El-Mizân Tefsiri

Allame Muhammed Hüseyin TABATABAİ(r.a)
                             Cilt:7

                     EN'ÂM SURESİ

                             ( Tamamı:1-165)

                                         İÇİNDEKİLER


 

AYETLERİN MEÂLİ

84- Biz ona İshak'ı ve (İshak'ın oğlu) Yakub'u hediye ettik; hepsini de
doğru yola ilettik. Daha önce de Nuh'u ve onun soyundan Davud'u,
Süleyman'ı, Eyyub'u, Yusuf'u, Musa'yı ve Harun'u doğru yola iletmiştik.
Biz, iyilik edenleri işte böyle ödüllendiririz.
85- Zekeriyya, Yahya, İsa ve İlyas'ı da (doğru yola iletmiştik). Hepsi de
iyilerden idi.
86- İsmail'i, el-Yesa'ı, Yunus'u ve Lut'u da (doğru yola ilettik). Hepsini
âlemlere üstün kıldık.
87- Onların babalarından, çocuklarından ve kardeşlerinden bazılarını
da. Onları topladık ve onları dosdoğru yola ilettik.
88- İşte bu, Allah'ın hidayetidir; kullarından dilediğini onunla hidayete
erdirir. Eğer onlar da Allah'a ortak koşsalardı, yapmakta oldukları
amelleri elbette boşa giderdi.
89- İşte onlar, kendilerine kitap, hüküm (yargı yetkisi) ve peygamberlik
verdiğimiz kimselerdir. Eğer onlar, bunları inkâr ederse, biz, bunları
inkâr etmeyecek bir topluluğu, bunlara vekil bırakmışızdır.
90- İşte onlar, Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir. Sen de onların yoluna
uy. De ki: "Ben ona karşılık sizden bir ücret is-temiyorum. O, sadece
âlemlere bir öğüt ve hatırlatmadır."

AYETLERİN AÇIKLAMASI

Bu ayetlerin önceki ayetlerle bağlantılı olduklarını belirtmeye gerek
yoktur. Bu bakımdan ayetleri, İbrahim Peygamber'le (a.s) ilgili açıklamaların
tamamlayıcısı olarak algılayabiliriz. Bu ayetlerde, İbrahim
Peygamber'e ve onunla birlikte isimleri geçen bazı peygamberlere
yönelik ilâhî nimetler ve iyilikler söz konusu edilmiştir; bunu, "Biz ona
İshak'ı ve Yakub'u da hediye ettik.", "Biz, iyilik edenleri işte böyle ödüllendiririz.",
"Hepsini âlemlere üstün kıldık." ifadelerinden ve ayetlerde
geçen diğer ifadelerden algılıyoruz. Fakat ayetlerin amacı, sırf
adı geçen peygamberlere yapılan iyilikleri sayıp dökmek değildir. Nitekim
bazı müfessirler böyle bir yanılgıya düşmüşlerdir. Aksine ayetlerin
ana hedefi, fıtrî tevhide uymayı, ilâhî hidayetle doğru yola erişmeyi
de beraberinde getiren büyük nimetlere ve olağanüstü güzelliklere
dikkat çekmektir.

Zaten insanların yaratılış sistemleri olan fıtratın öngördüğü tevhit
meselesini açıklamayı esas alan bu surenin amacına uygun düşen de
budur. Daha önce söylemiştik: Surenin buraya kadar sunulan ayetleri
açısından İbrahim kıssası, genel bir açıklamaya ilişkin bir örnek konumundadır.
Ayetlerin akışı içinde tevhid inancının açıklanmasına ek olarak,

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 381

tevhid inancının kesintisiz bir zincir şeklinde halkaları birbirine geçmiş
vaziyette insanlar arasında korunduğuna da işaret edilmektedir.
Bu inanç, ilâhî yol göstericilik ve özel rabbanî itina ile insanlar arasında
canlı ve etkin tutulmaktadır. Bunun aracılığıyla yüce Allah ilâhî
fıtratı korumayı hedeflemiştir; insanların yaratılışına esas oluşturan
fıtratın şeytan menşeli heva-hevesin rüzgarıyla yok olup gitmesine
engel olmuştur. Bu sayede fıtratın büsbütün etkisizleştirilmesinin önüne
geçil-miş, yaratılışın amacının geçersiz kılınması tehlikesi bertaraf
edilmiştir; insanlığın yaratılışının boşuna olmasının önüne geçilmemiştir.
Bunu şu ifadelerden algılayabiliriz: "ona hediye ettik...",
"Daha önce de Nuh'u ve onun soyundan... doğru yola iletmiştik.", "Onların
babalarından, çocuklarından ve kardeşlerinden bazılarını da.",
"Eğer onlar, bunları inkâr ederse..."

Bu ayetlerin akışı ile birlikte ilâhî yol göstericiliği başkalarından ayıran
temel özellikler belirginleşiyor. Bunlar; seçilme, dosdoğru yol üzere
olma, kitap, hikmet ve peygamberliğin verilmesidir. İnşaallah bunları
ileride açıklayacağız.

84) Biz ona İshak'ı ve Yakub'u hediye ettik; hepsini de doğru yola ilettik.

İshak, İbrahim'in oğludur. Yakub da İshak'ın oğludur. (Selâm üzerlerine
olsun.) "Kullen hedeyna=Hepsini doğru yola ilettik" ifadesinde,
kullen=hepsi" kelimesi "hedeyna" kelimesinden öne geçiriliyor ki,
bununla doğru yolu göstermenin her biri için ayrı ayrı gerçekleştiğine,
sırf İbrahim'e yönelik olarak gerçekleşip de diğerlerinin bu hususta
ona tâbi olmaları gibi bir durumun olmadığına delâlet etme amacı
güdülmüştür. Bazılarının da söylediği gibi, bu ifade şu anlamı ifade
eder: İbrahim'e doğru yolu gösterdik, İshak'a doğru yolu gösterdik ve
Yakub'a doğru yolu gösterdik."

Daha önce de Nuh'u... doğru yola iletmiştik.
Burada yol gösterme zincirinin halkalarının birbirilerinden kopuk olmadıklarına
ve bunun başlangıcının da İbrahim (a.s) olmadığına işaret
ediliyor. Rahmet ondan önce Nuh'u (a.s) da kapsamına almıştı.
Onun soyundan Davud'u, Süleyman'ı, Eyyub'u, Yusuf'u, Musa'yı ve Ha-

382 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

run'u doğru yola iletmiştik. Biz, iyilik edenleri işte böyle ödüllendiririz.
Anlaşıldığı kadarıyla, "Onun soyundan" ifadesindeki zamir Nuh'a dönüktür.
Çünkü lafzen en yakın merci olabilecek isim odur. Ve çünkü
bazılarının da söylediği gibi sayılanlar arasında Lut ve İlyas gibi İbrahim'in
soyundan gelmeyen peygamberler de vardır.

Denebilir ki: Zamir İbrahim'e dönüktür. Lut ve İlyas isimleri de tağlip
sanatı uyarınca onun soyundan kabul edilmişlerdir. [Yani çoğunluk
esas alınarak genelleme yapılmıştır.] Nitekim yüce Allah bir ayette
şöyle buyurmuştur: "Biz ona İshak'ı ve Yakub'u armağan ettik. Onun
nesli içine peygamberlik ve kitap koyduk." (Ankebût, 27)
[Ayetin orijinalinde geçen "zürriyyetihi" kelimesindeki zamir, İbrahim-
'e dönüktür.] Ya da denebilir ki: Ayette soyundan geldikleri ifade edilenler,
sadece altı peygamberdir. Sonraki ayette söz konusu edilen
peygamberler kastedilmemiştir; sonraki ayetlerde geçen "Zekeriyya"
ve "İsmail" isimleri de "min zürriyyetihi=onun soyundan" ifadesine atfedilmişlerdir;
"Davud" ismine değil. Ama bu değerlendirme ayetlerin
akışı ile bağdaşmamaktadır.

"Biz, iyilik edenleri işte böyle ödüllendiririz." Ayetten anladığımız
kadarıyla bu ödülden maksat, ayette sözü edilen ilâhî yol göstericiliktir.
"Böyle" nitelemesiyle de buna işaret edilmiştir. Bunun yanında
uzak bir nesneyi göstermede kullanılan "kezâlike" işaret zamirinin
kullanılması, bu yol göstericiliğin önemine vurgu yapma amacına
yöneliktir.

Bu bakımdan ifadeyi şu ayete benzetebiliriz: "Allah böyle örnekler verir."
(Ra'd, 17) Demek isteniyor ki, biz güzel davrananları bu örnek
doğrultusunda ödüllendiririz.

85) Zekeriyya, Yahya, İsa ve İlyas'ı da (doğru yola iletmiştik). Hepsi de
iyilerden idi.


Önceki bölümlerde "ihsan" ve "salâh" kavramlarının anlamları
hakkında geniş açıklamalarda bulunmuştuk. Nuh'un soyundan gelen
peygamberler arasında, onunla sadece anne tarafından akrabalığı
bu-lunan İsa'nın da adının geçmesi, Kur'ân'ın kızları ve onların
soyundan gelenleri adamın gerçek soyu olarak değerlen

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 383

dirdiğinin apaçık ifadesidir. Daha önce benzeri bir çıkarsamayı, miras
ve evlenilmesi yasak olan kadınlar konularını içeren ayetleri
incelerken elde etmiştik. Aslında konunun devamı vardır. İnşaallah
önümüzdeki "Ayetlerin Hadisler Işığında Açıklaması" bölümünde
bu hususla ilgili açıklamalara yer vereceğiz.

86) İsmail'i, el-Yesa'ı, Yunus'u ve Lut'u da (doğru yola ilettik). Hepsini
âlemlere üstün kıldık.


Ayetten anladığımız kadarıyla "İsmail"den maksat, İbrahim'in oğlu ve
İshak'ın kardeşi İsmail Peygamber'dir. El-Yesa' -veya diğer bir telaffuzla
el-Leysa'- yüce Allah'ın daha önce de ismini İsmail Peygamber'-
le birlikte zikrettiği İsrailoğulları peygamberlerinden biridir: "İsmail'i,
Elyesa'ı, Zülkifl'i de an. Hepsi de iyilerdendi." (Sâd, 48) Ama Kur'ân'da
bunun dışında, onun kıssası ile ilgili olarak herhangi bir açıklama yer
almaz.

