a beyan ediyordu ve Ali (a.s) da onları o derinin üzerine yazıyordu. Derinin her tarafı yazıyla doldu. Böylece o kitapta kıyamete kadar olmuş ve olacak her şey yazılıydı. Hatta onların evlatlarının dost ve düşmanlarının adı bile yazılıydı. İnsanların başına gelecekler, o kitaba kaydedilmişti.

Peygamber (s.a.a) daha sonra onu Ali (a.s)’a verdi ve o veraset, velayet ve imamet parçalarından biri sayıldı. Her İmam dünyadan göçtüğünde onu kendinden sonraki İmama bırakmıştır. İşte bu kitap Gazali’nin; “Cifr-i Cami kitabı Ali ve evlatlarına mahsustur. Bu kitapta ölümler, belalar, hükümler ve tüm diller yazılıdır.” dediği kitaptır.

Nevvab: Nasıl olur da bunca olay ve ilimler bir keçinin derisine sığabilir?

Davetçi: Evvela; haberden de anlaşıldığı gibi bu keçi sıradan bir keçi değildi. Bu iş için yaratılmış büyük bir keçiydi.

İkinci olarak; bu, kitapların yazı türünden bir şey değildi. Remiz harfleriyle yazılmıştı. Nitekim Tarih-u Nigaristan’ın sahibi Şerh-u Mevakıf’tan naklen şöyle diyor: “Bu iki kitap harf ilmiyle yazılmıştır.”

Ayrıca o sembollerin şifresini Peygamber (s.a.a), Ali (a.s)’a vermiştir. Hz. Ali (a.s ) da Peygamber (s.a.a)’in emri üzere onu kendinden sonraki İmamlara emanet etmiştir.

O şifreler kimin elinde olursa, o kitaptan sırlar ve olayları öğrenebilir. Bu şifrelere sahip olmayan onu çözemez. Nitekim günümüzde de birçok yazılar şifreyle gönderilmektedir. Öyle ki o yazıların şifresini bilmeyenler asla o yazıyı anlayamazlar. Dolayısıyla Hz. Ali (a.s) ve evlatlarından başka hiç kimse o kitaptan istifade edemez. Nitekim Hz. Ali (a.s) tüm evlatlarının toplandığı bir yerde o kitabı oğlu Muhammed Hanefiyye’ye verdi. O çok alim ve bilgin olmasına rağmen onu okuyamadı.[11]

İmamların haber verdiği birçok önemli olayları o kitaptan istifade etmekteydiler. O kitap vesilesiyle işleri en ince detayına kadar biliyor, Ehl-i Beyt’e (a.s) ve Şiilere nazil olan belaları ve musibetleri o kitaptan çıkarıyorlardı. Nitekim hadis kitaplarında bu detaylıca kaydedilmiştir.

Bu cümleden Şerh-u Mevakıf’da Memun ve İmam Rıza arasında imzalanan bir ahdname yer almıştır ki Memun altı ay boyunca, mektup ve tehditle İmam Rıza’yı veliahtlığını kabul etmek zorunda bırakmıştı. Memun kendisinden sonra hilafetin İmam Rıza’ya intikal edeceği hususunda bir ahdname imzalamıştı.

İmam Rıza’ya ahdnameyi imzalaması için getirdiklerinde İmam şu şerhi düştükten sonra ahdnameyi imzaladılar:

“Ben Musa bin Rıza diyorum ki, Memun (Allah-u Teala onu şeriatın güçlendirilmesi, irşat ve doğru yola erişme konusunda muvaffak kılsın) başkalarının inkar etmiş olduğu hakkımızı tanıdı. Başkalarının kestiği bağı o gözetti. Başkalarının ölümle tehdit etmiş olduğu nefislere o güvenlik sağladı. Yokluk sınırına gelen kimseleri ihya etti. Fakir ve muhtaçları zengin kıldı. Allah-u Teala şükredenlerin mükafatını verecek ve iyilerin ecrini zayi etmeyecektir. Eğer ben ondan sonra hayatta kalırsam beni veliahtlığa tayin etti. Ama Cifr ve Camia kitapları bunun tersine hükmetmektedir. (Yani ben ondan sonra hayatta kalmayacağım.) Zaman bana ve size ne yapacak bilemiyorum. Hüküm sadece Allah-u Teala’ya mahsustur. Allah-u Teala insanlar arasında hak üzere hüküm verecektir.

Taftazani Şerh-u Mekasid’id- Talibin fi İlm-i Usul’id- Din kitabında İmam’ın ahdnamede geçen Cifr-i Camia cümlesine işaret etmektedir. Yani Cifr-i Camia, Memun’un ahdine vefa göstermeyeceğini beyan ediyor. Nitekim de öyle oldu. Peygamber (s.a.a)’in evladı ve bir parçası olan İmam Rıza’yı zehirlediler. Böylece İmam Rıza’nın ilminin apaçık gerçeği ve sadakati ortaya çıkmış oldu ve herkes İmamın zahir ve batın ilmine sahip olduğunu anladı.”

Cebrail’in, Resulullah’ın Vasisi Emir’ul- Muminin Ali İçin Mühürlenmiş Kitap Getirmesi

Peygamber (s.a.a) vasıtasıyla Ali (a.s)’a ulaşan feyiz yollarından biri de Cebrail’in Hz. Ali için getirdiği mühürlenmiş kitaptır. Nitekim her iki fırkanın kabul ettiği muhakkık Ebu’l- Hasan Ali bin Hüseyin el-Mes’udi, İsbat’ul- Vasiyye s. 92’de özetle şöyle rivayet etmektedir: “Allah-u Teala gökten yazılı bir kitap indirdi. Cebrail bu kitabı emin meleklerle Peygamber (s.a.a)’e indirdi. Cebrail Peygamber (s.a.a)’in yanına varınca şöyle arz etti:

“ Vasin dışında mecliste olan herkes, vasiyet kitabını size takdim etmem için dışarı çıksın.”

Peygamber (s.a.a) Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin (a.s) dışında herkese dışarı çıkmasını emretti. Cebrail daha sonra şöyle dedi:

“Ya Resulullah, Allah’ın sana selamı var; buyuruyor ki: “Bu seninle anlaştığım ve meleklerin de tanıklık etmiş olduğu bir anlaşmadır. Allah da şahit olarak yeter.”

Bunu duyan Peygamber (s.a.a) titreyerek şöyle buyurdu:

“O Selam’dır, selam O’ndandır ve selam O’na döner.”

Sonra o kitabı Cebrail’den aldı, Hz. Ali’ye verdi. Okuduktan sonra şöyle buyurdu: “Bu Rabbimin bana gönderdiği bir anlaşmadır ve O’nun bir emanetidir. Ben de O’nun mesajının hakkını eda ettim.”

Bunun üzerine Hz. Ali (a.s ) da şöyle dedi:

“Annem babam sana feda olsun. Ben de buyurduklarının doğruluğuna, nasihatlerine ve tebliğine tanıklık ediyorum. Buna kulağım, gözüm, etim ve kanım da şahadet etmektedir.”

Peygamber (s.a.a), Ali (a.s)’a şöyle buyurdu:

“Bu Allah’tan gelen bir vasiyetimdir. Onu benden kabul et. Allah-u Teala için zamanet et. Ona vefalı olmak benim görevimdir.”

Hz. Ali (a.s) şöyle arz etti: “Zamanet etmeyi kabul ediyorum ve Allah-u Teala da bana yardım edecektir.”

O kitapta Hz. Ali (a.s)’a şöyle şart koşulmuştu:

“Allah’ın dostlarıyla dost olmak, Allah’ın düşmanlarıyla düşman olmak ve onlardan beri olmak, zulme, gazaba, hakkının alınmasına, humusuna el konmasına, hürmetinin çiğnenmesine ve sakalının başının kanıyla boyanmasına karşı sabretmek.”

Hz. Ali (a.s) şöyle dedi:

“Kabul ettim, razı oldum. Eğer hürmetimi çiğnerlerse sünneti tatil eder, kitabın hükümlerini yok eder, Kabe’yi bozar ve sakalımı başımın kanıyla boyalarsa yine de sabredeceğim.”

Ardından Cebrail, Mikail ve mukarrep melekleri Hz. Ali (a.s)’a şahit tuttu. Hz. Ali (a.s)’a bildirdiğini Hasan, Hüseyin ve Fatıma’ya da bildirdi. Bütün olayları onlara da aktardı. Daha sonra ateş görmemiş altın mühürlerle o vasiyet nameyi mühürleyip Ali (a.s)’a verdi. Bu vasiyetnamede Allah’ın ve Resulullah (s.a.a)’in sünnetleri, muhaliflere, dini değiştirenlere ve emirleri tahrif edenlere muhalefet, istisnasız her şey ve bütün olaylar yazılıydı. Resulullah (s.a.a) ile Ali arasında bir sırdı. Nitekim Kur’ân da bu konuda açıkça, “...Her şeyi apaçık bir İmam’da (Ali bin Ebi Talib’de) toplamışız.” diye buyurmaktadır.”

Özetle Hz. Ali (a.s) ve O’nun soyundan gelen temiz İmamlar her şeylerini Peygamber (s.a.a)’den aldılar. Peygamber (s.a.a)’in bütün ilimleri onlardaydı. Aksi takdirde Ali (a.s)’ı ilim kapısı olarak tanıtmaz ve ilim öğrenmek için Ali (a.s)’ın kapısına gidilmesini emretmezdi.

Eğer Hz. Ali (a.s) bütün yüce ilimlere sahip olmasaydı, dost ve düşman karşısında; “Beni kaybetmeden istediğiniz her şeyi sorun.” diye feryat etmezdi.

Şii ve Sünni ittifak etmiştir ki Hz. Ali (a.s) dışında hiç kimse “İstediğinizi bana sorun” diye feryat etmemiştir. Bu makam Hz. Ali (a.s)’a özgü bir makamdı. İnsanların zahir ve batın ilimleri hakkındaki tüm sorulara cevaplar vermiştir. Hz. Ali (a.s) dışında böyle bir iddiada bulunanlar rezil olmuşlardır.

Nitekim Hafız bin Abdulbirr Endülisi, İstiab fi Ma’rifet’il-Ashab kitabında şöyle diyor: “Beni kaybetmeden sorun” sözünü iftira ve yalancılar dışında hiç kimse söylememiştir.”

