El-Mizân Tefsiri

Allame Muhammed Hüseyin TABATABAİ(r.a)
                             Cilt:7

                     EN'ÂM SURESİ

                             ( Tamamı:1-165)

                                         İÇİNDEKİLER


 

Ayetlerin Meâli

91- Onlar Allah'ı, şanına yaraşır biçimde takdir etmediler (ululamadılar).
Çünkü, "Allah, hiçbir beşere bir şey indirmedi." dediler. De ki:
"Öyleyse Musa'nın, bir nur ve insanlar için yol gösterici olarak getirdiği
kitabı kim indirdi?" Siz onu parça parça kâğıtlar hâline getirip (istediğinizi)
açıklıyorsunuz, çoğunu da gizliyorsunuz. Sizin de, babaları-
nızın da bilmediği şeyler size öğretilmiştir. (Resulüm,) sen "Allah" de,
sonra onları bırak, daldıkları bataklıkta oynayadursunlar.
92- Bu (Kur'ân), kendinden öncekileri (kitapları) doğrulayıcı olarak ve
senin de şehirlerin anasını (Mekke’yi) ve çevresindeki insanları uyarman
için indirdiğimiz mübarek (feyiz kaynağı) bir kitaptır. Ahirete inananlar,
ona inanırlar ve onlar namazlarını korurlar (huşû içinde kılarlar).
93- Allah'a karşı yalan uydurandan (ortak koşandan) ya da kendisine
hiçbir şey vahyedilmemişken, "Bana vahyolundu." diyenden yahut,
"Ben de yakında Allah'ın indirdiğinin benzerini indireceğim." diyenden
daha zalim kim olabilir?! O zalimleri, ölümün şiddetleri içinde,
meleklerin ellerini uzatarak onlara, "Haydi canlarınızı (bedeninizden)
çıkarın (ölün)! Allah'a karşı gerçek olmayanı söylediğinizden ve O'nun
ayetlerine karşı büyüklük tasladığınızdan ötürü, bugün (ölüm günü) alçaklık
azabıyla cezalandırılacaksınız!" dediklerinde, bir görsen!
94- Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi, yine yapayalnız/tek olarak
bize geldiniz ve size verdiğimiz şeyleri arkanızda bıraktınız. (Yaratılışınızda)
ortak(larımız) sandığınız şefaatçilerinizi şimdi yanınızda
görmüyoruz! Andolsun, aranızdaki bağlar kopmuş ve (şefaatçi) sandıklarınız
sizden kaybolup gitmiştir.
95- Taneyi ve çekirdeği yaran, şüphesiz Allah'tır; ölüden diriyi, diriden
de ölüyü çıkarır. İşte Allah budur. O hâlde, (haktan) nasıl dönersiniz!
96- Sabahı yarıp çıkaran, geceyi dinlenme zamanı, güneş ve ayı (vakitlerin
tayini için) birer hesap ölçüsü kılan, O'dur. Bu, o üstün ve bilen
Allah'ın takdiridir.
97- O, karanın ve denizin karanlıklarında kendileri ile yolu bulasınız
diye sizin için yıldızları yaratandır. Gerçekten biz, bilen bir toplum için
ayetleri geniş geniş açıkladık.
98- O, sizi bir tek nefisten (Âdem'den) yaratandır. Kiminiz istikrara kavuşmuş,
kalış yerine (dünyaya) yerleşmiştir; kiminiz de emanet olarak
(sulplere ve rahimlere) konulmuştur. Gerçekten biz, kavrayan bir toplum
için ayetleri geniş geniş açıkladık.
99- O, gökten su indirendir. Onunla her çeşit bitkiyi bitirdik. Ondan
(bitkiden) da birbiri üstüne binmiş taneler bitireceğimiz yeşillik çıkardık.
Hurma ağacının tomurcuğundan da birbirine girmiş salkımlar
vardır. Ve bir kısmı birbirine benzeyen, bir kısmı da benzemeyen üzüm,
zeytin ve nar bahçeleri (meydana getirdik). Meyvesine, ürün
verdiğinde ve olgunlaştığında, bir bakın! Kuşkusuz bütün bunlarda,
inanan bir toplum için ayetler vardır.
100- Cinleri Allah'a ortak yaptılar. Hâlbuki onları O yaratmıştır. Bir de
hiçbir bilgiye dayanmaksızın O'na oğullar ve kızlar yakıştırdılar. O ise,
onların nitelendirdikleri şeylerden uzak ve yücedir.
101- O, gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratandır. O'nun nasıl
çocuğu olabilir? Oysa O'nun eşi yoktur. Her şeyi O yaratmıştır ve O,
her şeyi bilendir.
102- İşte Rabbiniz olan Allah O'dur. O'ndan başka ilâh yoktur; her şeyin
yaratıcısıdır. Öyleyse O'na kulluk edin; O her şeye vekildir.
103- Gözler O'nu görmez, O gözleri görür. O, latif ve (her şeyden) haberdar
olandır.
104- (Ey Resulüm, müşriklere de ki:) Doğrusu size Rab-binizden basiretler
(açık kanıtlar) geldi. Artık kim görürse yararı kendisine, kim de
kör olursa zararı kendisinedir. Ben sizin üzerinizde gözetleyici değilim.
105- İşte böylece ayetleri döne döne (çeşitli biçimlerde) açıklıyoruz
ki, "Sen ders almışsın." desinler, biz de anlayan toplum için onu
(Kur'ân'ı) açıklayalım.

AYETLERİN AÇIKLAMASI

Yukarıda sunduğumuz ayetlerin, önceki ayetler grubuyla bağlantısının
hiç olmadığını söyleyemeyiz. Çünkü bu ayetlerde, "Allah, hiçbir
beşere bir şey indirmedi." diye Peygamber'e (s.a.a) cevap veren [ve bütün
semavî dinleri inkâr etmeye kalkışan] Ehlikitap'la, onlara kitap
indirildiği hususunda girilen bir tartışmayla söze başlanıyor. Önceki
ayetler grubunda ise kitap indirmek, yüce Allah'ın peygamberlere bahşettiği
ilâhî yol göstericiliğin gereklerinden biri olarak ön plâna çıkarılı-

420 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

yor.
Önce Ehlikitap'la bir tartışmaya giriliyor. Ardından zulümlerin en büyüğünün
Allah'a iftira ederek ortak koşma olduğu ya da peygamberlik
misyonu hakkında inkâra sapmak suretiyle zulüm işlemek olduğu
belirtiliyor. Bu zulüm, peygamberlik misyonunun sunduğu hakkı inkâr
etmek veya bu misyonun kapsamında olmayan bir şeyi iddia etmek
şeklinde olur. "Ben de Allah'ın indirdiğinin benzerini indireceğim." diyen
adamın durumu gibi.

Sonra ayetlerde, bu zalimlerin ölüm anında, üzerlerine ölümün sarhoşluğu
ve şiddetli sarsıntıları çöktüğü sırada, meleklerin ellerini onlara
uzattıkları sahne canlandırılarak akıbetlerinin nereye varacağı
belirtiliyor. Ardından yüce Allah'ın birliğine ilişkin ayetlere dikkatler
çekiliyor, güzel isimlerinden ve yüce sıfatlarından bazıları zikrediliyor.

91) Onlar Allah'ı, şanına yaraşır biçimde takdir etmediler. Çünkü, "Allah,
hiçbir beşere bir şey indirmedi." dediler.


Bir şeyi takdir etmek, onu büyüklük veya küçüklük gibi nitelikleri itibariyle
tanımak, ölçmek demektir. Dolayısıyla "kadert'uş-şey'e kadren"
ve "kaddert'uş-şey'e takdîren", "şeyin miktarını ve somut ölçülerini
açıkladım." anlamındadır. Daha sonra bu kelime daha geniş kapsamlı
olarak kullanılmış ve somut olmayan şeyler için de kullanılmaya
başlanmıştır. Meselâ, "Falanın insanlar ve toplum içindeki kadri"
denilmiştir. Bununla onun insanların gözündeki büyüklüğü, toplum
nez-dindeki ağırlığı ve toplumsal değeri kastedilir.
Bir şeyin takdir edilmesi, ölçülmesi ve bir sınırla sınırlandırılıp belirlenmesi,
genellikle onun bilinmesine bağlı olarak belirginleşen durumunu
açıklayıcı niteliklerle nitelenmesi şeklinde gerçekleştiğinden,
"kadr" ve "takdir" ifadeleri, istiare yoluyla nitelik ve bir şeyin durumunun
bilinmesi anlamında da kullanılmıştır. Örneğin, "Kader'eşşey'e"
ve "Kadderehu" denildiğinde, "Onu niteledi." anlamını ifade
eder. Yine bu ifadeler, onu bildi, tanıdı anlamında da kullanılır. Dil (Arap
edebiyatı), bu kullanımların tümüne de açıktır.
Allah'ın yüce zatı, ne duyu, ne vehim ve ne de akıl tarafından kuşatılamadığından,
O'nu bilmek ancak şanına yaraşan nitelikleri aracılı

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 421

ğıyla gerçekleşebildiğinden ve büyüklüğü ayetleri, fiilleri aracığıyla
kavranabildiğinden dolayı, "kadr" kelimesinin yukarıda işaret edilen
anlamlarının tümü, yüce Allah ile ilintili olarak kullanılabilir. Dolayısıyla,
"Allah'ı, şanına yaraşır biçimde takdir etmediler." ifadesi, "O'nu,
şanına yaraşır biçimde ululamadılar, tazim etmediler." ya da "O'nu,
gereği gibi nitelemediler." veya "O'nu, hakkıyla bilip tanımadılar." anlamına
gelir. O hâlde, ayetin kendisi itibariyle bu üç anlamdan her birine
veya gereklilik yöntemiyle tümüne delalet etme ihtimal ve olasılığı
vardır. Ancak yüce Allah'ın kitap, hüküm ve peygamberliği sonucunda
getiren nebilerine yönelik hidayetini/yol göstericiliğini
vasfeden önceki ayetleri, yanı sıra yüce Allah'ın hak sözü ve hidayet
nimetini insanlar arasında ardarda gelen zamanlarda ve kuşaklarda
korumaya gösterdiği büyük inayeti göz önünde bulundurduğumuz
zaman, ayetin ilk anlamı esas alınacak şekilde yorumlanmasının daha
uygun düşeceğini görüyoruz. Çünkü vahyin indirilişini inkâr etmenin
altında, yüce Allah'ın kadrini düşürme, O'nu rablık makamından
indirme anlamı yatar. Rablıksa, yüce Allah'ın kullarının her türlü işiyle
ilgilenmesi, onları asıl hedefleri olan mutluluğa ve kurtuluşa yöneltmesi
demektir.

Benzeri ifadeyi içeren bir başka ayetten de bu anlamın pekiştiğini görebiliriz:
"Onlar Allah'ı, şanına yaraşır biçimde takdir etmediler, ululamadılar.
Oysa kıyamet günü yer, bütünüyle O'nun avucu içindedir;
gökler de sağ eliyle dürülmüştür. O, onların ortak koştuklarından
münezzeh ve yücedir." (Zümer, 67)

Aşağıdaki ayetten de benzeri anlamı çıkarsamak mümkündür: "O Allah'tan
başka yalvardıklarınız, onların hepsi bir araya toplansalar, bir
sinek dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu da ondan
geri alamazlar. İsteyen de âciz, istenen de. Allah'ı şanına yaraşır
biçimde ululamadılar. Şüphesiz Allah, kuvvetlidir, üstündür." (Hac, 73-
74) Demek isteniyor ki: Allah'ın kuvveti ve üstünlüğü, buna karşılık
O'ndan başkasının zayıflığı ve zelilliği Allah'ın kadrinin düşürülmemesini,
O'nun ve diğer düzmece ilâhların tanrılar ve rabler ismi altında
birlikte zikredilmemesini gerektirir.
Bütün bunlar gösteriyor ki, tefsirini sunduğumuz ayeti, kelimenin bi-

422 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

rinci anlamını (ululamak) esas alacak şekilde yorumlamamız daha
yerinde olacaktır. Bununla beraber diğer iki anlamı da büsbütün değerlendirme
dışı tutamayız. Ancak bazılarının yaptığı gibi, "Onlar Allah'ı
şanına yaraşır biçimde takdir etmediler." ifadesini, "O'nun hakkı
olan kudreti O'na vermediler." şeklinde yorumlamaksa, akla gelebilecek
en uzak anlamdır.
"Onlar Allah'ı şanına yaraşır biçimde takdir etmediler." ifadesi, "Çünkü,
'Allah, hiçbir beşere bir şey indirmedi.' dediler." ifadesiyle kayıtlı
olduğu için, bundan şu anlam çıkıyor: Allah'a karşı bu cüretkâr, bu
küstah tutumları, O'nu şanına yaraşır biçimde takdir etmeyişleri, ululamamaları,
yüce Allah'ın insana vahiy ve kitap indirmesini olumsuzlayan
bir tutum içinde olmalarından kaynaklanmaktadır. Bu da gösteriyor
ki, ilâhlığın bir gereği ve rablığın bir hususiyeti de insanları
dosdoğru yola iletmek, onları dünya ve ahiret mutluluğuna kavuşturmak
amacıyla vahiy ve kitap indirmektir. Ayette üzerinde durulan
mesele budur.

Nitekim yüce Allah, bu gerçeği kanıtlama bağlamında tartışmaya girişirken
şu ifadeleri kullanıyor: "De ki: Öyleyse Musa'nın, getirdiği kitabı
kim indirdi?...", "Sizin de, babalarınızın da bilmediği şeyler size
öğretilmiştir."

İfadelerin ilkinde, peygamberlikleri getirdikleri apaçık mucizelerle
kanıtlanmış peygamberlere (hepsine selâm olsun) inen semavî kitaplardan
birinin kanıt olarak gösterildiğine tanık oluyoruz. Burada insanlar
arasında ilâhî yol göstericiliğin, Nuh ve ondan sonra gelen
peygamberler aracılığıyla kesintisizliği ve korunmuşluğu esas alınmıştır.
Yüce Allah, bunu önceki ayetlerin akışı içinde şu şekilde ifade
etmiştir: "İbrahim babası Azer'e demişti ki: ...O, sadece âlemlere bir
öğüttür." [En'âm, 74-90]

İfadelerin ikincisinde ise, insanlar arasında ilâhî bilgilerin ve hükümlerin
varlığını esas alan bir kanıtlama yöntemine başvuruluyor. Bu ilâhî
bilgilerin ve hükümlerin toplumsal bir yapı içinde varlığını sürdüren
insandan kaynaklanması mümkün değildir. Çünkü insanın duyguları
ve düşünme yeteneği, ancak onu hayatı üzerinde yapıcı ve olumlu
etkisi bulunan beslenme, barınma, giyinme, çiftleşme, men

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 423

faatleri edinme ve zararlı ve kötü şeyleri savma gibi eylemlere yöneltir.
Bu olgular, maddî yararlanma kapsamına girmeleri bakımından
insanın hay-vansal özellikleriyle algıladığı, yöneldiği şeylerdir. Fakat
ilâhî bilgiler, üstün ve güzel ahlâkî ilkeler ve bunların pratikte uygulanmasını
sağlayan yasalara gelince, sosyal bir varlık olan insanın
sosyal bilinciyle bunları algılaması mümkün değildir. Hem sosyal bilincin
bununla ne ilgisi var ki?! Sosyal bilinç dediğimiz şey, insanı bulabildiği
ve kullanma imkânına kavuştuğu her şeyi dünyevî hayatının
ihtiyaçlarını giderme, yeme, içme, barınma, çiftleşme ve bunlarla ilintili
diğer faaliyetleri yerine getirme amacıyla kullanmaya yöneltir. Ardından,
yapabiliyorsa, bunlardan yararlanma yolunda karşısına çıkan
her engeli kırıp geçmesini, yapamıyor ve güç yetiremiyorsa da menfaatler
hususunda karşısına çıkanlarla güç birliği ve işbirliği yapmasını
telkin eder, adaletin etkin kılınmasını sağlamaya yöneltir. İşte insanın
uygar ve sosyal bir varlık oluşunun sırrı burada yatar. Daha önce
tefsirimizin ikinci cildinde, "İnsanlar bir tek ümmetti. Allah… peygamberler
gönderdi." (Bakara, 213) ayetinin tefsiri çerçevesinde peygamberlik
kavramı üzerinde dururken bu hususa açıklık getirmiştik.
İnşaallah ileride daha geniş bilgiler sunma imkânına kavuşacağız.
Kısacası, "Onlar Allah'ı, şanına yaraşır biçimde takdir etmediler (ululamadılar)."
cümlesi, ekleriyle birlikte şunu ortaya koymaktadır: "İlâhlığın
bir gereği de, insanlığın bazı bireylerine kitap ve vahiy indirmek
suretiyle insanları dosdoğru yola iletmek ve mutluluk yurduna ulaştırmaktır."
Buna kanıt olarak da ayette, başta, hidayet yolunda Allah
tarafından indirilen bazı kitaplar gösteriliyor. İkinci olarak da insanların
kolektif akıl aracılığıyla ulaşamayacakları kimi ilâhî bilgilere sahip
olmalarına işaret ediliyor.

De ki: "Öyleyse Musa'nın, bir nur ve insanlar için yol gösterici olarak getirdiği
kitabı kim indirdi? Siz onu parça parça kâğıtlar hâline getirip (istediğinizi)
açıklıyorsunuz, çoğunu da gizliyorsunuz."
Genel yaklaşım ve kıraat, "tec'elûnehu" şeklinde okunması yönündedir.
Bu da hitap sıygasıdır. Bu durumda muhataplar, kaçınılmaz olarak
Yahudilerdir. Bazıları ise, kelimeyi "yec'elûnehu" şeklinde, gaip
sıygasıyla okumuşlardır. Bu durumda, "...kitabı kim indirdi?" diye

424 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

kendilerine soru yöneltilen muhataplar, Yahudiler veya bazılarının
söylediği gibi Arap müşrikleridir. Kitabın parça parça kağıtlar hâline
getirilmesine gelince, ifadenin orijinalinde geçen "karâtîs" kelimesi,
"kırtâs"ın çoğuludur. Bununla, ya kitabın kâğıtlar üzerine yazılması
veya üzerinde yazılar bulunan kâğıtlar hâline getirilmesi kastedilmiştir.
Çünkü yazıların kendisine delâlet ettiği lafızlar kitap olarak isimlendirildiği
gibi, sayfalar ve kağıtlar da kitap olarak isimlendirilir.
"De ki: Öyleyse Musa'nın... getirdiği kitabı kim indirdi?" ifadesi, onlardan
aktarılan "Çünkü, 'Allah, hiçbir beşere bir şey indirmedi.' dediler."
şeklindeki sözlerine bir cevap niteliğindedir. Gerçi ayette, bu sözü
söyleyenlerin kimler olduğu belirtilmiyor; ancak cevap, özelliği itibariyle
bu cevaba muhatap olanların Yahudiler olduğu hususunda
kuşkuya yer bırakmayacak mahiyettedir. O hâlde, "Allah, hiçbir beşere
bir şey indirmedi." diyenler de Yahudilerdir. Çünkü ayette, bu sözü
söyleyenlere karşı Musa'ya (a.s) indirilen kitap örnek olarak gösterilerek,
iddiaları çürütülmek isteniyor. Oysa müşrikler Musa'ya (a.s) indirilen
kitabı tanımıyorlardı, onun Allah katından indirildiğini kabul etmiyorlardı;
Musa'nın kitabının Allah katından indirildiğini sadece Ehlikitap
kabul ediyordu. Öte yandan ayet, adı geçen kitabı parça parça
kağıtlar hâline getirerek, bir kısmını açıklayıp büyük bir kısmını da gizlemelerini
eleştiriyor, bu davranışlarını yeriyor. Kur'ân'ın yer yer onlara
izafe ettiği gibi, bu da Yahudilerin özelliğidir, müşriklerin değil.
Kaldı ki, bundan sonra yer alan, "Sizin de, babalarınızın da bilmediği
şeyler size öğretilmiştir." cümlesinin yalın anlamından, bununla Yahudilerin
dışında müşriklere veya Müslümanlara hitap edilemeyeceği
anlaşılıyor. Nitekim daha önce buna değindik ve İnşaallah ileride ayrıntılı
bir şekilde değineceğiz.

Ama ortada bir problem var: Yahudiler, Musa'nın ve ondan önce
gönderilen peygamberlerin (hepsine selâm olsun) peygamberliklerine
inanıyorlardı. Tevrat gibi semavî kitapların indirildiğini kabul ediyorlardı.
O hâlde, "Allah, hiçbir beşere bir şey indirmedi." demiş olmaları
söz konusu olamaz. Çünkü böyle bir şey söylemek, onların
temel inanç ilkeleriyle çelişmektedir.

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 425

Bu itiraza şöyle cevap vermek mümkündür: Böyle bir şeyin onların
temel inanç ilkelerine ters olması, bazılarının bunu sırf İslâm'a karşı
besledikleri taassuptan dolayı veya Müslümanlara karşı müşrikleri
kışkırtmak için ya da müşriklerin kendilerine Peygamberimizin (s.a.a)
Allah'tan indiğini söylediği kitapla ilgili bir soru yöneltmeleri sonucu
buna cevaben böyle bir şeyi söylemiş olmaları ihtimalini ortadan
kaldırmaz. Nitekim Müslümanların tevhit inancına karşı Arap müşriklerinin
putperestliklerine arka çıkmış ve müşrikler için, "Bunlar, (Allah'a)
inananlardan daha doğru yoldadırlar." demişlerdi. Böylece
kendi dinlerinin temeli de tevhit olmasına rağmen, şirkin pisliğini
tevhidin temizliğine tercih etmişlerdi. Öyle ki, bu olumsuz tavırlarından
dolayı yüce Allah onlarla ilgili olarak şu ayeti indirmişti: "Kendilerine
kitaptan bir pay verilenleri görmüyor musun? Bunlar puta ve
tağuta inanıyorlar ve kâfirler için, 'Bunlar, (Allah'a) inananlardan daha
doğru yoldadır.' diyorlar." (Nisâ, 51)

Bir de Hıristiyanlara karşı düşmanlıklarını ortaya koyup kendi üstünlüklerini
vurgularken, öncekinden çok daha net bir biçimde beyinsizliklerini
ortaya koyan, "İbrahim (a.s) Yahudidir." demeleri var. Öyle ki
yüce Allah onların bu beyinsizliklerini şu şekilde dile getirmiştir: "Ey
kitap ehli, İbrahim hakkında ne diye tartışıyorsunuz? Oysa Tevrat da,
İncil de ancak ondan sonra indirilmiştir. Anlamıyor musunuz?... İbrahim
ne Yahudi idi, ne de Hıristiyan idi; ancak o hanifti, Müslümandı,
müşriklerden değildi." (Âl-i İmrân, 65-67) Bunun gibi Kur'ân'da aktarılan
birçok sözleri var ki, kendi değişmez inanç temelleriyle çelişmektedir.
Dolayısıyla, karakteri bundan ibaret olan insanların bozucu birtakım
gerekçelerden dolayı semavî bir kitabın bir insana indirilişini inkâr
etmesinde yadırganacak bir şey yoktur. Böyle insanlar sırf kimi batıl
maksatlarına ermek için batıl olduğunu bile bile yanlış şeyler telkin
ederek, kanıtlanması durumunda kendilerine zarar vereceğini bildikleri
hakkı inkâr etme yönüne gitmekten kaçınmazlar.
Bir başkası da şöyle demiştir: [Söz konusu ayetler Mekke inişlidirler
ve] Kur'ân Mekke'de inen ayetlerinde Ehlikitab'ın durumuyla hiç
ilgilenmez; Mekke'deki davet, hicretten önce sadece müşriklere yö-

426 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

nelikti. Çünkü müşrikler topluluğuyla karşı karşıyaydılar ve yurt onların
yurduydu. [Dolayısıyla bu ayetin muhatabı Yahudiler olamaz, hitap
Mekke müşriklerine yöneliktir.]

Buna cevap olarak deriz ki: Pratik durumun bundan ibaret olması,
onlardan hiçbir şekilde söz edilmemesini gerektirmez. Din genel bir
kurumdur, daveti de evrenseldir; çağrısı tüm insanlara yöneliktir.
Kur'-ân da bütün âlemlere gelmiş bir öğüt, bir uyarıdır. Ehlikitap'la
müşrikler ise komşuydular, aralarında sürekli bir iletişim ve ilişki
vardı. Nitekim Mekke inişli surelerde, Ehlikitap'tan söz eden ayetler
vardır ve bu ayetlerin, içinde yer aldıkları Mekke inişli surelerden ayrı
olarak Medine inişli olduklarına ilişkin kesin ve açık bir kanıt yoktur.
Buna şu ayetleri örnek gösterebiliriz: "İçlerinden zulmedenleri bir yana,
Ehli-kitap'la ancak en güzel tarzda mücadele edin." (Ankebût, 46)
"Yahudi olanlara da, bundan önce sana anlattıklarımızı haram kılmıştık.
Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı."
((Nahl, 118) Yine Mekke inişli bir sure olmasına rağmen A'râf
suresinde de İsrailoğulları tarafından işlenen birçok haksızlığa işaret
edilmiştir.

O hâlde, İslâm davetinin hicretten önce yıllarca devam etmesine ve
Arap Yarımadası'nda birçok Yahudi ve Hıristiyan kolonilerin bulunmasına
karşın bu davetle ilgili haberlerin onlara ulaşmamış olması
veya ulaşmasına karşın lehinde veya aleyhinde herhangi bir şey söylememiş
olmaları imkânsızdır. Öte yandan bir grup Müslüman Habeşistan'a
hicret etmiş, Habeşistanlılara Mekke inişli Meryem suresini
okumuşlardı. Ki bu surede Hz. İsa'nın (a.s) kıssası ve peygamberliği
anlatılır.