"Hepsini âlemlere üstün kıldık." Âlem; bir insan topluluğu anlamını
ifade eder. Arap âlemi, Acem âlemi, Rum âlemi gibi. Âlemlere üstün
kılınmalarının anlamı ise, konumları itibariyle dönemlerinin topluluklarının
önüne geçirilmeleridir. Çünkü ilâhî hidayet, aracısız ve dolaysız
olarak onları kapsamına almıştır. Fakat diğer insanları, onlar aracılığıyla
ilâhî rahmet kuşatmıştır. Onların âlemlere üstün kılınmaları ile
anlatılmak istenen hususun şu olması da ihtimal dahilindedir: Onlar,
ilâhî fıtrî yol göstericilik aracılığıyla doğru yolu bulmuşlardı; bu noktaya
gelişlerinde hiç kimsenin aracılığı söz konusu değildi. Böylece gerek
kendi dönemlerinde, gerekse kendilerinden sonraki dönemlerde
yaşayan insanlara göre üstün bir konuma gelmişlerdi. Çünkü ilâhî yol
göstericiliğin aracısız olarak insana ulaşması bir nimettir. Bu nimete
kavuşan kimse ona kavuşmayan kimselere göre bir adım önde olur.
Bu nimet ayetlerde zikredilen peygamberlerin kendilerini izleyen atalarını,
soylarını ve kardeşlerini de kapsamına almıştır. Dolayısıyla onlardan
meydana gelen insanlar topluluğu, ilâhî üstün kılma sayesinde
geri kalan tüm insan topluluklarından üstündürler.
Kısaca söyleyecek olursak, bu üstün kılmanın özü, aracısız olarak
bu ilâhî yol göstermeye muhatap olmaktır. Peygamberler, hiçbir aracı
olmaksızın bu yol göstericilikten yararlandıkları için diğer in-

384 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

sanlardan üstün kılınmışlardır. Eğer peygamberlerin dışında, örneğin
Kur'ân'ın çeşitli ayetlerinden anlaşılacağı gibi, meleklerin veya
"Hani bir zaman Rabbi, İbrahim'i birtakım kelimelerle sınamıştı."
(Bakara, 124) ayetini incelerken vurguladığımız gibi -tefsirimizin birinci
cildinin ilgili bölümüne baş vurulabilir- Ehlibeyt İmamlarının da
böyle bir nimetle aracısız olarak ödüllendirildiklerini varsayarsak,
bu durumda peygamberler (hepsine selâm olsun) bu açıdan onlardan
üstün olmazlar. Fakat hidayetten ayrı olarak başka bir açıdan
onlardan üstün olmaları mümkündür.

Bundan da anlaşılıyor ki, bazılarının bu ayetleri kanıt göstererek peygamberlerin
meleklerden üstün olduklarını söylemeleri yerinde değildir.
Yine şunu anlıyoruz ki, üstün kılmaktan maksat, hiç kimsenin aracılığı
söz konusu olmaksızın özel ilâhî yol göstermenin kendilerini kapsamasıdır.
Seçilmişlikleri, dosdoğru yol üzere oluşları, kitap, hikmet
ve peygamberlik verilmişlikleri ise, ayette üzerinde durulan üstün
kılma olgusu bazında ele alınmış değildirler.

Biliniz ki, bu üç ayette yüce Allah'ın isimlerini zikrettiği peygamberler
-ki sayıları on yediyi bulur- sıralanırken bu sıralamada yaşadıkları
zaman veya mertebe ve üstünlük derecelerinin esas alınmadığı
açıkça görülmektedir. Aralarında Nuh, Musa ve İsa gibi peygamberlerin
de adı geçiyor. Bunlarsa Kur'ân'ın da tanıklığıyla isimleri zikredilen
diğer peygamberlerden üstündürler. Nitekim tefsirimizin ikinci
cildinde peygamberlik konusunu incelerken bu noktanın üzerinde
durmuştuk. Buna rağmen tefsirini sunduğumuz bu ayetlerde
diğer peygamberlerden bazılarının isimleri onların isimlerinden önce
zikredilmiştir.

el-Menar tefsirinin yazarı, bu üç ayette ismi geçen peygamberler arasında
on dört tanesinin sıralanışını bir şekilde yorumlamıştır. Özetle
şunları söylüyor:
"Yüce Allah burada adı geçen peygamberleri, aralarında ortak olan
bir anlam esasınca üç gruba ayırmıştır: Birinci grup; Davud, Süleyman,
Eyyub, Yusuf, Musa ve Harun'dur. Bunların ortak özellikleri ve
aynı kategoride zikredilmelerini gerektiren ortak anlam; yüce Al

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 385

lah'ın nebilik ve resullük nitelikleri ile beraber onlara, mülk, emirlik,
hâkimiyet ve egemenlik de vermesidir. Başta Davud ve Süleyman'ın
isimleri zikrediliyor. Çünkü onlar bol nimetlere kavuşmuş zengin iki
hükümdardı. Arkasından Eyyub ve Yusuf'un isimleri geçiyor. Eyyub,
zengin, büyük bir servete sahip iyiliksever bir emirdi. Yusuf ise, büyük
bir vezir ve dilediği tasarrufta bulunan yetki sahibi biriydi. Her ikisi de
darlıkla sınanmış, sabretmişlerdi; varlık ve nimetle sınanmış, şükretmişlerdi.

Bunlardan sonra da Musa ve Harun'un isimleri geçiyor.
Bu ikisi kendi kavimlerine egemendiler; ama kral değildiler."
"Bu üç ikiliden her biri bir meziyetle öne çıkmış ve buna göre sıralanmışlardır.
Bu sıralamada ya dünya nimetlerine kavuşmuşluk oranları
esas alınmıştır. Çünkü Davud ve Süleyman, Eyyub ve Yusuf'a göre
daha fazla dünya nimetlerinden yararlanmışlardı; Eyyub ve Yusuf da,
Musa ve Harun'dan daha fazla dünyanın güzelliklerinden istifade etme
imkânını bulmuşlardı. Ya da dinsel üstünlük esas alınmıştır. Bilindiği
kadarıyla Musa ve Harun, Eyyub ve Yusuf'tan üstündür. Bu ikisi
de Davud ve Süleyman'dan üstündür. Çünkü her ikisi de zorlukta
sabretmiş, varlıkta ve genişlikte şükretmişlerdir."

"İkinci grup; Zekeriyya, Yahya, İsa ve İlyas'tır. Bu peygamberler,
dünyadan tamamıyla el etek çekmeleriyle belirginleşmişlerdi.
Dünyanın lezzetlerinden yüz çevirmiş, çekici süslerine ilgi
göstermemişlerdi. Bu nedenle onlardan söz edilirken özel olarak
'salihler' niteliği kullanılmıştır. Bütün peygamberler salih ve iyiliksever
olmalarına rağmen bunları diğerleriyle karşılaştırdığımız zaman bu
niteliğin onlara daha çok yakıştığı hemen fark edilir."

"Üçüncü grup; İsmail, el-Yesa', Yunus ve Lut'tur. Bu peygamberlerin
isimleri en sonunda zikrediliyor, çünkü kendilerini farklı kılan bir
özellikleri yoktur. Meselâ, birinci gruba giren peygamberler gibi
dünyevî saltanat ve egemenliğe sahip değildirler. Öte yandan ikinci
gruptaki peygamberler gibi ileri boyutlarda dünyadan ve çekici süslerinden
yüz de çevirmemişlerdi." (Özetle el-Menar'dan alınan alıntı
sona erdi.)

Razî tefsirinde de buna yakın bir değerlendirme göze çarpmaktadır.
Şu kadarı var ki, el-Menar'daki değerlendirme Razî'nin yaptığı değer-

386 ..................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

lendirmeye göre nispeten daha isabetlidir. el-Menar müellifine ve
Razî'ye birden vereceğimiz cevap şudur: Üçüncü gruptaki peygamberlerin,
kendilerini diğerlerinden ayıracak bir özelliklerinin olmadığı için
bir arada zikredildikleri doğru değildir. Çünkü yüce Allah İsmail'i (a.s)
kurban edilmek gibi ağır bir imtihandan geçirmişti. O, yüce Allah'ın
kendisini tâbi tuttuğu bu imtihana karşı büyük bir sabır örneği göstermişti.
Yüce Allah onun bu tavrına şöyle işaret ediyor: "Ona halîm
bir çocuk müjdeledik. Çocuk onun yanında koşma çağına erişince,
İbrahim ona: 'Yavrum, dedi, ben uykuda görüyorum ki ben seni kesiyorum;
düşün bak ne dersin?' Çocuk: 'Babacığım, sana emredileni
yap, İn-şaallah beni sabredenlerden bulacaksın.' dedi... Gerçekten bu,
apaçık bir sınav idi. Ve fidye olarak ona büyük bir kurbanlık verdik.
Sonra gelenler arasında ona iyi bir ün bıraktık." (Sâffât, 101-108)
Bunlar, yüce Allah'ın İsmail'e özgü kıldığı övünç veren üstün meziyetlerdir.
Apaçık bir sınavdır ki, onu bu özelliğiyle belirgin kılmıştır. Nitekim
yüce Allah kurban sunmayı, genel bir itaat formu olarak hac ibadetinin
temel uygulamalarından biri yapmıştır. Bununla insanlar İsmail'in
çektiği acıları ve Allah tarafından sınanışını anımsarlar. Bu,
aynı zamanda onun için geride kalanlar arasında iyi bir ündür. Kaldı
ki, saygı değer babası ile birlikte Kâbe'nin yapımına katkıda bulunması,
tek başına üstün bir meziyet olarak yeterlidir.

Öte yandan yüce Allah Yunus Peygamber'i (a.s) daha önce hiçbir
peygamberi geçirmediği ağır bir imtihandan geçirmiştir. Yunus Peygamber
büyük bir balık tarafından sağ olduğu hâlde yutulmuştur. O
bu karanlıklar içinde, "Senden başka ilâh yoktur, seni noksan sıfatlardan
tenzih ederim, ben zalimlerden oldum." diye seslenmişti.
Lut'a gelince, onun Allah tarafından imtihandan geçirildiği, Kur'-ân'da
anlatılır. Başlangıçta İbrahim Peygamber'le birlikte (her ikisine selâm
olsun) büyük sıkıntılara maruz kalmıştı. Derken onunla birlikte soydaşlarını
ve topraklarını terk etmişlerdi. Sonra Allah onu Sodom halkına
ve civar bölgelerin halkına peygamber olarak göndermişti. Burası
daha önce dünyada hiçbir toplulukta benzeri görülmemiş bir çirkin
hayâsızlığın, iğrenç bir fuhşun yuvasıydı. Nihayet bu iğrenç hayâsızlıklarından
dolayı tümünü kuşatan korkunç bir azap tepelerine in

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 387

miş ve Lut'un evi hariç tüm evler, hatta Lut'un karısı bile yerin dibine
geçirilmişti.

el-Yesa'a gelince, Kur'ân'da onunla ilgili bir açıklama yer almaz. Bazı
rivayetlerde onun İlyas Peygamber'in vasisi olduğu belirtiliyor. Onun
da Meryem oğlu İsa gibi soydaşlarına ölüleri diriltme, doğuştan kör ve
alacalıyı iyileştirme gibi mucizeler gösterdiği, yüce Allah'ın onun soydaşlarını
kıtlıkla ve büyük bir felâketle imtihan ettiği belirtiliyor.

O hâlde, ayetlerde isimleri geçen peygamberleri, özelliklerini baz alarak
kategorize ederken şunu söylemek daha yerinde olur: Altı peygamberin
yer aldığı ilk grubun ortak özellikleri risaletle birlikte hükümdarlık
ve liderlik niteliklerine sahip olmalarıdır. İkinci grupta yer
alan dört peygamberin ortak özellikleri ise, dünyadan el etek çekmeleri,
dünyanın çekici süslerine iltifat etmemeleridir. Üçüncü grupta
yer alan dört peygamberin ortak özellikleri ise, yüce Allah'ın onlara
farklı özellikler vermekle birlikte büyük sınavlardan geçirmesidir. Bu
peygamberlerin her biri kendisini diğerlerinden ayıran bir niteliğiyle
temayüz etmiştir. Bununla beraber Allah doğrusunu herkesten daha iyi
bilir.

