İKİNCİ BÖLÜM

 

 

ÖMER VE YANDAŞLARININ KUR’ÂN’IN

AÇIK NASSI VE NEBEVİ SÜNNETİN KARŞISINDAKİ İÇTİHATLARI



(16)

HZ. PEYGAMBER (S.A.A)’E KARŞI

KÜSTAHLIK VE PEYGAMBER (S.A.A)’İN

VASİYET YAZMASINA ENGEL OLUNMASI

 

Şimdi incelemek istediğim konu İslam tarihinin vuku bulmuş kesin hadiselerindendir. Ehl-i Sünnet’in muteber kaynakları ve onların diğer tüm tarih ve sire yazarları bu olayı nakletmişlerdir.

Ömer’in Hz. Peygamber (s.a.a)’e karşı yaptığı küstahlık ve O Hazretin, Müslümanları her türlü dağınıklık ve sapıklıktan koruyacak vasiyetinin yazılmasına engel olunma mevzusundan ibaret olan bu mevzu, Peygamber (s.a.a)’in vefatından kısa bir süre önce vuku bulmuştur.

Şimdi Ehl-i Sünnet’in bu konudaki rivayetlerinden bir bölümünü naklediyoruz:

Buhari kendi senediyle Übeydullah b. Abdullah b. Mes’ud’dan İbn-i Abbas’ın şöyle dediğini nakleder:

Peygamber (s.a.a)’in vefat vakti yaklaşınca, Ömer’in de içlerinde bulunduğu bir grup ashap Peygamber (s.a.a)’in huzurundaydı. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu:

“Gelin de size öyle bir yazı yazayım ki, benden sonra asla sapıklığa düşmeyesiniz.”

Ömer şöyle dedi: “Hastalık O’na galebe çalmıştır. Allah’ın kitabı elimizdedir; o bize yeter.”

Bu arada huzurda bulunanlar tartışmaya başladılar. Bazıları: “Peygamber (s.a.a)’e yaklaşın ki size, O’ndan sonra asla sapmayacağınız bir yazı yazsın” dediler. Diğer bir grup da Ömer’in sözünü tekrarlamaktaydı. Onların bu saçma tartışmaları artınca Peygamber (s.a.a): “Kalkın!” diye buyurdu.

 Abdullah b. Mes’ud şöyle diyor: İbn-i Abbas şöyle söylüyordu: “En büyük dert ve gam, ihtilaf ve saçma sapan sözlerin, Peygamber (s.a.a)’in ashap için yazmak istediği yazının yazılmasına mani olmasıdır.[1]

Müslim bu rivayeti kendi sahihinin 2. cildinin başlarında yer alan “Vesaya” babının sonlarında nakletmiştir. Ahmed b. Hanbel de bu hadisi kendi Müsned kitabının c. ,1 s. 325’inde Abdullah b. Abbas’tan nakletmiştir. Diğer sünen sahipleri de bu hadisi nakletmiş ve onda bir takım tasarruf ve yorumlar yapmışlardır. Zira Ömer’in kesin olarak kullandığı lafız ve kelime şudur: “İnne’n- nebiyye yehcur” (Peygamber sayıklamaktadır!) Ama onlar: “İnne’n- nebiyye galebe aleh’il-Veca” (Ağrı Peygamber’e galebe çalmıştır!) diye yazmışlardır. Böylece Ömer’in sözünü ıslah etmek ve onun rezaletinin önünü almak istemişlerdir.

Bunun delili ise, Ebu Bekir Ahmed b. Abdulaziz Cevheri’nin “Sakıfe” adlı kitabında kendi senediyle İbn-i Abbas’tan naklettiği rivayettir.[2] İbn-i Abbas şöyle diyor: Peygamber (s.a.a)’in vefat zamanı ulaşınca, aralarında Ömer b. Hattab’ın da bulunduğu bir grup ashap Peygamber (s.a.a)’in evindeydi. Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Bana mürekkep ve kağıt getirin de benden sonra sapıklığa düşmemeniz için size bir yazı yazayım.”

Ömer, “Ağrı Peygamber’e galebe çalmıştır” anlamına gelen bir söz söyledi. Daha sonra şöyle dedi: “Kur’ân yanımızdadır; o bize yeter!”

Peygamber (s.a.a)’in huzurda bulunanlar tartışmaya başladılar. Bir grup: “Yaklaşın da Peygamber (s.a.a) sizin için bir ferman yazsın” diyordu. Diğer bir grup ise Ömer’in sözünü tekrarlayıp durmaktaydı. Onların arasındaki ihtilaf ve saçma sapan sözler şiddetlenince Peygamber (s.a.a) sinirlenerek: “Kalkın!...” diye buyurdu.

Gördüğünüz gibi hadis ve tarih yazarları Ömer’in sözünün aynısını değil de muhtevasını nakletmişlerdir?!

Bunun diğer bir delili de şudur: Ehl-i Sünnet muhaddisleri o günlerde itiraz edenin (Ömer) ismini söylemekten çekiniyorlardı. Ama olayı ve yapılan itirazı, söyleyen lafız ve kelimenin aynısı ile nakletmişlerdir.

Buhari kendi sahihin 2. cildinin Kitab’ul-Cihad ve’s-Seyr adlı bölümünün 118. sayfasında kendi senediyle İbn-i Abbas’tan şöyle dediğini nakleder: “Perşembe günü, ne de Perşembe günüydü!” Daha sonra şiddetle ağlamaya başladı. Öylesine ağladı ki yer onun göz yaşlarıyla ıslandı. Sonra şöyle dedi: “Evet, Perşembe günü Peygamber (s.a.a)’in hastalığı ağırlaşınca şöyle buyurdular: “Bana kağıt getirin de benden sonra asla sapıklığa düşmemeniz için size bir ferman yazayım.”

Ashap Peygamber (s.a.a)’in huzurunda şiddetle tartışmaya başladı. Halbuki O’nun huzurunda tartışmaları uygunsuzdu.

Ashap: “Peygamber sayıklıyor (saçma-sapan söz söylüyor)!” dedi.

Peygamber (s.a.a) onların bu sözlerini görünce şöyle buyurdular: “Beni (kendi halime) bırakın. Durumum, bana nispet verdiğiniz şeylerden daha iyidir.”

Peygamber (s.a.a) vefat edeceği zaman üç şeyi vasiyet ederek şöyle buyurdu:

1- Müşrikleri Arap yarımadasından dışarı çıkarın.

2- Mücahit sütunlarını harekete geçirdiğim gibi harekete geçirin.

İbn-i Abbas: “Üçüncüsünü ise unuttum!” dedi.

Yazar: Üçüncü vasiyet ise, kendisinden sonra sapıklığa düşmeyeceklerini sağlayacak bir ferman yazmak idi. Ama siyaset, muhaddislerin kendilerini unutkanlığa vurmalarına sebep olmuştu! Nitekim bu durumu Hanefîlerin Sur şehrindeki müftüleri Şeyh Ebu Süleyman Hacı Davut da hatırlatmıştır.

 Söz konusu hadisi Müslim, Sahih adlı kitabının vasiyet bölümünün sonlarında, Ahmed b. Hanbel ise Müsned adlı kitabında c. 1 s. 222’de nakletmişlerdir. Diğer muhaddisler de bu hadisi kendi kitaplarında nakletmişlerdir.

Yine Müslim, Vasiyet kitabında Said b. Cübeyr’den, İbn-i Abbas’tan başka bir yolla şöyle dediğini rivayet ediyor: “Perşembe günü! Ne de Perşembe günüydü!” Daha sonra öylesine ağladı ki, göz yaşları yüzünden akmaya başladı. Sonra şöyle dedi: “Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Bir koyunun omuz kemiği ile mürekkep veya bir levha ve mürekkep getirin de size öyle bir söz yazayım ki, benden sonra asla sapıklığa düşmeyesiniz.”

Ashap: “Peygamber (s.a.a) sayıklıyor!” dedi.[3]

Kim Ehl-i Sünnet’in muteber kitaplarında nakledilen bu büyük küstahlık hakkında inceleme yaparsa, o gün ilk olarak “Peygamber sayıklıyor!” diyenin Ömer b. Hattab olduğunu çok iyi bir şekilde anlayacaktır. Daha sonra huzurda bulunan diğer bir grup da onun sözünü teyit ettiler.

Önceden birinci hadiste İbn-i Abbas’ın rivayeti şöyle dedi: “Huzurda bulunanlar tartışmaya başladılar. Bir grup: “Yaklaşın Peygamber (s.a.a) size öyle bir emir ve ferman yazdırsın ki bir daha O’ndan sonra sapıklığa düşmeyesiniz” dedi. Diğer bir grup da Ömer’in sözünü tekrar etti. Yani “Peygamber sayıklıyor!” dediler.

Taberani’nin “Evsat” adlı kitapta[4] Ömer’den naklettiği hadiste Ömer şöyle diyor:

“Peygamber hastalandığı vakit şöyle buyurdu: “Bana kağıt kalem getirin de size öyle bir ferman yazıyım ki benden sonra asla sapıklığa düşmeyesiniz.” Perde arkasında bulunan kadınlar: “Peygamber (s.a.a)’in ne söylediğini duymuyor musunuz?” dediler.

Ömer: Ben dedim ki: “Siz kadınlar, aynen Yusuf’un karşısında duran kadınlar gibisiniz. Peygamber hastalandığında gözlerinizi sıkıyorsunuz. Ama sıhhatine kavuştuğunda boynuna biniyorsunuz!”[5]

O sırada Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Onlarla işiniz olmasın; onlar sizden daha iyidirler!”

Yazar: Gördüğünüz gibi beyler Peygamber (s.a.a)’in açık nassına uymadılar. Eğer ona uysalardı sapıklıktan kurtulurlardı. Keşke onlar Peygamber (s.a.a)’in emrini yerine getirmemekle yetinselerdi de; “Allah’ın kitabı bize yeter!” demeselerdi.

Sanki Peygamber (s.a.a) Allah’ın kitabının makamını onlar kadar bilmiyordu! Yoksa onlar Kur’ân’ın değer ve faydalarını Peygamber (s.a.a)’den daha iyi mi biliyorlardı?! Keşke sadece bunlarla yetinselerdi ve Peygamber (s.a.a)’in ömrünün son anlarında “Peygamber (s.a.a) sayıklıyor!” cümlesiyle Peygamber (s.a.a)’in mukaddes nübüvvet makamına karşı küstahlık yapmasalardı! Peygamber (s.a.a)’le vedalaşma anında söyledikleri söz ne çirkin bir sözdü!

Allah Resulünün emrini kabul etmeyen ve kendi görüşlerine göre “Allah’ın kitabı yeterlidir” diyenler, onların tümüne hitaben söylenen Kur’ân’ın şu semavi nidasını duymamışlar mıydı?:

“Peygamber size neyi verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan da sakının.”[6]

Onlar, “sayıklıyor” kelimesini Peygamber (s.a.a)’e nispet verirken sanki şu ayeti hiç duymamışlardı:

“O (Kur’ân), şüphesiz değerli, güçlü ve arşın sahibi (Allah’ın) katında itibarlı bir elçinin (Cebrail’in) getirdiği sözdür. O arada sayılan, güvenilen (bir elçi)’dir. Arkadaşınız (Muhammed) de mecnun değildir.”[7]

Yine şu ayet:

“Hiç şüphesiz o (Kur’ân), çok şerefli bir elçinin sözüdür. Ve o bir şair sözü değildir. Ne de az iman ediyorsunuz! Bir kahin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz! (O), alemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.”[8]

Yine şu ayet:

“Battığı zaman yıldıza and olsun ki arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve batıla inanmadı. O arzusuna göre de konuşmaz. O (bildiklerini) vahyedilenden başkası değildir.”[9]

Bunlara ilave olarak “akıl” tek başına Hz. Peygamber (s.a.a)’in ismetini teyit etmektedir. Ama onlar (muhalifler) bu fermanın yazılmasının, Hz. Ali’nin hilafetinin has nasla sağlamlaştırılması ve tabii olarak diğer on iki imamın da imametini ispatlamak ve sağlamlaştırmak olduğunu çok iyi biliyorlardı. İşte bu yüzden bu vasiyetin yazılmasına mani oldular. Hatta ikinci halife, Abdullah b. Abbas’la aralarında geçen bir tartışmada bunu itiraf etmiştir.[10]

Eğer siz saygı değer okurlar Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)’in buyurduğu “Gelin size öyle bir ferman yazayım ki benden sonra asla sapıklığa düşmeyesiniz” ve “Aranızda iki değerli emanet bırakıyorum. Onlara sarıldığınız müddetçe asla sapıklığa düşmezsiniz. Birisi Allah’ın kitabı, diğeri ise itretim; Ehl-i Beytimdir” cümlelerine dikkat edecek olursanız, bu iki hadisin hedef ve amacının bir şey olduğunu göreceksiniz. Hz. Peygamber (s.a.a) ömrünün son anlarında, Sekaleyn hadisindeki ümmetine farz kıldığı şeyi, yazılı bir dosya şeklinde açıklamak istiyordu.

Hz. Peygamber (s.a.a)’in bu fermanı yazmaktan vazgeçmesinin sebebi de, huzurunda küstahça söylenen o sözdü. Böylece O’nu bu işten vazgeçmeye mecbur kıldılar. Zira böyle bir fermanı yazmış olsaydı, Peygamber (s.a.a)’den sonra fitne ve ihtilaftan başka bir şey baki kalmazdı. Şöyle ki acaba Peygamber bunu yazarken, (Allah’a sığınırım) sayıklıyor muydu yoksa sayıklamıyor muydu?! diyeceklerdi. Nitekim o anda, Peygamber (s.a.a)’in gözleri önünde tartışmalar ve itişip kakışmalar bile başlamıştı. Peygamber (s.a.a) de “Kalkın!” demekten başka bir şey yapamazdı.

Eğer Peygamber (s.a.a) ısrar ederek vasiyetini yazdırsaydı, onlar da “Peygamber (s.a.a) sayıklıyor” dedikleri sözü tekrarlayıp duracaklardı. Bu çeşit insanlar kendi yandaşlarını, (Allah’a sığınırım) bu sayıklamayı ispatlamak için seferber edecek, efsaneler türetecek ve Peygamber (s.a.a)’in bu fermanını ve O’nun taraftarlarını yok etmek için ellerinden geleni yapacaklardı!

Bu yüzden ilahi hikmet, Peygamber (s.a.a)’in bu vasiyeti yazmaktan vazgeçmesini gerektiriyordu. Böylece bu grup ve yandaşlarının nübüvvet makamını eleştirmelerine sebep olacak ortam da ortadan kaldırıldı!

Buna ek olarak Peygamber (s.a.a), Hz. Ali ve Şialarının bu vasiyetin içeriğine candan bağlı olduklarını biliyordu. Onlar için Peygamber (s.a.a)’in bu vasiyeti yazıp yazmaması hiçbir farklılık arz etmiyordu. Onlar da kendilerinden başka hiç kimsenin bu vasiyete uymayacağının bilincinde idiler. Yazıldığı takdirde ise onu muteber bilmeyeceklerdi. Zira o tartışma, itişme ve kakışmadan sonra, fitne ve ihtilaftan başka ondan hiçbir eser kalmayacaktı.

 

ÖMER’İ SAVUNANLAR NE DEDİLER?

 

Kendi zamanında el-Ezher’in reisi olan Şeyh Selim el-Bişri (Maliki) 44. Mektubunda,[11] Ömer’in Resulullah (s.a.a)’ın yüce nübüvvet makamına yaptığı küstahlığı savunurken şöyle yazıyor:

“Şayet Peygamber (s.a.a), huzurdakilerden kalem kağıt getirin derken bir şey yazmak istemiyor bilakis onları bu sözüyle imtihana tabi tutmak istiyordu. Allah da Ömer’i tüm ashap arasından hidayet ederek kalem ve kağıt getirilmesini önledi!!! Bu yüzden Ömer’in bu davranışını, Allah’ın isteğiyle uyumlu ve onun kerametlerinden bilmek gerekir!”

Daha sonra Şeyh Selim şöyle yazıyor: “Bu söz, Ehl-i Sünnet’in büyük alimlerinden birinin verdiği cevaptır. Ama bana göre insaf şudur ki Peygamber (s.a.a)’in sözünün son kısmı (yani; artık ondan sonra asla sapıklığa düşmeyeceksiniz), bu cevapla uyumlu değildir. Şöyle ki Peygamber (s.a.a) şöyle söylemek istemiştir: “Bana kalem ve kağıt getirirseniz, ben de o emir ve fermanı yazarsam artık sapıklığa düşmezsiniz.”

Açıktır ki bu haber vermeden kasıt sadece imtihan idiyse, şüphesiz bu bir nevi yalandı. Zira peygamberlerin sözleri böyle şeylerden münezzehtir. Özellikle de kalem ve kağıdın getirilmemesi getirilmesinden daha iyi olursa. Buna ilave olarak sözü geçen cevabın birçok sakıncalı tarafları da vardır ki onları bırakmak ve başka bir cevap vermek gerekir.”

Daha sonra şöyle ekliyor: “Bu konuda özet olarak söylenebilecek şey şudur ki: Peygamber (s.a.a)’in kağıt ve kalem getirmelerini buyurduğu emir ve ferman, farz cinsten değildi ki onun terk edilmesi câiz olmasın ve onu terk eden de günahkar sayılsın! Bilakis Hz. Peygamber (s.a.a)’in emri istişare boyutunu taşımaktaydı. Genel olarak ashap ve özellikle de Ömer böyle durumlarda muhalif görüş belirtirdi. Çünkü Ömer bu gibi durumlarda maslahatı idrak etme ve gerçeğe ulaşma açısından kendisini başarılı biliyordu! Ve Allah tarafından ona ilham oluyordu!!!

Ömer bu yolla, Peygamber (s.a.a)’in emri yazdırırken hastalığından dolayı çektiği acı ve rahatsızlığı azaltmak istiyordu. Böyle bir durumda kalem ve kağıdın getirilmemesini daha uygun buldu.

Belki de Ömer, Peygamber (s.a.a)’in halkın anlayamayacağı bir takım şeyler yazmasından ve onu yerine getiremeyeceklerinden ve neticede sorumlu olacak ve azap göreceklerinden korkuyordu. Zira böyle bir durumda açık nass olduğundan içtihat etmeye de yer kalmayacaktı.

Şayet Ömer, münafıkların, Peygamber (s.a.a)’in hasta halinde yazdığı bu vasiyetin doğruluğunda şüphe uyandıracaklarından, fitne ve kargaşa çıkaracaklarından korkuyordu. Bu yüzden şöyle dedi: “Allah’ın kitabı bize yeter! Çünkü Allah (c.c) şöyle buyurmuştur: “Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.”[12]

Yine şöyle buyurmuştur: “Bugün size dininizi ikmal ettim.”[13]

Sanki Ömer İslam ümmetinin asla sapıklığa düşmeyeceğini tam bir güvenle biliyordu. Zira Allah, dini onlar için ikmal etmiş ve onlara nimetini tamamlamıştı!!”

Daha sonra Şeyh Selim şöyle yazıyor: “Bu bizim alimlerin Ömer’i savunurken verdikleri cevaptır. Ama bu cevap da sakıncasız değildir. Zira Peygamber (s.a.a)’in buyurduğu “sapıklığa düşmeyesiniz” cümlesi, O’nun kalem ve kağıt getirmeleri hususundaki emrin farz bir emir olduğunu göstermektedir. Zira sapıklıktan kurtulmayı sağlayacak şeylerin temini için çaba sarf etmek, gücümüz olduğu takdirde hiç şüphesiz farzdır. Yine Resul-i Ekrem (s.a.a)’in, kalem ve kağıt istediğinde huzurda bulunanların O’nun emrini yerine getirmemelerinden dolayı “kalkın” diye buyurarak üzüntüsünü belirtmesi de bu emrin istişare emri değil farz bir emir olduğunu göstermektedir.

Şeyh Selim şöyle ekliyor: “Eğer kalem ve kağıdın getirilmesi farz olsaydı, o zaman Peygamber (s.a.a), muhaliflerin muhalefetinden dolayı onu terk etmezdi; nitekim kafirlerin muhalefetinden dolayı da İslam’ı tebliğ etmeyi terk etmedi” derseniz, cevaben şöyle deriz: Eğer bu söz doğru olursa, sadece şu anlamı ifade eder ki huzurundakilerin muhalefetinden sonra o vasiyeti yazmak artık Peygamber (s.a.a)’e farz değildi. Bu durum, Peygamber (s.a.a)’in kağıt ve kalem getirmelerini istediği ve faydasının da sapıklıktan korunmak olduğunu açıkladığı zaman, emrinin onlara farz olmasıyla çelişkili değildir. Zira emirdeki esas, emredilenin yapılmasının emredene değil emr olunana farz olmasıdır.

Bundan da öteye Peygamber (s.a.a)’in kendisine de farz olması mümkündür. Peygamber (s.a.a)’e “Bu adam sayıklıyor” söyleyip de emrini yerine getirmedikten sonra O’ndan da bu şer’i görev kalkmış olabilir. Zira böyle bir durumda, sizin de dediğiniz gibi fitne ve fesattan başka bir sonuç doğurmazdı.

Diğer bazı Ehl-i Sünnet alimleri de şöyle demişlerdir: O gün “Peygamber (s.a.a) sayıklıyor!” diyen Ömer ve diğer kimseler, Peygamber (s.a.a)’in sözlerinden tüm Müslümanların ve ümmetin sapıklıktan korunacağını ve O’dan sonra hatta bir adamın bile sapıklığa düşmeyeceğini anlayamadılar. Bilakis onlar Peygamber (s.a.a)’in, toplu bir şekilde sapıklığa düşmeyeceksiniz ve bu vasiyet yazıldıktan sonra sapıklığın bireylere sirayet etmeyeceğini demek istediğini zannettiler!

Ashap da Müslümanların hep birden topluca sapıklığa düşmeyeceğini biliyordu. Bu yüzden vasiyetin yazılması için hiçbir yarar görmüyorlardı. Zannettiler ki Peygamber (s.a.a)’in kastı, büyük bir lütuf ile baktığı ümmetinin vahdetini korumak için daha fazla önem vermekten ve daha dikkatli olmalarını vurgulamaktan başka bir şey değildir. Bundan dolayı Peygamber (s.a.a)’in emrinin içeriğini çok iyi bilmelerinden dolayı O’nunla muhalefet ettiler. Zira Peygamber (s.a.a)’in hasta halinde iken vasiyet yazma zahmetine katlanmasını istemiyorlardı. Bu yolla Allah Resulünün rahatsızlığını azaltmak istiyorlardı!!!”

El-Ezher’in reisi daha sonra şöyle yazıyor: “Bu, Ehl-i Sünnet alimlerinin, Ömer’i ve onun Peygamber (s.a.a)’e yaptığı itirazını savunmak için söyledikleri sözlerdi.”

Daha sonra kendisi şöyle diyor: “Eğer birisi verilen bu cevaplara dikkatle bakacak olursa, onların ne kadar yetersiz ve yanlış olduğunu görecektir; zira Peygamber (s.a.a)’in “...sapıklığa düşmeyesiniz” diye buyurduğu söz, daha önce söylediğimiz gibi O Hazretin emrinin farz olduğunu göstermektedir. Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)’in onlardan incinmesinin sebebi de onların kendilerine farz olan bir işi terk etmelerinden dolayıdır. Resulullah (s.a.a)’in, büyük bir yücelik ve sabırla “Kalkın!” diye buyurması, huzurda bulunanların farz olan bir işi terk ettiklerini göstermektedir; öyle bir iş ki, diğer işlerden daha vacip ve daha yararlıydı.”

Daha sonra Şeyh Selim şöyle diyor: “En iyisi şöyle söylememizdir: Bu macera, has bir olaydır. Belli bir zaman kesitinde sahabenin adetinin tersine cereyan etmiştir. Aynen bir çocuğun ölmesi ve ağızdan kaçan bir söz gibi. Onun gerçek sebebini genişçe bilmiyoruz. Allah hepimizi doğru yola hidayet etsin!

 

Bizim Cevabımız

 

Sayın Şeyh Selim el-Bişri, Ehl-i Sünnet’in geçmiş alimlerinin, Ömer’in Resul-i Ekrem (s.a.a)’e karşı yaptığı küstahlığı savunmada tüm cevaplarını naklediyor. Zaten bundan başka bir çaresi de yoktu. Ama onun ilim, adalet ve insafı, bu saçma sapan cevapları kabul etmesine engel olmuştur. O cevapları sadece zayıf ve yanlış bilmekle kalmamış hatta onların zayıf ve yanlış olma sebeplerini de zikretmiştir.

Biz de el-Ehzer’in reisi Şeyh Selim el-Bişri ile aramızda geçen mektuplaşma döneminde bu cevapların reddinde birkaç konuya deyinmiştik. Bu konuları ona sunarak kararı onun kendisine bıraktık. Bu yüzden onun cevabında şöyle yazdık:

a) “Ömer’i savunanların ilk cevapta söyledikleri “Belki de Peygamber (s.a.a) kalem ve kağıt isterken bir şey yazdırmak istemiyordu. Sadece onları imtihana tabi tutmak istiyordu” söze cevaben şöyle diyoruz: Sizin söylediklerinize ilaveten bu olay, hadisin açık nassı deliline göre, Peygamber (s.a.a)’in ölüm halinde vuku bulmuştur. Bu nedenle o an imtihan zamanı değil mazeretlerin kaldırılması, halkın korkutulması, önemli bir mevzunun vasiyet edilmesi ve ümmetin hayır ve geleceğini belirleyen anlardı. Hepimizin de bildiği gibi ölün anında olan bir insan, boş konuşmak istemez ve şaka yapmaz. Ölüm anındaki bir kimse, kendine ait önemli işler, ailesinin üzerine düşen görevler vb. konularla meşgul olur. Bu durum, ölmek üzere olan şahıs Peygamber olursa, daha da şiddet kazanır.

Peygamber (s.a.a), hayatı boyunca sağlığının yerinde olduğu bir zamanda ashabın imtihan edilmesini uygun görmediğine göre nasıl oldu da ölüm anında onların imtihan edilmesini uygun gördü? Üstelik, tartışma ve itişip kakışmalar Peygamber (s.a.a)’in huzurunda şiddetlenince Hazret ashaba: “Kalkınız!” diye buyurdu. Bu kelime Peygamber (s.a.a)’in onlardan incindiğini göstermektedir. Eğer muhalifler doğru bir iş yapmış olsalardı, Peygamber (s.a.a) onların muhalefetlerini tahsin eder ve sevincini belirtirdi.

Kim bu rivayet ve özellikle de “Peygamber sayıklıyor!” sözü hakkında doğru bir şekilde düşünecek olursa, huzurda bulunanların Peygamber (s.a.a)’in onların hoşlanmadığı bir konuyu söylemek istediğini bildiklerini kesinlikle anlayacaktır. İşte bundan dolayı o sözü söyleyerek Peygamber (s.a.a)’i incittiler ve O Hazretin mukaddes huzurunda saçma sapan sözler söylediler, itişip kakıştılar, niza ve tartışmaya başladılar.

Bunlara ilave olarak İbn-i Abbas’ın bu maceradan sonra ağlaması ve onu büyük bir musibet olarak nitelendirmesi Ömer’i savunanların cevaplarının batıl olduğuna en büyük bir delildir.

b) Savunucular şöyle diyorlar: “Ömer maslahatları idrak etmede başarılıydı, doğru bir görüşe sahipti, İlahi ilhamdan yararlanmaktaydı.” Bu söz (özellikle burada) kabul edilemez. Zira bunun anlamı şudur ki: Bu macerada hak Ömer’le idi Peygamber (s.a.a) değil! Böyle bir durumda Ömer’in yararlandığı ilham, emin ve doğru sözlü Peygamber (s.a.a)’in açıkladığı vahiyden daha doğru olur!!!

c) Ömer’i savunanlar diyorlar ki: “Ömer, Peygamber (s.a.a)’in bu vasiyeti yazmak vasıtasıyla, çoğalması mümkün olan ağrı ve dertlerini azaltmak istedi.” Halbuki sayın okuyucular bu vasiyetin yazılmasının Peygamber (s.a.a)’in gönül rahatlığı, kalpten sevinmesi ve O’nun ümmetinin sapıklıktan kurtulması demek olduğunu çok iyi bilmektedirler.

Bunlara ek olarak kaide itibarı ile Peygamber (s.a.a)’in emri yerine getirilmelidir. Yani bir emir Peygamber (s.a.a) tarafından verildikten sonra artık hiç kimsenin, haddini aşarak onu reddetmeye veya onun tersini söylemeye hakkı yoktur. Allah-u Teala Kur’an’da şöyle buyuruyor:

“Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Herkim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”[14]

Bunlardan da öteye huzurdakilerin Peygamber (s.a.a)’in emrine karşı muhalefet etmeleri, O’nun huzurunda tartışmaları, abuk-sabuk konuşmaları, ve itişip kakışmaları Peygamber (s.a.a) için, ümmeti sapıklıktan koruyacak vasiyeti yazarken tahammül edeceği rahatsızlıktan kat kat daha fazla ve zordu. Peygamber (s.a.a)’in bir vasiyet yazma yüzünden düşeceği zahmete dayanamayan birisi, nasıl olur da Peygamber (s.a.a)’e karşı çıkarak: “Bu adam sayıklıyor!” diyebiliyor?!

d) Ömer’i savunanlar şöyle diyorlar: “Ömer, Resul-i Ekrem (s.a.a) kalem ve kağıdın getirilmesi emretmesine rağmen getirilmemesini daha uygun gördü!!” Acaba Ömer, Peygamber (s.a.a)’in, yapılmaması daha uygun olan bir işe emrettiğine mi inanıyordu?!

e) Daha da şaşırtıcı olan söyledikleri şu sözdür: “Ömer, Peygamber (s.a.a)’in halkın anlamakta zorluk çekeceği, bu sebeple de yerine getirememeleri yüzünden İlahi azaba yakalanacakları bazı şeyleri yazmasından korkuyordu?!”

Peygamber (s.a.a)’in “... Artık bundan sonra sapıklığa düşmeyeceksiniz” buyurmasından sonra Ömer nasıl böyle bir korkuya kapılabilir?! Acaba sahabe, Ömer’in ileriyi Peygamber (s.a.a)’den daha iyi gördüğüne ve Peygamberin ümmetine O’ndan daha çok şefkatli olduğuna mı inanıyorlardı? Hayır! Kesinlikle böyle değildi.

f) Yine şöyle söylüyorlar: “Belki de Ömer, münafıkların Peygamber (s.a.a)’in hasta halinde yazdığı bu vasiyetin sıhhatinde şüpheye edeceklerinden ve kargaşa çıkarılacağından korktu!” Ama sayın okuyucuların da bildiği gibi Peygamber (s.a.a)’in: “... Asla sapıklığa düşmeyeceksiniz” sözünü buyurduktan sonra bu korkunun hiçbir anlamı yoktur. Zira Peygamber (s.a.a)’in sözü açıkça şunu belirtmekteydi ki, söz konusu vasiyetname onların sapıklıktan korunmalarına sebep olacaktı.

Buna binaen, münafıkların duyacakları şüphe ve tereddüt nasıl kargaşaya sebep olabilirdi?

Eğer Ömer, münafıkların vasiyetnamenin sıhhatinde şüpheye düşmelerinden korkuyor idiyse, o zaman neden onun kendisi bu şüphe ve tereddüt tohumunu onlar için ekti? Öyle ki Peygamber (s.a.a)’in sözüne itiraz etti, kalem ve kağıt getirilmesine mani olarak da: “Peygamber sayıklıyor!” dedi.

g) Ömer’i savunanların, onun söylediği “Allah’ın kitabı bize yeterlidir!” sözünün tefsirinde, “Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık” ve “Bugün size dininizi ikmal ettim” ayet-i kerimelerini delil olarak getirmeleri hiç de doğru değildir. Zira bu iki ayet, Müslümanların sapıklıktan güvencede olacaklarını vurgulamamaktadır; halkın daima hidayet üzere olacağını da belirtmemektedir.

Peki nasıl bu iki ayete dayanarak Peygamber (s.a.a)’in yazmak istediği vasiyete mani olmak câiz olabilir? Eğer Müslümanlar arasında sadece Kur’ân’ın var olması onların tüm fitne, sapıklık ve ayrılıktan güvencede olmalarına sebep olsaydı, o zaman bizlerin bertaraf olmasını beklediğimiz bunca ihtilaf ve ayrılıklar ortaya çıkmazdı.[15]

Ehl-i Sünnet alimleri son cevap hakkında şöyle demişlerdir: “Ömer, Peygamber (s.a.a)’in hadisinden, İslam ümmetinin fert ferdinin sapıklıktan korunacağını anlamadı. Bilakis hadisten İslam ümmetinin top yekûn sapmayacağını anladı.” Yeni şöyle demişlerdir: “Ömer, -ister vasiyetname yazılsın ister yazılmasın- ümmetin top yekûn sapmayacağını çok iyi biliyordu. Bu yüzden bu emirle muhalefet etmeye başladı (ve onun yazılmasına engel oldu)!!

Bizim buna verdiğimiz cevap, el-Ezher Şeyhi’nin verdiği cevaba ek olarak şudur: “Ömer bu kadar anlayışsız değildi. Herkes için aşikar ve açık olan bir şey, onun için üstü kapalı değildi. Zira şehirli ve bedevi olan herkesin aklına gelen şuydu: Eğer bu vasiyet yazılmış olsaydı, İslam ümmetinin doğru yoldan sapmasını koruyacak ana bir faktör olurdu. Peygamber (s.a.a)’in hadisinden sadece bu anlam düşünülmektedir.

Ömer, Peygamber (s.a.a)’in İslam ümmetinin topluca doğru yoldan sapmasından korkmadığını biliyordu. Zira Peygamber (s.a.a)’den: “Ümmetim topluca doğru yoldan sapmaz” ve “Ümmetim hata üzere icmada bulunmaz” ve “Daima ümmetimden bir grup hak üzeredir...” diye buyurduğunu ve şu ayeti de okuduğunu duymuştu:

“Allah, sizden iman edip iyi davranışta bulunanlara, kendilerinden öncelikleri sahip ve hakim kıldığı gibi onları da yeryüzüne sahip ve hakim kılacağını, onlar için beğenip seçtiği dini (İslam’ı) kendilerine yerleştirip koruyacağını ve (geçirdikleri) korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağını vâdetti. Çünkü onlar bana kulluk ederler; hiçbir şeyi bana eş tutmazlar”[16] Ve ümmetin topluca sapıklık üzerine icma etmeyeceğine dair diğer nice ayet ve hadisler.

Binaenaleyh Ömer veya başka birisinin, Peygamber (s.a.a)’in kalem ve kağıt istemesinden, ümmetin topluca hak yolundan sapmasına neden olabileceğini düşünerek korkması hiç de makul değildir. Ömer için uygun olan şey, Peygamber (s.a.a)’in hadisinden ilk etapta akla gelen manayı  anlaması idi, Kur’ân ve sünnetin şiddetle reddettiği şeyi değil.

Buna ilave olarak Peygamber (s.a.a)’in “Kalkınız!” sözünden anlaşılan rahatsızlığı, onların terk ettiği şeyin onlara farz olan bir emir olduğunun delilidir.

Eğer Ömer’i savunanlara göre onun itirazı hadisi anlamamasından kaynaklanmış olsaydı, Peygamber (s.a.a) onun hatasını giderir ve kendi amacını onun için açıklardı. Hatta Peygamber (s.a.a) onları söylediği şeye kani ettirebilme gücüne sahip olsaydı, “kalkınız” diyerek onları evden dışarı çıkarmazdı. İbn-i Abbas’ın ağlaması da söylediğimiz şeylerin bir başka delilidir.

İnsaf şudur ki bu musibet, özür bulunmayacak konulardandır. Eğer olay, el-Ezher şeyhinin dediği gibi bir çocuğun aniden ölümü ve ağızdan kaçan sözler gibi has bir olay olsaydı, iş kolay olurdu. Bu musibet, her ne kadar da olsa Müslümanların birlik ve beraberliğinin bozulmasına sebep oldu. Gerçek şudur ki itirazda bulunanlar, nass karşısında içtihadı câiz bilen kimselerdendi. Buna göre onlar, bu ve buna benzer durumlarda kendi görüşlerine göre içtihat etmişlerdir!! Onların fetvaları kendileri için, alemlerin Rabbinin emri de kendisi için!

 

EL-EZHER REİSİNİN SÖYLEDİĞİMİZ SÖZLERDEN ŞAŞKINLIĞI

 

Şeyh Selim el-Bişri, Ömer’i savunanların söylediklerini reddettiğimiz 44. Mektubu okur okumaz şöyle yazdı:

“Yaptığınız bu açıklamalarla, itirazda bulunanların tümünün sesini kestiniz; tüm yolları onların yüzüne kapattınız; onları, söylemek istedikleri her şeyden alı koydunuz; yaptığınız açıklamalarla hiçbir şüpheye yer bırakmadınız; öyle ki hiç kimseye tereddüt edecek bir yer kalmamıştır.

 

(17)

HUDEYBİYE BARIŞ ANTLAŞMASINA İTİRAZ

 

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) savaş yerine Hudeybiye[17] barışını seçti. Allah’ın gönderdiği vahye uygun olarak savaşı barışa çevirdi. Gerçek maslahat da bunu gerektirmekteydi. Ama bu durum ashap için aşikar değildi. Bu nedenle ashaptan bazıları Peygamber (s.a.a)’i eleştirerek açıkça O’nunla muhalefet etmeye başladılar!!

Buna rağmen Peygamber (s.a.a) onlara önem vermeyerek aldığı emir doğrultusunda ilerledi ve neticede bu antlaşma iki tarafın imzasıyla sonuçlandı. Bu antlaşma, İslam tarihinin en güzel zaferlerinden biri olarak sayıldı. Alemlerin Rabbine hamd olsun.

Resul-i Ekrem (s.a.a) hicretin altıncı yılı, Zilkade ayının Pazartesi günü Umre amellerini yerine yapmak için Medine’den çıktı. Allah Resulü Kureyşlilerin O’nunla savaşmasından veya Mekke’ye girmesine engel olmalarından endişeliydi. Nitekim böyle de oldu.

Bu yüzden halkı Umre amellerini yerine getirmek için davet etti. Sonuçta Muhacir, Ensar ve Bedevilerden oluşan -aralarında 200 süvarinin de bulunduğu- 1400[18] kişi Peygamber (s.a.a)’in davetine olumlu cevap verdi. Resulullah (s.a.a), kurban etmek için kendisiyle otuz deve de götürdü. Hareket edilirken Hz. Peygamber (s.a.a) ve yol arkadaşları silahlanmış, kılıçları da kılıfa sokulmuştu. Bu nedenle Ömer şöyle dedi: “Ya Resulellah! Kendilerini savaşa hazırlamamış olan Ebu Süfyan ve taraftarlarından korkuyor musun?” Resulullah (s.a.a) cevaben: “Ben umre amellerini yaparken yanımda silah taşımam” buyurdu.

Zu’l-Huleyfe’ye[19] ulaşır ulaşmaz kurbanlık develerin boynuna bir tasma takarak develeri kurbanlık adetlerine göre hazırladı. Daha sonra Peygamber (s.a.a)’in kendisi ve ashabı ihram bağladılar. Böylelikle Kureyşlilere Allah’ın evini ziyarete geldiklerini ve başka bir amaçları olmadığını anlatmak istediler.

Oradan geçtikten sonra Peygamber (s.a.a) yolun yarısında, Halid b. Velid’in Kureyş’ten iki yüz süvari ile İkrime b. Ebu Cehil’in komutası altında “Ğamim” denilen yerde mevzi aldığından haberdar oldu.

Peygamber (s.a.a) bu durumu ashabına da bildirdi. Daha sonra Halid b. Velid’le karşılaşmamak için sağ taraftan hareket etmelerini emretti. Nihayet Hudeybiye yakınlarındaki “Hamz” bölgesine kadar ilerlediler. Halid onların gelişini, atlarının ayakları altından çıkan toz-dumanı görünce anladı. Halid ordusuyla gelerek Peygamber ve ashabı karşısında durdu. Peygamber (s.a.a) de Abbad b. Beşire, süvari birliği ile Halid’in süvari birliğinin karşısında durmasını emretti.

Bu sırada öğle namazı vakti ulaştı. Peygamber (s.a.a) ve ashabı namaz kılmaya başladılar. Müşrikler: “Çok iyi bir fırsat, Muhammed ve ashabı namazla meşgul iken onlara hamle edelim” dediler.

Halid şöyle dedi: “Evet! Ama onlar namaza daha yeni başladılar, hamle edersek zarar görmemiz mümkündür. Onların bir başka namazı daha vardır (ikindi namazı) ki onu can ve evlatlarından daha çok severler. İşte tam o sırada hamle etmek gerekir.” Bu arada Allah-u Teala aşağıdaki ayeti Peygamber (s.a.a)’e nazil etti:

“Sen de içlerinde bulunup onlara namaz kıldırdığın zaman, onlardan bir kısmı seninle beraber namaza dursunlar, silahlarını (yanlarına alsınlar, böylece (namazı kılıp) secde ettiklerinde (diğerleri) arkanızda olsunlar. Sonra henüz namazını kılmamış olan (bu) diğer grup gelip seninle beraber namazlarını kılsınlar ve onlar da ihtiyat tedbirlerini ve silahlarını alsınlar. O kafirler arzu ederler ki siz silahlarınızdan ve eşyalarınızdan gafil olasınız da üstünüze birden baskın yapsınlar. Eğer size yağmurdan bir eziyet olur yahut hasta bulunursanız, silahlarınızı bırakmanızda size günah yoktur. Yine de tedbirinizi alın. Şüphesiz Allah, kafirler için alçaltıcı bir azap hazırlamıştır. Namazı bitirince de ayakta, otururken ve yanınız üzerinde yatarken (daima) Allah’ı anın. Huzura kavuşunca da namazı dosdoğru kılın; çünkü namaz müminler üzerine vakitleri belli bir farzdır. O (düşman) topluluğu takip etmekte gevşeklik göstermeyin. Eğer siz acı çekiyorsanız onlar da sizin çektiğiniz gibi acı çekmektedirler. Üstelik siz Allah’tan onların ümit etmedikleri şeyleri umuyorsunuz. Allah ilim ve hikmet sahibidir.”[20]

Peygamber (s.a.a) de ikindi namazını yukarıdaki ayette belirtildiği üzere kıldı.

“Allah o inkar edenleri hiçbir fayda elde edemeden öfkeleriyle geri çevirdi”[21]

 


KUREYŞ’İN SERTLİĞİ VE

PEYGAMBER (S.A.A)’İN TAVRI

 

Peygamber (s.a.a) Hudeybiye’ye girdiğinde, Kureyşlilerden pek çok eziyet, kabalık ve saygısızlılarla karşılaştı. Öyle ki Peygamber’e ve ashabına karşı taş kalplilik ve kinciliklerini gösterdiler. Müşrikler de ashaptan şiddetli bir şekilde tepki gördüler. Bu da Allah’ın emriyleydi: “Onlar sizde bir sertlik bulsunlar.”[22] Ama o gün Peygamber (s.a.a), Allah’ın kendisine verdiği sabır, tabiatının bir parçası olan hikmet ve peygamberlerin en faziletlisi olmasına sebep olan yüce ahlakı ile onlarla karşılaştı.

Müşrikler, bozgunculuk, aşağılık ve dar görüşlülükle Peygamber (s.a.a)’in Mekke’ye girmesine mani oldular. Ama bu hareketler ne Peygamber (s.a.a)’in öfkelenmesine, ne de sabrının taşmasına sebep oldu. Peygamber (s.a.a) o zalimlere karşı yumuşak davranıp, müsamaha ve alçak gönüllülükle konuştu. Durum öylesine değişti ki müşrikler kendilerini O Hazretin karşısında, dağ karşısında bir saman tanesi gibi (küçük) gördüler.

Peygamber (s.a.a) onlara öylesine şefkat ve sevgi ile bir tavır takındı ki onları, -kaskatı kalplerine rağmen- kendisine celp etti. Bazen de onları öylesine tehdit ediyor ve dehşetli gelecekten korkutuyordu ki, ödleri kopuyordu.

Şimdi bu mevzu ile ilgili hadislerden bir kısmını naklediyoruz. Dikkatle onları inceleyerek Peygamber (s.a.a)’in hedeflerini bulun. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu:

“Vay olsun Kureyş’e! Savaş onları çökertti. Neden el çekmiyorlar?! Neden beni Arap’la yalnız bırakmıyorlar? Eğer beni ortadan kaldırırlarsa arzularına ulaşırlar. Allah beni onlara karşı muzaffer kılarsa, grup grup İslam’a girerler. İslam’ı kabul etmekten çekinirlerse, güçleri olduğu takdirde bana karşı savaşırlar. Kureyş ne düşünüyor?! Ondan başka ilah olmayan Allah’a yemin olsun ki, Allah’ın beni görevlendirdiği hedefe doğru ilerlemek için, Allah’ın, dinini zafere ulaştırana veya bu yolda öldürülene dek onlara karşı savaşacağım.”

Yine Kureyş’in gönlünü, sahip olduğu yüce ahlak ve erdemlere yönlendirmek için şöyle buyurdu: “Muhammed’in canının elinde olduğu Allah’a yemin olsun ki, bugün Kureyş, aramızda olan akrabalık sebebiyle benden ne isterse onlara vereceğim.”

Peygamber (s.a.a) bu hikmetli sözlerle ne kadar şefkatli ve merhametli olduğunu izhar etti. Daha sonra ashabını toplayarak, Kureyş in, onların Mekke’ye girmelerine engel oldukları takdirde onlarla savaşılıp savaşılmaması hususunda istişare etti. Yaklaşık ashabın tümü savaşa hazır olduklarını belirtti.

Bu sırada Mikdad b. Esved kalkarak tüm ashap adına şöyle dedi: “Ya Resulellah! Biz sana Beni İsrail’in Hz. Musa’ya söylediğini (Sen ve rabbin gidin savaşın; biz burada oturmuşuz)[23] söylemeyeceğiz. Tam tersine, sen ve rabbin savaşın, biz de sizinleyiz diyoruz.

Ya Resulellah! Allah’a yeminler olsun ki, eğer bizi “Bered’ul-Ğımad”ı[24] fethetmemiz için sevk etsen hepimiz seninle geliriz; bizden bir kişi bile geri kalmaz.” Peygamber (s.a.a) Miktad’ın sözlerinden oldukça sevindi.

Daha sonra Peygamber (s.a.a) hazır bulunan ashaptan biat aldı. Herkes kanının son damlasına kadar Peygamber (s.a.a)’in yanında olacağına dair O Hazretle biat etti. O gün 1400 erkek Peygamber (s.a.a)’e biat etti. Biat edenler arasında münafıkların sığınağı olan Abdullah b. Ubey Selul da vardı. Sadece Cedd b. Kays-i Ensari adlı birisi biat etmedi.

Sire-i Halebiyye’de Selemet b. Ekva’dan şöyle dediği rivayet edilir: Biz kanımızın son damlasına kadar Peygamber (s.a.a)’le biat ettiğimizde sadece Cedd b. Kays biat etmedi. Adeta şu an, halkın bakışlarından korunmak için devesine sarılır halde olduğunu görür gibiyim.

Tarihçiler, sire yazarları ve Halebi kendi siresinde şöyle yazarlar: Kureyş Hudeybiye’de, Peygamber (s.a.a)’le beraber olan İbn-i Ubey Selul’a birisini göndererek şöyle dedi: “İstiyorsan Mekke’ye gir ve Kâbe’yi ziyaret et.” Oğlu Abdullah babasına hitaben: “Baba! Allah aşkına bizi her yerde rezil etme! Sakın burada da Peygamber (s.a.a)’den önce Allah’ın evini tavaf etme” dedi.

İbn-i Ubey Selul da: “Hayır! Ben de Peygamber (s.a.a) tavaf etmedikçe tavaf etmeyeceğim” dedi. Bu haber Peygamber (s.a.a)’e ulaşınca Hazret Abdullah’ın davranışından hoşnut oldu ve onu tebrik etti. Buna göre Abdullah b. Ubey Selul da, Hudeybiye’de ağaç altında Peygamber (s.a.a)’e biat edenlerdendi. Önceden de söylediğimiz gibi sadece “Cedd b. Kays” biat etmedi.

 

MÜŞRİKLERİN KORKMASI VE HZ. PEYGAMBER’DEN SULH İSTEMELERİ

 

Bu biatinin[25] (Rıdvan biatinin) haberi Kureyş’e ulaşınca canlarına büyük bir korku düştü. Bu korku özellikle İkrime b. Ebu Cehil’in komutanlık ettiği 500 kişilik süvari birliğinin- Zemahşeri’nin de Keşşaf’ta belirttiği gibi- Mekke’ye kadar geri püskürtülmesinden sonra daha da şiddetlendi.

İbn-i Abbas şöyle diyor: Allah-u Teala Müslümanları, taş fırlatmalarıyla onlara karşı zafer kıldı. Öyle ki onları evlerine kadar takip ettiler. Kureyş, Peygamber (s.a.a) ve ashabına karşı savaşmaya kadir olmadığını anladı.

İşte bundan dolayı onların görüş sahipleri, Peygamber (s.a.a)’den barış isteğinde bulunmaya mecbur oldular. Bu arada Peygamber (s.a.a)’in: “Muhammed’in canının elinde olduğu Allah’a yemin olsun ki, bugün Kureyş benden ne isterse vereceğim” diye buyurduğu söz de onlara ulaşmıştı.

Mekke halkı, başlarında Süheyl b. Amr b. Abdüved-i Amiri’nin bulunduğu bir heyeti, Müslümanlar için oldukça ağır şartlara sahip olan antlaşmayı imzalamak üzere Peygamber (s.a.a)’in yanına gönderdiler. Müslümanlar antlaşmanın şartlarını kabul etmediler. Bazıları da kesinlikle barışı istemiyorlardı.

Ama müşrikler Peygamber (s.a.a)’in: “Bugün Kureyş ne isterse kabul ederim” sözüne dayanarak ısrar ettiler. Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a), Allah tarafından böyle bir vaatte bulunmak ve onun içeriğine göre amel etmekle görevlenmişti. Onların barış önerisinin ağır şartlarını kabul etmelerinin sebebi de vahye amel etmek ve Allah’ın bildiği bir takım maslahatlardan dolayı idi. Daha sonra herkes o barışın gerekli olduğunu anlamış ve itiraf etmişlerdir. Bu konuyu ileride açıklayacağız.

 

ÖMER’İN BARIŞ ANTLAŞMASINDAN

RAHATSIZ OLMASI

 

Barış antlaşması imzalanır imzalanmaz gayreti tarik olan Ömer b. Hattab, yüzünde öfke ve nefret belirtileri olduğu halde Ebu Bekir’in yanına gelerek şöyle dedi: Ebu Bekir! Bu adam Peygamber değil mi?

Ebu Bekir: Evet, peygamberdir.

Ömer: Biz Müslüman değil miyiz?

Ebu Bekir: Evet, Müslüman’ız.

Ömer: Onlar müşrik değiller mi?

Ebu Bekir: Evet, müşriktirler.

Ömer: Peki o zaman neden dinimizde onlara karşı müsamaha gösteriyoruz?

Ebu Bekir: Ey Ömer! O Allah’ın Resulüdür. Allah’ın emrinin tersine amel etmez. Allah da O’nun yardımcısıdır. O ölüm anına kadar Allah’ı âmir, kendisini de memur bilir. Ben de O’nun Allah’ın Resulü olduğuna şahitlik ediyorum...[26]

Müslim kendi sahihinin 4. Cildinin Hudeybiye barış antlaşması hakkında şöyle yazar:

“Ömer Peygamber (s.a.a)’e şöyle dedi: Biz hak, onlar da batıl üzere değiller mi?

Peygamber (s.a.a): “Evet.”

Ömer: Bizim öldürülenlerimiz cennette, onların öldürülenleri de cehennemde değiller mi?

Peygamber (s.a.a): “Evet, öyledir.”

Ömer: Peki o zaman neden dinimiz konusunda onlara karşı taviz vermeliyiz ve Allah’ın bizimle onlar arasında ne hükmedeceğini görmek için geri dönmeliyiz?

Peygamber (s.a.a): “Ey Hattab’ın oğlu! Ben Allah’ın Resulüyüm. Allah hiçbir zaman beni zayi etmez.”

Ömer hemen yola koyuldu ve öfkeli bir şekilde Ebu Bekir’in yanına giderek şöyle dedi: Ebu Bekir! Biz hak onlar da batıl değiller mi?

Ebu Bekir: Evet.

Ömer: Biz öldürülenlerimizin cennette, onlardan öldürülenlerin de cehennemde olduğuna inanmıyor muyuz?

Ebu Bekir: Evet, öyledir.

Ömer: Peki neden dinimiz konusunda taviz veriyor ve Allah’ın bizimle onlar arasında nasıl hükmedeceğini görmek için geri dönüyoruz?

Ebu Bekir: Ey Hattab’ın oğlu! O, Allah’ın Resulüdür ve Allah hiçbir zaman onu zayi etmez...”

Ehl-i Sünnet’in muteber kitap yazarlarından bir çoğu Ömer’den bundan daha şiddetli sözler nakletmişlerdir.

Buhari kendi sahihinin “Şurut” kitabının sonunda Ömer’in şöyle dediğini nakleder: Peygamber’e dedim ki:

-Sen Allah’ın hak olan Peygamber’i değil misin?

Peygamber (s.a.a): “Evet, O’nun Peygamberiyim.”

-Biz hak, düşmanlarımız da batıl değil mi?

Peygamber (s.a.a): “Evet.”

- Peki neden dinimiz konusunda aşağılık sergiliyoruz?

Tam bu sırada Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu:

“Ben Allah’ın Resulüyüm ve O’na isyan etmem! Allah da benim yardımcımdır.”

Ömer: Sen; “Biz çok yakında Allah’ın evine ulaşacak ve onu tavaf edeceğiz” demedin mi?

Peygamber (s.a.a): “Evet, ama bu yıl mı böyle olacağını söyledim?”

Ömer: Hayır.

Peygamber (s.a.a): “Şunu bil ki, Allah’ın evine gidecek ve onu tavaf edeceksin.”[27]

Ömer sonra şöyle diyor: Ben de Ebu Bekir’in yanına giderek: Bu adam Allah’ın hak Peygamber’i değil mi? dedim.

Ebu Bekir: Evet.

Ömer: Biz hak, düşmanımız da batıl değil mi?

Ebu Bekir: Evet

Ömer: Peki neden dinimiz konusunda aşağılık gösteriyoruz?

Ebu Bekir: Ey Ömer! O Allah’ın Resulüdür; O’nun emrinin aksine hareket etmez. Allah da O’nun yardımcısıdır. O sürekli Allah’a itaat eder. Yeminler olsun ki O hak üzeredir.

Ömer: O (Peygamber) bize: “Allah’ın evine varacağız ve onu tavaf edeceğiz” demedi mi?

Ebu Bekir: Evet, ama sana bu yıl tavaf edeceğimizi mi söyledi?

Ömer: Hayır!

Ebu Bekir: öyleyse gidip tavaf edeceksin.

Ömer ekliyor: Ben barış antlaşmasını önlemek için bir takım işler yaptım.[28]

Ravi şöyle diyor: “Peygamber (s.a.a) barış fermanını yazmayı bitirince ashabına dönerek şöyle buyurdu: “Kalkın develerinizi nehredin ve daha sonra saçlarınızı kesin.” Allah’a yemin olsun ki hiç kimse yerinden kalkmadı. Bu sözünü üç kez tekrarladı. Hiç kimsenin yerinden kalkmadığını görünce yerinden kalkara kendi çadırına girdi. Daha sonra dışarı çıktı. Hiç kimseyle konuşmadan kendi elleriyle kendi devesini kurban etti ve daha sonra berberini çağırarak kendi başını tıraş ettirdi.

Ashap Peygamber (s.a.a)’in böyle yaptığını görünce develerini kurban ettiler ve daha sonra birbirlerinin başını tıraş ettiler. Neredeyse birbirlerini öldüreceklerdi.”

Ahmed b. Hanbel kendi Müsned’inde Misver b. Mahrime’den ve Mervan b. Hakem den, Halebi de Sire-i Halebi’de (Hudeybiye gazvesi bölümünde), diğer tarihçiler de kendi kitaplarında şöyle naklederler: “Ömer Peygamber (s.a.a)’in sözlerini reddediyordu! Ebu Ubeyde Cerrah dedi ki: Ey Hattab’ın oğlu! Peygamber’in ne dediğini duymuyor musun? Peygamber şöyle buyuruyor: “Ne’uzu billahi min’eş-şeytan’ir-racim!”[29]

Halebi şöyle diyor: Peygamber (s.a.a) o gün şöyle buyurdu: “Ey Ömer! Ben hoşnudum ama sen rahatsızsın!”

Yine Halebi ve diğerleri Ömer’in sonraları şöyle dediğini naklederler: “Ben o gün Peygamber’e söylediğim sözlerin korkusunda dolayı sürekli oruç tutuyor, sadaka veriyor, namaz kılıyor ve köle azat ediyorum!...”

 

BARIŞ ANTLAŞMASININ ONAYLANMASI

 

Peygamber (s.a.a) o gün, muhaliflerin itirazlarına itina göstermeden ağır şartlarına rağmen onu kabul etmekle görevli olduğu barış antlaşmasını imzalamaya kararlıydı. Bu yüzden barış antlaşmasını yazması için Hz. Ali (a.s)’ı çağırdı.

Peygamber (s.a.a), Hz. Ali’ye şöyle buyurdu: “Yaz; Bismillahirrahmanirrahim.”

Süheyl b. Amr: “Biz böyle bir şeyi resmi tanımıyoruz! Onun yerine ‘Bismikellahümme’ yazmalı” dedi.

Müslümanlar Süheyl’in bu sözüne alınarak: “Allah’a yeminler olsun ki, sadece Allah’ın ve Resulünün dediği yazılmalıdır” dediler.

Ama Resul-i Ekrem (s.a.a) tartışmayı keserek Hz. Ali (a.s)’a şöyle buyurdu: “Yaz; Bismikeallahümme” Hz. Ali de Peygamber (s.a.a)’in emrini yerine getirdi. Daha sonra Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Yaz; bu antlaşma Allah’ın Resulü Muhammed ve Süheyl b. Amr arasında yazılmıştır.”

