Bismillah, işleri Allah'ın ismiylesigortalamanın şif­residir.

Bismillah, işlere kutsallık kazandırmanın şifresidir.

Bismillah, sürekli Allah'ı anmanın ve "Allah'ım! Hiç­bir durumda seni unutmam." sözünün şifresidir.

Bismillah, insanın hedefinin belirtisidir ve bismillahla, "Rabbim! Hedefim sensin, halk, dünya ve hevesler değil." der.

Bismillah, yani "sadece ve sadece O'ndan yardım di­lerim, diğerlerinden değil" demektir.

Bismillah, surenin içeriğinin Hak kaynağından ve rahmet mazharından nazil olduğunu bildirir.

"Allah" Kelimesi

Bazıları "Allah" kelimesinin "elihe" kökünden türeyip "abede=ibadet etti" anlamında olduğunu söylemiş ve "Al­lah" kelimesine, bütün kemallere sahip olan "gerçek mabud" şeklinde anlam yüklemişlerdir. Fakat bazıları ise onun gönül vermek, aşk ve hayret anlamına gelen "velihe" kökünden türediğini söylemişlerdir. Buna göre, "Allah" kelimesi, çekiciliği herkesi hayrete düşüren kut­sal zat anlamına gelir.[190] Kur'ân-ı Kerim'de, Allah Tealâ için yaklaşık yüz isim sayılmıştır; fakat bunların arasında en kapsamlı olanı "Allah'tır. Esasen Allah Tealâ'nın isimleri, sadece bir nişane ve belirti değildir; aynı zamanda bunların her biri O'nun bir sıfatına işaret etmektedir. İnsanların isimleri farklı­dır; bazı isimler sadece bir belirtidir. Burada kelimenin anlamına ve o kelimenin anlamının o kişinin özellikle­riyle uyuşup uyuşmamasına hiç dikkat edilmez; hatta bazen o ismin anlamı insanın kişisel özelliklerine tama­men ters düşebilir; örneğin büyük bir yalancı olan bir kişinin ismi "Sadık=doğru konuşan" olabilir! Ama bazen de bir insanın adı onun ismi olmasıyla birlikte onun sıfatıdır da aynı zamanda; bu durumda o kişinin ismi onun sıfat ve kemalatına işaret eder; aynen doğru konuşan bir insanın isminin "Sadık" olması gibi. Bazı isimler, saatin zili gibi sadece zamanın ulaştığı­nı bildirmek için bir belirtidir; fakat bazı isimler de mü­ezzinin sesi gibi hem belirtidir, hem de içeriği vardır.

Kur'ân-ı Kerim şöyle buyuruyor: "En güzel isimler Allah'ındır."[191] Rivayetlerde Allah Tealâ için 99 isim kay­dedilmiştir ve bunlara Esma-i Hüsna denir. Allah'a bu isimlerle dua edenin duasının kabul olacağı belirtilmiştir.[192] Cevşen-i Kebir duasında Allah Tealâ'yı bin isim ve sıfatıyla çağırmaktayız.

"Allah" kelimesinden sonra "Rahman" ve "Rahim" ke­limelerinin gelişi, insanın işlerine Allah'ın lütuf ve rah­metini umarak başlaması ve bütün ümit ve rahmetlerin kaynağının Allah Tealâ olduğunu bilmesi için bir şifre­dir.

İşe rahmet kelimesiyle başlamak, Allah Tealâ'ın esasen kullarına lütuf ve rahmetle davranmayı irade etti­ğini ve insana O'nun rahmet kaynağından istifade etme­sinin yakıştığını bildiren bir şifredir.

"Rahman" Allah'ın özel ismidir; çünkü sadece O'nun ismi kapsamlı ve süreklidir. Diğerlerinin ya rahmeti yoktur veya eğer varsa da kapsamlı değildir. Ayrıca di­ğerleri bir şey verecek olurlarsa onun karşılığında dün­yevî veya uhrevî bir mükâfat ummaktalar; saman verip süt almak isterler!

"er-Rahman" ve "er-Rahim" kelimeleri hakkında "er-Rahman'ir-Rahîm" ayetinin tefsirinde daha geniş bir şe­kilde bahsedeceğiz inşallah.