Nitekim Ebu’l- Abbas Ahmed bin Hallakan eş-Şafii Vefeyat’ta, Hatip Bağdadi ise Tarih c. 13, s. 163’de şöyle rivayet etmişlerdir: “Ehl-i Sünnet alimlerinden Mukatil bin Süleyman; “Arşın altındaki her şeyi bana sorun” diye halka seslendi.

Bir şahıs kalkıp şu soruyu sordu: “Hz. Adem hac ettikten sonra saçını kısaltmak isteyince onu kim tıraş etti?”

Mukatil düşüncelere daldı cevap veremedi ve sustu. Başka biri de şunu sordu: “Karınca, yemekleri bağırsakları vasıtasıyla mı hazmediyor yoksa başka bir organıyla mı? Eğer bağırsakları vasıtasıyla hazmediyorsa bağırsakları bedeninin neresindedir?”

Mukatil yine şaşkınlık içinde kaldı, mecburen şöyle dedi: “Allah-u Teala bu soruları gönlünüze attı ki ilmimin fazlalığı sebebiyle kibre kapıldığım ve haddimi aştığım için beni rezil etsin.”

Şüphesiz bu iddiayı her türlü soruya cevap verecek kimseler yapmalıdır. Dolayısıyla ümmet arasında Hz. Ali (a.s) dışında bu makama sahip hiç kimse yoktu. Hz. Ali (a.s) Peygamber (s.a.a)’in ilim kapısı olduğu için, o da Peygamber (s.a.a) gibi işlerin zahir ve batınını, ilk ve son ilimleri biliyordu. “Beni kaybetmeden sorun” diye feryat ediyordu. Sorulan bütün sorulara kolayca cevap veriyordu. Şimdi vaktimiz olmadığı için hepsini aktaramıyoruz. Sahabeden hiç kimse Hz. Ali (a.s) dışında böyle dememiştir.

Nitekim imam Ahmed bin Hanbel, Müsned’de, Harezmi, Menakıb’da, Hace Kelan Hanefi Yenabi’ul- Mevedde’de, Beğevi, Mucem’de, Taberi, Riyaz’un- Nazre, c. 2, s. 198’de ve İbn-i Hacer Savaik s. 76’da Said bin Museyyib’den şöyle rivayet etmekteler:

“Hz. Ali dışında hiçbir sahabe; “Bana sorun” dememiştir.

Hz. Ali’nin “Bana Sorun” Sözü Hususunda Ehl-i Sünnet Hadisleri

Hakeza İbn-i Kesir Tefsir, c. 4’de, İbn-i Abdulbirr, İstiab’da, Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde’de, Harezmi, Menakıb’da, imam Ahmed Müsned’de, Himvini, Feraid’de, İbn-i Talha, Durr’ul- Manzum’da, Mir Seyyid Şafii, Meveddet’ul- Kurba’da, Hafız Ebu Naim İsfahani, Hilyet’ul- Evliya’da, Muhammed bin Talha, Metalib’us- Süul’de, İbn-i Ebi’l-Hadid, Nehc’ul- Belağa Şerhi’nde ve diğer alimleriniz kendi kitaplarında farklı tabirlerle değişik yerlerde Amir bin Vasile, İbn-i Abbas, Ebu Said Bahteri, Enes bin Malik ve Abdullah bin Mes’ud’dan Hz. Ali (a.s)’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir:

“Ey insanlar, beni kaybetmeden bana sorun, şu kalbimde her şeyin ilmi vardır. Bana sorun. Bende ilklerin ve sonların ilimi vardır.”

Ebu Davud Sünen s. 356’da, imam Ahmed bin Hanbel Müsned c. 1, s. 278’de, Buhari, Sahih, c. 1, s. 46’da ve c. 10, s. 241’de müsned olarak Hz. Ali (a.s)’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir; “Bana istediğiniz şeyi sorun. Bana sorduğunuz her şeyin cevabını veririm.”

Şeyh Süleyman Belhi, Yenabi’ul- Mevedde 14. Bab’ın zımnında s. 74’de Harezmi’den ve Himvini kendi senediyle Ebu Said Bahteri’den şöyle rivayet etmektedir: “Hz. Ali (a.s)’ı Kufe minberinde gördüm. Peygamber (s.a.a)’in yün elbisesini giymiş, sarığını takmış, kılıcına dayanmıştı. Sonra minbere oturup şöyle buyurdu:

“Beni kaybetmeden bana sorun. Şüphesiz şu göğsüm ilimle doludur. Şu içim ilim yatağıdır. Bu Peygamber (s.a.a)’in (ağzıma sürdüğü) tükürüktür. Peygamber (s.a.a) bana böylece ilmin tanelerini yedirdi. Allah-u Teala’ya and olsun ki oturup Tevrat ehline Tevrat’la, İncil ehline de İncil’le hüküm verecek olsam ve Allah-u Teala da o iki kitabı konuşturacak olsa şöyle derler: “Ali sizlere bizimle hak üzere hüküm verdi. Siz kitabı okuyorsunuz, hâla akıl etmeyecek misiniz?”

Himvini, Feraid’de, Harezmi Menakıb’da, Hz. Ali (a.s)’ın minberde şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:

Beni kaybetmeden bana sorun. Taneyi yaran ve insanları yaradan Allah-u Teala’ya and olsun ki bana sorduğunuz her ayetin nerede nazil olduğunu, gece mi, gündüz mü, makamda mı yoksa yolda mı, yeryüzünde mi, dağda mı, mümin hakkında mı, münafık hakkında mı, umum mu ifade etmektedir yoksa has mı, sizlere bunların tümünü haber veririm.”

İbn-i Kuvvay-i Harici kalkıp şöyle dedi: “Bana şu; “İman edip salih ameller işleyenlere gelince, halkın en hayırlısı da onlardır.” ayetini açıkla.” Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu:

“Onlar biz ve bize tabi olanlardır. Biz de kıyamette alnı aklardan olacağız. Onlar da yüzlerinden tanınacaktır.”

Hakeza imam Ahmed bin Hanbel Müsned’de, Şeyh Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde 14. Bab’ın zımnında s. 74’de, İbn-i Abbas’dan naklen Hz. Ali (a.s)’ın minberde şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

“Beni kaybetmeden bana Allah’ın kitabından sorun. Her ayetin nerede nazil olduğunu, dağda mı, yumuşak toprak da mı indiğini herkesten iyi bilirim. Bana fitneleri sorun, her fitnenin ne zaman kopacağını ve onda öldürülecekleri bilirim.”

İbn-i Sa’d Tabakad’da, Ebu Abdullah Muhammed bin Yusuf-u Genci Kifayet’ut- Talib’in 52. babında (bu konuya özgü kılmıştır), Hafız Ebu Naim İsfahani, Hilyet’ul- Evliya, c. 1, s. 68’de müsned olarak Hz. Ali (a.s) nin şöyle buyurduğunu rivayet etmekteler:

“Allah-u Teala’ya and olsun ki, inen her ayetin kimin hakkında indiğini, nerede indiğini, neyin üzerine indiğini bilirim. Allah-u Teala bana bir kal,p kamil akıl ve konuşan bir dil verdi.”

Aynı kitaplarda Hz. Ali (a.s )’dan şöyle rivayet edilmiştir:

“Bana Allah’ın kitabından sorun; inen her ayetin gece mi indiğini yoksa gündüz mü indiğini, yumuşak toprağa mı yoksa sert dağlara mı indiğini bilirim.”

Harezmi, Menakıb’da, A’maş’dan, o da İbaye bin Rab’i’den şöyle dediğini rivayet etmektedir: “Hz. Ali (a.s) defalarca şöyle buyurmuştur:

“Beni kaybetmeden bana sorun, Allah-u Teala’ya and olsun ki ben bitkili bitkisiz her toprağı, kıyamete kadar yüz insanı saptıran veya yüz insanı doğru yola eriştiren her topluluğun önderini, sevk edenini ve çağıranını herkesten çok bilirim.”

Suyuti Tarih’ul- Hulefa, s. 124’de, Bedruddin Hanefi, Umdet’ul- Kari’de, Taberi, Riyaz’un- Nazre, c. 2, s. 198’de, Suyuti, Tefsir-u İtkan, c. 2, s. 319’da, Askalani, Feth’ul- Bari, c. 8, s. 485’de ve Tehzib’ut- Tehzib, c. 7, s. 338’de, Hz. Ali (a.s)’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler:

“Bana sorun. Allah-u Teala’ya and olsun ki, kıyamete kadar olacaklar hakkında sorduğunuz her şeyi size haber veririm. Benden Allah’ın kitabını sorun. Allah-u Teala’ya and olsun ki her ayetin gece mi indiğini, yoksa gündüz mü, yumuşak toprakta mı, yoksa dağda mı nazil olduğunu bilirim.”

Acaba bu beyanlar gaybi bilmek değil midir? Gaybi bilmeyen birisi dost düşman karşısında böyle bir iddiada bulunabilir mi? Biraz adetlerden uzaklaşacak ve insaf gözüyle bakacak olursanız Hz. Ali (a.s)’ın gaybi bildiğini, amel makamında da bunu açığa vurup gayptan haber verdiğini açıkça görürsünüz.

İmam Hüseyin’in Katili Olan İbn-i Sinan’dan

Haber Vermesi

Nitekim İbn-i Ebi’l- Hadid bu rivayetleri Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 1, s. 208’de, İbn-i Hilal-i Sekafi’nin Garat kitabından rivayet etmektedir. Bu cümleden şöyle rivayet etmektedir: “Adamın biri kalkarak şöyle dedi: “Bana başımda ve sakalımda kaç kıl olduğunu söyle.”

Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu:

“Dostum Peygamber (s.a.a) başındaki her kılın dibinde sana lanet eden bir melek olduğunu ve yüzündeki her kılın dibinde de seni kandıran bir şeytan olduğunu söyledi. Evinde Peygamber (s.a.a)’in evladını öldüren bir buzağın var.”

O Enes-i Nahi adında biriydi, oğlu Sinan, o zamanlar evde oynayan bir çocuktu. H. 61 yılında Kerbela’daydı ve Hz. Hüseyin’in katili oldu. Bazılarına göre ise soru soran adam Sa’d bin Ebi Vakkas idi. Oğlu Ömer bin Sa’d ordu komutanı ve Kerbela katiliydi. Belki de her ikisi de farklı meclislerde soru sormuşlardır. Hz. Ali (a.s) bu rivayet vesilesiyle ilminin Peygamber (s.a.a)’den kaynaklandığını ve gaybı ihata ettiğini göstermek istedi.