Süheyl b. Amr şöyle dedi: “Eğer senin Peygamber olduğuna inansaydık, seninle savaşmazdık! Bu yüzden şöyle yazılmalı: “Bu antlaşma Muhammed b. Abdullah ve Süheyl b. Amr arasında yazılmıştır.”

Bu esnada her taraftan Müslümanların itiraz sesleri yükseldi. Hiçbir surette Peygamber (s.a.a)’in böyle bir şeyi yazmasını kabule hazır değillerdi. Hatta büyük kargaşa çıkmak üzereydi.

Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Beni tekzip etmenize rağmen yine de ben Allah’ın Resulüyüm ve Muhammed b. Abdullah’ım. Ya Ali! Yaz; Bu antlaşma Muhammed b. Abdullah ve Süheyl b. Amr arasında yazılmıştır.”

Hz. Ali (a.s) da büyük bir üzüntü ile yazdı. Daha sonra Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ey Ebu’l-Hasan (Ali)! Sen de buna benzer bir olayla karşılaşacaksın.” Veya şöyle buyurdu: “Sen de böyle bir şeyle karşılaşacak, mecburen onu kabul edecek ve ondan dolayı da öldürüleceksin.”[30]

Barış antlaşmasının mevzusu ise şöyleydi: “Peygamber (s.a.a) ve ashabı Hudeybiye’den geri dönecek ve gelecek yıl önce Kureyş Mekke’den dışarı çıkacak, sonra Peygamber (s.a.a) ve ashabı şehre girecektir. Üç gün boyunca Mekke’de kalacak ve yolculuk silahından başka silah taşımayacaklardır. On yıl[31] boyunca Peygamber (s.a.a)’le Kureyş arasında savaş olmayacaktır. Bu zaman zarfı içerisinde halkın can güvenliği olmalı ve birbirlerini serbest bırakabilmelidirler. Arap kabilelerinden kim Peygamber’le anlaşırsa anlaşabilir. Aynı şekilde kim Kureyş’e katılmak isterse katılabilmelidir. Taraflar birbirine karşı düşmancılık, hırsızlık ve hıyanet yapmalıdırlar.[32]

Kureyş’ten kim velisinin izni olmadan Muhammed’in dinine girerse, Kureyş’e geri çevrilecektir. Kim Muhammed’in dininden dönerek Kureyş’e sığınırsa, Kureyş onu Muhammed’e teslim edilmeyecektir.”

Müslümanlar şöyle dediler: “Sübhanellah! Biz Kureyş’ten kaçmış bir Müslüman’ı nasıl müşriklere geri çevirebiliriz?!”

Bu şartın kabul edilmesi Müslümanlara çok ağır geliyordu. Bu yüzden şöyle dediler: Ya Resulellah! Bu şartı kendi zararına yazıyorsun. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Evet, bizden kim mürtet olarak onlara sığınırsa, Allah onu uzaklaştırmıştır. Onlardan kim Müslüman olur bize katılırsa, geri vereceğiz ve Allah’tan onlara bir kurtuluş ve çıkış yolu açmasını dileyeceğiz.

Peygamber (s.a.a), Süheyl b. Amr ile ağır şartları taşıyan bu antlaşmayı yazdıkları esnada, adı “As” olan Süheyl b. Amr’ın oğlu Ebu Cendel, elleri ve ayakları zincirli olduğu bir halde Müslümanlara sığındı. O daha önce Mekke’de Müslüman olmuştu. Ama babası Medine’ye hicret etmesine engel olmuş ve onu zincire vurmuştu.

Ebu Cendel, Peygamber (s.a.a) ve ashabının Hudeybiye’de konakladığını duyunca, evdeki zindandan firar ederek patika yoldan kendisini ashaba ulaştırdı. Müslümanlar onun gelmesiyle sevince boğulmuş ve onu ağırlamışlardı.

Ama babası Suheyl b. Amr onu zincirlerinden tutarak şiddetle tokatladı. Bu esnada şöyle dedi: “Ey Muhammed! Bu bana vereceğin ilk şahıstır?”

Peygamber (s.a.a) cevaben: “Antlaşmanın yazılması henüz tamamlanmadı.”

Süheyl b. Amr: “O zaman ben de antlaşmanın hiçbir şartını kabul etmiyorum.”

Peygamber (s.a.a): “Oğlunu himayem altında olmasına müsaade et.”

Süheyl: “Onu himayen altında olmasına müsaade etmem.”

Peygamber (s.a.a): “Gel de bu işi yap.”

Suheyl: “Hayır, bu işi yapmayacağım.”

Bu sırada Kureyş’in büyüklerinden olan Mukriz b. Hafs ve Huveyteb b. Abdüluzza şöyle dediler: “Ey Muhammed! Biz senin hatırına onu kendi himayemiz altına alıyoruz. Daha sonra Ebu Cendel’i alıp bir çadıra götürerek babasının ona herhangi bir zarar vermesini engellediler.

O zaman Suheyl b. Amr şöyle dedi: “Ey Muhammed! Macera son buldu. Oğlum sana ulaşmadan, barış şartlarına oranla yapılan muahede sona erdi. Peygamber (s.a.a) de: “Evet, doğrudur” buyurdu.

Bu sırada Peygamber (s.a.a) Ebu Cendel’e şöyle buyurdu: “Sabret ve kendine hakim ol. Sen gelmeden önce barış antlaşması yapılmıştı. Biz de hilekar değiliz! Babanın seni geri döndürmeme hususunda her ne kadar ısrar ettikse de fayda vermedi. Ama Allah’tan senin ve senin gibi sıkıntıda olan tüm Müslümanlar için bir kurtuluş yolu diliyorum.”

Bu esnada Ömer b. Hattab Ebu Cendel’in yanına yaklaştı, babasını öldürmesi için yanına bir kılıç bırakarak onu bu işe tahrik etti. Dehlani ve diğer sire yazarlarının naklettiğine göre Ömer şöyle dedi: “Ben, Ebu Cendel’in, eline kılıç alarak babasını öldürmesini bekliyordum.”

O esnada şöyle diyordu: “Bu adam babasını öldürmek istiyor! Allah’a yemin olsun ki, eğer biz de babalarımızı görseydik onları öldürürdük!!”

Ama Ebu Cendel büyük bir kargaşanın çıkmasından korkarak Ömer’in istediği işi yapmadı.[33] Peygamber (s.a.a)’in tavsiyesine uyarak sabretmeyi uygun görerek: “Neden sen onu öldürmüyorsun?” dedi.[34]

Ömer cevaben: Peygamber onu ve Kureyş’ten olan diğer kimseleri öldürmemizi yasaklamıştır.”[35]

Ebu Cendel: “Sen Peygamber (s.a.a)’e itaat etmede benden daha evla değilsin.”[36]

Ebu Cendel, babası, Mukriz ve Huveyteb ile beraber Mekke’ye geri döndü. Daha sonra bu iki şahıs onu kendi himayeleri altına alarak babası veya diğer kimselerin ona herhangi bir zarar vermemeleri ve kendi ahitlerine vefa etmeleri için bir mahallede ona yer verdiler.

Daha sonraları Allah Teala, onun (Ebu Cendel) ve diğer kimsesiz Müslümanların kurtuluşu için bir yol açtı. Çok yakında bu konuya deyineceğiz. Hamd Allah’a ki, Peygamber’e yardım etti ve vaadini gerçekleştirdi.

 

HUDEYBİYE BARIŞININ SONUÇLARI

 

Bu antlaşmanın sonuçları hakkında şunu bilmemiz yeterlidir ki, Hudeybiye antlaşması Müslüman ve müşriklerin birbirine karışmalarına sebep oldu. Bu barıştan sonra müşrikler Medine’ye geliyor, Müslümanlar da Mekke’ye gidiyorlardı. Müşrikler Medine’ye gelince, Peygamber (s.a.a)’in güzel ahlak ve metodu onları etkiliyordu. Peygamber (s.a.a)’in halka önderlik yapması, şahsiyeti, güzel sözü, ameli, onlara davranış şekli vb. konular onların gözünde çok büyük görünüyordu.

İslam öğretileri, hükümler, (helal, haram, ticari ilişkiler) ve diğer yüce ve hikmetli sistemler Kureyş’i şaşkınlığa uğratıyordu. Kur’ân-ı Kerim de ayetleri ve açık sözleri ile onları cezp ediyordu. Öyle ki onların kulak, göz ve gönüllerini kendisine çekiyordu. Ashabın Peygamber (s.a.a)’e olan itaati onları hayranlık içerisinde bırakmıştı.

Hudeybiye antlaşmasından önce tam bir körlük ve azgınlık içerisinde olan bu cahil insanlar artık imanın bir kaç adım ötesinde yer almışlardı. Peygamber (s.a.a) ve ashabının bu halini gören herkes, Peygamber (s.a.a) için bir tebliğci oluyordu. Mekke’ye dönünce de kendi yakınlarına Mekke’nin en yakın bir zamanda Hz. Peygamber (s.a.a) ve ashabı tarafından fethedileceği haberini veriyorlardı.

Mekke’ye giden Müslümanlar da kendi akrabalarıyla yalnız kalınca İslam dininin yüce öğretilerini, toplumsal boyutlarını, nübüvvet makamının kutsallığını, geçmiş ümmetlerin hallerini, İslam’ın getirdiği düzen, ahlak, edep ve sistemleri anlatmaktan geri kalmıyorlardı.

Bu yüzden bunlar Mekke’nin kalbinde Peygamber (s.a.a)’in tebliğcileri idiler. Aynı zamanda halkı Peygamber (s.a.a)’in zıddına gitmekten alı koyuyorlardı. Kureyş’in bu meseleden haberdar olması, Mekke’nin fethedilmesini daha da kolaylaştırdı. Hiçbir savaş ve çatışma olmadan Peygamber (s.a.a) Mekke’ye girmiş oldu. el-hamdu lillah.

Bu antlaşmanın bazı yararları da müşriklerin Peygamber (s.a.a)’le beraber toplanmaları, Peygamber (s.a.a)’in önderlik metodu ve güzel ahlakından tam olarak haberdar olmalarıyla ele geldi. Zira Kureyş, özellikle de gençler daha önce Peygamber (s.a.a)’in önderlik metodu ve güzel ahlakı hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı. Zira Ebu Cehil, Velid b. Muğayre, Ebu Süfyan, Şeybe, Utbe ve putperestlerin diğer reisleri Peygamber (s.a.a)’in aleyhinde propaganda yapmışlardı. Onlar tüm kudret, imkan ve güçleriyle Peygamber (s.a.a)’in karşısına dikilmiş ve Allah’ın nurunu söndürmek istemişlerdi. Ama Allah onların tüm planlarını yerle bir ederek kendi nurunu ikmal etti.

Mekke’de olduğu zaman O’nu ve ashabını öldürmek istediler. Daha sonra O’na sığınak verenleri ortadan kaldırmak için Medine’ye yöneldiler. Ama Allah O’nu Bedir, Uhud ve Ahzâb savaşlarında muzaffer etti.

“Böylece zulmeden toplumun kökü kesildi. Hamd alemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.”[37]

Bu savaşlardan sonra Mekke halkının Peygamber (s.a.a)’e karşı olan kötü görüşleri değişti. Zira hicretten sonra O’nu bir daha görmediler. Bu kötülemelerden başka hiçbir haber alma kaynağı da yoktu. Ama Hudeybiye’de Peygamber (s.a.a) ve ashabıyla karşılaşınca O’nu yüce sıfatlar sahibi olarak buldular.

Onlar ne zaman Peygamber (s.a.a)’e karşı kabalık etseler veya kötü davransaydılar, sürekli güzel ahlak ve davranışlarla karşılaşıyorlardı. Katılık ve nefret gösterseler, Peygamber (s.a.a)’den yumuşaklık ve sevgi görüyorlardı. Bu, Resul-i Ekrem (s.a.a)’in onlara karşı olan tavrıydı. Bu konuda aşağıdaki ayete amel ediyordu: “Sen, kötülüğü en güzel bir tutumla sav.”[38]

Peygamber (s.a.a) o gün zorla Mekke’ye girmeye ve Kabe’yi ziyaret etmeye kadirdi. Bunun delili ise şu ayettir: “Eğer kafirler sizinle savaşsalardı, arkalarına dönüp kaçarlardı. Sonra bir dost ve yardımcı da bulamazlardı.”[39]

Yine şöyle buyuruyor: “O, sizi onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra, Mekke’nin içinde onların ellerini sizden, sizin ellerinizi de onlardan çekendir.”[40]

Müşrikler, savaş çıkacağı durumunda Peygamber (s.a.a)’in onlara galip geleceğini ve ashabın onlarla savaşması için Peygamber (s.a.a)’e ısrar ettiğini çok iyi biliyorlardı. Ama Peygamber (s.a.a) barış antlaşması ve onun getireceği iyi sonuçları göz önünde bulundurarak, dökülebilecek kanların önlenmesi, harem ve onun ihtiramının korunması hatırına onların bu isteğini ciddi bir şekilde reddetti.

Kureyş çok güzel bir şekilde Peygamber (s.a.a)’in kendilerine karşı olan şefkatinin ölçüsünü ve Peygamber (s.a.a)’in akrabalık hukukunu gözeteceğini anlamıştı. Peygamber (s.a.a) işte bu yüzden çok ağır şartlara sahip olmasına rağmen bu barışı imzaladı. Ashabının çok şiddetli itirazlarına ve Kureyş’in Mekke ve Kabe’ye girmesini önlemekteki katılığına rağmen bütün bunları görmezlikten gelerek Medine’ye geri döndü.

Bu durum Kureyş’in gözünde, Peygamber (s.a.a)’in Bedir, Uhud ve Ahzâb savaşlarında olan hadiselerin kefaretiydi. Zira o gün Kureyş, Peygamber (s.a.a)’in savaştan çekinerek söz konusu hadiselerden sorumlu olmadığını, bilakis asıl sorumlu Ebu Süfyan, Ebu Cehil ve Kureyş’in diğer ileri gelenleri olduğunu çok iyi anlamış oldu. Onlar, Peygamber (s.a.a)’in firar ederek onlara bıraktığı şehirde O’nunla savaştılar. Onlar Peygamber (s.a.a)’i, kendisini ve ashabını korumaya ve onları savunmaya mecbur ettiler.

Eğer Kureyş Peygamber (s.a.a)’e ve O’na sığınak verenlere saldırmasaydı, Peygamber (s.a.a) de onlarla savaşmaz, kendi dinine davette hikmet ve güzel nasihatlerle yetinirdi.

Peygamber (s.a.a) Hudeybiye’de müşriklerin kalplerindeki ateşi söndürdü. Onların kinlerini ortadan kaldırdı. Onların büyüklerine ve ihtiyarlarına ihtiram gösterdi. Öyle ki onlar, Peygamber (s.a.a)’e karşı ne kadar hürmetsizlik ve saygısızlık yaptıklarını kendileri bile anlamış oldular. İşte bu yolla kaskatı kesilen kalpler yumuşadı. Böylece eğer O’nun sancağı altına girecek olurlarsa, güzel bir sonuca erişeceklerine, apaçık bir zafere ulaşacaklarına ve halkın grup grup Allah’ın dinine gireceklerine inandılar.

 

PEYGAMBER (S.A.A)’İN MEDİNE’YE

GERİ DÖNÜŞÜ

 

Peygamber (s.a.a) on dokuz gün Hudeybiye’de kaldı. Daha sonra Medine’ye döndü. Kura’ul-Ğamim’e ulaştığında Fetih suresi nazil oldu. Ömer aynı şekilde müşriklerin Mekke’ye girmelerine izin vermemeleri ve Mekke’nin fethinin gerçekleşmemesinden dolayı hayıflanıp durmaktaydı.

Peygamber (s.a.a) Fetih Suresi indikten sonra Ömer’in üzüntüsünü gidermek ve göğsündeki derdi gidermek istedi. Buhari’nin naklettiğine[41] göre şöyle buyurdu: “Bana, güneşin üzerine doğduğu her şeyden daha değerli olan bir sure nazil oldu.” Daha sonra onu okumaya başladı: “Biz sana doğrusu apaçık bir fetih ihsan ettik.”[42]

Ashaptan birisi şöyle dedi: Bu fetih değil ki;[43] Mescid’ül-Haram’a girmemize engel oldular, develerimizi gerektiği yerde kurban edemedik ve bize sığınan iki mü’min onlara geri çevrildi.

Peygamber (s.a.a) onun bu sözüne karşı şöyle buyurdu: “Kötü bir söz söyledin! Bu en büyük zaferdi. Müşrikler onların sınırlarını terk ettiğiniz için sevindiler. Onlar sizden barış istediler. Onlara güvence vermenize meyillendiler. Sizden beğendikleri şeyler gördüler. Allah sizi onlara karşı galip kıldı. Allah sizi oradan salim olarak geri çevirdi. Bunun kendisi büyük bir zaferdir. Uhud Savaşında dağa tırmandığınızı ve kimseye aldırış etmediğinizi unuttunuz mu? Size arkanızdan seslenmeme rağmen beni dinlemediğinizi unuttunuz mu? Acaba Ahzâb savaşındaki vaziyetinizi unuttunuz mu? “Onlar hem yukarınızdan hem aşağı tarafınızdan (vadinin üstünden ve alt tarafından) üzerinize yürüdüler; gözler kaydı, yürekler gırtlağa geldi ve siz Allah hakkında türlü türlü şeyler düşündünüz.”[44]

Müslümanlar şöyle dediler: Allah ve Resulü doğru söylüyor. Ey Allah’ın Resulü! Yeminler olsun ki biz senin düşündüğün şeyleri düşünemedik. Sen Allah’ı ve emirlerini bizden daha iyi bilirsin.”[45]

Ama Ömer şöyle dedi: “Ya Resulellah! Sen bize tam bir güvenle Mekke’ye gireceğimizi söylemedin mi?!”

Peygamber (s.a.a) cevaben şöyle buyurdu: “Evet söyledim ama size bu yıl gireceğinizi mi söyledim?”

Ömer: “Hayır!...”[46]

Said b. Mensur sahih senetlerle Şa’bi’den “Biz sana doğrusu apaçık bir fetih ihsan ettik” ayetinin tefsirinde şöyle dediğini rivayet eder:

“İslam’da Hudeybiye zaferinden daha üstün bir fetih yoktu. Zira barış yapılıp savaş ihtimali ortadan kalkınca halk birbirine güvence veriyordu. Bir birileriyle görüşüyor ve mülakat edip ilmi tartışmalar yapıyorlardı. Bu müddet zarfında bir Müslüman, akıllı bir müşrikle İslam hakkında konuştuğunda hemen o müşrik Müslüman oluyordu. Öyle ki o iki yıl zarfında (barış süresi içerisinde) Müslüman olanların sayısı, barıştan önce Müslüman olanların sayısına eşit hatta daha fazlaydı.”

Daha sonra şöyle ekledi: “Şunu söylememiz yeter: Peygamber (s.a.a) 1400 kişiyle Hudeybiye’ye gitti ama iki yıl sonra on bir kişiyle Mekke’nin fethi için Medine’den ayrıldı.”

Sonra şöyle dedi: “Hudeybiye barışından anlaşıldı ki bu barış, halkın bölük bölük Allah’ın dinine gireceği büyük bir fethin ön hazırlığı idi. Bu yüzden Hudeybiye barışı fethin ön hazırlığı olduğundan fetih olarak isimlendirildi. Zira zuhurun ön hazırlığı huzurdur.”

 


PEYGAMBER (S.A.A)’İN

MÜSTAZ’AFLARIN KURTULUŞU

HAKKINDAKİ VAADİ

 

Suheyl b. Amr’ın oğlu Ebu Cendel’in olayını daha önce anlatmış ve demiştik ki; hapsedildiği yerden firar etmiş, eli ve ayakları zincirli olduğu halde patika yollardan Hudeybiye’ye gelerek Peygamber (s.a.a)’e ulaşmış ve O’na sığınmıştı. O gün Peygamber (s.a.a) ona yardım edecek durumda olmadığından ona sabretmesini emretmişti. Örmeğin şöyle buyurmuştu: “Allah çok yakında sana ve Mekke’de bulunan müstaz’af Müslümanlara bir kurtuluş yolu açacaktır.”

Mekke’deki müstaz’af Müslümanlar arasında Ebu Besir adında dilaver birisi vardı. O da zindandan firar ederek[47] Peygamber (s.a.a)’in Hudeybiye’den ayrılmasından sonra O’na katıldı.

Kureyş onu geri istediklerini belirten bir mektup yazarak onu Beni Amir kabilesinden olan Huneys adlı bir şahısla Peygamber (s.a.a)’e gönderdiler. Huneys’le birlikte bir kılavuz da vardı.

Bu iki şahıs şu içirikteki mektubu Peygamber (s.a.a)’e teslim ettiler: “Bildiğiniz gibi biz, evlatlarımızdan herhangi birisi sana geldiği zaman onu bize geri çevirmenizi şart koşmuştuk. Buna göre Ebu Besir’i bize geri vermelisin.”

Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ey Ebu Besir! Bildiğin gibi bizimle Kureyş arasında böyle bir şart vardır. Onları kandırmamız da doğru değildir. Allah sana ve senin gibi sıkıntılı olanlara bir kurtuluş yolu açacaktır. Öyleyse uyanık ve doğru yolda olarak git.”

Ebu Besir şöyle arz etti: “Ya Resulellah! Onlar beni dinim konusunda sıkıştırıyorlar.” Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Git ki Allah sana ve senin gibi sıkıntıda olanlara çok yakında bir kurtuluş yolu açacaktır.”

Ebu Besir de Peygamber (s.a.a)’le vedalaşarak o iki adamla beraber yola koyuldu. Zü’l-Huleyfe’ye ulaştıkları zaman Ebu Besir ve iki yol arkadaşı bir duvarın kenarına oturdular. Ebu Besir onların birisine dönerek şöyle dedi: Amiri kadeş! Kılıcın keskin mi?

Adam: “Evet” dedi.

Ebu Besir: “Bakayım!”

Adı geçen putperest de kılıcı ona verdi. Ebu Besir kılıcı kılıfından çıkarıp yukarı kaldırarak bir darbede onu öldürdü. Daha sonra ikinci adama saldırdı. Ama o kaçarak Peygamber (s.a.a)’in yanına geldi.

Ebu Besir de onun peşi sıra geldi. Peygamber (s.a.a) söz konusu adamı görünce şöyle buyurdu: “Bu adam korkunç bir şey görmüştür.” Daha sonra şöyle buyurdu: “Vay olsun sana! Mevzu nedir?”

Kılavuzculuk yapan adam şöyle dedi: “Sizin dostunuz yol arkadaşımı öldürdü, şimdi de beni öldürmek istiyor; bana sığınak ver.”

Peygamber (s.a.a) de ona güven ve aman verdi. Çok geçmeden Ebu Besir keskin ve yalın kılıçla çıka gelerek şöyle dedi: “Ya Resulellah! Anam-babam sana feda olsun! Sen kendi sözünü tuttun ve Beni Kureyş elçilerine teslim ettin. Ben de dinim konusunda bana baskı yapmalarına mani oldum.” Peygamber (s.a.a) de cevaben: “Şimdi serbestsin, istediğin yere gidebilirsin” buyurdular.

Ebu Besir: “Ya Resulellah! Bu, ölen adamın eşyasıdır. Onun azığı ve kılıcıdır. Onu tahmis et (humusunu çık)!” dedi.

Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Onu tahmis etsem, Kureyş sözümü tutmadığımı zanneder. Ama sen onları ne yapacağını bilirsin.”

Bu esnada Ebu Besir Kureyş kervanının geçtiği bir bölgeye gitti. Mekke’de baskı altında olan bir grup Müslümanlar, Ebu Besir’in olayını ve Peygamber (s.a.a)’in: “Ebu Besir yardımcı bulursa savaşır” dediğini duyunca, Ebu Cendel yetmiş atlı Müslüman’la birlikte, gizlice şehirden çıkarak Ebu Besir’e katıldılar. Barış zamanında Peygamber (s.a.a)’e katılamadıklarından Gaffar, Cuheyne, Eslem ve diğer Arap kabilelerinden pek çok insanlar Ebu Besir’le Mekke’den kaçanlara katıldılar; öyle ki sayıları üç yüzü buldu. Orada Mekke kervanlarının önünü kesiyor, Mekke’ye girmelerini veya oradan çıkmalarını engelliyorlardı.

İş öyle bir yere vardı ki, Kureyş’in kendisi, Peygamber (s.a.a)’e bir mektup yazarak aralarındaki akrabalıktan dolayı Kureyş’ten Müslüman olanları O’na sığınmaları durumunda kabul etmesini rica etmek zorunda kaldılar. Bu görevi de Ebu Süfyan’a verdiler. Ebu Süfyan da şöyle yazdı: “Biz barış şartlarından olan bu şartı kaldırıyoruz. Bundan sonra kim sana sığınırsa, itiraz olmaksızın onu kabul et!”

Peygamber (s.a.a) de Ebu Cendel ve Ebu Besir’e bir mektup yazarak Medine’ye gelmelerini, diğer Müslümanlara katılmalarını ve Kureyş kervanlarına saldırmamalarını istedi. Peygamber (s.a.a)’in mektubu Ebu Cendel ve Ebu Besir’e ulaştığında Ebu Besir ölüm halindeydi. Peygamber (s.a.a)’in mektubu elinde olduğu halde can verdi. Ebu Cendel de onu orada defnetti ve kabrinin yan tarafında da bir mescit inşa etti.

Daha sonra Ebu Cendel kendi yarenlerinden bir grupla Peygamber (s.a.a)’in huzuruna vardı. Diğerleri de kendi yakınlarına katıldılar. Kureyş kervanları da emniyete kavuşmuş oldu.

Bu sırada Ebu Cendel’in babasına teslim edilmesini içerleyen sahabe özellikle de Ömer, Peygamber (s.a.a)’e itaat etmenin kendi isteklerinden daha iyi olduğunu anlamış oldular. Yine Hudeybiye’de hikmetin barışı gerektirdiğini ve Peygamber (s.a.a)’in kendi hevesi ile söz söylemediğini de anladılar. Bu yüzden yaptıkları itirazlar ve muhalefetlerden dolayı şiddetle pişman olup kendi yanlışlıklarına itiraf ettiler.

Diğer taraftan Kureyş de, Peygamber (s.a.a)’in barışı kabul etmesinin kan dökülmesine mani olduğunu ve çok iyi sonuçlar meydana getirdiğini anlamış oldu. Peygamber (s.a.a)’in ne kadar doğru sözlü ve onlara karşı ne kadar şefkatli olduğunu gözleriyle gördüler.

 

(18)

MÜNAFIK ABDULLAH B. ÜBEY’E

CENAZE NAMAZI KILMASINA İTİRAZ

 

Bu konuda da Ömer şiddetle Peygamber (s.a.a)’e itiraz etti! Bu konuyu tüm sihah ve müsned yazarları nakletmişlerdir.

Örneğin: Sahih-i Buhari’de[48] Abdullah b. Ömer’den şöyle rivayet edilir: Abdullah b. Ubey ölünce oğlu gelerek şöyle dedi: “Ya Resulellah! Gömleğini ver de babamı onunla kefenleyeyim.” Peygamber (s.a.a) de gömleğini vererek şöyle buyurdu: “Gusül ve kefen işleri bitince bana haber ver.” Bu işler tamamlanınca Peygamber (s.a.a)’e haber verdi. Peygamber (s.a.a) de cenaze namazı kılmak için geldi.

Ömer Peygamber (s.a.a)’i çekerek şöyle dedi: “Allah seni münafıklara namaz kılmaktan menetmemiş mi? Sana “Onlar için ister af dile, ister dileme; onlar için yetmiş kez af dilesen de Allah onları asla affetmeyecek”[49] diye buyurmamış mı?

Abdullah b. Ömer şöyle diyor: Peygamber (s.a.a) Abdullah Ubey’in cenaze namazını kıldıktan sonra şu ayet nazil oldu: “Onlardan ölmüş olan hiçbirine namaz kılma; onun kabri başında da durma.”[50]

Bu ayet nazil olduktan sonra Peygamber (s.a.a) onlara namaz kılmayı terk etti.

Ömer münafıklara namaz kılınmasının yasaklanmasını “Onlar için ister af dile, ister dileme...” ayetinden çıkarmıştı ama (ileri de söyleyeceğimiz gibi) Ömer’in ayetten çıkardığı sonuç yanlıştı. Güya bu ayet, Peygamber (s.a.a)’in münafıklara namaz kıldırmasından önce nazil olmuştu. Bu yüzden Ömer, Peygamber (s.a.a)’in bu münafığa namaz kılma isteğini görünce, Peygamber (s.a.a)’in Allah’ın emrinin aksine amel ettiğini sanarak kendi hışmını sindiremediğinden Peygamber (s.a.a)’i tutarak çekti. Kendi zannına göre; “Neden nehye muhalefet yapıyorsun? diye itiraz etti!!

Haşa! Haşa! İşin böyle olmasından Allah’a sığınırız. Zira üsteki ayette bu amel kesinlikle yasaklanmamıştır. Bilakis bu ayette Allah sadece onlar için af dilenilmesinin hiçbir faydası olmadığını belirtmiştir. Peygamber (s.a.a)’in münafıklar için af dilemesi çok olsa da, O’nun af dilemesi veya dilememesi, onların bağışlanmamasında eşittir.

İslam alimlerinin geneli tek bir görüşle münafıklara namaz kılmanın yasaklanmasının delilinin sadece “Onlardan ölmüş olanların hiçbirine asla namaz kılma; onun kabri başında da durma...”[51] ayeti olduğunu belirtmişlerdir. Bu ayet de tüm alimlerin icmasına göre bu olaydan sonra nazil olmuştur. Buna ilave olarak sözü geçen hadis -Abdullah b. Ömer’in hadisi- de açıkça bunu ifade etmektedir. Hadisin son bölümüne dikkat edecek olursanız, ayetin bu olaydan sonra nazil olduğunu açıkça görürsünüz.

Bu nedenle Peygamber (s.a.a), Ömer’in itirazına itina etmeyerek her zamanki sabır, hikmet ve adetine göre hareket etti. Ömer’in Peygamber (s.a.a)’in karşısında yaptığı küstahlık haddi aştığından, namaz kılmasına mani olduğundan ve Peygamber (s.a.a)’e karşı saygısızca konuştuğundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.a) mecburen şöyle buyurdu:

“Ey Ömer! Çekil kenara! Bana haber verildi ki; “Onlar için af dilesen de dilemesen de, onlar için yetmiş kez af dilesen de asla Allah onları affetmez.” Eğer yetmiş defadan fazla af dileyeceğim takdirde Abdullah b.Ubey’in affedileceğini bilseydim, bu işi yapardım.”

Daha sonra ona namaz kıldı, cenaze törenine katıldı ve kabri başında durdu...[52]

Yazar: Peygamber (s.a.a)’in Abdullah Ubey’e namaz kılması, görevinin gerekçesiydi ki o gün Peygamber (s.a.a) zahirin gerektirdiği gibi hareket etmeliydi. Abdullah Ubey, İslam’ı kabul etmeyen kafirlerin zümresinden de değildi. Bilakis zahirde İslam’ı kabul etmiş, şehadeteyni söylemiş ve görünüşte de İslam’a muhalefet etmemişti. O sadece münafık ve iki yüzlü birisiydi. Önceden de söylediğimiz gibi, o günlerde münafıklara namaz kılmak da henüz yasaklanmamıştı.

Bu nedenle Peygamber (s.a.a) İslam hükümlerinin zahirine ve onun kabilesinin (Hazreç) gönüllerinin hoşnutluğu için ona namaz kıldı. Peygamber (s.a.a)’in bu işi, onun adamlarından bin kişinin Müslüman olmasına yol açtı. Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)’in gömleği ve Abdullah Ubey’e namaz kılması başlı başına büyük bir fetihti. el-hamdu lillah.

Bir hadiste şöyle geçer: Peygamber (s.a.a)’e şöyle dediler: “Neden kendi gömleğini münafık Abdullah Ubey’i kefenlemeleri için bağışladın?” Peygamber (s.a.a) cevaben şöyle buyurdu: “Gömleğimin Allah tarafından ona hiçbir yararı yoktur. Ama bu vesile ile birçok kimsenin İslam’ı kabul etmesini umuyorum.” Allah da bu vesileyle Peygamber (s.a.a)’in bu arzusunu gerçekleştirdi.

Peygamber (s.a.a)’in Ubey’e gömleğini vermesi ve ona namaz kıldırması sayesinde Hazreçlilerden büyük bir çoğunluğun İslam’ı kabul etmesinden sonra Ömer Peygamber (s.a.a)’e yaptığı şiddetli itirazından dolayı pişman oldu. Ömer, daha sonraları şöyle diyordu: Ben İslam’da öyle bir aşırılık yaptım ki bir eşi daha yoktur.[53] Bu da Peygamber (s.a.a)’in Ubey’e namaz kılmak istediği zamandı. Ben onun elbisesini çekerek: “Yemin olsun ki Allah sana böyle bir emir vermemiştir. Allah sana şöyle demiştir: “Onlar için ister af dile ister dileme; onlar için yetmiş kez af dilesen de Allah onları asla affetmeyecektir” dedim.

Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Allah beni af dilemem veya dilememem konusunda serbest bırakmıştır. Buyurmuştur ki: “Onlar için ister af dile ister dileme...” Ben de (bir takım maslahatlardan dolayı) af diledim.”[54]

 

(19)

PEYGAMBER (S.A.A)’İN MÜMİN BİRİSİNE CENAZE NAMAZI KILMASINA İTİRAZ

 

İbn-i Hacer-i Askalani “el-İsabe” adlı kitabının 4. cildinde Ebu Atiyye’nin biyografisinde şöyle yazıyor: Beğevi ve Ebu Ahmed Hakim, İsmail b. Ayyaş ve Taberani de başka bir yolla ve her ikisi de Buheyr b. Sa’d’dan, o da Halid b. Sa’dan’dan, o da Ebu Atiyye’den şöyle rivayet ederler: Peygamber (s.a.a)’in asrında birisi öldü. Ashaptan birisi (yani Ömer) şöyle dedi: “Ya Resulellah! Ona namaz kılma!”

Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Onun iyi iş yaptığını gören var mı?”

Ashaptan biri: “Falan filan gecelerde bizimle beraber nöbet tuttu” diye cevap verdi.

Peygamber (s.a.a) ona cenaze namazı kıldı, cenaze törenine de katıldı. Daha sonra ölen şahısı överek şöyle buyurdu: “Arkadaşların cehennemlik olduğunu zannediyorlar ama ben şehadet ediyorum ki sen cennetliksin.”

Daha sonra Ömer’e dönerek şöyle buyurdu: “Sen halkın amellerinden sormuyorsun sadece onların arkasında gıybet etmek istiyorsun...”

Yine İbn-i Hacer aynı mevzuu Ebu Munzir’in biyografisinde nakleder ki Peygamber (s.a.a) onun kabri başında üç kez ona aferin dedi. Taberani Abdullah b. Nafi'den, Hişam b. Sa’d’dan nakleder ki birisi Peygamber (s.a.a)’in yanına gelerek dedi ki: “Ya Resulellah! Filan şahıs öldü, teşrif edin de ona namaz kılın.”

Ömer: “O adam temiz biri değildi, ona namaz kılma!” dedi.

Peygamber (s.a.a)’in yanına gelen şahıs: “Ya Resulellah! Sizin sabahladığınız ve bir grubun da nöbet tuttuğu filan gece bu adam da onların arasında idi” dedi.

Peygamber (s.a.a) yerinden kalktı, ben de onun arkasına takıldım. Peygamber (s.a.a) onu kabrinin bulunduğu yere giderek onun kenarında oturdu. Onu toprağa verdikten sonra üç defa ona “aferin” dedi. Daha sonra şöyle ekledi: “Halk onu kötülükle anıyor ama ben onu iyilikle anıyorum.”

Ömer: “Ama o bu sözlerin ehli değildi” dedi.

Peygamber (s.a.a): “Ey Ömer! Bu sözlerden vazgeç! Kim Allah yolunda cihat ederse cennet ona farz olur.”

İbn-i Hacer şöyle diyor: Ebu Musa bu hadisin devamında diyor ki: Bu hadisin metni Ebu Atiyye’nin hadisinde geçti. Ebu Munzir’in hadisini Ebu Davut “el-Merasil” adlı kitapta Ahmed b. Meni’den, o da Hammad b. Halid’den aynen Abdullah b. Nafi’nin rivayeti gibi nakleder. Ebu Ahmed onu “el-Künye’de” zikretmemiştir. Ama Ebu Atiyye’nin hadisi nakledildi. Ebu Musa, onun biyografisinde zikrettiği gibi Hakim Ebu Ahmed de onu rivayet ederek şöyle der: Buradan anladığımız kadarıyla o sahabedenmiş. Elbette her iki hadisin kaynağı farklıdır. Ama her iki metinin akışı birbirine yakındır. (İbn-i Hacer'in “el-İsabe”de Ebu Munzir’in biyografisinde söylediği sözlerin sonu.)

 


(20)

HZ. PEYGAMBER (S.A.A)’İN “ALLAH’A TAPANLAR CENNETLİKTİR” SÖZÜNE İTİRAZ

 

Resulullah (s.a.a), canı gönülden Allah’a tapan herkese cennetlik oldukları müjdesini verdi. Zira o günün muhiti, putperestlerin, Allah’a tapanların sonlarının ne olacağını bilmeleri ve iman ehlinin de kendi işlerinde teşvik olmaları için böyle bir müjdenin halka verilmesini gerektiriyordu.

(İşte bundan dolayı) Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Ebu Hureyre’ye şöyle buyurdu: “Git, Allah’ın birliğini kabul eden, O’na gönülden iman eden herkese cenneti müjdele”[55]  Herkesten önce Ömer Ebu Hureyre ile karşılaştı ve ondan durumun ne olduğunu sordu.

Ebu Hureyre: “Peygamber bana böyle bir görev verdi” dedi.

Ebu Hureyre şöyle diyor: Ömer göğsüme öyle bir yumruk indirdi ki, yere serildim. Daha sonra şöyle dedi: “Ey Ebu Hureyre! Geri dön.” Ben de Peygamber (s.a.a)’in yanına dönerek ağladım. Daha sonra Ömer de ardımdan Peygamber (s.a.a)’in huzuruna geldi. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ebu Hureyre neden ağlıyorsun?”

Ben: “Buyurduğun sözü Ömer’e söyledim. Ama o bana öyle bir yumruk vurdu ki yere yığılıp kaldım.”

Peygamber (s.a.a): “Ömer neden böyle yaptın?”

Ömer: “Ya Resulellah! Sen mi Ebu Hureyre’ye böyle bir emir verdin?”

Peygamber (s.a.a): “Evet!”

Ömer: “Hayır! Bu işi yapma! Çünkü ben halkın buna dayanarak işten el çekmelerinden korkuyorum.”

Peygamber (s.a.a) buyurdu: “Bırak el çeksinler!”[56]

Burada Nevevi Ömer’den taraf bir özür getirmiştir. Kadı İyaz ve diğerleri de onu nakletmişlerdir. Özeti şudur ki: Ömer bu konuda Peygamber (s.a.a)’e itiraz etmedi. Ebu Hureyre’ye söylediği emri de reddetmedi. Ama müminlerin, müjde ile gevşeyip amel etmeyi terk etmelerinden korktu. Bu yüzden konuyu gizlemenin müminlerin yararına ve haberin iblağ edilmemesinin daha yerinde olduğunu gördü. İşte bu durum, Ömer’in Ebu Hureyre’yi vurmasına ve onu geri çevirmesine sebep oldu! Yine aynı sebepten dolayı Peygamber (s.a.a)’e: “Bu işi yapma!” dedi ve O’nu, müminlere cenneti müjdelemekten sakındırdı!!!

Yazar: Sayın okurlar çok iyi bilmektedirler ki, bunların getirdiği mazeretler bizim söylediğimiz “nass karşısında içtihattır.” Şu manaya ki, Ömer kendi görüşünü, Peygamber (s.a.a)’in emrine itaat etmekten öne geçirdi!

Buna ilave olarak Ömer sadece kendi görüşünü Peygamber (s.a.a)’in emrine itaat etmekten öne geçirmekle kalmıyor, Peygamber (s.a.a)’in görevlendirdiği Ebu Hureyre’yi öylesine acımasızca ihanetle vuruyor ki adamcağız mak'atı  üzere yere düşüyor!

Bununla da yetinmeyerek Peygamber (s.a.a)’i de verdiği emri iptal etmeye zorlamaya yelteniyor. Zira tam bir küstahlıkla “Bu işi yapma” diyor.

Ama Peygamber (s.a.a) kendine mahsus sabrıyla ona karşı cevap veriyor. Nitekim Allah Teala buyuruyor ki: “O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. O halde onları affet; bağışlanmaları için dua et; iş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da artık Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever.”[57]

Ömer’in itirazı Peygamber (s.a.a)’in yanında hiçbir etkisi yoktu. Çünkü Peygamber (s.a.a) o müjdeyi şahsen ve Allah’a dayanarak ümmete açıkladı. Ömer’in kendisi, Osman, Muaz b. Cebel, Übade b. Samit, Ütban b. Malik ve diğerleri de bu müjdeyi Peygamber (s.a.a)’den duymuş ve bütün İslam mezhepleri arasında dini zaruretlerden birisi olarak sayılmıştır.

Bu konuda akıl sahiplerini hayrete düşüren şey ise, Ehl-i Sünnet’in Allame Nevevi ve Kadı İyaz gibi büyük alimlerinin, hakkın Ömer’le yana olmasını söylemeleridir! İddia etmişler ki, Ömer görüşünü açıklayınca Peygamber (s.a.a) onu tasdik etti!! Ama biz tüm muhal ve batıl amellerden Allah’a sığınırız!![58]

Şimdi Nevevi’nin sözünü okurlarımız için aktarıyoruz: “Bu hadiste -Ebu Hureyre hadisi- bir delil vardır ki, önderler ve büyükler bir görüşe sahip oldukları ve onlara tabi olanlardan birisinin de onların görüşüne ters bir görüşü olduğu zaman, önderin bu görüşü incelemesi için tabi olan şahıs görüşünü öndere arz eder. Eğer önder tabi olan şahısın görüşünün doğru olduğunu anlarsa, kendi görüşünü bırakıp onun görüşüne uyması gerekir. Aksi takdirde tabi olan şahısın aklına gelen soruya cevap vermelidir...”[59]

Yazar: Bu söz, önderin hak bir Peygamber olmadığı bir zamanda doğrudur. Ama önder peygamberse, ona tabi olan herkesin onu dinlemesi, ne derse itaat etmesi ve ona inanması gerekir. Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:

“Peygamber size ne verdiyse onu alın; size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azabı çetindir...”[60]

 

(21)

TEMETTÜ HACCININ YASAKLANMASI!

 

Allah tarafından bu işe görevlendirilen Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bizzat bu farizayı yaptı. Allah’ın açık nassı şöyledir:

“Kim hac günlerine kadar umre ile faydalanmak isterse kolayına gelen bir kurban kesmek gerekir. Kurban kesmeyen kimse hac günlerinde üç, memleketine döndüğü zaman yedi olmak üzere oruç tutar ki hepsi tam on gündür. Bu söylenenler, ailesi Mescid’ül-Haram civarında oturmayanlar içindir. Allah’tan korkun. Biliniz ki Allah’ın vereceği ceza ağırdır”[61]

 

TEMETTÜ HACCININ YAPILIŞ ŞEKLİ

Temettü Haccından niteliği şu şekildedir: Şahıs üç aylardan birisinde (şevval, zilkade, zilhicce) mikatta[62] umre niyetiyle ihrama girer. Daha sonra Mekke’ye giderek Kabe’yi tavaf eder. Daha sonra Safa ile Merve arasında sa’y yapar. Sonra taksir yaparak ihramdan çıkar. Yani ihrama giydiğinde kendisine haram olan şeyler artık helal olur. Aynı yıl Mekke’de hac için diğer bir ihrama da girer. Mescid’ul-Haram’da ihrama girmesi daha faziletlidir. Sonra Arafat’a gider, oradan Meş’ar’ul-Harama hareket eder, sonra da hac amellerini fıkıh kitaplarında açıklandığı şekliyle yerine getirir. Hac Günlerine kadar Umreyle faydalanmak veya başka bir değimle Temettü Haccı işte budur.

İbn-i Abdülbirr el-Kurtubi şöyle diyor: “Ehl-i Sünnet alimleri arasında Allah’ın bu ayetteki “Kim hac günlerine kadar umre ile faydalanmak isterse kolayına gelen bir kurban kesmek gerekir...” kastının hacdan önce[63] hac aylarında umrenin yapılabilmesi olduğu konusunda hiçbir ihtilaf yoktur.” Daha sonra şöyle devam ediyor: “Bu temettü haccı -en sahih rivayetlere göre- Mekke’den her yönden 48 mil uzak olan kimseler için farzdır.” [64]

Bu hacca “Temettü Haccı” demelerinin sebebi şudur: Bu hacda mut’a vardır. Mut’a ise lezzet anlamındadır. Zira bu iki ihram (umre ihramı ile hac ihramı) arasındaki zamanda, ihram ile haram olan şeyler câiz ve helal olmaktadır. Bu ameli yapan şahıs bu müddet içerisinde, umre ihramı ile hac ihramında haram olmuş olan şeylerden faydalanıp lezzet alabilir.

İşte bu, Ömer ve bazı yandaşlarının rahatsız olduğu şeydi. Öyle ki onlar şöyle diyorlardı: “Bu müddet içerisinde biz yürüyelim de aletlerimiz (avret yeri) ıslak mı olsun?!”[65]

Mecma’ul-Beyan’da şöyle nakledilir. Birisi şöyle dedi: “Hac niyeti ile çıkalım da başlarımız (cenabet guslü suyu ile) ıslak mı olsun?”

Peygamber (s.a.a) ona şöyle buyurdu: “Sen hiçbir zaman bu hükümlere iman etmeyeceksin.”[66]

Ebu Musa Eş’ari’den nakledildiğine göre o temettü hacının meşru olduğuna fetva veriyormuş. Bir adam ona dedi ki: “Bazı fetvalarının önünü al, onları söyleme. Zira Emir’ul-Müminin Ömer’in hükümlerde ne değişiklikler yaptığını bilmiyor musun?” Daha sonra Ebu Musa Ömer’le mülakat edip bu konu hakkında sorunca Ömer şöyle dedi: “Bildiğin gibi Peygamber ve yarenleri Temettü Haccını yaparlardı. Ama ben Kabe’yi ziyaret eden hacıların, umreyi yaptıktan sonra Erak ağacı altına giderek karıları ile ilişkiye girmelerinden, daha sonra da başlarından gusül suyu akar halde hac amellerini yerine getirmelerinden hoşlanmıyorum.”[67]

Bir başka rivayete göre de Ebu Musa şöyle diyor: Ömer dedi ki: “Temettü Haccı Peygamber (s.a.a)’in sünnetidir. Ama ben hacıların ağaç altında karılarıyla ilişkiye girmelerinden, daha sonra da hacca gitmelerinden korkuyorum.”[68]

Ebu Nazre şöyle diyor: Abdullah b. Abbas mutayı emretti. Abdullah b. Zübeyr ise mutayı yasakladı. Ben bu olayı Cabir b. Abdullah Ensari’ye aktardım. Cabir şöyle dedi: Olayı ben biliyorum. Biz Peygamber (s.a.a) zamanında mutadan faydalanıyorduk. Ama Ömer hilafete geçince dedi ki: “Allah istediği şeyi Peygamberine helal kıldı, Kur’ân da kendi yerinde nazil oldu. Hac ve umreyi Allah’ın emrettiği şekilde yapın.[69] Fakat kadınlarınızla cinsel ilişkide bulunmayın. Bundan sonra geçici evlilik yaptığı için benim yanıma getirilen her erkeği recm ettireceğim!”[70]

Bir gün Ömer minberde hutbe okuyordu. Hutbe esnasında pervasızca ve tam bir küstahlıkla açıkça şöyle dedi: “Peygamber zamanında iki lezzet (Mut’a) vardı. Ben bu ikisini yasaklıyorum. Kim bu ikisini yaparsa cezalandıracağım. Birisi hac mutası (temettü haccı) diğeri ise kadın mutasıdır(geçici evlilik).”[71]

Bir başka rivayette de Ömer şöyle demiştir: “Ey insanlar! Peygamber (s.a.a) zamanında üç şey meşru ve uygulanıyordu. Ama ben onları yasaklıyor ve haram biliyorum. Onları yapanları da cezalandıracağım. Onlar şunlardır: Temettü haccı, geçici evlilik ve ezanda “hayya ale hayr’il-amel” söylemek!![72]

 

TEMETTÜ HACCI HAKKINDA

BİR AÇIKLAMA

 

Peygamber (s.a.a)’in hanedanının tüm bireyleri ve onlara uyaraktan onların tüm dostları Ömer’in bu işini reddetmişlerdir. Ashaptan bir çoğu Ömer’in bu işini onaylamamışlardır. Onların bu konudaki rivayetleri tevatür haddine ulaşmıştır.

Şunu bilmemiz yeterlidir ki, Müslim kendi sahihinde[73] Şefik’ten şöyle naklediyor: Osman mutayı (temettü haccı ve geçici evlilik) yasaklıyor, Hz. Ali ise yararlanmalarını emrediyordu. Osman bu konuda Hz. Ali’ye bir şeyler söyledi. Ama Hz. Ali Osman’a şöyle buyurdu: “Bildiğin gibi Resulullah’ın zamanında bu iş aramızda gayet normaldi.” Osman ise şöyle dedi: “Evet, ama korkuyorduk!”

O kitapta Said b. Müseyyib’ten[74] şöyle rivayet edilir: Ali ve Osman Osfan’da[75] bir araya geldiler. Osman mut’a ve temettü umresinden menetti. Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Neden Peygamber (s.a.a)’in emrettiği bir işi men ediyorsun?”

Osman şöyle dedi: “Benimle işin olmasın!”

Hz. Ali: “Nasıl seninle işim olmayabilir?!...” diye buyurdu.

Aynı şekilde sözü geçen kitapta Ganim b. Kays’tan şöyle rivayet edilir: Sa’d b. Ebi Vakkas’tan Temettü Haccı hakkında soru sordum. Bana şöyle dedi. Biz bunu yapıyorduk ve bu arşa kafirdi.”[76]

Yine Sahih-i Müslim’de Ebu Ala’dan, o da Mutrif’ten şöyle dediği nakledilir: İmran b. Hasin bana şöyle dedi: Bugün sana öyle bir hadis nakledeceğim ki, bundan sonra Allah Teala onun vesilesiyle sana yarar verecektir: “Bil ki Peygamber (s.a.a), ailesinden bir gruba temettü haccı yapmalarını emretti. Daha sonraları da temettü haccını men eden bir ayet nazil olmadı. Peygamber (s.a.a) de hayatta olduğu müddetçe bu haccı yasaklamadı...”

Yine Sahih-i Müslim’de Hamid b. Hilal, Mutrif’ten naklen şöyle rivayet ediyor: İmran b. Hasin bana şöyle dedi: Bugün sana öyle bir hadis öğreteceğim ki şayet Allah onun sayesinde sana bir yarar ulaştırır: “Peygamber (s.a.a) hac ve umreyi bir arada yapardı. Hayatta olduğu müddetçe onu yasaklamadı. Onu haram kılan bir ayet de nazil olmadı.”

Aynı kitap Katade’den, o da Mutrif’ten şöyle naklediyor: İmran b. Hasin ölümüne neden olan hastalığı esnasında birisini göndererek beni çağırttı ve şöyle dedi: Senin için birkaç hadis söylemek istiyorum. Şayet Allah benden sonra onun yoluyla sana bir fayda ulaştırır. Eğer ben sağ kalırsam onları kimseye söyleme. Ama eğer vefat edersem kime istersen söyle: “Şunu bil ki, Peygamber (s.a.a) hac ve umreyi bir arada yaptı. Sonraları da onu ne ayet menetti ne de Peygamber (s.a.a) yasakladı. Ama bir adam bu konuda istediği şeyi söyledi!”

Yine Müslim kendi sahihinde başka bir yolla Katade’den, Mutrif b. Abdullah b. Şühayr’den, İmran b. Hasin’den şöyle rivayet eder: Ben Peygamber (s.a.a)’in hac ve umreyi birleştirdiğini biliyorum. Daha sonraları onu fesheden ne bir ayet nazil oldu, ne de Resulullah onu bize yasakladı. Ama bir adam kendi görüşüne göre bir şey söyledi.”

Yine aynı kitapta İmran b. Müslim yoluyla Ebu Reca’dan ve o da İmran b. Hasin’den şöyle rivayet edilir: Temettü Haccı ayeti Allah’ın kitabında nazil oldu. Daha sonra Peygamber (s.a.a) bizi ona amel etmeye memur kıldı. Bunlardan sonra onu yasaklayan ne bir ayet nazil oldu, ne de Peygamber (s.a.a) hayatta olduğu müddetçe bizi bu işten alıkoydu. Adamın biri bu konuda kendi görüşüne göre bir şey söyledi.”

Yazar: Bu hadis Sahih-i Müslim’de başka bir yolla da nakledilmiştir. Biz sadece naklettiğimiz hadislerle yetiniyoruz. Buhari de bu hadisleri kendi sahihinde, c.1, s. 187’de (Temettü babında) İmran b. Hasin’den nakletmiştir.

Malik b. Enes el-Muvatta[77] adlı kitabında Muhammed b. Abdullah b. Haris b. Nufel b. Abdulmuttalip’ten şöyle nakleder: Muaviye’nin hacca gittiği yıl, Sa’d b. Ebi Vakkas ve Dahhak b. Kays’ın Temettü Haccı hakkında müzakere ettiklerini duydum.

Dahhak b. Kays şöyle dedi: “Allah’ın hükmünü bilmeyen cahilden başka kimse Temettü Haccını yerine getirmez.”

Sa’d: “Kötü bir söz söyledin.”

Dahhak: “Ömer bu işi men ediyordu.”

Sa’d: “Peygamber (s.a.a) bu işi yapardı, biz de onula beraber temettü haccı yapardık.”

Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde[78] Abdullah b. Abbas’tan şöyle dediği nakledilir: Peygamber (s.a.a) temettü haccı yaptı.

Urve b. Zübeyr: “Ebu Bekir ve Ömer onu yasakladılar.”

İbn-i Abbas cevaben: “Bu çocuk neler söylüyor?”

Etrafındakiler: O diyor ki: Ebu Bekir ve Ömer’in onu yasakladılar.

İbn-i Abbas: Bunların helakete uğradıklarını görüyorum. Ben; “Peygamber (s.a.a) söylüyor” diyorum, onlar ise “Ebu Bekir ve Ömer yasakladı” diyorlar.[79]

Eyyub rivayet eder ki, Urve b. Zübeyr İbn-i Abbas’a şöyle dedi: “Allah’tan korkmuyor musun ki mut’a helaldir diyorsun?”

İbn-i Abbas ona hitaben: “Çocukcağız! Git annenden sor!” dedi.

Urve: “Ama Ebu Bekir ve Ömer onu yasakladılar” dedi.

İbn-i Abbas cevaben şöyle dedi: “Allah’a yemin olsun ki, sizin bu işinizle Allah’ın azabına yakalanacağınızı görüyorum. Ben sizlere Peygamber (s.a.a)’den hadis naklediyorum; siz ise Ebu Bekir ve Ömer’den konuşuyorsunuz!...”

Müslim kendi Sahihinde[80] rivayet eder ki, adamın birisi temettü haccı hakkında İbn-i Abbas’tan soru sordu, o da; “Helaldir” dedi.

O adam: “Urve b. Zübeyr onu haram biliyor.”

İbn-i Abbas cevaben: Urve’nin annesi hayattadır. Onun kendisi Peygamber (s.a.a)’in izin verdiğini naklediyor; gidin ondan sorun.”

Ravi şöyle diyor: Urve’nin annesinin yanına gittik. İri yapılı ve âma bir kadın olduğunu gördük. O bize: “Evet izin verdi!” dedi.

Sahih-i Tirmizi’de[81] şöyle rivayet edilir: Abdullah b. Ömer’den temettü haccını sordular. O da; “Helaldir” dedi.

Karşı taraf: “Baban onu yasakladı” dedi.

Abdullah cevaben şöyle dedi: “Bana cevap ver bakayım; eğer babam onu yasakladıysa ve Peygamber (s.a.a) de onu helal biliyorduysa, benim babama tabi olmam mı gerekir, yoksa Allah Resulüne mi?!”

Karşı taraf: “Elbette ki Peygamber (s.a.a)’e” diye cevap verdi. Abdullah şöyle dedi: “Peygamber (s.a.a)’in kendisi temettü haccını yaptı.”

Ömer’in temettü haccını yasaklamasını reddeden daha nice apaçık rivayetler mevcuttur.

Buna ilave olarak Hz. Peygamber (s.a.a) yerine getirdiği son haccında (Veda Haccı), tüm iman ehlinin bilip amel etmesi gereken bir takım sözleri vardır. Sahih-i Müslim’de[82] bu konudaki hadise bakınız. Göreceksiniz ki, Peygamber (s.a.a), O’nunla beraber hac amelini yerine getirmek için toplumun çeşitli sınıflarından oluşan yüz bini aşkın kadın-erkeğin içerisinde Temettü Haccı mevzusunu ilan etmiştir. Bu mevzuu ilan edince Suraka b. Malik yerinden kalkarak: “Ya Resulellah! Bu Temettü Haccı, sadece bu yılımız için mi geçerlidir, yoksa ebedi olarak mı?” dedi.

Peygamber (s.a.a) mübarek parmaklarını birbirinin ardı sıra açarak şöyle buyurdu: “Umre ebedi olarak haccın içine girdi, Umre daimi olarak hacca karıştı.”

Yine Müslim rivayet eder ki, Hz. Ali, Peygamber (s.a.a)’in gömleğini giymiş olduğu halde Yemen’den döndüğünde, Hz. Fatıma’nın aynen diğer kadınlar gibi ihramdan çıkarak renkli elbiseler giyinip gözüne sürme çektiğini gördü. Hz. Ali Fatıma’ya itiraz etti. Ama Fatıma (a.s): “Babam böyle yapmamı emretti” dedi.