"el-Hamdu Lillahi Rabbil-âlemîn"

Her ne kadar "hamd, medh ve şükür" kelimeleri gö­rünüşte bir anlama geliyorsa da, ancak her birinin özel kullanım alanları vardır. Örneğin, "medh" kelimesi övgü anlamındadır; bu övgü ister yerinde yapılsın, ister yersiz ve dalkavuklukla yapılsın, ister kişinin sahip olduğu kemalattan dolayı olsun, ister korkudan veya bir şeye ta­mah ederek ya da kendini sevdirmek için olsun fark etmez.

"Şükür" kelimesi, diğerlerinden insana ulaşan bir hayır ve nimet karşılığında yapılan teşekkürdür. Fakat

"harnd" kelimesinde, övgü ve teşekkür dışında başka bir anlam daha var ki, o da tapınma anlamıdır. Övgü ve te­şekkür tapınma seviyesine ulaşırsa buna "hamd" denir. Dolayısıyla, diğerlerini methetmek ve onlara teşekkür etmek caiz olmasına rağmen, hamd Allah'a hastır; çünkü tapınma O'na hastır.

Gerçi "el-Hamdulillah" kelimesinden sonra, insanın bu Allah'ın lütuf ve azametinden dolayı O'na hamde et­mesi gerektiğini gösteren Allah Tealâ’ınn dört sıfatı zik­redilmiştir: "Rabb-ul âlemin", "er-Rahman", "er-Rahim", "malik-i yevmiddin." Fakat her şeyden önce "Allah" keli­mesi gelmiştir; yani hamd yalnız O'nun içindir; çünkü bu sıfatlar zikredilmese bile hamda lâyık olan sadece O'dur.

"Eğer gözün dostunun ihsanındaysa

Sen kendini düşünüyorsun, dostunu değil."

"Rabbil-âlemîn"

Allah Tealâ, tüm varlık âleminin Rabbidir. Göklerde ve yerlerde ve bu ikisinin arasında olan her şeyin Rabbi O'dur.

"Göklerin, yerin ve bunların arasında bu­lunan şeylerin Rabbidir."[193]

"Allah her şeyin Rabbidir."[194]

Hz. Ali (a.s) "âlemin" kelimesinin tefsirinde, "O, can­sız varlıkların ve hayvanların, canlı-cansız her şeyin Rabbidir" buyurmaktadır.

Gerçi bazen Kur'ân-ı Kerim'de "âlemîn"den sadece insanlar kastedilmiştir. Fakat çoğu yerde, "âlem" kelime­si yaratıklar anlamında ve "âlemin" kelimesi ise tüm var­lıklar anlamında kullanılmıştır.

Bu ayetten de anlaşılıyor ki tüm varlık âleminin Rabbi O'dur; cahiliye döneminde ve bazı milletlerin taşı­dığı "her türün müstakil bir ilâhı var (tür tanrısı)" dü­şüncesi batıl bir inançtır. Allah Tealâ varlıkları yarattık­tan sonra tüm varlıkların gelişmesi ve tekamüle erişmesi için bir yol belirlemiştir; ilâhî terbiye ise hidayet yolu­dur:

"Rabbimiz her şeye yaratılışını verip, son­ra onu doğru yola iletendir."[195]

Bal arısına hangi bitkiyi emmesini, karıncaya kışlık azığım nasıl biriktirmesini öğreten ve vücudu kendili­ğinden kan üretebilecek şekilde yaratan O'dur.

Evet, böyle bir ilâh tapılmaya lâyıktır. İnsanın özel­liklerinden biri cemal, kemal ve güzelliği övmesi, ihsan ve nimetler karşısında teşekkür etmesidir. Allah Tealâ, kemal ve cemali nedeniyle övülmeye lâyıktır, nimetle­rinden dolayı ise O'na şükredilmesi gerekir.

Elbette Allah'a teşekkür etmenin kullara teşekkür etmekle bir çelişkisi yoktur; ancak bunun Allah'ın em­riyle ve Allah yolunda olması şarttır. Gerçi her dille ve herhangi bir şekilde diğerlerine teşekkür eden birisi de gerçekte onun kaynağına hamdetmiş olur.

"Rabbul-âlemîn", yani Allah Tealâ'yla yaratıklarının ilişkisi süreklilik arz eden ve karşılıklı bir ilişkidir.