Bir başkası ise şöyle der: En'âm suresi, Allah'ın birliği meselesi
etrafında müşriklerle tartışma esasına dayalı bir söylem
içermektedir. Bu yüzden bu suredeki hitapların geneli onlara
yöneliktir. Bu bakımdan, 'Çünkü, 'Allah, hiçbir beşere bir şey
indirmedi.' dediler.' ifadesindeki zamiri Yahudilere döndürmenin bir
mantığı yoktur. Tam tersine, zamirin Arap müşriklerine yönelik
olduğu son derece belirgindir. Çünkü konuşmanın akışında onlardan
haber verilmektedir. Bu surede Yahudilerle ilgili bir söz geçmemiştir.
Dolayısıyla surenin ta baştan buraya, hatta sonuna kadar esas aldığı

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 427

raya, hatta sonuna kadar esas aldığı bu hedefin dışında, ayetin, sahih
bir haber veya aklî bir kanıt olmaksızın yorumlanması, ayetin akışının
dışında bir anlam çıkarılması doğru değildir. O hâlde ayeti,
"yec'elûne-hu" [yubdûneha" ve "yuhfûne"] şeklinde gaip sıygasıyla
okumak tercih edilmelidir. Yani Yahudiler, kitabı parça parça kâğıtlar
hâline getiriyorlar. Dolayısıyla Arap müşriklerine yönelik bir hitabın
akışı içinde, Yahudilerin bir tavrı anlatılmıştır.

Müşriklerin, Tevrat'ın semavî bir kitap olduğunu kabul etmedikleri,
dolayısıyla onlara karşı Tevrat'ın bir kanıt olarak sunulmasının ve
onlarla tartışmaya girilmesinin bir mantığının olamayacağı sorununa
gelince, [bu görüşü savunanlardan] bazıları bu sorunu şu şekilde
cevaplandırmışlardır: Müşrikler, Yahudilerin Musa'ya (a.s) indirilen
Tevrat'ın bağlıları olduklarını [ve semavî bir kitap olan Tevrat'ın,
peygamberleri Musa'ya indirildiğine inandıklarını] biliyorlardı.
[Bu da, müşriklerin aleyhine bir kanıt sunmak için yeterli bir gerekçedir.]
Bu yüzden bu tarz bir kanıtın müşriklere sunulması caiz
ve mümkündür."

Buna cevap olarak deriz ki: Bundan önceki ayetlerde gözlemlendiği
gibi, surenin akışının ana hedefi, her ne kadar müşriklerle tartışmak
ve onların tezlerini çürütmek olsa da, surenin akışında müşrikler
kendi şahısları itibariyle hedef alınmış değildirler. Çünkü Kur'ân'ın ifade
tarzı, bir kişiyi veya kişileri sırf şahısları itibariyle ele almaz. Tam
tersine onları ele alışının nedeni, hakkı kabul etmeye yanaşmamaları,
tevhit, peygamberlik ve ahiret inancı olarak belirginleşen [ilâhî]
davetin temel prensiplerini inkâr etmeleridir. Dolayısıyla bu gerçeklerin
tümünü veya bir kısmını inkâr edenlerdir surenin tartışmasının
hedefi olarak öngörülenler. O hâlde, Yahudilerin bazı saçmalıklarına
göndermede bulunmanın hiçbir sakıncası yoktur. Yeter ki bu saçmalıkları,
peygamberliği ve kitabın indirilişini inkâr etmek şeklinde surenin
konusunun kapsamına giren türden olsun.

Yahudilerin ilâhî dinin temel prensiplerini inkâr etmek bağlamında
müşriklerle aynı paralele düşecek birtakım sözleri sarf etmiş olmalarından
dolayı konunun akışı içinde ele alınmaları, surenin genel akışının
müşriklerle ilintili olmasına engel oluşturmaz veya surenin ge-

428 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

nel akışı bu bağlamda Yahudilere de işaret edilmesine engel teşkil
etmez, bunu söyleyen kimse müşrik ve puta tapan biri olmasa da.
Hatta bu tür sözlerin, fitne çıkarmak amacıyla Yahudiler tarafından
müşriklerden bazılarına telkin edilmiş olması da mümkündür. Nitekim
bazı rivayetlerde müşriklerin Peygamberimizin (s.a.a) durumu
hakkında bilgi edinmek maksadıyla zaman zaman onlara sorular yönelttikleri,
bu amaçla heyetler gönderdikleri dile getirilir.
Kaldı ki, ileride değineceğimiz gibi, "Sizin de, babalarınızın da bilmediği
şeyler size öğretilmiştir." ifadesinin Yahudilerden başkasıyla
ilintilendirilmesi, hitabın başkalarına yönelik olması doğru olmaz.
"De ki: Öyleyse Musa'nın, bir nur ve insanlar için yol gösterici olarak
getirdiği kitabı kim indirdi?" ifadesindeki hitabın Yahudilerden başkasına
yönelik olmasının bir mantığı olmadığı gibi.

Arap müşriklerinin, Yahudilerin Musa'ya indirilen Tevrat'ın bağlıları
olduklarını bildiklerini söylemek [ve böylece bu kanıtın onlara sunulmasının
yerinde olabileceğini savunmaya çalışmak], kesinlikle ikna
edici bir gerekçe değildir. Çünkü, sırf Yahudilerin Tevrat'ın bağlıları
olduklarını bilmek, özellikle bir nur ve insanlar için bir yol gösterici
olduğunu belirterek Tevrat'ın Allah katından indirilmiş bir kitap olduğuna
ilişkin bir kanıtı ileri sürmek için yeterli olmaz. Çünkü Tevrat'ın
Allah katından indiğine inanmak, Yahudilerin bunu iddia ettiklerini
bilmekten ayrı bir şeydir. O hâlde uygun olanı, hitabın Yahudilere yönelik
olmasıdır, müşriklere değil.

Kelimenin, "yec'elûnehu, tubdûneha, tuhfûne" şeklinde okunmasına
gelince, bunun, "Musa'nın... getirdiği kitabı kim indirdi?" ve "Sizin de,
babalarınızın da bilmediği şeyler size öğretilmiştir." ifadelerindeki hitabın
Yahudilere yönelik olması çerçevesinde bir iltifat sanatı [hitaptan
gaip veya gaipten hitap sıygasına geçiş yapma] örneğidir.
Bazıları, ayette hitabın müşriklere yönelik olması ile her iki kıraatin
de doğru kabul edilmesi durumunda meydana gelebilecek problemi
çözmek amacıyla demişlerdir ki: "Bu ayet, surenin kapsamında Mekke'de
nazil olmuştur. Nitekim kelimeyi İbn-i Kesir ve Ebu Amr 'yec'elûnehu
gerâtîs' şeklinde gaip sıygasıyla okumuşlardır. Ve ayetin hedefi
Mekke müşriklerinin tezlerini çürütmektir. Onlar vahyi inkâr

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 429

ediyor, Allah'ın bir insanı muhatap alıp onunla konuşmasını imkânız
görüyorlardı. Ama aynı zamanda Musa'nın kitabını [tanıyorlardı, onun
Allah tarafından indirilen bir kitap olduğunu] itiraf ediyorlardı. İlk
Ehlikitap topluluğudur, peygamberler hakkında bilgi sahibi oldukları
gerekçesiyle Yahudilerin hahamlarına heyetler gönderiyorlardı."
"Bu yüzden yüce Allah Peygamberi'ne (s.a.a) şöyle buyurdu: 'Allah
bir insanı mı elçi gönderdi?' dedikleri gibi, 'Allah hiçbir beşere bir
şey indirmedi.' diyerek Allah'ı gereği gibi tanıyamayan, O'nu şanına
yaraşır biçimde takdir etmeyenlere de ki: 'Öyleyse Musa'nın bir
nur... olarak getirdiği kitabı kim indirdi?' Bu kitapla, İsrailoğulları'nın
Mısırlılardan miras aldıkları küfür ve şirk karanlıkları dağıldı.
Bu kitap, 'insanlar için yol göstericidir.' Yani, indiği toplum için bir
yol göstericidir, onlara ilâhî yasaları ve hükümleri öğretmektedir.
Dolayısıyla adı geçen toplum ihtilâfa düşüp kendilerine hatırlatılan
şeyleri unutuncaya kadar nur ve hidayet üzereydiler. Fakat bundan
sonra heva ve heveslerinin, keyiflerinin peşine düştüler, onu 'parça
parça kâğıtlar hâline getirip' kendi keyiflerine uyan kısımlarını
'açıklıyor', buna karşın keyiflerine uymayan hükümlerin, 'çoğunu da
gizliyorlar', hasır altı ediyorlardı."

Mezkur müfessir devamla şöyle diyor: "Öyle anlaşılıyor ki, ayet Mekke'de
bu şekilde [gaip sıygasıyla -yec'elûnehu, yubdûneha, yuhfû-ne-]
okundu ve Medine'de de aynı tarzda okunmaya devam etti. Derken
Yahudi hahamları recm hükmünü gizlediler, Peygamberimizle (s.a.a)
ilgili müjdeleri örtbas ettiler. Hatta bazıları, -eğer rivayetler sahihsedaha
önce müşriklerin dediği gibi, 'Allah hiçbir beşere bir şey indirmedi.'
dediler. Böyle bir durum karşısında yüce Allah'ın, ayetin akışını
bozmayacak tarzda Peygamberi'ne (s.a.a) Medine'de Yahudilere hitaben
bu cümleleri [hitap sıygası şeklinde], 'onu parça parça kâğıtlar
hâline getirip (istediğinizi) açıklıyorsunuz, çoğunu da gizliyor-sunuz.'
şeklinde okumasını telkin etmesi, bununla beraber ilk okuma tarzını
da neshetmemesi uzak bir ihtimal değildir."

Sözlerinin sonuna da şunları ekliyor: "İşte sözünü ettiğimiz olaylarla
pekiştirilmiş bu ihtimal sayesinde iki kıraati de hiçbir zorlama olmaksızın
yorumlamak mümkündür. Bu iki kıraati izah etmek husu-

430 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

sunda müfessirlerin karşılarına çıkan sorunlar bertaraf edilmiş olur."
(Özet olarak aldığımız alıntı burada sona erdi.)1

Değerli okuyucu, [yukarıdaki tefsire göre] müşriklere tanımadıkları,
kabul etmedikleri bir şeyle hitap etme probleminin olduğu gibi yerinde
durduğunu biliyordur. Aynı şeklide Yahudi olmayan bir topluluğa,
"Sizin de, babalarınızın da bilmediği şeyler size öğretilmiştir." şeklinde
hitap etmenin oluşturduğu problem de, daha önce işaret ettiğimiz
gibi geçerliliğini korumaktadır. Yine, "nur ve insanlar için yol gösterici..."
ifadesinin sırf Yahudilere yönelik olması da bir problem olarak
yerinde duruyor. Yine söz konusu müfessirin, "Yahudiler Medine'de,
'Allah, hiçbir beşere bir şey indirmedi.' demişlerdi." şeklindeki sözü
de, kurtulmak istediği probleme aynen geri dönmüştür.

Öte yandan, "Allah, Elçisine ayeti onlara okumasını ve 'Siz onu parça
parça kâğıtlar hâline getirip (istediğinizi) açıklıyorsunuz, çoğunu da
gizliyorsunuz.' şeklinde hitap etmesini telkin ettiği" sözüne gelince,
bunun bu şekilde geliştiğine ilişkin hiçbir kanıt yoktur. Eğer telkinden
kastı, onlara hitap etmesine ilişkin daha önce gaip sıygasıyla inen
ayetin bu sefer muhatap sıygasıyla inen yeni bir vahiyse, bu demektir
ki, ayet bir surenin kapsamında iki defa inmiştir. Bir defasında [Mekke'de
inmiş ve] surenin kapsamına alınmış, ayetlerinden biri olarak
yer almıştır. İkinci defasında ise Medine'de inmiş, ama bu ikinci kez
inen versiyonu surenin kapsamına alınmamış, onun bir parçası olarak
surede yer almamıştır. Eğer telkinden maksat, vahiy olmaksızın
Cebrail'in inmesi ve bu sözleri getirmesi ise, bu durumda [ayet olarak
göstermeye çalıştığı] ikinci ayet, ayet olma özelliğine sahip olmaz; kıraat
de kıraat sayılmaz. Şayet bundan maksat, yüce Allah'ın bir şekilde
Elçisine Mekke'de En'âm suresinin kapsamında inen, "Siz onu
parça parça kağıtlar hâline getiriyorsunuz..." ayetinin hem gaip, hem
de mu-hatap sıygasına açık olduğunu anlattığı, dolayısıyla her iki kıraatin
de sahih ve ayetle kastedildiği ise, -nitekim bazıları değişik kıraatleri
Pey-gamberimizin (s.a.a) okumasına dayandırırlar veya bu
-------------------
1- [el-Menâr, c.7, s.617-618]

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 431

şekilde ona okunduğunu söylerler- bu durumda bundan önceki bütün
problemler yeniden baş gösterir.

Bil ki: Bu açıklama ve incelemelerin tümü, ayetin Mekke'de inmesi
ihtimaline dayanmaktadır. Ama bazı rivayetlerde de belirtildiği gibi
ayetin Medine'de indiği esas alınırsa, artık bu tartışmaların ve açıklamaların
birçoğuna mahal kalmaz.

Sizin de, babalarınızın da bilmediği şeyler size öğretilmiştir.
Buradaki ne kendilerinin, ne de babalarının daha önce bilmediği,
ama kendilerine öğretilen ilimden maksat, insanın kendisine bahşedilen
duyu, tasavvur ve akıl gibi donanımlarla elde ettiği, hayatta
yararlı ve zararlı olan şeyleri bilme anlamındaki normal bilgi değildir.
Çünkü ayetlerin akışı, tartışma ağırlıklı olması [ve onların, "Allah
hiçbir beşere bir şey indirmedi." diyerek vahyi inkâr etmelerine
ilişkin iddialarını çürütmeyi amaçlaması] hasebiyle normal bilgilerin
dışında özel bir bilgiyle ilintilidir. Yoksa insanların kendilerine
bahşedilen yöntemlerle öğrendikleri normal bilgi ile, bu ayetlerde
olduğuna dair iddia edilen şey arasında bir ilinti yoktur. Ayetlerin
iddiası ve işlediği konu ise şudur: İlâhlığın bir gereği de insanları
mutluluklarına ulaştırmak, bu maksatla bazı insanlara vahiy veya
kitap indirmektir.

Burada yüce Allah'ın insanlara, kendilerinin öğrenemeyecekleri şeylerin
bilgisini bahşettiği ve çeşitli yetenekler vererek ilimler edinmelerini
sağladığı şeklinde bir anlam da kastedilmiyor. Nitekim aşağıdaki
ayetlerde yüce Allah'ın bu tarz bir lütfuna işaret ediliyor: "Size işitme
duyusu, gözler ve gönüller verdi." (Nahl, 78) "O ki, kalemle öğretti.
İnsana bilmediğini öğretti." (Alak, 4-5) Bilindiği gibi, tefsirini sunduğumuz
ayetin içinde yer aldığı ayetler grubunun akışı, böyle bir anlam
çıkarmaya elverişli değildir.

O hâlde ayette kastedilen, insanın sahip olduğu donanımlar aracılığıyla
ve bilinen yöntemlerle öğrenme imkânına kavuştuğu bilginin dışında,
onun gücü dahilinde olmayan bilgi ve öğretmedir. Bu da yüce
Allah'ın, peygamberlerine ve vahyin hamillerine kitap hâlinde yahut
başka bir şekilde indirdiği ilâhî öğretiler, hükümler ve yasalar içerikli
vahiylerinden başkası değildir. Çünkü ancak bunlar, bütün insan-

432 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

ların sahip oldukları donanımlar aracılığıyla ve bilinen yöntemlerle
elde edilemeyen bilgilerdir.

Buradan anlıyoruz ki, "...bilmediği şeyler size öğretilmiştir..." ifadesinde
kastedilenler müşrikler değildir. Çünkü onların yanında bildikleri
ve onayladıkları herhangi açık bir ilâhî bilgi yoktu. Geçmiş kuşaklardan
kendilerine miras kalan peygamberlerin kalıntısı bu tür bilgiler
ise, onlar tarafından onaylanmıyordu. Dolayısıyla yeterli bir açıklama
olmadan bunların onlara karşı bir tez olarak kullanılması doğru değildir.
Nitekim yüce Allah Kur'ân'ın birçok yerinde onları bu hususlarda
cahil olarak nitelendirmiştir: "Bilmeyenler dediler ki: Allah bizimle
konuşmalı... değil miydi?" (Bakara, 118)
O hâlde, tefsirini sunduğumuz ayette hitap, müşrik olmayan bir topluluğa
yöneliktir. Aynı zamanda Müslümanlar da bu ayetin muhatapları
değildirler. Nedenine gelince:

Birincisi: Ayetlerin akışında birtakım tezlerin çürütülmesi esas alınmıştır.
Eğer hitap Müslümanlara yönelik olsaydı, bu, açık bir gerekçe
olmadan kendilerine yöneltilen bir ara cümlecik şeklinde olurdu.

İkincisi: [Eğer buradaki muhataplar Yahudiler değil de Müslümanlar
olsaydı,] ayette bir gruba hitap etmekten bir başka gruba hitap etmeye
geçiş yapılarak değişiklik meydana gelmiş olurdu. Şöyle ki:
"Öyleyse Musa'nın... getirdiği kitabı kim indirdi?" ifadesine muhatap
olanlara yönelik hitaptan dönülerek, "...size öğretilmiştir." ifadesiyle
başkalarına hitap ediliyor; açık bir karine olmadan ve karışma ihtimali
de söz konusuyken. [Bu ise fesahat ve belâgat kurallarına aykırıdır.]
O hâlde buradaki hitap, müşrik olmayan, ama Müslüman da
olmayan bir topluluğa yöneliktir. Onlar da ayetin girişinde kendilerine
hitap edilen Yahudilerden başkası olamaz.

Yüce Allah, inat etmek ve fitne çıkarmak amacıyla, "Allah, hiçbir beşere
bir şey indirmedi." diyen Yahudilere karşı iki yöntemi esas alan
bir tartışma başlatmıştır:

Birincisi: Çelişkiyi ortaya çıkarma yöntemi. Şöyle ki onlar Tevrat'a inanıyorlardı,
onun Musa (a.s) tarafından bir nur ve insanlar için bir yol
gösterici olarak getirildiğini kabul ediyorlardı. Bu ise, "Allah, hiçbir

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 433

beşere bir şey indirmedi." şeklindeki sözleriyle çelişiyordu. Ardından
yüce Allah onları, Tevrat'ı parçalara ayırarak bir kısmını açıklayıp büyük
bir kısmını da gizlemelerinden dolayı yeriyor.

İkincisi: [Sahip oldukları ilâhî bilgileri hatırlatma yöntemi.] Size, kendi
çabanızla öğrenemeyeceğiniz şeyler öğretildi. Bunları babalarınızın
da öğrenmesine imkân yoktu. Dolayısıyla bu bilgileri babalarınızdan
miras olarak almış olmanız da söz konusu değildir. Bununla ilâhî bilgileri,
üstün ahlâk kurallarını, toplumu adalet ilkesine dayalı olarak
düzenleyen yasa ve kanunları kastediyoruz. Bunlar insanlığın en derin
sosyal ihtilâflarını adalet ilkesine dayalı olarak çözümleyen yasalardır.
Bunlar, özellikle de yasalar, insanların çabasıyla belirlenecek
şeyler değildir.

Tevhit, peygamberlik, ahiret ve üstün ahlâk gibi akıl aracılığıyla ulaşılabilir
genel ilâhî bilgilere gelince; sırf bu ilkelerin akılla kavranabilirliği,
onların insanların sosyal hayatına egemen olması için yeterli değildir.
Bir şeyin salt bilinmesi ile amel sürecine girmesi ve sürekli bir
davranış olarak toplumun içerisine yerleştirilmesi birbirinden farklı
şeylerdir. Çünkü maddî lezzetlerden yararlanma isteği, nefsin tutkularını
tatmin ve arzularını eksiksiz yerine getirme amacına yönelik
olarak her şeyi kullanma iç güdüsü, insana fıtratının derinliklerine
yerleştirilmiş gömülü bilgiler ve hakikatler hazinesini araştırma, buna
dayalı olarak sürekli bir davranış ortaya koyma imkânını tanımaz.
Özellikle bu maddeciliğin tüm topluma egemen olduğu ve sosyal hayatın
her alanını kapladığı durumlarda fıtratın derinliklerinde gizli bulunan
hakikatlerin araştırılıp ortaya çıkarılması büsbütün imkânsız
hâle gelir. Çünkü bu tür bir toplumsal yapı, o toplumu oluşturan bireyler
için bir sınırlandırıcı ortam hazırlar; onları maddî zevklerin peşinde
koşma durumunda bırakır. İnsanî faziletlerin, erdemlerin içine sızmasına
imkân bırakmaz. Geçmiş kuşaklardan miras kalan manevî
üstünlükler, erdemler birer birer unutulmaya yüz tutar. Derken toplum,
hayvansal bir birliktelik mahiyetini kazanır, ilkel bir hayvanlar topluluğuna
özgü dav-ranışların sergilendiği bir zemin gibi belirginleşir.
Nitekim bugün ilerlemiş ülkelerde gözlemlediğimiz manzara bunun
en somut örneğidir. bu toplumlar maddî alanda alabildiğine ilerleme

434 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

kaydetmişler, tamamen maddî zevklerin çekiciliğine kendilerini kaptırmışlardır.
Öyle ki bütün zamanlarını bu amaç kaplamış, yüzlerini
ahiretten dünyaya çevirmiş, ahiretten alıkoyarak onları dünyayla
meşgul etmiş, kendilerine maneviyatla uğraşacak zaman bırakmamış,
gerçek ve ebedî hayatın mutluluğu için her türlü düşünme eylemine
engel teşkil etmiştir.

Tarihte sözü edilen milletler ve uluslar arasında, siyasî bir kişiliğin
veya bir devlet adamının insanî yüksek faziletlere, tertemiz ilâhî
bilgilere, takva ve kulluk yoluna davet ettiğinden söz edilmez. Bir
kişinin egemenliğini esas alan istibdat yönetimlerinde iktidarın pekişmesi
ve devam etmesi için çalışılırken, demokrasi ve benzeri çoğulcu
yönetimlerde ise, toplumsal hayatın çoğunluğun keyfine,
hevasının arzusuna göre düzenlenmesi esas alınır; çoğunluğun keyfinin
erdeme uygun olması veya rezil bir mahiyet arz etmesi arasında
fark yoktur, akla dayalı gerçek mutluluğa uygun olması veya aykırı
olması önemli değildir. Şu kadarı var ki, adalet, iffet, doğruluk,
iyilik severlik, insan türünün iyiliğini isteme, zayıflara karşı şefkatli
davranma gibi sadece isimleri kalmış ve fıtratlarının zoruyla saygı
göstermek durumunda kaldıkları bu manevî erdemlerden, insanî
olgunluklardan, yüksek amaçlardan birine aykırı bir davranış sergilediklerinde,
bu yüksek erdemlilik ilkelerini hareket tarzlarına ve
yürürlükteki yasalarına göre yorumlamayı tercih ederler. Bugün
gözlerimizin önünde yaşanan realite bunun en somut örneğidir.
Kısacası, toplumlara yön veren kolektif akıl ve maddî bilinç, insanı ilâhî
bilgilere ve manevî erdemlere ulaştırmada yetersizdir. Buna
rağmen insan toplulukları değişik yapılarına ve kalkınmışlık düzeylerinin
farklılığına rağmen bu manevî erdemleri ve ilâhî bilgileri ifade
eden isimleri barındırmakta ve bunların anlamlarına saygılı davranma
durumunda kalmaktadır. Yeryüzü değerlerine çakılıp kalmış bir
toplumun maddenin ve maddî değerlerin üzerine çıkması ne mümkün?!
Bu ilâhî bilgiler ve manevî değerler, peygamberlerin inkılâplarına,
hak sözü yayma uğruna verdikleri mücadelelerine, tevhit dinini yayma,
insan türünü dünyevî ve uhrevî mutluluğuna yöneltme amaçlı

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 435

çabalarına gelip dayanan dinsel davetten arta kalan kalıntılardan ve
eserlerden başka bir şey değildir. O hâlde bunlar, vahiy ve kitap indirme
şeklinde gerçekleşen ilâhî öğretimin yansımalarıdır.
Buna göre, "Sizin de, babalarınızın da bilmediği şeyler size öğretilmiştir."
ifadesi Yahudilere yönelik bir itirazdır. Çünkü onlardan biri,
"Allah, insana bir şey indirmedi." demişti. Onlara deniliyor ki, sizin
yanınızda son derece yararlı bilgi var; bu bilgiyi kendi çabalarınızla
elde etmediğiniz gibi, atalarınızdan da size miras kalmadı. Tersine
bu bilgiyi bundan farklı bir yolla öğrendiniz. Bu da Allah tarafından
bazı insanlara vahiy ve kitap indirme yoludur. Nitekim yüce Allah
bazı insanlara gerçek bilgileri ve dinsel yasaları indirmiştir. Yahudilerin
yanında buna ilişkin çok örnekler vardı. Bunları, peygamberlerinden
miras almışlardı ve Musa'nın kitabı bunları onların arasında
yaygınlaştırmıştı.

Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan anlıyoruz ki, bazı müfessirlerin
söylediklerinin aksine, "Sizin de, babalarınızın da bilmediği şeyler
size öğretilmiştir." ifadesinden maksat, genel olarak vahiy ve kitap
menşeli bilgiler ve yasalardır; özel olarak Musa'nın (a.s) kitabının
içerdiği bilgiler ve yasalar değildir. Gerçi bunun kapsamına Yahudilerin
yanında bulunan Tevrat'ın içerdiği bilgiler ve yasalar da girmektedir.
Çünkü ayetin ifade tarzı sırf bir örnekle sınırlandırmaya elverişli
değildir. Nitekim, "...bilmediği şeyler size öğretilmiştir." deniliyor, "O
(Musa'nın getirdiği kitap) size öğretilmiştir" veya "Allah onu size öğretmiştir"
denilmemiştir.