Bu arada el-Menar müellifinin Musa ve Harun'un, Eyyub ve Yusuf'a,
bunların da Davud ve Süleyman'a üstün kılınışlarını yorumlama bazında
söyledikleri, ayrıca "salâh" kavramını züht ve ihsan anlamına
alması hiçbir dayanağı olmayan yakıştırmalardır.

87) Onların babalarından, çocuklarından ve kardeşlerinden bazılarını
da.


Bu ifade daha önce yaptığımız şu değerlendirmeyi destekler mahiyettedir:
Maksat, ilâhî yol göstericilik silsilesinin kesintisiz olarak devam
ettiğini açıklamaktır. Çünkü geride kalanlar, zikredilenlere babalık,
oğulluk veya kardeşlik niteliğiyle irtibatlandırılmışlardır; bu nitelikler
de kesintisizliği ifade ederler.

Onları topladık ve onları dosdoğru yola ilettik.

Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde şunları söylüyor: Araplar:
"Cebeytu'l-mae fil havzi=Suyu havuzda topladım." derler. Suyu içinde
toplayan havuza "cabiye" derler. Çoğulda ise "cevab"in kelimesi kul-

388 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

lanılır. Çoğul kullanımı Kur'ân'da geçer. Yüce Allah şöyle buyurur:
"Vecifan-i ke'l-cevab=Havuzlar kadar leğenler..." [Sebe', 13] Bu temel
anlamdan hareketle kinayeli olarak vergi toplama işi için de "cibaye"
kelimesi kullanılır. "Cebeytu'l-harace" yani vergi topladım. Bu ayet de
bu anlamın bir örneğidir: "Her şeyin ürünlerinin toplanıp getirildiği."
[Kasas, 57] Bu maddenin türevi olan "ictiba" ise, seçerek toplamak anlamına
gelir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Fectebahu Rabbuhu"
yani, "Rabbi onu seçti." [Nahl, 121]

Ragıp İsfahanî devamla şöyle der: Yüce Allah'ın bir kulu seçmesi,
ona özel bir ilâhî feyiz bahşetmesi anlamına gelir. Kul bu feyiz sayesinde
kendinden hiçbir çalışma olmadan türlü nimetleri elde eder.
Bu, peygamberlere, onlara yakın mertebelerde bulunan ve onlarla
birlikte anılan sıddıklara ve şehitlere özgü bir niteliktir. Nitekim yüce
Allah şöyle buyurmuştur: "İşte böylece Rabbin seni seçecek..." [Yûsuf,
6] "Rabbi onu (Yunus'u) seçti ve salihlerden kıldı." [Kalem, 50] "Onları
topladık ve onları dosdoğru yola ilettik." [En'âm, 87] "Rabbi onu seçti,
rahmetiyle ona dönüp tövbesini kabul etti ve onu doğru yola iletti."
[Tâhâ, 122] "Dilediğini kendine seçer ve kendisine yöneleni doğru yola
iletir." [Şûrâ, 13] (Ragıp'tan yapılan alıntı sona erdi.)

Ragıb'ın "ictiba" kelimesinin anlamı bazında söyledikleri, bu kelimenin
kullanıldığı yerler göz önünde bulundurulduğunda isabetlidir;
ancak bu, yüce Allah'ın onlarla ilgili gerçekleştirdiği şeyle örtüştüğü
dikkate alınarak ileri sürülen kelimenin asıl anlamının gerektirdiği
şey-dir. Ayetlerin akışına baktığımızda, kelimenin asıl anlamının esas
alın-dığı yönünde bir düşünce belirmektedir zihnimizde. O da,
değişik, farklı ve ayrı yerlerden bir araya getirip toplamaktır. Böyle
olunca da, ifade, hemen sonrasında işaret edilen, dosdoğru yola iletme
olgusunun vurgulanmasına yönelik bir hazırlık işlevini görmüş
olur. Âdeta şöyle söylenmiş gibi: "Onları farklılıklarına rağmen bir araya
getirdik, toplanıp kaynaşınca da tümünü şu şu özelliklere sahip
dosdoğru yola ilettik."

Bunu söylüyoruz; çünkü daha önce de işaret ettiğimiz gibi, ayetlerin
akışı, ilâhî fıtrî yol göstericilik ile doğru yola iletilenlerin kesintisiz var
olduğunu vurgulamaya yöneliktir. Buna uygun olan, ilkönce tümü için

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 389

bir birliğin ve tekliğin tasavvur edilmesi ve böylece bir araya gelmiş
olan bu topluluğun ilâhî rahmetin kapsamına girmesi ve topluca tek
bir yol gösterme ile doğru yola iletilmeleri ve tek bir yolu izlemelerine
imkân verilmesidir. Bu öyle bir yoldur ki, bu yolda temelde hiçbir farklılık
ve ihtilâf söz konusu değildir. Duruma göre değişmez. Zamanın
değişmesi onun temel niteliklerinde bir başkalaşıma yol açmaz. Parçaları
itibariyle de farklılaşmaz. Bu yolu izleyen kişilerin ve maksatlarının
değişmesi de yolu değiştirmez.

Yüce Allah'ın onları ilettiği yol, şeriatların zahirî itibariyle daralma ve
genişleme şeklinde birtakım farklılıklar arz etse de, bu, icmal, özetleme
veya ayrıntılandırma şeklinde değerlendirilmelidir. Burada belirleyici
olan bir diğer unsur da muhatap olan toplumun kapasitesinin
genişliği veya darlığıdır. Yoksa tümü bir gerçeklik esasında birleşmişlerdir.
O da fıtrî tevhittir. Ve yüce Allah'ın insan denen canlı türünün
yaratılışının temel fonksiyonlarından biri olarak öngördüğü kulluk bilincidir.
Bilindiği gibi, insanın yaratılışı, yaratılış itibariyle değişmez,
başkalaşmaz. Dolayısıyla insanın temel duyguları ve iradesi de
değişmez. Bu bakımdan insanın gözlemlenen duyuları, algılama yeteneği,
gizli eğilimleri ve fıtrî akıl dediğimiz muhakeme yeteneği hep
aynı tarzda işler; insan denen canlı türüyle ilgili olan ve onun çeşitli
yaşamsal ihtiyaçlarına dikkati çeken aşamalı olgunlaşma doğrultusunda
görüşler ve maksatlar değişse de insanın temel fonksiyonlarının
işleyiş tarzı değişmez.

İnsan her zaman yemeye, içmeye, giyinmeye, barınmaya ve cinsel ilişkiye
ihtiyaç duyar. Bencil nefsini rahatlatan şeyleri ister; nefsine acı
veren, zarar veren şeylerden tiksinir. Dünya hayatında mutluluk umar,
mutsuzluktan ve kötü akıbetlerden korkar. Her insanın dışa vuran
yaşama özellikleri, davranış biçimleri çağdan çağa, kuşaktan kuşağa
göre değişse de bu fıtrî özellik değişmez.

Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Sen yüzünü Allah'ı birleyici
olarak doğruca dine çevir: Allah'ın yaratma kanununa ki insanları
ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez. İşte dosdoğru
din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler." (Rûm, 30) Buna göre, insan
topluluklarına egemen olan ilâhî tek tanrıcı din, insan fıtratının yö-

390 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

neldiği, varoluşsal ihtiyaçlarından olduğunu algıladığı için insan yaratılışının
eğilim gösterdiği, öz doğasını mutlu edecek inanç ve amelleri
ona ilham eden, diğer bir ifadeyle hayatta mutlu olması için gerekli
olan bilgilere, ahlâk kurallarına ve amellere yönelten dindir.
Bu, değişmeyen, başkalaşmayan bir gerçektir. Çünkü varoluşsal fıtrata
dayanmaktadır. Fıtratı değiştirmenin, onu başka bir şekle sokmanın
imkânı yoktur. Dolayısıyla bu sistem durumlara, zamana göre
değişmez. Meselâ, bir durumda insanları mutluluğa yöneltirken bir
başka durumda yöneltmemesi, bir zamanda mutluluğu öngörürken
bir başka zamanda öngörmemesi söz konusu değildir. Fıtratın cüzleri
de birbirleriyle çelişmezler.

Sözgelimi tek tanrıcı hanif dininin bazı hükümleri ile diğer bazı hükümleri
arasında çelişme, zıtlaşma olmaz. Ya da bir kısmının diğer
bir kısmını geçersiz kılmasına neden olacak başka bir gelişme meydana
gelmez. Çünkü tümünün besin kaynağı tevhittir. Tevhitse, fıtrat
dininin hükümleri arasında en güzel dengeyi sağlar; tıpkı insan bedeninde
yer alan bazı güçlerin diğer bazısıyla uzlaşması ve bazısının
diğer bazısına baskın çıkması durumunda varoluş sisteminde öngörülen
yönetici bir gücün devreye girmesi ve her bir gücü insan yaşamında
olması gereken etkinlik ve ağırlık sınırlarına doğru çekmek
suretiyle denge işlevini görmesi gibi.

Bu yasalar, kişilere göre de değişmez. Egemen fıtrî yol göstericilikle
hidayete erenlerin hareket tarzları değişmez. Sonuncusunun çağrısı
ile ilkinin çağrısı arasında fark olmaz. Ama davetlerinin genel veya
ayrıntılı olması açısından farklılık göstermesi kaçınılmazdır. Burada
belirleyici olan, insanların yaşadıkları dönemlerin olgunluk ve ilerleme
bazında kat ettikleri mesafedir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Allah katında din, İslâm'dır." (Âl-i İmrân, 19) "O size, dinden
Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'-
ya tavsiye ettiğimizi şeriat yaptı. Şöyle ki: Dini doğru tutun ve onda
ayrılığa düşmeyin." (Şûrâ, 13)

Aynı şekilde din, maksatlar ve gayeler açısından da değişmez. Çün-kü
asıl amaç, değişik dinsel bilgilerin, üstün ahlâk ilkelerinin ve şer'î hükümlerin
dayandığı tevhittir. Yüce Allah bu hususta şöyle bu