Hz. Ali (a.s) şöyle diyor: Peygamber (s.a.a)’in yanına giderek Fatıma’da gördüklerimi ve ondan duyduklarımı anlattım. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Fatıma doğru söylüyor, doğru söylüyor...”

 

(22)

KADIN MUT’ASININ YASAKLANMASI

 

Allah (c.c) ve Peygamber (s.a.a), kadın mutasını helal kıldı. Müslümanlar da Peygamber (s.a.a)’in zamanında ona amel ederlerdi. Peygamber (s.a.a) hayatta olduğu müddetçe bu amel de meşru idi. Ebu Bekir’in hilafeti döneminde de ona amel edilirdi. Ebu Bekir ölüp yerine Ömer geçince yine geçici evlilik meşru idi.

Ama daha sonraları Ömer onu yasakladı. Minbere çıkarak şöyle dedi: “Peygamber (s.a.a) zamanında iki mut’a vardı. Ben onları yasaklıyorum. Bu ameli yapanları cezalandıracağım. Biri hac mutası (Umre ve hac arasında lezzetlerden faydalanmak), diğeri de kadın mutası (geçici evlilik)dır. [83]

Kadın mutasının câiz olduğunu belirten ayet şudur:

“Onlardan faydalanmanıza karşılık kararlaştırılmış olan mihirlerini verin.”[84]

Peygamber (s.a.a)’in açık nas ve sünnetlerini sihah yazarları ve Ehl-i Sünnet’in muteber kitaplarının yazarları kendi kaynaklarında riayet etmişlerdir. Bütün bunların arasından Müslim’in[85] Ebu Nazre’den naklettiği hadisle yetiniyoruz. O şöyle dedi: İbn-i Abbas mutayı helal, İbn-i Zübeyr ise haram bilirdi. Mevzuu Cabir b. Abdullah-i Ensari’ye açtılar. Cabir cevaben şöyle dedi: Hadis benim elimdedir. Biz Peygamber (s.a.a)’le beraber Temettü Haccı yaptık. Ömer hilafete ulaşınca şöyle dedi: “Allah istediği şeyi Peygamberine helal kıldı.[86] Siz de hac ve umrenizi yerine getirin. Ama bu kadınlarla ilişkiye girmekten uzak durun. Eğer belli bir müddet içerisinde karısıyla ilişkiye girmiş bir adamı yanıma getirirlerse onu recm ettireceğim!”[87]

Bahislere, tahkik ve araştırma gözüyle bakan kimseler, kadın mutasının meşruluğu hakkında “el-Fusul’ul-Mühimme”, “el-Mesail’ul-Fıkhiyyet’ul-Hilafiyye” ve “Ecvibet-u Musa Carullah” kitaplarıma ve “el-İrfan” dergisinin 10. Cüzünde yayınlanan makalede  söylediğimiz şeylere müracaat edebilirler.

Biz bu kitaplarda mut’a bahsini her açıdan sekiz başlık altında inceledik:

1) Bu evliliğin hakikati ve şer’i gerekçeleri.

2) İslam dininde onun meşruluğuna dair Müslümanların icması.

3) Onun meşruluğuna dair Kur’ân’ın delaleti.

4) Sünnet ve hadislere istinaden mutanın meşruiyeti.

5) Mutanın feshedildiğini söyleyenler, onların delilleri ve delillerinin bizim açımızdan hiçbir itibarının olmayışı.

6) Ehl-i Sünnet’in Sihah ve muteber kitapları, mutayı nesh edenin 2. halife olduğunu söylüyorlar.

7) Ömer’in bu meşru hükmü nesh etmesine itiraz eden sahabe ve tabiinler.

8) Şia alimlerinin bu konudaki görüşleri ve onun meşru olduğuna dair delilleri.

Allah’ı şahit tutuyorum ki, bu sekiz fasılda ve onun etrafında yazdığımız her şeyde sadece hak ve hakikate tabi olduk. Kur’ân ve Sünnetten olan şer’i delil ve tüm Müslümanların kabul ettiği usuller dışında başka bir şeye istinat etmedik.

Binaenaleyh, Muhammed ümmetinden araştırmacı olanların bu hususta yazdığımız şeyleri dikkatle incelemeleri ve daha sonra kadın mutasının (geçici evliliğin) İslam dininde helal mi, haram mı olduğunu görmeleri oldukça yerinde olur.

Tabiiden birisi; yani sahabeleri görenlerden birisi, Ömer’in tersine kadın mutasını helal biliyordu. O, Abdülmelik b. Abdulaziz b. Cureyh Ebu Halid Mekki (D: hicri 80, Ö: hicri 140) idi. Ebu Halid Mekki Tabii’nin mefahirinden sayılan şahsiyetlerden birisiydi. İbn-i Hallakan Tarih kitabında ve Muhammed b. Sa’d “Tabakat”[88] adlı eserinde onun şerh-i halini yazmıştır. Sihah kitaplarının yazarları da onun kavline istinat etmişlerdir.

İbn-i Kaysarani “el-Cem-u Beyn’e Rical’is-Sahihayn” adlı kitabının s. 314’cü sayfasında, onun hal tercümesini yazmıştır. Zehebi de “Mizan’ul-İtidal” adlı kitabında şöyle yazıyor: “O doğru sözlü olanlardan birisiydi. Yaklaşık doksan kadını mut’a yapmasına ve mutayı helal bilmesine rağmen tüm alimler onun doğru sözlü olduğunu teyit etmişlerdir. O kendi asrında Mekke’nin fakihi idi.

Abbasi Halifesi Memun da, Ömer’in kadın mutasını yasaklamasını reddedenlerden idi. Memun, mutanın helal olduğunu ilan etmelerini emretti. İlandan sonra Muhammed b. Mensur ve Ebu’l-İyna onun yanına geldiler. O sırada halife dişlerini yıkıyordu. Aynı zamanda sinirli bir şekilde de (alaycasına) şöyle diyordu: “Peygamber’in zamanında iki mut’a helaldi ama ben onları yasaklıyorum!!”

Daha sonra Memun şöyle dedi: “Ey cüal! Sen kim oluyorsun da Peygamber ve Ebu Bekir’in uyguladığı bir şeyi yasaklıyorsun?!”

Muhammed b. Mensur, halife ile sohbet etmek istedi. Ama Ebu’l-İyna bir şey söylememesini işaret ederek şöyle dedi: “Adamın birisi Ömer b. Hattab hakkında ne isterse söylüyor, bize ne?!”

Bu yüzden o ikisi hiçbir şey söylemediler. Ama daha sonra baş kadı Yahya b. Eksem Memun ile mülakat ederek onu, Ömer’in fetvasını reddettiğini ilan etmesinden dolayı doğabilecek fitneden sakındırdı. (Olayın devamını, İbn-i Hallakan’ın “Vefayat’ul-A’yan” adlı eserinde Yahya b. Eksem’in biyografisinde okuyabilirsiniz.)[89]

 

(23)

SABAH EZANINDA BİDAT!

 

Biz ezan ve ikame hakkındaki hadisleri bir bir araştırdık ama Resulullah’ın zamanında “es-salat-u hayr’un- min’en- nevm” cümlesinin ezan veya ikameden olduğunu görmedik. Bilakis, ilahi hükümler konusunda görüş sahibi olan kimselerin, sünnet ve hadisleri çok iyi tanıyanların da bildiği gibi bu cümle Ebu Bekir’in zamanında da yoktu. Ama Ömer b. Hattab hilafete geçtikten sonra onu müstehap ve müstahsen bildiğinden sabah ezanında söylenmesini emretti. Böylece o kanunlaştırılmış oldu. Ehl-i Beyt İmamlarının “es-salat-u hayr’un min’en- nevm” cümlesinin ezan veya ikameden olmadığı ve Ömer’in onu çıkardığını belirten) hadisleri tevatür haddine ulaşmıştır.

Şia tarikiyle değil de Ehl-i Sünnet’in büyük alimlerinden sadece Malik b. Enes’in el-Muvatta’da naklettiği sözü aktarmamız yeterlidir. Malik şöyle yazıyor: Ömer b. Hattab’ın müezzini, onu namaza çağırmak için yanına geldi. Ömer’in uyuduğunu görünce “es-salat-u hayr’un min’en- nevm” dedi. Ömer de müezzinin bu cümleyi ezana eklemesini emretti.

Zerkani el-Muvatta’ya yazdığı şerhte (c. 1, s. 25, “Ma Câe Fi-n- Nidâi li’s-Salat” babı) şöyle yazıyor: Bu konuyu Darukutni sünende Vekiy’ yoluyla kendi tasnifinde onu Umri’den, Nafi’den, Abdullah b. Ömer’den, Ömer’den nakletmiştir. Daha sonra şöyle yazıyor: Süfyan’dan, o da Muhammed b. İclan’dan, Nafi’den, Abdullah b. Ömer’den, Ömer’den, Ömer b. Hattab’ın müezzine şöyle dediğini rivayet ederler: Ezanda “Hayye ale’l- felah” cümlesine ulaştığın vakit “es-salat-u hayr’un min’en- nevm; es-salat-u hayr’un min’en- nevm” söyle.

Yazar: Bu hadisi İbn-i Ebi Şeybe, Hişam b. Urve’den nakletmiştir. Ehl-i Sünnet’in diğer büyük muhaddisleri de bu hadisi nakletmişlerdir.

Buna binaen, Muhammed b. Halid b. Abdullah Vasiti babasından, Abdurrahman b. İshak’tan, Zohri’den, Salim’den ve babasından Peygamber (s.a.a)’in halkı namaza çağırmak için ne söylemeleri hususunda Müslümanlarla istişare ettiğini belirten sözlerin hiçbir değeri yoktur. Zira bu uyduruk hadiste şöyle rivayet edilir: “Ashap Peygamber (s.a.a)’e borazan çalalım dedi. Ama Peygamber (s.a.a) beğenmedi. Zira borazan Yahudilere aitti. Sonra çan çalalım dediler. Yine Peygamber (s.a.a) çanın Hıristiyanlara ait olmasından dolayı beğenmedi. Aynı gece Medinelilerden birisi ve Ömer b. Hattab rüyada, birisinin ezan okuduğunu gördüler. Medineli (Ensar’dan olan) adam gece vakti Peygamber (s.a.a)’in yanına gelerek konuyu Ona açtı. Peygamber (s.a.a) de Bilal’a emir vererek Ensarlının rüyada gördüğü gibi ezan okumasını emretti!!!”

Daha sonra Zohri şöyle diyor: “Bilal sabah ezanına “es-salat-u hayr’un min’en- nevm” cümlesini de ekledi. Peygamber (s.a.a) de onu tespit etti...”

İbn-i Mace Süneninde ezan babında bu hadisi nakletmiştir!

Bu hadis hakkında şunu söylememiz yeterlidir: Yahya b. Muin bu hadisi rivayet eden (Muhammed b. Halid) hakkında şöyle söyler: “O kötü bir adamdır.”

Murre ise şöyle demiştir: “O, bir şey sayılmaz.”

İbn-i Udey de şöyle der: “Ahmed ve Yahya’nın ondan kabul etmedikleri en önemli hadis, babasından naklettiği rivayettir.”

Buna ilave olarak o zıt bir rivayetlere de sahiptir. Ebu Zer’a şöyle diyor: “Muhammed b. Halid, zayıf bir ravidir.”

Yahya b. Muin de şöyle demiştir: “Muhammed b. Halid b. Abdullah yalancıdır. Eğer onu görürsen boynunu tokatla.”

Yazar: Zehebi de “Mizan’ul-İtidal” adlı kitabında onun adını zikretmiş ve bizim onun hakkında alimlerden naklettiğimiz görüşleri getirmiştir.

Muhammed b. Halid’in, batıllık ve merdudiyet açısından bu hadisine benzer bir rivayet de Ebu Mahzure’den nakledilmiştir. O şöyle diyor: Dedim ki: Ya Resulellah! Ezanın söyleniş tarzını bana öğret!

Resulullah (s.a.a) elini alnıma çekerek şöyle buyurdu: “Yüksek sesle şöyle söyleyeceksin: “Allah-u Ekber, Allah-u Ekber”; “Eşhed-u en lâ ilahe illellah”, “Eşhed-u en lâ ilahe illellah”; “Eşhed-u enne Muhammed’en Resulullah, Eşhed-u enne Muhammed’en Resulullah”; “Eşhed-u en lâ ilahe illellah, Eşhed-u en lâ ilahe illellah”; “Eşhed-u enne Muhammed’en Resulullah Eşhed-u enne Muhammed’en Resulullah; “Hayye ale’s-salat, hayye ale’s-salat; “Hayye ale’l-felah, hayye ale’l-felah; eğer ezan sabah namazı içinse şöyle diyeceksin: “es-salat-u hayr’un- min’en-nevm, es-salat-u hayr’un- min’en-nevm”; “Allah-u Ekber”; “La ilahe illellah.”[90]

Ebu Davud, bu rivayeti iki yolla Ebu Mahzure’den nakletmiştir. Birisini şu yolla: Muhammed b. Abdülmelik b. Ebu Mahzure, babasından ve dedesinden. Bu Muhammed b. Abdülmelik, Zehebi’nin Mizan’ul-İtidal’de söylediğine göre, hadis alimlerinin itina göstermedikleri bir şahıstır.

Diğer yol ise şudur: Osman b. Saib’den, o da babasından. Onun babası da Zehebi’nin yazdığına göre beğenilmeyen meçhul ravilerdendir.

İlave olarak Müslim[91] bu hadisi Ebu Mahzure’nin kendisinden rivayet etmektedir.

Ama bilinmesi gerekir ki, Ebu Mahzure’nin hadisindeki “es-salat-u hayr’un min’en-nevm” cümlesi, Ehl-i Sünnet için bir delil olamaz. Çok yakında Ebu Davud ve diğerlerinin Muhammed b. Abdullah b. Zeyd’in ezan cümleleri hakkındaki rivayetinin –ki Bilal, Abdullah b. Zeyd’in imlasıyla onu okumuştur- değerini anlayacak ve “es-salat-u hayr’un min’en-nevm” cümlesinin ezanın bir parçası olmadığını öğreneceksiniz.

Bunlara ilaveten, Ebu Mahzure, hicretin sekizinci yılı Mekke’nin fethinden sonra Müslüman olan kimselerden ve Muellefet-u Gulubihim zümresindendi. Bu zümrenin imanı çok zayıftı. Ebu Mahzure , Peygamber (s.a.a)’in “Huneyn” savaşında “Hevazin” kabilesine galip gelip oradan gittikten sonra Müslüman olmuştur.

O gün Ebu Mahzure’nin nazarında, Peygamber (s.a.a) ve O’nun emirlerinden daha kerih bir şey yoktu. O Peygamber (s.a.a)’in müezzinini alay ederdi. Yüksek sesle onun taklidini yapardı!

Ama Peygamber (s.a.a)’in, zayıf imana sahip kimselere verdiği gümüş keseler ve O Hazretin İslam’ı kabul eden herkese karşı gösterdiği yüce ahlakı, birçok Arap kabilesinin Müslüman olmasına ve Ebu Mahzure ve onun gibi diğer münafıkların İslam’a yönelmelerine sebep oldu. Ebu Mahzure hayatta olduğu müddetçe Medine’ye gelmedi. Allah onun batınından daha iyi haberdardır.[92]

Buna ilave olarak; Peygamber (s.a.a)’in bu üç adam yani Ebu Mahzure, Ebu Hureyre ve Semere b. Cundep hakkında bir sözü vardır. Peygamber (s.a.a) onları sakındırdığında şöyle buyurdular: “İçinizden en son ölecek şahıs, cehennem ateşinde olacaktır.”[93]

Peygamber (s.a.a) bu hakimane metoduyla münafıkları, İslam ve Müslümanların işlerinde herhangi bir yolsuzluk çıkarmaktan alıkoyuyordu. Zira onların batınından haberdar olan Peygamber (s.a.a) kendi ümmetini onlara karşı uyanık olmaya çağırıyordu. Bu yolla ümmet onlara güven duymayacak, adil müminlere bırakılması gereken işler onlara verilmeyecekti.

Bu yüzden, onlardan en son ölenin cehennemlik olacağını açıkladı. Ama bu durumun her üçüne de tatbik edilebilmesi için bu sözünü üstü kapalı bıraktı. Daha sonra da bu belirginsizliği giderecek bir beyanda bulunmadı.

Geceler ve gündüzler geçti ve sonunda Peygamber (s.a.a) vefat etti ama söylediği söz aynen üstü kapalı kaldı ve hiçbir beyanda bulunmadı. Sonuç şu oldu ki, İslam ümmetinden akıl sahipleri bu üç şahısa kuşku ile baktılar, adil bir şahısın yapması gereken hiçbir medeni kanunlarda onlara söz hakkı vermediler. Zira ilm-i icmali, aklın kaidesi hükmüyle, sınırlı şüphelerde bunu gerektiriyordu.

Eğer Peygamber (s.a.a) açısından bu üç kişi, İslam’da çıkaracakları kargaşalık ve yolsuzlukta eşit olmasalardı, tüm dünya hekimlerinin efendisi olan Peygamber (s.a.a)’in hiçbir açıklama yapmaması olanaksızdı.

Şöyle söylenebilir: “Belki de Peygamber (s.a.a) bu konu hakkında (cehennemlik olan şahısı belirlemede bir) açıklamada bulunmuş ama bizim elimize ulaşmamıştır.”

Cevaben şöyle deriz: Eğer böyle bir karine olsaydı, sonraları bu üç şahıs, Peygamber (s.a.a)’in buyurmuş olduğu sözünden dolayı korkuya kapılmazlardı. Nitekim bunları tanıyan bir kimse için konu oldukça açıktır.

Üstelik, bu zor işte, Peygamber (s.a.a) sözünü söyledikten ve izahatta bulunduktan sonra herhangi bir beyanın olmaması veya onun saklı kalması bizim için sonuç bakımından birdir. Zira ilm-i icmali’nin, -tenciz-i teklif makamında- şüphe-i mahsurede icap ettiği şeyi yapmaktan sakınmak (her iki durumda) câiz değildir.

Soru: Peygamber (s.a.a)’in sözünde olan şey şudur: Cehennemle tehdit edilen şahıs, birinci ve ikinci şahıs ölmeden önce belirginsizdir. Ama bu iki şahıs ölünce cehennemlik olan belli olmaktadır. Yani geriye kalan üçüncü şahıs cehennemliktir. Bu durumda artık icmal ve belirginsizlik yoktur.

Cevap: Evvelen; kendisine ihtiyaç duyulduğu beyanı terk etmek Peygamber (s.a.a) için nasıl muhal ise, beyanı ihtiyaç anından sonraya ertelemek de muhaldir. Burada ihtiyaç zamanı, inzar ve korkutmanın sadır olduğu andır. Elbette bu, her üç şahısın, tehdidi kendi üzerlerine alma ihtimalinin olduğu bir durumdadır. Zira bunlar şer’i açıdan, Müslüman oldukları andan itibaren, cemaat imamı olmak, şahitliklerinin kabulü, fetva vermek, takva ve adalet gerektiren diğer medeni hukuklarda diğer Müslümanlar gibidirler.

Bu varsayıma göre eğer hedef bu üçünü İslami hükümler sınırından uzaklaştırmak olmasaydı, Peygamber (s.a.a) zamanın geçmesine dayanarak beyan ve açıklamasını ertelemezdi.

Peygamber (s.a.a)’in, sebepsiz olarak bir şahısı, biran bile olsa kendi hakkından uzak tutması imkansızdır. Yine Peygamber (s.a.a)’in, suçsuz yere bir kimseyi rezil etmesi ve daha sonra da ölene kadar onu bu rezillikte baki bırakması ve bizim de bu beraatın sebebinden  habersiz kalmamız imkansızdır.

İkinci olarak; biz bu konu hakkında yeterince araştırma yaptık ama bu üç şahıstan hangisinin en geç öldüğünü anlayamadık. Zira bunların ölüm tarihi hakkındaki kaviller çelişkilidir. Bu yüzden hiçbirisine güvenilemez. Bazıların da öylesine üstü kapalı ve belirginsizdir ki insan ona dayanamaz.

Çelişki şu yüzdendir: Bazıları şöyle yazmışlardır: Semuret b. Cundeb hicri 58’de öldü. Ebu Hureyre’nin ölümünü de 59 yazmışlardır. Diğer taraftan Ebu Hureyre’nin hicri 57’de öldüğünü de söylemişlerdir. Onların ölüm tarihleri hakkındaki diğer görüşler de bu çeşittir.

Mücmel ve müteşabihin (belirgin olmayışının) sebebi de, saat, gün ve ay belirlemeksizin onların ölümünün hicri 57. yılında vuku bulduğunu yazmalarından dolayıdır.

Üçüncü olarak; iman ehline karşı çok şefkatli ve onları haddinden fazla seven Peygamber (s.a.a)’in güzel ahlakı, muhterem saydığı bir şahıs hakkında böyle bir söz söylemesine müsaade edemezdi. Çok yüce bir ahlak üzere olan bir Peygamberin, hakketmeksizin bir şahsı cehennemle tehdit etmesi olanaksızdır. Eğer onlardan herhangi birisinin değeri olsaydı, onu böylesine acılı bir hayatla baş başa bırakmazdı. Ama kesindir ki semavi vahiy, İslam ümmetinin korunması için Peygamber (s.a.a)’i, onlara bu şekilde hitap etmeye zorlamıştır.[94]  Zira “Peygamber (s.a.a), arzusuna göre konuşmaz. O, vahyedilenden başkası değildir.”[95]

 

Gerekli Hatırlatma

Kim, Ehl-i Sünnet kardeşlerimizin ezan ve ikamenin başlangıcı hakkındaki görüşlerinden haberdar olursa, onların ezan ve ikamede azaltma ve çoğaltma olduğunu söylemelerinden şaşkınlığa uğramayacaktır. Zira onlar -Allah bizi ve onları hidayet etsin- ezan ve ikameyi Allah’ın vahyettiğine ve Peygamber (s.a.a)’in de onu, aynen diğer ilahi sistem ve düzenler gibi ilahi vahye dayanarak hayata geçirdiğine inanmamaktadırlar. Onlar şöyle söylüyorlar: Ezan ve ikame ashaptan birisinin rüyası sonucu meydana gelen bir hadisedir! Ehl-i Sünnet alimleri bu konuda bazı hadisler nakletmiş ve hepsinin sahih ve tevatür haddine ulaştığını iddia etmişlerdir.

O hadislerin en sahihlerinden birisi şudur: “Ebu Ümeyr b. Enes Ensar’dan olan amca oğullarından birisinden şöyle rivayet eder: Peygamber (s.a.a) halkı namaz için nasıl bir araya toplayabileceğini düşünüp duruyordu. Birisi: “Bir bayrak veya sancak as, kim onu görürse etrafındakilere namaz vaktinin girdiğini haber versin” dedi. Ama Peygamber (s.a.a) bu öneriyi beğenmedi.

Etraftakiler arz ettiler ki: “Çan nasıl?” Peygamber (s.a.a): “O Hıristiyanlara aittir” buyurdu.

Peygamber (s.a.a) ilk etapta çanı beğenmedi ama sonraları çan yapmalarını emretti. Onar ağaçtan bir çan yaptılar.

Bu esnada Peygamber (s.a.a)’in rahatsız olduğunu anlayan Abdullah b. Zeyd, ezan ve ikameyi rüyada duydu. Ertesi gün Peygamber (s.a.a)’in yanına gelerek şöyle dedi: “Ya Resulellah! Ben uyku ile uyanıklık arasında iken birisi gelerek bana ezanı öğretti.”

Ravi şöyle diyor: Ömer b. Hattab da önceden bu rüyayı görmüştü. Ama onu yirmi gün gizledi. Sonra o da gördüğü rüyayı Peygamber (s.a.a)’e bildirdi.

Peygamber (s.a.a): “Neden bana bildirmedin?” diye buyurdu

Ömer cevaben dedi ki: Abdullah b. Zeyd benden önce davrandı. Ben de söylemeye utandım. Peygamber (s.a.a) de Bilal’a şöyle buyurdu: “Ey Bilal! Kalk ve Abdullah b. Zeyd sana ne emrederse onu yap!” Bilal da ezanı okudu...”[96]

Muhammed b. Abdullah b. Zeyd Ensari babasından şöyle dediğini nakleder: “Peygamber (s.a.a) halkı namaza çığırmak için bir çan yapmalarını emrettiği zaman ben rüyada elinde çan olan bir adam gördüm. Bu çanı satıyor musun? diye sordum. Cevaben: “Ne için istiyorsun?” dedi. Ben de dedim ki: “Onunla halkı namaza çağırmak istiyorum.”

Dedi ki: “Sana bundan daha iyi bir şey öğretmemi ister misin?” Ben de “Evet, o nedir?” dedim.

Dedi ki şöyle de: “Allah-u Ekber, Allah-u Ekber, Allah-u Ekber, Allah-u Ekber; eşhedü en la ilahe illallah, eşhedü en la ilahe illallah; eşhedü enne Muhammed’en Resulullah, eşhedü enne Muhammed’en Resulullah; hayye ale's- salah, hayye ale's- salah; hayye ale’l-felah, hayye ale’l-felah; Allah-u Ekber, Allah-u Ekber; lâ ilâhe illellah.”[97]

Daha sonra bir an benden uzaklaştı ve sonra şöyle dedi: Namaz için kalktığında (ikame niyetiyle) şöyle söylersin: “Allah-u Ekber, Allah-u Ekber; eşhedü en la ilahe illallah, eşhedü en la ilahe illallah; eşhedü enne Muhammed’en Resulullah, eşhedü enne Muhammed’en Resulullah; hayye ale's salah; hayye ale’l-felah; qad qamet’is-salah; qad qamet’is-salah; Allah-u Ekber; lâ ilâhe illellah.”

Sabah olunca Peygamber (s.a.a)’in huzuruna vararak rüyamı ona anlattım. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Sadık rüyadır! Kalk, yüksek sesle onu Bilal’a öğret.” Ben de cümle cümle okuyarak onu Bilal’a öğrettim. O da öğrenerek öylece ezan okudu.”

Ömer ezanı evinde oturduğu halde duyunca, aceleyle Peygamber (s.a.a)’in yanına gelerek şöyle dedi: “Seni Peygamber olarak gönderen Allah’ a yemin olsun ki, ben de bu rüyayı görmüştüm...”[98]

Malik b. Enes bu hadisi el-Muvatta’sının ezan bahsinde özet olarak Yahya b. Said’in şöyle dediğini rivayet eder: “Peygamber (s.a.a) halkı namaza çağırmak için iki ağaç parçasını birbirine vurmalarını emretti.[99] Abdullah b. Zeyd-i Ensari, iki ağacı rüyada görünce şöyle dedi: Aynı Peygamber (s.a.a)’in halkı namaza çağırmak istediği iki ağaç gibidir. Ona ezan okuyor musunuz? denildi. Daha sonra ona ezanı öğrettiler. Uykudan uyanınca Peygamber (s.a.a)’in huzuruna gelerek rüyasını anlattı. Peygamber (s.a.a) de ezan okumalarını emretti...”[100]

İbn-i Abdülbirr Kurtubi şöyle diyor: “Abdullah b. Zeyd’in ezanın başlangıcı ile ilgili olan kıssasını bir grup sahabe değişik lafız ama birbirine yakın anlamlarla nakletmişlerdir. Senetleri de mütevatirdir. Bu hadis çok güzel hadislerdendir!” [101]

Yazar: Bu hadisler birkaç açıdan sakıncalıdır:

Birincisi: Peygamber (s.a.a) ilahi hükümler hakkında halkla istişare yapmazdı. Bu hususlarda vahiye tabi idi. (Delil:) “O, arzusuna göre konuşmaz. O (bildikleri) vahyedilenden başkası değildir. Çünkü onu güçlü kuvvetli biri (Cebrail) öğretti.”[102]

Kaide itibarı ile bütün peygamberler böyle idi. Onlardan hiçbirisi ilahi kanunlar hususunda kendi ümmetleri ile müzakere etmezlerdi. (Delil:) “Bilakis lütuf ve ihsana mahzar olmuş kullardır. Ondan (emir almadan) önce konuşmazlar. Onlar sadece O’nun emri ile hareket ederler.”[103]

Allah’ın, peygamberlerinin sonuncusuna buyurduğu şu ayet bile yeterlidir:

“De ki: Ben ancak Rabbimden vahyolunana uyarım. Bu Rabbinizden gelen basiretlerdir. İnanan bir kavim için hidayet ve rahmettir.”[104]

“De ki: Onu kendiliğinden değiştirmem, benim için olacak şey değildir. Ben bana vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü Rabbime isyan edersem elbette büyük günün azabından korkarım.”[105]

“De ki: Ben peygamberlerin ilki değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem. Ben sadece bana vahyedilene uyarım. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.”[106]

Bunlara ilaveten, alemlerin Rabbi, Hz. Peygamber (s.a.a)’i işlerde acele etmekten hatta bu acelecilik dil yoluyla beli olsa sakındırmıştır:

“(Resulüm!) onu (vahyi) çarçabuk almak için dilini kıpırdatma. Şüphesiz onu, toplamak ve onu okutmak bize aittir. O halde, biz onu okuduğumuz zaman, sen onun okunuşunu takip et. Sonra şüphen olmasın ki, onu açıklamak da bize aittir.”[107]

Yine şöyle buyurmuştur: “Hiç şüphesiz o (Kur’ân), çok şerefli bir elçinin sözüdür...”[108]

İkincisi: Bu hadislerdeki istişare, aklın hükmü ile ilahi hükümlerin kanunlaştırılmasında hiçbir değere sahip değildir. Zira akıl, Peygamber (s.a.a)’in böyle bir iş yapmış olmasını olanaksız bilmektedir. Acaba bu hadislerdeki halkın görüşü, Allah’a nispet verilen karşılıklı konuşma değil midir?

“Eğer (peygamber) bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, elbette biz onu kıskıvrak yakalardık. Sonra onun can damarını koparırdık (onu yaşatmazdık); hiçbiriniz buna mani de olamazdınız.”[109]

Evet, Peygamber (s.a.a), aşağıdaki ayete amel etmek için, düşmanla karşılaşma, savaş taktikleri gibi dünyevi işlerde ashabıyla istişare ederdi: “İş hakkında onlara danış.”[110]

Elbette Peygamber (s.a.a)’in bu gibi durumlarda da ilahi vahiyden yararlanmak suretiyle onlarla istişare etmeye hiçbir ihtiyacı yoktu. Buna rağmen onlarla istişare ederdi. Ama kanun koyma makamında, ilahi vahye uymaktan başka çare yoktu.

Üçüncüsü: Bu hadisler Peygamber (s.a.a)’in şaşkınlık içerisinde kaldığını göstermektedir. Allah ile doğrudan ilişkide olan Peygamber (s.a.a)’in bu durumda kalması nasıl mümkündür? Bu şaşkınlık öylesine fazla imiş ki, bunu gidermek için halkla istişare etmeye mecbur kalmış!! Önce çandan hoşlanmıyor, daha sonra çan yapmalarını emrediyor! Daha sonra onu da bir kenara bırakarak Abdullah b. Zeyd’in rüyasına tabi oluyor!!! Daha da önemlisi, çanı daha kullanma zamanı gelmeden bir kenara bırakıyor!!!

Bu, Allah ve Peygamberine nispet verilmesi muhal olan beda’nın ta kendisidir. Hz. Muhammed (s.a.a), peygamberlerin efendisi ve sonuncusuydu, melek ona iniyordu, ona vahiy geliyordu ve ona Kur’ân nazil oluyordu. Özellikle normal avam tabakasından birisinin rüyası, İslam ümmetinin icmasıyla şer’i açıdan hiçbir itibara sahip değildir.

Dördüncüsü: Bu hadislerdeki çelişkiler, hepsinin itibarını kaybetmesine sebep olmaktadır. Ebu Ümeyr b. Enes ve Muhammed b. Zeyd-i Ensari’nin hadislerine ve Ömer’in rüyası ile olan çelişkilerine dikkatle baktığımızda aralarındaki çelişki oranının ne kadar fazla olduğunu görmemiz yeterlidir.

Buna ilave olarak, değindiğimiz iki hadis şöyle diyor: Bu rüyayı sadece Abdullah b. Zeyd ve Ömer b. Hattab gördü. Ama rüya hadisini Taberani “Evsat” adlı eserinde naklederken şöyle diyor: “Bu rüyayı Ebu Bekir de gördü!” Hatta Ehl-i Sünnet’in bir takım hadisleri vardır ki, açıkça şöyle diyor: “Ashaptan on dört kişi böyle bir rüya gördü.” Bu hadis Cübeyli’nin “Şerh’üt-Tenbih”inde mevcuttur.

Nitekim, Ensar’dan on yedi kişi ve Muhacirlerden ise sadece Ömer b. Hattab’ın o gece o rüyayı gördükleri rivayet edilir! Bir rivayette Bilal’ın da ezanı rüyasında duyduğu nakledilmiştir. Buna benzer daha nice çelişkili rivayetler ki, burada hepsini nakletmemiz mümkün değildir. Bu çelişkili rivayetlerin bir bölümünü Halebi kendi sire kitabında nakletmiştir; ki gerçekten çok tuhaftır. O bu hadisleri cem etmek (çelişkiden kurtarmak) istemiş ama bu uğraşısını hiç etmiştir.[111]

Beşincisi: Buhari ve Müslim bu rüya olayını saçma bilmişlerdir. İşte bundan dolayı onları kendi sahih kitaplarında, ne Abdullah b. Zeyd’den, ne Ümeyr’den ve ne de diğerlerinden nakletmemişlerdir. Bu da rüya olayının onların yanında sabit olmadığını gösterir.

Evet, Onlar ezanın başlangıcı babında Abdullah ve Ümeyr’den şöyle dediğini naklederler: Müslümanlar Medine’ye girdikleri zaman namaz kılmak için birbirlerine haber verirlerdi. Hiç kimse namaz vaktini ilan etmezdi. Bir gün bu konu hakkında aralarında bir konuşma geçti. İçlerinden birisi şöyle dedi: Yahudilerin borazanı daha iyidir. Ama Ömer şöyle dedi: “Neden namazı ilan edecek birisini göndermiyorsunuz?” Peygamber (s.a.a) de şöyle buyurdu: “Ey Bilal! Kalk, namaz vaktini ilan et.” Bilal da ezan söyledi. Bu, Sahih-i Buhari ve Müslim’in ezanın başlangıcı ve meşruluğu hakkındaki sözleridir. Her ikisi de diğer şahıslardan bahsetmemişlerdi. Bu konu başlı başına o rüyalar hadisleriyle karşı karşıya gelmek için yeterlidir. Zira bu hadis, ilk ezanın Ömer’in önerisiyle gerçekleştiğini vurguluyor, onun uykusuyla değil. İkame de Ömer’den önce davranan Abdullah b. Zeyd’in rüyasıyla ortaya çıkmıştır. İşte bu rüya sebebiyle Abdullah b. Zeyd Ehl-i Sünnet arasında oldukça meşhurdur. Bundan dolayı herkes; “Ezanı o rüyada gördü ve ezan sahibi odur” der.

Yine Buhari ve Müslim’in hadisi açıkça şunu söylemektedir: Peygamber (s.a.a) istişare toplantısında Bilal’ın ezan okumasını emretti. Bu emir verilirken Ömer de huzurdaydı. Ama o rüya hadisleri açıkça şunu belirtmekteydi ki; Peygamber (s.a.a) Bilal’a ezan okumasını emrettiği zaman, ezanın söyleniş şeklini Abdullah b. Zeyd rüyada görmüş ve Peygamber (s.a.a)’e nakletmişti. Elbette bu olay istişare gecesinden en az bir gece sonraydı. Ömer Peygamber (s.a.a)’in huzurunda değildi. Zira Ömer, ezanı evinde duymuş ve daha sonra acele ile Peygamber (s.a.a)’in huzuruna gelerek aynı rüyayı gördüğünü söylemişti!

İnsafla söyleyiniz; acaba o hadislerle bu hadislerin arasını cem etmek mümkün müdür?!

Buna ilaveten, Hakim-i Nişaburi de ezan ve ikamenin rüya hadislerinden bahsetmemiş ve Müstedrek’inde onlardan hiçbirisini nakletmemiştir. Nitekim Buhari ve Müslim de üstü kapalı geçmişler, onlardan bir hadis bile nakletmemişler. Bütün bular şunu göstermektedir ki, Buhari ve Müslim açısından ezan, ezan ve ikamenin rüya hadisleri, sıhhat ve itibar derecesinden tamamıyla sakıttır. Zira Hakim-i Nişaburi, Müslim ve Buhari’nin kendi sahihlerinde getirmediği tüm sahih hadisleri, o ikisinin sahih ölçüleri doğrultusunda “Müstedrek’üs-Sahihayn” adlı eserinde toplamak istemiş ve bunu Müstedrek’te[112] kamilen riayet etmiştir.

Buna binaen Hakim’in, rüya hadislerinden hiçbirini Müstedrek’te getirmemesiyle, onun da bu hadisleri, Buhari ve Müslim’in Sahihayn’daki şartlarıyla sahih bilmediğini anlıyoruz.

Bu konuda Hakim’in rüya hadislerinin batıl olduğuna yakin ettiğini belirten sözleri de vardır. O şöyle diyor: “Buhari ve Müslim’in Abdullah b. Zeyd’in hadislerini terk etmelerinin sebebi, onun bu vakıadan önce ölmüş olmasıdır!!”

Bu konunun şahidi ise, Ehl-i Sünnet nazarında ezanın başlangıcı, Uhud Savaşı vakıasından sonradır.

Ebu Naim İsfahani “Hilyet’ul-Evliya” adlı kitabında, Ömer b. Abdülaziz’in biyografisinde sahih senetle[113] Abdullah b. Ümeyr’den şöyle dediğini rivayet eder: Abdullah b. Zeyd’in kızı, Ömer b. Abdülaziz’in yanına giderek şöyle dedi: “Ben, Bedir savaşında huzur bulan ve orada öldürülen Abdullah b. Zeyd’in kızıyım.”

Ömer b. Abdülaziz: “Ne istiyorsan söyle” dedi. Daha sonra istediği şeyi ona bağışladı.

Eğer söylendiği gibi Abdullah b. Zeyd ezanı rüyada görmüş olsaydı, kızı kendisini Ömer b. Abdülaziz’e tanıtırken bunu da söylerdi.

Altıncısı: Allah (c.c) iman getirmiş kimseleri, Allah ve Peygamber’den öne düşmemelerini, seslerini Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmemelerini ve Peygamber’le aynen diğer insanlar gibi yüksek sesle konuşmamalarını emretmiştir. Böyle yaptıkları takdirde güzel amellerinin topluca yok olacağını ilan etmiştir. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır:

“Ey iman edenler! Allah’ın ve Resulünün önüne geçmeyin. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah işitenedir, bilendir. Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygambere yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir”[114]

Yukarıdaki ayetin nüzul sebebi şudur: Beni Temim kabilesinden bir grup süvari Peygamber (s.a.a)’in huzuruna vararak O’ndan, aralarından birisini kendileri için emir seçmesini istediler. Nitekim Buhari[115] ayetin tefsirinde şöyle diyor: Herkesten önce Ebu Bekir şöyle dedi: “Ya Resulellah! Ka’ka’ b. Ma’bed’i onlar için emir yap!” Ömer de dostunun sözünden hemen sonra: “Ya Resulellah! Beni Meşaci’den Akra’ b. Habis’i onlara emir kıl!” dedi.

Ebu Bekir ortaya atılarak: “Sen benimle muhalefet etmek istiyorsun” dedi. Daha sonra ikisi arasındaki sataşmalar şiddetli bir tartışma ve nizaa dönüşerek sesleri yükseldi. Alemlerin rabbi bu muhkem ayetleri, onların görüş belirtmede Peygamber (s.a.a)’den öne geçmeleri ve seslerini Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmelerinden dolayı nazil etti.

Allah (c.c) bu ayetlerle tüm iman ehline hitap ederek onların Allah ve Peygamber karşısında görevlerinin ne olduğunu belirtti. Hucurat suresinde olan bu ayetler iman ehli tüm kadın ve erkekleri Peygamber karşısında görüş belirtmek ve bir iş yapmada O’ndan öne geçmek hususunda uyarmıştır. Zira “Allah ve Resulünden öne geçmeyin” cümlesinin manası şudur: Allah’ın emri ve Peygamber’in beyanından önce siz bir şey söylemeyin. Allah istediği takdirde istediği şeyi Peygamber’in diliyle söyler.

O günün öneri sunanları (Ebu Bekir ve Ömer), Müslümanların işlerine dehalet etmek için kendilerine hak veriyorlardı. Ama Allah (c.c) müminlere onların hareketlerinin yanlış olduğunu açıkladı ve hadlerini aşmaları hususunda onları uyardı.

“Seslerinizi Peygamberin sesinin üstüne yükseltmeyin” buyruğu, onların konuşmalarını nehyetmek içindi. Onlar bu yolla, Müslümanların işlerinde onların da dehalet hakkı olduklarını anlatmak veya Allah ve Resulü yanında belli bir makama sahip olduklarını belirtmek istiyorlardı. Zira kim sesini karşısındakinin sesi üstüne yükseltirse, kendisini ondan daha muteber bilmekte ve kendisi için özel bir salahiyet taslamaktadır. İşte bu, Peygamber (s.a.a)’in huzurunda hiç kimse için câiz bir meseledir.

Kim “Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir” ayeti hakkında derin düşünür ve “Siz farkında olmadan amelleriniz boşa gidiverir” cümlesini hatırlarsa, konunun gerçek yüzünü görüp anlar.

Ömer ve Ebu Bekir’in, Allah ve Peygamber’den önce davranarak belirttiği şeyin (Beni Temim’den birisinin emir olarak tayini) onaylanmadığını bilen birisi, Allah ve Resulünün, dini ve ilahi hükümlerin yasa haline getirilmesinde halkın görüşünü kabul etmeyeceğini de bilmektedir. Ama kavmimiz bunu bir anlayabilse!!

Yedincisi: Ezan ve ikame beş vakit yevmiye namaz farizaları cinsindendir. Onun kaynağı da aynı farzların kaynağıdır. Bu konuyu, lafız ve mana tarzlarını tanıyan ve büyük şahsiyetlerin bunları kullanma şekil ve hedeflerini bilen herkes çok iyi bilmektedir.

Ezan ve ikame sadece İslam ümmetine has olan en büyük ilahi şiarlardandır. Zira İslam tüm dinlerden sonra gelmiştir. Onun şiarları da kendisinden öncekilerden daha üstündür. Araştırmacı ve akıl sahiplerinin, benimle beraber ezan ve ikamenin cümleleri üzerinde düşünmeleri ve onun yüce anlam ve hedeflerini derin bir şekilde araştırmaları oldukça yerinde olur:

“Allah-u Ekber! Eşhedu en lâ ilahe illellah, eşhedu enne Muhammed’en Resulullah” cümleleri tek başına, duyanları Allah ve Peygamberine davet etmekte ve onların mukaddes zatlarını övmektedir.

“Hayye ale’s- salat”; yani: Namaza koşun.

“Hayye ale’l-felah”; yani: Kurtuluşa koşun.

Bunları söyleyen, sürekli Allah’ı anar ve hiçbir şeyi Allah’tan daha önemli bilmez. Bu canlı bir davettir. Bazı büyüklerin dediği gibi, sanki varlık alemi ve hayat aleminden lebbeyk sesleri kulakları çınlatmaktadır. Sanki insan ezanı duyduğu andan itibaren namaza başlıyor ve o andan itibaren gayb alemine giriyor.

Bu öyle bir nidadır ki, zemin ve göğü birbirine bağlıyor. Mahlukun tevazusu ile halikin yüceliğini birbirine karıştırıyor. Ebedi hakikati, namazların her vaktinde yeni bir haber gibi insanın hatıralarına geri getiriyor. Sonunda da şöyle diyor: Allah-u Ekber! Allah-u Ekber! Lâ ilahe illellah! Lâ ilahe illellah!

Bu, Müslümanları namaza çağıran ezanın davetidir. Bu ebedi hakikate işaret eden değil onu açıklayan canlı davettir. Bu şaşırtıcı bir hakikatin tâ kendisidir. Zira bu davet, ebedi olmak üzere tüm gerçekleri tekrarlamaktan müstağni kılmaktadır. Oysa gerçekler, dünya sıkıntıları ve fani metalar arasında tekrarlanmaya muhtaçtır.

Müslüman, ezanı duyduğu andan itibaren onu namaza davet ettiğini bilir. Zira ezan ile Allah’ın yüceliğini hatırlar ve Allah’ı hatırlamak da namazın özü ve canıdır.

Gecenin sessiz karanlığını parçalayan işte bu ezandır. Sanki kulak ve ruhları lebbeyk demeye hazırlayan canlı tabiatın parçasından biridir. Adeta ağaç ve kuşlar onu dinlemek için susmaktadır; su ve hava hafiflemekteler...[116]

Özet olarak: Ezan ve ikame, beşerin hepsi el ele verse dahi onları getirmeye kudretinin yetmeyeceği şeylerdendir. Böylesine yüce dini bir gerçeği beşere nispet vermelerinden Allah’a sığınırız!!

Sekizincisi: Ehl-i Sünnet’in ezanın başlangıcı ile ilgili tüm hadisleri, Ehl-i Beyt İmamları yoluyla rivayet edilen hadislerle çelişmektedir. Açıktır ki Ehl-i Beyt hadisleri ile çelişkili olursa, ister şahsi reyleri olsun, ister onların rivayeti olsun bizim açımızdan hiçbir değeri yoktur.

Vesail’uş-Şia kitabında, ezan ve ikame babında sahih senetle İmam Cafer Sadık (a.s)’dan şöyle rivayet edilir: “Cebrail, Peygamber (s.a.a)’e nazil olarak ezanı getirdi. Cebrail önce ezanı, sonra da ikameyi okudu. Bu sırada Peygamber (s.a.a) Hz. Ali’ye Bilal’ı çağırmasını emretti. Bilal gelince, Peygamber (s.a.a) ezanı Bilal’a öğretti ve aynı şekilde ezan okumasını buyurdu.”

Bu rivayeti Sıkat’ul-İslam Kuleyni, Şeyh Saduk ve Şeyh Tusi (ki hepsi takvanın doruklarında olan şahıslardır) nakletmişlerdir. Şehid-i Evvel de “ez-Zikra” adlı eserinde İmam Sadık (a.s)’ın, Peygamber (s.a.a)’in ezanı Abdullah b. Zeyd’den aldığını zanneden bir kavmi kınayarak şöyle buyurduğunu rivayet eder: “Ezanla ilgi ilahi vahiy sizin Peygamberinize nazil oldu. Siz de Peygamberin ezanı Abdullah b. Zeyd’den aldığını mı zannettiniz?!”

Ebu’l-A’la’dan Sire-i Halebiyye’nin nakline göre- şöyle dediği rivayet edilir: Muhammed b. Hanefiyye’ye[117] şöyle dedim: “Biz ezanın başlangıcının Ensar’dan birisinin gördüğü rüya ile olduğunu söylüyoruz.” Ebu Hanefiyye bu sözden çok rahatsız oldu. Sonra şöyle dedi: Siz, dininizde ve İslam şeriatında asıl olan şeyi terk ettiniz ve yanlış doğru ihtimali bulunan Ensar’dan birisinin rüyası ile ezanın meydana geldiğini sandınız! Rüyalar bazen karmakarışık olur.”

Ben dedim ki: “Abdullah b. Zeyd’in rüya hadisi Ehl-i Sünnet arasında istifaze[118] haddine ulaşmıştır.”

Muhammed b. Hanefiyye’ye de dedi ki: “Allah’a yemin olsun ki, bu batıl bir sözdür...”

Süfyan b. Leyl şöyle diyor: Hasan b. Ali Kufe’den Medine’ye geldikten sonra huzuruna vardım. Onun huzurunda ezan hakkında bahis açıldı. Bizden birisi şöyle dedi: “Ezanın başlangıcı Abdullah b. Zeyd’in rüyası ile olmuştur.”

Hasan b. Ali ona şöyle buyurdu: “Ezanın makamı bu sözlerden çok yücedir. Cebrail gökte ikişer ikişer ezan okudu ve onu Peygamber (s.a.a)’e öğretti. Birer birer de ikame okudu, onu da Peygamber (s.a.a)’e öğretti...”[119]

Harun b. Sa’d, İmam Zeyn'ul-Abidin Ali b. Hüseyin’in oğlu şehit Zeyd’den şöyle rivayet ediyor: Babası İmam Hüseyin, o da babası Hz. Ali’den şöyle rivayet etmiştir: “Miraç gecesi -Peygamber (s.a.a)’i göklere götürüp oraları gezdirdiklerinde- ezanı O’na öğrettiler ve ona namaz farz oldu.”[120]

 

(24)

ÖMER’İN EZAN VE İKAMEDE “HAYYE ALA HAYR’İL-AMEL”İN SÖYLENMESİNİ YASAKLAMASI!

 

“Hayye ale hayr’il amel” cümlesi de Peygamber (s.a.a)’in zamanında ezan ve ikamenin bir parçasıydı. Ama ikinci halife dönemindeki valiler halka, en hayırlı amelin sadece Allah yolunda cihat etmek olduğunu anlatmaya çalışıyorlardı. Böylece onların teveccühünü cihada yönlendirmek ve tüm çabalarını onun üzerinde temerküz haline getirmek istiyorlardı. Bu yüzden müezzinin “namaz en hayırlı ameldir” diye seslenmesinin, bu amaçlarıyla uyuşmadığını görüyorlardı. Hatta bu cümlenin ezanda baki kalmasının, Müslümanların cihat konusunda gevşemelerine sebep olacağından korkuyorlardı. Zira onlara göre eğer halk barış halinde bile olsa, namazın en hayırlı amel olduğunu anlarsa, sevap elde etmek için sadece onunla yetinecekti ve cihadın -sevabının daha az olmasına karşın- tehlikelerini kabul etmeyecekti.

O gün valilerin en büyük amaçları, İslam davetini yaymaya, doğu ve batıyı fethetmeye yönelikti. Memleketlerin fethi de halkı, kendilerini tehlikeye atmaya teşvik etmekle sağlanmaktaydı. Öyle ki Müslümanların gönüllerine cihat sevgisini yerleştirmek ve onlara, kıyamet günü kendisine ulaşmak istedikleri ve özlemini çektikleri en hayırlı amelin cihat olduğunu anlatmak gerekirdi.

Bu nedenle onlar “hayye ala hayr’il- amel” cümlesini ezandan atmaya ve kendi düşüncelerini, yüce ve mukaddes İslam şeriatının getirdiği şeyleri kabul etmekten öne geçirmeye karar verdiler! İşte bu yüzden Kuşçu’nun dediği gibi ikinci halife minberde şöyle dedi: “Üç şey Peygamber zamanında vardı ama ben onları yasaklıyor ve haram biliyorum. Kim bunları yaparsa cezalandıracağım: Kadın mutası, Temettü Haccı ve (ezanda) “hayye ale hayril amel” söylemek!!![121]

Daha sonra, Ömer’in böyle bir emir verdiğini kesin bilip şöyle diyor: “Ömer bu konuda kendi içtihadıyla amel etmiştir.”

Ömer’den sonra gelen Müslümanların geneli -elbette Ehl-i Beyt ve onlara tabi olanlar hariç- Ömer’e uyarak “hayye ala hayril amel” cümlesini ezan ve ikameden kaldırdılar! Bu cümle tarih boyunca Ehl-i Beyt ve onlara tabi olanların şiarı olmuş ve Şia mezhebinin kaçınılmaz itikatlarından sayılmıştır. Öyle ki “Fahh Şehidi” (Hüseyin b. Ali b. Hasan b. Ali b. Ebu Talip), Abbasi halifesi Hadi’nin zamanında Medine’de kıyam ettiğinde müezzine bu cümleyi ezanda okumasını emretti, o da okudu. Ebu’l-Ferec İsfahani, Fahh Şehidinin şerh-i halini ve onun şahadet macerasını “el-Mekatil’ut-Talibiyyin” adlı kitabında yazmıştır.

Fahh[122] Şehidinin kıyam macerasını yazan herkes, bunu açıkça beyan etmiştir. Halebi[123]şöyle nakleder: Abdullah b. Ömer ve İmam Zeyn'ul-Abidin Ali b. Hüseyin (a.s) ezanda “hayye ale’l- felah” cümlesinden sonra “hayye ala hayr’il- amel” derlerdi.

Yazar: Ehl-i Beyt ve onlara tabi olanların ezan ve ikamede bu cümleyi söyledikleri mütevatirdir. Eğer onların fıkıh ve hadis kitaplarına müracaat edecek olursanız, bunu açıkça görürsünüz.

 

Hatırlatma

Biz İmamiye Şiası yanında ezan 18 cüzdür:

Allah-u Ekber (4 defa)

Eşhed-u en lâ ilahe illellah (2 defa)

Eşhed-u enne Muhammed’en Resulullah (2’ defa)

Hayye ala hayr’il- amel (2 defa)

Allah-u Ekber (2 defa)

La ilahe illellah (2 defa).

İkame de 17 cüzdür. Aynen ezan gibidir; şu farkla ki ikişer ikişer söylenirler sadece ikamenin sonunda yer alan “La ilahe illallah” 1 defa söylenir. Ayrıca “Hayye ala hayr’il- amel” cümlesinden sonra iki defa da “qad qamet’is- salah” söylenir.

Peygamber (s.a.a)’in ismini söyledikten sonra O Hazrete salavat göndermek müstehaptır. Aynı şekilde Peygamber (s.a.a)’den sonra Hz. Ali’nin vilayetine şehadet vermek de müstehaptır. Yani ezan ve ikamede “Eşhed-u enne Emir’el-muminine Aliyyen veliyyullah” söylemek müstehaptır.

Kim ezan ve ikamede “Eşhedu enne Emir’el-muminine Aliyyen veliyyullah” sözünü söylemeyi bidat bilerse, kesinlikle yanılmıştır. Zira müezzinler genellikle ezan cüzleri arasında veya ezana başlamadan önce bir takım dua ve zikirler okurlar. Halbuki bu dua ve zikirlerin hiçbirisi Peygamber (s.a.a) tarafından söylenmemiştir. Ama aynı zamanda bidat ve haram da değildir. Zira müezzinler onları ezanın bir parçası bilmezler. Bilakis bunlar genel delillerin kapsamına girdiklerinden dolayı onları zikrediyorlar. Peygamber (s.a.a)’in risaletine şehadet verildikten sonra Hz. Ali’nin velayetine şahadet vermek de aynı hükmü taşımaktadır.

Buna ilaveten, ezan ve ikame esnasında söylenen kısa sözler (dua ve zikirler) ezan ve ikameyi batıl etmez ve bunların ezan ve ikamede söylenmesi haram değildir. Peki o zaman; bunlar bidat ve haramdır, sözleri nereden çıktı? Bu asırda Müslümanların safları arasında tefrika ve ayrılık çıkarmaktan amaç nedir?!!!

 

(25)

TALAK VE PEYGAMBER (S.A.A)’DEN

SONRA ONDA ÇIKARILAN BİDAT!

 

Şer’i hükümlere göre kocanın, eşini şer’i muhallil ( helal edici) olmadan bir daha nikâhlayamayıcı üçüncü talak, kişinin karısını iki kez boşayıp daha sonra ona geri dönmesinden sonra meydana gelen talâktır (boşamadır).

Şöyle ki, bir kez boşamış ama tekrar ona geri dönmüştür; ikinci kez boşamış yine ona geri dönmüştür. Eğer üçüncü kez boşayıp tekrar ona dönmek isterse, artık bu kadın ona helal olmaz. Ama bir başka erkekle (yani muhallille)  evlenir ve o da onu boşarsa, o zaman önceki kocasına helal olur. İşte bu, meşhur üç talaktır ki, başka bir erkek o kadınla evlenmedikçe ilk kocasına helal olmaz. Nitekim Allah Teala Kur’ân-ı Kerim’de bu konu hakkında şöyle buyurmaktadır:

“Boşama iki defadır. Bundan sonrası ya iyilikle tutmak ya da güzellikle salıvermektir”[124]

Yine şöyle buyuruyor:

“Eğer erkek kadını (üç defa) boşarsa, ondan sonra kadın bir başka erkekle evlenmedikçe onu alması kendisine helal olmaz”[125]

Şimdi Arap edebiyatı uzmanlarının bu ayetlerin lafızları hakkında ne söylediklerine bir bakalım: Zemahşeri Keşşaf tefsirinde şöyle der: “Talak”, salıvermek anlamındadır. Aynen “teslim” anlamında olan “selam” gibi.

 “Merretan” (iki defa) yani bu talaklar aralıklı olmak üzere iki defa olmalıdır. Her defanın arasında fasıla olmalıdır. “Boşama iki defadır” derken amaç sadece “iki” değildir. Amaç onun tekrarını belirtmektir. Aynen şunun gibi: “Sümme irci’il- besare kerreteyn” Yani: “Sonra gözünü çevir de iki kez bak.”

“Bundan sonrası ya iyilikle tutmak ya da güzellikle salıvermektir” cümlesine gelince; yani erkekler şu ihtiyara sahiptirler ki, eğer kendi kadınlarıyla yaşamak istiyorlarsa, onları iyilikle tutsunlar. Aksi takdirde, yeni bir hayat başlatmaları için onları güzel bir şekilde serbest bıraksınlar.

Bazı fakihler şöyle demişlerdir: “İki defa”dan maksat, talak-ı ric’inin iki defa oluşudur; diğerinden sonra öbürü. Zira üçüncü talaktan sonra artık dönüş yoktur. Ama eğer erkek kadını, iki talak-ı ric’iden sonra üçüncü kez boşarsa, kadın, muhallil olmadan (diğer biriyle evlenmeden) bir daha kendisine helal olmaz...