Öğretenin kim olduğu belirtilmeden, "...size öğretilmiştir." buyurulmuştur.
Böylesi, kanıtlama amaçlı bir akışa daha uygundur. Çünkü
bu tür bir akışın kapsamında öğretenin kim olduğunu zikretmek, daha
çok kanıtsız bir iddia ortaya atmaya benzer. Dolayısıyla burada
şöyle denilmiş gibi bir durumla karşı karşıyayız: "Sizin yanınızda birtakım
bilgiler vardır ki, bunlar ne sizin, ne de atalarınızın çabalarından
kaynaklanan bilgiler değildir. Peki bu bilgileri kim öğretti size?"
Sonra bu soruya, "Yüce Allah." şeklinde cevap verilmektedir.
(Resulüm,) sen "Allah" de, sonra onları bırak, daldıkları bataklıkta oynayadursunlar.

436 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

[Genelde bir konuyla ilgili soru soranın sorusunun cevabı çok açık,
net ve kendisine soru yöneltilenin de kabul ettiği türden bir şey olursa,
soru soran karşı tarafın cevabını beklemeden hemen kendisi cevabı
verir. Söz konusu ayette de durum böyledir. Şöyle ki:] Yukarıdaki
sorunun cevabı hiçbir kuşku götürmeyecek şekilde açık olduğundan,
böyle bir özelliğe sahip olan bir sorunun cevabını da kendisine bir şey
kanıtlanmak üzere soru yöneltilen kişinin cevabı beklenmeden, soru
soranın kendisinin üstlenebileceğinden dolayı yüce Allah Peygamberine
(s.a.a) bu cevabı vermesini ve "Allah" demesini emrediyor. Yani
Musa'nın getirdiği kitabı indiren ve ne sizin, ne de babalarınızın bilmediği
bilgileri size öğreten, Allah'tır.

Ardından da Allah'ın, hiçbir insana bir şey indirmediğini söylemek
anlamsız, ciddiyetten uzak bir hezeyan olduğu ve bu sözü söyleyen
de Musa'nın (a.s) getirdiği Tevrat'ı kabul eden, ilim ve kitaptan haberdar
Yahudi toplumuna mensup biri olduğu için yüce Allah Peygamberi'ne
onları kendi hâlleriyle baş başa bırakmasını emrediyor:
"sonra onları bırak, daldıkları bataklıkta oynayadursunlar."

92) Bu (Kur'ân), kendinden öncekileri (kitapları) doğrulayıcı olarak ve
senin şehirlerin anasını (Mekke'yi) ve çevresindeki insanları uyarman için
indirdiğimiz mübarek (feyiz kaynağı) bir kitaptır.


Daha önce ilâhlığın bir gereğinin de insanlardan bir gruba, yani peygamberlere
(selâm üzerlerine olsun) vahiy indirmek olduğuna, Musa'ya
indirilen Tevrat gibi hak içerikli bir kitabın var olduğuna ve insanlara
ancak vahiy ve gaybî öğretim sonucu öğretilecek şeylerin öğretildiğine
dikkat çekildiği için, burada Kur'ân'ın da ilâhî bir kitap olduğuna,
diğer semavî kitaplar gibi Allah tarafından indirildiğine işaret
ediliyor. Bunun kanıtı olarak da, Kur'ân'ın ancak semavî kitaplarda
olabilecek türden bilgileri içeriyor olmasının altı çiziliyor.
Bu açıklamalardan sonra sırasıyla şu hususlar belirginlik kazanıyor:
Birincisi: Ayetlerin akışının bu yerinde belirginleşen amaç, Kur'ân-ın Allah
katından inen bir kitap oluşuyla ilintilidir; Kur'ân'ın kime indiği zatla
değil. Bu yüzden, "indirdiğimiz... bir kitap..." deniliyor, buna karşın, "sana
indirdiğimiz bir kitap" denilmiyor. Fakat başka yerlerde amaç,

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 437

Kur'ân'ın indirildiği zatla ilintili olunca, ona da işaret edilmiştir. Şu ayette
olduğu gibi: "Sana bu mübarek kitabı indirdik ki ayetlerini düşünsünler."
(Sâd, 29) Bunun gibi daha birçok ayet örnek verilebilir.
İkincisi: Kitabın nitelikleri bağlamında sıralanan, "mübarek (feyiz
kaynağı) ve... doğrulayıcı" gibi nitelikler, onun Allah katından indirildiğinin
kanıtları değil, kanıtları mesabesindeki emareleridir, belirtileridir.
Yani Kur'ân'ın Allah katından indirildiğinin belirtilerinden biri,
onun mübarek olmasıdır. Allah onun içine birçok feyiz ve hayır koymuştur.
O bu özelliğiyle insanları en doğru olana yöneltir. Allah onun
aracılığıyla hoşnutluğunun peşinde olanları esenlik yollarına iletir. İnsanlar
onun sayesinde geniş topluluklar oluşturmaları, güç birliği
yapmaları ve sözbirliği etmeleri suretiyle dünyaları açısından kazançlı
çıkarlar. Ona uymakla içlerindeki kin ve nefreti atarlar. Kalplerini eğriliklerden
arındırırlar. Güvenliği ve barışı yaygınlaştırırlar. Yaşamları
bereketlenir. Hayatları güzelleşir. Cehalet ve her türlü küçük düşürücü
rezillik ortadan kalkar. Onun sayesinde insanlar mutluluk şemsiyesi
altına girerler. Ahirette de büyük ödül ve kalıcı nimetler elde etmek
suretiyle kazançlı çıkarlar.

Eğer Kur'ân Allah katından indirilmiş olmasaydı, insan ürünü olsaydı,
örneğin insanları kandırmak, onları tuzaklarına düşürmek isteyen bir
şebekenin ortaya koyduğu bir eser olsaydı, yahut bir gönül eğlendirme
ya da onu getiren kişi öyle olmadığı hâlde bunun, kendisine Allah
katından indirilen semavî bir vahiymiş gibi gösterilen şeytanî bir telkin
olsaydı, kalıcı ve yerleşik bilgi niteliğini almazdı; bunca ilâhî feyiz,
bereket ve çokça hayır ondan kaynaklanmazdı. Çünkü kötülük yolu,
kendisini izleyeni sadece kötülüğe iletir. Bozgunculuktan yapıcılık
çıkmaz, fesattan ıslâh doğmaz. Nitekim ulu Allah şöyle buyurmuştur:
"Allah, şaşırttığını yola getirmez." (Nahl, 37) "Allah, yoldan çıkanları
doğru yola iletmez." (Saff, 5) "Güzel olan ülkenin bitkisi, Rabbinin izniyle
çıkar; kötü olandan ise yararsız bitkiden başka bir şey çıkmaz."
(A'râf, 58)

Kur'ân'ın hak içerikli bir kitap olduğunun bir belirtisi de, kendisinden
önce Allah katından inen hak içerikli semavî kitapları doğrulayıcı olmasıdır.

438 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Bunun bir diğer belirtisi de, yüce Allah'ın yarattığı varlıkların varoluş
amacı olarak belirlediği hususları eksiksiz bir şekilde ifa etmesidir.
Allah'ın varlık âlemi için belirlediği hedef ise, indirdiği vahiy aracılığıyla
onları uyarmak suretiyle dünya ve ahiret mutlululuğuna yöneltmektir.
Bunu, "senin şehirlerin anasını (Mekke'yi) ve çevresindeki insanları
uyarman için." ifadesinden çıkarıyoruz. Kentlerin anası Mekke'dir.
Maksat ise Mekke'nin halkıdır. Bunu, "çevresindeki insanları..."
ifadesinden çıkarıyoruz. Mekke'nin çevresinden maksat, onu
çevreleyen dünyanın diğer ülkeleri veya bazılarının söylediği gibi ona
komşu beldelerdir. Bu ifade, ayrıca yüce Allah'ın kentlerin anası Mekke'ye
verdiği önemi yansıtmaktadır. Orası ilâhî dokunulmazlık
beldesidir, harem-i şeriftir. İlâhî davet oradan başladı, ilâhî mesaj oradan
dünyaya yayıldı.

Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan şunu anlıyoruz: Ayetlerin akışına
uygun olanı, "şehirlerin anasını... uyarman için" ifadesinin, özellikle
[gaip sıygası ile], "li-yünzire=uyarması için" şeklinde okunması
durumunda önceki "musaddiku=doğrulayıcı" ifadesine atfedilmesidir.
Çünkü her iki ifade de, amaç bildirmeye yöneliktir. [Şöyle ki, yüce Allah
vahiy indirmekle, hem önceki kitapları doğrulamayı, hem de insanları
uyarmayı amaçlamıştır.] Bu durumda, "Kendisinden önceki
kitapları doğrulasın ve kentlerin anasını uyarasın diye..." şeklinde bir
anlam çıkıyor karşımıza. Nitekim Zemahşerî bu görüşü benimsemiş
ve ayeti bu şekilde yorumlamıştır. Ancak bazılarına göre, ifade
"mübare-kun=feyiz kaynağı" ifadesine matuftur. Bu durumda ise, anlamı
şöyle belirginleşmektedir: "[Bu mübarek ve kendinden öncekileri
doğrulayan] kitabı indirdik ki, kentlerin anasını ve çevresindeki insanları
uyarasın."

Ahirete inananlar, ona inanırlar ve onlar namazlarını korurlar.
Bu, bir bakıma yüce Allah'ın katından indirdiği kitaba ilişkin olarak sıraladığı
niteliklere ilişkin bir ayrıntı mahiyetindedir. Yani bizim indirdiğimiz
bu kitap, feyiz ve bereket kaynağı olduğu, kendisinden önceki
kitapları doğruladığı ve yeryüzü halkını uyarmak amacıyla indiği için
ahirete inananlar ona inanırlar. Çünkü Kur'ân kesintisiz ahiret güvenliğine
çağırıyor, insanları kesintisiz azaptan sakındırıyor.

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 439

Sonra yüce Allah, bu ahirete inananları, müminlere ilişkin en özel, en
ayırt edici niteliklerle vasfediyor. Bu da, Rablerini andıkları bir ibadet
olan namazlarını sürekli kılmaları, korumalarıdır. Nitekim yüce Allah
Mü'minûn Suresi'nin başlarında da müminlere ilişkin nitelikleri sıralarken
en sonunda onların namazlarını koruduklarını, sürekli kıldıklarını
belirtmiştir: "Onlar namazlarını (titizlikle) korurlar." (Mü'mi-nûn, 9)
Yine aynı surenin girişinde aynı anlamı ifade eden şu ayete yer verilmiştir:
"Onlar ki, namazlarında huşû içindedirler." (Mü'minûn, 2)
Bu da gösteriyor ki, tefsirini sunduğumuz ayette geçen, namazı
korumaktan maksat, namaz kılarken saygılı bir tutum içinde olmaktır,
namazı huşû ile kılmaktır. Bu da kulluk makamında bulunurken
ilâhî azamet ve ululuk karşısında içsel bir etkilenmişlik, zelillik duygusu
içinde olmak demektir. Fakat, bu ayetin tefsiri çerçevesinde bilinen
en yaygın yorum, namazları korumaktan maksat, onları vakitlerinde
kılmaya özen göstermektir, şeklindedir.

KUR'ÂNDA BEREKET KAVRAMININ ANLAMI

Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde şöyle der: "el-Berku, sözcüğünün
asıl anlamı, devenin göğsü olmakla beraber deveden başka
bir canlının göğsü için de kullanılır. 'Birke' sözcüğü de aynı anlamda
kullanılır. 'Berek'el-baîru' yani, deve çökerek göğsünü yere koydu. Araplar
bundan sebat ve sarsılmazlık anlamını algılamış ve 'ibterakû
fi'l-harbi' yani, sebat ettiler ve savaşta mevzilerinden ayrılmadılar,
demişlerdir. 'Beraka'ul-harbi ve burukauha', 'Savaşta kahramanların
yerleştikleri ve ayrılmadıkları mevziler' demektir. 'İbtereket'iddâbbetu'
ise, 'Hayvan durdu, yerine çakılıp kaldı.' anlamındadır. İçinde
su tutulan havuza da 'birke' denir. 'el-Berekeh (bereket)' ise, ilâhî
hayrın bir şeyde sabit olması demektir. Yüce Allah bir ayette şöyle
buyurmuştur: 'Onların üzerine gökten ve yerden bereketler açardık.'
[A'râf, 96] Bu şekilde isimlendirilmesinin nedeni, hayrın tıpkı suyun
havuzda birikip durması gibi, o şeyde sabit olmasıdır. 'Mübarek'; içinde
bu tür hayır olan şeye denir. 'Bu mübarek bir zikirdir; onu indirdik...'
[Enbiyâ, 50] ayeti de bu anlamı ifade etmektedir."

440 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Ragıp devamla şöyle der: "İlâhî hayır, hissedilmeyen bir yerden, sayısız
ve kayıtsız bir şekilde kaynaklandığı için, içinde hissedilmeyen bir
ziyadelik bulunan her şey için mübarek ifadesi kullanılmış, içinde bereket
vardır, denilmiştir. Bir rivayette bu tür artışlara işaret edilmiştir:
'Bir mal sadaka vermekle eksilmez.' Yoksa bu rivayette somut eksilmeye
işaret edilmemiştir. Nitekim malında zarara uğrayan birine
böyle bir şey söylendiğinde, 'Gidip teraziye vuralım...' demiştir."
Ardından Ragıp şunu eklemiştir: "Yüce Allah'ın mübarek olmasından
maksat da, O'nun hayırların kaynağı olmasıdır." (el-Müfredat'-tan alınan
alıntı burada son buldu.)

Buna göre, "bereket"; bir şeyde hayrın kalıcı, sürekli olması, ondan ayrılmaması
demektir. Örneğin: Nesilde bereket, insanın soyunun çok
olması veya insanın adının onlar aracılığıyla kalıcılık kazanmasıdır.
Yemekte bereket, birçok insanın onunla doymasıdır. Vakit açısından
bereket, bir vaktin kapasitesinden fazla bir işin yapılmasına yetmesidir.
Ne var ki, dinsel amaç ve maksatlar, salt manevî mutluluklar veya
sonuç itibariyle manevî mutluluğa yol açan maddî mutluluklarla ilintili
olduğu için, o mutluluklarla ilgili olgulardaki bereketten maksat,
sözünü ettiğimiz bu manevî hayırdır veya bu manevî hayra yol açan
şeydir. Tıpkı İbrahim'e inen meleklerin sözlerinde bulunan bereket
gibi: "Allah'ın rahmeti ve bereketi siz ev halkının üzerindedir." (Hûd,
73) Bundan maksat, din ve Allah'a yakınlık gibi çeşitli manevî hayırlar
ve mal ile nesil çokluğu, gelecek kuşaklar arasında ismin anılması
gibi maddî hayırlardır. Ki bu tür maddî hayırların tümü manevî hayırlarla
bağlantılıdır.

Buna göre, bereket, yani bir şeyin istenen hayrı kapsaması; tıpkı göreceli
bir olgu gibi amaçların değişmesi ile birlikte değişiklik arz eder.
Çünkü bir şeyin hayırsallığı, kendisiyle ilintili amaçla bağlantılıdır.
Meselâ yemeğin amacı; aç insanın doyması veya yiyene zarar vermemesi
ya da şifa sağlaması, yiyenin mizacıyla uyum sağlaması,
hastalığını giderip iyileştirmesi yahut yiyenin içinde Allah'a kulluk
sunmaya muktedir olmasını sağlayacak bir nura kaynaklık etmesi
vb. olabilir. [Netice itibariyle tek bir iş olan yemek yeme eylemi

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 441

nin farklı amaçları olabileceğinden, onunla ilintili olan "bereket" kavramı
da güdülen amaca orantılı olarak farklı anlam ifade edecektir.]
Dolayısıyla bu yerlerde kullanılan bereketten maksat, yüce Allah'ın
sebepler ve etkenler arasında bir uyum meydana getirmesi ve engelleri
ortadan kaldırması sonucu bunlardaki hayrın [ve güdülen amacın]
bu şekilde süreklilik arz etmesidir.

Bundan da anlıyoruz ki, ilâhî bereketin bir şey üzerine inmesi ve o
şeyde hayrın yerleşip süreklilik kazanması, diğer etkenlerin iş görmesini
ve sebeplerin bir araya gelmesini olumsuzlamaz. Dolayısıyla
Allah'ın bir şeyle ilgili olarak bir niteliği veya bir durumu dilemesi, o
şeyi gerektirici diğer sebep ve illetleri geçersiz kılması demek değildir.
-Bu gerçeği bundan önceki bölümlerde defalarca yineledik.- Buna
göre, ilâhî irade diğer sebeplerin üstünde yer alan bir sebeptir, onların
yanında yer alan bir sebep değil. Meselâ yüce Allah'ın bir yemeğe
bereket indirmesi, insanda bu yemeği yemesi durumunda zarar
verecek mizacî bir keyfiyeti gerektirmeyen, bozulmasına, zayi olmasına,
çalınmasına ya da talan edilmesine neden olmayan değişik sebepleri
bir araya getirmesi demektir. Yoksa bunun anlamı, yüce Allah'ın
diğer sebepleri geçersiz kılarak, onda sebeplerin aracılığı söz
konusu olmaksızın hayır meydana getirmesi değildir. Bunun üzerinde
iyice düşün!

Dinsel terminolojide bereket kavramı çokça kullanılır. Kur'ân-ı Kerim'de
değişik ayetlerde farklı lafızlarla bu kavrama yer verilmiştir.
Aynı şekilde hadislerde de sıkça kullanılmıştır. Eski ve Yeni Ahit'lerde
[Tevrat ve İncil] de bereket kavramı değişik konular bağlamında tekrarlanır.
Orada yüce Allah'ın falan peygambere veya falanca kâhinin
başka insanlara bereket vermesi anlatılır. Hatta Eski Ahit'te bereket
olgusu, yürürlükte olan evrensel bir yasa olarak sunulur.
Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan, Ragıp'tan yaptığımız alıntıdan
da anlaşıldığı üzere bereketin var olmadığını söyleyen ve bir şey
üzerinde etkili olan doğal sebeplerin, başka bir şeyin etkili olmasına
ya da onların etkinliklerini geçersiz kılmasına izin vermediklerini savunan
kimselerin savları da çürümüş oluyor. Bunlar şu gerçeğin farkında
değildirler: Yüce Allah'ın eşyalar üzerindeki etkisi, diğer sebep-

442 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

lerin uzantısında yer alan sebepler zincirinden bir halka konumundadır;
onların hizasında yer alan bir sebep değildir. Dolayısıyla iki paralel
sebebin çatışması, birbirini iptal etmesi veya bunlar gibi bir durum
söz konusu değildir.
* * *

93) Allah'a karşı yalan uydurandan (ortak koşandan) ya da kendisine hiçbir
şey vahyedilmemişken, "Bana vahyolundu." diyenden yahut, "Ben de yakında
Allah'ın indirdiğinin benzerini indireceğim." diyenden daha zalim kim
olabilir?


Bu ayette yüce Allah zulmün yansıdığı üç alana işaret ediyor. Bunlar
zulmün en ağır olanlarıdır. Normal bir akıl bunların çirkinliğinden, yüz
kızartıcılığından kuşku duymaz. Bu nedenle bir soru cümlesi tarzında
bunlara işaret edilmiştir.

Bununla [maksadı soru şeklinde ifade etmekle] güdülen amaç, muhatapları
aklıselimin hükmünü kabul etmeye, objektif davranmaya
ve açık gerçeği kabule yanaşmaya davet etmektir. Âdeta şöyle deniyor:
"Onlara de ki: Benim de, sizin de hakka karşı büyüklük kompleksine
kapılmamamız ve zulmün en şiddetlisi, en iğrenci, en yüz kızartıcı
ve kötüsü olan Allah'a karşı zulüm işleyerek Allah'a karşı büyüklenmememiz
gerekir. O hâlde siz nasıl Allah'a iftira atıp yalan söyleyebilir,
O'ndan başkasına kulluk sunarak onları şefaatçiler edinebilirsiniz?
Ben de eğer Allah tarafından vahiy iletilen bir peygamber değilsem,
nasıl peygamberlik iddiasında bulunup, 'Bana vahiy indiriliyor.'
diyebilir miyim? Bir insan, 'Ben de Allah'ın indirdiğinin benzerini
indireceğim.' diyerek Allah'ın hükmünü alaya alabilir mi, onlarla eğlenebilir
mi? Böyle bir şeye nasıl yeltenebilir?"
O hâlde bu çağrının sonucu, peygamberliğin hükmüne uymalarıdır.
Çünkü eğer müşrikler şirk koşmak suretiyle Allah'a iftira atma suçundan
kaçınırlar, "Ben de yakında Allah'ın indirdiğinin benzerini indireceğim."
diyen kimse bu iddiasından vazgeçer ve Hz. Peygamber
(s.a.a) de kendisine vahiy indiğini ısrarla vurgularsa, artık Peygamber'in
peygamberliği kimsenin muhalefetiyle karşılaşmaz.
Ayette zulümlerin ilki olarak sayılan Allah'a iftira atmak, her ne kadar
ayette işaret edilen ikinci zulümden, yani birinin kendisine

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 443

vahiy inmediği hâlde vahiy indi iddiasında bulunmasından daha genel
ve kap-sayıcıysa da ve bu yüzden de bazıları: "Birinciden sonra ikincinin
zikredilmesi, genel bir olgudan sonra özel bir olgunun zikredilmesi
kabilindendir ve bununla vahyin önemine vurgu yapılmak ve ona
gösterilen özen hatırlatılmak istenmiştir." demişlerse de, ayetlerin
akışı üzerinde düşünülüp hedef kitlenin de müşrikler olduğu göz önünde
bulundurulduğu zaman, ayette kastedilen iftiranın Allah'a ortak
koşmak olduğu anlaşılır.

Genel bir husustan sonra özel bir hususu zikretmek ihtimalini giderecek
şekilde, bunun [Allah'a iftira atmanın, O'na ortak koşmaktan ibaret
olduğunun] açıkça ifade edilmemesinin nedeni ise, ayetin amacı
ve üzerinde durduğu mesajla ilintilidir. Çünkü burada güdülen amaç,
daha önce de söylediğimiz gibi, insafa ve cahiliye tutuculuğundan
uzaklaşmaya çağrıdır. Bu yüzden asıl amaç açık bir şekilde ifade edilmemiş,
sadece üstü kapalı olarak işaret edilmiştir. Ki cahiliye tutuculuğu
tahrik edilmesin, seçkincilik ve büyüklük taslama duyguları
harekete geçmesin.

Buna göre, "Allah'a karşı yalan uydurandan..." ifadesiyle, "ya da kendisine
hiçbir şey vahyedilmemişken, 'Bana vahyolundu.' diyenden" ifadesi,
dış görünümleri itbariyle genel ve özel gibi belirmekle beraber,
maksat itibariyle birbirlerinden farklıdırlar.
Sözünü ettiğimiz bu hususun kanıtı, ayetin sonundaki ifadede azap
tehdidinin ve Allah'a ortak koşulan düzmece ilâhlarla ve sözde şefaatçilerle
ilgili bir sorunun yer almasıdır.

Bazılarının, "ya da kendisine hiçbir şey vahyedilmemişken, 'Bana
vahyolundu.' diyen" ifadesinin, peygamberlik iddiasında bulunan Müseyleme
hakkında indiğini söylemelerine1 gelince; daha önce
açıkladığımız gibi, ayetlerin akışı böyle bir çıkarsamaya elverişli
değildir. Tam tersine ayetin zahiri, maksadın Hz. Peygamber'in (s.a.a)
kendisi olduğunu göstermektedir. Bunun yanında bu hususu göz ardı
ettiğimizde de ayetin daha genel bir anlam ifade ettiğini görürüz.
----------------
1- [el-Menâr, c.7, s.624]

444 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Kaldı ki, En'âm suresi Mekke'de inmiştir; Müseyleme'nin peygamberlik
iddiasında bulunması ise hicretten sonra meydana gelmiştir.
Şu da var ki, ayetin Müseyleme hakkında indiğini söyleyenler, bu ayetin
Mekke'de değil, surenin genelinden ayrı olarak Medine'de indiğini
söylemektedirler. İnşaallah ilerideki hadisler bölümünde bu husus
üzerinde duracağız.

"Ben de yakında Allah'ın indirdiğinin benzerini indireceğim, diyenden"
ifadesine baktığımız zaman ifadenin zahirinden, bu sözün gerçekten
biri tarafından söylendiği anlaşılmaktadır. Bu demektir ki birisi,
"Ben de yakında Allah'ın indirdiğinin benzerini indireceğim." demiştir.
Bunu söylerken de Kur'ân ile alay etmeyi amaçlamıştır. Şöyle
ki, Kur'ân'ın indirilişini Allah'a izafe etmiş, sonra da kendisinin de bunun
gibi bir vahiy indireceğini söyleme küstahlığında bulunmuştur.
Onun için de, ["Ben de, yakında Allah'ın indirdiği gibi bir vahiy indireceğim."
demiş,] "Ben de Muhammed'in söylediklerine benzer şeyler
söyleyeceğim." veya "Size onun getirdiği şeylere benzer sözler getireceğim."
şeklinde bir ifade kullanmamıştır.

Bazı tefsir bilginleri, "Burada müşriklerden, 'İstesek biz de bunun gibisini
söyleriz. Bu öncekilerin masallarından başka bir şey değildir.'
[Enfâl, 31] diyenin sözlerine işaret edilmiştir." söylemişlerdir.