Habib Bin Ammar’ın Bayraktarlığından

Haber Vermesi

Ahmed bin Hanbel Müsned’de, İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 1 s. 208’de şöyle rivayet etmişlerdir: “Hz. Ali (a.s) hilafeti döneminde Kufe mescidinde oturmuştu. Ashabı da etrafında duruyordu. Adamın biri; “Halid bin Uveyta, Vaad’il Kura’da dünyadan göçtü.”diye söyleyince Hz. şöyle buyurdu:

O ölmedi ve dalalet ordusunun komutanı oluncaya kadar da ölmeyecektir. Onun bayraktarı Habib bin Ammar olacaktır.”

Orada bulunan bir genç şöyle dedi: “Ammar benim Ey Emir’ul- Mü’minin ve sizi samimi olarak gerçekten seviyorum.” Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu:

İftira ve yalan söylemedim ve söylemeyeceğim. Adeta görüyorum ki Halid dalalet ordusunun komutanı olmuş, sen de onun bayraktarısın. Caminin bu kapısından gireceksiniz ve caminin önündeki şu perdeden tutunca yırtılacaktır.”

Hz. Ali (a.s)’ın bu sözünün üzerinden yıllar geçti. Mel’un Yezid’in hilafeti döneminde mel’un İbn-i Ziyad Kufe’nin valisi oldu. Hz. Hüseyin’le savaşmak için büyük bir ordu gönderdi.

Peygamber (s.a.a)’den Halid ve Habib bin Ammar’ın rivayetini duyanların çoğu camide otururlarken aniden askerlerin sesini duydular. Eskiden toplantı yerleri camiler olduğu için askerler gösteriş yapmak isteyince camiye girip çıkıyorlardı. Aniden Halid bin Uveyta’nın dalalet ordusunun komutanı olarak Peygamber (s.a.a)’in evladıyla savaşmak için Hz. Ali (a.s)’ın buyurduğu Bab’ul- Fil’den camiye girdiğini gördüler. Habib bin Ammar da onun bayraktarıydı. Camiye girerken kapıdaki perdeyi tutunca yırtıldı Böylece Hz. Ali (a.s)’ın sözü ve münafıklar hakkındaki ilmi apaçık tecelli etti.

Gayıplardan Haber Vermesi

Acaba bu haber bütün bu alametleriyle tecelli ettiğine göre gayptan haber verme değil midir? Genelde Hz. Ali (a.s)’ın hutbe ve sözleri olan Nehc’ül-Belağa’yı dikkatlice inceleyecek olursanız, Hz. Ali (a.s)’ın verdiği birçok gaybi haberleri görürsünüz.

Özellikle de büyük sultanların durumu, olaylar, Zenc Sahibi’nin kıyamı, Moğolların galebesi, Cengiz Han’ın saltanatı, zalim halifelerin durumu, Şiilere karşı tutumu ve benzeri birçok gaybi haberlerin var olduğunu siz de okursunuz. Özellikle de İbn-i Ebi’l- Hadid, Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 1 s. 208-211’de, bütün bunları detaylıca anlatmaktadır.

Ayrıca Hace Kelan Belhi el-Hanefi Yenabi’ul- Mevedde 14. Bab’da Hz. Ali (a.s)’ın ilminin çokluğunu gösteren bu tür hutbe ve haberlere istinat etmektedir. Bunları okuyun ki apaçık gerçekleri keşfedesiniz. Hz. Ali (a.s) Muaviye’nin Kufe’ye galebe çalacağını ve kendisine lanet edilmesini emredeceğini haber vermiştir ve de öyle olmuştur.

Muaviye’nin Galibiyet ve Zulümlerinden

Haber Vermesi

Bu cümleden şöyle buyurmuştur:

“Benden sonra geniş boğazlı ve iri göbekli birisi sizlere galip gelecektir. O bulduğunu yiyecek([12]), bulmadığını isteyecek ve onu öldürecektir. Onu öldürmeyeceksiniz, o adam size bana kötü laflar etmenizi ve benden beri olduğunuzu ilan etmenizi isteyecektir. Bana sövmenize izin veriyorum; zira o sövgü benim için temizlik, sizler için ise kurtuluştur. Ama benden beri olduğunuzu ilan etmeyin. Zira ben fıtrat üzere doğdum, iman ve hicrette herkesten önde oldum.”

İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 1 s. 356’da ve diğer büyük ve değerli alimleriniz kendi kitaplarında açıkça tasdik etmişlerdir ki bu lanetli adam Muaviye’dir. Hilafete geçince 80 yıl boyunca halkı Hz. Ali (a.s)’a lanet etmeye ve ondan beri olduklarını ilan etmeye zorladı. Hz. Ali (a.s)’a mihrap ve minberde hatta Cuma hutbelerinde lanet ediyorlardı. Ömer bin Abdülaziz’in hilafetine kadar da bu böyle devam etti. Ömer bin Abdülaziz salihane tedbirleriyle bu lanetlemeyi ortadan kaldırdı ve insanları bu çirkin amelden men etti.

Bu çirkin olayı Hz. Ali (a.s) önceden haber vermişti. O halde siz de tasdik edersiniz ki Hz. Ali (a.s) gaybı biliyor ve Allah’ın verdiği bir ilimle perde arkasından haber veriyordu.

Bu tür haberler oldukça çoktur. İnsanlar yıllar ve asırlar sonra bunun doğruluğunu açıkça görmüşlerdir.

Savaş Başlamadan Önce Zu’s- Sediyye’nin

Öldürülmesinden Haber Vermesi

Hz. Ali (a.s) çok önceden Nehrevan savaşını da haber vermiş ve haricilerin ve Zu’s- Sediyye([13]) ismiyle meşhur olan Tezmele’nin katlini önceden haber vermiştir. Hatta haricilerden sadece on kişinin öldürülmeyeceğini, Müslümanlardan ise sadece on kişinin öldürüleceğini haber vermiş ve şöyle buyurmuştur:

“Onlardan on kişi kurtulacak, bizden ise on kişi ölecektir.”

Nitekim İbn-i Ebi’l- Hadid, Hace Kelan Belhi ve diğerleri Hz. Ali (a.s)’ın haber verdiği şeylerin sonradan gerçekleştiğini söylemişlerdir.

Özellikle İbn-i Ebi’l-Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 1 s. 425’de, bu haberin yorumunda şöyle diyor: “Bu haber şöhreti cihetiyle tevatüre yakın bir haberdir. Bütün alimler bunu rivayet etmiştir ve bu da Hz. Ali (a.s)’ın kerametlerinden biridir.

Acaba bunlar gayptan haber vermek ve geleceği bilmek değil midir? Dolayısıyla şüphenizin gitmesi ve velayet makamının gerçeğini anlamanız gerekir. Hz. Ali (a.s)’ın diğer halifelerden farklı olduğunu tasdik etmelisiniz. Eğer gayb ilmi olmasaydı ve tabiat ötesi bir irtibatı bulunmasaydı, asırlar sonra gerçekleşen olayları bu kadar detayıyla nasıl haber verebilirdi?

Hakeza Meysem-i Temmar’ın Ubeydullah bin Ziyad tarafından öldürüleceğini, Cuveyriye ve Reşid Hicri’nin Ziyad tarafından öldürüleceğini, Amr bin Hamak’ın Muaviye’nin taraftarlarınca öldürüleceğini, özellikle de Hz. Hüseyin’in katillerini haber vermesi, önceden de işaret etmiş olduğum gibi Hz. Hüseyin’in katilleri Enes ve Ömer bin Saad’ı bildirmesi Hz. Ali (a.s)’ın bu gayb ilminin göstergesidir.

Büyük alimlerinizden Taberi, İbn-i Ebi’l- Hadid, Muhammed bin Talha, Suyuti, Hatip Harezmi ve diğerleri bu haberleri açıkça rivayet etmişlerdir.

Kendi Katlinden Haber Vermesi ve

İbn-i Mülcem’i Tanıtması

Hz. Ali (a.s)’ın gaybi haberlerinden biri de kendi katili Abdurrahman bin Mülcem Muradi’nin kendisini öldüreceğini haber vermesidir. Halbuki İbn-i Mülcem zahiren Hz. Ali (a.s)’a büyük bir sevgi ve dostluk izharında bulunuyordu. Nitekim İbn-i Esir Usd’ul- Gabe c. 4 s. 25’de ve diğerleri kendi kitaplarında rivayet etmişlerdir ki ashabın yanına varınca Hz. Ali (a.s)’ı överek şöyle dedi:

Allah-u Teala seni insanlara imam kıldı,

Sen her türlü ayıptan ve şüpheden uzaksın,

Sen dost ve düşmana cömertsin,

Sen Aslan’ın çocuğusun,

Sen eski ve gelecek bütün fenleri bilensin,

Cesur ve meşhursun,

Ey Peygamber (s.a.a)’in vasisi,

Seni bu makama Allah-u Teala seçti,

Her türlü fazlını Kur’ân’da sana verdi.

Orada bulunanlar onun Hz. Ali (a.s)’a olan muhabbet ve sevgisine şaşırdı. Ama Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu:

Ben sana nasihat ediyorum zahiri dostluktan;

Gizlide ise bana düşman olmaktan.

İbn-i Hacer ise, Savaik s. 82’de, Hz. Ali (a.s)’ın ona şöyle cevap verdiğini rivayet etmiştir:

Ben onun hayatını istiyorum, o ise benim katlimi istiyor.

Zahiri dost görünen bu hilekar, Muradi kavmindendir.

Abdurrahman şöyle dedi: “Belki adımı duymuşsun da ismimden hoşlanmamışsın.”

Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Hayır, ben açıkça biliyorum ki sen benim katilimsin; çok geçmeden şu beyaz sakallarımı kanımla boyayacaksın.”

İbn-i Mülcem; “O halde emret de beni öldürsünler.” dedi. Ashap da bunu rica etti. Ama Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu:

Bu mümkün değildir; dinim cinayetten önce kısasa izin vermez. Benim ilmim senin beni öldüreceğini beyan ediyor. Ama dinin hükümleri zahiri amellerle ilgilidir. Senden henüz bir şey görmediğim için şer’i açıdan sana bir şey yapamam.”