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 391

yurmuştur: "İşte bu sizin ümmetiniz, bir tek ümmettir. Rabbiniz de
benim. Yalnız bana kulluk edin." (Enbiyâ, 92) "Senden önce hiçbir peygamber
göndermedik ki ona: 'Benden başka tanrı yoktur, bana kulluk
edin.' diye vahyetmiş olmayalım." (Enbiyâ, 25)
Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan, "Onları doğru yola ilettik."
ifadesinin anlamı açıklığa kavuşuyor. Burada "sırat=yol" sözcüğü
nekre olarak kullanılmış, insanların zihninde belirecek şekilde tanımlanmamıştır.
Oysa, "Bizi dosdoğru yola ilet, nimet verdiklerinin yoluna."
(Fâtiha, 7) ayetinde belirli olarak kullanılmıştır. Tefsirini sunduğumuz
bu ayetteki belirsiz kullanımın amacı, zihinlerin dikkatini, bu
yolun doğruluk niteliğine sahip olduğuna yöneltmektir. Bir şeyin doğru
olması, nitelikleri ve özellikleri itibariyle aynı tarzda olması demektir.
O hâlde, onların iletildikleri yol, hiçbir açıdan ve hiçbir durumla
ilintili olarak farklılık göstermeyen tek bir yoldur. Çünkü bu yol, fıtrata
dayalıdır. Bir tür yaratılış sistemi olan insan fıtratı özü itibariyle
insanın varoluşsal amaçlarına yönelme bazında değişmez.
O hâlde dosdoğru yola iletilen bu peygamberler ilâhî güvence altındadırlar.
Yolun tehlikeleri ve sürçmeleri karşısında korunmaktadırlar.
Çünkü izledikleri yol, gittikleri istikamet bazen amaca ulaştırma, bazen
de amaçtan uzaklaştırma; bazen hakka yöneltme, bazen de batıla
götürme; bazen mutlu etme, bazen de mutsuz etme şeklinde farklı
özellikler arz etmez. Bilâkis bu yolun parçaları arasında bütünlük ve
durumları arasında eşitlik vardır. Hepsi de hakka dayanırlar, hakka
iletirler. Kişiyi hayrette bırakmazlar. Zulmün, mutsuzluğun ve günahın
kucağına atmazlar. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "İnananlar ve
imanlarını bir haksızlıkla bulamayanlar, işte güven sadece onlarındır
ve doğru yolu bulanlar da onlardır." (En'âm, 82)

88) İşte bu, Allah'ın hidayetidir, kullarından dilediğini onunla hidayete
erdirir. Eğer onlar da Allah'a ortak koşsalardı, yapmakta oldukları amelleri
elbette boşa giderdi.


Yüce Allah burada, adını zikrettiği peygamberlerini doğru yola iletmesine
esas kıldığı hidayetinin niteliğinin bunun özel hidayeti olduğunu
gösterdiğine işaret ediyor; bu özel hidayetle kullarından dilediklerini
hidayete erdirir.

392 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

O hâlde, bir yol göstericilik, Allah'tan olduğu zaman gerçek yol göstericilik
olabilir. Bir yol göstericilik de, kendisini izleyen insanları, hidayete
erenlerin yani Allah tarafından saygın birer konuma getirilen
peygamberlerin üzerinde birleştikleri dosdoğru yola ilettiğinde, aynı
şekilde bu yolun cüzleri arasında tek bir kelimeye yani tevhide çağrı,
hak mesajı egemen kılmak ve kulluk ve takva nitelikleriyle nitelenmek
açısından bütünlük arz etmesi durumunda Allah'ın yol göstericiliği
niteliğini hak eder.

Allah'ın elçilerini birbirinden ayırmayı, bazısına inanıp bazısına da inanmamayı
öngören yollara veya Allah'ın hüküm ve şeriatlarını birbirinden
ayırmayı, bazısını uygulayıp bazısını uygulamamayı öngören
yola veya insanların sosyal yaşamları bazında mutluluklarını garanti
etmeyen ya da insanı hiçbir mutluluk kazandırma ihtimali bulunmayan
hedeflere yönelten yollara gelince, bunlar Allah'ın hiçbir şekilde
hoşnut olmadığı yollardır. Bu yolları izleyenler fıtratın ana caddesinden
sapmışlardır. Sapıklığın uçurumlarına, heva ve heveslerin kaygan
zeminlerine yuvarlanmışlardır. Bu yollara yönelmeye, Allah'ın yol
göstericiliği ile hidayete erişmek denilemez.

Bakınız ulu Allah ne söylüyor: "Allah'ı ve elçilerini inkâr edenler, Allah
ile elçileri arasında ayırım yapmak isteyip, 'Bir kısmına inanırız, bir
kısmını inkâr ederiz.' diyenler ve bu ikisinin (iman ile küfrün) arasında
bir yol tutmak isteyenler, işte onlar gerçekten kâfir olanlardır."
(Nisâ, 150-151) "Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr
mı ediyorsunuz? İçinizden bunları yapanların kazancı, dünya hayatında
ancak horluktan ibaret, kıyamet günüyse onlar daha çetin bir azaba
atılırlar." (Bakara, 85) "Allah'tan bir yol gösterici olmadan, yalnız
kendi keyfine uyandan daha sapık kim olabilir? Muhakkak ki Allah,
zalim kavmi doğru yola iletmez." (Kasas, 50)

Burada demek isteniyor ki, bir yolda heva ve hevesin peşinden gidiliyorsa,
bu sapıklıktır, bunun insanı mutluluğa götürmesi mümkün değildir.
Buna Allah'ın hidayeti denmez. Çünkü bu yolda zulüm esastır.
Allah hiçbir zaman zulmün mutluluk için bir araç ve vesile olmasına
izin vermemiştir ve vermeyecektir de. Ayrıca mutluluk da zulüm aracılığıyla
ulaşılacak bir şey değildir.

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 393

Kısacası, Allah'ın yol göstericiliğinin bir özelliği, sapıklığı kapsamamasıdır.
Allah'ın hidayetine iletilmekle sapıklık bir arada olmaz. Allah'ın
hidayeti, salt bir yol göstericiliktir ve hemen arkasından salt
mutluluk gelir. Bu da kesintisiz, tükenmez bir bağıştır. Ama biz insanlar
arasında geçerli olan bağışların türünden değil. Çünkü insanlar
arasında geçerli olan bağışta, bahşedenin bahşettiği şeyle ilintili egemenliği
sona erir ve bu egemenlik bağışı alan insana intikal eder.
Dolayısıyla bağışlara karşılık, ister şükredilsin, ister nankörlük edilsin,
bağışı alan ona sahip olur.

Allah'ın bu bağışı, tevhid ve kulluk çizgisi üzerinde devam eder. Bu
hususta hiç kimsenin Allah'ı bir şeye zorlaması söz konusu değildir.
Kimse salt kulluk dışında bu bağıştan yana kendini güvende hissetme
hakkına sahip değildir. Bu nedenle ayetin sonunda şu ifadeye
yer verilmiştir: "Eğer onlar da Allah'a ortak koşsalardı, yapmakta
oldukları amelleri elbette boşa giderdi." Burada özellikle şirkten söz
edilmesinin nedeni, konunun akışının tevhid ilkesi esasına göre devam
etmesidir.

89) İşte onlar, kendilerine kitap, hüküm (yargı yetkisi) ve peygamberlik
verdiğimiz kimselerdir.


Burada uzaklığı bildiren (ulâike) işaret zamirinin kullanılmış ol-ması,
işaret edilen kimselerin önemine ve yüksek makamlarına dikkat
çekmek içindir. Kendilerine kitap ve diğer hususların verilişiyle kastedilen
anlam, teker teker her birine kitap ve diğer hususların verilmesi
değildir; bilâkis maksat genel olarak ortak nitelikleri bazında
kendilerine kitap ve diğer hususların verilmiş olmasıdır. Çünkü aralarında
sözü edilen şeylerin bir kısmının verilmediği kimseler de vardır.
"Onları topladık ve onları dosdoğru yola ilettik." ayetini tesir ederken
bu hususa değindik. Sözgelimi kitap, bunlar arasında sadece Nuh'a,
İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya (hepsine selâm olsun) verilmiştir.
Kur'ân'da kitap bir şekilde peygamberlere izafe edildiği zaman şeriatları
içeren suhufları ifade eder. Bununla da insanlar arasındaki ihtilâfların
çözümü hedeflenir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "İnsanlar
tek bir ümmetti. Sonra Allah müjdeciler ve uyarıcılar olarak
peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa

394 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar
indirdi." (Bakara, 213) "Gerçekten Tevrat'ı biz indirdik, onda yol
gösterme ve nur vardır... peygamberler... onunla hüküm verirlerdi...
Sana da kendinden önceki kitapları doğrulayıcı ve onlara egemen olarak
bu kitabı gerçek üzere indirdik." (Mâide, 44-48) Bunun gibi daha
birçok ayet örnek gösterilebilir.
Hüküm, önermenin cüzleri arasında yargı nitelikli ilişki kurmaktır.
"Falan kişi âlimdir." dememiz gibi. Şayet bu durum sosyal olgular
ve insanlar arasında rastlanagelen pratik meselelerle ilgiliy-se, ilişki
türü hüküm olarak nitelendirilir. Tıpkı önermenin kendisinin
de hüküm olarak nitelendirildiği gibi. "İnsanın şöyle yapması gerekir,
ona şunu yapması yasaktır, şunu yapabilir, şunu yapmasını
istiyorum veya istemiyorum." demek gibi. Gereklilik, yasaklama,
serbest bırakma, olumlu karşılama ve olumsuz görme hüküm olarak
nitelendirilir. Tıpkı bunları kapsayan önermelerin hüküm olarak
nitelendirilmeleri gibi. Toplumda yaşayan insanların başka ilişkilerden
kaynaklanan başka hükümleri de vardır. Mülk, başkanlık,
naiplik, kefillik, velilik gibi.

Şayet hükümle mastar anlamı kastediliyorsa, bu durumda hükmün
meydana getirilmesi ve konulması kastedilir. Bu da ya hükme bağlama
ve kanunlaştırma şeklinde olur; hukukçuların insanların uygulamaları,
hayatlarını ona göre düzenlemeleri, sosyal düzenlerini bunun
temeline göre korumaları için birtakım kanunlar koymaları gibi.
Ya da belirleme ve görüş şeklinde gerçekleşir. Yargıçların ve hâkimlerin
mahkemelerde ve davalarda malın falana ait olduğunu, falanın
haklı olduğunu belirlemeleri ya da fetva ehli olanların fetva verirlerken
çeşitli görüşler belirtmeleri gibi. Bu ifadeyle kimi durumlarda da
bir hükmün uygulanışı kastedilebilir. Valinin ve kralın valilik ve krallık
bölgelerinde istediklerini insanlara uygulatmaları gibi.
Kitapla birlikte zikredilmiş olmasını da göz önünde bulundurarak
ayette geçen "hüküm"le, yargı anlamının kastedildiğini düşünüyoruz.
Dolayısıyla kitap ve hükmün verilmiş olmasından maksat, dinsel
yasaların ve bu yasalar uyarınca insanlar arasında yargıda bulunma
yetkisinin verilmesidir. Bunu birçok ayetten de çıkarsamak

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 395

mümkündür:

İnsanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm
vermek üzere hak kitaplar indirdi." (Bakara, 213) "Gerçekten Tevrat'ı
biz indirdik, onda yol gösterme ve nur vardır. Allah'a teslim olmuş
peygamberler onunla... hüküm verirlerdi." (Mâide, 44) "Allah'ın
sana gösterdiği gibi insanlar arasında hüküm veresin diye." (Nisâ, 105)
"Ve Davud'u ve Süleyman'ı da an. Onlar, bir ekin hakkında hükmediyorlardı."
(Enbiyâ, 78) "Ey Davud, biz seni yeryüzünde hükümdar yaptık.
İnsanlar arasında adaletle hükmet; keyfine uyma, sonra seni Allah'ın
yolundan saptırır." (Sâd, 26)

Bunun gibi daha birçok ayet örnek gösterilebilir. Gerçi İbrahim Peygamber'le
ilgili olan, "Rabbim bana hüküm ver ve beni salihlere kat."
(Şuarâ, 83) ayetini, kavramın genel anlamını esas alacak şekilde yorumlamanın
bir sakıncası yoktur.