Diğer bir grup müfessir de, "Burada Abdullah b. Sa'd b. Ebî Sara-h'ın,
'Ben de Allah'ın indirdiği gibisini indiriyorum.' şeklindeki sözlerine işaret
edilmiştir." Ayet ise Medine'de indirilmiştir." demişlerdir.
İnşaallah ayetlerin hadisler ışığında açıklaması bölümünde değineceğimiz
gibi bundan başka şeyler söyleyen de olmuştur. Ancak ayetin
zahirinden bu çıkarsamalarla bağdaşan bir ipucu edinmek ve zahirini
bu anlamlardan herhangi birine uyarlamak mümkün görünmüyor.
Çünkü ayet, geleceğe ilişkin ["Ben de yakında Allah'ın indirdiğinin benzerini
indireceğim." şeklinde] bir vaat içermektedir. Oysa müşriklerin,
"İstesek biz de bunun gibisini söyleriz..." şeklindeki sözleri ise [geleceğe
yönelik bir vaat içermemekte, "Eğer istersek biz de söyleyebiliriz."
şeklinde] koşula bağlı bir sözdür. Yine şayet rivayet sahihse, Abdullah-
'ın sözleri de o esnada olup biten bir durumdan haber verme niteliklidir.

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 445

Her neyse. Bütün bunlara rağmen kesin olan bir şey vardır ki, o da,
"Ben de yakında Allah'ın indirdiğinin benzerini indireceğim, diyenden"
ifadesi, bazı Arap müşriklerinin, Allah'ın ayetlerine karşı büyüklük
taslayarak söylemiş oldukları bir sözü aktarmaya yöneliktir. İfadenin
orijinalinde "men" ism-i mevsulunun tekrarlanmasına karşın
"ya da kendisine hiçbir şey vahyedilmemişken, 'Bana vahyolundu.'
diyenden" ifadesinde tekrarlanmamasının nedeni, ayette sıralanan
zulümlerin üç tane olmakla beraber başka bir açıdan iki kısımda değerlendirilebilir
olmalarıdır. Şöyle ki, birinci ve ikinci zulüm; yüce Allah'a
karşı boyun eğme ve O'nun emirlerine uyma görünümünde ortaya
çıkan bir zulüm iken, üçüncü zulüm, O'na karşı büyüklük taslama,
O'nun ayetlerine karşı böbürlenme şeklinde tezahür eden bir zulümdür.
O zalimleri, ölümün şiddetleri içinde, meleklerin ellerini uzatarak onlara,

"Haydi canlarınızı çıkarın (ölün)! Allah'a karşı... büyüklük tasladığınızdan
ötürü, bugün alçaklık azabıyla cezalandırılacaksınız!" dediklerinde, bir görsen!

Ayetin orijinalinde geçen "gamerât" kelimesinin kökü olan "elgamru"
kelimesinin aslı, bir şeyin üzerini örtüp gizleme ve etkisini giderme,
ondan hiçbir iz bırakmama anlamını ifade eder. Bu yüzden
dibinde olan şeyleri örten çok su için de "el-gamretu" ifadesi kullanılır.
Bilgi sızdırmayan koyu cehalet için de öyle. Nitekim insanı dört bir
yandan kuşatan zorluklara da denir. "Gamerât" ise zorluklar, şiddetler
anlamındadır. İşte bu ayetin orijinalinde geçen "fî gamerât'ilmevti"
sözcüğü bu anlamda kullanılmıştır. "el-Hevnu" ve "el-hevânu"
ise zillet, alçaklık demektir.

["Meleklerin ellerini uzatarak" ifadesindeki] "Elini uzatmak" deyiminin
anlamı açıktır; ancak bununla kinayeli bir anlam kastedilir. Duruma
ve kullanıldığı yere göre bu anlam farklılık arz eder. Örneğin
zenginin elini uzatması, cömertliği ve müstahak olanlara ihsanda bulunmasını
ifade eder. Kralın elini uzatması, hiç kimsenin engeliyle ve
rekabetiyle karşılaşmadan ülkesinin işlerini idare etmesi demektir.
Acımasız sert bir görevlinin yakalanmış suçluya el uzatması, âlemlere
ibret olacak şekilde cezalandırması, işkence etmesi, dövmesi, a-

446 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

zarlaması anlamına gelir.

Dolayısıyla meleklerin ellerini uzatmaları da, zalimlere azap etmeye
başlamalarını ifade eden bir deyimdir. Ayetin akışından anladığımız
kadarıyla meleklerin bu zalimlere yaptıkları, şu ifadede açıklığa kavuşturulmaktadır:
"Haydi canlarınızı çıkarın... Bugün alçaklık azabıyla
cezalandırılacaksınız..." Dolayısıyla bu sözler meleklerden aktarılmaktadır,
yüce Allah'ın sözleri değildir. Bu durumda ifadenin şu şekilde
açıklanması gerekir: "Melekler onlara derler ki: Haydi çıkarın
canlarınızı..." Bu demektir ki, melekler onların canını öyle bir işkenceyle
alıyorlar ki, bununla onlar azabın acısını hissediyorlar. Bu, ölüm
esnasında, henüz dünyadan ayrılmayıp ölümden sonraki âleme taşınmadan
bu dünyada çektikleri işkence ve azaptır. Bir de onlar için
bundan başka ve ölümden sonra bir azap vardır ki, kıyamet kopmadan
önce bu azabı çekeceklerdir. Buna şu ayette işaret edilmiştir:
"Önlerinde, dirilecekleri güne kadar bir berzah vardır." (Mü'minûn, 100)
Bundan da anlıyoruz ki, "Bugün cezalandırılacaksınız..." ifadesinde
geçen "bugün"den maksat, azap çektikleri ölüm günüdür. Ki bu, berzah
âlemi (ölüm ile haşir arası ara dönem)dir. Yine bu ifadenin zahirinden
anladığımız kadarıyla burada geçen "zalimler"den maksat da,
yüce Allah'ın zulümlerin en şiddetlileri olarak saydığı üç zulümden bir
kısmını işleyen kimselerdir. Allah'a yalan iftirada bulunmak, yalan
yere peygamberlik iddiasında bulunmak ve Allah'ın ayetleriyle alay
etmek yani.

Bunu, yüce Allah'ın onların azap çekmelerinin nedeni olarak saydığı
günahlardan da çıkarsamak mümkündür. [Şöyle ki, ayette onların
cezalandırılması iki sebebe dayandırılıyor: Birincisi] Allah'a gerçekle
bağdaşmayan bir iftirada bulunmaları[ndan ibarettir]; tıpkı Allah'a ortak
koşmak veya O'na yalan yere teşriî/yasal bir hükmü isnat veya
yalan yere O'ndan vahiy aldığını iddia etmek gibi bir suçu işleyen
kimsenin durumunda olduğu gibi. [İkincisi ise,] Allah'ın ayetlerine
karşı büyüklük taslamaları[ndan ibaretttir. Nitekim] "Ben de yakında
Allah'ın indirdiğinin benzerini indireceğim." diyenin durumu bu suçun
kapsamına girmektedir.

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 447

"Haydi canlarınızı çıkarın." ifadesindeki emir, tekvinî/varoluşsal bir
emirdir. Çünkü hayat gibi ölüm de [sırf Allah'ın elinde olup] insanın
gücü dahilinde değildir ki, bununla ilgili bir emrin kendisine yöneltilmesi
doğru olsun. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur:
"Öldüren de O'dur, dirilten de O'dur." (Necm, 44) Buna göre ayetteki
emir, tekvinîdir; melekler de bu emrin gerçekleşmesinin sebepleri
arasında yer almaktadırlar. Bu da demektir ki bu ifade, kinayeli istiare
veya tahyilî istiare yollu kullanılmıştır. Sanki insanın canı, bedeninin
içinde bir şeymiş, insanın yaşaması ona bağlıymış ve onun bedenden
çıkmasıyla birlikte ölüm gerçekleşirmiş gibi. Oysa yüce Allah-
'ın sözlerinden canın, nefsin bedensel bir varlık olmadığı, maddî ve
cismanî şeylerden sayılmadığı anlaşılmaktadır. Tam tersine nefis veya
can başka tür bir varlıktır; bedenle birleşir, bir şekilde onunla bağlantılı
hâle gelir, maddî olarak tasavvur edilemeyen bir şekilde onunla
bütünleşir.

Daha önce tefsirimizin birinci cildinde, "Ruhun Soyutluğu Üzerine Bir
Felsefî Araştırma" başlığı altında bu konuya değinmiştik.1 İnşa-allah
yeri geldikçe başka açıklamalar da sunacağız. Şimdilik şunu
söylüyoruz: "Haydi canlarınızı çıkarın." ifadesinde kastedilen, canları
ile bedenlerinin bağlantısının kesilmesidir. Bu da ölümdür. Yine ayetin
akışından anladığımız kadarıyla bu sözü melekler söylemiştir.
O hâlde ayetin anlamı şu şekilde belirginleşmektedir: "Keşke, bu zalimlerin
ölüm dalgalarına, ölüm sarhoşluğuna ve dayanılmaz zorluklarına,
şiddetlerine tutulduklarını görseydin! Melekler onlara işkenceye
başlamışlardır. Önce canlarını büyük bir azapla çekip çıkarıyorlar.
Bir yandan da onlara artık ölüm âlemine geldiklerini, burada alçaklık
azabıyla azaplandırılacaklarını, bunun Allah'a karşı gerçek olmayanı
söylemelerinin ve O'nun ayetlerini kabul etmeye yanaşmamalarının,
büyüklük kompleksine kapılmalarının bir karşılığı olduğunu haber veriyorlar."

94) Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi, yine yapayalnız/tek olarak
bize geldiniz ve size verdiğimiz şeyleri arkanızda bıraktınız. Ortak sandığı-
--------------------
1- [el-Mîzân, c.1, Bakara Sûresi, 153-157. ayetlerin tefsiri.]

448 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

nız şefaatçilerinizi şimdi yanınızda görmüyoruz! Andolsun, aranızdaki bağlar
kopmuş ve (şefaatçi) sandıklarınız sizden kaybolup gitmiştir.

Ayetin orijinalinde geçen "furâdâ" sözcüğü "ferd"in çoğuludur. Başka
şeylere bir şekilde karışmaktan uzaklaşan, ayrılan kimse demektir.
Bunun karşıtı da "zevc=çift"tir. Bu ise, başkasına bir şekilde
karışan anlamına gelir. Bu iki kavrama anlam itibariyle "vitr" (tek)
ve "şef'" (çift) kavramları da yakındır. "Vitr"; başkasına eklenmeyen,
"şef'" ise başkasına eklenen demektir. Ayetin orijinalinde geçen
"havvelnâkum" kelimesinin mastarı olan "tahvil" kelimesi ise, insanın
eli altında ve tasarrufunda bulunan mal ve benzeri bir şeyi vermek
anlamına gelir.

Şefaatçilerden maksat, Allah'tan başka kulluk sunulan tanrılardır.
Bunlara müşrikler, Allah katında aracı olsunlar diye kulluk sunarlar.
Böylece bu özellikleriyle Allah'ın yaratma düzeninde O'nun ortakları
olduklarını varsayarlar [ve şirkin, "yaratmada şirk" kısmına girerler].
Ayette insan hayatının ölümden sonraki gerçeğine dikkat çekiliyor:
İnsan öldükten sonra Rabbinin huzuruna çıktığında bu gerçeği olanca
çıplaklığıyla görecektir. Kendi nefsinin, canının gerçek mahiyetini
gözlemleyecektir. Nefsinin Allah tarafından yöneltildiğini,
yönlendirildiğini, başkalarının bu hususta hiçbir etkinliğinin olmadığını
müşahede edecektir. İlk kez yaratıldığı gibi üzerindeki tek egemenin
Allah olduğunu anlayacaktır. Hayatına katkı olarak eklenen
sebepler, destekler, mallar, evlâtlar, eşler, aşiretler ve toplumlar
gibi yardımcıların, aynı şekilde Allah katında şefaatçi olsunlar
diye kulluk sunulan ve böylece Allah'a ortak koşulan düzmece ilâhların,
bütün bunların birer sanı, birer yanılsama, birer asılsız düşünce
olduğunu, varoluş sahasında kesinlikle hiçbir etkinliklerinin olmadığını
net olarak kavrayacaktır.

Çünkü insan, evrenin cüzlerinden bir cüzdür; ilâhî yönetimin altındadır,
evrenin diğer cüzleri gibi yüce Allah'ın kendisi için öngördüğü hedefe
yönelik olarak yaşamını sürdürmektedir. Varlık âleminde yer alan
hiçbir şeyin ilâhî yönetim ve yönlendirme üzerinde herhangi bir
etkinliği olamaz. Bunlar sadece sebepler ve illetlerdirler; etkinlik göstermeleri
de yüce Allah'a bağlıdır, kendi başlarına bağımsız bir etkin

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 449

lik göstermeleri mümkün değildir.

Şu kadarı var ki, yaratılış eli insanı şekillendirdiğinde, onu bir varlık
olarak meydana getirdiğinde, doğal olarak insanın gözleri hayatın
çekici süslerine, sebeplere, görülür aracılara ilişir; hayatın lezzetleri
onu kendilerine çeker, nefsi de bunlara bağlanır. Bunun sonucunda
sebeplerin kuyruğuna tutunması, onlara boyun eğmesi kaçınılmaz
olur. Sonuç itibariyle de sebepleri var eden müsebbib'ül-esbaba [sebeplerin
sebeplik konumu alamsına sebep olan], sebeplerin yaratıcısına
ve bütün emir ve yönetimi tekelinde tutan Allah'a dönüp
bakmaz. Bu gerçeğin farkında olamayan insan sebeplere bağımsız
etkinlik yetkisi tanır. Öyle ki, sadece sebeplere boyun eğmek suretiyle
dünya hayatının lezzetlerinden zevk alır, böylece dünyada kaldığı
sürece bu yanılsamalarla ve içine düştüğü bu dipsiz vehimler kuyusuyla
oyalanır; maddî hayatın zevklerine düşkün olan nefsin dürtüleriyle
dünyadan, lezzetlerinden haz almaya çalışarak ömrünü tüketir.
Artık onun ömrünü batıl lezzetler ve eğlenceler kaplamıştır, hakka
yönelecek zaman bulamaz hâldedir. Nitekim yüce Allah bir ayette
şöyle buyurmuştur: "Bu dünya hayatı oyun ve eğlenceden başka bir
şey değildir." (Ankebût, 64)

Kur'ân'ın ön gördüğü eğitim sisteminin vurgulamak istediği de budur:
İnsan kulluk kıyafetinden sıyrıldığı zaman gerçek Rabbini unutur ve
bu, onun kendisini de unutmasına neden olur. Nitekim yüce Allah bir
ayette şöyle buyurmuştur: "Allah'ı unuttuklarından dolayı Allah da onlara
kendilerini unutturdu..." (Haşr, 19)

Ama ne var ki insanın canı, ölüm dolayısıyla bedeninden ayrıldığı
zaman, bedensel olarak bağlantılı olduğu ve dünyevî yaşam açısından
bütünleştiği bütün maddî sebepler, illetler ve donanımlarla bağlantısı
kesilir. O zaman söz konusu sebeplerin, illetlerin ve donanımların
bağımsız etkinliğe sahip olmadıklarını görür. Gözünde büyüttüğü
kadar olmadıklarını, gözden kaybolacak şekilde küçüldüklerini,
etkinliklerinin silindiğini gözlemler. Artık kendi gözleriyle aslında işinin
başta da sonda da, gerçek Rabbinin yönetimi altında olduğunu
görür, başkasının değil. O'ndan başka Rabbi olmadığını, hayatında
tek etkinlik yetkisinin O'nun olduğunu görür, başkasının değil.

450 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

"Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi, yine yapayalnız/tek olarak
bize geldiniz."
ifadesi, işin aslına yönelik bir işarettir. "ve size verdiğimiz
şeyleri arkanızda bıraktınız." ifadesi ise, insanı Rabbini anmaktan
alıkoyan, Rabbine yönelmesin diye oyalayan, ilk yaratıldığı gün
ile canının alınıp Rabbinin huzuruna çıktığı günün arasına girip insanı
eğlendiren sebeplerin geçersizliğinin ilânıdır. "Andolsun, aranızdaki
bağlar kopmuş ve (şefaatçi) sandıklarınız sizden kaybolup gitmiştir."
ifadesi de insanın bu sebeplerden kopmasının, sebeplerin bağımsızlıklarını
ve etkinliklerini yitirmesinin sebebini açıklamaya yöneliktir.
Bunun sebebi, insanın dünya hayatı boyunca peşinde koştuğu, oyalandığı
yanılsamaların, sanıların batıl olduğunun anlaşılmasıdır.
Buradan hareketle anlıyoruz ki, bu sebeplerin ve illetlerin insanda,
kendisini oyalayan, eğlendiren vehimler ve yanılsamalar olmaktan
öte bir etkinlik payları söz konusu değildir.

95) Taneyi ve çekirdeği yaran, şüphesiz Allah'tır...

Ayetin orijinalinde geçen "fâlık" kelimesinin mastarı olan "el-falk" sözcüğü,
yarma demektir. Önceki ayette, açıklamaların sonunda sebeplerin
bağımsız etkinlikleri olumsuzlanıp, onların Allah'tan başka şefaatçiler
olmalarının, dolayısıyla O'nun ortakları olmalarının geçersizliği ifade
edildikten sonra bu ayette, insanı Rabbine yönelmekten alıkoyan bu
şeylerin Allah tarafından yaratılan, O'nun yönetimi altında etkinlik gösteren
varlıklardan başka bir şey olmadıkları açıklanıyor. Bunlar Allah'ın
öntasarımı ve takdiri olmadan insan hayatının ıslâhı bağlamında hiçbir
etkinlik gösteremezler, hiçbir faaliyet sergileyemezler, insanı yaratılışının
hedefine yöneltemezler. Dolayısıyla bütün yönetim ve yönlendir-me
yetkisi Allah'ın elindedir, başkasının değil. Rab O'dur, başkası değil.
Evet, taneyi ve çekirdeği yaran O'dur. Bunlardan bitkiler ve ağaçlar
yeşerten O'dur. Ki insanlar onların tanelerinden ve meyvelerinden
faydalanırlar. Ölüden diriyi ve diriden ölüyü çıkaran da O'dur. -Âl-i
İmrân Suresi'nin 27. ayetini tefsir ederken bu olgu üzerinde geniş açıklamalarda
bulunduk.- İşte Allah budur. [Bütün bunları yapan sadece
Allah'tır, başkasının bu hususta hiçbir etkinliği yoktur.] Öyleyse nereye
kaçıyorsunuz? Ne zamana kadar bu gerçekten kaçıp batılın pe

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 451

şinden sürükleneceksiniz?

96) Sabahı yarıp çıkaran, geceyi dinlenme zamanı... kılan O'dur. Bu, o
üstün ve bilen Allah'ın takdiridir.


Ayette geçen "el-isbah" sözcüğü, sabah demektir. Aslında mastardır.
"Sekenen" ise, insanın dinlenmesine yardımcı olan şey demektir. "el-
Husban", hesabın çoğuldur. Bazılarına göre ise, "hisaben" gibi "hasibe"
fiilinin mastarıdır. "Ve ceal'el-leyle sekenen=Geceyi dinlenme
zamanı yaptı." ifadesi, "fâlik'ul-isbâh=sabahı yarıp çıkaran" ifadesine
atfedilmiştir. İsim cümlesi fiil anlamını içerdiği zaman fiil cümlesini
isim cümlesine atfetmenin herhangi bir sakıncası yoktur. Bazıları ise
"ve ceale" kelimesini "ve câilu" şeklinde okumuşlardır.
Sabahın yarılıp ortaya çıkarılmasında; gecenin meydana getirilmesi
suretiyle hareketli varlıkların hareketlerine son vererek dinlenmeye
çekilmelerinde, gün boyu sürdürdükleri hareketleri sonucu çektikleri
yorgunluktan, sarf ettikleri çabadan ve bitkinlikten kurtulmak ve tükettikleri
güçlerini yeniden kazanmak için hareketsiz kalmalarında;
güneş ve ayın, hareketleri sonucu gece ve gündüzün, ayların ve senelerin
meydana gelmesi için birer hesap ölçüsü olmasında ince bir
takdir, plân gözlemlenmektedir. Bu, değişken ve sürekli dönüşüm
yaşayan dünya üzerindeki hareketlere ilişkin son derece ince hesaplanmış
bir plânın somut belirtileridir. Bu plân sonucu insan hayatı belli
bir düzen dahilinde gelişiyor, hayatı bir istikamet kazanıyor.
Ayetin sonunda, "Bu, o üstün ve bilen Allah'ın takdiridir." cümlesine
yer verilmiş olması da buna yönelik bir işaret mahiyetindedir. O üstündür,
hiç kimse O'na üstünlük sağlayıp baskı altına alamaz. Hiç
kimse O'nun plânlarını bozacak güce sahip değildir. O bilendir, mülkünün
maslahatına ilişkin herhangi bir şeyi bilmemesi mümkün değildir.
Yani kendi kendine bozulacak ve doğal olarak devam etmesi
mümkün olmayan bir takdir, bir plân hazırlamış olması
düşünülemez.

97) O, karanın ve denizin karanlıklarında kendileri ile yolu bulasınız diye
sizin için yıldızları yaratandır...


Bu ayette kastedilen anlam son derece açıktır. Ayetlerin geniş geniş

452 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

açıklanmasından maksat ise, evrensel yaratılış düzeni açısından ayrıntılandırılması
veya sözel anlatım açısından açıklanması kastedilmiştir.
İnsanın dünya hayatındaki yaşamında gerekli olan maslahatlarının
bu büyük cisimlere ve birbirini çeken bu gök cisimlerine bağlı olmasını
dilemekle, bu cisimlerin her birinin bağımsız ilâhî bir iradenin
doğrultusunda hareket ediyor olmaları, kendisiyle ilintili olan,
zatına özgü kılınan bir dilemeyle yaratılmış olmaları arasında bir çelişki
yoktur. Çünkü bu iki alan, konum itibariyle birbirlerinden farklıdır.
Bu alanlardan birine ilişkin birtakım gelişmelerin yaşanması,
diğer alanlarda bazı gelişmelerin meydana gelmesine engel
oluşturmaz. Çünkü evrenin tüm cüzleri arasında bütünlük ve bağlılık
egemendir. [Dolayısıyla evrenin cüzleri arasındaki bağlılık, bu
cüzlerin her birinin müstakil ve kendine has bir iradeyle vücuda
gelmesine engel teşkil etmez.]

98) O, sizi bir tek nefisten (Âdem'den) yaratandır. Kiminiz istikrara kavuşmuş,
kalış yerine (dünyaya) yerleşmiştir; kiminiz de emanet olarak
(sulplere ve rahimlere) konulmuştur...


Ayetin orijinalinde geçen "müstakarr" sözcüğü, "müstakırr" şeklinde
de okunmuştur. İlk okuyuşa göre, ism-i mekân (yer ismi), dolayısıyla
istikrar kazanılan, kalınan yer anlamını ifade eder. Bu durumda,
"müstevda'" da yer ismi olarak kabul edilir, yani emanet bırakılan yer
anlamını ifade eder. Bir şeyin emanet bırakıldığı yer yani. "Müstekarr"
ve "müstevda'" sözcükleri başka bir ayette de geçmiştir: "Yeryüzünde
hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah'a ait olmasın. Allah onun
durduğu ve emanet bırakıldığı yeri bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitaptadır."
(Hûd, 6)

İfadede hazf ve özet bir anlatım esas alınmıştır. Bu durumda ayetin
açılımı şöyledir: "Kiminiz durduğu yerdedir, kiminiz de emanet bırakıldığı
yerdedir."

İkinci okuyuş tarzını esas aldığımızda ise, ki bu daha çok tercihe şayandır,
"müstekırr" ism-i fail olur. Aynı şekilde "müstevda'" da zorunlu
olarak ism-i mef'ul kabul edilir. Bu durumda cümlenin açılımı şöyle
kabul edilir: "Kiminiz istikrara kavuşmuş, kalıcı olarak bir yere yer

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 453

leşmiştir; kiminiz de henüz istikrara kavuşmamış, emanet olarak konulduğu
yerdedir."

"O, sizi bir tek nefisten yaratandır." ifadesinden anlaşıldığı kadarıyla
olanca çokluğu ve yaygınlığıyla insan soyunun Hz. Âdem'e gelip dayandığı
kastedilmektedir. Kur'ân mevcut insan neslinin Âdem'le başladığını
belirtir. Dolayısıyla "müstekarr" ifadesiyle insan soyunun doğum
yoluyla yeryüzüne gelmiş bulunan bireylerine işaret edilmiştir.
Çünkü bir ayette yeryüzü, insan neslinin "müstekarr"ı, kalış yeri olarak
nitelendirilmiştir: "Sizin yeryüzünde kalıp bir süre yaşamanız lâzımdır."
(Bakara, 36) "Müstevda'" ile de erkeklerin sulbüne ve anaların
rahmine emanet bırakılan ve henüz doğmayan, ama ileride doğacak
olan insan bireyleri kastedilmektedir. Ayetin bütün insan bireylerinin
bir tek nefisten yaratıldıklarına ilişkin açıklamasına uygun olanı da
budur. Öte yandan "müstekarr" ve "müstevda'"ın mimli mastar olarak
kabul edilmeleri de mümkündür.