İngiliz Mr. Carleyl, Kitab’ul- Ebtal’ında şöyle diyor: “Ali kendi adaletiyle öldürüldü. Yani eğer adaletli davranmayıp da cinayetten önce kısas uygulasaydı, öldürülmezdi. Nitekim sultanlar en küçük bir su-i zanda çocukları, kardeşleri, eşleri ve akrabaları bile olsa hemen onları öldürtmekteler. Ama Hz. Ali (a.s) şeriat ve dinden dışarı bir adım bile atmayan tek insandı. Katilini kesin bildiği halde ondan henüz zahirde bir şey görmediği için sevgisini esirgemiyordu. Ama sonunda şekavetini ortaya çıkararak Hz. Ali (a.s)’ın batın ve işlerin apaçık gerçeğini ihata eden ilmini ispat etti.”

Bu da Peygamber (s.a.a) ve masum İmamlar dışında hiç kimsenin gayb ilmini bilemeyeceğinin apaçık bir delilidir. Zira insan masum olmazsa, işlerin gerçeklerinden mahrum olan ilmi üzere, birçok yanlışlıklar yapacaktır. Ama Peygamber (s.a.a) ve İmamlar masum olduğu için kendi katillerini bildiği halde şeriattan bir adım olsun dışarı çıkmamış, cinayetten önce kısas etmemişlerdir.

Acaba bu deliller Hz. Ali (a.s)’ın gaybi bildiğinin delili değil midir? Kendisine muhabbet izharında bulunan, elini öpen ve methiye düzen bir gence; “Sen benim katilimsin” demektedir. Gayb ilmi olmadan bunu söyleyebilir mi? Biraz olsun insaflı davranacak olursanız, Hz. Ali (a.s)’ın zahir ve batın ilmine sahip olduğunu tasdik edersiniz.

Hz. Ali (a.s)’ın En Bilgin ve En Faziletli Oluşu

Şeyh Süleyman Belki Yenabi’ul- Mevedde’nin 14. babının evvelinde s. 65’de, İbn-i Talha’nın Durr’ul- Menzum’undan naklen Hz. Ali (a.s)’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

Şüphesiz ilklerin ilmine sahibim,

Sonların ilmi de kalbimde gizlidir.

Bütün gayb sırlarının kaşifiyim,

Geçmiş ve gelecek benim kalbimdedir.

Ben her küçük ve büyüğün emiriyim,

İlmim bütün varlığa ihata etmiştir.

Daha sonra Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur:

Eğer istersem, Fatiha’nın tefsiri konusunda yetmiş deve yükü kitap yazarım, bunun delili de Peygamber (s.a.a)’in şu sözüdür: “Ben İlim şehriyim, Ali de onun kapısıdır.” Allah-u Teala da şöyle buyurmuştur: “Evlere kapısından gelin. O halde ilim isteyen kapıdan gelmelidir.”

Hz. Ali (a.s)’ın Peygamber (s.a.a)’den hemen sonra halife olduğunun ve diğerlerinden öncelik hakkına sahip bulunduğuna dair akıl, nakil, kitap sünnet ve icmada önceki gecelerde aktardığım sayısız deliller mevcuttur. Bundan da öte Hz. Ali (a.s)’ın en alim ve faziletli oluşu, bunun en büyük delilidir. Zira akıl ve mantık açısından hiçbir cahil, bir alimin önüne geçemez. Hz. Ali (a.s)’ın ilmi ve fazilet üstünlüğü dost düşman herkesçe bilinmektedir. Hatta İbn-i Ebi’l- Hadid birinci hutbenin zımnında şöyle diyor: “Onlar üstünü (ilk üç halifeyi) en üstünden (Hz. Ali (a.s )’den) öne geçirdiler.”

Bu Hz. Ali (a.s)’ın üstünlük ve faziletini itiraf etmektir. Ama adet ve bağnazlık üzere hemen ardından şöyle diyor: “Allah-u Teala üstünü, en üstün ve en kamilden öne geçirdi.”

Halbuki böyle bir söz İbn-i Ebi’l-Hadid gibi birine hiç yakışmamaktadır. Nitekim büyük alim ve akıl sahipleri de ilim, mantık ve akıl dışı bu sözü dolayısıyla kendisini eleştirmişlerdir. Zira o Allah-u Teala’ya yersiz isnatta bulunmuştur. Halbuki Allah-u Teala asla akıl ve mantık hilafına davranmaz ve mefzulu (kendisine tercih edileni), fazıldan (tercih edilenden) öne geçirmez, nerede kaldı ki efzel (en faziletli) ve a’lemden (en alimden) öne geçirsin. En küçük ilim ve şuur sahibi bir insan da ilim ve mantık üzere asla fazılı efzelden öne geçirmez, nerede kaldı ki mefzulu efzelden öne geçirsin!

O halde Allah-u Teala nasıl olur da mefzulu efzelden öne geçirebilir? Halbuki bizzat Allah’ın kendisi Zümer suresi 9. ayette şöyle buyuruyor: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”

Hakeza Yunus suresi 35. ayette açıkça şöyle buyurmaktadır:

“Öyle ise hakka ileten mi uyulmaya daha layıktır, yoksa doğru yola erişme verilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan mı?”

Binaenaleyh a’lemiyet ve efzeliyet açısından Peygamber (s.a.a)’den sonra ümmet konusunda öncelik hakkı Hz. Ali (a.s)’ın idi. Nitekim İbn-i Ebi’l- Hadid de Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 1 s. 4’de açıkça bu manayı itiraf etmekte ve şöyle demektedir: “Hz. Ali (a.s) Peygamber (s.a.a)’den sonra insanların en üstünüydü. Bütün Müslümanlardan hilafete daha layıktı.”

Birinci delille de ilgili olan ikinci büyük delil ise Resulullah (s.a.a)’in bu hadisteki son sözüdür: “...İlim isteyen onun kapısından gelmelidir.” Lütfen Allah aşkına insaflı olunuz. Peygamber (s.a.a)’in kapısına gidilmesini emrettiği bir isim mi itaate daha layıktır, yoksa insanların toplanıp seçtiği bir isim mi?

Ayrıca Peygamber (s.a.a)’in emrine mutlak surette itaat edilmelidir. Peygamber (s.a.a) öncelik hakkını da aklı cihetiyle belirtmiş ve a’lemiyet olduğunu açıkça beyan etmiştir.

Şeyh: Eğer a’lemiyet ve efzeliyet hususunda öncelik hakkı efendimiz Ali’nin (k.v) olmuş olsaydı, ümmetin de bilip itaat etmesi için O’nu tayin etmesi gerekirdi. Halbuki böyle bir tayin görmemekteyiz.

Davetçi: Sizden bu tür sözleri duymak insanı üzmektedir. Neden ilim bilgi ve apaçık gerçeğiniz bu tür adetlerin etkisinde kalmaktadır? Beyler on gecedir muteber kitaplarınızdan delil getiriyorum. Ama siz yine kalkmış başa dönüyor ve bir nassın olmadığını beyan ediyorsunuz. Halbuki muteber kitaplarınız gizli ve açık naslarla doludur, buna rağmen hepsini görmezlikten geliyorsunuz. Sizlere soruyorum: “Bu ümmetin Resulullah (s.a.a)’in ilim ve siretine ihtiyacı var mıdır, yok mudur?

Şeyh: Kıyamete kadar bu ümmetin ve bütün sahabenin Resulullah (s.a.a)’in yüce ilmine ve siretine ihtiyacı var dır.

Davetçi: Eğer Peygamber (s.a.a)’den sadece; “Ben ilim şehriyim Ali de onun kapısıdır; ilim isteyen kapıya gelmelidir.” hadisi rivayet edilmiş olsaydı, yine yeterli olurdu.

Hz. Peygamber (s.a.a)’in Buyurduğuna Göre Hz. Ali Ümmetin En Bilgini İdi

Bu hadisten daha açık bir nas düşünülebilir mi? İlim isteyen herkesin Ali (a.s)’ın kapısına gitmesini emrediyor. Şimdi seher vaktidir. Bütün gece boyunca bu konu hakkında konuştum, beylerin vaktini aldım, ama siz beni soğuttunuz. Siz de geçmişleriniz gibi doğru söze kulak vermiyorsunuz. Sözümü duymazlıktan geliyor, nasları inkar ediyorsunuz.

Hangi nas ilim nassından daha üstündür? Hangi akıl, din ve bilim ehli, alim olduğu yerde cahile gidilmesini emreder. Eğer ilim ve mantıkta dünyada böyle bir söz söyleyen varsa, biz de sizin mantığınıza uyarız. Eğer böyle bir söz yoksa o halde sizin de bütün ilim ehlinin mantığı olan bizim mantığımıza teslim olmanız gerekir. Hz. Ali (a.s) ümmetin en alimi olduğu için ilim, akıl ve mantık gereğince ona uymamız gerekir.

Büyük alimlerinizden Ahmed bin Hanbel, Müsned’de, Harezmi, Menakıb’da, Hafız Ebu Naim İsfahani, Nuzul’ul- Kur’ân fi Ali’de, Hace Kelan Belhi, Yenabi’de, Mir Seyyid Ali Hemedani, Meveddet’ul- Kurba’da, hatta İbn-i Hacer, Savaik’de, Peygamber (s.a.a)’in defalarca şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

“Ümmetimin en alimi, Ali bin Ebi Talip’tir.”

Sahabeden hiç kimse Hz. Ali (a.s) nin dengi değildi. Nitekim İbn-i Meğazili, Menakıb’da, Muhammed bin Talha, Metalib’us- Süul’de, Himvini, Feraid’de, Şeyh Süleyman Hanefi, Yenabi’nin 14. babında Kelbi’den naklen Abdullah bin Abbas’ın şöyle dediğini rivayet etmektedir:

“Peygamber (s.a.a)’in ilmi Allah’ın ilmindendir. Ali (a.s)’ın ilmi de Peygamber (s.a.a)’in ilmindendir. Benim ilmim de Ali (a.s)’ın ilmindendir. Benim ve sahabenin ilmi Ali (a.s)’ın ilmi karşısında yedi denizde bir damla su mesabesindedir.”

Hakeza Hz. Ali (a.s) Nehc’ul- Belağa’nın 108. hutbesinde şöyle buyuruyor: “Biz nübüvvet ağacıyız, risaletin indiği aileyiz, meleklerin gidip geldiği odağız, ilim madeni ve hikmet kaynağıyız.”

İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 2, s. 236’da bu hutbenin şerhinde şöyle diyor: “Bu mesele Hz. Ali (a.s )’da gerçekten zahirdir. Zira Peygamber (s.a.a) de şöyle buyurmuştur:

“Ben ilim şehriyim Ali de onun kapısıdır; şehre girmek isteyen kapısından girmelidir.”