Yazar: Ayetten ilk etapta insanın zihnine ulaşan anlam, Ehl-i Sünnet’in büyük alim ve müfessiri Zemahşeri’nin izahıdır. Tüm Şia ve Sünni müfessirleri de böyle söylemişlerdir. Allah Teala’nın buyurduğu bu söz: “Eğer erkek kadını (üçüncü defa) boşarsa, ondan sonra kadın bir başka erkekle evlenmedikçe onu alması kendisine helal olmaz” hanımına; “Seni üç kez boşadım” diyen bir adamın söylediği bu sözü kapsamasına alması mümkün değildir. Elbette bundan önce iki defa ayrı zamanlarda fasılalı olarak boşar ve her birinden sonra ona dönerse, o başka. Bu durum herkes için açıktır.

Ama Ömer b. Hattab kendi hilafeti zamanında, bir lafızla, arada fasıla olmaksızın kadınlarını boşayan erkekleri görünce, bu yolla onları tembihlemek istedi! Ehl-i Sünnet’in rivayetleri, bu bidat’i Ömer’e nispet vermede oldukça açıktır.

Örneğin: Tavus-u Yemani şöyle diyor: “Üç talak, Ebu Sahba ve Ebu Bekir’in zamanında bir çeşit değil miydi?”

İbn-i Abbas şöyle cevap verdi: “Evet, bir çeşitti. Ama Ömer’in zamanında erkekler kadınlarını peş peşe (arada fasıla olmaksızın) boşadıklarından dolayı, Ömer de onların böyle boşamalarına izin verdi![126]

Yine İbn-i Abbas’tan hepsinin sahih olduğu değişik yollarla şöyle rivayet edilir: “Üç talak (boşama) Peygamber (s.a.a)’in, Ebu Bekir’in ve Ömer’in hilafetinin ilk iki yılında bir çeşitti. Ama Ömer şöyle dedi: “Halk çok sevdikleri bir iş hakkında acele ediyor. Bizim de onu onaylamamız ve onlar için bunu câiz kılmamız iyi olur!” Böylece bir lafızla üç talakı (arada fasıla olmaksızın üç kez boşamayı) onlar için câiz ilan etti![127]

Hakim-i Nişaburi bu hadisi Müstedrek’inde naklederek Buhari ve Müslim’in şartıyla sahih demiştir.

Zehebi de Telhis’ul-Müstedrek’te onun sahih olduğunu itiraf ederek Şeyheyn’in şartı ile nakletmiştir.[128]

Ahmed b. Hanbel de Müsned’inde[129] onu nakletmiştir. Diğerleri de kendi muteber kaynaklarında onu rivayet etmişlerdir. [130] 

Seyyid Reşit Rıza da “el-Minar” adlı eserinin c. 4, s. 210’da onu Ebu Davut, Nesai, Hakim ve Beyhaki’den nakletmiş ve şöyle demiştir:

Peygamber (s.a.a) onun tersine hükmetti. Zira İbn-i Abbas eşi “Rükane”yi bir mecliste üç kez boşadı (arada fasıla olmaksızın bir defada üç talakla boşadı), sonra da çok pişman oldu. Daha sonra mevzuu Peygamber (s.a.a)’e açtı. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Onu nasıl boşadın?”

İbn-i Abbas: “Üç talakla boşadım.”

Peygamber (s.a.a): “Bir defada mı?”

İbn-i Abbas: “Evet.”

Peygamber (s.a.a): “Bu bir talak sayılır. İstediğin takdirde ona dönebilirsin.” [131]

Nesai, Mahremet b. Bukeyr’den, babasından, Muhammed b. Lubeyd’den rivayet eder ki: Peygamber (s.a.a)’e; “Bir adam karısını bir yerde üç talakla boşadı” diye haber verdiler. Peygamber (s.a.a) ayağa kalkarak sinirli bir şekilde şöyle buyurdu: “Ben olmama rağmen Allah’ın kitabıyla mı oynanıyor?” Bu sırada birisi kalkarak: “Ya Resulellah! Onu öldürmeyelim mi...?”[132]

Bu konuda bize ulaşan ve muteber olan daha nice hadisler vardır. Bu yüzden İslam alimlerinin onu mürsel olarak nakletmekte olduklarını görüyorsunuz. Örneğin: Halid Mısri “ed-Dimokratiyye” adlı kitabında şöyle yazıyor: “Ömer b. Hattab nerede maslahat görseydi, Kur’ân ve Sünnet-i Nebevi’nin kutsal dini naslarını terk ederdi! Örneğin: Kur’ân’ın, zekattan bir payın zayıf imanlıların gönlünü elde etmek için (Muellefet-u Gulub) ayırmasına, Peygamber (s.a.a) ve Ebu Bekir’in de onu ödemelerine rağmen Ömer şöyle dedi: “Biz İslam adına kimseye bir şey vermeyiz!!” Veya Peygamber (s.a.a) ve Ebu Bekir çocuklu cariyelerin satılmasını câiz bilmelerine karşın Ömer onu haram ediyor! Veya bir toplantıda verilen üç talakın (üç boşamanın), Peygamber (s.a.a)’in sünneti hükmüyle bir talak sayılmasına rağmen Ömer sünneti terk ederek icmayı bozuyor.” [133]

Üstat doktor Devalibi “Usul-u Fıkıh”[134]adlı kitabında Ömer’in bir lafızla üç talak meselesine gelince şöyle yazıyor: Ömer’in, zamanın değişim ve gereksinimine göre hükümlerin de değişebilir olduğu adı altında meydana getirdiği şeylerden birisi de, bir lafızla (arada zaman farkı olmadan) talakın işlerlik kazanmasıdır. Halbuki Peygamber (s.a.a)’in, Ebu Bekir’in ve Ömer’in de hilafetinin ilk dönemlerinde, eğer erkek bir lafızla karısını üç talak ile boşamış olsaydı bir talak sayılırdı. Nitekim sahih bir hadiste İbn-i Abbas’tan Ömer’in de şöyle dediği nakledilir: “Halk çok sevdikleri bir iş hakkında acele ediyorlar, ben de onu onaylıyorum.” Daha sonra onu câiz ilan ederek tespit etti.”

Daha sonra şöyle diyor: İbn-i Kayyim şöyle demiştir: “Ama Emir’ul-müminin Ömer (r.z), halkın talakı (boşamayı) küçük saydıklarını ve defalarca bir lafızla kadınlarını üç talakla boşadıklarını görünce, onların kendi yaptıklarıyla cezalandırmaları gerektiğini anladı. Halkın, bunu görünce bir lafızla üç talak vermeyi (boşamayı) terk etmeleri için bu talakı onayladı. Ömer bu işin o asırda onların faydasına olduğunu zannetti. Ama Peygamber (s.a.a), Ebu Bekir ve Ömer’in hilafetinin ilk dönemlerindeki vaziyet, o günler için daha münasipti. Zira o dönemde boşama azdı! Halk Allah’tan korkuyordu.”

Sonra şöyle devam ediyor: “Bu, zaman değişimi ile fetvanın da değiştiği[135] durumlardandır. Sahabe de Ömer’in güzel siyaseti ve halkı terbiye etme yöntemini anlamış ve onu kabul etmişlerdir[136] ve buna tasrih etmişlerdir.[137]

Daha sonra Devalibi şöyle diyor: İbn-i Kayyim, kendi bulunduğu zamanı değerlendirmiş ve ona göre hareket ederek Peygamber (s.a.a) zamanına dönüşün daha iyi olduğunu belirtmiştir. Zira onun zamanı değişmişti! Bir lafızla (arada fasıla olmaksızın) üç talak vermek, sahabe zamanında haram ve yasak sayılan şeylerin helal sayılabilmesi için bir kapıydı. Şöyle diyor: “Eğer cezalandırma, cezalandırılan şahısın yaptığı amelinden fazla olursa, onun terk edilmesi, Allah ve Resulü yanında daha iyidir.”[138]

Yine diyor ki: İbn-i Teymiye şöyle demiştir: “Eğer Ömer, halkın verdiği talakların abes olduğunu anladıklarını görseydi, mutlaka görüşü, Peygamber (s.a.a)’in zamanında olan üç talaka dönerdi.”

Daha sonra şöyle diyor: “İbn-i Kayyim ve İbn-i Teymiye’nin akıllarına gelen şey, şu anda Mısır’daki şer’i mahkemelerde yapılmaktadır. “Zaman değişimi ile hükümlerin de değişimi” kuralına uyulması için, Peygamber (s.a.a) asrındaki hakim olan duruma döndüler.[139]

 

(26)

ÖMER’İN MEŞHUR BİD’ATİ OLAN

TERAVİH NAMAZI!

 

Ömer’in kendi yanından çıkardığı ve nass karşısında içtihat ettiği konulardan birisi de teravih namazı kılınmasını emretmesidir. Zira teravih namazını Peygamber (s.a.a) getirmedi ve O’nun zamanında da yoktu. Hatta Ebu Bekir zamanında bile sabıkası yoktu. Allah (c.c) halkı, İstisqa (cemaatle kılınan yağmur) namazı hariç, müstehap ve nafile namazlarını cemaatle kılmaya davet etmemiştir.

Allah (c.c), sadece farz olan beş vakit günlük namazlarının cemaatle kılınmasını buyurmuştur. Bu namazları cemaatle kılmak müstehaptır. Aynı şekilde tavaf namazı, bayram namazları, ayet namazı ve cenaze namazını topluca cemaatle kılmak meşrudur.

Peygamber (s.a.a) şahsen, ramazan ayının nafile namazlarını cemaatsiz olarak yalnız başına kılardı. Halkı da nafile namazlarını kılmaya teşvik ederdi. Halk da bu namazları aynen Peygamber (s.a.a)’in kıldığı gibi kılardı.

Ebu Bekir’in hilafeti döneminde de (hicretin 13. yılına kadar sürmüştür) durum böyleydi.[140] Ömer hilafet makamına geçince, o yılın ramazan ayı orucunu, onda hiçbir değişiklik yapmadan yerine getirdi. Ama hicretin 14. yılı ramazan ayında bir grup sahabe ile mescide geldi. Halk nafile namazı kılıyordu. Bir grup kıyam halinde, bir grup rüku ve diğer bir grup da secde halindeydi. Diğer bir grup da oturup Kur’ân okuyor ya da zikir ile meşgul idi. Bu manzaradan hoşlanmayan Ömer, vaziyeti daha iyi duruma getirmeye karar verdi. Böylece onlar için ramazan gecelerinin başlangıcında teravih[141] namazını teşriy’ ederek herkesin ona katılmasını emretti!! Daha sonra bunu bütün şehirlere bir genelgeyle bildirdi. Medine’de iki kişiyi, bunlardan birisi erkekler, diğeri ise kadınlar için imamlık yapmak üzere teravih namazını kıldırmakla görevlendirdi!

Ramazan ayının sünnet namazları hakkındaki rivayetler tevatür haddine ulaşmıştır. Örneğin: Buhari ve Müslim şöyle naklederler: Peygamber (s.a.a) buyurdu: “Kim ramazan ayının müstehap namazlarını yerine getirirse, günahları bağışlanmış olur.” Peygamber (s.a.a) hayatta olduğu müddetçe vaziyet böyleydi. Yani halk aynen Peygamber (s.a.a) gibi ramazan ayı nafile namazlarını kılardı ve onda hiçbir değişiklik meydana gelmedi. Ebu Bekir zamanında ve Ömer’in hilafetinin ilk yıllarında da durum böyleydi.[142]

Yine Buhari “Teravih” kitabında, Abdurrahman b. Abdukari’den şöyle rivayet eder: “Ramazan ayı gecelerinden birinde Ömer’le beraber Mescid-i Nebiye gittik. Halk grup grup ve dağınıktılar. Ömer şöyle dedi. “Bana göre, bunlar bir imama uyarlarsa daha iyi olur.” Daha sonra Ubey b. Ka’b’ın onlara imamlık etmesini emretti. Başka bir gece Ömer’le beraber mescide gittiğimizde halkın nafile namazını cemaatle kıldığını gördük. Ömer şöyle dedi: “Bu güzel bir bidattir!...”

Allame Kastalani[143] Ömer’in “Bu güzel bir bidattir” sözüne gelince şöyle yazıyor: “Onu bidat olarak nitelemesinin sebebi, Peygamber (s.a.a)’in, ramazan nafilelerinin cemaatle kılmasına emretmediğinden dolayıdır. Ebu Bekir’in zamanında da cemaatle kılınmıyordu. Gecenin ilk saatlerinde de kılınmıyordu, rekat sayıları da bu kadar değildi.”

Bunun benzerini, Tuhfet’ul-Bari’de ve Sahih-i Buhari’nin diğer şerhlerinde de nakletmişlerdir.

Ebu Velid Muhammed b. Şahne kendi tarih kitabında (Ravzat’ul-Menazir) hicri 23. Yıl olaylarında Ömer’in ölümünü anlatırken şöyle yazıyor: “Ömer, çocuklu cariyelerin satılmasını yasaklayan ilk şahıstır. Yine Ömer, cenaze namazında halkın 4 tekbir söylemesini emreden ilk şahıstır. Yine Ömer, halkın teravih namazını cemaatle kılmasını emreden ilk şahıstır!...”

Siyuti de “Tarih’ul-Hulefa” adlı kitabında, Ebu Hilal Askeri’den[144] naklen Ömer’in ilk olarak yaptığı işleri sayarken şöyle yazıyor: O “Emir’ul-Müminin” olarak çağırılan ilk şahıstır! Ramazan ayında teravih namazının cemaatle kılınmasını emreden ilk şahıs odur. Mut’a’yı haram kılan ilk şahıs odur. “Cenaze namazında dört tekbir söylenmelidir!” diyen ilk kişi odur.”

Muhammed b. Sa’d “Tabakat” adlı eserinin 3. cildinde Ömer’den bahsederken şöyle yazıyor: “O, Ramazan ayında teravih namazının cemaatle kılınmasını emreden ve bunu tüm şehirlere ferman olarak gönderen ilk şahıstır. Bu olay hicri 14. Yılda olmuştur. Medine’de, kadın ve erkeklere cemaat imamı olmaları için iki kişi belirledi.”

İbn-i Abdülbirr “el-İstiab” adlı eserinde, Ömer’in şerhi halinde şöyle yazıyor: “Ramazan ayını, toplu bir şekilde nafile namazı kılmakla nurlu kılan odur!”

Yazar: Bunlar -Allah bizim ve onların hatalarını bağışlasın- öyle zannediyorlar ki Ömer teravih namazıyla, Allah ve Resulünün, hikmetinden gafil oldukları bir şeyi meydana getirmiştir! Halbuki onlar, ilahi kanun ve nizamlardaki hikmetlerden gafil olmaya daha layıktırlar.

Ramazan ayı nafile namazlarının cemaatle kılınmasının reddiyesinde şöyle söylememiz yeterlidir: Allah, kullarının gecenin sessiz karanlığında yalnız başlarına O’na yönelmelerini ve O’nun dergahına yönelerek ağlamalarını, dua, zikir okumalarını, tüm ihtiyaçlarını O’ndan istemelerini ve O’nun geniş rahmetine göz dikmelerini, onlara sığınak verenin ve onları kurtaracak olanın sadece ve sadece rahman ve rahim olan Allah olduğunu bilmelerini istemektedir.

İşte bu yüzden Allah Teala nafileleri cemaat kaydından çıkarmış ve kulların yalnız başlarına istedikleri şekilde Allah’a yaklaşmalarını sağlamıştır. Bunları herkes istediği şekilde -tek başına veya birkaç kişinin yanında- yapabilir. Zira bunlar yapılabilecek en güzel işlerdir. Bu durum Peygamber (s.a.a)’den rivayet edilen hadislerde de geçmiştir. Ama cemaate bağlandığı zaman bu gibi özelliklerini kaybetmektedir.

Şunu da izafe edeyim ki; nafile namazlarının cemaat namazları kaydından kurtarılması ve onların evlerde tek başına yerine getirilmesi, evlerin de namazın bereket ve şerefinden nasipsiz kalmamalarına sebep olmaktadır. Bu yolla onun neşe, lezzet ve terbiye rolü de korunmuş olur. Zira çocuklar, anne baba ve dedelerine uyarak dindarlık ve Müslümanlık yolunu seçerler. Bu durum onların zihninde çok güzel bir etki bırakır.

Abdullah b. Mes’ud Peygamber (s.a.a)’den şöyle sordu: “Nafile namazını evde kılmak mı daha iyidir yoksa mescitte kılmak mı?”

Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Benim evimin mescide ne kadar yakın olduğunu görmüyor musun? Buna rağmen ben farz namazlar hariç diğer namazlarımı evde kılmayı seviyorum.”

Bu rivayeti Ahmed b. Hanbel, İbn-i Mace ve İbn-i Hüzeyme kendi sahihlerinde nakletmişlerdir. Aynı şekilde Rüknüddin Abdülazim b. Abdulkavi Munziri’nin “et-Terğib ve’t-Terhib” adlı kitabının “Nafile Namazlarına Terğib” babında da gelmiştir.

Zeyd b. Sabit’ten şöyle dediği rivayet edilir: Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Namazlarınızı evlerinizde kılın; zira farz namaz hariç insanın kıldığı en iyi namaz evinde kıldığı namazdır.”

Bu rivayeti Nesai ve İbn-i Huzeyme de sahihlerinde nakletmişlerdir.

Enes b. Malik şöyle diyor: Peygamber (s.a.a) buyurdular ki: “Bazı namazlarınızla evlerinize değer verin.”

Yine Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Allah’ın anıldığı ev ile O’nun anılmadığı ev, (aynen) diriyle ölü gibidir.”

Bu rivayeti Buhari ve Müslim nakletmişlerdir.

Cabir b. Abdullah Ensar şöyle diyor: Peygamber (s.a.a)şöyle buyurdu: “Sizden birisi namazını mescidde kıldığında, ondan bir pay da evi için ayırmalıdır. Allah Teala, evinde kıldığı namazda hayır kılmaktadır.”

Müslim ve diğerleri bu rivayeti nakletmişlerdir. İbn-i Mace de bu rivayeti senetleriyle beraber Ebu Said-i Hudri’den nakletmiştir. Bu konuyla ilgili rivayetler oldukça çoktur ama elinizdeki kitabın hacmini aşmaktadır.

Ama ihtiyatkar ve düzen ehli olan halife! Cemaat namazının şekil ve düzenini, pek çok toplumsal faydalarını ve ilahi şiarın onda daha iyi cilvelendiğini görmekteydi.

Bilinmesi gerekir ki, İslam şeriatı, bunların farkında olduğundan namazları iki kısma ayırmıştır. Farz namazları cemaat ile müstehap bilmiş, nafileleri ise diğer sebepler için karar kılmıştır. “Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur.”

 

(27)

CENAZE NAMAZINDA DÖRT TEKBİR

 

Peygamber (s.a.a) cenaze namazlarında beş tekbir söylüyordu. Ama ikinci halife dört tekbir söylenilmesi uygun gördü. Halkı da cenaze namazında dört tekbir söylemeye zorladı. Ehl-i Sünnet büyüklerinden bir grup bunu itiraf etmiştir. Örneğin: Siyuti, Ebu Hilal Askeri’den naklen “Tarih’ul-Hulefa” adlı eserinde ve İbn-i Şahne “Kamil-i İbn-i esir”in haşiyesinde basılan “Ravzat’ul-Menazir” adlı eserinde ve diğer araştırmacı alimler kendi kitaplarında bunu belirtmişlerdir.

Bu konu hakkında, Üstat Halid Muhammed Halid el-Mısri’nin “ed-Dimokratiyye” (demokrasi) kitabında yazılanlar, okurlarımız için yeterlidir. Üçüncü talak konusunda ondan bahsetmiştik.

Ahmed b. Hanbel Zeyd b. Erkam’dan naklen Abdula’la’dan şöyle nakleder: Cenaze namazında Zeyd b. Erkam’ın arkasında durdum. Zeyd beş tekbir söyledi. Abdullah b. Ebu Leyla yerinden kalkıp Zeyd’in elini tutarak şöyle dedi: “Unuttun mu?” Zeyd: “Hayır! Ben bir cenaze namazında Habibim Ebu’l-Kasım’ın (Hz. Muhammed) arkasında durarak cenaze namazı kıldım. O beş tekbir söyledi. Ben kesinlikle onu terk etmeyeceğim” dedi.[145]

Yazar: Zeyd b. Erkam, Sa’d b. Habte diye meşhur olan Sa’d b. Cübeyr’e (ki o da ashaptandır) cenaze namazı kıldı. O da beş tekbir söyledi.

İbn-i Hacer “el-İsabe” adlı kitabında Sa’d’ın şerhi halinde bunu nakletmiştir. İbn-i Kuteybe de “el-Maarif” adlı kitabında Sa’d’ın torunu Ebu Yusuf Kadı’nın şerhi halinde onu aktarmıştır.

Yine Ahmed b. Hanbel, Yahya b. Abdullah el-Cabir yoluyla Hüzeyfe’den şöyle nakleder: Medain’de Hüzeyfe’nin kölesi İsa’nın arkasında bir cenaze namazı kıldım. O beş tekbir söyledi. Daha sonra bize dönerek şöyle dedi: “Yanlış yapmadım ve unutmadım da. Tam tersine sahibim ve veli nimetim Hüzeyfe b. Yeman gibi amel ettim. Zira o, bir cenaze namazında beş tekbir söyledi.”

O sırada bana dönerek şöyle dedi: “Yanlış yapmadım, unutmadım da; aynen Resul-i Ekrem (s.a.a) gibi tekbir söyledim.”[146]

 

(28)

ERKEK VE KIZ KARDEŞİN MİRAS ALMA

ŞARTI VE ÖMER’İN BİDATİ

 

Allah-u Teala Kur’ân-ı Kerim’de, erkek ve kız kardeşin mirası hakkında şöyle buyurmuştur:

“Senden fetva isterler. De ki: “Allah, babası ve çocuğu olmayan kimsenin mirası hakkındaki hükmü şöyle açıklıyor: Eğer çocuğu olmayan bir kimse ölür de onun bir kız kardeşi bulunursa, bıraktığının yarısı bunundur. Kız kardeş ölüp de çocuğu olmazsa, erkek kardeş ona varis olur. Kız kardeşler iki tane olursa (erkek kardeşlerinin) bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer erkekli kadınlı daha fazla kardeş mevcut ise erkeğin hakkı iki kadın payı kadardır. Şaşırmamanız için Allah size açıklama yapıyor. Allah her şeyi bilmektedir.”[147]

Ayette gördüğünüz gibi erkek ve kız kardeşlerin miras alma şartları, ölenin evladının olmaması durumundadır. Arap dili açısından kız da veled (evlat) kelimesinin içine girmektedir. Zira veled; ister kız olsun ister erkek evlat, çocuk anlamındadır.

Tüm lügat kitapları bu anlamı belirtmiştir. Kur’ân-ı Kerim de bu kelimeyi aynı anlamda kullanmıştır. Nitekim Kur’ân şöyle buyuruyor:

“Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının payının iki misli (miras vermenizi) emreder.”[148]

Araplardan birisine karısının kız çocuğu doğurduğu haber verildiğinde şöyle dedi: “Ma hiye bini’mel veled!” “Bu veled (çocuk) iyi değildir!” (Burada, erkek çocuğuna veled denildiği gibi kız çocuğuna da veled denilmiştir.)

Ama Ömer b. Hattab miras ayetindeki “veled” kelimesini erkek anlamına yorumladı. Bundan dolayı mirasta, ana babanın kız kardeşlerini ölünün kızıyla eşit tuttu ve onlardan her birine mirasın yarısını verdi. Ömer’den sonra dört mezhep alimleri de onu taklit ettiler!!

Ama Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyt’inden olan Masum İmamlar ve onların dostlarından İmamiye Şiası şunda icma etmişlerdir ki: Ölünün, -ister kız ister erkek, ister bir tane ister daha fazla olsun- evladı olduğu takdirde onun erkek kardeşlerinin, kız kardeşlerinin ya da diğer akrabalarının mirasta bir hakları yoktur.[149]

Delilleri ise şu ayettir: “Allah’ın kitabına göre yakın akrabaların bazıları bazılarından  m (mirasta) önceliklidir.”[150]

Şia fakihleri açıkça şöyle diyorlar: Kur’ân ayetine istinaden, ölünün evladı olduğu takdirde, -onun tek bir kız çocuğu olsa dahi- onun akrabalarına mirastan bir şey yetişmez. (İsteyenler Şia’nın fıkhi kitaplarına, özellikle Şeyh Hürr-i Amili’nin “Vesail’uş-Şia” kitabına müracaat edebilirler.

İbn-i Abbas’a şöyle sordular: “Bir adam ölmüş, ondan bir kız çocuğu ve aynı ana babadan olan bir kız kardeşi baki kalmıştır.(Bu durumda ölenin mirası kime yetişir?)”

İbn-i Abbas: “Kız kardeşinin hiçbir hakkı yoktur. Mirasın yarısı farz olarak kızına verilir; mirastan geri kalan ise yine ona döndürülür.”

Soru soran adam: “Ama Ömer tam tersine göre hükmetmiştir!”

İbn-i Abbas: “Siz mi daha iyi biliyorsunuz yoksa Allah mı?”

Soru soran şahıs diyor ki: “Ben onun sebebini bir türlü anlayamadım. Bundan dolayı İbn-i Abbas’ın sözünü Tavus-i Yemani’den sordum.

Tavus-i Yemani şöyle cevap verdi: Babam İbn-i Abbas’tan şöyle dediğini nakleder:

Allah (c.c) şöyle buyurmuştur: “Eğer çocuğu olmayan bir kimse ölür de onun bir kız kardeşi bulunursa, bıraktığının yarısı bunundur.”[151]

Ama siz Ehl-i Sünnet şöyle diyorsunuz: Ölünün evladı olsa bile mirasın yarısı kız kardeşe verilir!”[152]

 

(29)

FARZLARDA AVL VE ÖMER’İN

ONA KARŞI CAHİLLİĞİ

 

Müslümanlar Avl’in câiz olup olmadığı konusunda ihtilaflı görüşlere sahiptirler. Avl; ölünün geriye bıraktığı mirasın, varislerin kendilerine düşen haklarından az geldiği zaman ortaya çıkar. Örneğin: Mirasçılar iki kız kardeş ve koca olursa. Zira iki kız kardeş mirasın üçte ikisini (3 / 2); koca ise mirasın yarsını almalıdır.

Ömer, hangisinin öncelikli tutulup hangisinin ikinci plana alınacağını anlayamadı. Bu yüzden eksiğin, herkesin hissesine oranla onlara bölünmesini emretti. Bu, konuyu karıştıran Ömer’in bu meselede adaletinin son derecesiydi.

Ama Ehl-i Beyt İmamları, hangisinin öncelik hakkına ve hangisinin ikinci plana alınması gerektiğini çok iyi biliyorlardı. Bu nedenle öne geçirilmesi gerekeni öne geçiriyor, geriye atılması gerekeni ise geriye atıyorlardı. Herkese hakkını veriyorlardı. (Çünkü) Ehl-i Beyt, evin içerisinde olanı (İslam’ı) herkesten daha iyi bilmektedir!

İmam Muhammed Bakır (a.s) şöyle buyuruyor: Emir’ul-Müminin Ali (a.s) şöyle buyururdu: “Çöldeki kumların sayısını bilen Allah, miras hisselerinin altı kısımdan fazla olmadığını bilmektedir. Bunun sebebini bir anlayabilseydiler!”

Yazar: Hz. Ali (a.s)’ın zamanında her şeyi altı cüz var sayarlardı; her cüz de altıda birdi. Nitekim günümüzde de her şeyi 24 qırat[153] var sayarlar.

Buna binaen, Hz. Ali’nin maksadı şudur: Eğer doğru düşünürseniz, miras paylarının altı kısmı geçmeyeceğini göreceksiniz. İşte bundan dolayı altı hisseden öteye geçtiniz. Zira eksik miktarınca altı hisseye bir şey ekliyorsunuz. Mesela: Ölünün baba ve annesi, iki kızı ve kocası olursa, altı hisseden iki hisse anne babaya, dört hisse de iki kıza verilir. Böylece altı hisse kamil olur. Sonra siz koca için altı hisseye bir buçuk ekliyorsunuz, derken hisseler altıdan yedi buçuk hisseye ulaşıyor. Bu Allah için muhaldır. Allah hiçbir zaman böyle bir varsayımda bulunmaz.

İbn-i Abbas şöyle diyordu: “Allah kendi kitabında, (bir malda) iki yarı ve bir tane de üçte bir zikretmemiştir. Kim isterse bu konuda onunla Hacer’ül-Esved’in yanında mübahale etmeye (lanetleşmeye) hazırım.”

Yine şöyle söyledi: Sübhanellah! Acaba çöldeki kumların sayısını bilen Allah, bir maldaki hisseyi iki yarı ve üçte bir kıldığını mı zannediyorsunuz? Malın iki yarısı gittikten sonra artık üçte birine yer kalır mı?”

Etraftakiler şöyle dediler: “Ya Ebe’l-Abbas! “Peki mirastaki bu fazlalık nereden çıktı?”

İbn-i Abbas şöyle dedi: Ömer, varisler arasında mirası taksim ederken şöyle dedi: “Yeminler olsun ki ben, sizden hanginizin önde ve hanginizin geride olduğunu bilmiyorum. Mirası hepinize eşit olarak paylaştırmaktan da başka çıkar bir yol bilmiyorum!”

İbn-i Abbas sözünün devamında şöyle dedi: “Allah’a and olsun ki, eğer Allah’ın öne geçirdiğini öne geçirseydiniz ve arkaya attığını  arkaya atsaydınız, mirastan bir şey fazla gelmezdi.”

Etrafındakiler: “Allah Teala hangisini öne geçirmiş, hangisini arka atmıştır?”

İbn-i Abbas: “Allah’ın, her miras sahibi için vermiş olduğu hisse önceliklidir. Arkaya atılan ise mirasının ortadan kalktığı kimsedir. Öncelik sahibi hissesini alıp çıktıktan sonra geriye kalan, arkaya atılan kimse içindir. Allah’ın geriye attığı işte budur.

Allah’ın öncelik tanıdığı hisse kocanın payıdır. Mirasın yarısı ona verilir. Bu yarı hisseyi ortadan kaldıracak bir durum mevcut (örneğin, evlat) olursa, kocanın hissesi dörtte bire düşer. Kocanın hissesini bundan daha aşağı düşürecek bir şey yoktur. Kadın ve anne de aynı hükme sahiptirler.

Geriye atılanlar ise, mirasın yarısını ve üçte ikisini miras alan ölünün kızları ve kız kardeşleridir. Diğer feraiz, onları bu hisselerinden mahrum bıraktığı zaman mirastan geriye kalanlar onlara ulaşır.

O halde; öncelikli olanlar ve arka plana geçirilenler bir araya toplandıkları zaman ilk önce öncelikli olanlara hisseleri verilir. Eğer geriye bir şey kalırsa arka plana geçirilenlere aittir...”

Şehid-i Sani bu hadisi “er-Ravzat’ul-Behiyye fi Şerh-i Lüm’at’il-Demeşkiyye” adlı eserinde nakletmiştir. Biz, bir takım faydalarından dolayı bu hadisi kamil olarak aktardık.

Hakimi Nişaburi[154] de İbn-i Abbas’tan şöyle dediğini nakleder: “Ferâizde (mirasta) Avl’i kabul eden ve tüm hisselerden bir miktar azaltıp tüm hisselere oranla fazlalık çıkaran ilk şahıs Ömer b. Hattap’tır. Allah’a yeminler olsun ki, Allah’ın öncelik tanıdığı kimseye öncelik tanısa ve arka plana geçirdiğini arka plana alsaydı, ferâizde fazlalık ve avl meydana gelmezdi.”

İbn-i Abbas sonra şöyle diyor: “Diğer hisselerin kendisini ortadan kaldıramayan farz hisse öncelik sahibidir. Örneğin: Koca, karı ve anne hissesi. Diğer hissenin kendisini ortadan kaldırdığı ve öncelikli olanın hissesini alıp çıktıktan sonra geriye kalan maldan başka bir şeyi alamayan kimse ise Allah’ın geri plana aldığı kimsedir. Örneğin: Kız kardeşler ve kız evlatlar.

O halde, mirasçıların hepsi bir araya toplanırsa, öncelikli olanlara hisseleri kamil olarak verilir; geriye bir şey kalırsa, sonraki tabakada yer alanlara aittir.”

Hakim bu hadisi naklettikten sonra şöyle diyor: “Bu hadis Müslim’in şartıyla sahihtir. Ama Buhari ve Müslim bunu nakletmemişlerdir.”

Zehebi bu hadisi nakletmiş ama sahih bilmemiştir. Biz Musa Carullah’ın Avl konusu etrafındaki cevapları üzerinde çok dakik bahislerde bulunduk. “Ecvibet-u Musa Carullah” adlı kitabımıza bakabilirsiniz.

Geçmiş bahislere binaen: Koca, anne ve kızlar (mirasçı olarak) bir araya toplanırlarsa, önce koca ve annenin hisseleri verilmelidir. Kocaya dörtte bir, anneye ise altıda bir verilir. Geri kalan miras ise kız evlatları arasında eşit olarak dağıtılır.

Eğer bunlarla beraber iki kız kardeş daha olursa, onlara bir şey yetişmez. Zira varisler, Ehl-i Beyt İmamları ve onların takipçileri olan fakihler açısından üç tabakadır:

Birinci tabaka; Anne, baba ve evlatlardır. Geniş bilgi için fıkıh kitaplarına bakınız.

İkinci tabaka; Erkek kardeş, kız kardeş, dede ve ninedir. Geniş bilgi için fıkıh kitaplarına bakınız.

Üçüncü tabaka; Amca, hala, dayı ve teyzedir. Bu sınıflandırma, İmamiye Şiası ve Peygamber (s.a.a)’in hanedanına tabi olanların fıkıh ve hadis kitaplarına göre yapılmıştır.

Binaenaleyh, birinci tabakadan bir kişi mevcut olduğu müddetçe, ikinci ve üçüncü tabaka fertleri miras alamazlar. Delil ise şu ayettir:

“Allah’ın kitabına göre yakın akrabaların bazıları bazılarından (mirasta) önceliklidir.”[155]

Bu, Allah’ın, Kur’ân’ın bir eşi olarak karar kıldığı, her ikisinin de beraber kıyamet günü Peygamber (s.a.a)’e varacağı Ehl-i Beytin mezhebidir. Şia alimlerinin bu usul üzerine icması vardır. O halde alt tabakadan olan kız kardeşler, anne mevcut olduğu müddetçe mirastan bir hak alamazlar. Allah her şeyin daha iyisini bilir.

(30)

 ERKEK KARDEŞİN OLMASIYLA

DEDENİN MİRAS HAKKI VE ÖMER’İN

BU KONUDAKİ FETVASI

 

Beyhaki “Sünen” ve “Şa’b’ul-İman” adlı kitapta ve Muttaki Hindi Kenz’ul-Ummal[156]adlı kitapta rivayet ederler ki Ömer Peygamber (s.a.a)’e şöyle sordu: “Erkek kardeşler olduğu halde dedenin irs hakkı nasıldır?”

Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Bu sorudan amacın nedir ey Ömer?” Bunu öğrenmeden öldüğünü görür gibiyim.

Hadisin ravisi Said b. Müseyyib şöyle diyor: Ömer bunu öğrenmeden önce öldü.

Yazar: Ömer hilafeti boyunca bu meselede bocalayıp durdu. Hatta yetmiş çeşit hüküm verdiği söylenir. Ubeyde Salmani İbn-i Ebi Şeybe’den naklen şöyle der: “Ben Ömer’in dede mirasının hükmü hakkında yüz çeşit fetva okudum ve ezberledim.”[157]

Ömer’in[158] kendisi şöyle dedi: “Ben dedenin miras hakkı konusunda birçok hükümler verdim ve haktan da o tarafa geçmedim. Ama sonunda bu zor meselede Zeyd b. Sabit’e müracaat ettim.”

Tarık b. Şehab-ı Zohri “Hayat’ul-Hayvan” adlı kitabın Hayye bölümünde Dumeyri’den naklen şöyle diyor: Ömer b. Hattab erkek kardeşler mevcut olduğu halde dedenin hissesi hakkında çeşit çeşit hükümler verdi. Daha sonra sahabeyi topladı ve meseleyi yazmak için koyunun kürek kemiğini aldı. Onlar, Ömer’in dede yerine baba yazmak istediğini gördüler. Tam bu sırada bir yılan ortaya çıktı ve herkes firar etti. Ömer şöyle dedi: “Eğer Allah onu sabit kılmak isteseydi onaylardı.”

Daha sonra Ömer Zeyd b. Sabit’in evine giderek ona şöyle dedi: “Seninle dedenin miras hissesi hakkında konuşmak için geldim. Ben dede yerine babaya yer vermek istiyorum.”

Zeyd şöyle dedi: “Ben baba olarak yer vermeni onaylamıyorum.” Ömer de sinirli bir şekilde evi terk etti.

Bir defa daha birisini Zeyd’e göndererek mevzuu ondan istedi. Zeyd görüşünü bir deri parçasına yazarak ona gönderdi. Ömer Zeyd’in yazdığı şeyi görünce minbere çıkarak onu halka okudu ve şöyle dedi: Zeyd’in dedenin miras hissesi hakkındaki görüşünü ben de onaylıyorum.[159]

 

(31)

HİMARİYYE DİYE MEŞHUR

ORTAK HİSSE

 

Konunun özeti şöyledir: Bir kadın ölerek kendisinden geriye bir koca ve bir de anne bıraktı. Aynı zamanda ana bir iki erkek kardeş ve ana baba bir, iki kardeşe de sahipti. Bu olay ikinci halifenin zamanında meydana geldi. İki defa bu olayı onun huzuruna götürdüler. İlk defasında Ömer kocanın hakkını mirasın yarısı, annenin hakkını mirasın altıda biri ve ana bir kardeşlerin hakkını her birine altıda bir olmak üzere mirasın üçte birini vermelerini hükmederek, ana baba bir kardeşleri mirastan mahrum bıraktı!

İkinci defasında da aynı şekilde hüküm vermek istedi, ama ana baba bir kardeşlerden birisi: “Farz edin babamız eşekti, bizi annemizin mirasına ortak kıl” dedi. Ömer de mirasın üçte birini dört kardeş arasında eşit bir şekilde paylaştırdı.

Adamın biri: “Sen geçenlerde bu ikisine hiçbir pay vermemiştin!” dedi.

Ömer cevaben: “O, o gün verdiğim hükümdü, bu ise bugün verdiğim hükümdür!!” dedi.

Beyhaki ve İbn-i Ebi Şeybe bu olayı sünenlerinde nakletmişlerdir. Yine Abdurrazzak, Camii ve Kenz’ul-Ummal[160] kitaplarında ve Fazıl Şerkavi de Şeyh Zekeriyya-yi Ensari’nin Tahririnde bu olayı nakletmişlerdir.

“Mecma'ul-Enhur; Şerh-i Mültekal Ebhur” adlı kitabın yazarı şöyle nakleder: “Ömer önce ana baba bir kardeşlerin mirasta hakları olmadığını savunuyordu. Ama sonradan fikri değişti.”

Ve yine şöyle diyor: Görüşünün değişmesi ise şudur: Bu konu hakkında sorulan soruya kendi fikrini söyledi. Ana baba bir olan kardeşlerden birisi kalkarak şöyle dedi. “Ya Emir’el-Müminin! Var sayın babamız eşektir, acaba hepimiz bir anneden değil miyiz?”

Ömer bir süre başını aşağı salarak düşündü ve şöyle dedi: “Evet, doğru söylüyorsun. Çünkü hepiniz bir annenin çocuklarısınız.”

Daha sonra onları mirasın üçte birine ortak yaptı. Ahmed Emin bu olayı aynı şekilde özetleyerek “Fecr’ul-İslam”ın c. 1, s. 285’de nakletmiştir.

İki kardeşten birisi halifeye: “Faraza ki babamız eşekti!” dediğinden dolayı bu olay himar (eşek) hissesi diye meşhur olmuştur. Aynı zamanda “Haceriyye” ve “Yemmiyye” diye de bilinir. Zira kardeşlerden birinin: “Farz et ki babamız denize atılan bir taştı” dediği de nakledilmiştir. Bu olay “Ömeriyye” diye de tanınır. Zira Ömer bu konuda iki ayrı görüşe sahiptir!! “Müştereke” diye de bilinir. Muhibbuddin Muhammed Murteza Vasiti bu yüzden “Tac’ul-Erus” adlı kitabının “Şirk” bölümünde genişçe nakletmiştir.

Bu mesele dört mezhep alimleri arasında meşhur olan meselelerdendir. Onların da bu konudaki görüşleri farklıdır. Ebu Hanife, Ahmed b. Hanbel, Zafer ve İbn-i Ebi Leyla Ömer’in birinci görüşüne uyarak ana baba bir kardeşlerin miras hakkı olmadığına fetva vermişlerdir. Ama Şafii ve Maliki, Ömer’in ikinci görüşünü kabul ederek onları mirasın üçte birine ortak kılmaktadırlar.

Ama Ehl-i Beyt İmamları ve O’nların Şiaları (önceden de söylediğimiz gibi) varisleri üç tabakaya ayırmışlardır. Birinci tabaka mevcut olduğu müddetçe ikinci tabaka miras alamaz. Şia açısından anne birinci tabakadan, kardeş ve kız kardeşler ikinci tabakadandır.

O halde Şia açısından bu meselenin hükmü şöyledir: Mirasın yarısı kocaya verilir. Geriye kalanı da anne alır. Annenin hayatta olduğundan dolayı ne ana baba bir kardeşler, ne de sadece ana bir olan kardeşler mirastan hiçbir şey alamazlar.

 


(32)

MİRAS KANUNU

ARAP VE ACEMİ KAPSAR

 

Allah (c.c) Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “Ana babanın ve yakınların bıraktıklarından erkeklere bir pay vardır; ana babanın ve yakınların bıraktıklarından kadınlara da bir pay vardır. Gerek azından, gerek çoğundan belli bir hisse ayrılmıştır”[161]

Yine şöyle buyuruyor: “Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının iki misli (miras vermenizi) emreder.”[162]

Miras ayetlerinin tümü aynı tarzdadır ve hepsi de mutlak ve kayıtsızdır. Bunların tümü de Nisa suresindedir.

Peygamber (s.a.a)’in bu konudaki sözü aynı şekildedir. Müslümanların tümü nass ve fetva açısından buna icma etmişlerdir.

İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: “İslam; Allah’ın birliğine şehadet vermek ve Peygamber (s.a.a)’in risaletini tasdik etmekten ibarettir. Bu iki cümle ile Müslümanların kanı mahfuz olur. Evlilik, boşama ve miras hükümleri de bu temel üzerinedir.”

İmam Bakır (a.s) Hamran b. A’yan’ın Sahihinde şöyle buyuruyor: “İslam, söz ve davranıştan meydana gelen bir şeydir ve onun üzerine kuruludur. İşte bu, kanların mahfuz kalmasına neden olur. Miras kanunları ve evliliğin mübah olması bu temel üzerinedir. Müslümanlık da bunlara ilaveten, namaz kılmaktır, zekat vermektir, ramazan ayı orucunu tutmaktır ve hacca gitmektir. Böylece küfürden çıkıp iman nuruna hidayet olurlar.”

Ama Malik b. Enes “el-Muvatta” adlı kitabında güvenilir birisinin Said b. Müseyyib’ten şöyle duyduğunu nakleder: “Ömer b. Hattap, Arapların arasında doğmuş bir Acem hariç diğer Acemlerin miras almasını yasaklıyordu!”

Malik şöyle diyor: “Eğer düşman topraklarından hamile bir kadın gelir de Müslümanlar arasında doğum yaparsa çocuk ona aitti ve Allah’ın kanununa göre annesi ölürse çocuk onun mirasını alabilir, (annesine varis olabilir) anne de ona varis olarak çocuğunun mirasını alabilir.”[163]

 

(33)

 DAYININ YEĞENİNDEN

MİRAS ALMASI

 

Said b. Mensur kendi süneninde şöyle nakleder: Cahiliyet zamanında kız kardeşi esir olan bir adam, daha sonra kız kardeşini bulur ve bir erkek çocuğunun olduğunu görür. Ama çocuğun babası belli olmuyor. Bu adam kız kardeşini satın alarak hürriyetine kavuşturur. Kız kardeşinin oğlu büyük bir servet kazanır ve daha sonra ölür. Abdullah b. Mes’ud’un yanına gelerek meselenin hükmünü sorurlar.

İbn-i Mes’ud kadının kardeşine şöyle diyor. “Ömer’in yanına git ve meseleyi ondan sor, sonra bana gelerek meselenin cevabını bana söyle.”

Erkek kardeş Ömer’e giderek olayı anlatır. Ömer şöyle diyor: “Ben seni kız kardeşinin oğlunun yakınlarından birisi olarak görmüyorum ve o mirasta hiçbir hakkın yoktur.”

Bu nedenle ona mirastan hiçbir şey vermiyor. Bu adam geri dönerek olayı İbn-i Mes’ud’a anlatır. İbn-i Mes’ud o adamla beraber Ömer’in yanına gidiyor ve bu adam hakkında nasıl bir fetva verdiğini soruyor.

Ömer şöyle diyor: “Bu adamı, ne ölünün akrabalarından birisi olarak görüyorum, ne de mirastan bir hisse sahibi olarak görüyorum. Bu yüzden miras alması için hiçbir delil yoktur. Ey Abdullah! (İbn-i Mes’ud)  Senin görüşün nedir?”

Abdullah cevaben şöyle diyor: “Bana kalırsa bu adam ölünün yakınlarındandır. Zira onun dayısı ve veli nimetidir. Çünkü onu kölelikten kurtarıp hürriyetine kavuşturmuştur. Bana göre miras alması gerekir.”

Ömer de ilk hükmünü iptal ederek o adama mirastan hak verir!!

Bu olayı Kenz’ul-Ummal’ın[164] yazarı nakletmiştir. Elbette İbn-i Mes’ud’un fetvası, ölen çocuğun annesinin ondan önce ölmüş olması durumunda doğrudur.[165]

 

(34)

 KOCASININ ÖLÜMÜNDEN SONRA

HAMİLE KADININ İDDETİ

 

Beyhaki “Şüab’ul-İman” adlı kitabında şöyle rivayet eder: “Bir kadın Ömer’den şöyle sordu: “Ben ölen kocamın iddeti bitmeden doğum yaptım. (hüküm nedir?)”

Ömer şöyle fetva verdi: “Dört ay on gün geçene dek sabretmelisin.”

Ama Ubey b. Ka’b ona itiraz ederek şöyle dedi: “Bu kadının iddeti doğum yapmasına kadardır ve ondan sonra dört ay on günü doldurmadan önce evlenebilir.”

Ömer kadına: “Ben de senin duyduğunu duyuyorum”[166] dedi. Daha sonra fetvasından dönerek hükmetmedi. Ama sonra Ubey b. Ka’b’in görüşünü kabul ederek şöyle dedi: “Kocasının cenazesi defnedilmeden önce doğum yapmış olursa[167] evlenmesi câizdir.”

Dört mezhebe tabi olanlar da günümüze kadar bu fetvaya amel etmişlerdir.

Ama biz İmamiye Şiaları Kur’ân’da, kocası ölmüş kadının iddeti ile çelişen iki ayet bulduk. O ayetlerden biri şudur: “Gebe olanların iddeti (bekleme süresi), yüklerini bırakmalarıdır (doğum yapmalarıdır).”[168] Diğeri ise şudur: “Sizden ölenlerin, geride bıraktıkları eşleri, (evlenmeden) dört ay on gün beklerler.”[169]

O halde kocası ölen hamile kadın birinci ayete amel etmek isterse, ikinci ayetteki 4 ay 10 gün iddeti bitmeden önce doğumdan sonra evlenebilir. Ama eğer ikinci ayetin hükmüne göre amel edilirse, doğum yapmadan önce bile dört ay on gün sabrettikten sonra evlenebilir. Her iki varsayımda, varsayımların her biri ayetlerden birisine muhaliftir. Aynı zamanda en uzak müddeti seçmek hariç her iki ayete amel etmek de mümkün değildir. İşte bu İmam Ali (a.s) ve İbn-i Abbas’tan rivayet edilen hadisin aynısıdır. İmamiye Şia’sı, masum İmamların açıklaması ile bu işi yapmaktadırlar (yani en uzun müddeti beklemesi gerektiğini söylemektedirler).

 

Bir Hatırlatma

Müslümanlar dört ay on gün olan vefat iddetinin başlangıcı hakkında ihtilafa düşmüşlerdir. Ehl-i Sünnet şöyle diyor: İddetin başlangıcı, kocanın ölümü iledir, ister kadının olaydan haberi olsun ister olmasın. Ama biz İmamiye Şia’sına göre; vefat iddeti kadının, kocasının ölümünü öğrendiği andan itibaren başlar. O andan itibaren dört ay on gün süre beklemelidir. Bu müddet sona erdikten sonra evlilik ona helal olur.

 

(35)

KOCASI KAYBOLMUŞ

KADINLA EVLİLİK

 

Doktor Devalibi şöyle diyor: ... Böylece Ömer, kocası kaybolmuş bir kadının dört yıl beklemesine hükmetti. Bu dört yol bittikten sonra kocanın ölümü ispatlanmasa bile kadın evlenebilir. Bu durum kadının ömrünün sonuna kadar ne yapacağını bilmemesini önlemek içindir.

Malik b. Enes de bu görüşü kabul etmiştir. Hanefi ve Şafiiler ise onun aksine şöyle diyorlar: “Kadın kocasının ölümünü kesin olarak bilene ve kocasının yaşıtlarının öldüğü zamana dek kocasının nikahı altında bakı kalacaktır. Zira asl-ı nazeri bu konuda, aksine delil getirilene dek kocanın hayat sürecinin devamlılığının muteberliğidir.”

Yine şöyle diyor: Elbette Ömer’in görüşü daha uygundur. Zira o görüşte, kocası kaybolmuş kadına yönelen zarar önlenmektedir. Bu görüşe göre, İslam alimlerinin uydukları şeriat naslarının zahirlerinin tersine kadın evlenmek için serbest ve özgürdür.

Daha sonra şöyle diyor: Bu, zaman değişimine göre hükümlerin de değişmesinden başka bir şey değildir. Bu durum, zarar ve ziyandan dolayı kabul edilmesi gereken özel bir vaziyettir. Nitekim Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “İslam’da zarar ve ziyan yoktur.”

Kur’ân ise şöyle buyurmuştur: “Allah din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi.”[170]

Bu, gerçekte nass ve hadisleri tatil etmek değil, maslahat ve ortam gereği onları işleme sokmaktır.[171]

Yazar: Ama biz İmamiye Şiaları, Ehl-i Beyt İmamlarından gelen ve olayı çok daha iyi aydınlatan hadislere sahibiz. Bu hadisler şunu açıklamaktadır: “Kaybolan kocadan haber alınamadığı ve karısının nafakasını karşılayan birisi olduğu takdirde, kocasından bir haber olmayıncaya veya ölümünün bilinmesine kadar kadının beklemesi farzdır.

Eğer nafakasını karşılayacak birisi bulunmazsa, kadın şer’i hakime müracaat etmelidir. Şer’i hakim, kadın müracaat ettikten sonra dört yıl boyunca kaybolduğu yer belli ise o bölgede, eğer belli değilse dört yönde kocayı bulmak üzere araştırma yapmalıdır. Eğer bulunmasından ümit kesilirse, şer’i hakimin kendisi kadını boşar veya o kadının velisine onu boşaması emrini verir. Elbette ihtiyat velinin görüşüne öncelik tanımaktır. Eğer veli boşamak istemezse, hakim sahih hadislere göre kadını boşayabilir.

Bu boşama, araştırma müddetinin bitmesi, gönderilen elçilerin ümitsizce geri dönmesi ve çalışmaların sonuçsuz kalması durumunda sahih olacaktır. Kadının başka birisiyle evlenmesinin helal olması için dört ay on gün vefat iddeti beklemesi gerekir; iddet bitmeden kaybolan koca çıka gelirse öncelik sahibidir ve karısını ihtiyarına alabilir. Ama eğer iddet süresi bittikten sonra gelirse, bu sırada ister kadın evlenmiş olsun, ister olmasın onda hiçbir hakkı yoktur.

Bu, Peygamber (s.a.a) hanedanından Ehl-i Beyt İmamlarına tabi olan İmamiye Şialarının bu konudaki görüşleridir.

 

(36)

ÇOCUKLU CARİYELERİN SATILMASI

 

Ehl-i Sünnet’in dört mezhebi olan Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbeli şunda ittifak etmişlerdir ki; çocuklu cariyelerin satılmasını haram eden ve engelleyen Ömer’dir. Onlar, çocuklu cariyelerin satılması Peygamber (s.a.a)’in ve Ebu Bekir’in dönemlerinde ve Ömer’in hilafetinin ilk dönemlerinde serbestti diyorlar. Bu işi Ömer’in hususiyetlerinden sayıyorlar. Aynen teravih namazı vb. gibi! Ama bu konuda araştırma yapanlar, Peygamber (s.a.a)’den kesin olan bazı rivayetlerde, çocuklu cariyelerin satımının kesinlikle haram olduğunu belirten hadisler bulmuşlardır. Bununla birlikte Ömer’in bu hadisleri göz önünde bulundurarak bu şekilde davrandığını zannetmişlerdir.

Yine şöyle diyorlar: Ömer’in bu işin haram olduğunu anladığı yerlerden birisi de, oğlu Abdullah’ın Peygamber (s.a.a)’den naklettiği şu hadistir: Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Çocuklu cariyeler ne satılır, ne birisine bağışlanır, ne miras olarak bırakılır ne de vakfedilir. Sadece onun sahibi ondan faydalanabilir. Sahibi ölünce de çocuklu cariye hürriyetine kavuşur.”

İbn-i Abbas şöyle rivayet eder: Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Kendi sahibinden çocuk sahibi olan her cariye, sahibinin ölümünden sonra hür olur.”

Bu iki hadisi aynı lafızlarla Ebu Cafer Muhammed b. Hasan Tusi “Hilaf” adlı eserinin 2. cildinin “Ümmühat’ul-Evlad” bölümünde Abdullah b. Ömer ve İbn-i Abbas’tan nakletmiştir. Bu iki hadisin zahirinden anlaşıldığı kadarıyla Ömer, çocuklu cariyelerin satımının yasaklanmasında kendi şahsi görüşüne değil, aksine oğlu Abdullah ve İbn-i Abbas’ın hadislerine amel etmiştir.

Ama Şeyh Tusi, Ehl-i Beyt İmamlarından bu konuda nakledilen hadisleri göz önünde bulundurarak mecburen bu iki hadisi tevil etmek ve Ehl-i Beyt mezhebine uyarlama zorunda kalmıştır. Şeyh Tusi şöyle yazıyor: “Eğer bir cariye bir şahısın mülkü olduktan sonra çocuk sahibi olursa, çocuk sahibi olma ihtiramını kazanır. Hamile olduğu müddetçe onun satılması haramdır. Doğum yaptığı zaman yine sahibinin mülkü olarak kalır. Çocuk hayatta olduğu müddetçe satın alındığı fiyat hariç satılması câiz değildir. O halde eğer cariyenin çocuğu ölürse her halükarda satılması câizdir. Eğer sahibi ölürse cariye çocuğunun mülkiyetine geçtiğinden hür olur. Eğer sahibi ondan başka geriye bir şey bırakmamışsa, çocuğunun hakkı miktarınca hür olur.”

Bu görüş, Hz. Ali (a.s), Abdullah b. Zübeyr, İbn-i Abbas, Ebu Said-i Hudri, Abdullah b. Mes’ud, Velid b. Ukbe, Süveyd b. Gafle, Ömer b. Abdülaziz, İbn-i Sirin ve Zahiri alimlerden de Abdülmelik b. Ya’li’nin görüşüdür.

Şeyh daha sonra şöyle diyor: “Davud demiştir ki: Her halükarda çocuklu cariyeden faydalanmak câizdir. Ebu Hanife ve ona tabi olanlar, Şafii ve Malik şöyle derler: Onu satmaları ve fiyatından faydalanmaları câiz değildir. Sahibinin ölümüyle hür olur.”

Daha sonra Şeyh Tusi şöyle diyor: “Bizim delilimiz, Şia alimlerinin icması ve Ehl-i Beyt İmamlarından nakledilen naslardır. Yine sahibinin mülkiyetinde olduğu müddetçe ondan faydalanmasının câiz olduğunda hiçbir ihtilaf yoktur. Eğer mülkiyet ortadan kalkmışsa, ondan faydalanmak da câiz değildir. Zira o köle idi ve hür oluşunun ispatı delile muhtaçtır.”

İbn-i Abbas’ın Peygamber (s.a.a)’den naklettiği şu hadisten “Sahibinden çocuğu olan her cariye, sahibinin ölümünden sonra hürdür” şu netice alınmaktadır ki; çocuk doğuran cariye, sahibinin ölümünden sonra hürdür. Efendisi ölür de çocuk doğurursa, çocuk doğurmakla hürriyete kavuşmuş olur.

Ve yine “Çocuklu cariyeler ne satılır, ne birisine bağışlanır, ne miras olarak bırakılır, ne vakfedilir; sadece onun sahibi ondan faydalanır; efendi ölünce cariye hürriyetine kavuşur” diye Abdullah b. Ömer’in naklettiği hadisin anlamı da şudur: Cariyenin çocuğu hayatta olduğu müddetçe onun satılmasının câiz olmamasıdır. Efendisi ölür ölmez, cariye çocuğundan dolayı hür olur. Aynısını birinci rivayette de söyledik.” Şeyh Tusi’nin sözünün sonu.