Burada yaratma anlamında "halk" ve benzeri ifadeler yerine "inşa"
ifadesi kullanılmıştır. Bu ifade ise bir kerede oluşu anlatır, aşamalılığı
değil. Ayet için bizim verdiğimiz bu anlamı az önce sunduğumuz şu
ayet de son derece net bir biçimde desteklemektedir: "Yeryüzünde
hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah'a ait olmasın. Allah onun durduğu ve
emanet bırakıldığı yeri bilir." (Hûd, 6) Yani Allah, onlardan fiilen oluşmuş
ve yeryüzüne yerleşmiş olanları bilir. Fiilen oluşmamış ve yeryüzüne
yerleşmemiş, dolayısıyla oluş aşamasında olanları da bilir.
Bu durumda tefsirini sunduğumuz ayetin anlamı şu şekilde belirginleşmektedir:
"Ey insanlar topluluğu, O'dur sizi bir tek kişiden yaratan,
sizi belli bir süre için yeryüzünde yaşatan. Siz top yekûn yok edilmediğiniz
sürece yeryüzü sizinle dolu olacaktır. Her zaman bir kısmınız
orada yerleşmiş olacak ve bir kısmınız da yeryüzüne yerleşme hedefine
yönelik olarak erkeklerin sulbünde ve kadınların rahminde emaneten
duracaktır."

Tefsir bilginleri ayetin anlamıyla ilgili olarak başka yorumlar da getirmişlerdir.
Bazıları demişlerdir ki: İnsanların bir tek nefisten yaratılmalarından
maksat, onların tek bir nefis türünden yaratılmış olmalarıdır.
Bu nefis de insan türünün nefsidir. Ya da maksat, insanların

454 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

ruhsal ve bedensel bileşimden oluşan bir tek türden yaratılmalarıdır.
O da insan nefsinden ve bedeninden oluşan insan gerçeğidir.
Bazıları da demişlerdir ki: "Müstekarr"dan maksat, kadınların rahimleri,
"müstevda'"dan maksat da erkeklerin sulbüdür. Bazıları ise şöyle
demişlerdir: "Müstekarr" yeryüzü, "müstevda'" da kabirdir. Bazıları
da; "müstekarr" rahim, "müstevda'" ise, yeryüzü veya kabirdir, demişlerdir.
Diğer bazılarına göre ise, "müstekarr" ruh, "müstevda'" ise,
bedendir. Bunun gibi daha birçok açıklamaya yer vermişlerdir ki, bunları
sunmanın pek bir yararı yoktur.

99) O, gökten su indirendir. Onunla her çeşit bitkiyi bitirdik...

Ayette geçen "es-semâ", yukarı taraf demektir. Dolayısıyla insanın
yukarısında olan ve insanı yukarıdan gölgeleyen her şey "sema" ismiyle
anılır. Bazılarının dediğine göre, "Onunla her çeşit bitkiyi bitirdik."
ifadesinden maksat şudur: Biz gökten indirdiğimiz su ile bitkileri
ve bitkilik (bitki olma) gücü, kabiliyeti olan tüm gelişenlerdeki gelişmeyi
gizlilikten açıklığa çıkardık. Yani gelişmeyle belirginleşen her
şeyi bitirdik; bitki, ağaç, insan ve diğer hayvan türleri gibi.

Ayette geçen "hazıren" kelimesi, sanki "el-hâzır" kelimesinin kısaltılmışı
ve "el-ahzar", yani yeşil demektir. "Tanelerin birbirinin üzerine
binmesi", başakta olduğu gibi, üst üste belli bir düzen içinde dizilmeleri
anlamındadır. "Tal'" kelimesi, hurma meyvesinin daldaki oluşan
ilk aşaması, yani tomurcuk demektir. "el-Kınvan", "kunv"un çoğuldur
ve hurma salkımı demektir. Üzümün salkımı (ungûd) olduğu gibi,
hurmanın da salkımı vardır. "ed-Dâniye", birbirine yakın demektir.
"el-Müştebih ve gayr'il-müteşabih", tür ve şekil olarak birbirine benzeyen
ve benzemeyen anlamındadır. "Yen'us-semeri", meyvenin olgunlaşması
demektir.

Burada yüce Allah yarattıklarından bazılarını zikretmiştir ki, gören
gözü ve açık basireti olanlar bunlara baksınlar, bunlardan hareketle
Allah'ın birliği gerçeğini kavrasınlar. Bunların bir kısmı yeryüzünde
olup biten olgulardır; tanenin ve çekirdeğin yarılması gibi. Bir kısmı
da göksel olgulardır; gece, sabah, güneş, ay ve yıldızlar gibi. Bir kısmı
da insanın kendisine yöneliktir; insan türünün bir tek nefisten inşa

En'âm Sûresi / 91-105 ................................................................. 455

edilmesi, bir yere yerleştirilmesi veya bir yerde emanet olarak tutulması
yani. Bazıları ise, bunların tümünü birden barındırmaktadır;
yağmurun gökten yağması, yeryüzünde birtakım gıdaların, tanelerin,
meyvelerin ve kendisinde gelişme gücü olan bitki, hayvan ve insan
gibi türlerin yeşermesi, gelişmesi gibi.

Art arda gelen bu üç ayet sıralamasında yıldızlar, bilen (âlim) bir
topluluğa özgü bir ayet olarak sunulmuş, insan nefislerinin yaratılması,
kavrayan ve derin düşünebilen (tefekkuh) bir topluluğa özgü
bir ayet olarak sunulmuş; bitkilerin yeşertilmesi düzeni üzerinde
düşünme ise, inanan bir topluluğa yönelik bir ayet olarak sunulmuştur.
Ayetlerle yönelik oldukları gruplar arsındaki münasebet
son derece açıktır. Çünkü bir düzenin işleyişi üzerinde durup düşünmek
basit bir iştir, ek bir çabayı ve uzmanlığı gerektirmez; bilâkis
sıradan bir anlayış dahi bunu kavrar. Bunun için gerekli olan tek
şart, zihnin imanın sağladığı insaf duygusuyla aydınlanmasıdır; inat
ve dik başlılık kirlerine bulaşmamasıdır.

Yıldızlar ve semavî varlıkların hareketlerine egemen olan sistemin işleyişi
üzerinde gözlem yapmak ise, ancak bu işte uzmanlaşan bilginlerin
üstesinden gelebilecekleri husustur. Bunlar bir ölçüye kadar yıldızları,
yörüngelerini ve diğer gök cisimlerinin hareketlerine egemen
olan sistemi bilebilirler. Sıradan insanların genel anlayışları, ancak
özel bir çaba [ve bilginlerin açıklamaları] sonucu bu tür hususları algılayabilir.
İnsanların nefislerinde somutlaşan ayete gelince, bunları ve
bunların şahsında somutlaşan yaratılış sırlarını algılayabilmek için
teorik gözlemlere ek olarak içe dönük denetime (murakabe), güçlü
bir derinleşme operasyonuna ve sürekli bir yoğunlaşma faaliyetine
ihtiyaç vardır. Bunun adı da tefekkuh (fıkıh)tur, ilimde derinleşmedir.

100) Cinleri Allah'a ortak yaptılar. Hâlbuki onları O yaratmıştır. Bir de
hiçbir bilgiye dayanmaksızın O'na oğullar ve kızlar yakıştırdılar. O ise, onların
nitelendirdikleri şeylerden uzak ve yücedir.


Ayette geçen "el-cinn" kelimesi ya "cealû=yaptılar" fiilinin mefulüdür
ve bu fiilin diğer mefulü de "şüreka=ortaklar"dır veya "el-cinn" kelimesi,
"şüreka" ifadesinden bedeldir. "Hâlbuki onları O yaratmıştır."
ifadesi de cümle içinde hâl gibidir. Fakat bazı dilbilimcileri bunu doğ-

456 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

ru bulmazlar; ama onların da kanıtları pek net değildir. Artık cümle
içinde gramatik açıdan hangi fonksiyonu icra ediyorsa, ifade onlara
yönelik bir cevap niteliğindedir. Buna göre şöyle bir anlam elde ediyoruz:
"Tuttular, cinlerden Allah'a ortaklar koştular. Hâlbuki cinleri Allah
yaratmıştır. Yaratılan bir şeyin yaratıcısının makamına ortak olması
doğru değildir."

Burada cinlerden maksat, şeytanlardır. Nitekim Mecusîler Ehrimen
(kötülük tanrısı=şeytan) ve Yezdan (iyilik tanrısı) şeklinde iki tanrıya
inanırlardı. Benzeri bir inancı İblis'in (Melek-i Tavus/Şah-i Pe-riyan)
tanrılığına inanan Yezidîler arasında görüyoruz. Ya da kastedilenler
bildiğimiz cinler topluluğudur. Bunu söylerken Kureyşlilere izafe edilen
şöyle bir inancı esas alıyoruz: Onlar diyorlardı ki: "Allah cinlerle
evlilik yoluyla akrabalık kurdu. Bu akrabalıktan melekler meydana
geldi." Bu yorum şu ayetin akışına daha uygundur: "Cinleri Allah'a ortak
yaptılar. Hâlbuki onları O yaratmıştır. Bir de hiçbir bilgiye dayanmaksızın
O'na oğullar ve kızlar yakıştırdılar." Bu durumda burada sözü
edilen oğullar ve kızların tümü meleklerden oluşmaktadır. Ayetin
orijinalinde geçen "haregû" kelimesi, "Bunları kendileri uydurdular,
icat ettiler ve Allah'a iftira ederek O'na izafe ettiler, yakıştırdılar." anlamındadır.

Allah onların koştukları ortaklardan yüce ve münezzehtir.
Eğer [oğullar ve kızlardan] kastedilen, meleklerden daha genel bir
anlam ise, bununla Müslüman olmayan diğer toplumların sahip oldukları
inançların kastedilmiş olması uzak bir ihtimal değildir. Örneğin
Brahmanistler ve Budistler İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu söyleyen
Hıristiyanlara benzer iddialar ileri sürmektedirler. Buna, tefsirimizin
üçüncü cildinde değindik. Aynı şekilde diğer kadim putperest toplumlar
da kulluk sundukları birtakım düzmece ilâhların Allah'ın oğulları
ve kızları olduklarına inanırlardı. Bunu arkeolojik kazılar sonucu
ortaya çıkarılan eserlerden anlıyoruz. Nitekim Arap müşrikleri de,
meleklerin Allah'ın kızları olduklarını söylüyorlardı.

101) O, gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratandır... Her şeyi O
yaratmıştır ve O, her şeyi bilendir.


Bu ifade ile müşriklerin Allah'ın oğulları ve kızları olduğuna ilişkin
sözlerine cevap verilmektedir. Cevabın mahiyeti şudur: Oğlun

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 457

olması için eşin olması gerekir. Yüce Allah'ın eşi olmadığına göre,
çocuğu nasıl olur?!

Aynı şekilde yüce Allah her şeyin yaratıcısı, bir örnek edinmeksizin
yoktan var edicisidir. Çocuk da, yaratılmış olan bu her şeyden bir parçadır.
Ki o şey onu bir tür aşılamayla geliştirir. Bir şeyin parçası ve
benzeri de, kesinlikle o şeyin kendisi tarafından yaratılmış olamaz.
[Dolayısıyla, eğer yüce Allah'ın çocuğu olsaydı, o çocuk Allah'ın bir
cüzü olduğundan kesinlikle onun yaratıcısı Allah olamazdı. Çünkü bir
şey kendi cüzünü veya benzerini yaratamaz. Oysa ki âlemdeki bütün
her şeyin yaratıcısı Allah'tır.]

Bütün bunlar gösteriyor ki, Allah gökleri ve yeri yoktan var etmiştir.
Öyle ki, varlık âleminin hiçbir parçası hiçbir şekilde O'nun benzeri ve
dengi olamaz. Böyle olunca yüce Allah'ın mahiyet ve tür olarak kendisine
denk olan bir eşle evlenmesi veya oğullar ve kızlar edinmesi
nasıl mümkün olabilir?! ["Peki yedi kat gökleri ve yeryüzünün her tarafını
gezdiniz de mi O'nun böyle bir eş ve evlâtlara sahip olmadığını
bildiniz?" sorusunun cevabında deriz ki:] Bu, yüce Allah'ın haber verdiği
bir geçektir; ki O'nun bilmemesi mümkün değildir. Çünkü O, her
şeyi bilir. Daha önce tefsirimizin üçüncü cildinde, "Hiçbir insana
yakışmaz ki, Allah kendisine kitap, hüküm ve peygamberlik versin..."
(Âl-i İmrân, 79) ayetini incelerken burası için de faydalı olan açıklamaları
yaptık.

102-103) İşte Rabbiniz olan Allah O'dur. O'ndan başka ilâh yoktur; her
şeyin yaratıcısıdır. Öyleyse O'na kulluk edin; O her şeye vekildir. Gözler O'nu
görmez, O gözleri görür. O, latif ve (her şeyden) haberdar olandır.


"İşte Rabbiniz olan Allah O'dur." cümlesi, önceki ayetlerin içerdiği açıklamaların
bir sonucudur. Buna göre şöyle bir anlam belirginleşiyor:
"Gerçek size açıklandığı gibi olduğuna göre, bizim niteliklerini saydığımız
Allah'tır sizin Rabbiniz, başkası değil." "O'ndan başka ilâh yoktur."
cümlesi de önceki cümlenin zımnen kapsadığı tevhit ilkesini açıkça
vurgulamaya yöneliktir. Bunun yanında gerekçelendirme ve
nedeni vurgulama amaçlı da olduğu görülüyor. Yani Rab O'dur, O'ndan
başka Rab yoktur. Çünkü O, kendisinden başka ilâh bulunmayan
Allah'tır. O'ndan başkası ilâh olamayacağına göre, nasıl Rab olabilir?

458 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

"Her şeyin yaratıcısıdır." ifadesi, "O'ndan başka ilâh yoktur." ifadesinin
içeriğini gerekçelendirme amacına yöneliktir. Yani, ilâhlığın O'nun
tekelinde olmasının nedeni, O'nun istisnasız her şeyin yaratıcısı olmasıdır.
O'nun dışında herhangi bir şeyi yaratan bir kimse yoktur ki,
ilâhlıkta O'na ortaklığı söz konusu olsun. Her şey O'nun tarafından
yaratılmıştır, O'nun karşısında kul olarak O'na boyun eğmektedir. Dolayısıyla
hiçbir şey ilâhlıkta O'na denk değildir.

"Öyleyse O'na kulluk edin." ifadesi, "İşte Rabbiniz olan Allah O'dur."
ifadesine ilişkin sanki ayrıntı nitelikli bir sonuç konumundadır. Yani,
başkası değil, yalnızca yüce Allah sizin Rabbiniz olduğuna göre, sadece
O'na kulluk edin. "O her şeye vekildir." Yani, O her şeyin koruyucusu,
her şeye egemendir; her şeyi bir plân dahilinde yönlendirmektedir,
her şeyin varlığını düzenlemektedir. Böyle olunca, insanların
korkup sakınmaları ve hiçbir bilgiye dayanmaksızın O'na hiç kimseyi
ortak koşmamaları gerekir. Bu durumda, cümlenin, "'Ona kulluk edin."
ifadesine yönelik bir tekit, pekiştirici bir cümle gibi olduğunu
söyleyebiliriz. Yani O'na kulluk etmekten kaçınmayın. Çünkü O, sizin
üzerinizde vekildir; işlerinizin hangi düzen içinde geliştiğinden habersiz
değildir.

"Gözler O'nu görmez." ifadesi, "O her şeye vekildir." sözünden dolayı
ayetin muhatabı olan müşriklerin ilkel zihinlerinde belirebilecek bir
vehmi bertaraf etmeye yöneliktir. [Çünkü, "O her şeye vekildir." denildiğinde,]
müşriklerin ilkel zihinleri şöyle bir tasavvura yönelmeye
elverişlidir: "Allah her şey üzerinde vekil olduğuna göre, cismanî ameller
sergileyen diğer cismanî varlıklar gibi cismanî bir varlıktır." Bu
vehme cevap olarak şöyle deniyor: "Gözler Allah'ı göremez. Çünkü O,
cismanîlikten ve cismanîliğin gereklerinden münezzehtir, yücedir."
"O gözleri görür." ifadesi de, müşriklerin maddî bir temele dayanarak
düşünmeyi alışkanlık hâline getirmiş, bu yüzden duyuların ve somut
varlıkların sınırları içinde kalakalmış zihinlerinde belirebilecek bir
kuruntuyu bertaraf etmeye yöneliktir. Müşrikler bu temelden yaklaşınca
şöyle düşünüyorlardı: "Allah gözlerin algılama alanından yüce
olunca, duyuların ve somut algıların alanının dışına da çıkmış olur.
Böyle olunca bilinç ve bilginin vazgeçilmez şartı olan varoluşsal bağ

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 459

lantı da geçersiz olur. Dolayısıyla Allah yarattığı varlıklardan kopmak
durumunda kalır. Hiçbir şey O'nu bilmediği gibi, O da hiçbir şeyi bilmez;
hiçbir şey O'nu görmediği gibi, O da hiçbir şeyi görmez."

Buna cevap olarak yüce Allah şöyle buyurmuştur: "O gözleri görür."
Buna gerekçe olarak da, "O, latif ve (her şeyden) haberdar olandır."
buyurmuştur. "Latif", bir şeyin içine sızabilen, nüfuz eden ince varlık
demektir. "Habir" ise, uzmanlığı olan bilgi sahibi, haberdar anlamına
gelir. Yüce Allah, kuşatmanın gerçek anlamıyla her şeyi kuşatan olduğuna
göre, her şeyi görmektedir de. Hiçbir şeyin zahiri veya batını
O'nun gözünden kaçmaz. Bunun yanında bilgi ve uzmanlık sahibidir,
haberdardır. Eşyanın zahirini ve batınını, dışını ve içini bilir. Hiçbir şey
bir başkasını bilmesine engel oluşturmaz. Hiçbir şey bir başka şeyin
farkına varmasına engel oluşturacak şekilde perde olmaz. O, hem
gözü, hem de gözün gördüğünü görür. Oysa göz, gördüğünden başkasını
algılayamaz.

Bu ayette yüce Allah, görmesini (idrakini) gözlere izafe ediyor, gözlerin
sahiplerine izafe etmiyor. [Gözleri gördüğünü belirtiyor, gözlerin
sahiplerini gördüğünü belirtmiyor.] Çünkü yüce Allah'ın görmesi, idraki
bizim maddî algılamalarımıza benzemez. Dolayısıyla varlıkların
dışsal arazlarıyla ilintili değildir. Meselâ göz, ışıkları ve renkleri, bunlar
aracılığıyla da yakını, uzağı, büyüğü, küçüğü, hareketi, duruşu bir
şekilde görür, algılar. Bilâkis arazlar ve yerleri, dışları ve içleriyle birlikte
O'nun yanında hazır ve açıktırlar, O'na gizli değiller, O'ndan gaip
olamazlar. Buna göre yüce Allah gözleri olanca gerçeklikleri ve sahip
oldukları tüm nitelikleriyle görür, ama onlar O'nu göremezler.
Bu iki ayet, aklı hayrete düşüren yüzeysel bir açıklama, kolay bir anlatım
yöntemine ve özet bir söz söyleme sanatına örneklik oluşturmaktadırlar.
Bununla beraber bunlar üzerinde düşünen bir insanı,
perdeler gerisindeki sırları görmeye de hidayet etmektedirler.

HER ŞEYİ KUŞATAN, HER ŞEYİ KAPSAYAN YARATILIŞ GERÇEĞİ ÜZERİNE

"İşte Rabbiniz olan Allah O'dur. O'ndan başka ilâh yoktur; her şeyin

460 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

yaratıcısıdır." Ayetin zahiri, yaratılış olgusunun her şeyi kuşattığını,
yüce Allah'ın var edişinin varoluş ve gerçekleşme bağlamında pay
sahibi olan her şeye yayıldığını göstermektedir. "Allah, her şeyin yaratıcısıdır."
ifadesi Kur'ân'da birçok kere tekrarlanmıştır. Bununla beraber
yaratılışın herhangi bir alanla sınırlı olabileceğine ilişkin en ufak
bir belirtiye, bir ipucuna yer verilmemiştir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"De ki: Allah, her şeyin yaratıcısıdır. O birdir, kahredici güce
sahiptir." (Ra'd, 16) "Allah, her şeyin yaratıcısıdır. O, her şeye vekildir."
(Zümer, 62) "İşte Rabbiniz olan Allah O'dur. O her şeyin yaratıcısıdır.
O'ndan başka ilâh yoktur." (Mü'min, 62)

Bu meseleyle ilgili olarak çeşitli dinlerin mensupları arasında ilginç
tartışmalar olmuştur. Müslüman kelâmcılar ve felsefeciler bir yana
Hıristiyan ve Yahudi kelâmcılar ve felsefeciler tarafından farklı görüş
ve değerlendirmeler ileri sürülmüştür. Burada onların sözlerine yer
vermeye, onlarla tartışmaya girmeye gerek görmüyoruz. Bizim araştırmamız,
Kur'ânî bir tefsir olduğundan, bu hususta söyleyeceklerimiz
tefsir çerçevesinin dışına çıkmayacak ve Kur'ân ayetleri üzerinde düşündüğümüzde,
zihnimizde beliren düşünceleri özetlemenin dışında
bir gayemiz olmayacaktır.

Kur'ân-ı Kerim'in, tıpkı bizim teslim ettiğimiz gibi, gezegenleri ve yıldızlarıyla
göğün; dağları, vadileri, ovaları, denizleri, karaları, elementleri,
madenleriyle yerin; bulutların, gök gürlemelerinin, yıldırımların,
kasırgaların, yağmurların, soğuğun, bitkinin, ağacın, hayvanın ve insanın
birtakım etkilerinin ve özelliklerinin olduğunu kabul ettiğini görüyoruz.
Bunlar (etkiler) aynı zamanda onların fiilleridirler, onlara fiilin
failine ve malulün illetine izafe edildiği gibi izafe edilirler.
Aynı şekilde Kur'ân'ın, diğer varlık türleri gibi insanın birtakım fiillerinin
olduğunu doğruladığını da görüyoruz. Bunlar insana izafe edilen
ve insan ile birlikte varolan fiillerdir. Yeme, içme, yürüme, oturma ve
sağlık, hastalık, gelişme, anlama, bilinç, sevinme ve neşelenme gibi.
Bu hususta insan ile diğer canlı türleri arasında herhangi bir fark yoktur.
Kur'ân insana amellerinden haber veriyor, ona birtakım şeyler
emrediyor ve birtakım şeyleri yasaklıyor. Eğer insanın kendisine izafe
edilen fiilleri olmasaydı, bütün bunlardan bir sonuç çıkmazdı, bunla

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 461

rın (haber verme, emretme, yasaklama) bir anlamı olmazdı.
Dolayısıyla Kur'ân, tıpkı bizim toplumsal yaşamımızda bir insan ferdini
ölçtüğümüz kriterlerle onu ölçüp değerlendiriyor. Bizler, insanın
kendisine izafe edilen fiillerinin olduğuna inanıyoruz ve bir şekilde
onun isteğine gelip dayanan fiillerinden dolayı onun sorumlu tutulmasını
öngörüyoruz. Yeme, içme ve yürüme gibi. Bunun yanında
kendisiyle birlikte varolmakla beraber onun iradesine dayanmayan
bazı fiilleri görmezlikten geliyoruz [onlarla onu cezalandırmıyoruz, sorumlu
tutmuyoruz]. Sağlık, hastalık, gençlik ve yaşlılık gibi.

Görüldüğü gibi, Kur'ân varlık düzenini, edindiği deneyimlerin yardımıyla
aklımızın desteklediği ve duyularımızın onayladığı biçimde düzenlemektedir.

Şöyle ki: Varlık düzeninin cüzleri, parçaları kimlikleri
ve türleri itibariyle birtakım farklılıklar barındırmakla beraber fiilleriyle
etkindir, etki etmekte ve başkalarından etkilenmektedir. Bununla,
tüm cüzlerinin diğer cüzlerle bağlantısı olan bu gördüğümüz varlık
düzeninin bütün parçaları arasında kaynaşma meydana gelmektedir.
Buna, eşyaya egemen olan "Genel nedensellik" yasası diyoruz. Bunun
anlamı da şudur: Kendisi açısından olması veya olmaması aynı oranda
mümkün olan bir şey, varlığını ancak başkasından alabilir, onun var
etmesiyle var olabilir. O hâlde bir malulün illeti bulunmuyorsa, onun
varlığı imkânsızdır. Kur'ân bu yasanın doğruluğunu ve evrenselliğini ortaya
koymuştur. Eğer bu yasa doğru olmasaydı ya da bazı alanlarda
buna aykırı gelişmeler olsaydı, bunu kanıt olarak ele almak kesinlikle
doğru ol-mazdı. Oysa Kur'ân'ın yaratıcının varlığını, birliğini, kudretini,
ilmini ve diğer sıfatlarını kanıtlamak için bu yasayı ileri sürdüğünü görüyoruz.
İlletinin olmaması durumunda malul nitelikli herhangi bir şeyin varlığı
imkânsız olduğu gibi, malul nitelikli bir şeyin illetinin olması durumunda
var olması, aralarındaki varoluşsal bağın hakkının yerine
gelmesi için gereklidir. Yüce Allah Kur'ân'ın birçok yerinde bu kuralı
uygulayarak, yüce sıfatlara sahip olduğundan hareketle onların etkilerinin
ve malullerinin varlığına delâlet etmiştir. "Allah bir ve kahhar
olandır.", "Allah üstündür, öç alandır.", "Allah üstündür, hüküm sahibidir.",
"Allah bağışlayandır, rahimdir." gibi. Aynı şekilde birçok olayın

462 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

ve olgunun varlığına, onları doğuran başka şeylerin varlığını kanıt
göstermiştir. Buna şu ayeti örnek gösterebiliriz: "Fakat onlar daha
önce yalanladıkları şeye inanacak değillerdi." (Yûnus, 74) Bunun gibi,
müminlerin, kâfirlerin ve münafıkların durumuna ilişkin daha birçok
ayet gösterilebilir. Eğer gerekli şartlar oluştuğu ve olumsuz tüm engeller
ortadan kalktığı hâlde etken ile etkinin birbirinden ayrılması
mümkün olsaydı, yüce Allah'ın gösterdiği bunca kanıtın ve delilin
hiçbir geçerliliği olmazdı.