Hakeza Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

“Ali sizin en iyi hüküm vereninizdir.”

Hüküm meselesi büyük bir ilmi gerektirir. Hz. Ali (a.s)’ın ilmi makamı beyan edilemeyecek derecede yücedir. Hiç kimsenin düşüncesi ona ulaşamaz. Hatta yaklaşamaz. Bu yüzden; “Ben ilmin madeniyim ve hikmetin kaynağıyım” demesi gerçekten kendisine yaraşır. Peygamber (s.a.a)’den sonra bu yüce makama Hz. Ali kadar hiç kimse layık değildi.”

İbn-i Abdulbirr, İstiab c. 3, s. 38’de, Muhammed bin Talha, Metalib’us- Süul, s. 23’de, Kadı İyci ise Mevakıf, s. 276’da, Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

“Ali sizin en iyi hüküm vereninizdir.”

Hakeza Suyuti, Tarih-u Hulefa s. 115’de, Hafız Ebu Naim, Hilyet’ul- Evliya, c. 1, s. 65’de, Muhammed Cizri, Esne’l- Metalib, s. 14’de, Muhammed bin Sa’d, Tabakat, s. 459’da, İbn-i Kesir, Tarih-u Kebir c. 7, s. 359’da, İbn-i Abdulbirr, İstiab, c. 4, s. 38’de Ömer’den şöyle rivayet etmektedir: “Ali bizim en iyi hüküm verenimizdir.” Yani Ali hüküm hakkında hepimizden daha evladır.

Hakeza Yenabi’ul- Mevedde s. 69’da, Durr’ul- Manzum’un sahibi, İbn-i Talha’dan şöyle rivayet etmektedir: “Bil ki bütün semavi kitapların sırları, Kur’ân’dadır, Kur’ân’da olan her şey de Fatiha’dadır. Fatiha’da olan her şey ise besmelededir. Besmelede olan her şey de Besmelenin “ba” harfindedir. Besmelenin “ba” harfindeki her şey de “ba” harfinin altındaki noktadadır. Hz. Ali (a.s) ise şöyle buyurmuştur:

“Ben, ba harfinin altındaki noktayım.”

Hakeza Süleyman Belhi Yenebi’ul- Mevedde’de, İbn-i Abbas’dan şöyle rivayet ediyor: “Mehtaplı bir gecede Ali (a.s) elimden tutarak beni Baki mezarlığına götürdü. Yatsı namazından sonra bana şöyle buyurdu: “Oku ey Abdullah!” Ben de Bismillahirrahmanirrahim’i okudum. Hz. Ali (a.s) bana besmeledeki “ba” harfinin sırları hususunda güneş doğana kadar konuştu.”

Şii ve Sünni alimlerin ittifak etmiş olduğu üzere Hz. Ali (a.s) ashap arasında eşsiz biriydi. O gayb esrarının alimi ve Peygamberlerin ilminin varisiydi. Nitekim Muhammed bin Talha, Metalib’us- Süul’de Harezmi Menakıb’da, Süleyman Belhi Hanefi, Yenabi’ de, İbn-i Talha Halebi’nin Durr’ul- Manzum’undan naklen Hz. Ali (a.s)’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

“Benden gayıpların sırrını sorun; ben nebilerin ve peygamberlerin ilminin varisiyim.”

Hakeza imam Ahmed bin Hanbel, Müsned’de, İbn-i Ebi’l- Hadid, Nehc’ul- Belağa Şerhi’nde ve Süleyman Belhi, Yenabi’ul- Mevedde’de Hz. Ali (a.s)’ın minberde şöyle buyurduğunu rivayet etmekteler:

“Beni kaybetmeden bana sorun. Bana göklerin yolunu sorun. Şüphesiz ki ben göklerin yolunu yerin yolundan daha iyi biliyorum.”

 Bugünkü gibi ilmin gelişmediği o günlerde, böyle bir iddiada bulunmak gayb ilmine sahip olmanın en büyük delilidir. Nitekim defalarca bu konuda sorulan sorulara Hz. Ali (a.s) cevap veriyor, göklerin ve galaksilerin durumunu haber veriyordu.

Batlamyus’un astronomi ilminin hakim olduğu bir dönemde günümüz astronomi ilmine uygun cevaplar vermek başlı başına büyük bir mucizedir.

Nitekim büyük muhaddis Ali bin İbrahim Kummi (Saffat suresinin tefsirinde), Şeyh Fazıl Muhaddis Fahruddin bin Tureyh-i Necefi 300 yıl önce telif etmiş olduğu Mecma’ul- Bahreyn kitabı Kevkeb sözcüğünde ve Allame Meclisi Bihar’ul- Envar c. 14, es-Sema ve’l Alem’de Hz. Ali (a.s )’den şöyle rivayet ediyorlar:

“Gökteki bu yıldızlar da yeryüzündeki gibi birer şehirdir.”

Allah rızası için insaflı olunuz. Yeni astronomi ilminin olmadığı ve Batlamyus komik görüşünün hakim olduğu bir zamanda gökteki yıldızların göklere çakılmış birer çivi olduğunun sanıldığı bir dönemde, özellikle de teleskopların bulunmadığı bir zamanda, bugünkü astronomi bilginlerinin görüşlerine mutabık görüşleri bin yıl öncesinde haber veren birisi gayb ilmini bilmiyor olabilir mi? Onun verdiği haberleri gayptan haberler saymıyor musunuz? Eğer büyük alimlerin kitabında yer alan Ehl-i Beyt (a.s)’dan menkul bu rivayetleri gaybten haberler olarak kabul etmezseniz, haksızlık etmiş olur, bağnazlığını göstermiş olursunuz. Zira bu rivayetler bizzat bu önemli hadiseye delalet etmektedir.

Bugün gelişmiş teleskoplarla dahi görülemeyen astronomik gerçekleri haber vermek şüphesiz ki gaybten haber vermektir. Dolayısıyla Hz. Ali (a.s)’ın gaybi bildiğini kabul etmemiz gerekir. Zira o çağdaş teknolojik aletlere sahip olmadan doğal gözleriyle melekutu keşfetmiş, göklerde seyretmiştir. Şüphesiz bin yıl önce verilen bu haberleri duyan herkes haber verenin, gaybı bildiğini tasdik edecektir.

İzin verirseniz başımdan geçen bir olayı sizlere aktarmak istiyorum. Basra’da bir gemiye bindim. Geminin birinci sınıf odalarında üç yataklı bir kamarada kaldım. Tesadüfen Fransız doğu bilimci Misyo Juen de aynı kamarada kalıyordu. Fransız olduğu halde Arapça ve Farsça’yı çok iyi biliyordu. Dolayısıyla kısa sürede tanışıp ilmi ve dini konularda görüş alış verişinde bulunduk. Elbette ben görevim gereği ona İslâm dinin apaçık gerçeklerini ve hak Caferi Mezhebini tanıtmaya çalıştım. Bir gün bana şöyle dedi: “İslâm dininde diğer dinlerde olmayan bir takım özelliklerin olduğunu kabul diyorum. Zira İslâm her yerde ve işte itidali emretmiştir. Ama unutmayın ki Hıristiyan Avrupalılar pratik ilmi keşifleriyle öne geçmiş ve dünyayı ilmi açıdan minnet altında tutmuştur.

Davetçi: Batılıların ve diğerlerinin ciddi bir şekilde bir takım ilmi gerçekleri keşfettiği hususunda hiç kimse şek ve şüphe edemez. Bunu herkes kabul etmektedir. Ama ilmi medeniyetin kaynağının nereden alındığına bakmak gerekir. Onların ilim ve fendeki üstatları kimdir? Siz de büyük bir bilgin olduğunuz için Batılıların ilim ve fen kaynağının Hıristiyanlık değil, İslâm ve Müslümanlar olduğunu tasdik edersiniz. Çünkü Batılılar daha Miladi 8. Asıra kadar barbarlık ve karanlıklar içinde yaşıyorlardı. Halbuki o zamanlar Müslümanlar ilim ve sanatın bayraktarıydı. Nitekim Fransız Ernest Renan, İngiliz Charleyl ve Alman Nuermal gibi büyük bilginleriniz bunu açıkça itiraf etmişlerdir.

Bu seferde Kazimeyn’de Muhammed Hüseyin Han’ın evinde kaldım. Yıllardır Kerbela ve Kazimeyn’de oturan bu zat Avrupalıların İslâm medeniyeti hakkındaki itiraflarını konuşunca şöyle dedi: “Son zamanlarda Urduca’ya tercüme edilen Fransız bilginlerinden birinin kitabını getirdiler. Oldukça güzel olan Temeddun’ul- Arap adlı bu kitabı Hindistanlı Seyyid Ali Belgirami tercüme etmiş. Oldukça kalın, detaylı ve delillere dayanan bir kitaptır. Batılı birçok bilgin tıp hukuk, ekonomi ve diğer dallarda yazdıkları kitaplarda batılıların ilim, medeniyet, sanat, edep, muaşeret, mülki ve idari teşkilatlar, ferdi ve sosyal örgütlenmelerin hepsinin yüce İslâm dininden ilham aldığını itiraf etmişlerdir.

Misyo Juen: Evet o kitabı Fransız Gustavlobon Paris’te bana verdiler. Gerçekten çok güzel yazılmış, büyük zahmet çekilmiş.

Davetçi: O kitabı Nevvab Beyden emanet aldım. Urduca bilmediğim için Kazimeyn’de bulunduğum on gün içinde bu kitabın ikinci bölümünü Sadık Han’a tercüme ettirdim ve ona teşekkür ettim. Bu tercüme edilmiş sayfaları Misyo Juen’e okudum ve şöyle dedim: “Bakınız makam ve mevkisini sizin de tasdik ettiğiniz bu Fransız bilgini bu konuda itirafta bulunarak şöyle diyor:

Gustavlobon’un İslam Medeniyetinin Batıdaki Etkisi Hakkındaki Sözü

“İslâm medeniyeti doğuda etkili olduğu kadar batıda da etkili olmuştur. Avrupalılar bu vesileyle medenileşmiştir. Bu medeniyetin batıdaki etki derecesini öğrenmek istersek, medeniyetin girmediği dönemde Avrupalıların durumuna bakmak gerekir. M. 9 ve 10. Asırlarda İslâm medeniyeti Avrupa’da doruklara tırmanmıştı. O dönemde batıda sadece cahil papazların idare etmiş olduğu ve insanları hurafelere sürüklediği kilise dışında hiçbir ilmi merkez yoktu. 12. Asırda ilim ve bilgi peşinde koşan kimseler için yegane sığınak İslâm ve Müslümanlardı. Bu kişiler Endülüs’e gidip Müslümanların medreselerinde okudular ve birer bilgin oldular. Bütün ilim ehli Müslümanlara minnet borçludur. Gerçekten Müslümanlar ilim ve bilgiye çok büyük hizmetler ettiler ve dünyada büyük bir ilerleme sağladılar. Müslüman Arapların, biz batılıların boynunda büyük hakları vardır. Dolayısıyla batı medeniyetini İslâm medeniyeti olarak adlandırmak gerekir.”