 


(37)

SU BULUNMAMASI DURUMUNDA TEYEMMÜMÜN FARZ OLMASI

 

Bu konuda saygı değer okuyucuların aşağıdaki ayeti dikkatle gözden geçirmeleri yeterlidir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Namaz kılmaya kalktığınız zaman yüzlerinizi ve ellerinizi dirseklerinizle beraber yıkayın. Başlarınızı ve ayaklarınızı meshedin. Eğer cünüp iseniz, boy abdesti alın. Hasta, yahut yolculukta bulunuyorsanız, yahut biriniz tuvaletten gelirse, yahut da kadınlara dokunmuşsanız ve su bulamamışsanız temiz toprakla teyemmüm edin de yüzünüzü ve ellerinizi onunla meshedin”[172]

Nisa suresinde de şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar, cünüp iken de yolcu olan müstesna gusül edinceye kadar, namaza yaklaşmayın. Eğer hasta olur veya bir yolculuk üzerinde bulunursanız, yahut sizden biriniz ayak yolundan gelirse, yahut kadınlara dokunup da (bu durumlarda) su bulamamışsanız o zaman temiz bir toprakla teyemmüm edin; yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz Allah çok affedici ve bağışlayıcıdır.”[173]

Bu konuda sahih rivayetler de oldukça fazladır. Aynı zamanda Müslümanların icmasına sahiptir. Ömer b. Hattab’dan başka hiç kimsenin muhalefeti yoktur! Zira Ömer’in, “Su bulamadığınız zaman farz namazınız, su buluncaya kadar kalkar?!” diye fetva verdiği meşhurdur.[174]

Buhari ve Müslim kendi sahihlerinin teyemmüm babında, Said b. Abdurrahman b. Ebzi’nin babasından şöyle rivayet ettiğini naklederler: “Adamın biri Ömer’in yanına gelerek şöyle dedi: Ben cünüp oldum, su da bulamadım (görevim nedir?)”

Ömer: “Namaz kılma!” dedi.

Huzurda bulunan Ammar b. Yasir şöyle dedi: “Ey Ömer! Hatırlamıyor musun ben ve sen orduyla beraber bir savaşa gitmiştik, her ikimiz birden cünüp olarak su bulamadık, sen namaz kılmadın ama ben kendimi toprağa sürdükten sonra namaz kıldım? Sonra Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ellerini toprağa sürüp yüzüne ve eline sürmen yeterlidir.”

Ömer: Ey Ammar! Allah’tan kork! dedi.

Ammar: Eğer istemiyorsan bunu nakletmem?! dedi.[175]

Ömer: Seni, yöneticilik yaptığın işe yönetici kılıyorum!

Şöyle demişlerdir: Abdullah b. Mes’ud bu konuda Ömer’in görüşüne meyil gösterdi. Zira Buhari sahihinde[176] ve diğer sünen yazarları Şakik b. Selme’nin şöyle dediğini naklederler: Ben, Abdullah b. Mes’ud ve Ebu Musa Aş’ari’nin yanındaydım. Ebu Musa İbn-i Mes’ud'a şöyle dedi: “İnsan cünüp olur da su bulamazsa ne yapmalıdır?”

Abdullah b. Mes’ud: “Su buluncaya kadar namaz kılmaz!” dedi.

Ebu Musa: “Peki Peygamber (s.a.a)’in: “Ellerini toprağa sürmen yeterlidir...” diye buyurduğu, Ammar’ın naklettiği söze ne diyorsun?” dedi.

Abdullah b. Mes’ud şöyle dedi: “Ömer’in bununla yetinmediğini görmüyor musun?!”

Ebu Musa: “Ammar’ın sözünü boş ver. Bu ayete ne diyorsun?” dedi ve daha sonra Maide suresi 6. ayeti okudu.

Ravi şöyle diyor: Abdullah b. Mes’ud, Ebu Musa’nın ne dediğini anlamadı...

Yazar: Hiç şüphesiz Abdullah b. Mes’ud, Ebu Musa ile olan konuşmasında, Ömer ve arkadaşı Ebu Musa’dan çekiniyordu. Allah-u A’lem.

 


(38)

İKİNDİ NAMAZINDAN SONRA İKİ REKAT

NAFİLE NAMAZININ YASAKLANMASI

 

Müslim, kendi sahihinde[177] Urve b. Zübeyr’den, o da babasından, o da Aişe’den şöyle dediğini nakleder: “Peygamber (s.a.a), benim yanımda hiçbir zaman ikindi namazından sonra iki rekat nafile namazı kılmayı terk etmedi.”

Yine Abdurrahman b. Esved, babasından, o da Aişe’den naklen şöyle rivayet eder: “Peygamber (s.a.a)’in benim evimde, ne gizlide, ne de açıkta terk etmediği iki namaz vardı. Biri sabah namazından önce iki rekat namaz ve diğeri de ikindi namazından sonra iki rekat namazdı.”

Yine Müslim, Esved ve Mesruk’un Aişe’nin şöyle dediğini naklederler: “Peygamber (s.a.a) benim evimde bulunduğu günlerde bu iki rekat namazı kılardı.”

Ama Ömer b. Hattap bu namazı yasakladı. Onu yerine getireni de vuruyordu. Malik b. Enes, Muvatta[178] adlı eserinde İbn-i Şahab’dan naklen Said b. Yezid’den, Ömer b. Hattab’ın, Mükender[179] adlı bir şahısı ikindi namazından sonra iki rekat nafile namaz kıldığı için dövdüğünü nakleder.

Abdurrazzak Zeyd b. Halid’den şöyle nakleder: “Ömer kendi hilafeti döneminde onu ikindi namazından sonra rukü ederken gördüğünde ona vurmaya başladı.”[180] Bu hadiste geçtiğine göre Ömer şöyle dedi: “Ey Zeyd! Eğer halkın ikindiden sonra akşama kadar namaz kılmasından korkmasaydım, bu iki rekat namazı kılanı tokatlamazdım.”

Temim’ud-Dari’den de buna benzer bir rivayette Ömer’in şöyle dediği nakledilir: “Ben sizden sonra gelecek bir kavmin, ikindi namazından sonra akşama kadar ve Peygamber (s.a.a)’in namaz kılınmasını yasakladığı vakitte namaz kılmasından korkuyorum!”

Ömer’in bu sözündeki vakitten amacı, güneşin batma anıdır ki Mecusiler, güneşin doğma ve batma anında ibadet ederlerdi.

Ama keşke Ömer, sadece Peygamber (s.a.a)’in namaz kılınmasını yasakladığı o anı yasaklasaydı! Keşke Peygamber (s.a.a)’in de namaz kıldığı zamanda, namaz kılan halkı tokatlamasaydı!

 

(39)

İBRAHİM’İN MAKAMININ DEĞİŞTİRİLMESİ

 

İbrahim (a.s)’ın makamı, “İbrahim’in makamından bir namaz yeri edinin”[181] ayetinin hükmüyle, hacıların tavaftan sonra namaz kıldıkları taşın (yerin) ismidir. Hz. İbrahim ve İsmail (a.s) Kabe’yi inşa edip duvarlarını yükseltince ayaklarını o taşın üzerine koyarak çamur ve taşı yukarı çıkarıyorlardı.

Bu taş Kabe’ye bitişikti, ama Araplar Hz. İbrahim ve İsmail’den sonra onu şu anki yerine bırakmışlardır. Hz. Muhammed (s.a.a) Peygamber olup Mekke’yi fethedince bu taşı aynen dedeleri Hz. İbrahim ve İsmail’in dönemindeki gibi Kabe’ye bitiştirdi. Ama Ömer halife olur olmaz bu taşı Cahiliyet dönemindeki Arapların yerleştirdikleri şimdiki yerine bıraktı. Halbuki bu taş Hz. Peygamber (s.a.a)’in ve Ebu Bekir’in döneminde Kabe’ye bitişikti.

Kamil-i İbn-i Esir ve hicri 17. yıl hadiselerini nakleden diğer tarih kitaplarının da rivayet ettiği gibi Ömer, hicri 17. yılda mescidin etrafında olan evleri yıktırarak Mescid’ul-Haramı genişletti. Bu evlerin sahipleri evlerini satmak istemiyorlardı. Ama Ömer evleri yıkarak değerlerini Beyt’ül-mala bıraktı. Daha sonra ev sahipleri gelerek kendi haklarını aldılar.[182]

 

(40)

ÖLÜLERE AĞLAMANIN YASAKLANMASI

 

İnsanın, çok aziz birinin ölümünden dolayı hüzünlenmesi ve ağlaması, beşeri duygularından kaynaklanmaktadır. Her ikisi de (üzüntü ve ağlama), insanın acıma hissinden doğar. Elbette hiçbir kötü söz ve davranışı beraberinde taşımamalıdır.

Ahmed b. Hanbel’in İbn-i Abbas’tan naklettiği sahih bir hadiste Peygamber (s.a.a) şöyle buyuruyor: “Üzüntü ve ağlama gönül ve gözden kaynaklandığı zaman, Allah tarafından ve merhametten kaynaklanır. Eğer el ve dilden kaynaklanırsa şeytani bir ameldir.” [183]

Müslümanlar ve gayri Müslimler arasında da durum böyle devam etmiş ve hiçbir muhalefetle de karşılaşmamıştır ve asalet’ül-ibahe (aslında mübah olması) de bunu gerektirir.

Buna ilave olarak, Peygamber (s.a.a) şahsen birçok yerde ağlamıştır. Bir takım yerlerde de diğer şahıslara, ölülerine ağlamalarını söylemiştir. Bazı yerlerde ise ağlamayı över, bazen de teşvik ederdi.

Peygamber (s.a.a), amcası ve Allah’ın aslanı Hamza’ya ağlamıştır. İbn-i Abdülbirr Hz. Hamza’nın hayatını yazdığı “el-İstiab” adlı kitabında ve diğerleri şöyle yazmışlardır: “Peygamber (s.a.a), Hz. Hamza’nın cenazesini görünce ağlamaya başladı ve onun musle edildiğini (kulak, burun vs. organlarının kesildiğini) anlayınca da yüksek sesle ağladı!”

Vakidi şöyle yazıyor: “Peygamber (s.a.a), Hamza’nın kız kardeşi Safiye’nin ağladığını görünce ağlamaya başladı. Fatıma nale etmeye başlayınca o da nale etti. Fatıma ağlar ağlamaz Peygamber (s.a.a) de ağladı.”[184]

Bu hadis Peygamber (s.a.a)’in ağladığını ve diğerlerinin de ağlamasını teyit ettiğini göstermektedir. Enes b. Malik şöyle diyor: “Cafer b. Ebi Talip, Mute savaşında şehit olunca Peygamber (s.a.a)’in gözünden yaşlar akmaya başladı.”

Bahteri de bu rivayeti kendi sahihinde getirmiştir. [185]

İbn-i Abdulbirr de, el-İstiab adlı eserinde Zeyd b. Harise’nin şerhi halinde şöyle yazıyor: Peygamber (s.a.a), Cafer ve Zeyd’in vefatlarında ağlayarak şöyle buyurdu: “Bunlar, benim kardeşlerim, dostlarım ve sohbet arkadaşlarımdandılar.”

Yine Malik b. Enes Buhari’nin[186] de naklettiği sahih bir hadiste şöyle diyor: “... Daha sonra Peygamber (s.a.a)’in yanına gittik, oğlu İbrahim can vermek üzereydi ve Peygamber (s.a.a) ağlıyordu. Abdurrahman b. Avf şöyle dedi: “Ya Resulellah! Siz de mi ağlıyorsunuz?”

Peygamber (s.a.a) cevaben: “Ey Avf’ın oğlu! Ağlamak duygu ve merhametin göstergesidir” buyurdu ve tekrar ağladı. Abdurrahman b. Avf da sözlerini tekrar etti. Peygamber (s.a.a) de şöyle buyurdu: “Gözler dolu, gönüller hüzünlüdür. Allah rızasından başka bir şey söylemiyoruz. Ey İbrahim! Biz senin ayrılığınla üzüntüye boğulduk.”

Üsame b. Zeyd’den şöyle rivayet edilir: “Peygamber (s.a.a)’in kızı birisini bana göndererek: “Bizden bir erkek çocuğu ölmüştür, bize gel” diye haber gönderdi. Üsame, Sa’d b. Übade, Muaz b. Cebel, Ubey b. Ka'b ve Zeyd b. Sabit ile birlikte kalkarak Peygamber (s.a.a)’in kızının evine gittiler. Can vermek üzere olan bir erkek çocuğunu Peygamber (s.a.a)’in yanına getirdiler. Çocuk can vermek üzereyken Peygamber (s.a.a)’in gözleri de dolmuştu.”

Sa’d b. Übade şöyle dedi: “Ya Resulellah! Bu durum nedir?” Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Bu, Allah’ın, kullarının gönüllerine yerleştirdiği merhamettir. Allah bu merhamete sahip olan kullarına merhamet eder.” [187]

Abdullah b. Ömer şöyle diyor: Sa’d b. Übade aldığı bir yara yüzünden hastalandı. Peygamber (s.a.a), Abdurrahman b. Avf, Sa’d b. Ebi Vakkas ve Abdurrahman b. Mes’ud ile onun ziyaretine gittiler. Peygamber (s.a.a) onu ailesi arasında görünce: “Sa’d öldü mü?” diye sordu. “Hayır!” diye cevap verdiler. Peygamber (s.a.a) ağladı. Peygamber (s.a.a)’in ağladığını gören yanındakiler de ağlamaya başladı. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Allah’ın, ağlayan ve hüzünlenen birisini azaplandırmayacağını bilmiyor musunuz? Aksine buna (diline işaret ederek) göre azap eder veya ona merhamet eder.” [188]

El-İstiab adlı eserde şöyle nakledilir: Cafer-i Tayyar’ın ölüm haberi Peygamber (s.a.a)’e ulaşınca, Hazret, onun karısı Ümeys kızı Esma’ya gelerek teselli verdi. Bu arada Fatıma (a.s), Cafer’in evine gelerek ağlayıp şöyle diyordu: “Vay amcacığım!”

Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Evet! Ağlayanların, Cafer gibi birisine ağlaması gerekir.” [189]

Muhammed b. Cerir-i Taberi, İbn-i Esir, İbn-i Kesir ve İkd’ul-Ferid’in yazarı gibi sire ve tarih yazarları, Ahmed b. Hanbel’in Abdullah b. Ömer’den rivayet ettiği bir hadisi nakletmişlerdir: “Peygamber (s.a.a) Uhud Savaşından döndüğü zaman Ensar kadınları savaş meydanında ölen kocalarına ağlamaktaydılar.”

Peygamber (s.a.a): “Ama Hamza’nın kendisine ağlayacak kimsesi yoktur” diye buyurdu. Sonra Peygamber (s.a.a) uyudu. Uyandığında kadınların yine ağlamakta olduğunu görünce şöyle buyurdu: “Bugün kadınlar ağlıyorsa o halde Hamza’ya ağlasınlar.”

El-İstiab’da Hamza’nın şerhi halinde Vakidi’den şöyle nakledilir: “Peygamber (s.a.a)’in: “Hamza’nın kendisine ağlayacak kimsesi yoktur” diye buyurmasından sonra tüm Ensar kadınları Hamza’ya ağıt yakarak ağladılar.”

Yazar: Şu yeterlidir ki; Peygamber (s.a.a)’in zamanından itibaren sahabe, tabiin ve tabiinin öğrencilerinin zamanına kadar herkes Hamza’ya ağlamanın iyi bir şey olduğunu bilmekteydiler. Hamza gibi şahıslara ağlamanın tercihi ve doğruluğuna yıllarca süre gelen bu sire yeterlidir.

Unutulmamalıdır ki Peygamber (s.a.a)’in: “Bugün Hamza’nın kendisine ağlayacak kimsesi yoktur” diye buyurduğu söz, Hamza’ya ağlamayan Ensar kadınlarını kınamak ve Allah yolunda şehit olan Hamza’ya ağlamanın ve iyiliklerinin sayılması gerektiğini belirtmek içindir. Ölülere ağlamanın sevabı olduğu konusunda Peygamber (s.a.a)’in: “Evet, ağlayanların Cafer gibi birisine ağlaması gerekir” diye buyurduğu hadisi yeterlidir.

Bütün bunlarla beraber şunu da bilmek gerekir ki; halife Ömer b. Hattap, ölülere ağlanılmaması gerektiği görüşünü taşımaktaydı. Bu ölen şahsın makamı ne olursa olsun ağlamamak gerekirdi. Ağlayan birini asa ve taş ile vuruyor ve üzerine toprak serpiyordu.[190] O, bu işi Peygamber (s.a.a)’in zamanında da yapıyordu ve ömrünün sonuna kadar da bu işine devam etti!

Ahmed b. Hanbel, İbn-i Abbas’tan[191] şöyle rivayet eder: Peygamber (s.a.a)’in kızı Rukeyye’nin vefatında kadınların ağlaması üzerine: “Ömer onları kırbacı ile vurdu.” Peygamber (s.a.a) ise şöyle buyurdu: “Bırak ağlasınlar.”

Daha sonra Peygamber (s.a.a), kabrin yanında oturdu. Kızı Fatıma da Peygamber (s.a.a)’in yanında oturup ağlıyordu. Peygamber (s.a.a) de, kendi elbisesinin bir köşesiyle, sevgi dolu elleriyle Fatıma (a.s)’ın göz yaşlarını siliyordu.

Yine Ahmed b. Hanbel,[192] Ebu Hureyre’den şöyle nakleder: Peygamber (s.a.a)’in yanından bir cenaze geçti. Bir grup kadın da ağlamaktaydı. Ömer onları ağlamaktan men ediyordu. Ama Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Onlarla işin olmasın. Zira ciğer yanmakta, göz ağlamaktadır.”

İbn-i Ebi’l-Hadid[193] şöyle nakleder: “Ömer, kendi hilafeti zamanında bir evden ağlama sesi duyunca, o eve girdi. Durre adlı kırbacıyla onlara vura vura ağıt okuyan kadına ulaştı. Kırbaçla ona öyle bir vurdu ki baş örtüsü açıldı. O anda kendi kölesine: “Sen vur! Vay olsun sana! Vur ki ağıt okuyanın ihtiramı yoktur!!” dedi

Aişe bu konuda Ömer’le muhalefet ediyordu. Zira Ömer ve oğlu Abdullah Peygamber (s.a.a)’den şöyle buyurduğunu naklederler: “Ölü, kendisine ağlayan akrabalarının ağlamasından eziyet duyar.”

Bir rivayette de: “Onların bazı ağlamalarından...”

Başka bir rivayette ise: “Canlı birisinin ona ağlamasından...”

Bir rivayette de: “Ona yapılan ağlamalardan dolayı kabirde azap duyar” diye geçmiştir.

Yine başka bir rivayette: “Kendisine ağlanılan her ölü azap duyar” diye gelmiştir.

Halbuki bu rivayetlerin tümü, akıl ve naklin hükmüyle gerçek dışıdır ve onların ravisinin hatasından kaynaklanmaktadır.

Nevevi Sahih-i Müslim’e yazdığı şerhte şöyle diyor: “Bu rivayetlerin tümü, Ömer b. Hattab ve oğlunun rivayetinden kaynaklanmıştır. Aişe, onların hadisini reddetmekteydi. Onlara bu konuda unutkanlık ve yanlışlık nispeti vermekteydi. Delil olarak ise şu ayeti getiriyordu: “Hiçbir günahkar başkasının günahını yüklenmez.”[194]

Yazar: İbn-i Abbas da bu rivayetleri reddetmekteydi. Aynı şekilde tüm Ehl-i Beyt İmamları hadislerin ravilerine hata nispeti vermekteydiler. Bu konuda Aişe ve Ömer sürekli birbirinin zıddınaydılar. Öyle ki Aişe, babasının ölümüne ağladı ve Ömer’le aralarında Taberi’nin naklettiği bir olay dahi geçti.[195]

Taberi, bir takım senetlerle Said b. Müseyyib’ten şöyle nakleder: “Ebu Bekir ölünce Aişe, bir grup kadınla ağıt okumaya başladı. Ömer b. Hattab, onun evine gelerek Ebu Bekir’e ağlamamalarını söyledi. Ama onlar itina göstermeyerek işlerine devam ettiler.

Ömer, Hişam b Velid’e şöyle dedi: “Eve gir ve Ebu Kuhafe’nin kızını dışarı çıkar.”

Aişe bu sözü Ömer’den duyunca Hişam'a şöyle dedi: “Evime girmene izin vermiyorum.”

Ama Ömer: “İçeri gir. Ben sana izin veriyorum.” dedi. Hişam da eve girerek Ebu Bekir’in kız kardeşi Ümmü Ferve’yi Ömer’in yanına getirdi. Ömer, durre adlı kırbacını alarak onu vurdu! Bu katılığı gören ağıt okuyan kadınlar da dağılıp gittiler!!”

Şimdi akıl sahipleri anlıyorlar ki; neden Hz. Fatıma (a.s)’ın babasına şehirde ağlamasına mani oldular. Hz. Fatıma (a.s), bir grup Beni Haşim kadınlarıyla Bakî mezarlığına gitmek ve orada bulunan erik ağacı altında babasına ağlamak zorunda kaldı.

O ağacı kestikleri vakit, Bakî mezarlığında Hz. Fatıma (a.s) için bir ev yaptılar. Hz. Fatıma (a.s) o eve gider, orada babasına ağıt okurdu. Daha sonraları bu ev Beyt’ul-Ahzan diye meşhur oldu. Bu ev tarih boyunca aynen diğer mukaddes yerler gibi ziyaret edilirdi. Vehhabiler, hicri 1344 yılında o evi ve Baki’de bulunan diğer kubbeleri yerle bir ettiler. Ama biz 1339 yılında hacca gittiğimizde onları ziyaret etme şerefine eriştik.

 

(41)

HATİBE İTİRAZ VE PEYGAMBER (S.A.A)’İN ONA ÇİRKİN SÖZ SÖYLENMESİNİ YASAKLAMASI

 

Buhari kendi sahihinde Ebu Avane’den, o da Hasin’den naklen şöyle rivayet eder: Ebu Abdurrahman ve Habban b. Atiyye tartıştılar. Ebu Abdurrahman Habban’a dedi ki: “Ben, dostunun (Hz. Ali’nin ) kan dökmesine sebep olan şeyin ne olduğunu çok iyi biliyorum!”

Habban: “O şey nedir?” dedi.

Ebu Abdurrahman: “Ondan duyduğum bir söz yüzünden” dedi.

Habban: “O nedir?” dedi.

Ebu Abdurrahman: Ali diyor ki: “Peygamber (s.a.a), ata binili olduğumuz halde beni, Zübeyr’i ve Ebu Mersed’i göndererek şöyle buyurdu: “Gidin Ravzat’ul-Hacc’a ulaşın. Orada Hatip b. Ebu Beltea’den, müşriklere mektup götüren bir kadın bulacaksınız, ondan mektubu alarak bana getirin.” Biz de atlı olarak hareket ettik ve Peygamber (s.a.a)’in buyurduğu yerde o kadını deveye binili olduğu halde gördük.

Hatip, o mektubunda Mekke müşriklerine Peygamber (s.a.a)’in Mekke’ye gitmek istediğini yazmıştı. Biz kadına: “Yanında olan mektup nerede?” dedik. Kadın şöyle dedi: “Yanımda hiçbir mektup yok.” Biz de deveyi yatırarak kadının tüm eşyalarını aradık ama bulamadık. Yol arkadaşlarım: Onun yanında mektup yok, dediler.

Ali (a.s) diyor: Ben dedim ki: “Peygamber (s.a.a) yalan söylemez.”

Daha sonra Ali )a.s), yemin ederek şöyle dedi: “Ya mektubu çıkar ya da seni çırılçıplak soyunduracağım!”[196] Kadın da elini alt tarafına uzatarak mektubu sakladığı yerden çıkardı ve onlara teslim etti.[197] Onlar da mektubu alarak Peygamber (s.a.a)’e getirdiler.

Ömer şöyle dedi: “Ya Resulellah! Bu adam Allah’a, Resulüne ve müminlere hıyanet etmiştir. İzin ver boynunu vurayım.”

Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ey Hatip! Neden bu işi yaptın?”

Hatip cevaben: “Ya Resulellah! Ben, neden Allah’a ve Peygamberine inanmamış olayım! Ben, sadece bu işimle, akraba ve ailemi savunmak için müşriklerin yanında bir adamımın olmasını istedim. Ashaptan her birinin Mekke’de akrabalarını ve mallarını savunacak birisi var ama benim hiç kimsem yok” dedi.

Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Doğru söylüyor. Buna iyi sözün dışında bir şey söylemeyin.”

Ravi şöyle diyor: Yine Ömer (küstahlık ederek): “Ya Resulellah! Hatip, Allah’a, Peygamberine ve müminlere hıyanet etmiştir. Bırak da boynunu vurayım” dedi.[198]

Yazar: Peygamber (s.a.a)’in, Hatib’i doğrulamasından ve ona çirkin söz söylenmesini menetmesinden sonra artık Ömer’in hiçbir şey söylememesi gerekirdi![199]

 

(42)

ÖMER’İN HZ. PEYGAMBER’E

KARŞI KÜSTAHLIĞI

 

Malik b. Enes ve Bezzaz, Likha[200] hakkında “Hayat’ul-Hayvan” adlı kitabında Peygamber (s.a.a)’den şöyle nakleder: Peygamber (s.a.a), valilerine emir göndererek şöyle buyurdu: “Bana bir elçi gönderdiğiniz zaman, güzel adlı ve güzel yüzlü birisini gönderin.”

Ömer bunu duyunca ayağa kalkarak şöyle dedi: “Bilmiyorum! Diyeyim mi, yoksa susayım mı?!”

Peygamber (s.a.a): “Söyle ey Ömer!” buyurdu.

Ömer: “Bizi fal açmaktan men ediyorsun, oysa kendin fal açtın!” dedi.

Peygamber (s.a.a): “Ben fal açmadım, sadece istihare (hayır talep) ettim” buyurdu.

 

(43)

HZ. PEYGAMBER (S.A.A)’İN

ÖMER’E KARŞI HIŞMI

 

Ahmed b. Hanbel,[201] Selman b. Rabia’nın şöyle dediğini rivayet eder: Ömer’in şöyle dediğini duydum: Peygamber (s.a.a) bir malı taksim ederken ben şöyle dedim: “Ya Resulellah! Ashab-ı Suffe bunlardan daha müstahaktır.”

Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Siz halka az şey vermemi ve daha sonra da benim cimri olarak bilinmemi istiyorsunuz. Hayır! Ben cimri değilim!”

Yazar: Mal, Allah ve Resulünün istediği gibi dağıtıldı. Ebu Musa Eş’ari’den şöyle rivayet edilir: “Ömer, Peygamber (s.a.a)’in öfkelenmesine sebep olacak birçok soru sordu. Peygamber (s.a.a) öylesine sinirlenmişti ki, Ömer, Peygamber (s.a.a)’in yüzünde öfke belirtilerini gördü...”

Buhari de bu rivayeti kendi sahihinde, c. 1, bab: el-Gazab-u fi’l-Mevizeti ve’t-Ta’lim, s. 19’da nakletmiştir.

 


(44)

ÖMER’İN PEYGAMBER (S.A.A)’İN

EMRİNE UYMAMASI

 

Arifler şeyhi Muhyiddin b. Arabi şöyle rivayet eder:[202] Ömer İslam’ı kabul edince Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “İslam’ı kabul ettiğini gizle.” Ama Ömer buna uymayarak İslam’ı kabul ettiğini açığa vurdu!

Yazar: O gün hikmet, Ömer’in, İslam’ı kabul ettiğini gizlemesini gerektiriyordu. Allah’ın ve Resulünün daveti de gizlice sürdürülüyordu. Ama Ömer’in pervasızlığı, açık nass karşısında bile kendi görüşünü açıklamasına neden oldu!

 

(45)

İSLAM’IN BAŞLANGICINDA

ORUÇ HÜKÜMLERİ

 

Başlangıçta oruç hükmü şöyleydi: Akşam olunca oruçlu şahıs iftarını açardı. Yemek, içmek, cinsel ilişki ve diğer orucu bozan şeyler câiz olurdu. Bu durum yatsı namazını kılana veya uyuyana dek devam ederdi. Yatsı namazını kıldığı veya uyuduğu zaman ertesi akşama kadar oruçlu bir şahısa haram olan şeyler bu şahısa da haram olurdu.

Lakin Ömer, bir gece yatsı namazından sonra karısıyla cinsel münasebette bulundu ve gusletti. Ama daha sonra yaptığı işten dolayı pişman oldu. Bu yüzden Peygamber (s.a.a)’in yanına gelerek şöyle dedi: “Ya Resulellah! Ben, Allah ve sana hıyanet eden bu nefsimden dolayı özür diliyorum.” Daha sonra olup bitenleri Peygamber (s.a.a)’e anlattı.

Tam bu sırada ashaptan bazıları kalkarak yatsı namazından sonra Ömer gibi cinsel münasebette bulunduklarını itiraf ettiler. Daha sonra Allah şu ayeti nazil etti:

“Oruç gecesinde, kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı. Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz. Allah sizin kendinize kötülük ettiğinizi bildi ve tövbenizi kabul edip sizi bağışladı. Artık (Ramazan gecelerinde) onlara yaklaşın ve Allah’ın sizin için takdir ettiklerini isteyin. Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı), siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yeyin, için, sonra akşama kadar orucu tamamlayın. Mescitlerde ibadete çekilmiş olduğunuz zamanlarda kadınlarla birleşmeyin. Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır. Sakın bu sınırlara yaklaşmayın. İşte böylece Allah ayetlerini insanlara açıklar. Umulur ki korunurlar.”[203]

Ayet, onların bir defadan fazla kendi nefislerine zulmettiklerini açıkladığı gibi onların tövbesini kabul ederek onları bağışladığını ve kadınlarından daha fazla yararlanmak için daha fazla fırsat verdiğini ve önceden menettiği şeyleri azalttığını da açıklamaktadır.

Bağışlaması ve rahmeti çok geniş olan Allah’a hamd olsun.

 

(46)

ŞARAP VE ONUN HARAM KILINMASI

 

Allah (c.c) şarap ve içki hakkında üç ayet nazil etmiştir. Birincisi: “Sana şarap ve kumar hakkında soru sorarlar. De ki: Her ikisinde de büyük bir günah ve insanlar için bir takım faydalar vardır.”[204]

İkincisi: “Ey iman edenler! Siz sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye dek namaza yaklaşmayın”[205]

Bu dönemde Müslümanlardan bazıları şarap içiyor, bazıları da onu terk etmişti. Birisi şarap içtiği halde namaz kılmaya, dolayısıyla sayıklamaya başladı. Bunun üzerine Allah (c.c) yukarıdaki ayeti nazil etti.

Üçüncüsü: Bu ayet nazil olduktan sonra bile bazıları şarap içmekteydi. Bazıları da terk etmişlerdi. Tarihçilerin nakline göre Ömer, şarap içip eline devenin bir kemik parçasını alıp, Abdurrahman b. Avf'ın başına vurarak başını kırdı. Daha sonra oturarak Esved b. Yafun’un Bedir’de ölenlere hitaben söylediği şiiri okudu: “Sanki kuyuda, Bedir toprakları kuyusunda, cengaverler ve Arap büyükleri yatmış gibi. Acaba Kebşe’nin[206] oğlu dirileceğimizi mi söylüyor? Üzerini toprak örtmüş olanlar nasıl dirilecek? Ölüm bir daha bana gelmekten ve kemiklerim çürümüşken beni diriltmekten aciz midir? Benden taraf Allah’a, ben Ramazan ayında oruç tutmuyorum diyecek kimdir? Allah’a de ki: İçeceğimi benden men mi ediyorsun? Allah’a de ki yiyeceğimi benden  mi esirgiyor?”

Bu olay Peygamber (s.a.a)’e haber verilince, Peygamber (s.a.a) çok sinirlendi ve cübbesinin bir köşesini elinde tutup sürükleyerek elinde olan bir şeyle Ömer’e vurdu.

Ömer şöyle dedi: “Allah ve Resulünün hışmından Allah’a sığınırım!”

Daha sonra şu ayet nazil oldu:

“Şeytan içki ve kumar yoluyla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alı koymak ister. Artık bunlardan vazgeçmeyecek misiniz?”[207]

Ömer: “Vazgeçtik, vazgeçtik!” dedi.

Bu olay aynı şekilde el-Mustatref adlı kitapta nakledilmiştir.[208] Ehl-i Sünnet’in büyüklerinden bir grup da bu olayı Zemahşeri’nin “Rabi’ul-Ebrar’ından nakletmişlerdir.

Bundan bir bölümünü Fahri Razi,[209] “Şeytan içki ve kumar yoluyla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi...” ayetinin tefsirinde rivayet eder ve der ki: Hadiste vardır ki “Ey iman edenler! Siz sarhoş iken... namaza yaklaşmayın”[210] ayeti nazil olunca, Ömer b. Hattab şöyle dedi: “İlahi şarap hakkında bizim için daha açık bir beyan gönder. Maide / 91. ayet nazil olduğunda Ömer şöyle dedi: “İlahi vazgeçtik!”

 

 (47)

HZ. PEYGAMBER (S.A.A)’İN ABBAS VE BENİ HAŞİM’İN ÖLDÜRÜLMESİNİ YASAKLAMASI

 

Bedir savaşında Peygamber (s.a.a)’in, Abbas’ın öldürülmesini menetmesinde hiçbir şüphe yoktur. Bu konudaki rivayetler tevatür haddine ulaşmıştır. Bedir savaşından bahseden sire ve tarih yazarları topluca, Peygamber (s.a.a)’in o gün Beni Haşim’den olanları öldürmeyi yasakladığını açıkça belirtmişlerdir.

Mevzu şudur: Peygamber (s.a.a), Bedir savaşının en şiddetli anında ashabına şöyle buyurdu: “Beni Haşim ve bazılarının zorla savaşa getirildiğini biliyorum. Onların bizimle savaşmaya hiçbir ihtiyaçları yoktu. O halde kim Beni Haşim’den birini görürse onu öldürmesin. Kim Ebu Bahtari b. Hişam b. Haris b. Esved’i görürse onu öldürmesin. Kim amcam Abbas’ı görürse onu öldürmesin. Zira o isteksiz olarak gelmiştir.

Ebu Bahtari’nin Bedir’deki macerası ve ondan sonraki durumu, İbn-i Kesir’in el-Bidayet-u ve’n- Nihaye[211] adlı kitabında olduğu gibi Muhammed b. İshak’ın sire kitabında da nakledilmiştir.

Peygamber (s.a.a)’in, Ebu Bahteri’yi öldürmelerine izin vermemelerinin sebebi şudur: O, Peygamber (s.a.a) ve Müslümanlara uygulanan ekonomik ambargonun kaldırılması için çok uğraştı. Onun Peygamber (s.a.a)’e eziyeti olmamış ve O’na hiçbir zararı da dokunmamıştı.

Peygamber (s.a.a) de onun yaşamasını, İlahi irade sonucu hidayet olup İslam’ı kabul etmesini istiyordu. Ama savaş esnasında Meczer b. Ziyad, Ebu Bahtari’yi görerek şöyle dedi: “Peygamber (s.a.a) seni öldürmemizi men etmiştir.” Arkadaşının da yanında bulunduğu Ebu Bahtari şöyle dedi: “Arkadaşlarım da bu affa giriyor mu?”

Meczer: “Hayır, arkadaşından vazgeçmeyiz. Peygamber (s.a.a) sadece senin hakkında bize emir vermiştir” dedi.

Ebu Bahtari şöyle dedi: “O halde ben, arkadaşım ve tüm Kureyşliler ölmeliyiz ki Mekke kadınları, kendi hayatı için arkadaşını sattı demesinler.”

Bu olaydan sonra her iki taraf savaşmaya başladı. Meczer, onu öldürerek Peygamber (s.a.a)’in yanına varıp şöyle dedi: “Seni hak Peygamber olarak gönderen Allah’a yemin olsun ki onu, öldürülmeden senin yanına getirmek için çok uğraştım. Ama o kabul etmeyerek beni öldürmek istedi, ben de onu öldürdüm.

Gördüğünüz gibi Peygamber (s.a.a), Beni Haşim’in öldürülmemesinde genel konuşmuştur. Daha sonra amcası Abbas’ın ismini bizzat getirerek vurgulamıştır. Abbas esir olunca Peygamber (s.a.a) gece uyuyamadı. Ashap Peygamber (s.a.a)’e şöyle dedi: “Ya Resulellah! Neden uyumuyorsunuz?” Hazret şöyle buyurdu: “Eli ve ayağı bağlı amcamın iniltisinden uyuyamıyorum.”

Ashap kalkarak Abbas’ın el ve ayağındaki bağları çözdüler, böylece Resulullah (s.a.a) uyuyabildi.

Yahya b. Ebi Kesir şöyle rivayet eder: Bedir savaşında müşriklerden 70 kişi esir düştü. Peygamber (s.a.a)’in amcası Abbas da onlardan biriydi. Ömer b. Hattab, Abbas’ı bağlamakla görevliydi.

Abbas şöyle dedi: “Ey Ömer! Allah’a yemin olsun ki seni, beni zincire vurmaya zorlayan şey, Peygamber (s.a.a)’i savunurken sana vurduğum tokattı.”

Ravi şöyle diyor: Peygamber (s.a.a), Abbas’ın inleme sesini duyuyor ve uyuyamıyordu.

Şöyle arz etiler: “Ya Resulellah! Neden uyumuyorsunuz?”

Hazret şöyle buyurdu: “Amcam Abbas’ın inleme sesini duyarken nasıl uyuyabilirim?”

Ensar da Abbas’ın zincirlerini çözdü...[212]

Ensar ve Muhacirin geneli Abbas’ın, Peygamber (s.a.a)’in yanında nasıl bir yeri olduğunu ve Peygamber (s.a.a)’in de ne kadar onu düşündüğünü ve sağlığının korunmasına ne kadar dikkat ettiğini biliyorlardı.

Bedir savaşında Peygamber (s.a.a)’in yanında bulunan Ebu Hüzeyfe b. Utbe b. Rabia b. Abduşşems’in: “Bizim babalarımız, kardeşlerimiz öldürülsün ama Abbas’ı serbest mi bırakalım? Allah’a yemin olsun ki, eğer onunla karşılaşırsam ağzını kılıçla dağıtacağım” diye söylediği söz Peygamber (s.a.a)’e ulaşınca, Peygamber (s.a.a) bu sözden çok rahatsız olduğundan dolayı Ömer’e şöyle dedi: “Ey Ebu Hafsa! Peygamber’in amcasının ağzı da mı kırılır?!”

Ömer şöyle diyor: “Allah’a yemin olsun ki, Peygamber (s.a.a) ilk defa bana “Ebu Hafsa” diye hitap etti.”[213]

Savaş sona erip de Allah, Peygamberini zafere ulaştırınca, (bu savaşta müşriklerden 70 kişi öldürülmüş, 70 kişi de esir edilmişti. Onları bağlayıp Peygamberin yanına getirdiklerinde) Ömer ayağa kalkarak ısrarla onların (esirlerin) öldürülmesini istedi ve şöyle dedi: “Ya Resulellah! Bunlar seni tekzip ettiler, yalanladılar, Mekke şehrinden çıkardılar, şimdi de seninle savaşa geldiler. İzin ver de biz kendi yakınlarımızı, ben falancayı, Ali kardeşi Akil’i ve Hamza da kardeşi Abbas’ı öldürsün!”

Yazar: Sübhanellah! Ne Abbas, ne de Akil Peygamber efendimizi tekzip etmemişlerdi. Peygamber (s.a.a)’in Mekke’den çıkarılmasına karışmamış, O’na herhangi bir zarar vermemişlerdi. Aksine bunlar, Ebu Talip deresinde Peygamber (s.a.a)’le beraberdiler, O’nun derdine ortaktılar. Peygamber (s.a.a)’in de buyurduğu gibi bunlar zorla Bedir’e getirilmişlerdi.

Savaşın en şiddetli anında Peygamber (s.a.a) onların öldürülmesini yasakladı. O halde esir olan bunlar nasıl öldürüleceklerdi? Peygamber (s.a.a), amcası Abbas’ın iniltisini duyunca uyuyamıyordu. Peki nasıl esir oldukları halde onları öldürmek istiyorlardı? Bunu gerektiren şey ne idi? Zira Abbas, daha önceden Müslüman olmuştu ama Müslümanlığını gizliyordu. Bunun sebebi ise Allah ve Peygamber (s.a.a)’in razı olduğu bir seri hikmetti ki, O’nun ve İslam ümmetinin salahına idi.

Şafii Müftüsü “Seyyid Ahmed Zeyni Dehlan” Bedir savaşı ve Abbas’ın esir olmasından bahsederken[214] Mevahib’ten şöyle nakleder: Abbas (r.a) ilim ve tarih ehillerinin söylediğine göre çok önceleri İslam’ı kabul etmişti ama Müslüman olduğunu gizliyordu. Müslümanların yaptıkları her fetih onu sevindirirdi.

Peygamber (s.a.a) de Mekke’de olduğu zaman, işinin tüm gizli noktalarını ona söylerdi. Peygamber (s.a.a), Arap kabileleri ile konuştuğunda, Abbas da O’nun yanındaydı. Arapları, Peygamber (s.a.a)’e yardım etmeye ve emrine uymaya teşvik ederdi. Medinelilerin yaptığı Akabe biatlerinde O da vardı. Bunların tümü onun Müslüman oluşunun delilleridir.

Peygamber (s.a.a), onun Mekke’de kalarak Kureyş’in gizli işlerini kendisine bildirmesini şahsen emretmişti. Mekkeliler halkı Peygamber (s.a.a)’e karşı savaşa davet ederken o kaçamadı. Bu yüzden Peygamber (s.a.a), Bedir savaşında şöyle buyurdu: “Kim amcam Abbas’ı görürse onu öldürmemelidir. Zira o, gönülsüz olarak gelmiştir.”

Bu durum, Peygamber (s.a.a)’in, amcası Abbas’tan fidye isterken “Vaziyetini belirle. Görüldüğü kadarıyla bizim zıddımızdaydın” diye buyurduğu sözle çelişmemektedir. Zira görünüşte Peygamber (s.a.a) ile savaşmaya gelmek, batında isteksiz olarak gelmesiyle çelişki arz etmemektedir. Peygamber (s.a.a) de mecburen ashabının gönlünün razı olması için Abbas’a karşı Mekkeli diğer esirlere davrandığı gibi davrandı. Çünkü o savaşta ashabın, babaları, kardeşleri ve evlatları öldürülmüştü. Peygamber (s.a.a) de, Abbas’ı kolaylıkla kabul etmek istemiyordu.

Buna ilave olarak; Abbas’ın Kureyşlilerin yanında malları vardı, onlardan alacaklıydı. İslamını açıkladığı takdirde tüm varlığına el konulma tehlikesi de vardı. Bu işi, Kureyş arasında Peygamber (s.a.a)’in memuru olmak için O Hazretin emriyle yapıyordu.

Peygamber (s.a.a) de amcasının Müslüman olduğunu ashabına açıklamadı. Bu yüzden Mekke’nin fethinde Allah Müslümanları galip kılar kılmaz Abbas, Müslüman olduğunu açıkladı. Abbas’ın Medine’ye gitmek konusunda müthiş bir isteği vardı. Ama Resulullah (s.a.a) sürekli Mekke’de kalmasının daha hayırlı olduğunu söylüyordu.

Bir rivayete göre ona şöyle yazdı: “Olduğun yerde kal, Allah, benim son Peygamber olduğum gibi, senin hicretinle de ashabın hicretine son verecektir.”

Bu şekilde de oldu. Zira Abbas son muhacirlerdendi. “Ebva” denilen yerde Peygamber (s.a.a)’le karşılaştı. Peygamber (s.a.a)’in, Mekke’nin fethi için hareket ettiğini bilmiyordu. İşte oradan Peygamber (s.a.a)’le beraber Mekke’ye döndü.

Halebi, Abbas ve eşi Ümmü Fazl’ın Müslümanlığı hakkında değişik yerlerde daha açık beyanda bulunmuştur. İstekliler o kitaba ve bu konudaki diğer kitaplara müracaat edebilirler.

 

(48)

BEDİR ESİRLERİNDEN FİDYE ALINMASI

VE ÖMER’İN BUNA İTİRAZI!

 

Peygamber (s.a.a), Bedir savaşında muzaffer olup esirleri O’nun huzuruna getirdiklerinde herkes Hz. Peygamber’in esirlerin Müslüman olmalarını beklediğini anladılar. Bu şekilde de oldu. Bu Allah ve Resulünün isteği idi. Ama buna rağmen Hz. Peygamber (s.a.a), onları affetmesinin karşılığında onlar için belli bir fidye belirleyerek, onları her türlü direnişten alıkoyup onların üzerinde belli bir kudret edinmeyi hedefledi. Zira bu her iki tarafın da faydasınaydı ve Peygamber (s.a.a)’in merhametiyle birlikte yapılmaktaydı.

Ama Ömer b. Hattab, tüm esirlerin öldürülmesi fikrini taşıyordu! Çünkü onlar Peygamber (s.a.a)’i tekzip etmiş, eziyet etmiş ve şimdi de O’nu öldürmek için savaşa gelmişlerdi.

Ömer, büyük bir ısrarla esirlerin, Müslüman olan yakın akrabaları tarafından öldürülmelerini istiyordu. Onlardan hatta bir tanesi bile hayatta kalmamalıydı. Ama Hz. Resulullah (s.a.a) görevli olduğu şeyi onlara anlattı:

“Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü Rabbime isyan edersem elbette büyük günün azabından korkarım.”[215]

Bu yüzden Peygamber (s.a.a), fidyeyi aldıktan sonra onları serbest bıraktı. Ama Peygamber (s.a.a)’in işinin hikmetini anlamayan cahiller, O’nun yanlışlık yaptığını zannederek onların öldürülmesinin daha yerinde olacağını düşündüler.[216] Bu konuda ne aklın ne de naklin teyit ettiği uydurma bir hadise dayanmaktadırlar. Örneğin şöyle diyorlar:

“Esirlerin fidyelerinin alınıp serbest bırakılmasından bir gün sonra Ebu Bekir ve Ömer, ağlayarak Resulullah (s.a.a)’in yanına geldiler.

Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Neden ağlıyorsunuz? Eğer bir sebebi varsa ben de ağlayayım. Eğer yoksa sizin ağlamanızın hatırına ağlayayım.” Daha sonra şöyle buyurdu: “Hattab’ın oğlunun (Ömer’in) mani olmasında neredeyse elemli bir azaba uğrayacaktık. Eğer bir azap nazil olursa, Ömer’den başka hiç kimse kurtulamaz!!!”[217]

Bunu rivayet edenler şöyle söylüyorlar: Tam bu sırada şu ayet nazil oldu:

“Yeryüzünde ağır basıncaya (küfrün belini kırıncaya) kadar, hiçbir peygambere esir alması yaraşmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, halbuki Allah (sizin için) ahireti istiyor. Allah güçlüdür, hikmet sahibidir. Allah tarafından önceden verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldıklarınıza karşılık size mutlaka büyük bir azap dokunurdu.”[218]

Neler yapmıyorlar ki! Peygamber (s.a.a)’e içtihat nispeti veriyorlar ve içtihadının hata olduğuna da inanıyorlar. Zira başka birisinin yani Ömer’in sözünü takip ettiklerinden yollarını şaşırdılar. Yukarıdaki ayetin amaç ve hedefi, onlara gizli kalmış ve işin gerçeği onlara anlatılmamış. Zira onlar bu ayetin, Peygamber (s.a.a)’i ve ashabını kınamak için nazil olduğunu söylüyorlar. Çünkü bu ahmakların dediğine göre, Ömer hariç Peygamber (s.a.a) ve diğer ashap geçici dünya malını ahirete tercih etmişler. Bu nedenle de esir aldıklarını öldürmek yerine, onlardan fidye almışlardır. Onların inancına göre o gün sadece Ömer hata ve yanlışlığa düşmedi. Eğer bir azap inecek olsaydı Ömer’den başka hiç kimse kurtulmayacaktı (hatta Peygamber)!!!.

 

BEDİR SAVAŞINDA ÖLDÜRÜLENLER

 

Bu ayete göre Peygamber (s.a.a)’in esir aldığını ve onları (kafirleri) öldürmeden önce onlardan fidye kabul ettiğini söyleyen kimseler yalan söylemektedirler. Zira esir alma olayı, Ebu Cehil, Utbe b. Rabia, kardeşi Şeybe, oğlu Velid, As b. Said, Esved b. Abdulesed-i Mahzumi, Ümeyye b. Halef, Zem’a b. Esed, Haris b. Zem’a, Akil b. Esed, Nebiyh, Munebbih, Ebu’l-Bahteri, Hanzale b. Ebi Süfyan, Tuime b. Adi b. Nufil, Nufil b. Huveylid, Nezar b. Haris b. Abduddar, Umeyr b. Osman-ı Temimi, Talha’nın kardeşleri Osman ve Malik, Mes’ud b. Ümeyye b. Muğayre, Kays b. Fakihe b. Muğayre, Hüzeyfe b. Ebi Hüzeyfe b. Muğayre, Ebu Kays b. Velid b. Muğayre, Amr b. Mahzum, Ebu Munzir b. Ebu Rufaa, Hacib b. Saib b. Üveymir, Avs b. Muğayre b. Levzan, Zeyd b. Melis, Asim b. Ebu Avf, Beni Amir’in antlaşmalısı Said b. Veheb, Muaviye b. Abdulkays, Abdullah b. Cemil b. Züheyr b. Haris b. Esed, Saib b. Malik, Ebu Hakem b. Ahnes, Hişam b. Ebi Ümeyye b. Muğayre gibi Kureyş’in ileri gelenlerinden yetmiş kişinin öldürülmesinden sonra olmuştur. Yine Kureyş’in ileri gelenlerinden, yetmiş kişi de esir alınmıştır. Bütün bunlar kitaplarında mevcuttur, herkes de bunu bilmektedir.

O halde biraz akıl sahibi olsalar, bunca adam öldürüldükten sonra, Peygamber (s.a.a) hiçbir öldürme işlemi olmadan esir aldı diye söylenilmesi nasıl mümkündür? Ey Müslümanlar! Bütün bunlardan sonra bu eleştiri ve kınamalar nasıl Peygamber (s.a.a)’e yöneltilmiş olabilir? Halbuki hepimiz Peygamber (s.a.a)’in her türlü kınanmadan münezzeh olduğunu biliyoruz.

Gerçek şudur ki ayet, Peygamber (s.a.a)’e bir kusur ve ayıp yamamaya çalışan bir grup ashap hakkında nazil olmuştur. Yüce Allah da bu ayette şöyle buyuruyor: “Hatırlayın ki Allah size, iki taifeden (kervan veya Kureyş ordusundan) birinin sizin olduğunu vaat ediyordu; siz de kuvvetsiz olanın (kervanın) sizin olmasını istiyordunuz. Oysa Allah, sözleriyle hakkı gerçekleştirmek ve (Kureyş ordusunu yok ederek) kafirlerin ardını kesmek istiyordu.”[219]

Peygamber (s.a.a) ashabıyla istişare ederek şöyle buyurdu: “Kureyş tam teçhizatlı bir orduyla benimle savaşmak için hareket etmiştir. Siz ne diyorsunuz? Suriye’den gelmekte olan kervana saldırmak için mi yola çıkalım yoksa onlarla savaşmaya mı hazırlanalım?”

Ashap şöyle dedi: Kervanı ele geçirmek teçhizatlı düşman ordusuyla karşılaşmaktan daha iyidir. Bazıları da Peygamber (s.a.a)’in savaş hususunda ısrarlı olduğunu görünce şöyle dediler: “Neden savaştan bahsetmedin de kendimizi ona göre hazırlasaydık. Biz, düşmanla savaşmak için değil, kervana saldırmak için şehrin dışına çıktık.”

Peygamber (s.a.a)’in yüzünün rengi değişti, Allah da şu ayeti nazil etti:

“(Onların bu hali) müminlerden bir grup kesinlikle istemediği halde, Rabbinin seni evinden hak uğruna çıkardığı zamanki halleri gibidir. Hak ortaya çıktıktan sonra sanki gözleri göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi (cihat hususunda) seninle tartışıyorlardı.”[220]

Allah onları, Peygamber (s.a.a)’in mazeret getirmesiyle kani etmek, Kureyşlilerin kervanına saldırmaktan alıkoymak ve Peygamberinin isteği olan savaşa hazırlamak için şu ayeti nazil etti: “Siz dünya malını ahirete tercih ediyorsunuz. Ama Allah savaş yoluyla düşmanın ardını kesmek istiyordu.”[221]

Ayetin anlamı işte budur. Bunun dışında bir anlam belirten şahsen içtihat etmiş ve yersiz bir şey söylemiştir. Bu konuda benden önce kimsenin böyle bir beyanda bulunduğunu duymadım. Zira ben bu ayeti “el-Fusul’ul-Mühimme” adlı kitapta söz konusu edip onu tefsir ettim.[222]

 

(49)

HUNEYN SAVAŞI ESİRLERİNİN ÖLDÜRÜLMESİ

 

Allah (c.c), kulu ve elçisi Hz. Muhammed (s.a.a)’i Huneyn’de Havazen kabileleriyle yaptığı savaşta zafere ulaştırınca, Peygamber (s.a.a)’in tellalı esirlerin öldürülmemesini ilan etti.

Ömer b. Hattab, eli ayağı bağlı İbn-i Akva diye bir esirin yanından geçti. Bu şahsı, Hüzeyl kabilesi, Mekke’nin fethi günü kendi lehlerine casusluk yapması için göndermişti.

Şeyh Müfid’in İrşad adlı kitabında yazdığına göre, Ömer bu adamı görünce şöyle dedi: “Bu Allah’ın düşmanı casusluk yapmak için aramıza girmişti, şimdi ise esirdir, onu öldürün.” Ensar’dan birisi de onun boynunu vurdu. Bu haber Peygamber (s.a.a)’e ulaşınca onları kınayarak şöyle buyurdu: “Bu esirleri öldürmemenizi söylemedim mi?”

Bu şahısın öldürülmesinden sonra, Şeyh Müfid’in “İrşad”da söylediğine göre, Cemil b. Muammer b. Züheyr gibi başka esirleri de öldürdüler. Oldukça sinirlenen Peygamber (s.a.a) Ensar’a birisini göndererek şöyle buyurdu: “Elçim esirleri öldürmeyin demesine rağmen neden onları öldürdünüz?”

Onlarda mazeret isteyerek; biz Ömer’in sözüyle onu öldürdük, dediler. Peygamber (s.a.a), Ümeyr b. Veheb aracılık yapana dek yüzünü Ömer’den çevirdi.

Yazar: Huneyn’de öldürülen şahıslardan birisi de Halid b. Velid’in Havazen kabilesinden olan bir kadını öldürmesidir. Peygamber (s.a.a) onun öldürülmesinden şiddetle rahatsız oldu. Zira Peygamber (s.a.a) bir yerden geçerken halkın toplanıp O’na baktığını görünce, ashabından birisine şöyle buyurdu: “Git Halid’i bul ve de ki: Peygamber (s.a.a) seni çocuk, kadın ve kiralık insanları öldürmenden menetmiştir.” Bu olayı Muhammed b. İshak sire kitabında nakletmiştir.

Ahmed b. Hanbel “el-Bidaye ve’n- Nihaye’den naklen, Huneyn Gazvesinin sonunda şöyle yazıyor: Ebu Amir Abdülmelik b. Amr ve Muğayre b. Abdurrahman, Ebu’z-Zenad’dan naklen; Murka b. Sayfi, katip Hanzale’nin kardeşi olan Ribah b. Rabi’den şöyle nakleder: “Peygamber (s.a.a), öncü birliğini Halid b. Velid’in yaptığı savaştan dönünce, Ribah ve beraberindekiler öncü birliklerinin öldürdüğü bir kadın cenazesinin yanından geçtiler. Daha sonra etrafına toplanarak ona bakıyorlardı. Peygamber (s.a.a), atına binili olduğu halde gelince halk, Peygamber (s.a.a)’in de cenazeyi görmesi için kenara çekildi. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Bu kadın öldürülmemeliydi.” Daha sonra şöyle buyurdu: “Git Halid’i bul ve de ki: Çocuklar ve kiralık adamlar öldürülmemelidir.”

Ebu Davut, Nesai ve İbn-i Mace bu hadisi nakletmişlerdir.

 

(50)

SAVAŞTAN FİRAR

 

Savaştan kaçanın kınanılması hakkında Müslüman kimselere şöyle dememiz yeterlidir: Allah-u Teala müminlere buyuruyor ki: “Ey müminler! Toplu halde kafirlerle karşılaştığınız zaman onlara arkanızı dönmeyin, (korkup kaçmayın) tekrar savaşmak için bir tarafa çekilme veya diğer bölüğe ulaşıp mevzi tutma durumu dışında kim böyle bir günde onlara arka çevirirse muhakkak ki o, Allah’ın gazabını hak etmiş olarak döner. Onun yeri de cehennemdir. Orası, varılacak ne kötü yerdir!”[223]

Bu açık nass, mutlaktır (kayıtsızdır). Kur’ân-ı Kerim’in muhkem ayetlerinden birisidir. Ama ashaptan bazıları bunun karşısında bir kere değil defalarca içtihat ederek ona amel vakti gelince yollarını değiştirdiler. (Şimdi bu konuda birkaç örneğe değiniyoruz)

a) Uhud Savaşında İbn-i Kum’e, Mus’ab b. Ümeyr’e saldırarak onu öldürdü. Onun Peygamber-i Ekrem olduğunu zanneden İbn-i Kum’e, Kureyşlilerin yanına dönerek Peygamber (s.a.a)’i öldürdüğünü müjdeledi. Müşrikler de birbirlerine müjde vererek şöyle diyorlardı: “Muhammed öldürüldü! Muhammed öldürüldü! İbn-i Kum’e onu öldürdü!”

Bu haberden perişan duruma düşen Müslümanlar korkuya kapılarak firar etmeye başladılar. Allah (c.c) bu olayı anlatırken şöyle buyuruyor: “O zaman Peygamber arkanızdan sizi çağırdığı halde siz, durmadan (savaş alanından) uzaklaşıyor, hiç kimseye dönüp bakmıyordunuz. Allah size keder üstüne keder verdi...”[224]

O gün Peygamber (s.a.a) onların arkalarından seslenerek şöyle buyuruyordu: “Ey Allah’ın kulları! Ey Allah’ın kulları! Gelin, ben Allah’ın Resulüyüm. Kim burada kalırsa cennet onundur.”

Resul-i Ekrem (s.a.a) bu ve buna benzer sözlerle onları çağırıyordu. Halbuki onların tam arkasındaydı. Ama onlar öyle bir şekilde kaçıyorlardı ki etraflarında olan hiç kimseye itina etmiyorlardı!