"Rabbul-âlemîn", yani herkesin ilerlemesi ve eğitil­mesi mümkündür. Sadece iyiler değil, hatta kötüler de Allah'ın nimetlerinden yararlanmaktadırlar:

"Hepsine onlara da, onlara da Rabbinin ver­gisinden uzatırız."[196]

Allah Tealâ şöyle buyuruyor: Biz herkese yardım ederiz; herkesin istediği hedefe ulaşması için meydanı herkese açık bırakırız; dünya çelişkiler yurdu olduğu için de herkesin onca arzusuna kavuşmaması doğaldır.

"Rabbul-âlemîn", yani Allah Tealâ hem mülk sahibi, hem de yönetici ve evirip çevirendir.

"Rabb" kelimesi ya terbiye ve eğitim anlamına gelen "rebeye" kökünden gelmiştir ya da sahip anlamında olan "rebbe" kökünden gelmiştir. Allah Tealâ hem dünyanın sahibidir ve hem de onun müdebbir ve eğiticisi.

"İyi bilin ki, yaratma ve emir O'nundur. Â-lemlerin Rabbi Allah, ne uludur!"[197]

Yaratma işi O'na aittir; idare eden, eğiten, evirip çe­viren de O'dur.

Rivayetlere göre "el-hamdu lillahi Rabbil-âlemin" cümlesi, Allah Tealâ'nın nimetlerine en güzel teşekkür­dür. Dolayısıyla, her duadan ve Allah'a yakarıştan önce Allah'a hamdedilmesi tavsiye edilmiştir; aksi durumda dua eksiktir. Sadece dua ve yakarışın başında değil; cennet ehli işin sonunda da bu sloganı tekrarlar:

"Onların orada duası: Allah'ım!  Sen her türlü eksiklikten uzaksın!"[198]

"er-Rahman'ir-Rahîm"

Bu iki kelimenin "esirgeyen ve bağışlayan" olarak tercüme edilmesi yetersiz bir tercümedir; bu iki kelime bunların anlamını tam olarak ifade etmemektedir. Çün­kü Allame Şehid Mutahharî'nin dediği gibi "esirgeyen ve bağışlayan", Cevad ve Rauf kelimelerinin tercümesidir, Rahman ve Rahim kelimelerinin karşılığı değil. Esasen bu iki kelimenin Farsça'da [ve Türkçe'de] tam bir karşı­lığı yoktur.

Rahman ve Rahim kelimelerinin ikisi de "rahmet" kökünden gelmelerine rağmen, "Rahman" Allah'ın tüm insanları kapsayan karşılıksız ve geniş rahmetine denir; "Rahim" iyi işler sonucu ve mükâfat olarak sadece iyilere nazil olan bir rahmettir. Dolayısıyla, İmam Sadık'ın (a.s) buyurduğu gibi Allah Tealâ bütün varlıklara karşı "Rahman"dır, sadece müminlere "Rahim"dir. Allah Tealâ rahmeti kendine farz kılmıştır: "O, rahmet etmeyi kendi üstüne yazmıştır."[199] Nitekim O'nun göndermiş olduğu peygamber ve indirdiği Kitap da varlık âlemi için rah­mettir:

"Ben sizi ancak âlemlere rahmet için ya­rattım."[200]

O'nun eğitim ve terbiyesi rahmet esası üzerinedir; O'nun cezalandırması da öğretmen gibi terbiyenin gere­ğidir. Günahları bağışlamak, kulların tövbesini kabul etmek, onların kusurunu örtmek ve geçmişlerini telafi etmeleri için onlara fırsat vermek, bunların tümü O'nun kapsamlı rahmetinden kaynaklanmaktadır.

Esasen, varlık âlemi O'nun rahmetinin cilvesidir, O'ndan her varlığa ulaşan her şey lütuf ve rahmettir; do­layısıyla, Kur'ân-ı Kerim'in tüm sureleri "bismillahirra-hmanirrahim'le başlamaktadır.

"er-Rahman'ir-Rahîm"in "Rabbil-âlemîn"in yanında yer alması, ilâhî terbiyenin lütuf ve rahmet esası üzerine olduğu anlamını taşır. Nitekim O'nun öğretimi de şefkat ve rahmet esası üzerinedir:

"Çok merhametli, Kur'ân'ı öğretti."[201]

Şefkatli Allah insana Kur'ân'ı öğretti. Bu da biz in­sanlar için, öğretmenin sürekli şefkatli ve merhametli olması gerektiğini öğreten bir derstir.