Peygamberliğe gelince; daha önce, "İnsanlar tek bir ümmetti. Sonra
Allah peygamberleri... gönderdi." (Bakara, 213) ayetini incelerken,
bundan maksadın, özel ilâhî bir inayetle gaybî haberleri almak olduğunu
söylemiştik. Bunlar duyu organlarının ve algılama yeteneklerinin
ötesine ait haberlerdir. Allah'ın birliği, melekler ve ahiret günü
gibi.

Yüce Allah'ın peygamberler silsilesine bahşettiği bu üç niteliğin, yani
kitap, hüküm ve peygamberliğin Allah'ın hidayetinin tasvir edildiği bir
akışın kapsamında zikredilmesi, bunların Allah'ın yol göstermesinin
etkileri, sonuçları olduğunu, Allah'a ve ayetlerine ilişkin bilginin onun
aracılığıyla tamamlandığını gösterir.
Dolayısıyla bu akış içinde âdeta şöyle söylenmiştir: Bütün peygamberleri
üzerinde birleştirdiğimiz ve bütün âlemlerden üstün olmalarını
sağladığımız bu yol göstericilik, onları dosdoğru yola iletir, Allah'ın
yasalarını içeren kitabı onlara öğretir, onları destekler, insanlar
arasında hüküm vermekle yetkili kılar ve onlara gaybe ilişkin
haberler verir.

KUR'ÂN'DA "KİTAP" KAVRAMININ ANLAMI

396 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Bugün zihnimizde canlanan şekliyle kitap; bazı bilgilerin kalem, matbaa
veya başka bir araçla1 bir sayfaya veya birkaç sayfaya yazılması
sonucu ortaya çıkan şeydir. Fakat isimlerin kullanımında aslolan, bu
isimlendirmenin ilintili olduğu amaçlar olduğu için, isimlendirmenin
yapıldığı ilk zamanda bilinmeyen şeyleri de kapsayacak şekilde zamanla
isimin daha geniş bir alanda kullanılması normal karşılanmıştır.
Kitaptan maksat, birtakım bilgilerin gerektiğinde baş vurulmak
üzere kayda geçirilmesidir. Bu anlam, elin kalemle kağıt üzerine yazı
yazması olgusunu kaçınılmaz kılmaz. Dolayısıyla bir insan bir yazıyı
hafızasında unutmadan tutabiliyorsa bu da kitaptır. Bunu ezberinden
dikte edebiliyorsa kitaptır. Bildiğimiz kalemle yazılan sayfalardan veya
levhalardan ibaret olması şart değildir.

İşte bu anlamsal genişlik esas alınarak Kur'ân'da kitap kelimesi peygamberlere
ilka edilen vahiy anlamında kullanılmıştır, özellikle bir
karar ve yasa içerenler için bunu söylüyoruz. Yine bu anlamsal genişlik
esas alınarak olayları ve olguları bir şekilde Allah katında kaydeden
şey anlamında da kullanılmıştır. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Sana mübarek kitabı indirdik." (Sâd, 29) "Ne yerde, ne de kendi canlarınızda
meydana gelen hiçbir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan
önce, bir kitapta olmasın." (Hadîd, 22) "Her insanın yaptıklarını boynuna
bağladık, kıyamet günü onun için, açılmış olarak bulacağı bir kitap
çıkarırız: Kitabını oku." (İsrâ, 13-14)

Yüce Allah'ın, kelâmında kitabı kendine izafe ederek zikrettiği kitap
kavramı, bu üç kısım dışında bir anlam taşımaz. Ancak Tevrat'la ilgili
şu ifadeleri bunun dışında tutuyoruz: "Öğütte ve her şeyin açıklamasına
dair ne varsa hepsini Musa için levhalara yazdık." (A'râf, 145)
"Levhaları yere attı ve kardeşinin başını tuttu." (A'râf, 150) "Öfkesi dinince
Musa, levhaları aldı. Onlardaki yazıda Rablerinden korkanlar için
yol gösterme ve rahmet vardı." (A'râf, 154)2
-----------------
1- Kitap kelimesinin elin kalemle yazdığı şeyler dışındaki olguları da kapsayacak şekilde
kullanılması, zamanla kazanılan bir anlam genişlemesi olsa gerektir.
2- Bu ayetlerde kitap kelimesinin yazılmış anlamında kullanıldığı anlaşılmaktadır.

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 397

Birinci kısım: Peygamberlere (hepsine selâm olsun) indirilen kitap.
Az önce de işaret ettiğimiz gibi, bu kitap dinsel yasalar içermektedir.
Yüce Allah bu bağlamda Nuh'un (a.s) kitabından: "Onlarla beraber
hak kitaplar indirdi." (Bakara, 213) İbrahim Peygamber'le (a.s) Musa
Peygamber'in (a.s) kitabından: "İbrahim'in ve Musa'nın
sahifelerinde." (A'lâ, 19) İsa'nın (a.s) kitabı olan İncil'den: "Ona içinde
yol gösterme ve nur bulunan İncil'i verdik." (Mâide, 46) ve Hz. Muhammed'in
(s.a.a) kitabından: "Şunlar kitabın ve apaçık Kur'ân'ın ayetleridir."
(Hicr, 1) söz eder. Devamla buyurur ki: "Allah tarafından
gönderilen ve tertemiz sahifeler okuyan bir elçi. O sahifelerde doğru,
değerli kitaplar vardır." (Beyyine, 2-3) "(Bu ayetler) değerli ve iyi elçilerin
ellerinde, tertemiz, yüce ve değerli sahifeler içindedir. " (Abase, 13-
16) "Onu Ruh'ul-Emin indirdi. Senin kalbine; uyarıcılardan olman için
apaçık Arapça bir dille." (Şuarâ, 193-195)

İkinci kısım: Kulların iyiliklerden veya kötülüklerden oluşan amellerini
kaydeden kitaplar. Bu tür kitaplar da her insanın kendisine özgüdür.
Buna şu ayetlerde işaret edilmiştir: "Her insanın yaptıklarını
boynuna bağladık, kıyamet günü onun için, açılmış olarak bulacağı
bir kitap çıkarırız." (İsrâ, 13) "Her bir nefsin, hayır olarak yaptıklarını
ve kötülük olarak yaptıklarını hazır bulduğu... o günü hatırlayın." (Âl-i
İmrân, 30) Bunun gibi daha birçok ayet örnek gösterilebilir. Biri de her
ümmetin amellerini kaydeder. Bu anlamı şu ayetten çıkarabiliriz: "O
gün her ümmeti diz çökmüş olarak görürsün. Her ümmet, kendi kitabına
çağırılır." (Câsiye, 28) Bütün insanlara ait olanı da vardır. Şu ayetten
bunu anlamak mümkündür: "İşte kitabımız, aleyhinize gerçeği
söylü-yor. Çünkü biz, yaptıklarınızı yazıyorduk." (Câsiye, 29) Elbette bu,
ayetteki hitabın bütün insanlara yönelik olması esasına bağlıdır.
Kitapla ilgili bu kısmı iki başlık altında incelemek de mümkündür.
Bunda belirleyici olan da insanların iyiler ve kötüler diye iki gruba
ayrılmalarıdır. Dolayısıyla her grubun kitabı diğerinden ayrı olur. Nitekim
şu ayette buna işaret edilmiştir: "Hayır, doğrusu sapanların
yazısı siccindedir. Siccinin ne olduğunu sen nereden bileceksin? Yazılmış
bir kitaptır... Hayır, iyilerin yazısı illiyyindedir. İlliyyinin ne olduğunu
sen nereden bileceksin? Yazılmış bir kitaptır. Yaklaştırılmış

398 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

olanlar ona tanık olurlar." (Mutaffifîn, 7-21)

Üçüncü kısım: Varlık düzeninin ayrıntılarını ve varlık bütününde
meydana gelen olayları kaydeden kitaplar. Bu kitaplardan biri değişime
karşı koruma altındadır. İçinde her şey yazılıdır. Şu ayetlerde
bu değişmez kitaba işaret edilmektedir: "Ne yerde, ne de gökte zerre
ağırlığınca bir şey, Rabbinden kaçmaz. Ne bundan küçük, ne de
büyük hiçbir şey yoktur ki, hepsi apaçık bir kitapta olmasın." (Yûnus,
61) "Biz her şeyi apaçık bir kitaba ayrıntılı olarak kaydetmişizdir."
(Yâsîn, 12) "Yanımızda zapteden bir kitap vardır." (Kaf, 4) "Her sürenin
(yazıldığı) bir kitap vardır." (Ra'd, 38) [Bu ayet, genel ifadesiyle konumuzun
anlamı içerisindedir. Çükü] bir ecel ve süre de vardır ki, belirlenmiştir
ve kesinlikle değişmez. "Allah'ın izni olmaksızın hiçbir
kimse ölmez. Ölüm belli bir süreye göre yazılmıştır." (Âl-i İmrân, 145)
Bu tür kitapların, bütün olayları ve varlıkları kaydeden genel bir kitap
ve her varlığın kendine özgü, onun varlık içindeki durumunu kaydeden
özel bir kitap olmak üzere ikiye ayrıldığını söyleyebiliriz. Örnek
olarak verdiğimiz son iki ayette ve bunlara benzer ayetlerde buna ilişkin
işaretler algılamak mümkündür.

Üçüncü kısım kitaplardan biri de değişime açıktır, içeriğinin bir kısmı
silinebilir, bir kısmı yerinde bırakılabilir. Şu ayette buna işaret edildiğini
görüyoruz: "Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır. Ana kitap O'-
nun katındadır." (Ra'd, 39) Bu kitap kısımlarının her biriyle ilgili detaylı
açıklamaları uygun bir yerde sunacağız. Yardım sadece Allah'tan istenir.

KUR'ÂN'DA HÜKÜM KAVRAMININ ANLAMI

Hüküm sözcüğünün temel anlamı, kullanıldığı yerler baz alınarak incelendiğinde,
önleme, yasaklama şeklinde tezahür ettiği görülür. Mevlevî
hüküm (yönetsel egemenlik) bu anlam itibariyle hüküm olarak
nitelendirilmiştir. Çünkü emreden kişi (yönetici), emir verdiği kimselerin
(yönetilenlerin) irade ve amel bazında serbest olmalarını, canlarının
istediği gibi hareket etmelerini önler. Aynı şekilde yargı anlamında
hü-küm de, çekişmeye konu olan şeyin tartışma ve kavga yü

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 399

zünden sarsılmasını ya da saldırı ve zulüm yüzünden bozulmasını önler.
Yine onaylama anlamında hüküm de önermeye kuşku olgusunun
sirayet etmesini önler. "İhkam" ve "istihkam" gibi türevleri de bir şeyin
cüzlerini bozucu ya da içine girip istilâ edici şeylere karşı engelleyici,
caydırıcı özellikte olmasını ifade ederler. İhkam sözcüğü, bir açıdan
da bir şeyin bölüm bölüm ayrılması demek olan
ayrıntılandırmanın, tafsilin de karşıtıdır. Çünkü ayrıntılandırma ve
tafsilatlandırma ile o şeyin cüzlerinin bütünlüğü ve birliği bozulur. Yüce
Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Bu, hikmet sahibi ve her şeyden
haberdar olan Allah tarafından ayetleri muhkem kılınmış ve sonra
da birer birer (bölüm bölüm) açıklanmış bir kitaptır." (Hûd, 1)
Müteşabih kavramının karşıtı olarak kullanılan muhkem kavramının
özünde de bu anlam yatar.

Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde şöyle der: "Hüküm sözcüğünün
asıl anlamı önlemedir; ama yapıcı, ıslâh edici anlamda önleme.
Bu yüzden dizgine, 'hakemet'ud-dabbe' denilmiştir.
'Hakemtu-hu ve hakemt'ud-dabbete bi'l-hakemeti: Hayvanı önledim,
dizginle durdurdum.' 'Ahkemtuha' yani 'Onun için bir dizgin
yaptım.' Araplar bu anlamda 'Hakemt'us-sefinete ve ahkemtuha:
Gemiyi iplerle iskeleye bağladım.' derler. Şair der ki: Ey
Hanifeoğulları, beyinsiz, ahmak bireylerinizi dizginleyin." (el-
Mufredat'tan alınan alıntı burada sona erdi.)

Hüküm kelimesi yüce Allah'a izafe edildiğinde varoluşsal bir meseleyle
ilintiliyse varoluşsal yargı anlamını ifade eder. Bu da gerçek, objektif
ve bütün aşamalarıyla reel varlık demek olan var etmedir. Yüce
Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Hüküm veren Allah'tır. O'nun
hükmünün ardına düşüp onu iptal edecek kimse yoktur." (Ra'd, 41)
"Bir şeye hükmetti mi, ona sadece ol der, o da hemen oluverir." (Bakara,
117) Bir açıdan şu ayeti de aynı kategoride inceleyebiliriz: "Büyüklük
taslayanlar da dediler ki: Hepimiz de onun içindeyiz. Allah kullar
arasında böyle hüküm verdi." (Mü'min, 48)
Eğer yasama meselesiyle ilintiliyse, kanun koyma ve mevlevî (yönetsel)
hüküm anlamını ifade eder. Yüce Allah bu hususla ilgili olarak
şöyle buyurmuştur: "İçinde Allah'ın hükmü bulunan Tevrat yanla-

400 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

rında dururken..." (Mâide, 43) "Allah'tan daha güzel hüküm veren kim
olabilir?" (Mâide, 50)

Peygamberlere izafe edilerek kullanıldığı zaman yargı anlamını ifade
eder. Bu, yüce Allah'ın onlara bahşettiği ilâhî bir makamdır. Bu tarz
bir kullanıma şu ayetleri örnek gösterebiliriz: "Onların aralarında Allah'ın
indirdiğiyle hükmet ve sana gelen gerçekten ayrılıp onların keyiflerine
uyma." (Mâide, 48) "İşte onlar, kendilerine kitap, hüküm (yargı
yetkisi)... verdiğimiz kimselerdir." (En'âm, 89)

Bazı ayetlerde peygamberlere kanun koyma anlamında hüküm yetkisinin
verildiği yönünde bir işaret veya delâlet vardır. Örneğin İbrahim
Peygamber'in (a.s) duasını içeren ayette şu ifadelere yer verilmiştir:
"Rabbim bana hüküm ver, beni salihlere kat." (Şuarâ, 83)
Peygamberlerin dışındaki insanlara gelince, onlara yargılama anlamında
hüküm izafe edilmiştir: "İncil sahipleri, Allah'ın onda indirdiği
ile hükmetsinler." (Mâide, 47) Yine kanun koyma anlamında hüküm
izafe edilmiştir; ancak yüce Allah böyle bir şeye kalkışmalarından dolayı
insanları yermiştir: "Allah'ın yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan
Allah'a pay ayırıp, zanlarınca, 'Bu Allah'a, bu da ortaklarımıza.' dediler...
Ne kötü hüküm veriyorlar!" (En'âm, 136) "Senin sözün elbette
haktır ve sen hâkimlerin hâkimisin." (Hûd, 45) Bu ayet, içinde yer aldığı
konunun akışı itibariyle sözü yerine getirme ve hükmü uygulama
anlamına gelen hükmü kapsar niteliktedir.
* * *

Eğer onlar, bunları inkâr ederse, biz, bunları inkâr etmeyecek bir topluluğu,
bunlara vekil bırakmışızdır.


"Bunları inkâr ederse..." ve "bunlara vekil bırakmışızdır." ifadelerindeki
zamir "huda=yol gösterme" kelimesine dönüktür. "Huda" kelimesine
dönük zamir hem müzekker olabilir, hem de bu kelimenin
"hidayet" anlamına geldiğinden dolayı müennes olabilir. Ya da zamirler
kitaba, hükme ve peygamberliğe dönüktür. Ki bunlar da ilâhî yol
göstermenin sonuçlarıdır. Zaten önceki ihtimal tutarsızlık içermiyor
değildir. "Onlar..." ifadesiyle işaret edilenler, Hz. Peygamber'in (s.a.a)
soydaşlarından davetini inkâr edenlerdir. Ayetin akışıyla Mekkeli kâ

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 401

firlerin kastedildiği kesindir. Yüce Allah onlarla ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
"Hiç kuşkusuz şu kâfirleri uyarsan da, uyarmasan da, onlar
için birdir; onlar inanmazlar." (Bakara, 6)

İlk ihtimali esas aldığımızda şöyle bir anlam elde etmiş oluruz: Eğer
senin soydaşlarının müşrikleri bizim hidayetimizi, yani yolumuzu inkâr
ederlerse, bilsinler ki, biz, onları inkâr etmeyecek kullarımızı onlara
vekil bırakmışızdır.

Küfür ve iman, Allah ve ayetlerine izafe edilebilindiği gibi hidayetle
de, özellikle yol anlamı esas alındığında, ilintili olurlar: "Biz hi-dayeti
duyduğumuzda, ona iman ettik." (Cinn, 13) "Kim benim hidayetime
uyarsa, onlar için korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir." (Bakara,
38)

İkinci ihtimal baz alınırsa, kastedilen anlam şu şekilde belirginleşir:
Eğer Mekke müşrikleri -ilâhî yolu ve dinsel daveti kapsayan- kitabı,
hükmü ve peygamberliği inkâr ederlerse, bilsinler ki, biz, onları inkâr
etmeyecek bir topluluğu onlara vekil bırakmışız.

Bu topluluğun kimler olduğu hususuna gelince, lafzın ["kavmen" lafzının]
nekre ve belirsiz bırakılması, onların önemli kişiler olduklarını,
büyüklüklerini gösterir. Bununla beraber tefsir bilginleri onların kimlikleri
hakkında farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.

Kimine göre; onlardan kastedilen, önceki ayetlerde zikredilen on sekiz
peygamberdir. Ya da isimleri ve "babalarından, çocuklarından ve
kardeşlerinden" ifadesiyle nitelikleri vurgulanan bütün peygamberlerdir.
Ne var ki, lafzın zahiri böyle bir anlamla örtüşmüyor. Çünkü,
"leysû biha bi-kâfirîn=bunları inkâr etmeyecek" ifadesinin zahiri, şimdiki
durumun olumsuzlanmasını veya olumsuzluğun sürekliliğini ifade
eder. Oysa ayette sözü edilen peygamberler hitabın gerçekleştiği
zamanda mevcut değildiler. Eğer maksat bu olsaydı, "lem yekûnû
biha bi-kâfirîn=bunları inkâr etmemiş olan" şeklinde bir ifadenin kullanılmış
olması gerekirdi. Bu durumda onlardan biri ve en üstünleri
olan Resulullah (s.a.a) kapsama alınmamış olacaktı. Çünkü yüce Allah,
bundan sonra ondan söz ediyor ve şöyle buyuruyor: "İşte onlar,
Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir. Onların yoluna uy."
Kimine göre; onlardan maksat meleklerdir. Ancak -bazı bilginlerin de

402 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

söylediği gibi- kavim sözcüğü herhangi bir kayıt olmaksızın mutlak
olarak kullanıldığı zaman melekler anlamını ifade etmez ve zihinlerde
böyle bir tasavvur belirmez. Ayrıca, ayetin akışı itibariyle Peygamberimiz
(s.a.a) bir şekilde teselli edilmek isteniyor. Bu durumda kavminin
inkârı hususunda, Hz. Peygamber'i (s.a.a) meleklerin iman etmesiyle
teselli etmenin anlamı yoktur.

Kimine göre; onlardan maksat, ayetlerin indiği sırada Mekke'de Hz.
Peygamber'e (s.a.a) iman eden müminler veya genel olarak muhacirlerdir.
Ama bu değerlendirme de yanlıştır. Çünkü sayılan bu gruplardan
bazı kimselerin iman ettikten sonra dinden döndükleri bilinmektedir.
Nitekim bunların içinden biri: "Ben de yakında Allah'ın indirdiğinin
bir benzerini indireceğim." diyecek kadar küfürde ileri gitmişti.
Yüce Allah bu adamın durumunu tefsirini sunduğumuz bu surede
birkaç ayetten sonra açıklamıştır. Bunların içinde münafıklar da vardı.
"bunları inkâr etmeyen" ifadesini, bu sözünü ettiğimiz grupları da
kapsayacak şekilde algılamanın imkânı yoktur.
Kimine göre; maksat ensardır veya muhacirler ve ensardır ya da Hz.
Peygamber'in (s.a.a) muhacir ve ensardan oluşan bütün ashabıdır.
Çünkü onlar bu davanın ayakta durmasını sağlamışlar, zorluk gününde
Hz. Peygamber'e (s.a.a) yardım etmişlerdir. Ulu Allah kitabında
onlardan övgüyle söz etmiştir. Bir topluluk olarak ashabın saygınlığından,
yüksek konumlarından kimsenin kuşkusu yoktur; ancak onların
arasında daha sonra dinlerinden dönenler olmuş, durumu henüz
belirginlik kazanmayan münafıklar olmuştur. Dolayısıyla durumları
bundan ibaret olan kimseler için, "biz, bunları inkâr etmeyecek bir
topluluğu, bunlara vekil bırakmışızdır." nitelemesi yerinde olmaz.
Çünkü bu ifade, bunlara vekil bırakılan kimselere hiçbir şekilde küfrün
sirayet etmeyeceğini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Dikkat
edilirse, "Biz, onlara iman edecek veya iman etmiş bulunan bir kavmi
onlara vekil bırakmışızdır." şeklinde bir ifade kullanılmamıştır.
Bazı tefsir bilginlerinin sözlerinden ise, şöyle bir sonuç çıkmaktadır:
Bundan maksat, imanın toplumsal olarak gerçekleşmiş olmasıdır.
Dolayısıyla bazı bireylerin bu genellemeye aykırı tutum içinde olmaları
genel niteliğe halel getirmez. Diğer bir ifadeyle: "Bunları inkâr