Taberi ve İbn-i Esir tarih kitaplarında şöyle yazıyorlar: “Savaş meydanından firar, Osman b. Affan ve diğer bir grup ashabın da içinde bulunduğu bir bölük Müslümanlar tarafından sona erdi. Onlar “A’vas” bölgesine giderek üç gün boyunca orada kaldılar. Daha sonra Peygamber (s.a.a)’in yanına döndüler. Peygamber (s.a.a) onları görünce şöyle buyurdu: “Sizler savaştan firar ettiniz!”

Bu grubun savaştan kaçması, üç gün sonra geri dönmeleri ve Peygamber (s.a.a)’in onlara buyurduğu sözler, Uhud Savaşı hakkında genişçe bahseden tüm kitaplarda mevcuttur.

Yine Taberi ve İbn-i Esir tarih kitaplarında şöyle yazarlar: Enes b. Malik’in amcası Enes b. Nazr, Ömer, Talha ve Muhacirlerden bir grupla karşılaşıp onların savaşmadığını görünce: “Neden savaşmıyorsunuz?” dedi.

Onlar: “Peygamber (s.a.a) öldürüldü.” dediler.

O onların bu sözüne karşılık: “Peygamber (s.a.a)’den sonra ne yapacaksınız? Peygamber (s.a.a)’in öldüğü gibi siz de ölün” dedi.

Daha sonra şehit oluncaya kadar düşmanla savaştı. Ölümünden sonra bedeninde yetmiş yara bulunduğu görüldü. Kız kardeşinden başka hiç kimse onu tanıyamadı. O da, kardeşini güzel parmaklarından tanıdı!

Tarihçiler şöyle yazıyorlar: “Enes, Ömer ve Talha’nın da içlerinde bulunduğu bir grubun, Peygamber (s.a.a)’in öldürüldüğü haberini aldıktan sonra “Keşke bizden taraf birisi, Abdullah b. Ubey Selul’a (savaştan kaçmış olan münafıkların reisi) gitse de öldürülmeden önce bize Ebu Süfyan’dan güvence mektubu alsaydı!” diye söylediklerini duydu.

Enes b. Nazr şöyle dedi: “Ey insanlar! Eğer Peygamber (s.a.a)’in öldürüldüğü doğru bile olsa Muhammed’in Allah’ı öldürülmemiştir! Muhammed’in cihad ettiği niyetle savaşın. Allah’ım! Ben bunların dediği şeyden dolayı özür diliyorum ve bunların yaptığı şeylerden uzağım.” Daha sonra şehit olana dek savaştı. (Allah’ın rahmet ve bereketi onun üzerine olsun.) Bu olayı da Uhud Savaşını nakleden tüm tarihçiler yazmışlardır.

b) Huneyn Savaşında Tevbe suresinin 25. ayetine (Hani çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat sizi hezimete uğramaktan kurtaramamıştı) ve onun tefsirine göre, on iki bin kişiyi bulan İslam ordusunu Ebu Bekir nazarlamış ve İslam ordusu yenilgiye uğramıştır. Savaşa arkalarını dönerek kaçanların arasında, Buhari[225] ve İbn-i Esir’in[226] nakline göre Ömer b. Hattab da vardı.

Buhari, Ebu Katade-i Ensari’den nakleder ki; Huneyn Savaşında, Ömer’in de içlerinde bulunduğu bir grup Müslüman, savaş meydanından kaçtılar. Ben, Ömer’e: “Neden firar ediyorlar?” dediğimde, Ömer: “Allah’ın işidir...!” dedi.

c) Hayber Savaşında Peygamber (s.a.a) Ebu Bekir’i, kaleyi fethetmesi için bir bölük savaşçıyla gönderdi. Ama Ebu Bekir kaçarak geri döndü.

Hakim Nişaburi bu hadisi kendi kitabında (c. 3 s. 27) aynen bizim naklettiğimiz gibi nakletmiştir. Daha sonra ise şöyle diyor: “Bu hadis sahih senetle nakledilmiştir. Ama Buhari ve Müslim onu nakletmemişlerdir!”

Zehebi sahih olduğunu belirterek Telhis’ul-Müstedrek’te onu nakletmiştir. Cabir b. Abdullah-i Ensari’den, -Hakim Nişaburi de onu sahih bilerek Müstedrek’te[227] nakletmiştir- uzun bir hadiste Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğu nakledilmiştir:

“Yarın kaleyi fethetmek için ona doğru öyle birisini göndereceğim ki Allah’ı ve Resulünü sever, Allah ve Resulü de onu severler. O savaştan kaçmaz. Allah kaleyi onun eliyle fethedecektir.”

Askerlerden her biri o fatihin kendileri olmasını ümit ediyorlardı. O gün Hz. Ali (a.s) göz ağrısına yakalanmıştı. Peygamber (s.a.a) ona: “Hareket et” diye emretti.

Hz. Ali: “Ya Resulellah! Hiçbir yeri görmüyorum” dedi.

Peygamber (s.a.a) mübarek ağzının suyunu Hz. Ali’nin gözüne sürerek, İslam sancağını onun eline verdi. Hz. Ali şöyle arz etti: “Ya Resulellah! Ne zamana kadar onlarla savaşayım?”

Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: “Eşhedu en lâ ilâhe illallah ve eşhedu enne Muhammed’en Resulullah” diyene kadar onlarla savaş. Ama bunu söyledikleri vakit benim tarafımdan canları ve malları muhteremdir. Onun hakkını eda etmedikleri durum hariç. Bu durumda da onların hesabı Allah’a aittir.”

Hz. Ali (a.s) Yahudilerle çarpışarak Hayber kalesini fethetti.

Hakim-i Nişaburi bu hadisi naklettikten sonra şöyle diyor: Buhari ve Müslim’in Sancak hadisinin naklinde görüş birlikleri vardır. Ama bu şekilde nakletmemişlerdir. Bu sözü Zehebi de Telhis’ul-Müstedrek’te söylemiştir.

Ayas b. Selme şöyle der: Babam rivayet ederek dedi ki: “Biz Hayber Savaşında Peygamber (s.a.a)’le beraberdik. Peygamber (s.a.a), ağız suyundan Ali’nin gözlerine sürdü ve göz ağrısı iyileşti. Sonra sancağı ona verdi, O da meydana gitti. Hayberli Merheb, onun karşısına geçerek şöyle dedi:

“Hayberliler benim Merheb olduğumu bilirler. Tepeden tırnağa silahlıyım savaş alevleri yükselince cesaretliyim”

Onunla savaşmaya can atan Ali (a.s) ise şöyle buyurdu: “Ben o kimseyim ki annem beni Haydar olarak adlandırmıştır. Aynen korkunç ormanlar aslanı gibi, seninle çetin bir şekilde savaşacağım.”

Daha sonra ona hamle ederek bir darbede başını ortadan ikiye ayırarak öldürdü. Bunun ardından Hayber’in fethi kolaylaştı.

Hakim Nişaburi bu rivayeti Hayber Savaşı bahsinde getirmiş ve daha sonra şöyle demiştir: Bu hadis Müslim’in şartıyla sahihtir. Ama Buhari ve Müslim bunu yukarıdaki şekliyle nakletmemişlerdir.

d) Kumlu bir vadide gerçekleşen “Silsile” Savaşı da aynı Hayber Savaşı gibiydi. Zira Peygamber (s.a.a) bu savaşta da önce Ebu Bekir’i meydana gönderdi. Ama o ordusuyla beraber firar etti. Daha sonra Ömer’i meydana gönderdi. Ömer de komutası altındaki askerlerle beraber firar etti. Onlardan sonra ise Hz. Ali’yi gönderdi. Ama Hz. Ali onların aksine ganimet ve esirlerle geri döndü. Şeyh Müfid el-İrşad adlı eserinde bu savaşı genişçe nakletmiştir.

Bu savaş, hicretin yedinci yılında Amr b. Asın komutası altında vuku bulan “Zat’us-Selasil” savaşından ayrıdır. Tüm tarihçilerin de yazdığı gibi o savaşta da Ebu Bekir, Ömer ve Ebu Ubeyde-i Cerrah, Amr b. As’ın komutası altındaydılar.

Eskiden beri Ömer ile Amr arasında anlaşmazlık vardı. Hakim Nişaburi Meğazi[228] adlı kitabında kendi senedi ile Abdullah b. Bureyde’den babasının şöyle dediğini nakleder: Peygamber (s.a.a), Amr b. As’ı “Zat’us-Selasil” Savaşına gönderdi. Ebu Bekir ve Ömer de As’ın ordusundaydı. Savaş meydanına vardıklarında Amr b. As, ateş yakılmaması emrini verdi. Ömer sinirinden çatlayacak gibiydi, az kalsın Amr b. As ile kavga edecekti. Ama Ebu Bekir, Ömer’e mani olarak Amr b. As’ın savaş tekniklerini bildiği için Peygamber (s.a.a)’in onu ordu komutanı yaptığını anlattı. Ömer de ondan el çekerek kenara çekildi.

Hakim-i Nişaburi bu hadisi naklettikten sonra şöyle diyor: Bu hadis sahih senetlere sahiptir. Ama Buhari ve Müslim onu nakletmemişlerdir! Zehebi de bu hadisi Telhis’ul-Müstedrek’de naklederek sahih olduğunu belirtmiştir.

 

Gerekli Bir Hatırlatma

Emir’ul-Müminin Ali (a.s)’ın hayatında araştırma yapan düşünürler çok iyi biliyorlar ki, Hz. Peygamber (s.a.a), Hz. Ali’yi övmekte ve O’nu, İslam’da uzun bir geçmişi olan diğer sahabelerden üstün bilmekte birçok üslûp ve yöntemlere başvurmuştur.

Örneğin: Hz. Peygamber (s.a.a), ne savaşta ne de barışta hiçbir zaman Hz. Ali’yi herhangi bir kimsenin komutası altına sokmadı. Ama onu diğer kimselere emir olarak tayin etti. Örneğin: Zat’us-Selasil savaşında Amr b. As’ı, Ebu Bekir ve Ömer’e emir kıldı. Vefat zamanında ise kitabın başında da söylediğimiz gibi Üsame b. Zeyd’i, çok genç olmasına rağmen Muhacir ve Ensar’ın Ebu Bekir, Ömer ve Ebu Ubey gibi ihtiyarlarının bile bulunduğu orduya komutan yaptı. Bu tarih kitaplarında geçmiştir.

Hz. Ali’yi bir orduya komutan yaptığı zaman hemen ardından İslam’ı ilk kabul edenlerden bir grubu onun komutası altına sokardı. Ama başkalarını emir olarak tayin ettiği zaman Hz. Ali’yi kendi yanında saklardı!

Eğer iki kolorduya hareket emri verecek olsaydı, orduların birleşmesi durumunda komutanlığın Hz. Ali’ye ait olduğunu belirtirdi. İki ordu ayrıldığı takdirde de herkesin kendi ordusuna komutan olmasını söylerdi.

Hasan-ı Basri’den, Hz. Ali hakkında soru sordular, o cevaben şöyle dedi: “Dört önemli sıfatı kendisinde bulunduran bir şahıs hakkında ne diyeyim:

1) Tevbe (Beraat) suresinin tebliğinde O’nun emin bilinmesi. (Peygamber (s.a.a)’in önce Ebu Bekir’i Beraat suresini okuması için seçtiği, Ebu Bekir daha Mekke yolundayken Peygamber (s.a.a)’in, Allah’tan bir emir olarak surenin Mekkelilere okunması için Hz. Ali’nin görevlendirilmesi emrini aldığı ve Hz. Ali’nin hemen yola koyularak sureyi Ebu Bekir’den alıp bu önemli işi yerine getirdiği meşhurdur.)

2) Hz. Peygamber (s.a.a) Tebuk Savaşına giderken Hz. Ali’yi Medine’de kendi yerine bırakıp şöyle buyurdu: “Sen bana oranla, Harun’un Musa’ya olan menzileti (konumu) gibisin; şu farkla ki benden sonra peygamber yoktur.”

Eğer Ali’de olmayan başka bir şey daha bulunsaydı, Peygamber (s.a.a) onu da aynen nübüvvet gibi müstesna kılardı.

3) Peygamber (s.a.a) şöyle buyuruyor: “Aranızda iki ağır emanet bırakıyorum; Allah’ın kitabı ve İtretim olan Ehl-i Beytim.”

4) Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) hiçbir kimseyi, O’na komutan yapmadı. Ama diğerlerine emirler yaptı.[229]

“Hayber Savaşında da Peygamber (s.a.a), önce Ebu Bekir’i, sonra da Ömer’i komutan yaptı, ama Ali (a.s) onlarla beraber değildi. Ama ertesi gün Hz. Ali’yi ordu komutanı yapınca, Ebu Bekir ve Ömer’i O’nun komutası altına verdi. Hayber Kaleleri Hz. Ali’nin eliyle fethedildi.” (Bunların tümü üzere Allah’a hamd olsun.)

Ahmed b. Hanbel,[230] Bureyde’den şöyle rivayet eder: “Peygamber (s.a.a), iki kolorduyu Yemen’e gönderdi. Bunlardan birisinin komutanı Hz. Ali, diğeri ise Halid b. Velid idi. Daha sonra şöyle buyurdu: “İki ordu birleştiği zaman Ali komutandır. Ayrıldığınız vakit ise her biriniz kendi ordunuzun komutanısınız.”

Biz, Beni Zübeyde kabilesi ile karşılaşıp savaştık. Müslümanlar müşriklere galip geldiler. Ganimetler ve esirler toplandıktan sonra Hz. Ali (a.s) esirler arasından bir kadını kendisine seçti. Bureyde şöyle diyor: Halid b. Velid bu hususta Peygamber (s.a.a)’e bir mektup yazarak benimle gönderdi.

Peygamber (s.a.a)’in huzuruna varıp mektubu teslim ettim. Mektubu Peygamber (s.a.a) için okuduklarında O Hazretin öfkelendiğini gördüm. Ben şöyle arz ettim: “Ya Resulellah! Benim hiçbir suçum yok. Siz beni bir adamla (Halid) göndererek ona itaat etmemi emrettiniz. Şimdi ben de onun emriyle size bir mektup getirdim.”

Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ali’ye hiçbir şey söyleme. Zira o benden, ben de ondanım. O benden sonra sizin önderinizdir.”

Sünen ve Müsned yazarlarından bir çoğu bu hadisi nakletmişlerdir. Biz de el-Müracaat adlı kitabımızın 36. mektubunda onu nakletmiştik.

Bazen de Peygamber (s.a.a), Müslümanlardan birisini ordu komutanı yapar, onlar da gidip hiçbir sonuç elde edemeden geri dönerlerdi. Sonra onun yerine Hz. Ali’yi geçirerek hareket ettirirdi. O da kesin bir zaferle geri dönerdi. İşte buradan da Ali (a.s)’ın nasıl bir makama sahip olduğu anlaşılmaktadır. Eğer Peygamber (s.a.a) ilk etapta Hz. Ali’yi ordu komutanı yapsaydı böyle bir sonuç çıkarılamazdı.

Bazen de herkesin istekli olduğu çok önemli bir işte bir şahısı görevlendirirdi. Peşinden Allah vahiy göndererek: “Bu işi sen, veya senden olan birinden başkası yapamaz” emrini verirdi. Bu durum Tevbe suresinin okunması hususunda meydana gelmiştir. Hz. Ali, yolun yarısında Tevbe suresini Ebu Bekir’den alarak büyük hac günü müşriklere okumuştur.[231]

 

(51)

HZ. PEYGAMBER (S.A.A)’İN EBU SÜFYAN’A CEVAP VERİLMESİNİ YASAKLAMASI

 

Peygamber (s.a.a), Uhud Savaşında ashabından yedi yüz kişiyle beraber Uhud vadisine girdi. Arkaları dağa gelecek şekilde askerlerini yerleştirdi. Müşrikler ise üç bin kişi idiler. Bunlardan yedi yüz kişi zırhlı, iki yüz kişi de atlıydı. Aynı zamanda yanlarında on beş tane de kadın vardı.

Müslümanlar arasında ise iki yüz zırhlı, iki de atlı vardı.

İki ordu da savaşa hazırdı. Peygamber (s.a.a), yüzünü Medine’ye dönmüş, Uhud dağını da arkasına almıştı. Ordusundan elli tane okçuyu Abdullah b. Cubeyr’in komutası altında bir geçit yerine yerleştirerek düşmanın arkadan saldırmasını önlemek istedi.

Daha sonra Abdullah b. Cubeyr’e şöyle buyurdu: “Düşman süvari birliğinin bize arkadan saldırmasını önlersiniz. Siz olduğunuz yerde kalın. Biz, yensek de yenilsek de siz mevzilerinizi terk etmeyin. Zira biz sadece iki dağ arasında bulunan şu geçitten korkuyoruz.”

Tam bu sırada düşman ordusunun bayraktarı Talha b. Osman ileri çıkarak şöyle dedi: “Ey Muhammed’in ashabı! Siz, bizi öldürdüğünüz takdirde cehenneme gideceğimize ve eğer öldürülürseniz cennete gideceğinize inanıyorsunuz. Aranızda benim kılıcımla cennete gitmek isteyen veya kılıcıyla beni cehenneme göndermek isteyen birisi var mı?!”

İbn-i Esir şöyle diyor: “Onun karşısına çıkan Ali b. Ebi Talip, bir darbeyle ayağını keserek onu yere serdi. Elbisesi yukarı toplanarak avreti açığa çıkan İbn-i Osman Hz. Ali’ye yalvarmaya başladı. Hz. Ali (a.s) da ondan vazgeçerek geri döndü. Zira onun yavaş yavaş çırpınarak öleceğini biliyordu.”

Bu sırada Peygamber (s.a.a) tekbir getirerek şöyle buyurdu: “Ordunun kahramanı kendi işini yaptı.” Müslümanlar da Peygamber (s.a.a)’le beraber tekbir getiriyordu. Daha sonra Peygamber (s.a.a), onu neden kendi haline bıraktığını sordu. Hz. Ali (a.s) şöyle cevap verdi: “O, aramızdaki akrabalığı vasıta kılarak bana yalvardı. Ben de onu takip etmekten utandım.”

Daha sonra Ali (a.s) müşrik ordusunun bayraktarlarına saldırarak ölümün acılığını onlara tattırdı. İbn-i Esir ve diğerleri şöyle yazarlar: Müslümanlar, düşman bayraktarlarının tümünü öldürdüler. Bayrak ve sancaklar yerde kalmıştı. Kimse onları almak için ileri çıkamıyordu. Daha sonra Alkame Harisi’nin kızı Umre, bayrağı yerden kaldırdı. Bayrağı havada gören müşrikler tekrar bayrağın etrafında toplandılar.

Daha sonra sancağı Beni Abduddar’ın kölesi Savab aldı. Büyük bir pehlivan olan Savab da öldürüldü. Ebu Rafi şöyle diyor: “Bayraktarları öldüren şahıs Ali b. Ebi Talip idi.”

Her iki ordu da şiddetle savaşıyordu. Herkesten daha çok Ali, Hamza ve Ebu Dücane Ensari savaşarak birçok zorluklara katlanıyorlardı. Onlar birer kahramandı. Müşrikler yenilgiye uğradılar. Kadınlar da kaçarak dağa çıktılar. Müslümanlar da ganimet toplamakla meşgul oldular. Mücahit kardeşlerinin ganimet topladıklarını gören okçular, ganimet toplamayı orada durmayı tercih ettiler. Böylece Peygamber (s.a.a)’in tekitle emrettiği şeyi unuttular.

Halid b. Velid, okçuların sayısının azaldığını görünce, onlara saldırarak hepsini öldürdü. Daha sonra kendi adamlarıyla İslam askerlerine arkadan saldırdılar. Olayı gören müşrikler kaçmaktan vazgeçerek geri dönerek, her yönden Müslümanlara saldırmaya başladılar.

Teke tek savaş başladı. Aralarında Allah ve Resulünün aslanı, Peygamber (s.a.a)’in amcası Hamza b. Abdulmuttalib’in de bulunduğu Müslümanlardan yetmiş cengaver şahadete erişti.

O gün Peygamber (s.a.a), şiddetle savaşıyordu. O kadar ok atmıştı ki okları tükenmiş ve yayı kırılmıştı. Peygamber (s.a.a)’in alnı yarılmış, mübarek yüzü yaralanmış, dişi kırılmış, mübarek dudakları patlamıştı. Tam bu sırada İbn-i Kum’e kılıcıyla Peygamber (s.a.a)’e saldırdı.

Hz. Ali (a.s), Peygamber (s.a.a)’in etrafında kılıç sallıyordu. Ensar'dan beş kişi o gün Peygamber (s.a.a)’i savunurken şehit oldu. Ebu Dücane, Peygamber (s.a.a)’in önünde aynen bir siper gibi duruyor ve sırtıyla Peygamber (s.a.a)’e herhangi bir okun isabet etmesini önlüyordu.

Mus’ab b. Ümeyr de şehit oluncaya kadar şiddetle çarpıştı. Onu şehit eden İbn-i Kum’e onun Peygamber olduğunu zannettiğinden Kureyş’in yanına gelerek şöyle dedi: “Muhammed’i öldürdüm.” Halk da: Muhammed öldürüldü diyordu. Bu haberi duyan Müslümanlar hedefsizce kaçmaya başladılar.

Peygamber (s.a.a)’i ilk gören şahıs Ka’b b. Malik idi. O şöyle seslendi: “Ey Müslümanlar! İşte bu Peygamber’dir, O öldürülmemiştir.” Ama Peygamber (s.a.a) ona işaretle susmasını emretti. Böylece düşmanın bu haberden dolayı tekrar saldırmasını önlemek istiyordu. Bu arada Ali (a.s) geriye kalanlarla beraber Peygamber (s.a.a)’i bir dereye götürdüler. Peygamber (s.a.a) oraya yerleştikten sonra Hz. Ali ve geriye kalanlar O’nun etrafında kılıç sallayarak Peygamber (s.a.a)’in canını savunuyorlardı.”

Muhammed b. Cerir-i Taberi, İbn-i Esir ve diğer tarihçiler şöyle yazarlar: Peygamber (s.a.a), bulunduğu sığınaktan bir grup müşriki görerek Hz. Ali’ye şöyle buyurdu: “Onlara hamle et.” Onlara saldıran Ali, bazılarını öldürdükten sonra geri kalanlarını da darmadağın etti.

Peygamber (s.a.a), daha sonra başka bir grubu görerek şöyle buyurdu: “Onlara da hamle et.” Hz. Ali onlara da saldırarak bazılarını öldürdü ve kalanları da dağıttı. Cebrail nazil olarak şöyle dedi: “Ya Resulellah! Fedakarlık işte budur.” “Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Evet, Ali benden, ben de O’ndanım.” Cebrail ise: “Ben de sizdenim!” dedi.

Tam bu sırada şöyle bir ses duyuldu: “Zülfikar gibi kılıç, Ali gibi yiğit yoktur.”

Hz. Ali (a.s), Peygamber (s.a.a)’in yaralarını yıkayıp pansuman etmek için su getiriyordu. Ama kanama durmuyordu. Hz. Fatıma (a.s), bir hasır parçasını yakıp külünü Peygamber (s.a.a)’in yarasının üzerine bıraktı, böylece kanama durdu. Hz. Fatıma (a.s), elini babasının boynuna atarak Onu, yaralı olduğu halde öpüp ağlıyordu.

Ebu Süfyan’ın karısı Hind ve diğer Kureyş kadınları da gelerek Müslümanların cenazelerini musle ettiler. Cenazelerden kestikleri kulak, burun, el parmakları ve ayak parmakları ile kendilerine bilezik ve gerdanlık yaptılar. Buna ilave olarak Hind, Cübeyr b. Met’am’ın kölesi Vahşi’ye, Hz. Hamza’yı öldürmesi karşılığında bilezik ve gerdanlığını hediye etmişti. Daha sonra da Hz. Hamza’nın göğsünü yararak ciğerini dişleri arasına alıp çiğnedi.

Bu sırada Ebu Süfyan, dağa sığınan Müslümanların karşısında durarak üç kez şöyle dedi: “Muhammed aranızda mı?”

Peygamber (s.a.a): “Ona cevap vermeyin!” diye buyurdu.

Ebu Süfyan: “Ey Ömer! Muhammed’i öldürdük mü?” dedi.

Ömer: “Allah’a yemin olsun ki hayır! O, şu anda senin sözlerini duyuyor” dedi.

Yazar: İşte burası, anlattığımız olayın içerisinde hedeflediğimiz bölümdü. Zira burada Peygamber (s.a.a), Ebu Süfyan’a cevap verilmesini yasakladığı halde Ömer, kendi görüşünü daha öncelikli bilerek Peygamber (s.a.a)’i dinlemeyip Ebu Süfyan’a cevap verdi!

 

(52)

ÖMER’İN KUSUR ARAMA ALIŞKANLIĞI

 

Allah (c.c) şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tövbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir.”[232]

Sahih bir hadiste Peygamber (s.a.a)’den şöyle rivayet edilir: “Kötü zanlarda bulunmaktan kaçının. Zira kötü zan, her sözden daha yalandır. Kusur aramayın, pahacılık yapmayın, kıskançlık yapmayın, düşmanlık doğurmayın, kin gütmeyin, Allah’ın kullarıyla kardeş olun...”

Ama Ömer, kendi hilafeti zamanında kusur aramanın, başkalarının evinde araştırma yapmanın, onun ve hükümetinin faydasına olduğunu zannediyordu. Bu yüzden geceleri sokaklarda dolaşır, gündüzleri de onun bunun işlerindeki kusurları arardı!

Bir gece Medine sokaklarında gezerken bir evden bir erkeğin türkü söylediğini duyunca duvardan tırmanarak eve girdi. Ömer, bir kadın ve bir kadeh de şarabın adamın yanında olduğunu görünce, ona hitaben şöyle dedi: “Ey Allah’ın düşmanı! Allah’ın senin bu günahını saklayacağını mı zannettin?”

O adam cevaben şöyle dedi: “Benim hakkımda acele etme! Eğer ben, bir hata yaptıysam sen üç hata yaptın:

1) Ayet, birbirinizin kusurunu araştırmayın diyor, ama sen bu işi yaptın.

2) Ayet, evlere kapılardan girin diyor, ama sen duvardan atladın.

3) Ayet, bir eve girdiğiniz zaman ev halkına selam verin diyor, ama sen selam vermedin.

Ömer: “Şimdiye kadar yaptığın iyi bir iş var mıdır ki seni ondan dolayı bağışlayayım?” dedi.

Adam: “Evet” dedi.

Ömer de onu bağışlayarak evden çıktı.[233]

Sadi’den şöyle rivayet edilir: Bir gece Ömer b. Hattab, Abdullah b. Mesut’la beraber evden çıktı. Uzaktan bir ışık gördü, onu eve girene kadar takip etti ve evde bir lamba olduğunu anladı. İbn-i Mes’ud’u yalnız başına bırakan Ömer, tek başına eve girdi. İhtiyar bir adamın oturmuş, elinde bir kadeh şarap ve bir kadının da onun için türkü söylediğini gördü. Adam Ömer’in girdiğini fark edemedi.

Ömer şöyle dedi: “Bir ayağı kabirde olan ihtiyar bir adamın içinde bulunduğu bu manzaradan daha kötü bir manzara görmemiştim!”

İhtiyar adam başını kaldırıp şöyle dedi: “Evet! Ama senin yaptığın iş, benim yaptığım işten daha kötüdür. Zira sen, araştırarak buraya kadar geldin. Halbuki Allah seni bu işten yasaklamıştır. Ama sen izinsiz olarak eve girdin.”

Ömer: “Doğru söylüyorsun” dedi. Daha sonra elbisesinin kolunu dişleri arasına alarak ağlar bir şekilde dışarı çıkıp şöyle dedi: “Ömer’in anası yasına ağlasın!!”

İhtiyar adam bir müddet Ömer’in yanına gitmedi. Ama bir müddet sonra gelerek gizli bir şekilde cemaatin arka tarafında oturdu. Onu gören Ömer, şöyle dedi: “O ihtiyarı buraya getirin.”

İhtiyara, halife seni çağırıyor dediler. İhtiyar adam ayağa kalkıp, Ömer tarafından tembih edileceğine ihtimal verdiği halde onun yanına gitti.

Ömer şöyle dedi: “Yaklaş!” Adam o kadar yaklaştı ki tam Ömer’in yanına ulaştı. Ömer yine yaklaşmasını istedi. Adam yine o kadar yaklaştı ki Ömer’le aynı hizaya geldiler.

Ömer şöyle dedi: “Allah’a, yemin olsun ki yaptığın işi hiç kimseye, hatta o gece yanımda olan İbn-i Mus’ud’a dahi söylemedim.”[234]

Şa’bi şöyle diyor: “Ömer kendi yaranlarından birisini kaybetti. Abdurrahman b. Avf’a: “Gel de filan şahısın evine gidelim, orada mı acaba?” dedi. Onun evine gittiklerinde kapının açık olduğunu gördüler. Adam oturmuş, karısı da bir bardağa içecek bir şey dökerek ona içiriyordu. Ömer, Abdurrahman’a: “Onu, bize gelmekten alıkoyan şey içkiciliğidir” dedi.

Abdurrahman: Sen bardakta ne olduğunu nereden biliyorsun? dedi.

Ömer: “Yaptığım işin kusur arama ve yasak olmasından mı korkuyorsun?” dedi.

Abdurrahman: “Evet, kusur aramadır” dedi.

Ömer: “Bu işin tövbesi nedir?” dedi.

Abdurrahman: “Ondan gördüğünü başkasına söylememendir” dedi.[235]

Misver b. Mahreme, Abdurrahman b. Avf’dan nakleder ki; o, bir gece Ömer b. Hattab ile Medine sokaklarında dolaşıyordu. Sokakta dolaştıkları esnada bir evin kapısı önünde yanan bir lamba gördüler. Ona doğru ilerlemeye başladılar. Ona yaklaştıklarında kapının kapalı olduğunu, içeriden ise bir topluluğun abuk sabuk konuşma seslerini duydular.

Abdurrahman’ın elini tutan Ömer şöyle dedi: “Bu, Rabia b. Ümeyye’nin evidir. Onlar şu anda şarap içiyorlar, ne yapmak gerekir?”

Abdurrahman: “Allah’ın gelmemizi yasakladığı bir yere gelmiş gibiyiz. Zira kusur araması yaptık” dedi. Oradan ayrılan Ömer onları kendi hallerine bıraktı.”[236]

Tavus-i Yemani şöyle diyor: “Ömer, bir gece dışarı çıktı. Yanından geçtiği evlerden birisinde bir topluluğun şarap içmekle meşgul olduğunu anladı. Ömer: “Fısk! Fısk?!” diye seslendi. Evin içinde bulunan birisi: “Allah, seni bu işten yasaklamıştır” dedi. Ömer de geri dönerek onları kendi haline bıraktı.”

Ebu Kulabe şöyle diyor: Ömer’e Ebu Mahcen-i Sakafi’nin, evinde dost ve arkadaşlarıyla içki içmekle meşgul olduğu haberi verildi. Ömer, oraya giderek eve girdi.

Ebu Mahcen şöyle dedi: “Ey Müminlerin Emiri! Yaptığın bu iş câiz değildir. Zira Allah seni onun bunun hakkında araştırma yapmaktan men etmiştir.”

Ömer, Zeyd b. Sabit ve Abdurrahman b. Erkam’dan sordu. Onlar da şöyle dediler: Ya Emir’el-Müminin! O doğru söylüyor. Ömer de evden çıkarak onları kendi hallerine bıraktı.[237]

Ömer, şer’i hadlerin, hakimin onu ispatlarken yaptığı hata ve yanlışlıktan dolayı bağışlandığını zannediyordu. İşte bu yüzden, suçlulara hiçbir ceza vermedi. Hatta onların hiçbirisine bir tek kelime bile söylemedi.

Halifenin bu işiyle, suçluların suçunu açığa çıkarmak ve onlara hiçbir ceza vermemekle cesaretlerinin daha da çoğalmasına nasıl razı olduğunu bilmiyoruz. Üstelik onlar, yaptıkları amel karşısında önderlerinin hiçbir ses çıkarmayarak müsamaha gösterdiğini görmekteydiler!!

 


(53)

KADINLARIN MİHİRLERİNİN BELİRLENMESİNDE ÖMER’İN

KOYDUĞU BİD’AT

 

Kadın mihrinin, Müslüman bir erkeğin sahip olduğu şeylerden olması farzdır; hazırda olması, borç veya menfaat olması fark etmiyor. Onun miktarı da kadın ve erkeğin razı olacağı miktarda, sadece kendileriyle ilgili bir konudur. Mihrin azlığı çokluğu sadece o ikisine aittir. Elbette azlık, bir buğday tanesi gibi değersiz olmamalıdır. Elbette çokluk olarak da beş yüz dirhemi geçmemesi müstehaptır.

Ömer, mihirde ifratı önlemeye karar verdi. Böylece neslin devamını sağlayan evlilik işi kolaylaşacaktı. Aynı zamanda gençler de haram işlemekten kurtulmuş olacaklardı. Zira Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştu: “Kim evlenirse, dininin üçte birini korumuş olur.”

Bu nedenle bir gün minberde şöyle dedi: “Sakın bana, kadın mihirlerinin Peygamber (s.a.a)’in hanımlarının mihirlerinden fazla olduğu ulaşmasın. Aksi takdirde fazlalığı geri çeviririm.” Bu sırada bir kadın kalkarak şöyle dedi: “Allah, sana böyle bir hak vermemiştir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Eğer bir eşi bırakıp başka bir eş almak isterseniz, onlardan birine yüklerce mihir vermiş olsanız dahi, ondan hiçbir şey geri almayın. Siz iftira ederek ve apaçık günah işleyerek onu geri alır mısınız? Vaktiyle siz birbirinizle haşır-neşir olduğunuz ve onlar sizden sağlam bir teminat almış olduğu halde onu nasıl geri alırsınız?”[238]

Kadının okuduğu ayeti duyan Ömer, verdiği hükümden vazgeçerek şöyle dedi: “Yanlış yapan ve bir kadının doğru yola yönelttiği ve ona galip olduğu önderinize şaşırmıyor musunuz?”[239]

Bir rivayette de Ömer şöyle dedi: “Herkes Ömer’den daha bilgilidir. Siz, erkekler, benim bu sözümü duydunuz ama hiçbir şey söylemediniz. Bilgisi sizin kadınlarınızdan daha fazla olmayan bu kadın beni eleştirdi.”[240]

Bir rivayette de şöyle geçmiştir: Bir kadın kalkarak şöyle dedi: “Ey Hattab’ın oğlu! Allah bu hakkı bize veriyor da sen men mi ediyorsun?” Daha sonra mezkur ayeti okudu. Ömer de şöyle dedi: “Herkes Ömer’den daha alimdir.” Sonra hükmünden vazgeçti.

Bu rivayeti Fahri Razi[241] söz konusu ayetin tefsirinde nakletmiştir. Fahri Razi, orada kalemi ve akli iki hata yapmıştır. Zira şöyle diyor: Bana kalırsa ayet, kadınlara mihir verilmesinin gerekliliğini göstermemektedir... Bu yolla kadının istidlalini  eleştirerek Ömer’i savunmak istemiştir!

Ama Fahri Razi, bu işiyle farkında olmadan kendi akılsızlığını ortaya koymuştur. Araştırma ehli olanlar, onun bu konudaki sözlerine müracaat etsinler de ne kadar akılsız olduğundan şaşkınlığa düşsünler!

Ebu’l-Ferec b. Cevzi, “Tarih-i Ömer b. Hattab” adlı kitabının 150. Sayfasında, biri Abdullah b. Mus’ab, diğeri ise İbn-i Ecda’dan olan iki hadis nakletmektedir ki, Ömer’in, kadınların mihri hususunda aşırılığı nehyetmesini ve Ömer’in, kadının getirdiği delil karşısında kendi hatasına itirafını ve onun sözlerini tasdik ederek hükmünden vazgeçmesini içermektedir.

Yazar: Ehl-i Sünnet alimleri, bu ve buna benzer olayları, Ömer’in insafına delil olarak getirirler. Ömer’in kadın-erkek, genel, hususi vb. gibi durumlarda yaptığı birçok münazaralar vardır ki, Ehl-i Sünnet alimleri bunları Ömer’in insaf hesabına yatırmaktadırlar!!! Ömer, şaşırtıcı bir işle veya sözle karşılaşınca şiddetle şaşırır, belki de neşeye kapılırdı. Aynı şekilde Peygamber (s.a.a)’le bile böyle olayları vardı.

Buhari, Ebu Musa Eş'ari’den şöyle nakleder: “Peygamber (s.a.a)’e, O’nu rahatsız edecek şeyler sordular. Zira sorular makul değildi ve Peygamber (s.a.a)’in şanına yakışmayan şeylerdi. Sorularında ısrar edilince, Peygamber (s.a.a), ihtiyaçları olmayan ve kendilerini ilgilendirmeyen sorular sorduklarından sinirlendi.”

Daha sonra halka: “Güzel sorular sorun!” buyurarak onları edeplendirmek istedi. Ama herkesin, sordukları meseleler yüzünden utandıklarını görünce, her zamanki gibi rahmet ve şefkatle: “Sorun!” diye buyurdu.

Tam bu sırada Abdullah b. Hüzafe adlı birisi: “Ya Resulellah! Benim babam kimdir?” diye sordu.

Peygamber: “Baban Hüzafe’dir” buyurdu.

Sa’d b. Salim adlı birisi de kalkarak: “Ya Resulellah! Benim babam kimdir?” diye sordu. Peygamber (s.a.a): “Ebu Şeybe’nin kölesi Salim’dir” diye cevap verdi.

Bu iki sorunun sorulma sebebi şuydu: Halk bu iki şahısının nesebi hakkında şüphe ediyorlardı. Peygamber (s.a.a)’in sinirlendiğini gören Ömer, şöyle dedi: “Ya Resulellah! Biz, seni sinirlendirecek her türlü şeyden Allah’ın huzurunda tövbe ediyoruz.” Ama Hüzeyfe’yi Abdullah’ın babası, Salimi de Sa’d'ın babası olarak bilmesine sevindi?!

Yine Buhari’de Enes b. Malik’in şöyle dediği yazılıdır: Abdullah b. Hüzeyfe Peygamber (s.a.a)’den: “Benim babam kimdir?” diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.a) de: “Baban Hüzeyfe’dir” diye buyurdu.

Sahihi Müslim’de nakledildiğine göre Abdullah’ın babasını başka birisi olarak tanırlardı. Annesi, oğlunun Peygamber (s.a.a)’den böyle bir soru sorduğunu öğrenince şöyle dedi: “Senden daha kötü bir evlat olduğunu duymadım. Sen annenin, cahiliyet zamanı kadınlarının yaptıkları işleri yaptığını zannederek, halkın önünde onu rezil etmek mi istedin?”

Bu esnada Peygamber (s.a.a)’in huzurunda dizleri üzerinde oturan Ömer, ayağa kalkarak Peygamber (s.a.a)’in Abdullah’ın annesine verdiği nispeti şaşkınlıkla tasdikleyerek şöyle dedi: “Bir olan Allah, Allah’ımız; İslam dini, dinimiz; Muhammed’in de peygamberimiz olmasına razı olduk.”

Ömer, bu sözleri Peygamber (s.a.a)’in, cahiliyet dönemi kadınlarının birçok kötü amellerinin üzerini örttüğü ve İslam’ın sayesinde bağışlandığı bir zamanda söyledi. Zira İslam, kendisinden önce yapılan amellerin üzerini kapatarak görmezlikten gelmiştir.

Bu hadis Sahihi Buhari’de, “Önderin ve Muhaddisin Karşısında Dizleri Üzerinde Oturan” babda mevcuttur. Bundan önceki Ebu Musa Eş’ari’nin hadisi de Sahih-i Buhari c. 1, s. 19’da (İlim kitabının sonlarında) mevcuttur.

 


(54)

ŞER’İ HADDİN (CEZA) ÖMER

TARAFINDAN DEĞİŞTİRİLMESİ

 

Mevzu şudur: Hatib b. Beltea’nın kölelerinin, Müriyne kabilesinden bir adamın dişi devesini çalma işinde parmakları vardı. Ömer’in yanına getirilen hırsızların tümü suçlarını itiraf ettiler. Ömer de, Kesir b. Salt’a emir vererek onların ellerini kesmesini istedi. Bu emri verdikten sonra onların efendilerinin oğlu olan Abdurrahman b. Hatib’i çağırarak şöyle dedi: “Allah’a yemin olsun ki, onlardan faydalanmanız ve onlara açlık çektirmeniz olmasaydı onların ellerinin kesilmesini emrederdim. Yemin olsun ki eğer bu işi yapmadıysam onun yerine senden öyle bir mali ceza alacağım ki unutmayacaksın...”[242]

Yazar: Şayet Ömer’in, Hatib’in kölelerine ilahi haddi (cezayı) uygulamamasının bir sebebi vardı, belki de bu hırsızlık işi çaresizlik yüzünden olmuştu. Allah (c.c) şöyle buyuruyor: “Her kim başkasının hakkına saldırmadan ve haddi aşmadan (bu işi yaparsa) ona günah yoktur”[243] Belki de onlar bu işi açlıklarını gidermek için yapmışlardı.

Ama onlar hırsızlık yaptıklarını itiraf ettiler. Onların bu suçu da ispatlandı. Bunun karşısında hırsızlığı çaresizlikten dolayı yaptıklarını söylemediler. Eğer onların bunu söylediklerini bile farz etsek hakimin, iddialarını doğrulayacak delil getirmelerini istemesi gerekirdi. Ama Ömer bu işi yapmadı. Ömer’den onlara karşı muhabbet göstermekten başka bir şey görmüyoruz. Halbuki bu konuda Hatib’in oğlunu fazlasıyla sıkıştırmıştı. Biz, Ömer’in, Hatib’in ailesinin onları aç bıraktığını nereden anladığını da bilmiyoruz.

 

 


(55)

ÖMER VE GAYR-İ MEŞRU DİYET ALMASI 

 

Yemen halkından bir grup aralarında olan ihtilaf yüzünden, Peygamber (s.a.a)’in sahabesinden ve şair birisi olan Ebu Haraş-i Huzeli’nin yanına geldiler. Kırbasını eline alan Ebu Haraş, onları ağırlamak ve geceleyin su getirmek için yola çıktı. Kırbayı suyla doldurdu ama onlara varmadan bir yılan onu soktu. Mecburen hızla gelip suyla dolu kırbayı onlara vererek şöyle dedi: “Koyunlarınızı pişirip yeyin.” Ama onlara kendisini yılan soktuğunu söylemedi.

Onlar da koyunları pişirip yediler. Sabah vakti tan ağarınca, Ebu Haraş’ın ölmek üzere olduğunu gördüler. Öldükten sonra onu defnederek kendi memleketlerine döndüler. Ebu Haraş, ölüm halinde iken kendisini dün gece yılan soktuğunu, bu yüzden ölmek üzere olduğunu bir şiir kalıbında söyledi.

Bu haber Ömer’e ulaşınca şiddetle sinirlenerek şöyle dedi: “Eğer sünnet haline gelmesinden korkmasaydım, hiçbir Yemenlinin ağırlanmamasını emrederdim! Bu emri de tüm İslam alemine bir genelge olarak bildirirdim!.” Daha sonra Yemen’deki valisine bir mektup yazarak; Ebu Haraş’ın yanına gidenleri tutuklamasını, onlardan kan parası almasını ve yaptıkları bu işten dolayı da onlara işkence etmesini emretti.[244]

 


(56)

İSPATLANMAYAN ZİNA’YA

ZİNA CEZASI UYGULANMASI

 

Muhammed b. Sa’d[245] muteber bir senetle şöyle nakleder:

Ömer’in huzuruna gelen bir elçi, okluğunu ters çevirerek bir mektup çıkarıp Ömer’e verdi. Mektubu alan Ömer onu okumaya başladı. Bu mektup, Selim kabilesinden Cude adlı bir erkeğin, Arap kabilelerinden genç kadınlara tecavüz ettiğini ve daha fazla zevk almak için onları yanında tuttuğunu anlatan bir şiiri içermekteydi.

Ömer bu mektubu okuyunca, Cude’yi getirmeleri emrini verdi. Huzura gelince, ellerinin bağlanmasını ve kendisine yüz kırbaç vurulmasını emretti. Daha sonra da, kocası evde olmayan kadınlara saldırmaması için göz altına alınmasını emretti.

Yazar: Sadece şiire dayanarak kırbaç vurdurmasının hiçbir delili yoktur. Zira ne şiirin şairi belliydi, ne de onu gönderen belliydi. Buna ilaveten; bu mektup, Beni S’ad b. Bekr, Eslem, Cuheyne ve Gaffar kabilesi gibi birkaç Arap kabilesi kadınlarına oranla haddi aştığı söylenen Cude’nin, halife tarafından sıkıştırılmasından başka hiçbir şeyi de gerektirmiyordu.

Bu şiirde şöyle söyleniyor: Cude, onları daha fazla zevk almak ve zaman aşımı ile utangaçlıklarının giderilmesi için yanında saklıyordu. İşte bu, Cude’ye nispet verilenlerin şiirdeki içeriği idi. Aynı zamanda şer’i olarak da ispatlanmamıştı.

Bunun yanı sıra şer’i olarak ispatlansa bile, sadece bir şiire dayanarak zina cezası uygulanamaz. Evet, onun göz altına alınarak ufak bir cezaya çarptırılması gerekirdi. Şayet halife böyle yapmak istemişti. Ama bu nerede... Muğayre b. Şu’be’nin yaptığı zinaya karşı tavrı nerede?!


(57)

MUĞAYRE B. ŞUBE’YE

ZİNA HDDİNİN UYGULANMAMASI

 

Bu mevzu, Muğayre b. Şubenin, Kays kabilesinden Ümmü Cemil ile yaptığı muhsine zinasına[246] aittir. Bu olay Araplar arasında en meşhur tarihi olaylardandır. Hicretin 17. yılı olaylarını nakleden bütün tarihçiler, bu olaya değinmişlerdir.

Dört kişi Muğayre’nin bu işi yaptığına şahitlik yaptı. Bu dört kişinin arasında ashabın en ileri gelenlerinden Ebu Bikre, sahabeden olan Nafi b. Haris ve Şibl b. Ma’bed bulunmaktaydı.

Bu üç şahıs açıkça şahitlik yaparak şöyle dediler: Biz Muğayre’nin cinsel organının Ümmü Cemil’in cinsel organı içerisinde olduğunu gördük. Dördüncü şahit gelerek (yani Ziyad b. Sümeyye) şahitlik yapmak istediğinde, halife bir yolla Muğayre’nin rezil olmasını istemediğini dolaylı yollarla anlattıktan sonra ondan şöyle sordu: Ne gördün?

Ziyad şöyle dedi: Bir manzara, nefes sesleri ve göbek göbeğe olduklarını gördüm.

Ömer: Milin sürme şişesine girip çıktığı gibi girip çıktığını gördün mü?

Ziyad şöyle dedi: Hayır! Ama Ümmü Cemil’in ayaklarının havada olduğunu ve Muğayre’nin hayalarının onun kalçaları arasında hareket ettiğini, şiddetle hareket ettiklerini ve yüksek sesle nefes nefese kaldıklarını gördüm.

Ömer şöyle sordu: Aynen sürme şişesine girip çıkan bir mil gibi girip çıktığını gördün mü?

Ziyad: Hayır! dedi.

Ömer: “Allah-u Ekber! Ey Muğayre! Kalk senin aleyhine şahitlik yapan bu üç adamı kırbaçla” dedi.

Muğayre de kalkarak bu üç adil şahidi kırbaçladı!!

Şimdi bu olayın genişçesini Kadı b. Hallaka’nın “Vefayat’ul-A’yan” adlı kitabından naklediyoruz. O şöyle yazıyor:

“Muğayre’nin olayı ve aleyhine yapılan şahitliğe gelince; olay şudur: Ömer b. Hattab, onu Basra valisi yapmıştı. Öğlen vakti Dar’ul-İmare’den çıkarken Ebu Bikre onu görür ve emir nereye gidiyor?” diye soruyordu.

O da: “Bir işin peşice gidiyorum” diyordu.

Ebu Bikre: Başkalarının, emirin huzuruna gelmesi gerekir, senin gitmen gerekmez, derdi.

Muğayre, Amr’ın kızı Ümmü Cemil’in yanına gitmekteydi. Ümmü Cemil’in kocası, Haccac b. Atik b. Haris b. Veheb-i Ceşmi idi. Kadının nesebini yazdıktan sonra da şöyle diyor: Ebu Bikre’den rivayet edilir ki; O, Sümeyye’nin evlatlarından olan kardeşleri Nafi, Ziyad ve Şibl (bunların hepsi ana tarafından kardeşleridir) ile odasında oturmuştu. Ümmü Cemil’in odası da onların oturduğu odanın tam karşı tarafındaydı. Zira onlar komşuydular. Tam bu sırada rüzgar Ümmü Cemil’in odasının kapısını açtı. Dört kardeş hep birden Muğayre’nin Ümmü Cemil ile zina ettiğini gördüler.

Ebu Bikre şöyle dedi: Büyük bir musibete yakalandınız. Olayı gördüğünüze göre iyi görün ki onu ispatlayabilesiniz.

Ebu Bikre, evin üzerinden gelerek Muğayre çıkana kadar kapının ağzında oturdu.

Muğayre çıkınca Ebu Bikre şöyle dedi: Biz, neler yaptığını gördük. Bize hükümet etmekten istifa vermen ve azledilmen yerinde olur.

Ona itina etmeyen Muğayre cemaatle beraber öğlen namazını kılmak için yola koyuldu. Ebu Bikre de onunla gitti. Ebu Bikre mescitte şöyle dedi: “Hayır! Allah’a yemin olsun ki seni o vaziyette gördükten sonra bize namaz kıldırmaya hakkın yoktur.”

Halk: Bırak namaz kıldırsın. O, bizim valimizdir. Siz, gördüğünüz şeyi halife Ömer’e rapor olarak yazabilirsiniz, dedi.

Onlar da gördükleri olayı bir mektupla Ömer’e bildirdiler. Ömer, tüm şahitlerin ve Muğayre’nin Medine’ye gelmesini emretti. Hepsi Medine’ye varıp Ömer’in yanına gidince Ömer, Muğayre ve şahitlerin içeri girmesini emretti.

Önce Ebu Bikre ileri çıkarak şahitlik yaptı. Ömer şöyle dedi: “Onu Ümmü Cemil’in kalçaları arasında mı gördün? Ebu Bikre: Evet! Allah’a yemin olsun ki, şu anda onun önündeki kabarıklığı Ümmü Cemil’in kalçaları arasında görür gibiyim!” dedi.

Muğayre: “Bakmaya hakkın yoktu” dedi.

Ebu Bikre: “Eğer ispatlar da seni halk içerisinde rezil edilmiş olarak görürsem rahatsız bile olmam” dedi.

Ömer: “Hayır, Allah’a yemin olsun ki, bu yeterli değildir! Onun içeri girdiğine yani milin sürmeliğe girdiği gibi girdiğine de şahitlik yapmalısın” dedi.

Ebu Bikre: “Evet, böyle yaptığına da şahitlik yaparım!” dedi.

Ömer: “Muğayre! Bedeninin üçte biri gitti!” dedi.

Daha sonra Ömer, ikinci şahit yani Nafi’yi de çağırarak neye şahitlik yaptığını sordu. Nafi de: “Ebu Bikre’nin şahitlik yaptığı şeye” diye cevap verdi.

Ömer: “Hayır! Aynen milin sürmeliğe girdiği gibi, girdiğine şahitlik yapmalısın” dedi.

Nafi: “Evet, sonuna kadar içeri girdiğine şahitlik yaparım” dedi.

Ömer: “Muğayre bedeninin yarısı gitti” dedi.

Sonra üçüncü şahidi çağırarak neye şahitlik yaptığını sordu.

Şibl b. Said şöyle dedi: “Benden önceki iki kişinin şahitlik ettikleri şeye ben de şahitlik ederim.”

Ömer: “Muğayre! Bedeninin dörtte üçü gitti” dedi.

Bunlardan sonra o zaman orada olmayan Ziyad’a bir mektup yazarak huzura gelmesini istedi. Ziyad da geldi. Ömer onu görünce mescidde bir yer verip Ensar ve Muhacirin büyüklerini başına topladı. Ömer, Ziyad’ı karşısında bulunca şöyle dedi: “Ben öyle bir kişi görüyorum ki, Allah onun diliyle, Muhacirden birisini rezil etmeyecektir.”

Daha sonra başını kaldırarak şöyle sordu: Ey Hubari[247] dışkısı! Sende neler var?

Bu sırada Muğayre’nin, Ziyad’a yaklaştığı, ama Ziyad’ın Araplar arasında çok meşhur olan şu ata sözünü: “Düğünden sonra, esans kokusunu gizlemek olmaz” (Yani kinaye yoluyla; kesin olarak yapılmış bir iştir, inkar etmek olmaz) Muğayre’nin kulağına fısıldadığı söylenir.

Muğayre şöyle dedi: “Ey Ziyad! Allah’ı ve kıyamet gününü unutma. Zira Allah, Resulü ve Müminlerin Emiri, benim kanımı hedere gitmiş biliyorlar. Ama gördüklerini görmezlikten gelir ve şahitlik etmezsen durum değişir. Allah’a yemin olsun ki, eğer sen benimle onun karnı arasında bile olsaydın, benimkinin ona girdiğini göremezdin.”

Ravi şöyle diyor: Ziyad’ın gözlerinden yaşlar akarak rengi sarardı. Daha sonra şöyle dedi: Ey Emir’el-Müminin! (Ömer), Benden önceki üç şahidin genişçe anlattıklarına vakıf değilim. Ben sadece bir manzara gördüm ve nefes sesleri duydum. Muğayre’nin, Ümmü Cemil’in üzerine çıktığını gördüm.

Ömer: “Milin sürmeliğe gidip geldiği gibi girip çıktığını gördün mü?” dedi.

Ziyad: “Hayır!”

Ziyad’ın şöyle dediğini naklederler: Ümmü Cemil’in ayaklarının havada ve Muğayre’nin onun kalçaları arasında hareket ettiklerini gördüm. Nefes nefese kalmışlardı.

Ömer: “Aynen milin sürmeliğe girip çıktığı gibi girip çıktığını gördün mü?” dedi.

Ziyad: “Hayır “dedi.

Ömer: “Allah-u Ekber! Ey Muğayre! Kalk da şahitleri kırbaçla!” dedi.

Muğayre de kalkarak Ebu Bikre’ye ve diğer iki şahide seksen kırbaç vurdu.

Ömer, Ziyad’ın sözlerinden ve Muğayre’nin cezadan kurtulmasından şaşkınlığa uğramıştı. Ebu Bikre, kırbaçları yedikten sonra şöyle dedi: Muğayre’nin böyle bir işi yaptığına şahitlik ederim.

Ömer ikinci kez onu kırbaçlatmak istedi. Ama Ali b. Ebi Talip şöyle buyurdu: “Eğer onu kırbaçlattırırsan, arkadaşın ve dostun Muğayre’yi taşlattırırım.”

Ömer, Ebu Bikre’den tövbe etmesini istedi. Ama Ebu Bikre şöyle dedi: Böylece daha sonraları benim şahitliğimi kabul etmek mi istiyorsun?

Ömer: “Evet” dedi.

Ebu Bikre şöyle dedi: Ama ben hayatta olduğum müddetçe bir daha iki şahıs arasında şahitlik yapmayacağım.

Üç şahit kırbaçlandıktan sonra Muğayre şöyle dedi: “Allah’a şükürler olsun ki sizleri rezil etti.”

Ömer şöyle dedi: Allah seni görüldüğün her yerde rezil etsin!!

Daha sonra İbn-i Hallakan şöyle yazıyor: Ömer b. Şeybe, “Ahbar-u Basra” adlı kitapta şöyle yazar: Ebu Bikre kırbaçlanınca annesi şöyle dedi: “Bir koyun keserek derisini beline sarsın.” Bu, Ebu Bikre’nin aldığı şiddetli darbelerden dolayıydı.

Ravi şöyle diyor: Abdurrahman b. Ebu Bikre hikayet eder ki, babası yaşadığı müddetçe (kardeşi) Ziyad’la konuşmayacağına dair yemin etti. Ebu Bikre, öldüğü zaman Ebu Birze-i Eslemi’den başkasının ona namaz kılmamasını vasiyet etti.

Peygamber (s.a.a), onları kardeş yapmıştı. Bu haber Ziyad’a iletilince, o Kufe’ye döndü. Muğayre de ona ihtiram göstermekte ve yaptığı işi unutmamaktaydı.

Ümmü Cemil, hac mevsiminde Ömer’le karşılaştı. Muğayre de oradaydı.

Ömer, Muğayre’ye şöyle dedi: “Muğayre! Bu kadını tanıyor musun?”

Muğayre: “Evet, Ali’nin kızı Ümmü Gülsüm’dür” dedi.

Ömer şöyle dedi: “Kendini cahilliğe mi vuruyorsun? Yemin olsun ki biz, Ebu Bikre’nin doğru söylediğine şüphe bile etmedik. Ama senin, gök yüzünden başına bir taş düşmesinden korktuğunu gördüm.”

Sonra şöyle yazıyor: Şeyh Ebu İshak Şirazi “el-Muhezzeb” adlı kitabının, “Şahit sayısı” babının evvelinde şöyle yazıyor: Üç kişi Muğayre’nin zina ettiğine şahitlik yaptı. Bunlar Ebu Bikre, Nafi ve Şibl b. Mabed’di. Ama Ziyad şöyle dedi: “Ben iki çıplak kalça gördüm ve nefes sesleri duydum. Aynı eşek kulağı gibi iki ayak gördüm, bunlardan başka bir şey bilmiyorum.” Ömer de ilk üç şahidi kırbaçlattı, ama Muğayre’ye hiçbir ceza vermedi!!