"Malik-i Yevmid-Dîn"

O, kıyamet gününün malikidir. Allah Tealâ hem ma­liktir ve hem de melik. Varlık âlemi O'nun mülküdür, O bu mülk üzerinde saltanat ve egemenliğe sahiptir. O'nun malikiyeti kapsamlıdır; her şeyi kapsar ve hatta hükü­met de O'nun malikiyetindedir: KuR'ân-ı Kerim'de şöyle geçer: "Allah'ım, (ey) egemenliğin sahibi."[202] Nitekim in­san da kendi organlarına oranla hem maliktir ve hem de hâkim. Allah'ın malikiyeti gerçektir, itibarî değil. Allah Te­alâ hem dünya, hem de ahiretin malikidir; ancak insan dünyada kendini eşya ve işlerin maliki bildiği için gerçek malikten gaflet etmektedir; ancak bütün sebeplerin kesi­lip, nispetlerin yok olduğu ve dillerin mühürlendiği gün­de Allah'ın malikiyetini çok iyi bir şekilde anlayacaktır; dolayısıyla, ona, "Bugün mülk kimindir?" diye hitap edi­lecek, gözleri yeni açılan insan şöyle diyecek: "O tek ve kahhar olan Allah'ın! "[203]

Her namazında "malik-i yevm'id-Dîn" diyen bir kişi sürekli kıyameti hatırlar ve yapmak istediği her işte ön­ce kıyamet gününün hesap ve kitabını düşünür.

"Din" Terimi

"Din" kelimesi çeşitli anlamlarda kullanılır:

1-     İlâhî şeriat ve kanun; nitekim Kur'ân-ı Kerim şöy­le buyuruyor: "Allah katında din İslâm'dır."[204]

2-     Amel ve itaat; nitekim Kur'ân şöyle buyuruyor:"Halis din (amel) yalnız Allah'ındır."[205]

3-     Hesap ve ceza; nitekim ayette şöyle geçer: "Din gününün malikidir."

Kıyamet gününün isimlerinden birisi, "din günü"dür; yani ceza ve mükâfat günü. Nitekim Kur'ân-ı Ke­rim, kıyameti inkâr edenlerin dilinden şöyle naklediyor: "Ceza günü ne zaman diye sorarlar."[206]

Veya bu günü tanıtırken şöyle der:

"Ve yine din (kıyamet) gününün ne oldu­ğunu sen nereden bileceksin? (O gün), kim­senin kimseye yardım edemeyeceği bir gün­dür! O gün emir, yalnız Allah'a aittir."[207]

"Malik-i yevm'id-Din" cümlesi, "ey namaz kılanlar; bugünden yarınınız için çaba harcayın." diye korkutma ve uyarıdır; öyle bir yarın için ki "O gün ki, ne mal, ne de oğullar fayda vermez."[208] Ve öyle bir yarın ki, "Akraba­larınız ve çocuklarınız fayda vermez."[209] Öyle bir yarın ki dilin mazeret uydurmasına ve aklın düşünmesine müsa­ade edilmez. Öyle bir yarın ki sadece bir tek şeyin yararı var, o da Allah Tealâ'nın lütfüdür.

"Malik-i yevm'id-Din" cümlesinin "er-Rahman'ir-Ra-hîm"in yanında yer alması korkuyla ümidin ve teşvikle tembihin yan yana olması gerektiğini gösterir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de başka bir ayette şöyle buyuruyor:

"Kullarıma haber ver: Ben bağışlayan, esir­geyenim. Ve benim azabım da çok acı bir azaptır."[210]

Başka bir ayette ise Allah Tealâ'yı şöyle tanıtmakta­dır:

"Tövbeyi kabul eden, azabı çetin olan."[211]

Her halükârda, "er-Rahman'ir-Rahîm" ümit verici­dir, "malik-i yevm'id-dîn" ise korkutucudur; Müslüman korkuyla ümit arasında olması gerekir ki gururlanmasın ve Allah'ın rahmetinden de ümit kesmesin.

İyyake Na'budu ve İyyake Nestaîn"

"Yalnız sana tapar ve yalnız senden yardım dileriz."