Bunlar sizin meşhur Fransız bilgininin sözleridir. Siz de diğer batılılar gibi ilim, sanat ve keşiflerle övünüyorsunuz. Ama lütfen Avrupa’nın eski tarihine ve İslâm’dan önceki Arabistan yarımadasına bir göz atın, böylece apaçık gerçekleri keşfedin. Sizin Avrupa hatta bugün medeniyetin beşiği sayılan Paris’in barbarlık içinde yaşadığı bir dönemde Peygamber (s.a.a) ve Müslümanlar vasıtasıyla ilim, medeniyet ve sanat Arabistan yarımadasından dünyaya yayılıyordu. Apaçık gerçeği keşfetmeniz için sizlere kısa olarak Avrupalıların ve Müslümanların medeniyet tarihini aralamaya çalıştım.

Harun’un Müslümanların Yaptığı Saati Hediye

Olarak Şarlıman’a Göndermesi

Sizin de bildiğiniz gibi M. 7-8. Asırlarda Fransız İmparator Şarlıman vasıtasıyla Avrupa düzene girmeye başladı. Şarlıman Bağdat’taki Abbasi halifesi Harun Reşid’le ilişkiye geçince, karşılıklı hediyeleştiler. Harun’un gönderdiği hediyeler arasında mücevherat, elbiseler, dokuma kumaşların yanı sıra, bir de Fransızların saray kapısına astırdığı büyük bir saat vardı. Bu saati Müslüman sanatçılardan birisi yapmıştı. Bu saat büyük altın camın üzerine düşen tanelerin çıkardığı bir sesle 24 saati gösteriyordu. Fransız bilginleri hatta bütün Paris ahalisi, bu büyük şaheserin gerçeğini bir türlü anlayamamışlardı. Bunu Gustavlobon ve diğer batılı bilimciler kaydetmişlerdir.

İslâm medeniyeti karşısında Avrupa medeniyetini anlamak için Şarlıman’ın zamanını ve Müslümanların saat yapma olayını dikkatlice incelememiz gerekir. Rivayet edildiğine göre saat sarayın kapısına asılıp üzerindeki örtü indirilince, Paris halkı saatin hareketlerini görünce ellerindeki aletlerle saraya saldırmıştı. Şarlıman’a halkın saraya karşı saldırıya geçtiğini haber verdiler.

Şarlıman’ın emriyle saray kapıları kapatıldı ve bu saldırının nedenini öğrenmek için saraydaki bilginleri ve vezirleri gönderdi. Yapılan araştırmalar sonunda halkın saltanat makamına değil, saate saldırdığı öğrenildi. Çünkü onlara göre o saat keşişlerin yıllardır anlattığı ve insanları korunmaya davet etmiş olduğu şeytanın kendisiydi. Bilginler daha sonra halkı aydınlatarak, oradan ayrılmasını sağladılar.

O halde Müslümanların Avrupalılardan geri olduğunu söylemeyin. Batılılar Endülüs, Kurtuba, İşbiliye, İskenderiye, Bağdat ve diğer ilim ve sanat merkezlerinde ilim öğrenip bunları pratik hayata geçirmeye çalıştıkları gün Müslümanlar gerilemeye başladılar. Müslümanlar mağrur ve tembel oldular, dondular, gerilediler ve bugünkü hale geldiler. O zaman bizim her şeyimiz vardı. Ama bugün hiçbir şeye sahip değiliz. Hafız’ın dediği gibi:

Yıllarca gönül cam-ı cem talep etti,

 Şimdi sahip olduğunu yabancıdan talep etti.

Bundan da öte sizin ilmi ve teknolojik gelişmelerinizin Hıristiyanlıkla bir ilişkisi yoktur. Aksine Müslümanların ilmi bereketleri ve batılı insanın çalışkanlığı sayesinde bu duruma ulaşmışlardır.”

Bu konuda uzun uzadıya sohbet ettik. Sonunda laf buraya gelince şöyle dedim: “Müslümanların önderlerinin dünyadaki meşhur bilginlerle farkı, bunların araçlarla keşif yapması, onların ise araçsız keşif yapmasıdır. İddiamı ispat etmek için de Ehl-i Beyt (a.s)’dan mikroplar ve gözle görülemeyen varlıklar hakkında birkaç hadis aktardım. Mikroskopların olmadığı 1300 yıl önce Ehl-i Beyt (a.s) İmamlarımız doğal gözleriyle bu gözle görülemeyen varlıkları ve mikropları görmüş, bize tanıtarak onlardan korunmamızı sağlamıştır.

Siz bugün modern teleskoplarla uzaydan haberler vermekle ve uzay araştırmaları yapmakla övünüyorsunuz. Halbuki bizim ikinci önderimiz Hz. Ali (a.s) on üç asır önceden, hem de hiçbir teleskop ve modern aletler olmadan bütün bu bilgileri aktarmış ve oralardan haber vermiştir. Nitekim Hz. Ali (a.s) bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: “Bu gökteki yıldızlar da yeryüzündeki şehirler gibi birer şehirlerdir.”

Misyo Juen biraz düşündükten sonra bu rivayeti not aldı ve şöyle dedi: “Lütfen bu rivayeti kaydeden kitapların ismini söyleyin de yazayım.” Ben söyledim, o da yazdı. Sonra şöyle dedi:

Paris ve Londra’da dünyanın en büyük kütüphaneleri vardır. Her kitabın el yazması orada vardır. Ben önce Londra’ya, sonra da Paris’e gidip oradaki kitapları dikkatlice inceleyeceğim. Doğubilimcileriyle bu konuyu görüşeceğim. Sizin dediğiniz bu kitaplar gerçekten de teleskopların bulunmasından önceki tarihlerde basılmışsa, sizlere söz veriyorum, İsa ve Muhammed’in Rabbi de aramızda şahit olsun ki araştırdıktan ve anladıktan sonra Müslüman olacağım. Çünkü bu haberleri bin yıl öncesinden veren kimse mutlaka melekuti gözlere ve İlahi bir güce sahip bir kimse olmalıdır. Dolayısıyla böyle bir öndere sahip olan İslâm dini, hak bir dindir ve İslâm Peygamberi (s.a.a)’in halifesi de insan üstü ilmi bir güce sahiptir.”

Beyler yabancılar görmeden ve tanımadan, buğz ve sevgiye kapılmadan sadece ilmi kaideler esasınca böyle hükmettiklerine göre, biz ve sizler bu yolu daha iyi bir şekilde kat etmeli ve bu iki kaide üzere mezkur şartları haiz bulduğumuz herkese uymalıyız.

Hakeza Peygamber (s.a.a)’in hilafeti konusunda da basiretle bakar, bağnazlıktan uzaklaşır ve adetlerimizden el çekersek, sahabe arasında Hz. Ali (a.s )’den daha zahit, alim, faziletli ve soylu bir kimsenin olmadığını açıkça görürüz. Zira Hz. Ali (a.s), Peygamber (s.a.a)’den sonra bütün fazilet ve kemallerin sahibi biriydi. İlklerin ve sonların ilmi onun nezdindeydi. Hikmet, kelam, tefsir, kıraat, sarf, nahiv, fıkıh, hendese, tıp astronomi, sayı, cifr, hesap, şiir, hutbe, öğüt, bediy, fesahat, lügat ve kuşların dili ile ilgili bütün ilimler Hz. Ali (a.s)’da bitiyordu.

Bütün bu ilimleri, ya bizzat icat etmiş veya teşrih etmiştir. Her ilimde özel bir beyanda bulunmuş, o ilmin ehli olanlar o kelamı kaynak göstermiş ve sonradan o ilim hakkında söyledikleri o kaynak sözlerin beyanı olmuştur.

Örneğin: Ebu’l- Esved De’li’ye nahiv ilmiyle ilgili olarak kelimenin isim, fiil ve harf diye üçe ayrıldığını, bab-ı inne, bab-ı izafe, bab-ı imale, bab-ı lügat ve atfın kaidelerini, i’rabın ötre, üstün, esre ve cezm diye dörde ayrıldığını bizzat O öğretmiştir.

İbn-i Ebi’l- Hadid’in Hz. Ali’nin İlmi Makamını İtirafı

Eğer İbn-i Ebi’l- Hadid’in Nehc’ul- Belağa Şerhi kitabının önsözünü okuyacak olursanız, bu insaflı alimin bütün bunları itiraf ettiğini, Hz. Ali (a.s)’ın ilmi makamını övdüğünü ve s. 6’da açıkça şöyle dediğini görürsünüz:

“Bütün faziletlerin kendine isnat edildiği ve grubun faziletlerinin kendisinde noktalandığı biri hakkında ne diyebilirim! Her grup faziletini ondan alıp cezb etmiştir. Faziletlilerin reisi odur. Zira her fazilet ondan kaynaklanmış, fazilet burhanları ve hüccetleri ondan akmıştır. Yarış meydanında yarışı kazanan odur, her faziletin neticesinin kaşifi odur, ondan sonraki faziletler de ona isnat edilir, onunla fazilete iktifa edilir ve ona uymak gerekir”

Ebu Hanife, imam Malik, imam Şafii ve imam Hanbel’in ilmini Hz. Ali (a.s)’a dayandırmakta ve şöyle demektedir: “Sahabenin fakihleri de fıkhını Hz. Ali (a.s)’dan almıştır.”

Bu akşam oturumumuz çok sürdüğü için o aliminizin bütün sözlerini rivayet ederek sizi meşgul etmek ve bundan daha fazla vaktinizi almak istemiyorum. Nehc’ul- Belağa Şerhi’nin önsözüne müracaat ederseniz bu aliminizin Hz. Ali (a.s) hakkındaki tanıklık ve itiraflarına şaşırırsınız. Bir yerde şöyle diyor:

“Ali çok ilginç bir insandır, hayatı boyunca “bilmiyorum” dememiştir. Bütün ilimler her zaman onun yanında hazır idi. Bu da başlı başına bir mucizedir. Zira böylesine kaideleri bilmek ve istinbatta bulunabilmek beşerin güç yetirebileceği bir iş değildir.”