Demek ki, Kur'ân varlık âlemine egemen olan genel ve evrensel nedensellik
yasasını tanıyor. Buna göre varlık âleminde yer alan her şeyin
ve bağlı unsurlarının, meydana gelen her olayın bir illeti veya illetler
topluluğu vardır. Bunların varlığını bu illetler gerektirmektedir ve bunların
ortadan kalkması durumunda onların da var olmaları söz konusu
olamaz. Daha ilk bakışta kuşku duyulmaması gereken bir gerçektir bu.
Sonra, yüce Allah'ın Kur'ân'da yaratma eylemini, evrenin cüzlerinden
"şey" niteliğini alabilen her şeyi kapsayacak şekilde genelleştirdiğini
görüyoruz. Bir ayette şöyle buyurulumuştur: "De ki: Her şeyin yaratıcısı
Allah'tır. O birdir, kahredici güce sahiptir." (Ra'd, 16) Az önce araştırma
bölümünün girişinde sunduğumuz ayetlerin birçoğu da buna
örnek oluşturacak içeriğe sahiptir. Bu genelleştirmeyi ise, yüce Allah
kendi nedenselliğini ve etkinliğini her şeye şamil kılmak şeklinde
gerçekleştirmektedir. Bunun yanında az önce işaret ettiğimiz gibi âlemdeki
bütün cüzler arasındaki evrensel nedensellik yasası da geçerliliğini
korumaktadır.

"Göklerin ve yerin mülkü O'nundur... Her şeyi yaratmış, ona ölçü, biçim
ve düzen vermiştir."
(Furkan, 2) "Her şeye yaratılışını verip sonra
onu yola iletendir." (Tâhâ, 50) "O ki her şeyi yarattı, düzenledi. Ve O ki
her şeyin miktarını, biçimini belirleyip hedefini gösterdi." (A'lâ, 2-3)
Bunlar ve benzeri diğer ayetlerde başka türlü bir açıklama yöntemi
esas alınmıştır. Şöyle ki: Yaratılan şeylerin kendisi yaratmaya; yapıp
ettikleri, çeşitli etkinlikleri, hareketleri ve duruşları ise ilâhî ölçü, takdir
ve yol göstermeye dayandırılmıştır. Buna göre şeylerin amellerinin
özellikleri ve etkinlikleri, amellerinin sonuçları Allah'ın takdirine, plânlamasına
gelip dayanır. Yer değiştirmek amacıyla yürüyen insan,

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 463

denizde yüzen balık ve iki kanadıyla uçan kuş gibi. Yüce Allah bir ayette
şöyle buyurmuştur: "Onlardan kimi karnı üzerinde yürür, kimi
iki ayak üstünde yürür, kimi dört ayak üstünde yürür. Allah dilediğini
yaratır." (Nûr, 45) Buna benzer anlamları içeren ayetler çoktur. Bu
demektir ki varlıkların amellerinin özellikleri, sınırları ve ölçüleri gelip
yüce Allah'a dayanır. Varlıkların yöneldikleri farklı, değişik ve türlü
görünümlere sahip hedefleri de öyle. Varlıklar ta baştan itibaren ve
sonuna kadar kendileriyle beraber olan ilâhî yol gösterme ile bunlara
yönelmektedirler. Bu, üstün iradeli ve her şeyi bilen Allah'ın plânlamasına,
takdirine dayanır.

Dolayısıyla varlıklar, özleri ve zatları itibariyle ilâhî yaratmaya dayanmaktadırlar.
Varlıklarının sınırları, dönüşümleri, amaçları ve varoluş
serüvenindeki hedefleri ve hayatları ise, sonuç itibariyle ilâhî yaratma
eyleminin özelliklerine dayanan ilâhî plânlamaya (takdire) dayanırlar.
Bu hususta başka ayetler de vardır ki, evrenin parçalarının
birbirleriyle bitişik, aralarında kaynaşma olduğunu ve varlık itibariyle
bir olduklarını ifade etmektedir. Bu ayetlerden anladığımız kadarıyla
evrenin tüm parçalarına aynı düzen hükmetmektedir, evren üzerinde
tek yönetici irade, sadece yüce Allah'ındır. Buna "Yönetsel birlik kanıtı"
adı verilebilir.

Allah'ın ayetleri üzerinde düşünüldüğü zaman varılabilecek sonuçlardır
bunlar. Ancak bir araştırmacının gözden kaçırmaması gereken
başka hususlar da vardır. Bunları üç madde hâlinde inceleyebiliriz:
Birincisi: Bir grup araştırmacı konuyla ilgili şöyle bir görüş belirtmişlerdir:
"Bazı şeyler vardır ki, bunların çirkinliklerinden, iğrençliklerinden
kuşku duyulmaz [ve Allah tarafından meydana getirildikleri
söylenemez]. Zulüm ve günah türleri gibi. Ki akıl bunları ulu Allah'ın
kutsal makamına izafe etmekten imtina eder, kaçınır. Kur'ân-ı Kerim
de yüce Allah'ı her türlü zulümden ve kötülükten tenzih eder. Şu ayetlerde
olduğu gibi: 'Rabbin kullara zulmedici değildir.' (Fussilet, 46) 'De
ki: Allah kötülüğü emretmez.' (A'râf, 28) Bu konuyla ilgili daha birçok
ayet vardır. Bu ise, yaratma eyleminin her şeyi kuşatmasıyla çelişen
bir durumdur. O hâlde, ayetin bu aklî ve şer'î kayıtla kayıtlanarak yorumlanması
zorunluluğu doğmaktadır."

464 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

"Bundan çıkan sonuç da şu olur: İnsan tarafından sergilenen fiiller
insan tarafından yaratılırlar. Bunların ötesindeki şeyler, bu şeylerin
özleri ve sonuçları ise Allah tarafından yaratılırlar."

"Kaldı ki, insanın fillerinin Allah tarafından yaratılmış olması, onların
insanın serbest iradesiyle gerçekleşmiş olmalarını geçersiz kılar. Bunun
yanında emir, yasak, itaat, isyan, sevap ve ceza esasına dayalı
düzeni iptal eder, dolayısıyla elçilerin gönderilmesini, kitapların indirilmesini,
şeriatların yasalaştırılmasını anlamsız kılar."

Ancak ne var ki, bu araştırmacılar bu yönde görüş belirtirken önemli
bir hususu gözden kaçırarak, gerçek bir varoluş ve oluş elde eden
somut olgularla, itibarî olguları ve pratikte varlığı söz konusu olmayan
vaz'î (saymaca) yönleri birbirinden ayırmamışlardır. Ki hayat gereksinimleri,
toplumsallık ve uygar yaşam suretiyle varoluşun mutluluğunu
elde etme amacını gütmek, insanları bu tür göreceli olguları
ve izafî oluşları tasavvur etme ve onaylamaya zorlamıştır. Böylece
yukarıdaki görüşü savunan araştırmacılar, bu iki türlü olgu arasında
bir fark göztemediklerinden, eşyada varlıkla yokluk yönlerini birbirine
karıştırmışlardır. Tefsirimizin birinci cildinde1 cebir (zorlama/zorunda
olma) ve serbestlik kavramları üzerinde dururken bir ölçüde bu konuya
da değinmiştik.

Açıklamanın akışı içinde [yukarıdaki açıklamaya cevap olacak nitelikte]
şunu söyleyebiliriz: "Allah her şeyin yaratıcısıdır." ifadesinin zahiri,
yaratılışın her şeyi kapsadığını göstermektedir. Bunun yanında,
"O'dur ki, yarattığı her şeyi güzel yaptı." (Secde, 7) ayeti de yüce Allah-
'ın yarattığı her şeyin güzel olduğunu ifade etmektedir. Bu iki ayetten
çıkan sonuç şudur: Allah dışında "şey" diyebileceğimiz her şey yaratılmıştır.
Her yaratılan da güzellik niteliğine sahiptir. O hâlde, yaratılış
ve güzellik varlık âleminde birbirinden ayrılmaz şeylerdir. Yani her
şey Allah tarafından yaratılması açısından, yani objeler dünyasındaki
bütünsel varlığı itibariyle güzeldir. Buna göre, eğer bir şeye sonradan
çirkinlik ve kötülük nitelikleri ârız oluyorsa, bu, onların mensubiyet ve
izafe ediliş itibariyle ya da başka olgulardan dolayı bu tür nitelikleri
-------------------
1- [Bakara, 26-27. ayetlerin tefsirinde.]

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 465

almalarından kaynaklanıyordur. Yoksa yüce Allah'a ve ârız olduğu faile
izafe edilen gerçek varoluş ve pratik oluş açısından bu tür nitelikleri
almaları söz konusu değildir. [Dolayısıyla yaratılan her şey, zatı itibariyle
güzeldir; çirkinlik ve kötülük ise nispî bir olgudur, bir şey
başka bir şeye izafe edildiğinde bu nitelikler ortaya çıkar.]

Öte yandan Kur'ân'ın birçok yerinde kötülükten, zulümden, günahtan
ve başka şeylerden söz eden ve bunların var olduğunu vurgulayan
ayetlere rastlıyoruz. Bu durumda onları önceki olgulara eklemek bağlamında
şunu söylememiz gerekmektedir: Bu anlamlar ve isimler
gerçek değildirler; bir şey Allah'a mensubiyeti ve O'nun tarafından yaratılmış
olması açısından bu gibi niteliklere bürünemez. Yalnızca konum,
nispet veya izafe ediliş açısından etkinin ve amelin gerçekleşmesini
sağlayan konu itibariyle bu nitelikleri alması mümkündür.
Çünkü hiçbir günah veya zulüm yoktur ki, aynı türden olup da zulüm
ve günah olarak nitelendirilmeyen bir eşi bulunmasın.

Bunların farklılaştıkları nokta, birinin yasal veya aklî bir olguya muhalif
oluşu veya toplumsal sistemi ifsat edici olması, diğerininse bunun
aksine bir mahiyet arz etmesidir. Buna zina ve evliliği örnek gösterebiliriz.
Bunlar gerçek mahiyetleri ve varoluş türleri itibariyle aralarında
farklılık bulunmayan benzer eylemlerdir. Yalnızca ilâhî şeriata veya
toplumsal yasalara yahut sosyal maslahata uygunlukları ya da
aykırılıkları itibariyle farklılık gösterirler [ve sonuç olarak biri güzellik,
diğeri ise çirkinlikle nitelendirilir]. Buna göre bunlar vaz'î (itibarî ve
saymaca) olgulardır, göreceli yönelimlerdir. Yaratma ve var etme ise
sadece varlıkların objektif oluşlarıyla ilintilidir. Sosyal maslahatlara
veya bozgunculuklara uyarlanması itibariyle -ki bu uyarlama, pratik
aklın ve kolektif bilincin belirlemesi ve hükmü sonucu beraberinde
övgüyü veya yergiyi, ödülü veya azabı getirir- varlıklara atfedilen itibarî
ve vaz'î (saymaca) unvanlara gelince, gerçekte bunlar toplumsal
çerçeveyi aşmayan olgulardır; hiçbir şekilde varoluş alanına girmezler.
Sadece ödül ve azap türleri kapsamına giren sonuçları itibariyle
bu bağlamda ele alınabilirler.

Diyelim ki falan eylem, sözgelimi zulüm, zulüm niteliği itibariyle
toplumsal alanda çirkindir; toplumun bireyleri açısından cezayı ge-

466 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

rektiren, yerilmesi gereken bir günahtır. Ama bu eylem varoluş itibariyle,
insana ârız olan hareketler türünden bir etki veya etkiler
toplamından başka bir şey değildir. Dolayısıyla dışsal (haricî) illetler
ve sebepler, özellikle birinci illet/sebep olan yüce Allah, sadece varlıkların
varoluş açısından var olmalarını, vücuda gelmelerini gerektirirler.
Bazı varlıkların çirkinlik özelliğine ve ona bağlı olarak belirginleşen
diğer hususlara gelince, bunlar şeriat veya akıl sahibi toplum
bireyleri perspektifinden bakınca belirginleşen hususlardır; bunun
da varoluşsal perspektifle bir ilgisi yoktur. Sözgelimi Başkan
Zeyd, başkanlık niteliğiyle bizim yanımızda toplumsal bir objedir.
Bunun toplumsal hayata yansıyan etkileri vardır. Saygı görme, öncelik
tanınma, söz geçirme, işleri yönetme gibi. Fakat gerçeği ve varoluşu
açısından yalnızca bir insan bireyidir. Özü itibariyle, yönetilen
diğer insanlarla aralarında bir fark yoktur. Bu perspektiften bakınca,
başkanlığın ve ona bağlı olarak belirginleşen olguların bir anlamı
olmaz. Aynı şekilde zengin, yoksul, efendi, hizmetçi, üstün, ezilen,
onurlu, cimri ve sayılmayacak daha bir sürü nitelik için de aynı
durum söz konusudur.

Kısacası, yaratılış her şeyi kuşatan bir olgu olmakla beraber, yalnızca
varoluşları ve objeler dünyasında gerçek oluşları açısından değişik isimler
altında belirginleşen sosyal ortamda ortaya çıkan objeler ve
pratik fiillerle ilintilidir. Bunun ötesinde fiiller ve objeler için kullanılan
çirkin, güzel, günah, itaat ve diğer sosyal niteliklere gelince, yaratma
ve var etmenin bunlarla bir ilintisi yoktur. Bunların varlıkları yalnızca
teşri alanında, toplumsal yargı sahasında, varsayım ve itibar meydanında
söz konusu olabilir.

Emir ve yasakların gerçekleştiği, güzellik ve çirkinliğin, itaat ve günahın
algılandığı ve bunlara bağlı sevap ve azabın bunlarla irtibatlandırıldığı,
aynı şekilde efendilik, kölelik, başkanlık, yönetilirlik, üstünlük
ve alçaklık gibi sosyal niteliklerin ortaya çıktığı ortam ve koşulların
varoluş ortamından, yaratılış ve var edilişin ilintili olduğu objektif
oluş ortamından ve koşullarından farklı olduğu bu şekilde açıklığa
kavuşunca, yaratılış olgusunun her şeyi kuşatıcı olmasının, bazılarının
söylediği gibi emir ve yasak, sevap ve azap sistemini bozarak

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 467

bunları anlamsız kılmak gibi, daha önce sözünü ettikleri bozgunculukları
gerektirmediği de anlaşılır.

Allah'ın sözlerini gereği gibi düşünüp anlayan bir kimsenin böyle
bir düalizmi caiz görecek bir fetva vermesi mümkün müdür? Oysa
Kur'ân, Allah'ın her şeyin yaratıcısı olduğuna; O'nun bir ve kahhar
olduğuna; kaza ve kaderinin, tekvinî hidayetinin/varoluşsal yol
göstericiliğinin, rabliğinin ve yöneticiliğinin her şeyi kuşattığına,
hiçbir şeyin bu genel sistemin dışında olmadığına; egemenliğinin,
saltanatının, kuşatıcılığının, kürsüsünün her şeyi kapsadığına; göklerde
ve yerde bulunan açık, gizli her şeyin O'nun olduğuna ilişkin
ayetlerle doludur. Allah'ın rabliğinin tekliğini vurgulamaya yönelik
bu ilâhî öğretiyle, O'nun yarattıkları arasında başkalarının sayısızca
yarattığı şeylerin bulunduğuna ilişkin bir anlayışı bağdaştırmak
mümkün müdür?

İkincisi: Konumuzla ilgili yine demişler ki: "Kur'ân-ı Kerim her şeyin
yaratılışını yüce Allah'a izafe ettiğine ve her şey üzerindeki etkin illeti
sırf O'nunla sınırlandırdığına göre, bunun anlamı, varlıklar arasındaki
neden-sonuç ilişkisinin geçersizliğidir. Bu demektir ki, varlık üzerinde
Allah'tan başka etken (müessir) yoktur. Ancak yüce Allah'ın yasası,
malulün varlığının illetten sonra olmasını zorunlu kılan bir bağlantı
söz konusu olmaksızın, bizim malul (sonuç) dediğimiz şeyin illetten
(sebep) sonra yaratılması şeklinde cereyan etmektedir. Meselâ, varlığından
sonra sıcaklığın varlığı beliren ateşin, sıcaklığa nispeti ile soğukluğa
nispeti eşit düzeydedir. Sıcaklığın da ateşe ve kara olan nispeti
aynı orandadır. Fakat yüce Allah'ın yasası sıcaklığın ateşten, soğukluğun
da kardan sonra yaratılması şeklinde cereyan edegelmiştir.
Yoksa burada bir zorunluluk, herhangi bir şekilde gereklilik ve iktiza
söz konusu değildir."

Özetlemeye çalıştığımız bu anlayış, evrensel nedensellik yasasını,
sebep-sonuç ilişkisini geçersiz kılmaktadır. Oysa aklî yargıda esas olan,
nedensellik yasasıdır. Bu yasanın geçersizliğiyle, bir yaratıcının
varlığının kanıtlanmasına giden kapı kapatılmış olur ve bu durumda
artık varlıklar arasında neden-sonuç ilişkisinin geçersizliğini kanıtlamak
için ilâhî bir kitaba başvurmaya gerek kalmaz, zemin oluşmaz.

468 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

[O hâlde, Kur'ân ayetlerinin zahirine dayanarak böyle bir anlam çıkarmak
doğru değildir. Çünkü] Kur'ân'ın aklın açık bir hükmünü iptal
etmesi ve aklı doğal yargılamasından soyutlaması nasıl düşünülebilir?!
Tam tersine Kur'ân, gerçekliğini aklın hükmüyle ve vicdanın yargısıyla
kanıtlamaktadır. Sonuç olarak eğer Kur'ân, geçerliliği yönünde
etki gösteren kendi delilini (aklî hükmü) geçersiz kılarsa, bu aynı zamanda
kendisinin de geçersizliği demektir.

Bunları bu tür bir görüşe sürükleyen etken, paralel illetlerle zincirleme
illetleri birbirine karıştırmalarıdır. Oysa imkânsız olan, iki paralel
illetin/sebebin aynı düzlem üzerinde bir şeyin varlığına illet olmalarıdır.
Ancak eğer bu iki illet birbirlerinin paralelinde değil de uzantısında
olursa, her birinin kendi konumunda etkinlik göstermesinin sakıncası
olmaz. Örneğin, ateşin varlığına ilişkin eksiksiz bir illet, ateşin
varlığını gerektirdiği gibi sıcaklığın da varlığını gerektirir. Böyle bir durumda
sıcaklık üzerinde iki gereklilik bir arada değildir, birbirinden
bağımsız iki tam illet onun üzerinde etkinlik göstermemektedir. Tam
tersine, kendinden yukarıdaki başka bir illetin malulü olan bir illet
onun üzerinde etkinlik göstermektedir.

Daha dakik başka bir tabirle şunu şöyle söyleyebiliriz: Yukarıdaki görüşü
savunanların yanlışlığının kaynağı, fiilin kendisinden kaynaklandığı
etken anlamında fail ile fiilin kendisiyle gerçekleştiği etken anlamında
faili birbirine karıştırmış olmalarıdır. Bu konuda daha detaylı
açıklamalar başka yerlerden elde edilebilir.

Üçüncüsü: Bu görüş de kaynağı itibariyle ikincisine yakındır. Bu görüşü
savunanlar, yüce Allah'ın her şeyin yaratılmasını kendine izafe ettiğini,
bunun yanında yüce Allah'ın varlıklar arasında sebep-sonuç (illet-
malul) ilişkisini de vurguladığını gördüklerinde, şöyle bir sanıya
kapıldılar: "Varlıklar içinde açık ve bilinen bir illeti olan şeyin illeti
gerçekte o bilinen ilettir, yüce Allah değildir. Aksi takdirde tek bir malul
üzerinde iki bağımsız illetin etkinliği söz konusu olacaktır."
Bu anlayışı kabul ettiğimizde yüce Allah'ın etkinliği için varlıkları
meydana getirme, varlığını başlatma dışında bir alan bırakmamış oluruz.
Bu nedenle söz konusu görüşü savunanların yaratıcının varlığını,
varlıkları yoktan meydana getirme (burhan-ı hüdus) bağla

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 469

mında kanıtlamaya çalıştıklarını görüyoruz. İnsanın, önceden yok iken
var edilmesi, yeryüzünün yok iken meydana getirilmesi ve evrenin
önceden yok iken yaratılması gibi.

Buna bir de illetleri insan tarafından bilinmeyen olguların veya olayların
varlığını ekliyorlar. İnsanlarda, hayvanlarda ve bitkilerde bulunan
hayat ve ruh gibi olgular örneğin. Çünkü insan henüz bunların var olmasına
neden olan [doğal] illetleri belirleyebilmiş değildir. Bunların bilgice
sığ olanları buna sıradan insanların doğal nedenlerini kavrayamadıkları
bulutların oluşmasını, karın ve yağmurun yağmasını, kuyruklu
yıldızları, depremleri, kıtlığı, kuraklığı, salgın hastalıkları da ekliyor-lar.
Bunlardan birinin doğal sebebi anlaşılınca, ondan vazgeçip başka birini
ele alıyorlar. Ya da daha değişik bir konum alarak savunmaya geçiyorlar
veya hasımlarının görüşlerini kabul etmek zorunda kalıyorlar.
Bu görüşün bilimsel dildeki karşılığı [bazı kelâmcıların açıkladığı üzere]
şudur: Mümkün'ül-vücud/mümkün nitelikli [yani vücuda gelmesi
ve gelmemesi eşit olan, olmak ve olmamak hususunda bir sebebin
olmasını gerektiren] bir varlık, vacib'ül-vücud/varlığı zorunlu olan zata
ancak hüdusunda/meydana gelişi açısından muhtaçtır, bekasında/
varlığını sürdürmesi açısından değil. Kelâm ehlinin büyük bir kısmı
[Mutezile ekolu gibi] bu görüşte ısrar ediyorlar. Hatta bazısı açıkça
şunu söylemektedir: "Eğer vacib'ül-vücudun/varlığı gerekli olan zatın
yokluğu mümkün olsa bile, O'nun yokluğu evrenin varlığına zarar vermez."
(Allah bundan yüce ve münezzehtir.) Bizim kanaatimize göre
bu, İsrailiyat menşeli bir görüştür, bazı Müslüman araştırmacıların zihinlerine
bulaşmıştır. Bu anlayışın bir uzantısı da "Beda" ile "Nesh"in
imkânsızlığının savunulmasıdır. Bununla birlikte bu görüş hâlâ insanlar
arasında varlığını korumaktadır.

Her halükârda bu görüş, en düzeysiz vehimlerin tipik bir örneğidir.
Kur'ân'ın mantığı bunun tam aksini söylemektedir. Çünkü yüce Allah
evrende gözlemlenen ayetler aracılığıyla yaratıcının varlığını ve birliğini
kanıtlar. Bu, her tür yaratılışa egemen olan düzendir. Her şey varlığı
ve hayatının devamı açısından bu yasa doğrultusunda hareket
eder. Varlıklar bazında yaşanan değişimler, dönüşümler, eylemler,
etkilenmeler ve birinden kaynaklanıp bir başkasına ulaşan çıkarlar

470 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

hep bu düzen çerçevesinde meydana gelmektedir. Güneş, ay, yıldızlar,
bunların doğuşlarını ve batışlarını, insanların bundan elde ettikleri
kazançları, değişen mevsimler sonucu yeryüzündeki değişiklikleri,
denizleri, yeryüzünde akan nehirleri, bulutları ve yağmurları, insanların
faydalandıkları hayvanları, bitkileri, bunların yaşadıkları doğal hâller
ve tekvinî/varoluşsal dönüşümler şeklinde cereyan eden insanın
embriyodan, cenine, çocukluktan gençliğe, derken yaşlılığa, ihtiyarlığa
doğru yaşadığı süreci, gelişmeleri buna örnek gösterebiliriz.
Bütün bunlar, varlıklarını sürdürmeleri itibariyle "şeylere" dönük yönlerdir.
Bunların konuları ise, arazlarının ve eserlerinin illetidirler. Bir
dönem var olan bir toplam, ondan sonra oluşacak başka bir toplamın
illetidir. Dolayısıyla bugünün olayları yarının olaylarının illetleri, dünkü
olayların da malulleridirler.

Şayet olgular yaşadıkları olaylar, sergiledikleri etkileşimler, ortaya
koydukları eylemler itibariyle bekalarında/varlıklarını sürdürmede Allah'tan
müstağni ve bağımsız olsalardı, Kur'ân-ı Kerim'in şu parlak
kanıtlarının ve kesin belgelerinin, susturucu delillerinin hiçbirinin anlamı
olmazdı. Şöyle ki; Kur'ân, bu apaçık işaretleri iki açıdan kanıt
olarak kullanır:

Birincisi: Fail açısından. Bunu aşağıdaki ayetin benzerlerinde
gözlemleyebiliriz: "Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe edilir
mi?" (İbrâhîm, 10) Şurası kesin bir zorunluluktur ki, şu varlıkların
hiçbiri kendi kendini icat etmemiş, yaratmamıştır. Aynı şekilde kendi
benzeri olan bir varlık da onu meydana getirmemiştir. Çünkü
[mümkün'ül-vücud olduklarından/var olabilmek için bir var ediciye
ihtiyaç duyduklarından,] onun benzeri de tıpkı onun gibi bir var
edicinin var etmesine muhtaçtır. Eğer yaratma olgusu, bizzat var
olan, kendisine yokluk ârız olmayan bir var ediciye/vacib'ül-vücuda
gelip dayanmasaydı, objeler dünyasında hiçbir varlık var
olmayacaktı. Çünkü varlık elbisesi giyinen âlemdeki tüm varlıklar
(objeler dünyası) Allah'ın var etmesiyle mevcuttur. O Allah ki özü
itibariyle haktır; yokluğu, bozukluğu hiçbir şekilde düşünülemez, asla
Kdeısğaişciaksliığ; eva urğlırka âmleamz. indeki hiçbir yaratık, var olduktan sonra kendisini
vücuda getiren varlıktan (Allah'tan) müstağni olamaz. O hâl

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 471

de, bir şeyin bir şeyi meydana getirmesi, var etmesi, bir kazanın kızdırılması
gibi bir şey değildir: Kazan kızdırılır, böylece ısı kızdırandan
kızdırılana geçer, sonuçta kızdırılan şey sıcaklık niteliğine sahip olur;
kızdıransa ayrı bir varlık olarak kalır veya yok olur. Şimdi eğer bir şeye
varlık bahşetme bu tarzda olsaydı, varlık bahşedilen şey kendi başına
bir varlığa sahip olurdu, bizzat vacib'ül-vücud/hiçbir şekilde yok
olmayan ve varlığı zorunlu olan bir varlık olurdu, gereklilik vasfını edinirdi,
yok olmayı kabul etmezdi. Aksi takdirde çelişki olacaktı varlık
âleminde. Yalın fıtrî mantık bunu şu şekilde ifade ediyor: Eğer varlıklar
kendilerini var etme gücüne sahip olsalardı, bir şekilde Rablerinden
bağımsızlıkları söz konusu olsaydı, yok olmayı ve bozulmayı kabul
etmezlerdi. Çünkü bir şeyin kendisini iptal etmeyi ve mutsuz etmeyi
istemesi imkânsızdır.