"İyyake na'budu", yani "yalnız senin kulunum, diğer­lerinin" değil. Bu cümlenin iki boyutu var: Biri insanın O'nun kulu olduğunu ispatlar, diğeri ise O'ndan başka­sının kulu olmadığını vurgular. Evet, tam ve mükemmel mektepte Allah'a imanın yanında tağutu inkâr etmek vardır; Allah'a iman ettikleri hâlde tağutun sultasını ka­bul edenler yarım Müslümandırlar; belki de hiç Müslü­man değillerdir! Tağutu reddetmeden Allah'a iman et­mek, esir Müslüman anlamındadır! Şirk yörüngesinde yer almaktan kurtulmak için vahdet ve güç merkezine sığınmak gerekir; dolayısıyla, namaz kılan kişi namazda sadece kendisini görmediği için kendini düşünemez; sanki bütün tevhit ehlinin temsilcisi olarak konuşmak­tadır: "Allah'ım! Ben yalnız başıma güzel bir ibadetim olmasına lâyık değilim; dolayısıyla, bir Müslüman grubu arasında yer aldım; hepimiz sana ibadet ve kulluk et­mekteyiz. Sadece ben değil, hepimiz senden yardım di­lemekteyiz." Dolayısıyla, namazın esasen cemaatle kı­lınması gerekir, münferit (tek başına) kılman namaz ise sonraki merhalededir.

Önceki ayetler bize teorik tevhidi ve Allah'ı doğru tanımayı öğretti; bu ayet ise ibadî ve amelî tevhidi söz konusu etmektedir; yani "sadece Allah'ı yegane tanımak­la kalma, amelde de sadece yegane olan Allah'a ibadet et ve yeganeperest ol. Neden Rahman, Rahim, Rabb'ul-âlemin ve Malik olan Allah'ı bırakıp da diğerlerine yönelesin? Sadece Allah'ın kulu ol, doğunun veya batının, al­tın ve gümüşün veya tağutların kulu olma. Allah Tealâ müsaade etmedikçe veya emretmedikçe hatta salih kul­lara itaat etmeye bile hakkın yoktur. Nitekim Peygam­ber efendimiz hakkında şöyle buyuruyor: "Kim Resul' itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur."[212] Eğer anne ve ba­bamıza itaat ediyorsak, O bize emrettiği içindir. Bunu yapmakla gerçekte Allah'a itaat etmiş sayılırız.

Aklın hükmü gereği insan sadece Allah'ın kulluğunu kabul etmelidir; çünkü biz insanlar kemale aşığız, eğitim ve terbiyeye muhtacız; Allah Tealâ ise bütün kemallerin sahibi ve tüm varlıkların Rabbidir. Eğer şefkat ve mu­habbete muhtaç isek O Rahman ve Rahim'dir; eğer uzak gelecekten endişeleniyorsak O, o günün maliki ve ihtiyar sahibidir. O hâlde neden diğerlerinin kapısına gidelim ve onlardan yardım dileyelim.

"İyyake na'budu" yani, halkla birlikteyiz; fakat sen­den başkasına gönül vermiş değiliz. Ne Müslümanların toplumundan uzaklaşarak senin yaratıklarını unuturum ve ne de toplumda eriyerek seni bırakırım; ben yaratana giden yolun halkın arasından geçtiğini bilirim.

"İyyake nestaîn" yani, varlık âleminde yarattığın se­bep ve vesilelerden istifade ediyor samsa da, ancak her vesile ve sebebin etkisinin senin elinde olduğunu biliyo­rum. Sen sebebi yaratan ve yok edensin. Bir şeyi sebep kılabilir ve de etkisini kaldırabilirsin. Senin iraden bü­tün kanun ve kurallara hâkimdir, tabiat senin iradene mahkumdur.

"İyyake na'budu" yani, tapınmaya yalnız sen lâyıksın ve biz korku veya tamahımızdan dolayı değil, aşk ve sevgiyle sana ibadet etmekteyiz. Senden bize daha yakın ve daha şefkatli olan hangi sevgili var?

"İyyake na'budu ve iyyake nestaîn", yani zor ve ic­barla değil. Eğer "na'budu=ibadet ediyoruz" diyorsam, bu serbest olduğumuz içindir ve eğer "nestaîn=yardım

dileriz" diyorsam, muhtaç olduğumuz içindir ve bunların tümü bizim ihtiyarımızdadır.