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 403

etmeyecek" sözü, topluma ilişkin bir niteliktir. Dolayısıyla, bazı
bireylerin bu nitelikten çıkması, toplumun toplumsal olarak sahip
olduğu genel niteliği ortadan kaldırmaz. Ensardan Hz. Peygamber'e
(s.a.a) iman edenler veya ensardan ve muhacirlerden oluşan
müminler veya bütün sahabeler, genel olarak iman niteliğine kalıcı
olarak sahip olmuşlardır. Bazı bireyler açısından bu nitelik ortadan
kalkmış olsa da genel olarak bu nitelikleri yok olmamıştır.
Eğer böyle bir yorumu esas alırsak, bu demektir ki, ayette geçen "kavim"
sözcüğünden maksat Müslüman ümmettir veya gelmiş geçmiş
bütün ümmetlerin müminleridir. Çünkü bu niteliği bütün kavimler içinde
sadece birine özgü kılmayı gerektirecek bir kanıt yoktur. Bazılarının
dinsel saygınlık ifade eden meziyetlere özel olarak sahip olmaları,
örneğin muhacirlerin Allah'a iman, Allah için eziyetlere sabretme
bakımından öncelikli olmaları veya ensarın muhacirleri evlerinde
ağırlamaları, imanı benimsemeleri ve tevhid mesajını yüceltmeleri
kendilerinin bu niteliklere daha fazla sahip olmalarından başka
bir şeye delâlet etmez. Sadece onların ayette işaret edilen niteliğe
sahip olduklarını, anlam olarak ortak bir konumda olmalarına rağmen
başkalarının bu nitelikten yoksun olduklarını ifade etmez.
Bu değerlendirmeye bir de şöyle cevap verilebilir: Yüce Allah'ın sözlerinde,
bir toplumun bütün bireylerini kapsamayan toplumsal bir nitelik
söz konusu olduğunda, varsa eğer bu toplumsal niteliğe aykırı düşenler,
genel değerlendirmenin dışında tutulduğuna ilişkin bir istisnaya
veya istisna anlamına gelecek bir kayda yer verilir. Buna şu ayeti
örnek gösterebiliriz: "Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra
onu aşağıların aşağısına çevirdik. Yalnız inanıp iyi işler yapanlar hariç."
(Tîn, 4-6)

Buna şu ayetleri de örnek gösterebiliriz: "Muhammed Allah'ın elçisidir.
Onun yanında bulunanlar, kâfirlere karşı katı, birbirlerine kar-şı
merhametlidirler... Allah onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret
ve büyük mükâfat vaat etmiştir." (Fetih, 29) "Şüphe yok ki münafıklar,
ateşin en alt tabakasındadırlar... Ancak tövbe edenler, durumlarını
düzeltenler, Allah'a sımsıkı sarılanlar ve dinlerini sırf Allah için
yapanlar başka..." (Nisâ, 145-146) "İmanlarından... sonra küfre sapan

404 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

bir kavmi Allah nasıl hidayete erdirir?... Ancak bundan sonra, tövbe
edenler ve salih olarak davrananlar başka." (Âl-i İmrân, 86-89) Bu tarz
kullanımların Kur'ân'da birçok örneği vardır. O hâlde, "bunları inkâr
etmeyecek" ifadesinde, içlerinde bu niteliğe aykırı bir tutum içinde
olan kimselerin bulunmasına rağmen kavmin genelinden bunlar neden
istisna edilmemişlerdir?

Bazı tefsir bilginlerinin konuya ilişkin yorumu ise bunlardan çok daha
ilginçtir. Bunlardan birine göre; ayette sözü edilen kavmin "bunları inkâr
etmeyecek" şeklinde nitelendirilmiş olmalarından maksat -ki ona
göre bu kavim de ensardır- bunlar henüz iman etmemiş olmakla beraber
Mekke müşrikleri gibi onu inkâr etmeyeceklerdir.
Bundan önceki görüş ve yorumlara ilişkin olarak işaret ettiğimiz sakıncaların
bu görüş için de geçerli olduğunu belirttikten sonra, Medineli
ensarın bu ayetlerin inişi esnasında putlara tapan müşrikler olduklarını
belirtmeliyiz. Dolayısıyla o sırada küfrü onlardan olumsuzlamanın
bir anlamı yoktur. Sadece daveti ret, büyüklenme ve yüz çevirme
anlamında küfrün olumsuzlanması söz konusu olabilir. Ancak
ayette geçen küfür kelimesinin bu anlamda kullanıldığına ilişkin bir
kanıt yoktur. Çünkü ayetler, Allah'a ortak koşmanın karşıtı olan ilâhî
hidayeti tasvir etme amacına yöneliktirler. Nitekim: "Eğer ortak koşarlarsa,
yaptıkları boşa gidecektir." ayeti de aynı hususla bağlantılı olarak
değerlendirilmiştir. Öte yandan, ayette işaret edilen "vekil bırakma",
koruma anlamını ifade eder. Dolayısıyla, "Eğer bunlar onları inkâr
ederlerse, biz, onları henüz iman etmemiş ama inkâr da etmeyecek bir
kavim aracılığıyla koruma altına almışız." demenin bir mantığı yoktur.
Kimine göre; bu kavimden maksat, Acemlerdir (Arap olmayanlardır).
Çünkü onlar bu ayetlerin indiği sırada henüz iman etmemişlerdi. Bu
değerlendirmenin şu ayete dayandırıldığını düşünüyoruz: "Ey insanlar,
Allah dilerse sizi götürür ve başkalarını getirir." (Nisâ, 133) Hadislerde
bu ayette geçen "başkaları" ifadesiyle Acemlerin kastedildiği
yer almıştır. Ancak bundan önceki görüşe ilişkin olarak söylenenler
bu görüş için de geçerlidir.

Kimine göre; ayette sözü edilen kavimden maksat, Hz. Muhammed
(s.a.a) ümmetinin müminleri veya bütün ümmetlere mensup

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 405

müminlerdir. Bundan önceki değerlendirmelerle ilgili sakıncalar bu
değerlendirme için de geçerlidir.

Ancak bu görüşü savunma amacıyla, şöyle bir yorum yapılabilir: Bunlardan
maksat, bu ümmette veya bütün ümmetlerde Allah'a iman
eden ve dünyada yaşadığı sürece hiçbir şekilde küfre bulaşmayan
bazı kimselerdir. Dolayısıyla böyle bir durumda olan kimseler, bunları
inkâr etmeyen kavim kategorisine girerler. Elbette küfre girme ihtimalleri
büsbütün imkânsız değildir. Ancak tevhid çağrısına yönelik
imanlarını sürdürmeleri, kesinlikle küfre ve nifaka sapmamaları,
"bunları inkâr etmeyecek" niteliğini hak ettiklerini gösterir. Böylece
Hz. Peygamber'i (s.a.a) teselli etmek, mübarek kalbini hoş tutmak
amacına yönelik olan bu ayette bu açıdan verilmek istenen mesaj da
tamamlanmış olur. Çünkü Hz. Peygamber kavminden müşriklerin inkârlarından,
hak davasına, Allah'a ve ayetlerine iman çağrısına karşı
büyüklük kompleksine kapılmalarından dolayı üzülüyordu. Aynı şekilde
yüce Allah'ın, saygın kullarına ve yaklaştırılmış peygamberlerine
bahşetmiş olduğu yolunu ve hidayetini koruyarak yenilmez ve güçlü
olduğuna delâlet etme açısından ayetin anlamı tamamlanmış olur.
Ne var ki, bu yoruma karşı şöyle söylemek gereği hasıl olur: Bu değerlendirme
tesadüfî bir önermeye dayanmaktadır. Şöyle ki, buna
iman edenlerin imanlarının yok olmaktan korunması tesadüfe bağlıdır.
Bu imanın yok olmayacağının hiçbir garantisi yoktur. Bu ise, "vekil
bı-rakmışızdır." ifadesiyle bağdaşan bir durum değildir. Çünkü vekil
bırakma güvenme anlamını da içerir, koruma ve kollama anlamını
garanti eder. Dolayısıyla kalıcılığının garantisi ve devamının ve bekasının
koruyucusu bulunmayan bir şeyle güçlülük gösterme ve övünme
bir anlam ifade etmez.

Kaldı ki, yüce Allah birçok imanı yermiştir de. Bir ayette şöyle
buyurulmuştur: "Onların çoğu ancak ortak koşarak Allah'a inanırlar."
(Yûsuf, 106) Oysa tefsirini sunduğumuz ayetlerde salt fıtrî tevhid, her
türlü şirk ve zulüm şaibesinden arı, berrak ve tertemiz ilâhî hidayet
tasvir ediliyor. Ulu Allah bu fıtrî tevhidi ve ilâhî yol göstericiliği dostu
İbrahim'e, ondan önce ve sonra gelen saygın peygamberlere (selâm
üzerlerine olsun) bahşetmiştir. Nitekim yüce Allah İbrahim Peygam-

406 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

ber'den naklen şöyle buyurur: "İnananlar ve imanlarını bir haksızlıkla
bulamayanlar, işte güven sadece onlarındır ve doğru yolu bulanlar da
onlardır." (En'âm, 82)

İman sıfatını taşıyan herkes, bu özelliğe sahip bir yol göstericiliğin,
bir hidayetin korumasına vekil bırakılmış olarak değerlendirile-mez.
Allah'ın bu hidayeti zayi olmaktan, fesada uğramaktan koruma işini
böyle kimselere bıraktığı ileri sürülemez. Çünkü bunlar arasında bir
şekilde inanma niteliğini üzerlerinde taşıyan tağutlar, azgınlar, Firavunlar,
müstekbirler, zorba zalimler, bidatçiler, günahlara dalanlar,
her türlü hayâsızlık ve yoldan çıkmışlık örneklerini sergileyenler
bulunur.

"Eğer onlar, bunları inkâr ederse, biz, bunları inkâr etmeyecek bir topululuğu,
bunlara vekil bırakmışızdır." ayetinin anlamı bağlamında
şunu söylemek gerekir: Bu ayetin de içinde yer aldığı ayetlerin akışı,
fıtrî tevhidi ve her türlü şirk şaibesinden uzak berrak ilâhî yol göstericilik
misyonunu tasvir etme amacına yöneliktir. Bu bağlamda, yüce
Allah'ın bu yol göstericilik misyonunu bir ve bütün olan bir peygamberler
silsilesine bahşettiğinden, yüce Allah'ın bu misyon için onları
ve soylarını seçtiğinden söz edilmektedir. Bunların bazısının bazısından
olduğu, Allah'ın onları başkalarının arasından ayıklayıp seçtiği,
onları içinde sapma bulunmayan doğru yola ilettiği, onlara kitap, hüküm
ve peygamberlik verdiği anlatılmaktadır.