Aşağıdaki ayetlerden bu sonucu çıkarmak mümkündür: "O'nun yüzü
(zatı) dışında her şey helâk olacaktır." (Kasas, 88) "Kendilerine ne zarar,
ne de yarar veremeyen; öldürmeyen, yaşatamayan, ölüleri diriltip
kabirden çıkarmayan..." (Furkan, 3) Yüce Allah'ın her şeyin sahibi olduğunu,
O'nun dışında varlıklara malik olan bir başkasının olmadığını,
her şeyin O'nun mülkü olduğunu, mülk olmaktan başka bir özelliklerinin
olmadığını ifade eden ayetlerin de buna delâlet ettiklerini gözlemleyebiliriz.
O hâlde varlıklar, oluşlarının ve meydana gelişlerinin başlangıcında
varlıklarını Allah'tan edindikleri gibi, varlıklarını ve hayatlarını sürdürmeyi
ve kalıcı kılmayı da O'ndan edinirler. Bir şeye varoluşun bahşedilişi
sürdükçe varlığı devam eder. Varoluşun bahşedilişi kesilince,
onun resmi, varlık levhasından silinir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Hepsine, onlara da, bunlara da Rabbinin ihsanından arttırarak veririz.
Rabbinin ihsanı kesilmiş değildir." (İsrâ, 20) Bunun gibi örnek gösterilecek
birçok ayet vardır.

İkincisi: Hedefler açısından. Bunu varlık âlemine egemen olan düzeni
vasfeden ayetlerden gözlemleyebiliriz. Bu ayetlerde anlatıldığı gibi,
varlık âlemi bir bütündür, parçaları birbiriyle kaynaşmıştır, boyutları
arasında tam bir uyum vardır. Parçalardan birinin hareketi, bir diğerinin
kemaline/varoluşsal olgunluğuna erişmesinin garantisidir. Bir-

472 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

birine bağlı zincirin bir tarafındaki gelişmeler, bir diğer tarafındaki
unsurların mutluluğunu gerçekleştirme amacına yönelik olabiliyor.
Örneğin insan, hayvanlar âlemine ve bitkiler âlemine egemen olan
düzenden yararlanmaktadır. Yine bitkiler toprağa ve atmosfere egemen
olan sistemden istifade eder. Aynı şekilde yeryüzünde yaşayan
varlıklar gökyüzündeki varlıklardan yardım görürler, gökyüzündeki
varlıklar da yeryüzündeki varlıklardan destek alırlar. Sonuç olarak
herkes ve her şey bütünlük içindeki bir düzen doğrultusunda hareket
eder. Her varlık türü, bu sistem dahilinde kendisi için öngörülen varoluşsal
mutluluğu gerçekleştirmeye yönelik olarak hareketini sürdürür.
Bu sayede varoluşsal açıdan istenen başarıyı, olumlu sonucu elde
eder. Bozulmamış bir fıtrat, diri bir şuur, bütün bunların üstün iradeli
ve bilgi sahibi bir zatın plânlaması, hikmetli ve her şeyden haberdar
birinin yönetmesi, yönlendirmesi ile olması ihtimalinden başkasını
kabul etmez.

Hiç kuşkusuz, sözünü ettiğimiz bu takdir/plânlama ve tedbir/yönetme,
varlıkların özlerini yaratma, mahiyetlerini icat etme ve gerçeklerini
kendileri için öngörülen bir kalıp içinde var etmekle gerçekleşir.
Öyle ki her biri, kendisi için öngörülen kalıp çerçevesinde kendisinden
istenen hareketleri, işleri yerine getirir; kendisi için belirlenen
süreçte varacağı menzile varır, dayanacağı sona dayanır. Ve her varlık
bu aşamaların tümünde kader sevk ve idaresi, kazâ/ilâhî öntasarımın
komutası altında sebepler bineğinin sırtında hareket eder.
Ulu Allah şöyle buyurur: "Yaratma ve emir O'nundur." (A'râf, 54) "Haberiniz
olsun, hüküm yalnız O'nundur." (En'âm, 62) "Herkesin yöneldiği
bir yönü vardır." (Bakara, 148) "Hüküm veren Allah'tır. O'nun hükmünün
ardına düşüp onu iptal edecek yoktur." (Ra'd, 41) "Her nefsin yaptığı
işin başında durandır." (Ra'd, 33)

Bu ve benzeri ayetler üzerinde düşünen bir kimse, bunların açık ve
anlaşılır anlamlarını, net içeriklerini görmezlikten gelerek bunları, Allah'ın
eşyanın özlerini, sahip oldukları özellikler ve kişilikler eşliğinde
yarattıktan sonra bir kenara çekildiği şeklinde yorumlayabilir mi? Bu
düşünceye göre, Allah eşyayı yarattıktan sonra bir kenara çekilip gelişmeleri
izlemektedir; izlemekten başka yapacak bir işi yoktur. Çün

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 473

kü varlıklar yaratıldıktan sonra içerdikleri sebep ve sonuç ruhu sayesinde
karşılıklı etkileşim ve belli bir düzen alma sürecine girdiler. Bağımsız
fiiller sergilemeye, bağımsız olarak etkilenmeye başladılar.
Onları yaratan da bir köşeye çekilmiş, bunların tümden yok olacakları
günü beklemektedir. O gün gelince de bunları yeniden yaratacak ve ilk
hayatında davetine olumlu karşılık verenleri ödüllendirecek, davete
karşı burun kıvırıp büyüklük taslayanları cezalandıracaktır. Çünkü onların
bu aykırı tutumlarına uzun bir zaman boyunca sesini çıkarmadan
sabretmiştir. Ancak kimi zaman da onların sergiledikleri bazı davranışları
yüzünden gazaba gelmiş, onların iradelerine karşı çıkmış, karşı
çıkma ve engelleme şeklinde kimi plânlarının etkinlik göstermesini
engellemiştir.(!)

Güya yüce Allah, kendi başlarına hareket eden varoluşsal sebep ve illetlerin,
kendi hoşnutluğuna aykırı veya hoşnutluğuyla örtüşmeyen
sonuçlar veren gelişmeler gösterdiklerini görünce, kimi zamanlarda
bir köşeye çekilmişliğine son vererek, rızasına uygun olaylar meydana
getirecek şekilde varlık âlemindeki gelişmelere müdahale ediyor.
Ama müdahale ettiği zaman da, o hususta egemen olan nedensellik
yasasını iptal ediyor, geçersiz kılıyor. Çünkü eğer istediğini varlık âlemine
egemen olan nedenler ve illetler yoluyla meydana getirecek
olursa bu, onların iddialarına göre, varoluşsal nedenlerin etkinliği anlamına
gelecektir, O'nun değil. Bu düşünceyi savunanların peygamberler
aracılığıyla gerçekleşen mucizelerin, olağanüstü gelişmelerin
sadece ilâhî irade doğrultusunda ve evrensel nedensellik yasasını
geçersiz kılarak gerçekleştiğini söylemekte ısrar etmelerinin sırrı da
böylece anlaşılıyor. Ancak bu demektir ki, bu iş, varoluşsal nedenselliğin,
genel illiyet/nedensellik yasasının geçersiz kılınması suretiyle
meydana geliyor. Bu ise onların, "Eşya varoluşu itibariyle Allah'a
muhtaçtır, ama varlığını sürdürme hususunda O'na muhtaç değildir."
şeklindeki iddialarını çürütecek bir olgudur. [Çünkü görüldüğü gibi
onlara da bazı hususlarda Allah'ın müdahalesi söz konusudur.]

Bu düşünceyi savunanların önünde, şu iki seçenekten birini kabul
etmekten başka bir çıkar yol yoktur: Ya evrenin onca genişliği ve egemen
sistemiyle Allah'tan bağımsız olduğunu, hiçbir şekilde O'na

474 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

muhtaç olmadığını, evrende meydana gelen gelişmeler ve dönüşümler
üzerinde Allah'ın herhangi bir etkisinin olmadığını, yalnızca başlangıçta
ilk yaratma bağlamında O'na ihtiyaç duyduğunu, bundan
sonra varlığını sürdürmekte O'na muhtaç olmaktan kurtulduğunu,
yaratıcı-ya-ratılan birlikteliğinin sona erdiğini söyleyecekler. Ya da
"şey" ismini alan her varlığın Allah tarafından yaratıldığını, her şeyin
varlığını O'ndan aldığını, varoluş ve varlığını sürdürme hususunda
tamamen O'na muhtaç olduğunu, bir göz açıp kapama anı kadar bile
olsa hiçbir zat/öz ve fiilin Allah'tan müstağni olamayacağını söyleyecekler.
Ancak sen, ayetlerin tefsiri çerçevesinde Kur'ân esaslı incelemenin
bu iki görüşten birincisini reddettiğini öğrenmiş oldun. Çünkü ayetler,
yaratılış olgusunu alabildiğine geniş boyutlarda ele alıyorlar, gaybî
egemenliği eşyanın içini, dışını, önünü, sonunu, özünü, fiillerini, oluşunu
ve varlığını sürdürüşünü kapsayacak şekilde genelleştiriyorlar.
O hâlde doğru olan, ikinci görüştür. Zaten aklî araştırma da sonuç itibariyle
Kur'ân ayetlerinden algılanan gerçekleri destekler niteliktedir.

Buraya kadar yapılan açıklamalardan şu anlaşılıyor: "Allah her şeyin
yaratıcısıdır." ifadesinin zahiri, yaratılışın kapsayıcılığını, genelliğini
ortaya koymaktadır. Bunu daha özel bir alana indirgeyecek ne aklî,
ne de şer'î bir kayıt ve gerekçe söz konusudur.
* * *

104) (Ey Resulüm, müşriklere de ki:) "Doğrusu size Rab-binizden basiretler
(kanıtlar) geldi. Artık kim görürse yararı kendisine, kim de kör olursa
zararı kendisinedir..."


Mecma'ul-Beyan adlı eserde şöyle deniyor: "el-Basireh; bir şeyin olduğu
gibi görülmesini sağlayan kanıt ve nişane demektir. el-Besair,
ise onun çoğuludur." (Mecma'ul-Beyan'dan alınan alıntı burada son
buldu.) Bir görüşe göre; göz için görme ne ise, kalp için de basiret aynı
konumdadır. Aslında bu kelimenin kökeninde yatan anlam, objeler
dünyasında gözlemlenen şeyin zihne yansıması ve gerçeğine ulaşılması
için algılayıcı güçlerin en güçlülerinden sayılan görme duyusu
ile algılayıştır. Ayette geçen görme ve körlük, bilgi ve cehalet veya

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 475

iman ve küfürdür.

Yüce Allah burada, "Doğrusu size Rabbinizden basiretler geldi." demekle,
sanki önceki ayetlerde tekliğine, ortaklarının bulunmadığına ilişkin
olarak sunulan apaçık kanıtlara işaret ediyor. Bunun anlamı şudur:
"Önceki ayetlerde yer alan bu kanıtlar, Rabbiniz tarafından bana gelen
vahiy kanalıyla size gönderilen basiretler ve apaçık kanıtlardır." -Hitap
Peygamber efendimizin (s.a.a) dilice yapılmıştır.- Ardından muhataplara,
yani müşriklere şu hatırlatmada bulunuluyor: "Siz istediğiniz gibi
davranmakta serbestsiniz; ister gerçekleri görürsünüz, ister kör olmayı
tercih edersiniz. Ama Allah'tan gelen gerçekleri görmeniz sizin lehinize,
kör gibi davranıp burun kıvırmanız da sizin aleyhinize olacaktır."

Buradan anlıyoruz ki, onlar üzerinde bekçi, gözetleyici ifadesiyle, nefislerinin
durumunun ve kalplerinin yönlendirilişinin Allah'a bağlı olduğu
kastediliyor. Bununla Peygamber'in varoluşsal olarak onların
üzerinde bekçi olmadığı, sadece onlara öğüt verdiği anlatılıyor. Bu açıdan
ayetin, önceki ayetlerle, hemen sonrasındaki ayet arasında yer
alan bir ara cümle görüntüsü verdiğini fark ediyoruz. Ayet, Peygamber'in
lisanından Allah tarafından yöneltilmiş bir hitaptır. Şöyle ki o,
soydaşlarına ilâhî mesajla gönderilmiş bir elçidir. Soydaşlarına Allah-
'ın mesajını iletiyor, bunu iletirken kendisinden onları dinlemeye ve
itaat etmeye sevk edecek heyecanlandırıcı sözler de söylüyor, sadece
öğüt vermeyi amaçladığını göstererek ve yıkıcı hiçbir amacın peşinde
olmadığını vurgulamakla onları ilâhî mesaja uymaya teşvik ediyor.

105) İşte böylece ayetleri döne döne (çeşitli biçimlerde) açıklıyoruz ki,
"Sen ders almışsın." desinler...


Bazıları ayetin orijinalinde geçen "dereste" fiilini, hitap sıygasıyla
"dâraste", bazıları da gaip sıygasıyla ve müennes kalıbında "dereset"
şeklinde okumuşlar. Bir görüşe göre, ayetin orijinalinde geçen "nusarrifu"
fiilinin mastarı olan "tasrif" (döne döne açıklama); ardışık ifadelerin
içerdiği anlamlar düzleminde sürekli yinelenen anlamın,
çeşitli yararların bir araya getirilmesi amacıyla uyarlanması demektir.
"De-reste" ifadesinin kökü, "ders"tir. Bu da okuma yoluyla öğrenme
ve öğretme demektir. "Dâreste" şeklindeki okuyuşta da bu anlam
esastır. Ancak bir kelimede çekimden dolayı harf arttıkça, bu,

476 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

anlamın da arttığını gösterir. "Dereset" olarak gaip sıygasıyla ve müennes
kalıbına uyarlandığında ise, "dürûs" kökünden geldiği kabul
edilir. Bu da, izlerin silinmesi demektir. Yani bu sözler silinip gitti.
Tıpkı, "Bunlar önceki kuşakların efsaneleridir." demeleri gibi.
Bu durumda ayette şöyle bir anlamın kastedildiğini söyleyebiliriz: İşte
bu örnekteki gibi ayetleri döne döne açıklıyoruz, değişik şekillerde
açıklamalar getiriyoruz. Bunu yaparken birçok anlam güdüyoruz. En
başta şu bedbahtların bedbahtlıklarını iyice ileri götürüp seni ey Muhammed,
başkasından, Ehlikitap'tan ders alımı olmakla suçlamalarını
hedefliyoruz. Veya, "Bu tür sözler silindi, bunların devirleri geçti;
artık bugün işe yaramazlar." demelerini bekliyoruz. Bir diğer amacımız
da bunları, kalplerini temizleyerek, göğüslerini ona doğru açarak
bilen bir topluluğa açıklamaktır. Bu açıdan tefsirini sunduğumuz ayeti,
şu ayete benzetebiliriz: "Biz Kur'ân'dan öyle bir şey indiriyoruz ki o,
müminler için şifa ve rahmettir; zalimlerin ise yalnızca ziyanını artırır."
(İsrâ, 82)

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

el-Kâfi'de, müellif kendi rivayet zinciriyle Fudayl b. Yesar'dan şöyle
aktarır: İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediğini duydum: "Allah
vasfedilmez. Hem nasıl vasfedilsin ki! Oysa kitabında, 'Allah'ı, şanına
yaraşır biçimde ululamadılar.' diyor. O'nu hangi oranda tanımlamaya
çalışırlarsa çalışsınlar, Allah o orandan yücedir." [c.1, s.103, h: 11]
ed-Dürr'ül-Mensûr adlı tefsirde, İbn-i Cerir, İbn-i Münzir, İbn-i Ebî
Hatem, Ebu'ş-Şeyh ve İbn-i Mürdeveyh İbn-i Abbas'tan, "Allah'ı, şanına
yaraşır biçimde ululamadılar." ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet
ederler: "Onlar, Allah'ın kendilerine güç yetirebileceğine inanmayan
kâfirlerdir. Kim Allah'ın her şeye güç yetirdiğine inanırsa, o Allah'ı şanına
yaraşır biçimde ulalamıştır. Kim de buna inanmamışsa, Allah'a
şanına yaraşır biçimde iman etmemiştir. 'Çünkü, 'Allah, hiçbir beşere
bir şey indirmedi.' dediler.' ayetinde ise İsrailoğulları'ndan bazı kimseler
kastediliyor. Yahudiler demişlerdi ki: 'Ey Muhammed, Allah sana bir
kitap mı indirdi?' Hz. Muhammed (s.a.a), 'Evet.' deyince, şöyle demiş

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 477

lerdi: 'Allah'a andolsun ki, Allah gökten bir kitap indirmiş değildir.' Bunun
üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: Ey Muhammed de ki: Öyleyse
Musa'nın, bir nur ve insanlara yol gösterici olarak getirdiği kitabı kim
indirdi?... (Resulüm,) sen 'Allah (onu indirdi.)' de." [c.3, 38-39]
Ben derim ki: Rivayetin başlangıç ifadelerinde yer alan anlamın, ayetin
zahirine aykırı olduğunu daha önce açıklamıştık. Tam tersine ayetin
zahiri, "Allah, hiçbir beşere bir şey indirmedi." sözünü söyleyenlerin,
Allah'ı, şanına yaraşır biçimde ululamayanlar olduklarını göstermektedir.
Aynı eserde İbn-i Ebî Hatem ve Ebu'ş-Şeyh Süddî'den, "Çünkü, 'Allah,
hiçbir beşere bir şey indirmedi.' dediler." ifadesiyle ilgili olarak şöyle
rivayet edilir: "Yahudi Finhas, 'Allah Muhammed'e hiçbir şey indirmemiştir.'
demişti." [c.3, s.39]

Ben derim ki: [Bu rivayet sahih değildir. Çünkü] anlatan (ayet) ile anlatılan
(Finhas'ın sözleri) arasındaki çelişki, anlamı bozacak boyutlardadır.
[Çünkü ayet genel anlamda hiçbir beşere bir şey indirilmediğini
söylerken, rivayete göre Finhas sadece Hz. Muhammed'e (s.a.a) bir
şey indirilmediğini söylüyor. Bu da açık bir çelişkidir.] Aradaki bu fahiş
ihtilâfla birlikte Süddî'den rivayetin anlam olarak aktarıldığı ihtimalini
de kabul etmek mümkün değildir.

Aynı eserde İbn-i Cerir, İbn-i Münzir, İbn-i Ebî Hatem Said b.
Cübeyr'den şöyle rivayet ederler: "Malik b. Seyf adlı bir Yahudi Peygamberimizin
(s.a.a) yanına geldi ve onunla tartıştı. Peygamberimiz
ona şöyle dedi: 'Seni Tevrat'ı Musa'ya indiren Allah adına yemine veriyorum;
Tevrat'ta Allah'ın şişman hahamları sevmediğine ilişkin bir
ifadeye rastladın mı?' Adamın kendisi şişman bir hahamdı. Bu söz
üzerine kızdı ve 'Allah'a yemin ederim; Allah, hiçbir beşere bir şey indirmemiştir.'
dedi. Bunun üzerine arkadaşları, 'Yazıklar olsun sana.
Allah Musa'ya da mı indirmedi?' dediler. O, 'Allah hiçbir beşere bir
şey indirmedi.' dedi. Bu olay üzerine, 'Allah'ı, şanına yaraşır biçimde
ululamadılar.' ayeti indi." [c.3, s.39]

Aynı eserde İbn-i Mürdeveyh Büreyde'den şöyle rivayet eder: Resulullah
buyurdu ki: "Ümm'ül-Kura (kentlerin anası) Mekke'dir." [c.3,
s.39-40]

478 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Tefsir'ul-Ayyâşî'de Ali b. Esbat'tan şöyle rivayet edilir: İmam Bâkır'a
(a.s) sordum: "Hz. Peygamber'e (s.a.a) neden 'ümmî' adı verildi?" Buyurdu
ki: Bu ifade onun Mekke'ye (Ümm'ül-Kura) mensubiyetini göstermeye
yöneliktir. Çünkü yüce Allah, 'kentlerin anası ve çevresindeki
insanları uyarman için' buyurmuştur. Ümm'ül-Kura Mekke'dir; çevresi
de Taif'tir." [c.2, s.31, h:76]

Ben derim ki: Bu rivayeti esas aldığımız zaman, "kentlerin anası ve
çevresindeki insanları uyarman için" ayetini, "En yakın akrabanı
uyar." (Şuarâ, 214) ayetiyle aynı mesajı vurgulamaya yönelik olarak
algılamamız gerekir. Belli bir grubun uyarılmasına ilişkin emir ile
mesajın tüm insanlara yönelik olması arasında bir çelişki yoktur.
Bu gerçeğe birçok ayette işaret edilmiştir: "ki onunla sizi ve ulaştığı
herkesi uyarayım..." (En'âm, 19) "O sadece âlemlere bir öğüttür."
(En'âm, 90) "De ki: Ey insanlar, ben sizin hepinize gönderilen... bir elçiyim."
(A'râf, 158)

Tefsir'ul-Ayyâşî'de Abdullah b. Sinan'dan şöyle rivayet edilir: "İmam
Cafer'den (a.s), 'De ki: 'Öyleyse... kitabı kim indirdi?'...Siz onu parça
parça kâğıtlar hâline getirip (istediğinizi) açıklıyorsunuz, çoğunu da
gizliyorsunuz.' ayetini sordum. Buyurdu ki: Yahudiler Tevrat'tan dilediklerini
gizliyor, dilediklerini de insanlara açıklıyorlardı."
İmam'dan (a.s) aktarılan diğer bir rivayette de şöyle deniyor: "Yahudiler
Tevrat'ı kâğıtlara yazıyor, sonra dilediklerini insanlara açıklı-yor,
dilediklerini gizliyorlardı." İmam devamla şöyle buyurdu: "İndirilen
her kitap ilim ehlinin yanındadır." [c.1, s.369, h: 98 ve 59]
Ben derim ki: İlim ehlinden maksat, Ehlibeyt İmamlarıdır (hepsine
selâm olsun).

ed-Dürr'ül-Mensûr adlı tefsirde, "Allah'a karşı yalan uydurandan...
daha zalim kim olabilir?!" ayetiyle ilgili olarak şöyle deniyor: Hâkim
el-Müstedrek adlı eserinde Şurahbil b. Sad'dan şöyle rivayet eder: "Abdullah
b. Ebî Sarah hakkında, 'Allah'a karşı yalan uydurandan ya da
kendisine hiçbir şey vahyedilmemişken, 'Bana vahyolundu.' diyenden
yahut, 'Ben de yakında Allah'ın indirdiğinin benzerini indireceğim.' diyenden
daha zalim kim olabilir!' ayeti inmiştir. Resulullah (s.a.a) Mek

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 479

ke'ye girince bu adam süt kardeşi Osman'ın yanına kaçtı. Osman da
Mekkeliler güvene kavuşuncaya kadar onu yanında sakladı, sonra
gelip onun için Peygamber'den eman istedi." [c.3, s.30]
Aynı eserde İbn-i Cerir ve Ebu'ş-Şeyh İkrime'den, "Allah'a karşı yalan
uydurandan ya da kendisine hiçbir şey vahyedilmemişken, 'Bana
vahyolundu.' diyenden... daha zalim kim olabilir?!" ayetiyle ilgili olarak
şöyle rivayet edilir: "Bu ayet secili sözler söyleyip kehanette bulunan
yalancı peygamber Müseyleme hakkında inmiştir. 'Ben de yakında
Allah'ın indirdiğinin benzerini indireceğim.' ifadesi de Abdullah
b. Sa'd b. Ebî Sarah hakkında inmiştir. Bu adam Peygamberimizin
(s.a.a) vahiy katipliğini yapıyordu. Kendisine 'Azîzun hakîm' olarak
yazması söylenen ifadeleri, 'Gafûrun rahîm' şeklinde değiştirerek
yazıyordu. Sonra halk kendisine ayeti yanlış yazdığını söylediğinde,
'Ne fark eder, ikisi de aynıdır.' diyordu. Derken İslâm'dan döndü ve
Kureyşlilere katıldı." [c.3, s.30]

Ben derim ki: Yukarıda sunduğumuz rivayetin dışında başka kanallardan
da aynı anlamı içeren birçok rivayet aktarılmıştır.