"İyyake na'budu ve iyyake nestaîn" yani, namazı cemaatle kılıyoruz ve Müslümanlarla bir safta, birlikte, kardeş ve uyum içerisindeyiz; gönlümüz ve kalbimiz bir­dir.

"İyyake na'budu" yani, Allah'ım! Ben seni kendim için hazır ve nazır bilmekte ve dolayısıyla, "iyyake=yalnızca sana" demekteyim. Kendisini Allah'ın huzurunda gören bir kul daha çabuk faydalanır ondan.

Fatiha Suresi'nin başından beri üçüncü tekil şahıs olarak konuşuyorduk Allah Tealâ'yla, fakat burada ikin­ci tekil şahıs olarak ve hitap ederek konuşmaktayız. Ön­ce Allah'ın sıfatlarıyla tanışmaktayız; fakat yavaş yavaş kendisine ulaşmaktayız. Hem de bir defa değil, sevgiliyle konuşmak tatlı olduğu için "iyyake=yalnız sana" kelime­sini tekrar etmekteyiz.

Allah'ım! Her ne kadar biz ibadet ediyorsak da ancak ibadet etmekte sana muhtacız:

"Allah bizi hidayet etmeseydi biz hidayet olamazdık."[213]

Her ne kadar yalnız O'ndan yardım diliyorsak da, ancak O'ndan başkasından yardım dilemek O'nun rıza­sıyla olursa sakıncasızdır. Nitekim insan kendi gücün­den, yetenek ve zekasından yardım almaktadır ve bunun tevhitle bir çelişkisi yoktur. Allah Tealâ'nın kendisi bize "yardımlasın" buyurmuştur. Çünkü yardımlaşmadan ya­şamak imkansızdır. İmam Ali (a.s), "Allah'ım! Beni halka muhtaç etme" diye dua eden bir adama, şöyle buyurdu: "Bu doğru değil. De ki: Allah'ım, beni kötü insanlara muhtaç etme." Çünkü yardımlaşmadan yaşamak imkânsızdır. Samimi bir şekilde "iyyake na'budu=sadece sana ibadet ederiz" söyleyen kimse artık kibir, gurur ve bencil­lik ruhuna sahip olamaz; Allah'ın emirleri karşısında eğilir ve onlara itaat eder. Kendisine en fazla Allah Tealâ lütufta bulunduğu için en fazla O'nun önünde eğilmesi gerektiğini bilir. Mutlak bir kul gibi mutlak mevlamn huzurunda durup huzu ve huşu içerisinde de ki: Ben ku­lum, sen ise mevlasın. Senden başka kimsem yok benim; fakat senin benden başka çok sayıda kulun var. Benim ibadetime ihtiyacın yok senin, fakat ben tepeden tırnağa senin lütuf ve keremine muhtacım ve sürekli senden yardım almam gerekiyor.

"İhdina's-Sırat'el-Mustakîm"

"Allah'ım! Bizi doğru yola hidayet et." Varlık kervanı Allah'a doğru hareket etmektedir: "Dönüş O'nadır."[214] İnsan da çaba ve hareket halindedir: "Rabbine varan yolda çabalayıp  durmaktasın."[215]  Her harekette sadece bir tek doğru yol vardır ve diğer yollar ise sapadır. İslâm dini bu hareket için hem yol tayin et­miştir, hem de kılavuz; hem hedefi belirtmiş, hem de in­sana hareket vesilesini vermiştir ve hangi yoldan hare­ket etmemiz gerektiğini seçecek olan da yine biziz.

Allah Tealâ her insanın fıtrat ve ruhunun derinlik­lerinde, ilerleme, kemal ve hakkı aramaya yönelik eğilim yaratmıştır; insan bu eğilimi peygamberlerin eğitimi ışı­ğında eğitecek olursa Allah Tealâ'nın özel lütfüne mazhar olur:

"Hidayet  olanlara  gelince,  Allah  onların hidayetini artırmıştır."[216]

Kur'ân-ı Kerim'de iki türlü hidayet söz konusu edilmiştir: Birisi bal arısının güllerden balı nasıl alması ge­rektiği hususunda hidayete erdirmesi gibi tekvini hida­yet, diğeri ise insanlara has olan ve peygamberlerin kıla­vuzluklarından ibaret olan teşriî hidayet.

Doğru Yol Hangisidir?