Eğer alimlerinizin de rivayet etmiş olduğu ve onayladığı Hz. Ali (a.s)’ın gaiple ilgili verdiği ve asırlar sonra da olsa gerçekleşen haberleri sayacak olursak, sabaha kadar bitiremeyiz. Bu anlattıklarım gerçeklerin onda biri bile değildir, bundan daha fazla vaktinizi almak istemiyorum.

“Eğer evde biri varsa, bir tek söz yeter!”

Dediklerimizi delil ve burhan üzere bilmeniz için zan edersem bu naklettiğim örnekler yeterlidir.

Hz. Ali (a.s)’ın gaybi ilminden perdelerin kalktığı ve herkesin onun gaybi bildiğini anladığı günlerden biri de Hz. Hüseyin’in doğum günü olan yarınki gibi bir gündü: “İnsanlar Peygamber (s.a.a)’in yanına gelip Hz. Hüseyin’in doğum gününü tebrik ediyorlardı. İçlerinden biri şöyle dedi: “Annem babam sana feda olsun ey Allah’ın resulü, bugün Ali’den ilginç bir şey gördüm.”

Peygamber (s.a.a); “Ne gördün?” diye sorunca şöyle dedi: “Biz de tebrik için gelince bize engel olup; “Yüz yirmi bin melek gökten inmiş, Peygamber (s.a.a)’i tebrik ediyorlar, şu anda Peygamber (s.a.a)’in huzurundadırlar.”

Biz de şaşırdık doğrusu. Ali onları nereden saymış ve nasıl haber vermişti? Yoksa siz mi ona söylediniz?” Peygamber (s.a.a) tebessüm ederek Ali (a.s)’a sordu: “O kadar meleğin yanımda olduğunu nereden bildin?”

Hz. Ali (a.s) şöyle arz etti: “Annem babam sana feda olsun, sana nazil olup selam söyleyen meleklerin her biri seninle apayrı bir dille konuşurdu, ben saydım tam 120 bin dille konuştular. Buradan da 120 bin meleğin size geldiğini anladım.”

Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ey Ebi’l- Hasan, Allah-u Teala ilmini ve hilmini artırsın.”

Daha sonra ümmetine dönerek şöyle buyurdu: “Ben ilim şehriyim, Ali de onun kapısıdır. Allah-u Teala’nın Ali’den daha büyük bir haberi ve ayeti yoktur. Ali halkın İmamı, Allah’ın en hayırlı emin halifesi ve Allah’ın ilminin hazinesidir. Ali ilimde derinleşendir ve Allah’ın; “Zikir ehline sorun” diye buyurduğu zikir ehlidir. Ben ilim hazinesiyim; de o hazinenin anahtarıdır. Hazineyi isteyen anahtara doğru gelmelidir.”

İnsaf Üzere Yargılamak Gerekir

Beyler eğer biraz insaflı olur ve adetlerinizden uzaklaşırsanız, temiz kalbinizle Hz. Ali (a.s)’ın enbiyanın bütün ilmine, gayb sırlarına sahip olduğunu, Peygamber (s.a.a)’in tam aynası olduğunu, bütün güzel sıfatlara, adalet makamına, takvaya ve ismete sahip olduğunu tastık edersiniz. Peygamber (s.a.a) onun kapısına gidilmesini emretmiş, itaatini kendine itaat, muhalefetini de kendine muhalefet saymıştır. Züht, takva, soy açısından insanların en üstünüydü. Bu yüzden Peygamber (s.a.a) onu muttakilerin İmamı saymıştır. Önceki geceler naklettiğim rivayetler esasınca da Hz. Ali (a.s) hilafet ve imamet makamına diğer bütün sahabeden daha layıktı. Sahabenin de kendine has faziletleri vardır. Ama biz en üstün, en kamil ve en çok öncelik hakkına sahip olan kimseden söz ediyoruz.

Eğer bütün sahabe ve Peygamber (s.a.a)’in yakınları arasında Hz. Ali (a.s )’den fazilet, kemal, zahiri ve batını sıfatlar açısından üstün birini gösterecek olursanız, biz de teslim oluruz. Eğer böyle birini göstermezseniz, o zaman siz apaçık gerçeğe teslim olmalı, halka aldırmayarak hakkı kabul etmelisiniz.

(Bu esnada ellerimi göğe kaldırarak şöyle dua ettim:) Allah’ım! Sen şahit ol ki ben hakkı eda ettim, buğz ve sevgiye kapılmadan dini görevimi yerine getirdim, Şia’yı savundum, düşmanların iftiraları karşısına apaçık gerçeği açığa çıkardım ve sadece senden yardım diliyorum.

Nevvab’ın Şialığı Kabul Etmekle İlgili Sözleri

Nevvab: Kıble sahip (alicenap)! Artık vakit geçtir, huzurlarınızda feyizlendik ve iki tarafın da delillerini dinledik. Biz de bir kaç kişi olarak bütün geceler boyunca toplantılara katıldık, burada konuşulan konuları kendi aramızda dikkatlice inceledik, araştırdık. Allah-u Teala’ya şükürler olsun ki sizin vesilenizle hidayeti bulduk, apaçık gerçeği gördük. Hayatımızda duymadığımız delilleri duyduk. Şia’nın hak mezhep olduğuna yakin ettik. Muhalifler her ne kadar onları müşrik, kafir ve Rafızî saysa da biz Şia’nın gerçek İslâm olduğunu anladık.

Sadece burada olan bizler değil, buradaki konuşulanların yazıldığı gazete ve dergileri okuyan birçok insan gerçekleri görmüş, apaçık gerçeklere teslim olmuşlardır. Elbette sadece bazıları işleri gereği veya makamları hasebiyle bunu açığa vuramamış, bizim nezdimizde itiraf etmiş oldukları halde takıyye etmişlerdir. Siz bu konuda hiçbir şüpheye yer bırakmadınız. Herkesin anlayacağı bir dille apaçık gerçekleri beyan ettiniz.

Ama burada olan bizler hiç kimseden bir korkumuz olmadığı için açıkça Şii olduğumuzu beyan ediyoruz. Kaç gecedir perdeyi kaldırıp kendimizi tanıtmak istedik. Ama bir türlü fırsatını bulamadık. Buna rağmen her gece basiretimiz daha da arttı. Güçlü delillerinizi duyunca, inançlarımız daha da sabitleşti.

Müsaade ederseniz ikrarımızı duyun, bize şeref verin, adımızı Hz. Ali (a.s)’ın ve On iki hidayet İmamlarının defterine yazın. Şii camiası da bizleri kardeşleri olarak kabul etsin. Allah’ın adalet mahkemesinde de bizim ilim ve yakin üzere Peygamber (s.a.a)’in halifesi ve vasileri olan on iki İmama iman ettiğimize şahitlik edin.

Davetçi: Sizin gibi seçkin insanların basiretinin açılması, apaçık gerçekleri görmesi ve akıl nuruyla idrak edip doğru yola girmesi beni çok sevindirdi. Bu doğru yolu bizzat Peygamber (s.a.a) emretmiştir. Nitekim Ahmed bin Hanbel Müsned’de, İbn-i Ebi’l- Hadid, Nehc’ul- Belağa Şerhi’nde, Muhammed bin Talha, Metalib’us- Süul’de, İbn-i Meğazili, Fezail’de, Harezmi, Menakıb’da, Süleyman Hanefi, Yenabi’de ve diğerleri kendi kitaplarında Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir:

“Ali’nin yolu haktır; ona sarılalım.”

İnşaallah diğer kardeşlerimizde adet ve bağnazlıktan çıkar, gözlerindeki perdeler kalkar, hak ve gerçekler açıkça ortaya çıkmış olur.

Nevvab: Kıble sahip (alicenap)! Çektiğiniz zahmetler ve bize güzel ahlakla verdiğiniz cevaplardan dolayı sizlere teşekkür ederiz. Kalbimizin köşesinde duran bir sorumuza da cevap verirseniz bizi çok sevindirir, inançlarımızın pekişmesine sebep olursunuz.

Davetçi: Rica ederim buyurun, siz sorun ben cevap vereyim.

Nevvab: On iki İmam’ın imameti ve isimleri hakkında sormak istiyorum. Çünkü bütün bu geceler daha çok Hz. Ali (a.s) hakkında konuştunuz. Kur’ân’da bizlere on iki İmamın imametini gösteren bir ayet var mıdır?

Ayrıca bizim kitaplarımızda on iki İmamın ismi yer almış mıdır? Kalbimizin tatmin olması için cevap verirseniz memnun oluruz.

Davetçi: Sorduğunuz soru yerinde ve önemli bir sorudur. Cevabı da hazırdır. Ama vakit çok geç oldu. Bu sorunun cevabı da uzun süreceğe benziyor. Eğer izin verirseniz yarın akşam gelin, sizlere cevabını vereyim veya yarın sabah cevap vermeye çalışırım.

Yarın Hz. Hüseyin’in kutlu doğum yıldönümüdür. Yarın sabah öğlene kadar Risaldar Hüseyniyesi’nde bir kutlama merasimi var. Orada sizin bu sorunuza cevap vermeye çalışacağım.

Nevvab: Çok memnun oluruz, daha fazla sizi rahatsız etmek istemiyoruz. O halde izin verirseniz bu nurani toplantılarınızdan feyizlenen kardeşlerimizi size tanıtmak istiyorum.

Davetçi: Büyük bir istekle değerli kardeşlerimi muhabbetle kucaklıyorum.

Altı Kişinin Teşeyyü Mektebine Girmesi

Nevvab: La ilahe illallah Muhammed Resulullah bayrağı altında Hz. Ali (a.s)’ın ve diğer on bir İmamın hilafet ve imametini kabul eden kardeşlerimiz şunlardır.

1- Bendeniz Abdulkayyum. 2- Seyyid Ahmed Alişah. 3- Gulam İmameyn (Muhterem tacirlerden). 4- Gulam Haydar Han (Sınır eşrafından). 5- Abdulahad Han (Pencab’ın muhterem tüccarlarından). 6- Abdussamed Han (Meşhur zenginlerden).