Tefsir'ul-Kummî'de deniyor ki: Bize babam anlattı, o da Safvan-dan
duymuş, ona İbn-i Meskan anlatmış, o da Ebu Basir'den İmam Cafer'in
(a.s) şöyle buyurduğunu rivayet etmiş: "Abdullah b. Sa'd b.
Ebî Sarah Osman'ın süt kardeşiydi. Medine'ye geldi, Müslüman oldu.
Güzel yazı yazardı. Peygamberimize (s.a.a) vahiy indiğinde,
Peygamber onu çağırır, indirilen ayetleri yazmasını isterdi.
Resulullah (s.a.a) ona, 'Allah işitendir, görendir.' dediğinde o, 'Allah
işitendir, bilendir.' şeklinde, 'Allah yaptıklarınızdan haberdardır.'
dediğinde o, 'Allah yaptıklarınızı görendir.' şeklinde yazardı. Ayrıca
'ta' ve 'ya' harflerini farklı yazardı. Resulullah (s.a.a) ise ona, bunların
fark etmediğini söylerdi."
"Derken dinden dönüp kâfir oldu ve Mekke'ye geri döndü. Kureyşlilere
şöyle dedi: 'Allah'a yemin ederim, Muhammed ne dediğini bilmiyor.
Ben onun dediklerinin benzerlerini söylüyorum, buna rağmen
benim yazdıklarıma itiraz etmiyor. O hâlde ben de Allah'ın indirdiği
gibi indiriyorum.' Bunun üzerine yüce Allah Peygamberi'ne (s.a.a) şu
ayeti indirdi: Allah'a karşı yalan uydurandan ya da kendisine hiçbir

480 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

şey vahyedilmemişken, 'Bana vahyolundu.' diyenden yahut, 'Ben de
ya-kında Allah'ın indirdiğinin benzerini indireceğim.' diyenden daha
zalim kim olabilir?!"

"Resulullah (s.a.a) Mekke'yi fethettiği zaman onun öldürülmesini emretti.
Osman elinden tutarak mescitte bulunan Resulullah'ın (s.a.a)
yanına getirdi ve dedi ki: 'Ya Resulallah, onu affet.' Resulullah (s.a.a)
sustu. Osman isteğini tekrarladı. Bunun üzerine Resulullah (s.a.a),
'Onu sana bağışlıyorum.' dedi. Adam çekip gidince Resulullah (s.a.a),
'Ben size, kim onu görürse öldürsün demedim mi?' Bunu duyan bir
adam dedi ki: 'Ya Resullah, benim gözüm sendeydi, onu öldürmek için
bir işaretini bekliyordum.' Bunun üzerine Resulullah şöyle buyurdu:
'Peygamberler işaretle adam öldürtmezler.' Böylece adı geçen
adam Mekke fethinden sonra azatlılardan, canları bağışlananlardan
oldu." [c. 1, s.210-211]

Ben derim ki: Aynı anlamı içeren başka rivayetler el-Kâfi'de, Tefsir'ul-
Ayyâşî'de1 ve Mecma'ul-Beyan'da2 çeşitli kanallarla İmam Bâkır ve
İmam Sadık'tan (her ikisine selâm olsun) rivayet edilmiştir.
Bazı tefsir bilginleri, bu hikâyeyi İkrime ve Süddî kanalıyla aktardıktan
sonra şöyle demişlerdir: "Bu iki rivayet asılsızdır. Çünkü Mekke
döneminde inen hiçbir surede, 'semîen alîmen=duyan ve bilen', 'alîmen
hakîmen=ilim ve hikmet sahibi' ve 'azîzun hakîmun=güç ve
hikmet sahibi' ifadeleri geçmez. Sadece İbn-i Abbas'tan, En'âm suresinden
sonra [Mekke'de] inen Lokmân suresinin Medine'de indiği rivayet
edilen ayetlerinden 'azîzun hakîmun' ifadesini içeren ayetle
ondan sonraki iki ayeti bu genellemenin dışında tutmak gerekir. Nitekim
el-İtkan adlı eserde de aynı görüşe yer verilmiştir."
Mezkur müfessir bunların ardından, "Bazılarının, 'Bu ayetin Medine'-
de indiği ihtimali vardır.' görüşüne ihtiyaç olmadığı gibi buna ilişkin
rivayet sahih de değildir." dedikten sonra devamla şöyle der:
"Rivayet edilir ki: 'Abdullah b. Sa'd dinden döndükten sonra Kur'-ân'a
eleştiriler getirmeye başladı.' Belki de o, rivayette kendisine izafe edi-
---------------------
1- [c.1, s.369, h: 60]
2- [c.4, s.335]

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 481

len sözlerin bir kısmını sırf yalan ve iftira olarak söylemiştir. Çünkü
onun vahiy katipliği yaptığı dönemlerde inen surelerin hiçbirinde onun
üzerinde oynadığını söylediği ifadelere benzer ifadeler yer almaz.
Kaldı ki o, Mekke'nin fethinden önce yeniden İslâm'a dönmüştü. Eğer
söy-lediği gibi Kur'ân ifadeleri üzerinde tasarrufta bulunmuş, Peygamberimiz
(s.a.a) de onun bu söylediklerini onaylamış olsaydı ve bu
nedenle Peygamber'e indirilenlerin vahiy olmasından şüpheye düşseydi,
artık tekrar İslâm'a dönüş yapmazdı." (Adı geçen müfessirden
yaptığımız alıntı burada sona erdi.)1

Daha önce İmam Bâkır ve İmam Sadık'tan (her ikisine selâm olsun)
aktarılan muteber rivayetlerde Abdullah b. Ebî Sarah kıssasının Mekke'de
değil, hicretten sonra Medine'de gerçekleştiği belirtilmişti. Ehlisünnet
kanallarından aktarılan rivayetlerden ise, olayın Mekke'de
gerçekleştiği net olarak anlaşılmıyor. Hatta bu rivayetlerin zahirinden
hareketle olayın Medine'de gerçekleştiği sonucuna varmak da mümkündür.
Kur'ân surelerinin tertibi hususunda dayanak olarak kabul
edilen İbn-i Abbas rivayeti ise, adı geçen müfessirin reddettiği rivayetlerden
daha güçlü değildir.

İbn-i Ebî Sarah'ın Mekke'nin fethinden önce kendi rızasıyla Müslüman
olduğuna ilişkin ifadesine gelince, gerek Şiî ve gerekse Sünnî
kanallardan aktarılan rivayetlerde onun Mekke'nin fethine kadar
Müslüman olmadığı belirtilmektedir. Resulullah efendimiz (s.a.a) onun
kanını helâl bilmiş, öldürülmesini emretmişti. Fakat Osman onun
canının bağışlanması için şefaatçi olunca Peygamberimiz onu
bağışlamıştı.

Fakat rivayetlerin zahiri açısından bir problem kalıyor. Tefsirini sunduğumuz
ayette geçen, "Ben de yakında Allah'ın indirdiğinin benzerini
indireceğim, diyenden." ifadesiyle, İbn-i Ebî Sarah'ın söylediği rivayet
edilen, "Ben de Allah'ın indirdiğinin benzerini indiriyorum." ifadesi
arasında belirgin bir örtüşme söz konusu değildir.
Kaldı ki, "Allah'a karşı yalan uydurandan ya da kendisine hiçbir şey
vahyedilmemişken, 'Bana da vahyolundu.' diyenden yahut, 'Ben de
1- [el-Menâr, c.7, s.625]

482 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

yakında Allah'ın indirdiğinin benzerini indireceğim.' diyenden daha
zalim kim olabilir?!" ifadesinin Medine'de inmiş olması, bu ifadeyle,
bundan sonraki ayet arasındaki belirgin bağlantı ile bağdaşmıyor.
Eğer bu ifade Medine'de inmişse, o zaman iki ayetin birlikte Medine'de
inmiş olmaları daha uygun olurdu.

Başka bir rivayet daha var. Bu rivayette ayete ilişkin başka bir iniş
sebebinden söz ediliyor. Bunu Abd b. Humeyd, İkrime'den şöyle rivayet
etmiştir: "Ve'l-mürselâti urfen. Fe'l-âsifâti asfen ('Andolsun, birbiri
ardınca gönderilenlere. Esip savuranlara' -Mürselât Suresi-) ayetleri
inince, Abduddaroğulları'ndan Nazr, 'Fe't-tâhinâti tahnen, fe'l-âcinâti
acnen' ('Andolsun; un öğütenlere, hamur yoğuranlara...') diyerek ayetle
alay eder biçimde kafiyeli sözler sıraladı. Bunun üzerine yüce Allah,
'Allah'a karşı yalan uydurandan ya da kendisine hiçbir şey
vahyedil-memişken, 'Bana vahyolundu.' diyenden... daha zalim kim
olabilir?!' ayetini indirdi." [ed-Dürr'ül-Mensûr, c.3, s.30]
Tefsir'ul-Ayyâşî'de Selâm'dan, o da İmam Bâkır'dan (a.s), "bugün alçaklık
azabıyla cezalandırılacaksınız." ayetiyle ilgili olarak şu açıklama
rivayet edilir: "Burada kastedilen kıyamet günü çekilen susuzluktur."
[Tefsir'ul-Ayyâşî, c.1, s.370, h: 63]

Ben derim ki: Aynı hadis, Tefsir'ul-Ayyâşî'de Fuzayl'den, o da İmam
Cafer Sadık'tan (a.s) rivayet edilir. Orada, "Kastedilen, susuzluktur."
şeklinde bir açıklama getirilmiştir. [c.1, s.370, h: 63]

el-Kâfi'de müellif kendi rivayet zinciriyle İbrahim'den, o da İmam Cafer'den
(a.s) şöyle rivayet eder: "Yüce Allah Âdem'i yaratmak isteyince
Cebrail'i cuma gününün ilk saatlerinde gönderdi. Cebrail sağ elini
yedinci gökten (yere) en yakın (olan) göğe kadar uzattı ve her gökten
bir toprak parçası aldı. Sonra (sol elini) yedinci yerden uzak yedinci
yere kadar uzattı ve her birinden bir avuç (toprak) aldı. Sonra yüce Allah
emredeceği kelimeyi emretti. Bunun üzerine Cebrail, ilk aldığını
sağ elinde, ikinci aldığını da sol elinde tuttu. Sonra avucundaki çamuru
iki kısma ayırdı. Sonra yerden yerden aldığı çamurun yarısından
birtakım zürriyetler yarattı, gökten aldığı çamurun yarısından da
birtakım zürriyetler yarattı. Sağında olanlara dedi ki: 'Elçiler, nebiler,
vasiler, sıddıklar, müminler, şehitler ve onurlandırmak istediğim

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 483

kimseler senden olacaktır.' Böylece onlar için söyledikleri, söylediği gibi
gerekli oldu. Solunda olanlara da şöyle dedi: 'Zorbalar, müşrikler,
münafıklar, ta-ğutlar ve alçaltmak veya mutsuz etmek istediklerim de
senden olacaktır.' Böylece onlar için de Allah'ın dedikleri, dediği gibi
gerekli oldu."

"Sonra her iki çamurun diğer yarıları birbirine karıştırıldı. İşte şu ayette
buna işaret edilmiştir: 'Taneyi ve çekirdeği yaran, şüphesiz Allah'-
tır.' 'el-Habb=tane' müminlerin tıynetidir, yaratılış hamurudur. Allah
bu tıyneti, bu hamuru kendi sevgi ve muhabbeti ile yoğurmuştur.
[Çünkü 'muhabbet' kelimesinin kökü, 'h b b'dir.] 'en-Neva=çekirdek'
ise kâfirlerin tıynetidir, yaratılış hamurudur. O kâfirler ki, her türlü hayırdan
uzaktırlar. 'en-Neva' diye isimlendirilmesi, [sözlük anlamı itibariyle]
haktan yüz çevirip uzaklaşmasından dolayıdır."

"Yine ulu Allah şöyle buyurmuştur: 'Ölüden diriyi çıkaran, diriden de
ölüyü çıkarandır.' Bu ayette geçen diriden maksat, kâfirin yaratılış
hamurundan, tıynetinden çıkarılan mümindir. Diriden çıkarılan ölüden
maksat da müminin tıynetinden, yaratılış hamurundan çıkarılan
kâfirdir. O hâlde diri mümindir, ölü de kâfirdir. Şu ayette buna işaret
edilmiştir: 'Yoksa ölü iken dirilttiğimiz...' Ölü olması, yaratılış hamurunun
kâfirin yaratılış hamuruyla karışık olması hâlidir. Diriltilmesi
ise, yüce Allah'ın ezelî kelimesiyle onları birbirinden ayırmasıdır. Yüce
Allah, mümini karanlığa girdikten sonra doğum aracılığıyla aydınlığa
çıkarır. Kâfiri de [doğum aracılığıyla] içinde bulunduğu aydınlıktan
karanlığa sokar. İşte şu ayette buna işaret edilmiştir: 'Diri olanı uyarsın
ve kâfirlere azap hak olsun diye...'" [c.2, s.5-6, h: 7]

Ben derim ki: Bu rivayet, insanların yaratılış hamurlarına, tıynetlerine
ilişkin hadislerden biridir. İnşaallah yeri gelince bu tür rivayetler üzerinde
duracağız. Yukarıda sunduğumuz rivayette "el-habb=tane" ve
"en-neva=çekirdek" kelimelerinin bilinen anlamlarına rağmen mümin
ve kâfirin tıyneti şeklinde yorumlanması, batinî anlama bir örnektir;
yoksa zahirî anlam açısından böyle sonuç elde edilmez. Bundan başka
rivayetlerde de bu tür anlamları ifade eden cümleler yer almıştır.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de, "geceyi dinlenme zamanı... kılan O'dur." ifadesiyle
ilgili olarak Hasan b. Ali b. bint-i İlyas'tan şöyle rivayet edilir: İ-

484 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

mam Rıza'dan (a.s) şunları dinledim: "Allah geceyi dinlenme zamanı
yapmıştır. Kadınları da dinlenme aracı kılmıştır. Geceleyin evlenmek
ve yemek yedirmek sünnettir." [c.1, s.371, h: 67]

Aynı eserde Ali b. Ukbe babasından, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s)
şöyle rivayet eder: "Eşlerinizle geceleri birleşin. Çünkü Allah geceyi
dinlenme, rahat etme zamanı kılmıştır. İhtiyaçlarınızı gece vakti temin
etmeye kalkışmayın." [c.1, s.371, h: 68]

el-Kâfi'de müellif kendi rivayet zinciriyle Yunus'tan, o da bizim mezhebimize
mensup bazı âlimlerden, onlar da İmam Ebu'l-Hasan'dan
(a.s) şöyle rivayet eder: "Allah peygamberleri nübüvvet üzere (peygamberlik
hamurundan) yaratmıştır. Onlar peygamberden başkası
olamazlar. Müminleri iman üzere yaratmıştır; onlar da ancak mümin
olurlar. Bazı kimselere de imanı ödünç olarak verir. Dilerse onların
imanlarını tamamlar, dilerse onu tamamen onlardan alır. 'Kiminiz istikrara
kavuşmuş, kalış yerine yerleşmiştir; kiminiz de emanet olarak
konulmuştur." ifadesi bu anlama yorumlanır. İşte falan adam, [ikinci
kısımdandı,] emanet bırakılan biriydi. Fakat bizim (Ehlibeyt) aleyhimize
yalan sözler söyleyince Allah imanı ondan aldı." [c.2, s. 418, h: 4]

Ben derim ki: "Müstevda'=emanet bırakılan yer" ve "mustakarr= konulan
yer" ifadelerinin imanın iki kısmı şeklinde yorumlanmasına ilişkin
olarak Ehlibeyt İmamlarından aktarılan birçok rivayet vardır. Bunları
Tefsir'ul-Ayyâşî [c.1, s.371, h: 69] ve Tefsir'ul-Kummî'de [c.1, s.212]
bulmak mümkündür. Yukarıda sunduğumuz rivayet ise, genel bir ifadenin
özel bir duruma uyarlanması, tatbik edilmesi şeklinde izah edilebilir.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de Sa'd b. Said Ebu'l-Esbağ'dan şöyle rivayet edilir:
İmam Cafer Sadık'ın (a.s) "Mustakarr ve müstevda'" ifadeleriyle ilgili
olarak şöyle dediğini duydum: "Mustakarr'dan maksat, ana rahmi;
müstevda'dan maksat da babanın sulbüdür. Bazen de bir insana
iman emanet olarak verilir, ama daha sonra bu iman ondan alınabilir."
[c.1, s.371, h: 71]

Aynı eserde Südeyr'den şöyle rivayet edilir: Hamran'ın İmam Bâkır'a,
"O, gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratandır." ayetinin anlamını
sorduğunu duydum. İmam ona şu karşılığı verdi: "Allah, bütün
eşyayı önceden bir örnek olmaksızın yoktan var etti. Gökleri ve

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 485

yerleri de bir örnek edinmeksizin yoktan var etti. Oysa onlardan önce
gökler ve yerler yoktu. Şu ayeti duymadın mı: 'Onun arşı su üzerindeydi.'"
[c.1, s.373, h: 77]

el-Kâfi'de müellif kendi rivayet zinciriyle Abdullah b. Sinan'dan, o da
İmam Cafer'den (a.s), "Gözler O'nu görmez..." ayetiyle ilgili olarak
şöyle rivayet eder: "Burada insanın tasavvur gücünün O'nu kuşatması
kastedilmiştir. Şu ayeti görmediniz mi: 'Size Rabbinizden basiretler
geldi.' Burada basiret göz anlamında kullanılmamıştır. 'kim de kör
olursa zararı kendisinedir.' Burada da gözlerin körlüğü kastedilmemiştir;
tam tersine insanın tasavvur gücünün kuşatması kastedilmiştir.
Me-selâ Araplar, 'Fulanun basîrun bi'ş-ş'iri (falan adam şiirde uzmandır),
Fulanun basîrun bi'l-fıkhi (falan fıkıhta uzmandır), Fulanun
basîrun bi'd-derahim (falan adam para uzmanıdır), Fulanun basîrun
bi's-siyabi (falan adam giysi uzmanıdır)' derler. Yoksa Allah gözle görülmekten
münezzehtir." [c.1, s.98, h: 9]

Ben derim ki: et-Tevhid adlı eserde, Şeyh Saduk başka bir kanaldan
aynı hadisi İmam Sadık'tan (a.s), ayrıca kendi rivayet zinciriyle Ebu
Haşim el-Caferî kanalıyla İmam Rıza'dan (a.s) aktarmıştır. [s.112, h:
10-11]

Yine el-Kâfi adlı eserde müellif kendi rivayet zinciriyle Safvan b.
Yahya'dan şöyle rivayet eder: "Hadisçilerden Ebu Karra, kendisini
İmam Rıza (a.s) ile görüştürmemi istedi. Bunun için İmamdan izin istedim.
İmam onunla görüşmeyi kabul etti. Ebu Karra İmamın yanına
gitti ve ona helâlden, haramdan ve hükümlerden sordu. Derken tevhitle
(kelâm ilmi) ilgili sorular sormaya başladı. Ebu Karra dedi ki:
'Biz (Ehlisünnet) şöyle rivayet ederiz: Allah konuşma ve görüşmeyi
iki peygamber arasında paylaştırmıştır. Konuşmayı Musa'nın (a.s),
görüşmeyi de Muhammed'in (s.a.a) payı olarak öngörmüştür. (Musa
peygamberle konuşmuş, Hz. Muhammed'le de görüşmüştür.)' Bunun
üzerine İmam şöyle buyurdu: 'İki ağırlıklı topluluğa, cinlere ve insanlara,
'Gözler O'nu görmez.', 'O bilgice kuşatılmaz.', 'Hiçbir şey O'nun
benzeri değildir.' diye tebliğ eden kimdir? Hz. Muhammed değil mi?'
Ebu Karra, 'Evet.' dedi. İmam dedi ki: Bir insan bütün halka gelip Allah
katından gönderildiğini söylese, onları Allah'ın emri doğrultu-

486 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

sunda Allah'a kulluk sunmaya davet ettiğini belirtse, ardından gözlerin
Allah'ı göremeyeceklerini, O'nun bilgice kuşatılamayacağını, hiçbir
şeyin O'na benzemediğini vurgulasa, sonra da kalkıp; 'Ben O'nu
gözlerimle gördüm, O'nu bilgice kuşattım, O insan suretindedir.' dese,
bu bir çelişki olmaz mı? Böyle şeyler söylemekten utanmıyor
musunuz? Zındıklar bile Peygamberimizi, Allah katından geldiğini
iddia edip de söylediklerinin aksini iddia eden biri olarak suçlamaya
cesaret edememişlerdi!"

"Bunun üzerine Ebu Karra dedi ki: 'Ama Allah; 'O'nu bir diğer inişte de
gördü." [Necm, 13] demiyor mu?' İmam Rıza (a.s) şöyle buyurdu: 'Bu
ayetten hemen sonra Peygamber'in neyi gördüğü belirtiliyor. [Çünkü
bu ayetten önce şöyle buyurmuştur:] 'Gözleriyle gördüğünü kalbi yalanlamadı.'
[Necm, 11] Bu ayette deniliyor ki: Muhammed'in kalbi, gözlerinin
gördüğünü yalanlamadı. Ardından da gözlerinin neyi gördüğüne
işaret ediliyor: 'Andolsun, Rabbinin en büyük ayetlerinin bazılarını
gördü.' [Necm, 18] Allah'ın ayetleri, Allah'tan ayrıdır. Nitekim diğer bir
ayette şöyle buyurulmuştur: 'Onu bilgice kuşatamazlar.' Gözler O'nu
görürse, bilgice de kuşatılmış olur, dolayısıyla O'nun kesin olarak bilinmesi
gerçekleşir."

"Bu cevap karşısında Ebu Karra dedi ki: 'Sen rivayetleri yalanlıyor
musun?' İmam Rıza (a.s) buyurdu ki: Eğer rivayetler Kur'ân'la çelişiyorlarsa,
onları yalanlarım. Müslümanların üzerinde ittifakla birleştikleri
husus; Allah'ın bilgice kuşatılamayacağı, gözlerin O'nu göremeyeceği
ve hiçbir şeyin O'nun benzeri olamayacağıdır." [c.1, s.95, h: 2]

Ben derim ki: Aynı anlamı içeren başka rivayetler de Ehlibeyt İmamlarından
(hepsine selâm olsun) aktarılmıştır. Bir de Allah'ı görmeyi
olumlayan başka rivayetler de vardır. Ama bu rivayetlerde görme,
son derece ince bir anlamda ve Allah'ın kutsal zatına yaraşır biçimde
ele alınmaktadır. İnşaallah A'râf suresini tefsir ederken bu rivayetler
üzerinde duracağız. Bu rivayette İmamın (a.s) Allah'ın görülmesini
şiddetle olumsuzlamasının sebebi ise, Allah'ın görülmesi meselesinin
o dönemde ele alınış tarzıdır. Çünkü o çağda yaygın olan kanaat, Allah'ın
cismanî gözlerle cismanî olarak görüldüğü şeklindeydi. Bu ise
ne akılla, ne de Kur'ân'ın açık nassıyla bağdaşır.

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 487

Meselâ Taberî Tefsirinde İkrime'den, o da İbn-i Abbas'tan şöyle rivayet
eder: "Peygamberimiz Rabbini görmüştür." Bunu duyan bir adam,
"Allah, 'Gözler O'nu görmez.' demiyor mu?' dedi. İkrime ona şu karşılığı
verdi: "Sen göğü görmüyor musun?" Adam, "Evet, görüyorum."
dedi. İkrime, "Sen göğün tümünü mü görüyorsun?"1
Bunun gibi konuyla ilgili olarak kaynaklarda yer alan birçok rivayet
vardır.
Öyle anlaşılıyor ki İkrime, Allah'ın cismanî gözle cismanî olarak görülmesini
olumluyor. Oysa akıl da, nakil de bunu olumsuzlamaktadır.
Oysa İkrime şunu gözden kaçırmış bulunuyor: Eğer "Gözler O'nu
görmez."den maksat, bir şeyin bütün yönleriyle kuşatılmasının olumsuzlanması
ise, bunu sırf Allah'a özgü kılmanın bir anlamı olmaz.
Çünkü insan ve hayvan gibi yer cisimleri ve gök cisimleri gibi değişik
yüzeylere sahip maddî varlıklar, ancak görenle görünen arasında gidip
gelen ışınların isabet ettiği kısımları itibariyle görülürler. Burada
belirleyici olan mercek ve aynalar üzerinde yapılan araştırmalarda
tespit edilen optik yasalar geçerlidir.
Örneğin bir insanı gördüğümüzde, onun bedenini üstten, alttan, arkadan,
önden, sağdan ve soldan kuşatan birçok yüzeyleri arasında
sadece bir yüzeyi itibariyle görmüş oluruz. Gözün, karşısındaki insanı
bütün yüzeyleri itibariyle görmesi, kuşatması imkânsızdır. Dolayısıyla,
eğer, "Gözler O'nu görmez." ifadesinden maksat, bu tür bir algılayışın
hem yüce Allah, hem de diğer varlıklar açısından imkânsızlığının belirtilmesi
ise, bu durumda hiçbir sonuca matuf olmayan gereksiz ve
anlamsız bir ifadeyle karşı karşıyayız demektir.

et-Tevhid adlı eserde müellif kendi rivayet zinciriyle İsmail b. Fazl'dan
şöyle rivayet eder: "İmam Ebu Abdullah Cafer b. Muhammed Sadık'a
(a.s) yüce Allah'ın ahirette görülüp görülemeyeceğini sordum. Buyurdu
ki: Allah bundan yücedir, münezzehtir. Ey Fazl'ın oğlu, gözler an-
-------------------
1- [ed-Dürr'ül-Mensûr, c.3, s.37]

488 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

cak renk ve nicelik sahibi olan varlıkları görürler. Oysa renkleri ve nicelikleri
yaratan yüce Allah'ın kendisidir."
En'âm Sûresi / 114-121 ........................................................................................ 489