Kur'ân-ı Kerim'de 40'tan fazla geçen "hidayet" keli­mesi; düz, açık ve geniş yol anlamındadır. İnsanın haya­tında çeşitli yollar var, insan bunlardan birini seçmek zorundadır:

Kendi heveslerinin yolu, halkın heveslerinin yolu, tağutların yolu, kavim ve ırk taassuplarını izleyen atala­rının yolu, şeytanî vesveselerin yolu, tecrübe edilmemiş yollar ve nihayet Allah ve velilerinin yolu.

Tabii ki, Allah'a inanan bir insan, bütün bu yollar arasından sadece Allah'ın ve O'nun velilerinin yolunu se­çer; çünkü bu yol, diğerlerinde olmayan imtiyazlara sa­hiptir:

•   Doğru yol, iki nokta arasında en kısa yoldur; dola­yısıyla bu yol hedefe ulaşmak için en yakın yoldur.

•   İlâhî yol, insanın kendisinin veya diğerlerinin hevesleriyle değişebilen yolların aksine sabittir.

•   Sadece bir tek yoldur; çünkü iki nokta arasında sadece tek bir doğru çizgi olabilir, fakat diğer yollar düz olamaz.

•   Güvenceli ve tehlikesiz bir yoldur; insanın sürekli düşme tehlikesiyle karşı karşıya olduğu diğer yollar böy­le değildir.

•   İnsanı maksada, yani Allah'ın rızasına ulaştıran yoldur ve onda yenilgi söz konusu olmaz.

•   Doğru yol, Allah'ın yoludur: "Gerçekten Rabbim doğru bir yol üzerindedir."[217]

• Doğru yol, peygamberlerin yoludur: "Sen elbette gönderilmiş elçilerdensin. Dosdoğru bir yol üzerindesin."[218]

•    Doğru yol, Allah kullarının yoludur: "Bana tapın, doğru yol budur."[219]

•    Doğru yol, Allah'a tevekkül ve dayanma yoludur:"Kim Allah'a sarılırsa muhakkak ki o, doğru yola ile­tilmiştir."[220]

İnsan hem yol seçiminde Allah'tan yardım almalıdır, hem de yolu sürdürmekte ve o yolda kalmakta. Tıpkı sü­rekli ışık saçması için her an asıl kaynaktan elektrik al­ması gereken lamba gibi. Dolayısıyla, sadece normal halk değil, Allah'ın Peygamber'i ve masum İmamlar (a.s) da her namazda Allah Tealâ'dan kendilerini doğru yolda sabit kılmasını niyaz etmelidirler. Sadece namazda değil, her hâlde ve her işte, iş seçiminde, arkadaş seçiminde, evlilikte, derste sürekli Allah Tealâ'dan kendisini doğru yolda kılmasını istemelidir. Çünkü çoğu zaman insan inançlarında doğru düşünmesine rağmen amele gelince ayağı kaymakta ve bazen de bunun aksi durum yaşan­maktadır.

Doğru yol, orta ve itidal yoludur. İmam Ali (a.s) bu­yuruyor ki:

"Sağ ve sol sapadır; cadde ise orta yoldur."[221]

Doğru yol, her türlü ifrat ve tefritten uzaklaşmaktır; ne hakkı inkâr etmek ve ne hakta aşırılığa düşmek, ne cebir ve ne de tefviz, ne bireysellik ve ne de toplumsallık, ne zihinsellik ve ne de amelden bıkkınlık, ne dünyaya yöneliş ve ne de ahiretten kaçış, ne helalleri haram kıl­mak ve ne de şehvetlerin içinde çırpınıp durmak, ne cimrilik ve ne de israf, ne kıskançlık ve ne de dalkavuk­luk, ne korku ve ne de korkusuzluk ve ne, ne, ne...

Aksine ister inanç ve düşüncelerde ve ister amel ve hareketlerde sürekli itidal ve orta yolu izlememiz gere­kir.

Doğru yolda hareket etmek için sürekli Allah Tealâ'dan yardım almamız icab eder; çünkü bu yol kıldan ince ve kılıçtan keskindir ve her an düşme tehlikesi var. Ancak dünyada Allah'ın doğru yolundan sapmayanlar, fikrî, ameli ve ahlâkî sapmalardan korunanlar kıyametin doğru yolundan geçebilirler.