Daha sonra şöyle devam ediyor: Alimler, Hz. Ali’nin, Ömer’e söylediği; “Eğer onu kırbaçlattırırsan dostun Muğayre’yi taşlattırırım” cümlesi hakkında birçok sözler söylemişlerdir. Ebu Nasr b. Sebbağ şöyle der: “Eğer Ebu Bikre’nin ikinci şahitliği, ayrı bir şahitlik sayılırsa, dört şahit tamamlanmış olur. Sonuçta Muğayre’nin taşlanması gerekir.” İşte Ali’nin demek istediği budur. (Kadı b. Hallakan’ın bu üzücü olay hakkında söylediği sözlerin sonu.)[248]

 

(58)

CİBLE B. EYHUM’A KARŞI KATI TAVIR

 

Mevzu şundan ibarettir: Akk ve Cüfne kabilelerinden Arap oldukları, yüz ve kıyafetlerinden belli beş yüz atlı, önlerinde Ürdün padişahı Cible olduğu halde Medine’ye gelerek İslam’ı kabul ettiler. Atlılar altın ve gümüş işlemeli elbiseler giymişlerdi. Padişah ise annesi Mariye’nin mücevherleriyle süslü bir taç başına bırakmıştı.

Müslümanlar da onların ve arkalarında onlara tabi olanların, İslam’ı kabul etmesinden dolayı oldukça sevinmişlerdi. Padişah, o yılın hac mevsiminde kendisine tabi olanlarla beraber halifenin yanında hacca gitti. Cible tavafla meşgulken Fezare kabilesinden biri Cible’nin giydiği ihramı ayaklayınca ihram açıldı. Cible de bu şahısa şiddetli bir tokat vurdu.

Fizari şahıs, Ömer’e giderek şikayette bulundu. Ömer de, Cible’nin bir tokat yemesine veya tokatladığı şahısı bir yolla razı etmesine hükmetti. Ömer öylesine sert bir tavır takındı ki Cible, Ömer veya Fizari şahısı razı etmekten ümitsizliğe düştü.

Akşam vakti kendine tabi olanlarla beraber firar ederek Konstantaniyye’ye sığındı. Ömer’in bu şekilde katı davranmasından dolayı hepsi İslam’dan dönerek mürtet oldular. Rum imparatoru Herkül (Herakliüs) de onları beklenildiğinden daha fazla sıcak bir şekilde ağırladı.[249] Buna rağmen Cible, İslam’dan döndüğüne ağlardı! O, bu konuda sürekli şöyle derdi: “Eşraf bir tokatla Hıristiyan oldu. Eğer ben sabretseydim ondan bir zarar görmezdim. Ama beni alıkoyan şey inatçılık ve bencilliğimdi. Böylece sağlam gözümü körlüğe sattım. Keşke annem beni doğurmasaydı. Keşke, Ömer’in dediği söze dönseydim. Keşke, Hicaz'daki rahatsızlıklara tahammül etseydim ve Rabia veya Muzir kabileleri arasında esir olsaydım.”

Yazar: Keşke Ömer, bu Arap padişahı ve beraberindekileri incitmeden Fizari şahısı bir yolla razı etseydi. Ama Ömer nere bu işleri yapmak nere!

O Cible’den gördüğü ilk hatada, o zamana kadar izzetle yaşamış bu insanın burnunu yere sürmek istedi. Bu Ömer’in her şahsiyetli kişiye karşı takındığı tavır şekliydi. Bu durumu araştırmacı şahıslar çok iyi bilmektedirler. Ömer’in, Muğayre b. Şubeye yaptığı muamele ile Halid b. Velid’e yaptığı muamele arasında ne kadar fark vardır? Muğayre’ye, muhsine zinası cezasını uygulamamış Ama Halid’in bu cezaya çarptırılması için ne kadar da ısrar etmekteydi. Önceden de zikredildiği gibi eğer Ebu Bekir mani olmasaydı Ömer, Halid’i recmettirmişti bile.

Bunun sebebi de Halid b. Velid’in aynen Cible gibi kendisini büyük görmesiydi. İşte bu durum Ömer’in ona karşı sert davranmasının en büyük sebebiydi. Tam Muğayre’nin tersine! Zira Muğayre, çok hilekar ve siyasetçi olmasına rağmen Ömer’e gölgesinden bile daha fazla bağlıydı. Öyle ki kendisini Ömer’in ayakkabısından daha aşağılık biliyordu. Bu durum ise, ne kadar fısk ve fücur işlese de Ömer’in onu serbest bırakmasına sebep olmuştu.

Ömer’in siyaseti, Cible ve Halid gibi şahsiyet ve nüfuz sahibi kişilere karşı sert davranmasını gerektiriyordu. Bu katılığı, bazen onların yakınlarına veya onlara bağlı kimselere göstererek onların burnunu yere sürtmeliydi. Nitekim bu işi, oğlu Abdurrahman, Ebu Bekir’in kız kardeşi Ümmü Ferve, Cude-i Selmi, Zabi-i Temimi, Nasr b. Haccac, amcası oğlu Züeyb ve Ebu Hureyre gibi şahıslarla yapmıştı.

Ömer, yeme, içme, ev, merkep vb. gibi durumlarının çok sade olmasında, lezzet ve şehvetlerini dizginlemede has bir dikkat gösterirdi. Eline ne gelirse kendisi ve ailesi bir şey almadan, halka bağışlamayı veya Beyt’ul-Mala eklemeyi severdi. Valilerin hesapları hususunda çok ihtiyatlı davranırdı.

Ömer’in, bu konularda çok sıkı davranmasından dolayı hiçbir valisi kendisini kurtaramamıştı. Elbette Muaviye b. Ebu Süfyan hariç. Muaviye, diğer valilerden her yönüyle çok farklıydı. Zira Ömer’in, Muaviye’den hesap sorduğunu kesinlikle görmüyoruz. Tam aksine onu kendi haline bırakarak şöyle dediğini görüyoruz: “Ne sana bir şey emrederim, ne de seni bir şeyden alı koyarım!”

Ömer’i tanıyan herkes, onun neden Muaviye’ye karşı bu kadar bağışlayıcı olduğunu bilir!!!

 


(59)

EBU HUREYRE’YE KARŞI SERTLİĞİ

 

Ömer, Ebu Hureyre’yi hicri 21. Yılında Bahreyn’e vali yaptı. Hicri 23. Yılında onu azlederek yerine Osman b. Ebu As’ı gönderdi. O Ebu Hureyre’yi azletmekle yetinmeyerek ondan Beyt’ul-Maldan çaldığını iddia ettiği on bin dinar da alarak devletinin bütçesine ekledi. Bu olay oldukça meşhurdur.

İbn-i Abdurabbih el-Endülüsi el-Maliki,[250] olayı naklederek şöyle diyor: “... Ömer daha sonra Ebu Hureyre’yi çağırarak şöyle dedi: “Biliyorsun ki seni Bahreyn’e vali yaptığım zaman giyinecek bir ayakkabın yoktu! Ama sonraları bana senin, bin altı yüz dinarlık atlar aldığını haber verdiler.”

Ebu Hureyre şöyle dedi: Bunları bana halk vermiştir ve atlar doğurarak çoğalmıştır.

Ömer: “Ben sana geçimini sağlayacak belli bir maaş bağladım. Bu fazlalığı geri vermelisin!” dedi.

Ebu Hureyre: “Bu fazlalık sana yetişmez” dedi.

Ömer: Hayır, yetişir. Yemin olsun ki senin belini kırarım! dedi.

Daha sonra ayağa kalkarak Durre adlı kırbacıyla ona o kadar vurdu ki, Ebu Hureyre kan içinde kaldı. Ona: “Paraları getir” diye bağırdı.

Ebu Hureyre: “Onları Allah’ın hesabına say” dedi.

Ömer şöyle dedi:” Eğer helal yoldan kazanmış ve kendi isteğinle vermiş olsaydın sayardım. Ama sen, Bahreyn’in en uzak noktasından gelerek bu malları halkın sana hediye ettiğini ve Müslümanların malından olmadığını söylüyorsun! Annen Umeyme senin gibi bir pisliği, sadece eşek gütmek için doğurmuştur.”

İbn-i Abdurabbih daha sonra şöyle diyor: Ebu Hureyre’nin rivayetinde şöyle bir söz vardır: Ömer, beni Bahreyn valiliğinden alınca şöyle dedi: “Ey Allah’ın ve Allah’ın kitabının düşmanı! Allah’a ait maldan mı çalarsın?”

Ben cevabında: “Ben Allah ve kitabının düşmanı değilim. Tam aksine ben, senin düşmanının düşmanıyım. Allah’a ait maldan da çalmadım” dedim.

Ömer: “Peki bu on bin dinarı nasıl topladın?” dedi.

Ben: “Bana hediye olarak getirilen hediyeler ve doğan atlardır. Dahası belirlediğin maaşımdan yaptığım tasarruflardır” dedim. Ama Ömer, onların tümünü benden aldı. Sabah namazı kılınca Müminlerin Emiri (Ömer) için mağfiret diledim...

İbn-i Ebi’l-Hadid,[251] Ömer’in davranış tarzlarını naklederken şöyle diyor: İbn-i Sa’d[252] Muhammed b. Sirin yoluyla Ebu Hureyre’nin şöyle dediğini nakleder: Ömer bana şöyle dedi: “Ey Allah ve kitabının düşmanı! Allah’a ait malı mı çalarsın?”

İbn-i Hacer-i Askalani “el-İsabe” adlı eserinin Ebu Hureyre’nin biyografisi bölümünde bu rivayeti naklederek şöyle diyor: Ömer’in Ebu Hureyre’ye oranla takındığı tavır, tüm alimlerin kabul ettiği sabit hakikatin tersinedir. Ebu Hureyre’yi kırbaçladıktan sonra malını almasını eleştirmişlerdir.

 

(60)

SA’D B. EBU VAKKAS’A

KARŞI SERT TAVRI

 

Mevzu şudur: Ömer, Sa’d b. Ebu Vakkas’ı Kufe valisi yaptı. Ömer’e, Ebu Vakkas’ın, sarayında oturarak kapıları halkın yüzüne kapattığı haberi verildi. Ömer, Muhammed b. Müslime’yi çağırarak şöyle dedi: “Kufe’ye giderek Sa’d b. Ebu Vakkas’ın gözleri önünde sarayını yak ve daha sonra hiçbir şey yapmadan geri dön.”

Muhammed b. Müslime Kufe’ye giderek sarayı yaktı. Sa’d, sarayında gafil avlanmıştı. Sa’d, panik içerisinde dışarı çıkarak şöyle sordu: “Bu ne iştir?”

Muhammed b. Müslime şöyle dedi: “Bu, Emirel-Müminin (Ömer’in) emridir!” Sa’d da hiçbir şey yapmadı. Saray yanarak kül oldu. Daha sonra Medine’ye geri döndü!

 

(61)

HALİD B. VELİD’E KARŞI KATI TAVRI

 

Halid b. Velid, Ömer tarafından “Kansereyn”de valiyken Eş’as b. Kays onun yanına gitti. Halid de ona on bin dirhem verdi. Bu haber valilerin her işinden haberdar olan Ömer’e ulaşınca, bir postacı çağırtıp, Hamas valisi Ebu Übeyde Cerrah’a bir mektup yazarak şöyle dedi: “Halid’i bir ayak üzerinde tut, diğer ayağını sarığı ile bağla, tüm memurlarının önünde başını aç ve bu paraları nereden alıp Eş’as’a verdiğini söyleyene dek, bu şekilde davran. Eğer kendi malından vermişse israf etmiştir ve Allah israf edenleri sevmez. Eğer bu malı halka ait olanlardan vermişse, hıyanet etmiştir ve Allah hıyanet edenleri sevmez. Her halükarda onu göz altına al ve onun işlerini kendi sorumluluk sınırları içine sok” dedi.

Ebu Übeyde, Halide bir mektup yazarak kendi yanına gelmesini istedi. Ebu Übeyde, Halid gelince halkı mescide topladıktan sonra minbere çıktı. Halifenin postacısı kalkarak Halide şöyle sordu: “Eşas’a verdiğin bu paraları nereden aldın?” Halid, hiçbir cevap vermedi.

Ebu Übeyde de susmuş hiçbir şey söylemiyordu. Bilal ayağa kalkarak: “Emir’ul-Müminin (Ömer), sana filan emri vermiştir” dedi. Daha sonra Halid’in başından sarığını alarak başına açtı. Sonra diğer ayağını sarığıyla bağlayana kadar onu bir ayak üzerinde tuttu. Ondan tekrar şöyle sordu: “Eşas’a verdiğin bu paraları nereden aldın? Kendi malından mı aldın halkın malından mı?” Halid: “Kendi malımdan” diye cevap verdi.

Daha sonra onu serbest bıraktı ve sarığını kendi eliyle başına koydu. Tam bu sırada ise şöyle dedi: “Valilerimize itaat eder ve emrimiz altındakilere de ihtiram ile hizmet ederiz!”

Halid, şaşkınlık içindeydi. Azledilip edilmediğini bilmiyordu. Zira Ebu Übeyde, ona gösterdiği ihtiramdan dolayı ne vaziyete sahip olduğunu söylememişti. Ömer, gelmesinin gecikmesinden, zannettiği şeyin vuku bulduğunu anladı. Bu nedenle Halid’e bir mektup yazarak azledildiğini bildirdi. Halid’e hayatta olduğu müddetçe bir daha herhangi bir makam vermedi.

Abbas Mahmud Akkad, bu olayı “Abkariyat-u Halid” adlı kitabında nakletmiştir. Bkz. s. 245.

 

(62)

ZABİY’-İ TEMİMİ’NİN SÜRGÜN

EDİLMESİ VE DÖVÜLMESİ

 

Adamın birisi Ömer’in yanına gelerek şöyle dedi: Zabiy’-i Temimi, bizimle görüşerek Kur’ân ayetlerinden bazılarının tefsirini bizden sordu ve şöyle dedi: Allah’ım! Bana yardım et ki, Kur’ân’ı tefsir edebileyim!

Bir gün Ömer oturmuş halkla beraber öğlen yemeği yerken Zabiy’ çıkageldi. O da ileri gelerek halkla beraber yemek yedi. Daha sonra şöyle dedi: Ey Emir’ul Müminin! “Tozdurup savuranlara, yükünü yüklenenlere... and olsun”[253] ayetinin tefsiri nedir?

Ömer: Vay olsun sana! Kur’ân’ın tefsirini bilmek isteyen sen misin? dedi.

Sonra onu soyundurarak o kadar vurdu ki, sarığı başından düştü. Daha sonra onun saçının örülmüş olduğunu ve başının iki yanına salındığını görünce şöyle dedi: Ömer’in, canı elinde olan Allah’a yemin olsun ki eğer, saçını tıraş ettiğini görürsem başını bedeninden ayırırım?!

Sonra da onu bir evde hapsetmelerini emretti. Her gün onu evden çıkarıp yüz kırbaç vuruyordu! Durumu biraz düzelince bir daha yüz kırbaç vuruyordu! Daha sonra onu bir deveye bindirerek, Basra’ya gönderdi. Basra valisi Ebu Musa Eş’ari’ye bir mektup yazarak; halkın onunla oturup kalkmasının yasaklamasını ve minbere çıkarak: “Zabiy’, ilim talebinde bulundu, ama ona ulaşamadı” diye ilan et emrini verdi!

Böylece kavminin büyüğü olan Zabiy’, kendi kabilesi ve diğer kabileler arasında rezil olmuş bir vaziyette gözlerini dünyaya kapadı.[254]

 


(63)

NASR B. HACCAC’IN SÜRGÜN EDİLMESİ

 

Abdullah b. Bureyd şöyle diyor: “Ömer, sokakta gezdiği bir gece, kapalı bir kapının ardından bir kadının bir grup kadına yüksek sesle şöyle dediğini duydu: “İçebileceğim bir şarap veya beni Nasr b. Haccac’a kavuşturacak bir yol var mı?”[255]

Ömer: “Yaşadığın müddetçe hayır!” dedi. Onun ertesi günü Nasr b. Haccac’ı huzuruna çağırttıran Ömer, onun çok yakışıklı ve güzel simaya sahip bir genç olduğunu gördü. Ömer, onun saçının tıraş edilmesini emretti. Saçları kısaltılınca alnı açığa çıkan Nasr, daha da güzelleşti. Ömer, başını tamamen tıraş etmesini emretti. Saçının tümünü tıraş ettirince güzelliği de arttı.

Ömer şöyle dedi: Ey Haccac’ın oğlu! Kendi güzelliğinle Medine kadınlarının aklını başından almışsın. Benim oturduğum şehirde sen olmamalısın! Daha sonra da onu Basra’ya sürgün etti.

Nasr b. Haccac, bir müddet Basra’da ikamet ettikten sonra, Ömer’e şöyle bir mektup yazarak itirazını belirtti: “Eğer bir gün bir kadın, gizli bir yerde beni arzulamışsa, benim suçum nedir ki sürgün ediliyorum? bana karşı kötü zanda bulundun, sebepsiz yere beni vatanımdan ayırdın...” Sonunda Ömer’den kendisine geri dönmesi için izin vermesini istedi.

Nasr’ın mektubu Ömer’e ulaşınca şöyle dedi: “Ben iş başında olduğum müddetçe Medine’ye dönmemeli!” Ömer öldürülür öldürülmez, Nars b. Haccac, atına binerek Medine’deki yakınlarının yanına döndü.

 


(64)

ÖMER’İN, OĞLUNA KARŞI

ŞER’İ HADDİ AŞMASI

 

Ömer’in oğlu Abdurrahman -Ebu Şahme de derlerdi- Ömer’in hilafeti zamanında, Amr b. As’ın valilik yaptığı Mısır’da şarap içti. Olay ortaya çıkınca, vali olan Amr b. As, onun başının tıraş edilmesini emretti. Şer’i had (seksen kırbaç), kardeşi Abdullah’ın huzurunda icra edildi. Bu haber Ömer’e ulaşınca, Amr b. As’a bir mektup yazarak, Abdurrahman’ı bir cüppeye sarıp, çıplak bir deveye bindirerek Medine’ye göndermesini istedi. Bu arada mektupta Amr b. As’a kaba bir şekilde hitap etmişti.

Amr b. As da, Abdurrahman’ı aynen Ömer’in söylediği şekilde Medine’ye gönderdi ve şöyle bir mektup da Ömer’e yazdı: “Ben ona şer’i haddi uyguladım. Saçını tıraş ettirerek bahçede seksen kırbaç ona vurdurdum. Yemin edeceğim ondan daha yüce bir ilah olmayan Allah’a and olsun ki, Mısır, İlahi hadlerin Müslim ve gayri Müslimlere uygulandığı bir yerdir.” Bu mektubu, kardeşi Abdullah vesilesi ile Ömer’e gönderdi.

Abdullah, kardeşi Abdurrahman ve mektupla beraber Medine’de babası Ömer’in yanına vardılar. Abdurrahman hasta olduğundan bir cüppeye sarılmış ve yürüyecek hali yoktu. Ömer, Abdurrahman’a kaba bir şekilde hitap ederek şöyle dedi: “Ey Abdurrahman! Yaptın ha! Yaptın ha!” Daha sonra: “Kırbaç! Kırbaç!” diye feryat etmeye başladı.

Abdurrahman b. Avf aracı olarak şöyle dedi: “İlahi had uygulanmıştır. Abdullah da haddin uygulandığına şahitlik etmiştir.” Ama Ömer, hiçbir itinada bulunmayarak Abdurrahman’ı kırbaçlamaya başladı.

Abdurrahman bu esnada bağırarak şöyle diyordu: “Ben hastayım, Allah’a yemin olsun ki sen benim katilim olacaksın.” Abdurrahman’ı öylesine kırbaçlıyordu ki, sesi ortalığı kaplamıştı. Daha sonra şöyle dedi: “Onu zindana götürün!” Abdurrahman zindanda bir ay kaldıktan sonra hayatını kaybetti.

Bu olay, İslam tarihi olaylarının arasında çok meşhurdur. Tarihçiler bu olayı Ömer’in biyografisinde ve onun özelliklerinde zikretmişlerdir. (Bkz. Şerh-i Nehc’ül-Belağa-i İbn-i Ebi’l-Hadid, c. 3, s. 123, Mısır baskısı. Aynı cildin 127. sayfasında Ömer’in arkadaşlarından birisi şöyle diyor: Ömer, oğullarından birini şarap içmesi yüzünden kırbaçladı. O da aldığı darbelerin şiddetinden dolayı öldü.)

Herkes kendi kitabında Ebu Şahme ve başından geçen olayı nakletmiştir. İbn-i Abdulbirr “İstiab” adlı kitabında bu olayı anlatmıştır.

Dumeyri, Hayat'ul-Hayvan kitabının “dik” maddesinde şöyle yazar: Ömer, oğlu Ubeydullah’a şarap içme haddi uyguladı. Bu sırada oğlu: “Baba beni öldürdün!” diyordu.

Daha sonra şöyle diyor: Tarih kitaplarında şarap içen oğlunun, Abdurrahman olduğu belirtilmiştir.

İbn-i Cevzi, “Tarih-i Ömer” adlı kitabının 77. Babını, Ömer’in şarap içen oğluna had uygulamasına mahsus kılmıştır.

Bizim amacımız ise şudur: Ömer’in güvenilir bildiği Mısır valisi Amr b. As, Abdurrahman’a had uyguladığını bildirmiştir. Hattab oğulları içerisinde en doğru sözlü bildiği oğlu Abdullah da buna şahitlik yapmıştı. O halde bir başka haddin uygulanmasına sebep yoktu.

Eğer Amr b. As, ettiği tüm yeminlere rağmen güvenilir birisi değildiyse, nasıl onu Mısır valisi yaparak Müslümanların can, mal ve namusunu ona teslim etmişti.? Bunlara ek olarak; hasta birisine had uygulanmaz, had uygulanan birisi hapsedilmez. Özellikle hastalık ve hapisin ona zararı olduğu durumlarda. Ama ne yapılabilir ki, Ömer, daima kendi görüşünün nassa öncelikli olmasında ısrarlıydı!

 

(65)

HUDEYBİYE AĞACININ KESİLMESİ

 

Hudeybiye ağacı, Hz. Resulullah (s.a.a)’in, altında ashabından aldığı Rızvan biatinin gerçekleştirdiği yerdi.[256] Bu biatin sonuçlarından birisi de, Allah’ın onlara apaçık bir fetih nasip ederek zafere ulaştırmasıdır.

Bu olaydan sonra oradan geçen Müslümanlardan bazıları, teberrük olarak o ağacın altında namaz kılarlardı. Bu biat vesilesi ile onlara arzuladıkları fetihi nasip ettiği için, Allah’a şükrederlerdi.

Müslümanların o ağaç altında namaz kıldıkları haberi Ömer’e ulaşınca, Ömer o ağacın kesilmesi emrini verdi!

Ömer şöyle dedi: “Bundan sonra o ağacın altında namaz kılan birisini getirirlerse, aynen mürtet gibi kılıçla öldüreceğim!!”[257]

Yazar: Sübhanallah! Allah-u Ekber! Dün Peygamber (s.a.a) onu, mürtet Zussedye’yi öldürmekle görevlendiriyor, o da kıldığı namaza ihtiram olsun diye bu emri yerine getirmiyordu.[258] Ama bugün kılıcını çekerek Rızvan ağacı altında namaz kılan imanlı şahısları öldürmek istiyor!!

Hayret! Hayret! Ona, kim ihlasla namaz kılan bir müslümanı, namaz kılma suçundan dolayı öldürme izni vermişti? Bu, Necd’de büyüyüp meyve veren ağacın tohumuydu. Necd ki Allah Resulü onun hakkında şöyle buyurmuştur: “Şeytanın boynuzu oradan çıkacaktır.” [259]

Faruk! Bu tohumlardan çok fazla ekti. Şöyle ki; Hacer’ül-Esved’e şöyle dedi: “Sen bir taşsın, ne bir yararın vardır, ne de zararın. Eğer Peygamber (s.a.a)’in seni öptüğünü görmeseydim seni öpmezdim.”

Bazı cahiller, Ömer’in bu sözünü bir usul olarak algılamış, buna dayanarak Kur’ân’ın öpülmesini, Peygamber (s.a.a)’in türbesine ve diğer büyük şahsiyetlerin türbesine saygı göstermeyi haram bilmişlerdir! Halbuki bu Allah’ın emrinin tersinedir. Zira Allah (c.c) şöyle buyuruyor: “Her kim Allah’ın muhterem saydığı şeylere saygı gösterirse, Rabbinin katında kendisi için daha hayırlıdır.”[260] “Her kim Allah’ın şiarlarına (bıraktığı dini nişanelere) saygı gösterirse, şüphesiz bu, kalplerinin takvasındandır.”[261]

Allah (c.c), dini şiarlara saygı göstermeyi ve mezhebi nişaneleri; iman, takva ve temiz kalpliliğin göstergesi olarak belirtmiştir. Ama onlar, birçok müstehap amelleri terk ederek kendilerini ondan mahrum kıldılar.

Onlar, Allah’a muhabbetlerini bir şair sözü haddinde bile tutmadılar. Şair şöyle diyor:

Evin sevgisi kalbimi kendisiyle meşgul etmemiştir.

Tam tersine, evde oturanların sevgisi beni kendisine çekmektedir.

 

(66)

ÜMMÜ HANİ’NİN ÖMER’İ ŞİKAYETİ

 

Taberani Mu’cem’ul-Kebir adlı kitabında, Abdurrahman b. Ebu Rafi’den naklen, Ebu Talib’in kızı Ümmü Hani’nin şöyle dediğini nakleder: Peygamber (s.a.a)’e dedim ki: “Ya Rasullelah! Ömer beni görerek Muhammed’in sana hiçbir faydası yoktur!” dedi. Peygamber (s.a.a) bu duymakla sinirlendi. Ayağa kalkıp bir hutbe okuyarak şöyle buyurdu:

“Ne oldu da bazıları şefaatimin kendi hanedanımı kapsamayacağını zannetti? Ama benim şefaatim, Hâ ve Hakem’i (Kureyş’ten çok uzakta olan Yemendeki iki kabile ismi) bile kapsayacaktır?!”

Ayrı bir yerde de Peygamber (s.a.a) yine sinirlendi. Peygamber (s.a.a)’in halası kızı Safiye’nin bir oğlu ölmüştü, Peygamber (s.a.a) de ona başsağlığı verdi. Safiye, Peygamber (s.a.a)’in yanından dışarı çıktığı zaman, adamın[262] birisi onu görerek şöyle dedi: “Peygamber (s.a.a)’in akrabalığının sana hiçbir faydası yoktur.”

Safiye, öyle bir ağladı ki hatta Peygamber (s.a.a), onun hıçkırık sesini duydu. Peygamber (s.a.a) dışarı çıkarak konunun ne olduğunu sordu. Safiye de duydukları şeyin hepsini anlattı.

Peygamber (s.a.a) sinirlenerek şöyle buyurdu: “Ey Bilal! Namaz vaktini ilan et.”

Daha sonra kalkıp Allah’a Hamd-ü senadan sonra şöyle buyurdu: “Ne oluyor da bazıları benim akrabalığımın hiçbir faydası olmadığını zannediyor? Kıyamet günü benim akrabalığım haricinde, tüm akrabalıklar kopacaktır. Benim akrabalarım dünya ve ahirette birbirine bağlıdır.” [263]

 

(67)

NECVA GÜNÜ

 

O gün (Peygamber (s.a.a)’le gizli konuşma günü) birçok hayırlar, Hz. Ali (a.s) hariç, ashabın hepsinin elinden çıktı. Ne Faruk! Ne Sıddık! Ne de beşer fertlerinden birisi ona ortak olamadı. Şimdi Necva[264] ayetini naklederek, siz okurlardan bu konuda biraz daha dikkatle konuyu takip etmenizi rica ediyoruz:

“Ey iman edenler! Peygamberle gizli bir şey konuşacağınız zaman, bu konuşmanızdan önce bir sadaka veriniz. Bu sizin için daha hayırlı ve daha temizdir.”[265]

Tüm Müslümanların icmasına göre, bu ayetin buyurduğu hükme Hz. Ali (a.s)’dan başkası amel etmemiştir. Bu konu, sözü geçen ayetin tefsirinde aşağıdaki Ehl-i Sünnet tefsirlerinde nakledilmiştir: Tefsir-i Keşşaf (Zemahşeri), Tefsir-i Taberi, Tefsir-i Kebir (Sa’lebi), Mefatih’ul-Ğayb (Razi) vs. kitaplar bu konuya değinmişlerdir.

Hakim’in, muteber raviler yoluyla sahih olarak bildiği şu hadise[266]  dikkat ediniz. Hakim, Hz. Ali’den şöyle buyurduğunu nakleder:

“Allah’ın kitabında öyle bir ayet vardır ki, benden önce ve sonra kimse o ayete amel etmemiştir. O ayet, Necva ayetidir. O zaman bir dinarım[267] vardı. Bu bir dinarı on dirheme çevirdim. Ne zaman hususi olarak Peygamber (s.a.a)’le konuşmak istesem daha önce bir dirhem[268] Allah yolunda sadaka verirdim. Daha sonra bu ayetin hükmü şu ayetle kaldırıldı:

“Gizli bir şey konuşmanızdan önce, sadakalar vermekten çekindiniz mi? Bunu yapmadığınıza ve Allah da sizi affettiğine göre artık namazı kılın, zekatı verin, Allah’a ve Resulüne itaat edin.”[269]

Bu eleştiri, Hz. Ali (a.s) hariç Ömer b. Hattab ve diğer sahabeleri kapsamaktadır. Zira Ali (a.s), Peygamber (s.a.a)’le hususi olarak sohbet etmeden önce sadaka vermekten çekinmezdi. Ayrıca tövbe etmesine sebep olacak bir muhalefette de bulunmamıştır. Fahri Razi, burada da kendi heva ve hevesi üzerine hareket etmiş ve şeytani davranışlarda bulunmuştur. O şöyle diyor: “Bu (Necva ayeti) fakir birini sıkmakta ve hüzne sokmaktadır. Zira o sadaka verecek kudrete sahip değildir! Zengin birisini ise dehşete düşürmektedir. Zira öylesine bir durumla karşı karşıya bırakmaktadır ki bazı Müslümanların bazılarını eleştirmelerine sebep olmaktadır.

Buna amel etmek dehşete ve onu terk etmek birlik ve beraberliğe sebep olduğundan, birlik ve beraberliğe sebep olan şey dehşete sebep olan şeyden daha hayırlıdır...!”

Fahri Razi daha sonra Allah’ın buyruğu olan “Bu sizin için daha hayırlı ve temizdir” ve “Bunu yapmadığınıza ve Allah da sizi bağışladığına göre artık namaz kılın” ayetlerine muhalif olan saçmalıklarını devam ettiriyor.[270]

O halde Fahri Razi’nin, bu konuda söyledikleri göz önünde tutulursa, şuna inanılmalıdır ki, zekat ve hac, fakir birini sıkmakta ve hüzünlenmesine sebep olmaktadır. Zira bu emri yerine getirememektedir. Aynı şekilde zengin birisini de dehşete düşürmektedir. Zira bu, görev sadece onlara yöneliktir. Onun, ittifakı ihtilafa tercih etmesinden kaynaklanan kıyası, bütün dinleri terk etmeğe sebep oluyor. Aklın hicabından ve sözün sarsıntısından Allah’a sığınıyoruz. Güç ve kudret yüce Allah’a mahsustur.

 


(68)

ÖMER’İN MUAVİYE’YE

KARŞI OLAN MÜSAMAHASI

 

Ömer, Muaviye’yi, Şam’a vali yaparak istediği cinayeti işlemesi için serbest bıraktı! Ona karşı -gönderdiği valilere sıkı davranmasının aksine- oldukça yumuşak davrandı. O, Muaviye’nin Şam’da, kendi anlayış tarzının zıddına ve İslam’ın da reddettiği, Sasani padişahları gibi valilik yaptığını görüyordu.

Buna rağmen, bu vaziyet karşısında ona şöyle söylüyordu: “Ben ne sana emrederim ne de seni bir şeyden alı koyarım” Böylece onun yularını, istediği gibi otlaması için serbest bıraktı. Bu yolla o istediğini yapacaktı ve onu işinden alı koyacak birisi de olmayacaktı.

Muaviye’ye karşı bu şekilde davranılması onun, Sıffin da Emir’ul-Müminin Ali (a.s) ve Peygamber (s.a.a)’in değerli torunu İmam Hasan (a.s)’a karşı cüretlenmesi sonucunu doğurdu.

Muaviye’nin Şam valisi yapılarak istediği her pisliği işlemesi için serbest bırakılması, Beni Ümeyye’nin, Müslümanların malı, canı ve Allah’ın dinini kendi oyuncakları haline getirmelerine sebep oldu.

İnna lillah ve inna ileyhi raciun! ve seyalemullezine zalemu eyye munkalebin yenkalibun.”[271]

 


(69)

ÖMER’İN ŞERİATA AYKIRI

EMİR VE YASAKLARI

(Hatalarını Anladıktan Sonra da

Onlardan Vazgeçmesi)

 

Bu konuda çok sayıda örnekler verilebilir. Biz, sadece birkaç tanesinin nakliyle yetiniyoruz.

1) Muhammed b. Muhalled Attar, “Fevaid”[272] adlı kitabında şöyle yazıyor: “Ömer, hamile olan bir kadının recmedilmesine hükmetti.” Muaz b. Cebel, ona itiraz ederek şöyle dedi: “Eğer bu kadına hükmetmeye yetkin varsa, onun karnındaki olan çocuğa hükmetmeye yetkin yoktur” Ömer de verdiği hükmü iptal ederek şöyle dedi: “Kadınlar, Muaz gibi birisini doğurmaktan acizdirler. Eğer Muaz olmasaydı, Ömer helak olurdu.”

2) Hakim Nişaburi,[273] İbn-i Abbas’tan nakleder ki: Deli ama gebe kalmış bir kadını Ömer’in yanına getirdiler. Ömer, onu recmetmek istedi. Orada bulunan Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Üç grubun mükellef olmadığını bilmiyor musun? 1- Akıllanıncaya kadar deli. 2- Buluğa erene dek çocuk. 3- Uyanıncaya kadar uykuda olan şahıs.”

Bunları duyan Ömer hükmünü iptal etmek zorunda kaldı.

Yazar: Bu olay ilk olaydan farklıdır. Zira ilk olayda kadın deli değildi. Ömer şer’i hakim unvanında onu cezalandırmaya yetkiliydi; elbette kadın doğum yaptıktan ve kadının recmedilmesinden sonra çocuğa bakılabileceğine dair itminan meydana geldikten sonra. Ama bu kadını deli olduğu için yargılamaya hiç kimsenin hakkı yoktu.

Kadı Abdülcabbar Mutezili’nin “el-Muğni” adlı kitabında, hamile kadının recmedilmesi hakkında bir takım sözleri vardır ki bu, onunla Seyyid Murtaza arasında “eş-Şafii” adlı kitapta tartışma konusu olmuştur. İbn-i Ebi’l-Hadid Nehc’ül-Belağa’nın şerhinde her ikisinin konuşmalarını nakletmiştir.[274]

3) Ahmed b. Hanbel,[275] Ebu Zabyan Cenbi yoluyla şöyle nakleder: “Zina yapan bir kadını Ömer’in yanına getirdiler. Ömer, onun recmedilmesini emretti. Ama Hz. Ali, onu görevlilerin elinden alarak onları geri itti. Görevliler Ömer’in yanına gelerek; Ali bizi geri çevirdi, dediler.

Ömer şöyle dedi: “Ali bir şeyler bildiğinden dolayı bunu yapmıştır.” Daha sonra birisini göndererek Ali’yi çağırdı. Hz. Ali (a.s) sinirli bir şekilde geldi.

Ömer: “Neden bunları geri çevirdin?” dedi.

Hz. Ali: “Peygamber (s.a.a)’in üç grubun mükellef olmadığını buyurduğunu bilmiyor musun?: a) Uykuda olan kimse uyanıncaya kadar. b) Çocuk buluğa erinceye kadar. c) Deli akıllanıncaya kadar.”

Ömer: “Bunları bilmiyorum” dedi.

Hz. Ali şöyle buyurdu: “Ben de senin emrettiğin şeyi bilmiyorum!”

Ömer de kadını recmettirmekten vazgeçti.

4) İbn-i Kayyim “et-Turuk’ul-Hekime Fi’s-Siyaset’iş-Şer’iyye” adlı kitabında şöyle nakleder: Bir kadını Ömer’in yanına getirdiler. Kadın zina yaptığını itiraf etti. Ömer kadının recmedilmesine hüküm verdi. Orada bulunan Hz. Ali (a.s): Biraz vakit verin, belki de had uygulanmasını önleyecek mazereti vardır” dedi. Daha sonra Hz. Ali (a.s) kadından şöyle sordu: “Seni zina yapmana zorlayan şey ne idi?”

Kadın: “Benim develeri sağılan bir arkadaşım vardı. Ama benim develerim süt vermiyordu. Ben oldukça susadım, bu yüzden ondan su istedim. Ama o, bana su vermeyerek şöyle dedi: Eğer kendini bana teslim edersen sana su veririm. Ben üç gün boyunca susuzluğa karşı direndim. Susuzluğum daha da şiddetlenince ruhumun bedenimden çıkacağı duruma geldim. Bundan dolayı kendimi ona teslim ettim” dedi.

Hz. Ali: “Allah-u Ekber! “O halde kim asilik yapmaksızın ve haddi aşmadan mecbur kalırsa, Allah çok bağışlayan ve esirgeyendir.”[276]

Beyhaki, Sünen adlı kitabında[277]  Ebu Abdurrahman’dan şöyle nakleder: Oldukça susamış bir kadın, çobanın birinden su istemişti. Çoban kendisini ona teslim etmesi durumunda ona su verebileceğini söylemiş, kadın da kabul etmişti. Bu kadını Ömer’in yanına getirdiler. Ömer, halkla onun recmedilmesi hakkında istişare etti.

Bu sırada Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Kadın bu işi yapmaya mecbur olmuş. Bana göre onun serbest bırakılması gerekir.”

Ömer de onu serbest bıraktı.

5) İbn-i Kayyim[278] şöyle nakleder: Zina edip de itiraf etmiş bir başka kadını Ömer’in yanına getirdiler. Kadın itirafını tekrarlayarak yapmış olduğu kötü ameli teyit etti. Bu esnada orada bulunan Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Bu kadın, yapmış olduğu ameli öylesine hafif sanmış ki, zinanın haram olduğunu bilmeyen birisine benzer duruma gelmiş.”

Ömer de ona had uygulamaktan vazgeçti.

Daha sonra İbn-i Kayyim şöyle diyor: Bu, Hz. Ali’nin sahip olduğu keskin anlayış düzeyinin ölçüsünü göstermektedir.

 6) Ahmed Emin[279] “A’lamul Mukıin”den naklen şöyle yazıyor:

Adamın biri kayın pederi ve arkadaşı tarafından öldürülmüştü. Olay Ömer’e aktarıldı. Ömer, bir adamdan dolayı iki adam öldürülebilir mi? diye şüpheye düştü.

Hz. Ali (a.s) ona şöyle buyurdu: “Eğer iki şahıs bir hırsızlık yaparsa, ikisinin de ellerini keser misin?”

Ömer: “Evet” dedi.

Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Bu iki adamı öldürmek de aynen bunun gibidir.” Ömer de Hz. Ali (a.s)’ın kavlini kabullendi ve kendi valilerine emir göndererek her ikisinin de öldürmesini isteyip şöyle yazdı: “Eğer bütün San’a halkı, onun öldürülmesine ortak olsa bile onların hepsini kısas yoluyla öldürürüm.”

7) Şimdi anlatacağımız olayı birçok tarih ve sire yazarları nakletmiştir. Biz bu olayı İbn-i Ebi’l-Hadid’den aktarıyoruz. O şöyle yazıyor:[280] Ömer, bir konuyu sormak için gebe bir kadını huzuruna çağırdı. Kadın Ömer’in yüzünü görür görmez, çocuğunu ölü olarak düşürdü.

Ömer, bu konuda ashabın ileri gelenleriyle istişare etti. Ashap: Senin hiçbir suçun yoktur, ona vermen gereken bir şey de yoktur. Zira sen onu edep etmek için çağırmıştın.

Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Bunlar seni korumak isteseler de seni bulaştırmaktadırlar. Zira bunların bütün telaşları sonucu verdikleri fetva hatalıdır. Sen bu çocuğun düşmesine neden olduğun için, bir köle serbest bırakmalısın.” Ömer ve ashap da Hz. Ali (a.s)’ın fetvasına uydular.

8) Halife, ilk muhacirlerden olup Bedir savaşına da katılan, ama şarap içen Guddame b. Maz’un’a vereceği hüküm içerisinde bocalayıp durmaktaydı. Bu adamı Ömer’in yanına getirdiklerinde onun kırbaçlanmasını emretti.

Adam şöyle sordu: Benimle senin aranda Allah’ın kitabı hükmettiği halde, beni nasıl kırbaçlattırırsın?

Ömer şöyle dedi: “Allah’ın hangi kitabında seni kırbaçlatmamam yazılıdır?”

Adam: Allah (c.c) şöyle buyuruyor: “İman eden ve iyi işler yapanlara tattıklarından dolayı günah yoktur.”[281] Ben iman edip, iyi işler yapanlardanım. Ben Bedir, Hudeybiye, Hendek ve diğer savaşlarda Peygamber (s.a.a)’le beraberdim.

Ömer, Guddame’nin cevabında ne söyleyeceğini bilemedi. Sonra ashaba şöyle dedi: “Bu adamın söylediklerini reddedecek bir sözünüz yok mu?”

İbn-i Abbas şöyle dedi: “Bu ayet, geçmiştekilerin özrü hakkında nazil olmuştur. Zira Allah (c.c) şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans oyunları birer şeytan işidir. Bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz”[282]

Bu ayetin devamında da Allah (c.c) şöyle buyuruyor: “Ey iman eden, iyi işler yapan ve ellerinden geldiğince güzel yapanlar!”[283]

Allah (c.c), şarap içmeyi yasakladıktan sonra onu içenin artık takvası nerededir?

Ömer: “Doğru, şimdi ne söylüyorsun?” dedi.

Hz. Ali (a.s), ona seksen kırbaç vurulmasını emretti. O günden sonra da şarap içmenin cezası, seksen kırbaç olarak belirlendi.[284]

9) İbn-i Kayyim, bir gence aşık olup da ondan olumlu cevap alamayan bir kadının olayını anlatarak şöyle nakleder: Kadın gençten istediği cevabı alamayınca bir yumurta alıp, onun akını elbise ve iki bacağının arasına sürdü. Daha sonra Ömer’in yanına gelerek gencin kendisine tecavüz ettiğini iddia ederek yüksek sesle şöyle dedi: “Bu genç zorla bana tecavüz etti, beni ailem arasında rezil etti. Bunlar da o tecavüzünün sonucu olan meninin izidir.”

Ömer kadınlara emrederek onun, doğru söyleyip söylemediğini öğrenmelerini istedi. Kadınlar, elbisesinde ve üzerinde meni izi var dediler.

Ömer, genci cezalandırmak istedi. Genç yalvararak şöyle söylüyordu: “Biraz daha araştırın. Allah’a yemin olsun ki ben, bu günahı işlemedim. Ben ona tecavüz etmedim. Beni kendisine sahiplenmeye davet etti ama ben kabul etmedim.”

Ömer orada bulunan Hz. Ali’den: “Senin bu konudaki görüşün nedir?” diye sordu.

Hz. Ali (a.s), kadının üzerinde meni olduğunu iddia ettiği elbiseye baktı. Daha sonra kaynar su isteyerek onun üzerine döktü. Elbise üzerindeki sıvı, katı bir beyaz halini aldı. Hz. Ali (a.s) daha sonra onu koklayarak şöyle buyurdu: “Bu yumurtanın akıdır!” Kadını biraz sıkıştırınca o, yalan söylediğini itiraf etti.[285]

10) İbn-i Kayyim şöyle nakleder: Kureyiş’ten iki adam bir kadının yanına yüz dinar emanet olarak bıraktılar. Kadına: “Bunları, ayrı olarak gelirsek hiçbirimize verme” dediler.

Bir yıl sonra onlardan birisi gelerek: Arkadaşım öldü, dinarları bana teslim et dedi. Ama kadın vermeyerek şöyle dedi: Siz ikiniz ayrı ayrı geldiğiniz takdirde vermememi söylediniz. Ben de bu yüzden onları sana vermeyeceğim, dedi. Ama adam kadının akrabalarından yardım isteyerek, kadından dinarları aldı. Bir yıl sonra da ikinci şahıs gelerek kadından dinarları istedi.

Kadın: Arkadaşın gelip senin öldüğünü söyleyerek paraları aldı, dedi. Kadın ve erkek, olayı Ömer’e intikal ettirdiler. Ömer, kadının aleyhine hüküm vermek istedi.

Kadın: “Bu olayı Ali b. Ebi Talib’e bırak” dedi.

Ömer de olayı, Hz. Ali’ye bıraktı.

Hz. Ali (a.s), bu iki adamın, kadına oyun oynadıklarını anlayarak, o adama şöyle buyurdu: “Siz kadına, ikiniz ayrı ayrı olarak geldiğinizde paraları size vermemesini söylemediniz mi?”

Adam: “Evet, öyle dedik.”

Hz. Ali (a.s): “O halde git ve dostunu getir de bu kadın size parayı teslim etsin. Aksi takdirde onu almanızın hiçbir yolu yoktur!”[286]

11) Ahmed b. Hanbel,[287] İbn-i Abbas’tan naklen şöyle rivayet eder: Ömer namazda şüphe konusunda şaşırıp kalmıştı. Bu yüzden İbn-i Abbas’a şöyle dedi: “Ey genç! Peygamber (s.a.a)’den veya onun sahabelerinden birisinden, namazda şüphe eden birisinin ne yapacağına dair bir şey duydun mu?”

İbn-i Abbas şöyle dedi: Tam bu sırada Abdurrahman b. Avf gelerek: “Ne söylüyordunuz?” diye sordu.

Ömer: “Bu gençten, Peygamber (s.a.a)’den veya onun sahabelerinden, namazda şüphe eden birisinin ne yapacağına dair bir şey duydun mu? diye sordum” dedi.

Abdurrahman şöyle dedi: Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu duydum: “Ne zaman biriniz namazında şüpheye düşerse...”

Abdurrahman’ın verdiği fetva (bu hadisteki fetva), biz Şialara ulaşan hadislerin aksinedir.

Ömer’den buna benzer nakledilen olaylar oldukça fazladır. Bu olayların hepsi Ömer’in, bir şeyi öğrendiği anda ona tabi olduğunu göstermektedir. Buna rağmen bir şeyin doğru olduğuna inanmış olsaydı, kolay kolay onu terk etmezdi. Bu durumda kimseye de güvenmezdi. O, valilerine ve onların mali durumuna özel bir dikkat gösterirdi. En ufak bir bahaneyle onların malını Beyt’ul-Mala katardı. Onların kendilerini de tam bir katılık ile yargılardı. Hatta bazen evlerini bile yaktırırdı. Bu işi Sa’d b. Ebu Vakkas, Kufe valisi iken yapmıştı. Halk ona yapmak istediği işte engel olmak istediğinde, Durre isimli kırbacını eline alarak istediği gibi kullanırdı.

Bir gün sokakta bir grubun, Ubey b. Ka’b’ın peşine düşerek onu takip ettiklerini gördü. Tam bu sırada Durre’yi onun başına indirmek istedi. Ubey şöyle dedi: “Ya Emirel-Müminin! Allah’tan kork.”

Ömer: “Arkanda yürüyen bu topluluk nedir ey Ka’b’ın oğlu? Bu davranışının, seni gururlu ve onları da rezil ettiğini bilmiyor musun?”[288] dedi.

Ömer’in Durresi, sahabelerin dehşete kapıldıkları bir azap gibiydi. Hatta şöyle söylenir: “Durre, Haccac b. Yusuf’un kılıcından daha korkunçtu.”[289]

Kardeşi Ebu Bekir’e ağıt okuyan Ümmü Ferve ve sahabenin hanımlarından bazılarını Durre ile döverek onlara hiçbir ihtiramda bulunmamıştı. Aişe’nin itirazına itina göstermeyerek, halasını korumakta Ümm’ül-Müminine hiçbir saygıda bulunmadı. Durum öylesine vahim bir hale geldi ki, ağıt okuyan kadınlar dehşete kapılarak evi hemencecik boşalttılar.

Bu türden olaylar çok fazladır. Bu gibi durumlarda Ömer, ne duygularına kapılır, ne de işinin kötü sonucunu görürdü.

Bu konuda şunu bilmek yeterlidir ki Ömer, Hz. Ali (a.s) ve Peygamber (s.a.a)’in kızı Fatıma (a.s)’ın evinde Ebu Bekir’in hilafetine itiraz unvanında toplananlara şöyle dedi: “Canımın elinde olduğu Allah’a yemin olsun ki, eğer Ebu Bekir’e biat etmek için dışarı çıkmazsanız, evi içindekiler ile beraber yakacağım.

Peygamber (s.a.a)’in değerli yadigarı Fatıma (a.s) ağlar bir şekilde dışarı çıktı. Hz. Ali ve Zübeyr’e neler yaptıklarını gördü. Kapının önünde durarak şöyle buyurdu: “Ne kadar da çabuk Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beytine saldırdınız!” [290]

Emir’ul-Müminin Hz. Ali (a.s), Şıkşıkıyye hutbesinde Ebu Bekir’in hilafeti Ömer’e bırakması hakkında şöyle buyuruyor: “Ebu Bekir hilafeti kargaşalı bir yere yerleştirdi. Kaba sözlü, davranışları kırıcıdır. Birçok hatalar yapar, hatalarından daha fazla da özür dilerdi. Aynen azgın deveye binmiş birisine benzer. Yularını fazla çekersen, hayvanın burnu parçalanır; yuları boş bırakırsan, onu yüz üstü yere düşürür. Allah’a and olsun ki onun zamanında çeşit çeşit yanılgı, hata, itiraz ve renklere boyandı...”

 

(70)

ŞURANIN KURULMASI EMRİ

 

Ömer’in, ölüm zamanı gelip yetiştiğinde kendisinden sonra halife seçilmesi için, Peygamber (s.a.a)’in ileri gelmiş sahabelerinden, altı kişiden oluşan bir şuranın kurulması emrini verdi. Hz. Ali (a.s) da bu altı kişinin içerisindeydi. O (Hz. Ali), Peygamber (s.a.a)’den sonra insanların en üstünü idi. Hz. Ali (a.s) İslam’ın en büyük yiğididir ki, mubahale ayetinde, Peygamber (s.a.a)’in canı ve nefsi olarak tanınmıştır. O, hiçbir zaman Peygamber (s.a.a)’den ayrı değildi, ilim şehrinin kapısıydı. Kim Peygamber (s.a.a)’in ilim şehrine girmek isterse, o kapıdan geçmelidir.

Of olsun bu şuraya! Birinci halifenin zamanında Hz. Ali (a.s) o kadar saf dışı bırakıldı ki, bugün O’nu bu altı kişiyle eşit tuttular. Ama Hz. Ali (a.s) bu şuranın her türlü dönemeçlerinde onlara uyum sağladı. Onlar hangi metodu uyguladılarsa, İmam Ali (a.s) da onlara uydu. Ama onlardan birisi, (Sa’d b. Ebu Vakkas) haktan yüz çevirip batıla koştu. Bir diğeri de, (Abdurrahman b. Avf) Osman ile olan akrabalığı vasıtasıyla bir takım işler yaptı. Sonuçta onlardan üçüncüsü (Osman), iş başına geçti. Şişerek hilafet koltuğuna oturdu. En büyük hüneri yemek ve yediğini dışarı çıkarmaktı.

Onun amca oğulları (Beni Ümeyye) kendisiyle beraber iş başına geçerek Allah’ın mallarını (Beyt’ul-Malı), aç bir devenin baharda sahranın otlarını yuttuğu gibi yuttular. Sonuçta onun da hayat defteri dürüldü. Yaptığı işler çöküşünü daha da hızlandırdı. Yuttuğu her şeyi dışarı çıkardı ve sonunda olmaması gereken şey oluverdi.

Bu şura uygunsuz azalara ve İslam tarihinde en kötü etkiyi bırakan sonuçlara sahipti. Bu senaryoda öyle çelişkiler vardı ki, Faruk gibi birisinden de beklenirdi doğrusu.

Ömer, hicretin 23. yılı, Zilhicce’nin 26’ında Cumartesi sabahı Fiyruzan (Ebu Lo’lo’)’dan aldığı hançer darbesiyle yaşamaktan ümidini kesince, ona şöyle dediler: “Kendi yerine birisini tayin etseydin ne kadar iyi olurdu!”

Ömer şöyle dedi: “Eğer Ebu Übeyde-i Cerrah, hayatta olsaydı kendi yerime onu bırakırdım. Çünkü o, bu ümmetin eminiydi.[291] Yine eğer Ebu Huzeyfe’nin kölesi Salim, hayatta olsaydı, onu kendi yerime bırakırdım. Zira Allah’ı çok candan severdi.[292]

Ömer’e, oğlu Abdullah’ı halife yapmasını önerdiler, ama o kabul etmedi.

Halk dışarı çıktı, sonra geri dönerek şöyle dediler: “Kendinden sonra kimin halife olacağını vasiyet etmen iyi olur.”

Ömer şöyle dedi: “Ben, size söylediğim ilk sözden sonra, sizi herkesten daha iyi hakka yöneltecek birisini halife yapmayı düşündüm. (Hz. Ali’ye işaret ediyordu.)”

Oradakiler: “Peki ne oldu da böyle yapmadın?” dediler.

Ömer: “Ne yaşadığım müddetçe, ne de öldükten sonra onun hilafetine tahammülüm yoktur!!” dedi.

Daha sonra şöyle dedi: “Sizlere vasiyet ediyorum ki, ismini saydığım kişiler bir şura kursunlar. İstişareyle aralarından birini halife olarak seçsinler. Hilafete ulaşan şahısa yardımcı olun. Bu şahıslar şunlardır: Ali, Osman, Abdurrahman b. Avf, Sa’d b. Ebu Vakkas, Zübeyr ve Talha.

Bu sırada adı geçen altı kişiyi çağırarak onlara şöyle dedi: “Eğer ben ölürsem, benim yerime “Sühayb” namaz kıldırsın. Sizler de üç gün boyunca istişareyle meşgul olmalısınız. Dördüncü gün içinizden birisi mutlaka halife olmalı.”

Ebu Talha Ensari’ye de emir verdi ki, Sühayb ile beraber, Ensar’dan elli kişi seçerek bu altı kişiyi gözetimi altında tutmasını ve ölümünün dördüncü günü, halifenin mutlaka seçilmiş olmasını istedi. Ömer, bu üç gün boyunca Sühayb’ın namaz kıldırmasını ve bu altı kişinin de bir evde oturarak, Sühayb ve Ebu Talha’nın adamlarıyla beraber kapının önünde yalın kılıçla beklemeleri emrini verdi.

Daha sonra Ebu Talha’ya şöyle bir emir verdi: “Eğer beş kişi bir şahısta toplanır da birisi muhalefet ederse, boynunu vurun. Eğer dört adam birleşir de iki kişi muhalefet ederse, o iki kişinin boynunu vur. Eğer ikiye ayrılır da üçer üçer olurlarsa, halifelik Abdurrahman’ın içlerinde olduğu gruba aittir!!!

Diğer üç şahısı oluşturan grup muhalefette ısrar ederlerse, onları da öldürün. Eğer üç gün sona erer de bir halife seçemezlerse, altı kişinin hepsini öldürün! Bundan sonra Müslümanlar şurayı oluştursunlar ve istedikleri birisini halife olarak seçsinler.”

Bu, Ömer’in, şuranın kurulmasıyla ilgili düsturunun özetiydi.

 

ŞURAYI OLUŞTURANLAR

 

Bizim özet olarak naklettiğimiz şuranın kurulma emri tevatür haddine ulaşmıştır. İbn-i Esir, bu olayı  “Kamil”in 3. cildinin 23. Yıl hadiselerinde nakletmiştir. Taberi bu olayı Ümem ve Müluk Tarihinin 23. Yıl vakıalarında, İbn-i Ebi’l-Hadid, Şerh-i Nehc’ül-Belağa c. 1, s. 62’de nakletmiştir.

Ömer, kendisinin de söylediği gibi, ne hayattayken ne de öldükten sonra hilafete birisini seçmeyi tahammül edemiyorsa, o zaman nasıl kendisine zahmet vererek sonucu daha kötü olan bir durum meydana getirdi ve tüm ümmet arsından altı kişiyi seçti ve onların halife olabileceklerini söyledi.[293] Sonra da işi öylesine ayarladı ki her halükarda Osman halife olsun!

Hz. Ali (a.s) bunu duyunca şöyle buyurdu: “Hilafet bizden uzaklaştırıldı.” Amcası Abbas -elbette Kamil-i İbn-i Esir ve Tarih-i Taberi’nin nakline göre- “Nereden anladın?” diye sorduğunda, İmam Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Osman’ı benimle bir kefeye koyarak, hilafet çoğunluk olan gruba aittir. Abdurrahman ise Osman’ın damadı olduğundan ona muhalefette bulunmayacaktır. Eğer iki gruba ayrılıp üçer üçer olurlarsa, Abdurrahman b. Avf’ın içinde olduğu gruba aittir. Sa’d b. Ebu Vakkas da kesinlikle amcası Abdurrahman’a muhalefet etmeyecektir. Eğer diğer iki kişi benimle olsa dahi hiçbir faydası yoktur.”

Ömer’in, böyle bir senaryo sergilemesinden daha büyük tahammül nedir ki ona tahammülü olmasın? Osman’ı halife olarak tayin etmesiyle, sonunda onun halife olacağı bir senaryo düzenlemek arasında ne fark vardır? Daha da önemlisi, ona muhalefet edecekler öldürülecekti.

Keşke Ömer, Osman’ı veya başka birini halife yapmak istediğini vasiyet etseydi de, Rumlu köle Sühayb ve Ebu Talha Ensari’yi askerlerle beraber onların başına dikerek bir karara varmazlarsa öldürülmelerini emretmeseydi!!

Eğer hilafeti istediği birisine vasiyet ederek bıraksaydı, İslam ümmeti, halifenin kanını hafife almazdı. Halife kanı dökmeyi, az bir şey olarak algılamazlardı. Ümmet, Sühayb adlı bir kölenin halifeye cenaze namazı kıldıracağını ve halifenin yerine cemaat imamlığı yapacağını bilmemiş olurdu.