(Bütün bu beyler bana doğru geldiler, ben de meclistekilerle birlikte ayağa kalktım, hepsini muhabbetle kucaklayıp öptüm, sonra da ardından bütün meclistekiler onlarla kucaklaştılar. Ehl-i Sünnet kardeşlerin üzüldüğünü görünce gönüllerini almak için şöyle dedim: “Bu gece bayram akşamıdır. İslâmi emirlere göre Müslümanlar birbiriyle tokalaşmalı ve sarılmalıdırlar. Bunun büyük sevabı vardır. O halde kalkıp her birlikte tokalaşalım sarılalım.” İlk önce Hafız Şeyh Abdusselam ile, daha sonra da diğer kardeşlerle tokalaştık, hepsinin tek tek alnından öptüm. Ardından tatlı ve şerbet ikramı yapıldı. Böylece tatlı sohbetlerle mecliste büyük bir sevinç havası yaratıldı. Kalplerde olan kırgınlıklar ve üzüntüler giderildi.

Hafız: Sahip (Cenap)! Sizinle olduğumuz bu gecelerde ömür boyu unutamayacağımız büyük lezzetler aldık. Özellikle beni minnettar ettiniz. Allah-u Teala ve ceddiniz sizlere mükafat versin. Gerçekten birçok gerçekleri ortaya koydunuz. Önceki gecelerde dediğim gibi beni uyandırdınız. Gerçekten ben o ilk geceki insan değilim. Sizin her türlü şüpheden uzak delillerinizi duyan insaflı ve akıllı herkes mutlaka uyanacak, kendine gelecektir. Özellikle de ben çok istifade ettim. İnşaallah Ehl-i Beyt (a.s) velayeti yolunda bu dünyadan göçer ve Peygamber (s.a.a) huzuruna yüzü ak çıkarım. Sizinle daha çok konuşmak isterdim. Ama vakit çok geç oldu. Birçok şahsi işlerimiz duruyor. Biz de iki gece için gelmiştik. Ama çok sürdü. Bu gece son gecemiz olsun. Yarın tirenle hareket edeceğiz. Bizim bölgemize de gelirseniz sizden çok istifade ederiz.

Davetçi: Bildiğiniz gibi ben de sizinle birlikte samimiyet içinde inat ve taassuptan uzak muhabbet ettim. Sizlere büyük bir ilgi ve alaka duydum. Sizlere engel olmak istemiyorum. Ama inanın gideceğinizi duyunca çok rahatsız oldum. Büyük ariflerden biri şöyle diyor:

Ben ünsiyet ve vuslata karşıyım.

Çünkü her vuslattan sonra ayrılık gelir.

Hz. Ali de kendine mensup olan Divan’ında şöyle buyuruyor:

Gence ölüm zordur diyorlar.

Vallahi dostlardan ayrılık daha zordur.

Bu on gece gerçekten beylerden, özellikle de sizden asla unutama-yacağım birçok şeyler öğrendim. Ama “söz sözü açar” babından konuşmamız çok uzun sürdü. Her akşam altı yedi saatten fazla vaktinizi aldım. Lakin özellikle oturumlar boyunca Kur’ân-ı Kerim ve hadis rivayet ettiğimiz ve cahilce inat ve bidat şeylerden uzak kaldığımız için ibadet etmiş olduk. Ama insan nisyanla malûldür. Eğer benden taraf bilmeden bir saygısızlık veya rahatsızlık olmuşsa sizlerden af diliyorum. Lütfen dualarınızdan beni de eksik etmeyin.

Hafız: Söz güzelliğiniz, lütfünüz, herkesçe malumdur. Hiçbirimiz size kırgın değiliz. Sizin güzel ahlak ve edebiniz hepimizi cezb etti. Sözünüzün uzamasından ise hiç kimse sıkılmadı. Sizin güzel beyanınız ne kadar uzun da sürse asla usandırıcı değildir.

Davetçi: Siz beylere teşekkür ederek bir konuyu hatırlatmak istiyorum. Yarın ümmetin kurtarıcısı ve Peygamber (s.a.a)’in gülü Hz. Hüseyin’in kutlu doğum günüdür. Şii kardeşlerimiz tarafından Risaldar Hüseyniyesi’nde bir kutlama merasimi vardır. Hepinizi, bütün Ehl-i Sünnet kardeşlerimi samimice oraya davet ediyorum. Peygamber (s.a.a)’e olan özel ilginiz ve Hz. Hüseyin’in ruhunu sevindirmek için siz Ehl-i Sünnet kardeşler de teşrif ediniz. Sizin bu merasime katılmanız herkesi sevindirecektir. Bildiğiniz gibi Şii ve Sünni kardeşlerin bu merasime katılması Müslümanların düşmanlığını isteyenleri hayrete düşürecektir.

 

Bu kitabı Cemadi’s- Sani 1374’de bitirdim.

Bendeniz fani kul Muhammed Musevi

(Sultan’ul- Vaizin Şirazi)




[1] - Kalec Vaschool, Peşaver şehrinin dışında yapılan yeni bir kültür merkezidir. H.K. 1330 yılında yapılmıştır. Burası büyük Ehl-i Sünnet şahsiyetlerinden muhterem Nevvab Sahibzade Abdulkayyum Han’ın gayretleriyle yapılmıştır. Yaklaşık bir milyon Rubye harcama yapılmıştır. Yarılı öğrencilere mahsustur, burada beş yüzden fazla öğrenci ilk okuldan yüksek tahsile adar eğitim görmektedir. Özellikle de doktora ve felsefe eğitimi de yapılmaktadır. Kültür merkezinin ortasında yapılan camide bütün öğrenciler beş vakit namaz kılmaktadır. Kuzey tarafında ilmi ve dini konferanslar için büyük bir salon yapılmıştır. Haftada bir gün mutlaka orada konuşma yapılmaktadır. Orta okuldan yukarı bütün öğrenciler bu dini konferanslara katılmak zorundadır. Benden de konuşmamı istediler, ben de dört yüzden fazla öğrencinin huzurunda yaklaşık bir saat konuşma yaptım. Kütüphanenin hatıra defterini imzalayıp bir şeyler yazdım.

[2] - Al-i İmran/144.

[3] - Yani Ali hepinizden daha fakihtir ve ilmi daha geniştir. Zira hüküm vermede bütün hükümleri bilmenin yanı sıra, alimlerin yargı ile ilgili kitaplarında belirttiği bir takım şartlar da gerekir. Dost düşman herkesin ittifak etmiş olduğu üzere bütün bu şartlar Hz. Ali (a.s)’da mevcuttu ve Peygamber (s.a.a) de bu yüzden: “Ali sizin en iyi hüküm vereninizdir.” diye buyurmuştur.

[4] - Kaf/19.

[5] - Saffat/24.

[6] - Haşr/7.

[7] - Nebiz ve uyuşturucu maddelerle abdest almak caiz deðildir.

[8] - H.K. 1374 yılında hacca gittim, akşam namazına bir saat kala Beyrut uçağıyla Medine’ye indik. Vakit geç olduğu için o çölde namaz kıldım. Oradakiler benim yanımda taşıdığım bir toprak parçasına değil de toprağa secde ettiğimi görünce şaşırdılar. Namazı kıldıktan sonra bana; “Sen putperest Şiilerden değil misin?” diye sordular.

Ben de cevaben şöyle dedim: “Ben Şia olduğum için övünüyorum, aksine muvahhid ve Allah-u Teala’ya tapan biriyim. Sizin bu sözünüz Şiilere iftiradır. Çünkü onlar da temiz kalpli muvahhidlerdir.”

Bunun üzerine şöyle dediler: “Biz genellikle onların üzerinden putları çıkarıp kırıyoruz. Sizin nasıl Şiisiniz ki yanınızda put yok?”

Onların bu sözüne karşılık şöyle dedim: “Sizin bu sözleriniz yanlış ve iftiradır. Şiiler putperestlikten uzaktır. Biz Kur’an hükmünce temiz toprağa secde etmekle yükümlüyüz. Bu yüzden temiz yer olmayınca üzerine secde etmek için bir miktar temiz toprağı yanımızda taşıyoruz. Burada toprak temiz olduğu için direkt yere secde ettim. Bunlar Müslümanlar arasında fitne düşürmek isteyen Harici ve Nasibilerin iftirasıdır. Siz Ehl-i Sünnet kardeşleri kandırmışlar, siz de onlara kanarak Şii Müslümanları müşrik, putperest sayıyorsunuz.”

Böylece grup vaktine kadar genelde Vahhabi olan cemaatle sohbet ettim. Hepsi etkilenerek istiğfar ettiler. Bana el vererek boynuma sarıldılar. Daha sonra birbirimizden ayrıldık. İbret alın ey basiret sahipleri!

[9] - Âl-i İmran 179.

[10] - Son kesin karar veya hak ve batılı ayıran söz veyahut evliyaya mahsus olan insan veya hayvanların dilini bilme ilmi.

[11] - Hz. Ali (a.s) sahip olduğu bu İlahi ilmiyle kendisinden sonra bazılarının Muhammet bin Hanefiyye’nin imametine inanacaklarını birliyordu. İşte bu yüzden bu vesileyle onun imamete layık olmadığını göstermek istemişti. Zira imamet makamına sahip olsaydı, o Cifr-i Camia kitabının şifrelerini bilebilirdi.

[12] - Bundan maksat, İbn-i Ebil Hadid’in Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 1 s. 335’de dediği gibi Muaviye’dir. Zira Muaviye tarihte çok yemekle meşhurdur. Zemahşeri’nin Rebi’ul- Ebrar’da dediği gibi günde yedi defa yemek yiyordu. Yedikten sonra da kölesine şöyle sesleniyordu: “Ey köle, gel bu sofrayı kaldır, Allah-u Teala’ya andolsun yemekten yoruldum ama doymadım. Muaviye’nin açlığı Araplar arasında Darb-ı Mesel haline geldi. Şairlerden biri çok yiyen arkadaşını kınarken şöyle diyordu:

Benim arkadaşım karnı Haviye’dir.

Bağırsaklarında duran Muaviye’dir.

[13] - Bazılarına göre Zu’s- Sediyyeh “küçük ellerin sahibi” manasınadır. Zira “Sedy” el manasınadır ve sonundaki “he” edatı küçük olmanın alametidir. Yani haricilerin reisi Tezmele iki küçük ele sahipti. Dolayısıyla Zu’s- Sediyye onun lakabı olmuştur. Lügat alimlerine göre ise “Sedy” meme demektir. Haricilerin Reisi Hakkus bin Zuheyr’in büyük memeleri vardı. Bu yüzden Zu’s- Sediyye diye adlandırılmıştır.

index