Biri cebre inanarak bütün işleri Allah'a isnat eder, insanın kendi kaderinde hiçbir rolü olmadığına, bu ko­nuda iradesiz ve zorunlu olduğuna inanır, diğeri ise bü­tün işlerde mutlak etkeni kendisi bilir ve Allah'ı saf dışı bırakmaya kalkışır.

Biri ilâhî önderleri normal insanlar gibi tasavvur eder ve diğeri onları ilâhlık makamına yükselterek İsa Mesih'i Allah'ın oğlu ve hatta Allah'ın kendisi bilir!

Biri Allah'ın velilerini ziyaret etmeyi ve onlara te­vessülü şirk bilirken, diğeri hatta ağaç ve duvara bile te­vessül eder! Biri yersiz bir kıskançlıkla eşinin evden çıkmasına müsaade etmezken, diğeri hayâsızca eşini hicapsız bir vaziyette sokak ve pazara gönderir.

Bütün bunlar Allah'ın doğru yolundan sapmadır; Al­lah Tealâ şöyle buyuruyor:

"De ki: Rabbim, beni doğru yola iletti. Dos­doğru dine."[222]

Başka bir yerde buyuruyor ki:

"Böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki, in­sanlara şahit olasınız."[223]

Rivayetlerde yer aldığı üzere, Ehlibeyt İmamları (a.s), "Doğru yol biziz." buyurmuşlardır.

Yani, doğru yolun gözle görülebilecek pratik örneği ve bu yolda hareket etmenin olgusu semavî önderlerdir.

Onlar buyruklarında iş, dinlenme, tahsil, eleştiri, bağışta bulunma, sevgi ve muhabbet gösterme, küsme ve barışma gibi hayatın bütün alanlarında sürekli bize iti­dal ve orta yolda hareket etmeyi önermişlerdir. Bu öne­riler Usul-i Kâfî'de, "el-İktisad-u fi'1-İbadat" başlığı altın­da yer almıştır.

Biz burada sadece, itidali vurgulayan, ifrat ve tefrit­ten sakındıran ayet ve rivayetlerden örnekler getirece­ğiz:

• 'Yiyin, için fakat israf etmeyin."[224]

•   "Elini boynuna bağlanmış yapma, tamamen de açma."[225] Bağışta bulunmada ne elin bağlı olsun ve ne de sonra kendin muhtaç olacak şekilde açık olsun.

•   "Ve harcadıkları zaman, ne israf ederler ne de cimrilik  ederler;  harcamaları,  bu  ikisinin  arasında dengeli olur."[226] Müminler öyle kimselerdir ki bağışta bu­lunurken ne israf eder, ne de cimrilik yaparlar; bu ikisi arasında ılımlıdırlar.

•   "Namazında pek bağırma, pek de sesini gizleme, bu ikisinin arasında bir yol tut."[227]

•   "Onun yanında bulunanlar, kâfirlere karşı şid­detli, kendi aralarında merhametlidirler."[228] Müminlerin hem çekiciliği, hem de iticiliği vardır; kâfirlere karşı şid­detli ve müminlere karşı şefkatlidirler.

•   "Namazı kılın ve zekâtı verin."[229] Hem yaratanla, hem de yaratılanla bağlantı kurun; hem namaz kılın,hem de zekât verin.

•   "İnanıp iyi işler yapanlar."[230] Hem iman ve kalpten inanma gereklidir, hem salih amel.

•   Kur'ân-ı Kerim "Anaya-babaya iyilik ediniz."[231] buyuruyorsa da sizleri Allah yolundan alıkoyacak olurlarsa"Onlara itaat etme."[232] buyuruyor.

•   Ne arkadaşlıklarınız sizi hakkı söylemekten alı­koysun: "Allah için şahitlik edenler olun, kendinizin aleyhinde olsa bile."[233] Ne de düşmanlıklar sizi adaletli davranmaktan alıkoysun: "Bir topluluğa karşı duyduğu­nu kin sizi adaletten saptırmasın."[234]

•   Aşura gecesi, İmam Hüseyin (a. s) hem Allah Tealâ'yla münacat ediyor, hem de kılıcını biliyordu!

•   Kâ'be ziyaretçileri Arefe günü ve Kurban Bayramı gecesi dua okurlar, fakat bayram günü kurban yerine giderek kanla tanışmaları gerekiyor.