O, halife adaylarını o kadar küçük görüyordu ki; “eğer Ebu Übeyde veya Salim hayatta olsaydı, onlardan birisini halife yapardım” diyordu. Bu iki şahısı, şurayı oluşturan altı kişiden daha üstün görüyordu. Halbuki o altı kişi arasında “Peygamber (s.a.a)’in manevi kardeşi, hak halifesi, varisi, Peygamber (s.a.a)’in dostu, bu ümmetin Harun’u, ümmetin en isabetli hükmedeni ve adili, hikmet evinin kapısı, Peygamber (s.a.a)’in ilim şehrinin kapısı ve kitap ilminin yanında olduğu şahıs (Hz. Ali (a.s)) da bulunmaktaydı.”

Bundan da öteye, (onların; halife Kureyş’ten olmalıdır” dediklerine göre) Salim ne Kureyş’tendi, ne de Arap ırkındandı. O İran’ın “İstahr” veya “Erbed” şehirlerindendi. O, Utbe b. Rabia’nın oğlu Ebu Huzeyfe’nin karısının kölesiydi.

Nevevi, Sahih-i Müslim’e yazdığı şerhin İmamet bölümünde ve diğerleri de kendi kaynaklarında şöyle yazarlar: Nass ve fetva açısından Arap olmayan birisinin halife olamayacağına dair icma vardır?! O halde Ömer nasıl böyle söyleyebiliyor: “Eğer, Ebu Huzeyfe’nin kölesi Salim hayatta olsaydı, onu halife yapardım?!”

Bazıları Ömer’den taraf mazeret getirerek: “Bu onun içtihadı ve şahsi görüşünden kaynaklanıyordu” demişlerdir! Örneğin: “El-İstiab” yazarı, Salim’in biyografisinde bunu söylemiştir.

 


ÖMER’İN ŞURASININ KÖTÜ ETKİLERİ

 

Ömer bu şuraya üye olanlar arasında nifak ve ayrılık tohumları ekerek Müslümanların vahdetinin tümüyle ortadan kalkmasına sebep oldu. Zira şurayı oluşturan altı kişinin her biri kendisini hilafete layık biliyor ve diğerlerini ise uygun bulmuyordu. Onlar hatta şuradan önce bile bu fikre sahiptiler. Abdurrahman Osman’a tabi idi. Sa'd b. Ebu Vakkas ise Abdurrahman’ın adamıydı. Buna karşılık Zübeyr de Hz. Ali’ye tabi idi.

Hz. Ali’nin halasının oğlu Zübeyr, Sakıfe olayında Hz. Ali’nin tarafını savunanlardandı. O, Hz. Ali’nin evinde kılıç çekerek, Hz. Ali ve Peygamber (s.a.a)’in kızı Fatıma’ya, yapılacak muhtemel her türlü saldırıyı karşılamak isteyen kimselerdendi. O, geceleyin Hz. Fatıma’nın cenaze törenine katılıp ona namaz kılan kimselerdendi.[294] Bu Hz. Fatıma’nın vasiyetiydi. Yine “Eğer Ömer ölürse, Ali’ye biat edeceğim” diyen de Zübeyr idi.

Ömer, minberin üzerinde uzun bir konuşma yaparak şöyle dedi: “Bana sizden birinin “Ömer ölürse, ben falancıya biat edeceğim” dediği haberi geldi. Hiç kimse mağrur olmasın ve Ebu Bekir’e biat bir hataydı demesin. Evet öyleydi ama Allah onun şerrinden korudu...”[295]

Kastalani, bu hadisin şerhinde İrşad’us-Sari kitabından nakleder ki Zübeyr b. Avam şöyle dedi: “Eğer, Ömer ölürse Ali’ye biat edeceğim. Ebu Bekir’e biat hataydı da sona erdi.” Onun bu sözü Ömer’e ulaşınca sinirlendi ve mezkur hutbeyi okudu. (Bu, Sahiheyn’e şerh yazanların sözüdür.)

Ebu Bekir, Ahmed b. Abdülaziz Cevheri, Sakıfe adlı kitabında İbn-i Ebi’l-Hadid’den[296] naklen şöyle yazıyor:

“Ömer, içlerinde Üseyd b. Hüzeyr ve Selme b. Eslem’in de bulunduğu bir grupla Hz. Fatıma (a.s)’ın evine gitti. Bunlar, Hz. Ali’ye ve onunla beraber evde bulunanlara şöyle dediler: “Gelin Ebu Bekir’e biat edin” Ama onlar bu işi yapmaktan sakındılar. Zübeyr de kılıçla dışarıdakilere saldırdı. Ömer, şöyle dedi: Bu köpeği tutun! Onunla kavga etmeye başlayan Selme b. Eslem Zübeyr’in kılıcını alarak duvara çarptı.

Ama buna rağmen Şura, hilafet ateşini Zübeyr’de alevlendirmişti. O da diğerleri gibi Hz. Ali (a.s)’ı yalnız bıraktı. Hz. Ali (a.s)’dan ayrılarak Cemel Savaşı asileri ile beraber kendi dayısı oğlunun aleyhine ayaklandı! Daha sonraları Abdurrahman b. Avf da Osman’ı ileri sürdüğüne pişman oldu. Bu yüzden Osman’dan ayrılarak onun hilafetten azledilmesi yolunda bir takım çalışmalarda bulunarak, hiçbir yolu denemeden bırakmadı. Ama hiçbir sonuç alamadı.

Halk Zübeyr’in, Osman’a ne kadar itiraz ettiğini çok iyi biliyordu. Aişe de hilafeti “Teym” kabilesine geri çevirmek umuduyla Talha’yı destekliyordu. “Kafir olan Nasel’i öldürün”[297] diyen şahıs da Aişe idi.

Bu grup ve aynı fikri paylaşanlar, Osman’ın aleyhine öylesine bir itiraz ve muhalefete başladılar ki, Medine ve diğer şehirlerin halkı, onu azletme ve katletme yolunda adımlar attılar. Osman, öldürülüp de Hz. Ali’ye biat edildiği zaman Talha ve Zübeyr, ilk biat edenlerdendiler. Ama Şurada edindikleri mevki, onların hilafete göz dikmesine ve biatlerini bozarak İmam Ali’nin aleyhine ayaklanmalarına sebep oldu.

Aişe de (dayısı oğlu) Talha’nın hilafete geçmesi ümidiyle onlara katıldı. Böylece şuranın kötü sonuçları olan Cemel, Sıffin ve Nehrevan savaşları meydana geldi. Alevlenmiş bu ateşler, Hz. Ali’nin karşısına dikilerek birçok savaşlar meydana getirdiler. Hatta onlar Muaviye’nin hilafete göz koyarak ayaklanmasına bile sebep olacak icraatta bulundular. Bunların tümü, toplumu ıslah ederek gerçekleri gün ışığına çıkarmak isteyen Hz. Ali (a.s) için çok büyük engeller oluşturdular.

Buna ek olarak; “Şura” halkın, Osman’a karşı biraz daha cüretle davranmasına ve bir takım tohumların ekilmesine sebep oldu. Bu tohumlar Osman’ın ölümünden sonra mahsul vererek biati bozanlar, ayaklananlar ve haricilerin (Nakisin, Kasitin ve Marikin) meydana gelmesine neden oldu!

Şerh-i Nehc’ül-Belağa-i İbn-i Ebi’l-Hadid, c. 1, s. 62’de olduğuna göre, Cahiz, “Osmaniye” adlı kitabında Muammer b. Süleyman, Said b. Müseyyib ve Abdullah b. Abbas’tan şöyle nakleder: “Ömer b. Hattab’ın şura ashabına şöyle dediğini duydum: “Eğer sizler doğru dürüst çalışır ve birbirinize yardım ederseniz, hilafet meyvesini siz ve evlatlarınız yiyebilirsiniz. Ama eğer birbirinize şüphe ile bakar ve faaliyet göstermez de bu büyük nimete sırt çevirir ve birbirinizin canına düşerseniz, Muaviye b. Ebu Süfyan size hakim olur.” O dönemde Muaviye Ömer tarafından Şam valisi idi.”

Ömer’in üstü kapalı olarak Muaviye’yi hilafet adaylarından yaptığı ve tam bir hilekârlıkla onu bu fikre yönelttiği hiç kimse için gizli kalabilecek bir konu değildir.

Halbuki hilafetin mihverinin Ömer’den Osman’a dönüşü, Osman’dan sonra Muaviye’nin halife olması için yeterliydi. Bu amacını gerçekleştirmek için de şura adlı senaryoyu öylesine düzenledi ki hilafet istediği noktaya ulaştı.

Diğer taraftan, henüz Osman hayattayken beş kişi Hz. Ali ile muhalif oldular. Bu muhalefet sonucu savaşlar meydana getirdiler. Bununla da yetinilmedi; iş, Muaviye baş kaldırıp hilafete göz dikene kadar devam ettirildi.

Ömer, şura oluşturulmasını emrettiği zaman Osman’a şöyle dedi: “Kureyş, hilafeti sana verip de Beni Ümeyye’yi halkın sırtına bindirdiğini, Beyt’ul-Malı onlara bıraktığını ve Arap kurtlarının sana hücum ederek seni yatağında öldürdüklerini görür gibiyim. Allah’a yemin olsun ki eğer bu işi yaparlarsa, böyle bir tepkiyle karşılaşırlar. Eğer bu işi sen yaparsan, Beni Ümeyye ve Beni Muit de böyle yapacaktır. Daha sonra Osman’ın kakülünden tutarak şöyle dedi: İş buraya ulaşınca, benim böyle olacaktır diye dediğim sözleri hatırla.”

İbn-i Ebi’l-Hadid bu haberi[298] naklettikten sonra şöyle diyor: Bizim şeyhimiz Ebu Osman Cahiz “Osmaniyye” adlı kitabında ve diğerleri de kendi kitaplarında bu haberi Ömer’in keskin görüşlülüğü babında nakletmişlerdir.

 

YAZARIN ŞURA HAKKINDAKİ GÖRÜŞÜ

Bu anlam bizim; “Ömer’in, Osman’ı halife yapmak istemesindeki hedefi, Muaviye’nin hilafeti için ortam hazırlamaktı” olan iddiamızı ispatlamaktadır. Ömer, Osman’ın öldürüleceğini ve Muaviye’nin hilafete ulaşması için uygun bir yolun açılacağını çok iyi biliyordu. Hatta Osman’ın hilafeti Muaviye’nin hilafete geçmesi için başlı başına bir yoldu.

Şaşırtıcı olan şey, Ömer’in, kendisinin hilafet adayı olarak tayin ettiği altı kişiden birisinin, belirlenen süre içerisinde halife seçilmemesi durumunda onların hepsinin öldürülmesini emretmesidir. Hayret! Hayret! Biz, bu adayların, Ömer’in ölümünden sonra üç gün içerisinde halife seçimini bitirmezlerse öldürülmelerini nasıl kabul edebilir veya Ömer’in bu hakka sahip olduğunu nasıl söyleyebiliriz? Bu işin Ömer’e câiz olduğunu nasıl savunabiliriz?!

Gerçek şudur ki Ömer, tam bir vicdan rahatlığı ve güvenle bu işin uygulanabileceğini bildiğinden onların öldürülmesi emrini vererek, Ebu Talha Ensari ve adamlarına gerekli direktifleri verdi. Bunlara ve Suheyb’e, bu işin mutlaka yapılmasını vurguladı. Müslümanlar da bunları görüyor ve duyuyorlardı. Ama onlardan bir tanesi bile ne bir itirazda bulundu ne de rahatsız oldu!

İşte bu, halifenin ölümüne yakın bir zamanda amacına ulaşmak için uygulamaya koyduğu senaryoydu. O, bu altı adamın Peygamber (s.a.a) ile olan yakınlıklarını ve arkadaşlıklarını herkesten daha iyi biliyordu. Ömer, Peygamber (s.a.a) vefat ettiği zaman onlardan razı olduğuna şahitti. Şu farkla ki, bu altı kişinin arasında Peygamber (s.a.a)’in kardeşi, onun sağ kolu, Peygamber (s.a.a)’e olan konumu Harun’un Musa’ya olan konumu gibi olan ama Peygamber olmayan, lâkin Peygamber (s.a.a)’in halifesi, Peygamber (s.a.a)’in iki torunun babası olan, Bedir, Uhud ve Huneyn savaşlarında bulunan ve Kur’ân’ın tüm ilmini bilen bir şahıs bulunmaktaydı.

Ömer, sadece Hz. Ali’nin önem ve ihtiramından dolayı diğer altı kişinin öldürülmesinden vazgeçebilirdi. Aslında böyle bir vasiyette bulunmayabilir, halife seçimini, Müslümanların kendisine bırakabilirdi. Böylece Müslümanların kendileri şura yaparak halife seçebilirdi. O; “Ben ne hayattayken, ne de öldükten sonra, hilafet yüküne tahammül edemem” derken doğru söylüyordu.

Veya Ömer de aynen Ebu Bekir’in hilafeti kendisine vasiyet yoluyla bıraktığı gibi hilafeti vasiyet yoluyla Osman’a bıraktığını belirtebilirdi. Zira o, şura senaryosunu, hilafetin her halükârda Osman’a ulaşacağı şekilde düzenlemişti. Abdurrahman b. Avf’ı diğer beş kişiye tercih etmesi, onun Osman’ı hilafete geçireceğini, Sa’d b. Ebu Vakkas’ın da Abdurrahman b. Avf’tan ayrılmayacağını da çok iyi bilmesinden dolayı idi.

Halk da halifelerinin ortaya koyduğu oyundan tamamen haberdar idi. Gerçi halk, Ömer’in işi halka bırakarak şöyle dediğine inanmaktalar: “Ben ne hayattayken, ne de öldükten sonra hilafet yüküne tahammül edemem!”

Müslümanların bu konudaki görüşleri nedir? Eğer Peygamber (s.a.a), Ömer’in Ebu Talha’ya: “Onlardan beş kişi bir olur da birisi muhalefet ederse, kılıçla başını bedeninden ayır; dört kişi bir olur da iki kişi muhalefet ederse, o ikisinin boynunu vur; üçer üçer iki gruba ayrılırlarsa, hilafet Abdurrahman b. Avf’ın içinde bulunduğu gruba aittir; diğer grup itirazlarına devam ederlerse, hepsinin boynunu vur; üç gün içerisinde hiçbirisini halife olarak tayin etmezlerse, altı kişinin hepsinin boynunu vur!” diye emrettiğini duysaydı ne söylerdi acaba?

Ey Müslümanlar! Cevap verin! Verdiğiniz fetvada hür insanlar olun! İnna lillah ve inna ileyhi raciun.



[1] - Sahih-i Buhari, c. 1, Kitab’ul-İlim c. 1; Kitab’ul-Merza, c. 4, Bab-i Kavl’ül-Meriz (Kumu anni).

[2] - Şerh-i Nehc’ül-Belağa, İbn-i Ebi’l-Hadid, c. 2, s. 20.

[3] - Ahmed b. Hanbel bu hadisi aynı lafızlarla Müsnedinde (c. 1, s. 355’de) nakletmiştir.

[4] - Kenz’ul-Ummal, c. 3, s. 138’de de nakledilmiştir.

[5] - Peygamber (s.a.a)’in huzurunda ve o hassas anda O’nun hanımlarına karşı küstahlıkta bulunmak, İslam dünyasının Müslümanların halifesi olarak tanıdığı bir adamın ahlak ve edebinin ne derecede olduğunu açıkça göstermektedir. (M.)

[6] - Haşr / 7.

[7] - Tekvir / 19-22.

[8] - Hakka / 40-43.

[9] - Necm / 1-4.

[10] - Bkz. Şerh-i Nehc’ül-Belağa, İbn-i Ebi’l-Hadid, c. 3, s. 114, Mısır baskısı.

[11] - Selim el-Bişri ile benim aramda geçen mektuplaşma “el-Müracaat” adlı kitapta basılmıştır.

[12] - En’am / 38.

[13] - Maide / 3.

[14] - Ahzâb / 36.

[15] - Sayın okurlar dikkat etmelidirler ki, Peygamber (s.a.a):Amacım sizlere dini hükümleri yazmaktır” diye bir şey buyurmadı ki cevabında: “Dini hükümlerin anlaşılmasında Allah’ın kitabı bize yeter söylensin. Eğer Peygamber (s.a.a)’in dini hükümleri yazmak istediğini düşünsek bile, Peygamber (s.a.a)’in bu konuda daha fazla açıklama yapması, ümmetin sapmaktan güvencede olmasına sebep olurdu. Bu yüzden vasiyetin yazılmasına engel olmaya çalışmak ve sadece Kur’ân ile yetinmek doğru değildir. Hatta bu vasiyetin yazılması sapıklıktan güvencede olmaktan başka bir eseri olmasa dahi, Kur’ân’ın kapsamlığına dayanarak bu vasiyetin yazılmasına engel olmak yine câiz değildir.

Sayın okuyucu çok iyi bilmektedir ki, Kur’ânın; kapsamlı semavi kitabının Müslümanlar arasında var olmasına rağmen yine de İslam ümmeti Kur’ân’ı anlamak için Peygamber (s.a.a)’in mukaddes Sünnetine muhtaçtır. Zira şer’i hükümlerin Kur’ân-ı Kerimden çıkarılması herkesin işi değildir. Eğer Kur’ân’ın Peygamber (s.a.a)in açıklamasına ihtiyacı olmasaydı, Allah (c.c): “İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana bu Kur’ân’ı indirdik” diye buyurmazdı. (Nahl/44)

[16] - Nur / 55.

[17] - Hudeybiye; bir kuyunun veya bir ağacın veya bir köyün veyahut Mekke’nin dokuz mil uzaklığında vaki olan bir bölgenin ismidir. Onun topraklarının çoğu harem bölgesindedir.

[18] - Bazıları, Peygamber-i Ekrem’le Umre için hareket edenlerin sayılarının bundan daha fazla, bazıları ise bundan az olduğunu söylemişlerdir. Bu yolculukta Peygamber (s.a.a) hanımı Ümmü Seleme'yi de beraberinde götürdü. Yolun yarısında münafık Araplardan bir çoğu Hazretten ayrıldı. Allah-u Teala, Hudeybiye macerasından sonra nazil olan Fetih suresinde onları kınamıştır. Ayet şöyledir:

“Allah onlara gazap etmiş, lanetlemiş ve cehennemi kendilerine hazırlamıştır. Orası ne kötü bir yerdir! (Fetih/6)

Muğayre b. Şu’be ve Abdullah b. Ubey de Peygamber (s.a.a)’le beraber hareket edenlerdendiler. Bu iki şahıs da aynen diğer kimseler gibi bir ağacın altında Peygamber (s.a.a)’e biat ettiler.

[19] - Zu’l-Huleyfe’ye; Medine’nin altı veya yedi mil yakınlığında vaki olan bir yerin ismidir. Medine halkının mikatı (ihram bağladığı yer) orasıdır.

[20] - Nisa / 102 - 104.

[21] - Ahzab / 25.

[22] - Tevbe / 123.

[23] - Maide / 24.

[24] - Yemende bir kale ismidir. Zamanında Arapların en kuvvetli kalesi olarak sayılırdı. Kalenin etrafını sarp kayalar oluşturduğundan orayı fethetmeye kalkışmak apaçık bir intihar olarak nitelendirilirdi.

[25] - Bu biate “Şecere Biati” derler. Zira biat merasimi bir ağacın altında gerçekleşti. Aynı zamanda “Rıdvan Biati” de denir. Çünkü “And olsun ki, o ağacın altında sana biat ederlerken Allah, o müminlerden razı olmuştur” (Fetih/18) ayeti o zaman nazil oldu. Elbette bilinmesi gerekir ki, o zaman ashabın biat etmesi, Allah’ın rızasıydı. Ama bu durum, ömürlerinin sonuna kadar baki kalmayı gerektirmiyordu. Zira Allah (c.c) şöyle buyuruyor: “Şüphesiz rabbimiz Allah’tır deyip sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner...” (Fussilet/30) Buna binaen, biatin şartlarını koruma yolunda direnmek ve üzerine düşen görevleri ömrün sonuna kadar yapmak gerekir.

[26] - Güya Ebu Bekir, Ömer’in Peygamber (s.a.a)’in risaletinde şüphe etmesinden korktuğundan dolayı bu sözleri söylemiştir!

[27] - Mekke (H. 8. yılda) feth edildiği zaman Peygamber (s.a.a) Kâbe’nin anahtarını eline alarak şöyle buyurdu: Ömer’e deyin ki gelsin. Ömer gelince Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: Ey Ömer! Size söylediğim şey işte buydu! Veda haccında da Arefe günü Ömeri çağırarak şöyle buyurdu: “Ey Ömer! Size söylediğim şey işte buydu! (Sire-i Halebi ve diğer kitaplar.)

[28] - Anlaşıldığı kadarıyla Ömer’in barışı önlemek için yaptığı işler önemliydi. İşte bu yüzden Peygamber (s.a.a) ashabına; develerinizi kurbanlık niyetine kesin” diye buyurduğu zaman itina etmediler. Hazret üç kez bu sözü onlara tekrarladı. (Bu konuya değineceğiz.)

[29] - Allah’ın dergahından kovulmuş şeytanın şerrinden Allah’a sığınırız.”

[30] - Peygamber (s.a.a)’in Müslümanlar arasında bu şekilde konuşması, O’nun gaybi haberlerinden birisi ve İslamın hakkaniyetindendir. Konunun teferruatını Sire-i Halebi, Sire-i Dehlani ve diğer sire kitaplarında mevcuttur.

[31] - Bazıları, müddetin iki yıl olduğunu söylemişlerdir. Hakim-i Nişaburinin sahih bildiği bir rivayette, bu müddetin 4 yıl olduğu belirtilmiştir.

[32] - Bu müddet içerisinde Huzaa kabilesi antlaşma yaparak Peygamber (s.a.a)e katıldı. Daha önce de Abdülmuttalib ile antlaşma yapmıştı. Beni Bekir kabilesi de Kureyş’e katıldı. Huzaa ile ben-i Bekir arasında çıkan bir savaşta Kureyş, Peygamber (s.a.a)’le antlaşma yapan Huzaa kabilesine saldırdı. Kureyş böylece Hudeybiye antlaşmasını ayak altına aldı. İşte bu saldırı Peygamber (s.a.a)’in Hudeybiye anlaşmasını hiçe saymasına sebep oldu. Böylece Peygamber (s.a.a), Kureyş’le savaşmayı câiz bildi. Bunun sonucunda da Mekke fethedildi. El-hamdu lillahi rabbil alemin.

[33] - Eğer o gün Süheyl b. Amr öldürülseydi, Kureyş ile Müslümanlar arasında büyük bir fitne doğacaktı. Bu fitne herkesi kapsayacak ve şerri gitgide de büyüyecekti.

[34] - İlginç! Peygamber (s.a.a) Ebu Cendel’i sabra tavsiye ediyor, Ömer ise onu babasını öldürmesi için tahrik ediyor! (M.)

[35] - Burada Ömer iki defa Peygamber (s.a.a)’e karşı çıkmıştır: Birincisi; Peygamber (s.a.a) Ebu Cendel’e sabretmesini emretmişti. İkincisi ise Müslümanları Süheyli öldürmekten sakındırmıştı.

[36] - Ebu Cendel’in kardeşi Abdullah Müslüman olmuştu. Ama Müslüman olduğunu gizliyordu. Müşriklerle beraber Bedir savaşına geldi ve orada firar ederek Peygamber (s.a.a)’in ordusuna katıldı. Bedir ve diğer tüm savaşlara katıldı. Ama Ebu Cendel ilk defa Mekke’nin fethine katılabildi.

[37] - En’am / 45.

[38] - Mü’minun / 96.

[39] - Fetih / 22.

[40] - Fetih / 24.

[41] - Sahih-i Buhari, c. 3, Hudeybiye Gazvesi bölümü.

[42] - Fetih / 1.

[43] - Sübhanellah! Allah-u Teala açıkça, size bir zafer ihsan ettik buyuruyor, Peygamber şahsen onu Allah tarafından okuyor, ama bu adam: Bu doğru değildir! diyor. Siz sayın okuyuculara göre bu şahıs kim olabilir? Keşke onu bir tanıyabilseydiniz!

[44] - Ahzâb / 10.

[45] - Bkz. Sire-i Dehlani ve diğer tarih kitapları Hudeybiye olayı.

[46] - Sire-i Halebi ve diğer sire kitapları.

[47] - Onun adı Utbe b. Useyd b. Cariye b. Useyd-i Sekafi’dir. İbn-i Abdülbirr el-İstiab adlı kitabının “künyeler” bölümünde ve diğer meacim sahipleri de onun ismini zikretmişlerdir. Burada anlatılan bu öykü, İbn-i İshak ve diğer sire ve tarih yazarlarına göre İslam'ın ilk dönemlerindeki meşhur olaylarındandır. Biz bu öyküyü Sire-i Halebi’den naklediyoruz.

[48] - Sahih-i Buhari, c. 4, s. 18; Müsned-i Ahmed, c. 3, s. 92 .

[49] - Tevbe / 80.

[50] - Tevbe / 84.

[51] - Tevbe / 84.

[52] - Bu hadisi Buhari, Müslim, Tirmizi, Ahmed b. Hanbel, Taberi, İbn-i Ebi Hatem, İbn-i Merduye ve diğerleri nakletmişlerdir. Bunların tümünü Muttaki-yi Hindi Kenz’ul-Ummal, c. 1, s. 247’de  4403. hadis olarak nakletmiştir.

[53] - Halife Ömer bu sözü ciddi demiyor. Çünkü onun kendisi defalarca böyle aşırılılıklar yapmıştır; sadece söz konusu olaya mahsus değildir. Elbette kendisi “aşırılık” kelimesini kullanıyor. Oysa Allah Resulünün sözünü reddetmek ve Allah elçisine şiddetli bir şekilde itirazda bulunmak aşırılıktan daha başka bir şeydir! (M.)

[54] - Kenzul-Ummal, H. 4404.

[55] - Dikkat edilmelidir ki, merhum yazar rivayetlerini Ehl-i Sünnetin kaynaklarından getirmektedir. Yoksa Ebu Hureyrenin bizim yanımızda hiçbir değeri yoktur. Yazarın Ebu Hureyre kitabına müracaat ediniz. (M.)

[56] - Sahih-i Buhari, c. 1, babı: “Men lekallahe Teala bil-iman ve huve ğayru şakkin fiyhi dehalel cennete ve harume ala’n-nar. Önceden de söylediğimiz gibi sayın yazar hadisleri Ehl-i Sünnet’in kaynaklarından getirmektedir. Yazarın asıl muhatapları onlardır. (M.)

[57] - Âl-i İmran / 159.

[58] - Biz de Peygamber (s.a.a)’e atfedilen her türlü yalan ve doğru olmayan nispetlerden Allah’a sığınırız. (M.)

[59] - Şerh-i Nevevi, c. 1, s. 404.

[60] - Haşr / 2.

[61] - Bakara / 196.

[62] - Hac adaylarının “Mescid-i Şecere” ve “Mescid-i Cuhfe” gibi ihrama girdikleri yere mikat denir. (M.)

[63] - Fazıl Nevevi bu kavli, İbn-i Abdülbirr’den, Sahih-i Müslim’e yazdığı şerhte “Temettu Haccı” bahislerinin birinde nakletmiştir. Sahih-i Müslim’e yazdığı şerh, Buhari şerhinin haşiyesinde basılmıştır. Bkz. c. 7, s. 46.

[64] - Bazıları da Mekke’ye uzaklığın her taraftan 12 mil olmasını yani dört taraftan toplam 48 mil olması gerektiğini söylemişlerdir.

[65] - Zerkani’nin Muvatta-i Malik’e yazdığı şerhin haşiyesindeki Süneni Ebu Davut, c. 2, s. 103.

[66] - “Femen temettea bil-umreti...” ayeti ile ilgili konuda.

[67] - Müsned-i Ahmed b. Hanbel, c. 1, s. 50.

[68] - a.g.e. s. 49.

[69] - Yeminler olsun ki Ömer’in bu sözden kastının ne olduğunu anlamıyorum. Peygamber (s.a.a), hac ve umreyi, Allah’ın emrinin tersine mi yapıyordu? Ömer ve yandaşları ilahi hükümleri Peygamber (s.a.a)’den daha iyi mi biliyorlardı?! (Oku da şaşır.)

[70] - Sahih-i Müslim, “el-mut’at-u bil-hac” babı, s. 467.

[71] - Fahri Razi Ömer’in bu sözünü, Nisa suresinde, 24. ayetin tefsirinde nakletmiştir.

[72] - Eşaire mütekellimlerinin önderi olan Kuşçu Şerh-i Tecrid”de bunu mürsel olarak nakletmiş ve Ömer’den taraf özür getirerek, bu işin onun içtihat olduğunu söylemiştir!!!

[73] - Sahih-i Müslim, c. 1, Hac kitabı, Tecmettü’nün câiz oluşu babı, s. 472-475.

[74] - Medine’nin meşhur fakihi; Ö: H. 94.

[75] - Osfan, Cuhfe ile Mekke arasında bir yerin ismidir.

[76] - Sa’d b. Ebi Vakkas, Muaviye’ye işaret etmektedir. O zamanlar Muaviye b. Ebi Süfyan, Ömer ve Osman’a uyarak temettü haccını yasaklıyordu. Kadı Ayaz şöyle diyor: temettü haccı hicretin 7. Yılından uygulanmaya başladı. O zamanlar Muaviye kafirdi. O sonraki yılda (Hicri 8) Müslüman oldu. bilinmesi gerekir ki, “arşın” muzafı  hazf olmuştur. Gerçekte Sa’d şöyle demek istemiştir: Bu hüküm teşri edildiği zaman Muaviye kafirdi ve arşın rabbini inkar ediyordu.

[77] - Muvatta, c. 1, s. 130 (Temettü Haccı konusu.)

[78] - Müsned-i Ahmed, c. 1, s. 337.

[79] - İbn-i Abdülbirr, “Cami’ul-Beyan’il-İlm ve Fazlihi adlı kitabında bu hadisi nakletmiştir.

[80] - Sahih-i Müslim, c. 1, s. 479 (hac kitabı, Mutat’ul-Hac babı)

[81] - Sahih-i Tirmizi, c. 1, s. 157.

[82] - Sahih-i Müslim, c. 1, s. 467- 470.

[83] - Fahri Razi mut’anın haram olduğunu Ömer’in bu sözüne dayanarak söylüyor: Bkz. Nisa suresi 24. ayetin tefsiri.

[84] - Nisa / 24.

[85] - Sahih-i Müslim, c. 1, s. 476 .

[86] - Keşke bir şahıs bu sözün anlamını bilseydi. Mut’anın haram olduğunu neye dayanarak söylediğini bilmiyorum. Acaba halife mut’ayı Peygamber (s.a.a)’in hasaisinden birisi olarak mı algılıyordu? Yoksa Peygamber zamanının özelliklerinden mi sayıyordu? Hayır, hiçbirisi değildi. Çünkü kıyamet gününe kadar Muhammed’in helali helal, haramı ise haramdır.

[87] - Recm, Peygamber (s.a.a)’den başka hiç kimsenin kanun haline getiremeyeceği İlahi ceza hükümlerinden biridir. Buna ilave olarak mut’anın helal ve meşru olduğunu savunan bir şahsın onu Kur’ân ve sünnetten istinbat etmektedir. Eğer onun bu iki mut’a hakkındaki içtihadı gerçekle uyumlu olursa onu alır. Eğer içtihadı hatılı ise, şüpheye amel etmiş demektir. Ona ilahi had uygulanmaz. Çünkü ilahi hadler şüpheli hallerde uygulanmaz.

[88] - Tabakat-ı İbn-i Sa’d, c. 5, s. 361.

[89] - Yahya b. Emsem hakkında ve başından geçen olaylar ve daha ince ayrıntıları incelemek isteyen sayın araştırmacıların, Ebu’l-Ferec İsfahani’nin Eğani, Mes’udi’nin Müruc’üz-Zeheb,  Hatip Bağdadi’nin “Tarih-i Bağdat ve Siyutinin Riyaz’un-Nazire” adlı kitaplarına müracaat etmeleri tavsiye olunur. (M.)

[90] - Sünen-i Ebi Davud, c. 1, s. 196, h. 500-501, b. Seadet.

[91] - Sahih-i Müslim, “Sıfat’ul-Ezan babı.

[92] - Ebu Mahzure hakkında naklettiklerimiz, tüm rical alimlerinin ittifak ettikleri şeylerdir. el-İsabe vs. kitaplara bakabilirsiniz.

[93] - Semeret b. Cundeb  hakkında, “el-İstiab”, “el-İsabe” vs. kitaplara bakabilirsiniz.

[94] - Ebu Hureyre” kitabımızın son bölümüne müracaat edilsin.

[95] - Necm / 3.

[96] - Sünen-i Ebi Davud, Bed’ul-Ezan babı.

[97] - Muhaddisler bu ezanı Abdullah b. Zeyd’den İslam’da meydana gelen ilk ezan olarak bilirler. Buna rağmen sizlerin de gördüğü gibi “es-salat-u hayrun min’en nevm” cümlesi bu ezanda yoktur. Peki ey Müslümanlar bu cümle nereden geldi?

[98] - Ebu Davud bu hadisi süneninde ezanın söyleniş şekli babında ve Tirmizi Sahih-i Tirmizi’de nakletmiştir. Son şahıs: “Bu rivayet, hasen ve sahihtir” demiştir. İbn-i Mace de Süneninde ezanın başlangıcı babında bu rivayeti nakletmiştir.

[99] - Zerkani, kendi şerhinde, bu iki ağacın sözü geçen çan olduğunu yazmıştır. Muvatta, c. 1, s. 120-125.

[100] - Daha geniş bilgi için Bkz. Şerh-i Zerkani.

[101] - Bkz. Şerh-i Zerkani.

[102] - Necm / 3-5.

[103] - Enbiya / 26.

[104] - A’raf / 203.

[105] - Yunus / 15.

[106] - Ahkaf / 9.

[107] - Kıyamet Süresi / 16-19.

[108] - Hakka Süresi / 40.

[109] - Hakka Süresi /44 - 47.

[110] - Al-i İmran / 159.

[111] - Bkz. Sire-i Halebiye, c. 2, Bed’ul-Ezan ve Meşruiyyetihi” babı. İnsan bunları okuyunca şaşkınlığa uğramaktadır.

[112] - Müstedrek-i Hakim, c. 4, s. 348.

[113] - İbn-i Hacer “İsabe”de “Hilyet’ul-Evliya”dan naklen, Abdullah b. Zeyd’in biyografisinde onun sahih olduğunu söylemiştir.

[114] - Hucurat / 1-2.

[115] - Sahih-i Buhari, c. 3, s. 127.

[116] - Abbas Mahmut Akkad, Dai’s-Sema, s. 136-142.

[117] - Hz. Ali (a.s)’ın evlatlarındandır. (M.)

[118] - Biz Şia’ların görüşüne göre; eğer hadis ravileri İsna Aşeri (on iki İmamı kabul etmiş) olurlarsa, İmamlardan biri de onları adaletle överse, hadis sahih olur. Ama eğer onlardan bazıları adaletle övülmüş olurlarsa, o zaman o hadis “hasen” olur. Eğer ravilerin isimleri hadiste geçerse, hadis “müsned” olur; aksi takdirde “mürseldir. Eğer her tabakada hadisi nakleden raviler silsilesi, yakin ve qat’ haddine ulaşırsa, hadis “mütevatir”, aksi taksirde ise “haber-i vahid” olur. Eğer her tabakada üç kişiden fazla onu rivayet etmiş olurlarsa, hadis “müstefiz” ve “meşhur” adlandırılmış olur. (M.)

[119] - Müstedrek-i Hakim, c. 3, Bab: Marifet'üs- Sahabe s. 171.

[120] - Tahavi Müşkil’ul-Asar, Kenz’ul-Ummal, c. 6, s. 277 H.397.

[121] - Şerh-i Tecrid, İmamet bahsinin sonları.

[122] - “Fahh”; Mekke’nin yakınlarında bir yerin ismidir. İmam Hasan (a.s)’ın torunu olan Hüseyin b. Ali, hicretin 169. Yılında, ailesi ve takipçilerinden bir grup insanlarla birlikte orada şahadete eriştiler. (M.)

[123] - Sire-i Halebi, c. 2, s. 110 Bab:ezan e ikametin başlangıcı.

[124] - Bakara / 229.

[125] - Bakara / 230.

[126]- Sahih-i Müslim, c. 1, s. 575; Sünen-i Beyhaki, c. 7, s. 336; Sünen-i Ebu Davud, Kitab’ut-Talak. Bu son hadisi “Nesh’ul-Müracia ba’de selas tatlikat” babında görebilirsiniz.

[127]- Sahih-i Müslim, c. 5,75

[128]- Müstedrek ve Telhisuhu, c. 2, s. 196.

[129]- Telhis’ul-Müstedrek c. 1 s. 314.

[130] - Sünen-i Beyhaki, c. 7, s. 336; Tefsir-i Kutubi, c. 3, s. 130 ve...

[131] - Sire-i Muhammed b. İshak, c. 2, s. 191.

[132] - Kasım Bek Emin Mısri, Tahrir’ul-Mer’e adlı kitabının 172. sayfasında Nesai, Kurtubi ve Ziyliden nakletmiştir. Ama İbn-i Abbas’a nispet verilmiştir. Belki de bu hadis bir defada üç talakın batıllığına delalet etmektedir. Çünkü talakla oyun oynamaktır. Said b. Müseyyib ve tabiinden bir grup da bu görüştedirler. Ama asıl oyun, bir yerde üç talak vermektir. Böyle bir talak boş ve saçmadır. Ama eğer “ente talık” (sen boşsun” denilirse, bu sözle kadın boşanmış olur. Çünkü bunda ciddilik vardır.

Sünen-i Nesai, c. 6, s. 142; Teysir’ul-Vusul, c. 3, s. 160; Tefsir-i İbn-i Kesir, c. 1, s. 377; İrşad’us-Sari, c. 8, s. 128; Dürr’ül-Mensur, c. 1, s. 283; el-Gadir, c. 6, s. 181.

[133] - Ed-Dimokratiyye, s. 150.

[134] - Usul-u Fıkıh s. 246 ve sonraki sayfalar.

[135] - Sübhanellah! Eğer müçtehitlerin kısa bir müddet içerisinde iki Halifenin arasındaki zamanın değişmesi ile fetvalarını değiştirmeleri câiz olursa, kitap ve sünnetin hükümlerinin fatihası okunmalıdır!!

[136] - Bu da hiçbir delili olmayan hatta aleyhine deli bulunan sözlerdendir.

[137] - Hangi delile göre bu işi yaptılar?!

[138] - İbn-i Kayyim zamanında Kur’ân ve sünnette olan hükümlerin değişmesine sebep olacak hiçbir değişiklik olmamıştı. İbn-i Kayyim sadece Peygamber (s.a.a) ve sahabe zamanında olanların Allah’ın hükmü olduğu için onlara amel-etmiştir.

[139] - Yani, Kur’an’ın açık nassına ve Peygamber (s.a.a)’in sünnetine amel etmek için bu tavrı takındılar.

[140] - Ebu Bekir, hicretin 13. yılı Cemadilahir’in 22’de çarşamba gecesi vefat etmiştir. Hilafet müddeti ise 2 yıl 3 ay 10 gün sürmüştür.

[141] - Teravih namazı, ramazan ayı gecelerinde kılınan nafile namazlarıdır. Teravih olarak isimlendirilmesinin sebebi, her dört rekat namazdan sonra dinlenme ve istirahat etmelerinden dolayıdır. Ama biz Şialar öyle yapmayız. Ramazan ayı nafile namazlarını Peygamber (s.a.a)’in kıldığı gibi kılarız. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Benim namaz kıldığım gibi siz de namaz kılın.”

[142] - Bkz. Sahih-i Buhari, c. 1, s. 233, “es-Salat’ut-Teravih” kitabı; Sahih-i Müslim, c. 1, bab: et-Terğib fi kıyami Ramazan ve Huve et-Teravih”, kitap: Salatul- müsafirin ve kasriha s. 283 ve sonraki sayfalar.

[143] - İrşad’us-Sari, Şerh-i Sahih-i Buhari, c. 5, s. 4.

[144] - Ebu Hilal Hasan b. Abdullah Askeri, Arap dili ve edebiyatı uzmanıdır. Hicretin 395. yılında “el-Evail” adlı kitabını yazmıştır.

[145] - Müsned-i Ahmed, c. 4, s. 370.

[146] - Müsned-i Ahmed, c. 5, s. 406 (Zehebi de Mizan’ul- İtidal adlı kitabında Yahya b. Abdullah el-Cabirin hal tercümesinde, Cerir-i Zabbi ve Yahya Cabir’den nakletmiştir.)

[147] - Nisa / 176.

[148] - Nisa / 11.

[149] - Çünkü onlar mirasta ikinci tabakadandırlar; birinci tabakadan olanlar olduğu müddetçe ikinci tabakadan olanlara sıra yetişmez. (M.)

[150] - Enfal / 75.

[151] - Nisa / 176.

[152] - Bu hadisi Ehl-i Sünnet hafızlarından bir grup nakletmişlerdir. Müstedrek-i Hakim’de (c. 4, s. 339; kitab’ul-feraiz) de mevcuttur. Hakim orada bu hadisin Buhari ve Müslim’in şartıyla sahih olduğunu söylemiştir. Zehebi de bu hadisi Telhis’ul-Müstedrekde, Buhari ve Müslim’in şartıyla sahihtir demiştir.

[153] - Değerli taşların tartılmasında kullanılan bir tür ölçü birimi (M.)

[154] - Müstedrek-i Hakim, c. 4, Kitab’ul-Feraiz, s. 340.

[155] - Enfal / 75.

[156] - Kenz’ul-Ummal, c. 6, s. 15.

[157] - Beyhaki Süneninde, İbn-i Sa’d Tabakat’ta ve Kenz’ul-Ummal, c. 6, s. 15’de bu hadis rivayet edilmiştir.

[158] - Beyhaki “Şüab’ul-İman”dan naklen ve Kenz’ul-Ummal, c. 6, s. 15.

[159] - Ömer’in; dedenin miras hissesi konusundaki şaşkınlığı hakkında daha geniş bilgi için Bkz. Müstedrek-i Hakim ve Kenz’ul-Ummal.

[160] - Kenz’ul-Ummal, c. 6, Kitab'ul- Feraiz s. 7 Hadis: 110 .

[161] - Nisa / 7.

[162] - Nisa / 9.

[163] - Bkz. Muvatta, Malik, c. 2, s. 11 Kitab’ul-Feraiz.

[164] - Kenz’ul-Ummal, c. 6, s. 8, Kitab'ul- Feraiz.

[165] - Zira aksi takdirde ölünün tüm mirası annesine aittir ve dayı hiçbir hakka sahip değildir. (M.).

[166] - Kenz’ul-Ummal, c. 5, s. 166, hadis: 3376.

[167] - Beyhaki ve İbn-i Ebi Şeybe bu fetvayı kendi sünenlerinde getirmişlerdir. Kenz’ul-Ummal, c. 5, s. 166, hadis: 3379.

[168] - Talak / 4.

[169] - Bakara / 234.

[170] - Hac / 78.

[171] - Usul’ul-Fıkıh, s. 241 ve sonrası.

[172] - Maide / 6.

[173] - Nisa / 43.

[174] - Bu meşhurluğu Kastalani Sahih-i Buhari’ye yazdığı İrşad’us-Sari adlı şerhte (c. 2, s. 131 teyemmüm bahsi) nakletmiştir.

[175] - Sonraki cümleden de anlaşıldığı üzere tehdide maruz kaldığından dolayı bunu söylemiştir.

[176] - Sahih-i Buhari, c. 1, s. 50.

[177] - Sahih-i Müslim, c. 1, s. 309.

[178] - Sabah ve ikindi namazlarından sonra namazın yasaklandığı bölümün sonu. Şerh-i Muvatta, Zerkani, birinci cildin sonu.

[179] - Mükender, Şerh-i Muvatta-i Zerkani’nin nakline göre Muhammed b. Mükender Kureyşi Medenidir. Ölüm tarihi ise hicri 80’dir. Babası Muhammed Mükender de Kaysarani’nin nakline göre oğlunun ölümünden 50 yıl sonra hicri 130 yılında vefat etmiştir.

[180] - Zerkani’nin “Muvatta”ya olan şerhinin 1. cildi ve diğer kaynaklar.

[181] - Bakara / 125.

[182] - Tabakat-ı İbn-i Sa’d, c. 3, s. 204, Tarih’ul-Hulefa, Siyuti, Şerh-i Hali Ömer s. 53, İbn-i Ebi’l-Hadid, Ahval-u Ömer s. 113 (Şerh-i Nehc’ül-Belağa) Tarih-i Ömer, İbn-i Cevzi, s. 60.

[183] - Müsned-i Ahmed, c. 1, s. 335.

[184] - Şerh-i Nehc’ül-Belağa, İbn-i Ebi’l-Hadid, c. 15, s. 17 ve, c. 3, s. 387.

[185] - Şerh-i Nehc’ül-Belağa, İbn-i Ebi’l-Hadid, c. 1, s. 148; c. 3, s. 39; b. Mute Savaşı.

[186] - Sahih-i Buhari, c. 1, s. 154.

[187] - Sahih-i Buhari, c. 1, s. 152; Sahih-i Müslim, c. 1, bab: Ölüye ağlamak.

[188] - Sahih-i Buhari, c. 1, s. 155; Sahih-i Müslim, c. 1, s. 341.

[189] - Bu hadisten de anlaşıldığı gibi Peygamber (s.a.a) ölülere ağlanmasını teyit etmiş ve buna emir bile vermiştir.

[190] - Sahih-i Buhari, c. 1, s. 255.

[191] - Müsned-i Ahmed, c. 1, s. 335.

[192] - Müsned-i Ahmed, c. 2, s. 333.

[193] - Şerh-i Nehc’ül-Belağa, İbn-i Ebi’l-Hadid, c. 3, s. 111.

[194] - Fatır / 18.

[195] - Tarih-i Taberi, c. 4, hicri 13. Yıl olayları.

[196] - Böyle bir şey demiş olsa da, sırf onu korkutarak mektubu çıkarması için söylemiştir. (M.)

[197] - Hz. Ali (a.s)’ın tehdit etme sebebi de, mektubu kadının kendisinin vermesini istemesiydi.

[198] - Sahih-i Buhari, c. 4.

[199] - Evet, ama ne yapabiliriz ki işte Ömer bu! (M.)

[200] - Likha: Süt veren ve sağılan deveye denir.

[201] - Müsned-i Ahmed b. Hanbel-c. 1, s. 20.

[202] - Tarih-i Felsefet’ul- İslam s. 301’den naklen.

[203] - Bakara / 187 bkz. Keşşaf ve diğerleri. Esbab’un-Nüzul, Vahidi, s. 33.

[204] - Bakara / 219.

[205] - Nisa / 43.

[206] - Peygamber (s.a.a)’e tefriti bir kinayedir.

[207] - Maide / 91.

[208] - El-Mustatref, Şahabuddin Ebşeyhi, c. 2, bab. 74.

[209] - Tefsir-i Kebir, c. 3, s. 446 (Maide suresi tefsiri.)

[210] - Nisa / 43.

[211] - C. 3, s. 274.

[212] - Kenz’ul-Ummal, c. 5, s. 272, hadis: 5391. İbn-i Asakir de bu hadisi nakletmiştir.

[213] - Muhammed b. İshak ve diğer sire yazarları. Örneğin: İbn-i Kesir, el-Bidaye ve’n- Nihaye, c. 3, s. 285.

[214] - Sire-i Zeyni Dehlan, c. 1, s. 504; Sire-i Halebiye’nin haşiyesinde.

[215] - Yunus / 15.

[216] - Aynı anlamı Zeyn-i Dehlan, Siyre kitabının, c. 1, s. 512’de (Sire-i Halebiyye’nin haşiyesinde) nakletmiştir.

[217] - Bu söz aynı lafızlarla Dehlani’nin Sire-i Nebeviyye s. 512’sinde ve aynı anlamda Sire-i Halebiyye’de, İbn-i Kesir el-Bidaye ve’n- Nihaye adlı eserinde Ahmed b. Hanbel, Müslim, Ebu Davud ve Tirmizi’den naklen Ömer b. Hattab’tan nakletmişlerdir.

[218] - Enfal / 67-68.

[219] - Enfal / 7.

[220] - Enfal / 5-6.

[221] - Enfal / 67.

[222] - el-Fusul’ul-Mühimme, 8. Fasıl.

[223] - Enfal / 15-16.

[224] - Al-i İmran / 153.

[225] - Sahih-i Buhari, c. 3, s. 46.

[226] - El-Bidaye ve’n- Nihaye, c. 4, s. 329; Buhari ve Müslim’den naklen.

[227] - Müstedrek, c. 3, s. 38.

[228] - C. 3, s. 43.

[229] - Bunlar Hasan-ı Basri’nin sözlerinin aynısıdır. Bkz. Şerh-i Nehc’ül-Belağa, İbn-i Ebi’l-Hadid, c. 1, s. 369; Vakidi’den naklen.

[230] - Müsned-i Ahmed, c. 5, s. 356.

[231] - Hz. Ali’nin Tevbe suresini okuması hakkında çok dakik bir araştırma yapmışız. Bkz. Ebu Hureyre s. 157-188 H. 18.

[232] - Hucurat / 12.

[233] - Mekarim’ul-Ahlak, Kenz’ul-Ummal, c. 2, s. 167, H. 3696, Şerh-i İbn-i Ebi-l Hadid, c. 3, s. 96 ve 137, İhya’ul-Ulum, Gazali.

[234] - El-Kat’u ve’s- Sirkat, Ebu’ş-Şeyh, Kenz’ul-Ummal, c. 2, s. 141, hadis: 3354.

[235] - Said b. Mensur ve İbn-i Munzir bunu rivayet etmişlerdir. Kenz’ul-Ummal, c. 2, h. 3694’de de nakledilmiştir. Halifenin müsteşarına bravo doğrusu! (M.)

[236] - Abdurrazzak, Abd b. Hamit, Haraiti Mekarim’ul-Ahlak da nakletmişlerdir. Kenz’ul-Ummal, c. 2, h. 3693 Müstedrek-i Hakim, c. 4, s. 377 ve Zehebi Telhis’te nakletmiştir.

[237] - Bu ve bundan önceki rivayet için bkz. Kenz’ul-Ummal, c. 2, s. 141.

[238] - Nisa / 20 21.

[239] - Aynı lafızla birçok hafız ve hadis nakledenler bu rivayeti aktarmışlardır. Şerh-i Nehc’ul-Belağa, İbn-i Ebi’l-Hadid, c. 3, s. 96.

[240] - Keşşaf tefsiri, bu ayetin tefsirinde hadisi nakletmiştir.

[241] - Tefsir-i Kebir, c. 3, s. 175.

[242] - Bkz. A’lam’ul-Mevkıîn, c. 3, s. 33 ve sonrası, Fecr’ul-İslam Ahmed Emin, s. 287, İbn-i Hacer “el-İsabe” 2. bölüm. Abdurrahman b Hatib’in biyografisinde.

[243] - Bakara / 173.

[244] - Bu olayı İbn-i Abdulbirr “el-İstiab” adlı kitabının Ebu Haraş Huzeli’nin şerhi halinde getirmiştir. Dumeyri de “Hayat’ul-Hayvan” kitabı Hayye bölümünde nakletmiştir.

[245] - Tabakat-ı Sa’d, c. 3, s. 205.

[246] - Muhsine Zinası (Zina-i Muhsine) evli bir şahısın evli kadınla yaptığı zinaya verilen isimdir. Cezası taşlanarak öldürülmektir. (M.)

[247] - Eti helal olan bir kuş ismidir. Toy kuşu da söylenir. (M.)

[248] - Bkz. Vefayat’ul-A’yan, c. 2, (Şerh-i hali Yezid b. Ziyad Himyeri) Müstedrek, c. 3, s. 448 (Hakim bu hadisi sahih bilmiştir.) Telhis’ul-Müstedrek Zehebi ve hicri 17. Yıl olayını anlatan diğer tarihçiler.

[249] - İbn-i Abdurabbih İkd’ul-Ferid, c. 1, s. 187 Gazali’den naklen Ebu’l-Ferec İsfahani ed-Durus’ul-Arabiyye, c. 1, s. 62.

[250] - İkd’ul-Ferid, c. 1.

[251] - Şerh-i Nehc’ül-Belağa, İbn-i Ebi’l-Hadid, c. 3, s. 104 (Mısır baskısı).

[252] - Tabakat-ı İbn-i Sa’d, c. 4, s. 90 (Şerh-i Hal-i Ebu Hureyre).

 [253] -  Zariyat / 1-2

[254] - Şerh-i Nehc’ül-Belağa, İbn-i Ebi’l-Hadid c. 3, s. 122 (Mısır baskısı).

[255] - Şerh-i Nehc’ül-Belağa, İbn-i Ebi’l-Hadid c. 3, s. 99.

[256] - Bu ağaçtan Kur’ân’da bahsedilmiştir. Fetih /18.

[257] - Şerh-i Nehc’ül-Belağa, İbn-i Ebi’l-Hadid, c. 1, s. 59.

[258] - a.g.e. s. 154-158.

[259] - Bu söz, Arabistan hükümetinin resmi mezhebi olan Vahhabilerin meslekine işarettir. İşte onlar bu esas üzere İmamların, sahabelerin, tabiinden olanların, Şia ve Sünni alimlerinin kabirlerini tahrip ederek yerle bir ettiler. Bu sanıyla ki kabirlere saygı şirktir!! Onların bu düşünceleri, aynen Ömer’in, Rıdvan ağacı altında namaz kılanlar hakkında düşündüğü fikrin aynısıdır.

[260] - Hac / 30.

[261] - Hac / 32.

[262] - Şüphesiz bu adam Ömer b. Hattab’dı.

[263] - Muhibbuddin-i Taberi, “Zahair’ul-Ukba” adlı kitabında bunu İbn-i Abbas’tan nakletmiştir.

[264] - Necva: Gizlice bir şeyler konuşmak anlamındadır. (M.)

[265] - Mücadele / 12.

[266] - Müstedrek, c. 2, s. 482.

[267] - Dinar: Altın sikkeye verilen isim. (M.)

[268] - Dirhem: Eskiden gümüş sikkeye verilen isim. (M.)

[269] - Mücadele / 13.

[270] - Fahri Razi’nin saçmalıkları için Bkz. Tefsir-i Kebir , c. 8, s. 167.

[271] - “Biz Allah’ın kullarıyız ve biz O’na döneceğiz. Haksızlık edenler hangi dönüşe (hangi akıbete) döndürüleceklerini bileceklerdir” Şuara / 227.

[272] - İbn-i Hacer Askalani’den naklen (el-İsabe).

[273] - Müstedrek, c. 4, s. 389.

[274] - Şerh-i İbn-i Ebi’l-Hadid, c. 3, s. 150-152.

[275] - Müsned-i Ahmed, c. 1, s. 154.

[276] - Nahl / 115.

[277] - İbn-i Kayyim’in aynı kitabından naklen s. 53.

[278] - Et-Turuk’ul-Hekime Fi’s-Siyaset’iş-Şer’iyye s. 55.

[279] - Fecr’ul-İslam c. 285.

[280] - Şerh-i Nehc’ül-Belağa, İbn-i Ebi’l-Hadid, c. 1, s. 58 (Şıkşıkıyye hutbesi şerhi).

[281] - Maide / 93.

[282] - Maide / 90.

[283] - Maide / 93.

[284] - Müstedrek-i Hakim, c. 4, s. 376. Hakim bu hadisi naklederek sahih olduğunu belirtmiştir. Zehebi de Telhis’de bunu nakletmiş ve sahih olduğunu söylemiştir.

[285] - Et-Turuk’ul-Hekime Fi’s- Siyaset’iş- Şer’iyye s. 27.

[286] - a.g.e. s. 30.

[287] - Müsned-i Ahmed, c. 1, s. 190.

[288] - Bkz. Şerh-i Nehc’ül-Belağa, İbn-i Ebi’l-Hadid. c. 1, s. 60.

[289] - a.g.e.

[290] - a.g.e. c. 1, s. 134.

[291] - Eğer Ebu Übeyde-i Cerrah, -Ehl-i Sünnet’in nakline göre- bu ümmetin emini idiyse, Hz. Ali (a.s) Gadir-i Hum vakıasının tanıklığıyla ümmetin önderi ve onların en hayırlısı idi. Peygamber (s.a.a)’in, Hz. Ali’yi ümmetin önderi olarak seçmesinden sonra Ömer, Hz. Ali’yi ilk olarak tebrik eden şahıslardandı.!!!

[292] - Ömer’in, Hayber Savaşında arkadaşı Ebu Bekir’le rezil bir şekilde geri dönerken Peygamber (s.a.a)’in: “Yarın sancağı öyle birisine vereceğim ki, Allah’ı ve Resulünü sever; Allah ve Resulü de onu sever. Allah, Hayberi onun eliyle fethedecektir” diye buyurduğunu unutmuş olduğunu zannetmiyorum.

[293] - Eğer İbn-i Ebi’l-Hadid’in şerhine (c. 1, s. 62) müracaat edecek olursanız, şaşırtıcı şeylerle karşılaşırsınız.

[294]- Hz. Ali (a.s), Hz. Fatıma’ya namaz kılarak, Ebu Bekir’e namaz kılma izni vermedi. Sahih-i Buhari, c. 2, s. 39 ve Sahih-i Müslim, c. 2, s. 72.

[295] - Sahih-i Buhari, c. 4, s. 119.

[296] - Şerh-i Nehc’ül-Belağa, İbn-i Ebi’l-Hadid, c. 2.

[297] - Nasel: Uzun sakallı Yahudi birisiydi. Aişe halife Osman’ı ona benzetirdi. Onun Osman’a olan itirazları tüm tarih kitaplarında mevcuttur. Örneğin: Kamil-i İbn-i Esir, c. 3, s. 80, Cemel Savaşı bölümü.

[298] - Şerh-i Nehc’ül-Belağa, İbn-i Ebi’l-Hadid, c. 1, s. 22.

index