Sonra bu anlatıma bir ayrıntı olarak şöyle buyurulmaktadır: "Eğer onlar,
bunları inkâr ederse, biz, bunları inkâr etmeyecek bir topluluğu,
bunlara vekil bırakmışızdır." İfadenin akışı, yüce Allah'ın ilâhî yol göstericiliğe
yönelik desteğini yansıtmaktadır. Hz. Peygamber'i (s.a.a) teselli
etmeye, gönlünü hoş tutmaya yöneliktir. Ki üzüntüden dolayı
gevşemesin, kararlılığı kırılmasın, dinsel daveti gevşetmesin. Kavminin
küfrünü, müstekbirliğini ve azgınlıkları içinde yüzüşünü görüp karamsarlığa
kapılmasın. Dolayısıyla ayetten bir bakıma şöyle bir anlam
da anlaşılmaktadır: "Bu ilâhî yol göstericilik misyonunu ve saygıdeğer
peygamberler silsilesine verdiğimiz kitap, hüküm ve peygamberlik
misyonunun kapsadığı ilâhî yolu inkâr etmelerini görmüş olmaktan
dolayı üzülme. Çünkü biz, onları inkâr etmeyecek bir kavmi

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 407

bunlara vekil bırakmışızdır. Şu hâlde ilâhî yol göstericilik misyonunun
yok olması, zayi olup gitmesi söz konusu değildir. Çünkü biz onları
buna vekil yaptık, bu hususta onlara güvendik. Onlar kesinlikle bunları
inkâr etmeyeceklerdir."

Bunlar öyle bir kavimdir ki, onlar hakkında küfür olgusu kesinlikle tasavvur
edilemez. Kalplerine asla şirk girmez. Çünkü bu işe onları vekil
kılan Allah'tır. Bunun koruyuculuğunu onlara veren O'dur. Eğer şirk
işlemeleri normal olsaydı veya tevhid inancına aykırı hareket etme
ihtimalleri bulunsaydı, bu hususta onlara güvenip dayanmak hata ve
sapma sayılırdı. Allah ise sapmaz ve asla unutmaz.

O hâlde ayet -Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir- şuna delâlet
eder: Her zamanda Allah tarafından ilâhî yol göstericilik misyonunu
ve peygamberlere verilen kitap, hüküm ve peygamberlik olgularının
içerdiği dosdoğru yolu korumak üzere bir kul veya kullar görevlendirilmiştir.
Yüce Allah bunlar aracılığıyla dinini yok olmaktan ve yol göstericiliğini
de işlevsizlikten korur. Bu kullara şirkin ve zulmün bulaşmasına
imkân yoktur. Çünkü onlar Allah'ın korumasının, masum
kılmasının güvencesi altındadırlar. Onlar Allah'ın masum kıldığı saygıdeğer
peygamberler ve onların vasileridirler (Allah'ın selâmı üzerlerine
olsun).

O hâlde ayet, özellikle masumlara yönelik bir işaret içermektedir. Öte
taraftan en fazla salih müminleri de bunlara katacak şekilde anlamının
kapsamını genişletebiliriz. Bunlar da takva ve yapıcılık niteliklerine
sarılan, şirkten ve zulümden uzak olan ve bu sayede şeytanın
velâyetinden çıkmış olan kimselerdir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Çünkü inananlara ve Rablerine dayananlara onun bir gücü yoktur."
(Nahl, 99) Şayet ilâhî yol göstericilik ve doğru yolun korunmasına vekil
bırakılmaları ve Allah'ın bu hususta onlara dayanıp güvenmesi söz
konusuysa, ancak bu şekilde olabilir.

90) İşte onlar, Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir. Sen de onların yoluna
uy. De ki: "Ben ona karşılık sizden bir ücret istemiyorum. O, sadece âlemlere
bir öğüt ve hatırlatmadır."


Bir kez daha onların niteliklerinin tasvirine dönülüyor. Bu aynı zamanda
ilâhî yol göstericiliğin de tanımlanması sayılır. Buna göre ilâhî

408 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

yol göstericilik karakteristik, özelliklerini yansıtmaktan ve etkisini
göstermekten geri durmaz. Yani ilâhî yol göstericilik kişiyi amacına
ulaştırır. Nitekim bir ayette şöyle buyurulmuştur: "Allah, saptırdığını
hidayete erdirmez." (Nahl, 37)

Yüce Allah, "Sen de onların yoluna uy." sözüyle Hz. Peygamber'e (s.a.a)
onlara değil de yol göstericiliklerine uymayı emretmiştir. Çünkü Hz.
Peygamber'in şeriatı onların şeriatını yürürlükten kaldırmış, kitabı onların
kitaplarının üzerinde egemen kılınmıştır. Ayrıca bu ayetlerde işaret
edilen yol göstericilik bağlamında Allah ile hidayet verdiği kimse
arasında bir aracı olmaz. "Onların yoluna" ifadesinde yol göstermenin
onlara izafe edilmesine gelince, tamamen onurlandırma amacına
yöneliktir. Bunun kanıtı da, "İşte bu, Allah'ın hidayetidir..." [Enâm,
88] ifadesidir.

Bazıları bu ayetten hareketle Hz. Peygamber'in (s.a.a) ve ümmetinin,
aksine yani neshedildiğine ilişkin bir kanıt olmadığı sürece bundan
önceki şeriatlarla amel etmekle yükümlü oldukları sonucuna varmışlardır.
Ama, "Onlara uy." denilmesi durumunda böyle bir sonucu
çıkarmak mümkün olabilirdi. Buna karşılık, "Sen de onların yoluna
uy." ifadesi böyle bir anlamdan uzaktır. Bunu ayetin akışından açık
bir şekilde anlamak mümkündür.

Yüce Allah, ayetlerin sonunda Peygamberi'ne yönelik bir hitapla fıtrî
tevhide ve ilâhî yol göstericilik misyonuna ilişkin tasvire son veriyor:
"De ki: Ben ona karşılık sizden bir ücret istemiyorum. O, sadece âlemlere
bir öğüt ve hatırlatmadır." Âdeta şöyle deniliyor: Senden önceki
peygamberlerin izledikleri ilâhî hidayete uy. Bununla âlemleri
uyar; ama buna karşılık herhangi bir ücret isteme. Bunu onların yüreklerine
su serpmek, gönüllerini hoş tutmak için söyle. Bu durumda
davet daha başarılı ve çıkar sağlama amacına yönelik olduğu töhmetinden
daha uzak olur. Yüce Allah Hz. Nuh'un ve ondan sonra gelen
peygamberlerin, kavimlerini davet ederlerken aynı ifadeyi kullandıklarını
belirtmiştir.

Ragıp İsfahanî'nin de söylediği gibi, öğüt ve hatırlatma anlamına
gelen "zikra" kelimesi, "zikr" kelimesinden anlam olarak daha geniş
kapsamlıdır. Bu ayet, Hz. Muhammed'in (s.a.a) peygam

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 409

berliğinin tüm insanlığı kuşatan evrensel bir niteliğe sahip olduğunu
da kanıtlamaktadır.

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

Sa'lebî'nin Kısas'ul-Enbiyâ adlı eserinde şöyle deniyor: "İlyas
Peygamber İsrailoğulları'ndan bir kadının evine geldi. Kadının el-Yesa'
b. Hatub adında bir oğlu vardı. el-Yesa' bir hastalığa yakalanmıştı.
Kadın İlyas'ı evine aldı ve düşmanlarından sakladı. Bunun
üzerine İl-yas çocuğa dua etti, çocuk yakalandığı hastalıktan
kurtuldu. el-Yesa' İlyas'a tâbi oldu, ona inandı, onu tasdik etti,
ondan ayrılmaz oldu. İl-yas nereye giderse o da oraya giderdi."
Müellif bu arada İlyas'ın göğe yükseltilmesi kıssasını ve el-Yesa'ın
bu sırada ona şöyle seslendiğini anlatır: "Ey İlyas bana ne
emredersin? İlyas yukarıdan giysisini ona attı. Bu, onu
İsrailoğulları'nın üzerine halife olarak bıraktığının göstergesiydi."
Daha sonra şunları ekliyor: "Yüce Allah lütfuyla el-Yesa'ı peygamber
yaptı. Onu İsrailoğulları'na nebi ve resul olarak gönderdi. Allah ona
vahiy indirdi, onu da kulu İlyas gibi destekledi. İsrailoğulları ona inandılar,
ona büyük saygı gösterdiler. Her hususta onun görüşüne ve
direktiflerine baş vururlardı. el-Yesa' onlardan ayrılıncaya kadar aralarında
Allah'ın hükmü geçerliydi." [Kısas'ul-Enbiyâ, s.229]

Bihar'ul-Envar adlı eserde, el-İhticac, et-Tevhid ve el-Uyun adlı eserlerden
naklen Hasan b. Muhammed Nevfelî'nin İmam Rıza'dan (a.s)
aktardığı uzun bir rivayete yer veriliyor. İmam burada Hıristiyan
Caselik'le tartışırken şöyle buyurmuştur: "İsa'nın yaptığını, el-Yesa' da
yapmıştır. O da su üzerinde yürümüş, ölüyü diriltmiş, doğuştan kör ve
alacalı olanı iyileştirmiştir. Ama ümmeti onu ilâh edinmemiştir..."
[c.10, s.229, h: 1]

Tefsir'ul-Ayyâşî'de Muhammed b. Fudayl'dan, o da Sumalî'den, o da
İmam Bâkır'dan (a.s), "Biz ona İshak'ı ve Yakub'u hediye ettik. Hepsini
de doğru yola ilettik." ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet ediliyor:
"Böyle yaptık ki, hidayet, onun ehlibeytinde, soyunda olsun. 'Daha
önce de Nuh'u... doğru yola iletmiştik.' Ki hidayet onun ehlinde, soyunda
olsun. Dolayısıyla yol göstericilik misyonu, İbrahim'den önce

410 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

de, onun için de peygamberlerin soyuna verilmiştir." [c.1, s.367, h: 51]
Ben derim ki: Burada daha önce işaret ettiğimiz gibi, yol gösterme
misyonunun bütünlüğüne, kesintisizliğine işaret edilmiştir.

el-Kâfi'de müsned olarak, Tefsir'ul-Ayyâşî'de mürsel olarak Beşir
Dehhan'dan, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "Allah'a
andolsun ki, yüce Allah Kur'ân'da İsa'yı kadın (Meryem) tarafından
İbrahim'in soyuna katmıştır." Bunu söyledikten sonra İmam, "Ve
onun soyundan Davud'u, Süleyman'ı ..." ayetini okudu, ardından sonraki
ayetin de İsa'ya kadar olan bölümünü zikretti. [Tefsir'ul-Ayyâşî, c.1,
s.367, h: 52]

Tefsir'ul-Ayyâşî'de Ebu Harb'den, o da Ebu'l-Esved'in şöyle dediğini rivayet
eder: Haccac, Yahya b. Ma'mer'e haber göndererek dedi ki:
"Duyduğuma göre, sen Hasan ve Hüseyin'in Peygamber'in soyundan
olduğunu söylüyor muşsun ve bunun kanıtının da Kur'ân'da olduğunu
ileri sürüyormuşsun. Ben Kur'ân'ı baştan sona kadar okudum; fakat
böyle bir kanıta rastlamadım." Yahya b. Ma'mer dedi ki: "Sen En'-âm
Suresi'ni okumadın mı? Orada şöyle deniyor: 'Onun soyundan Davud-
'u, Süleyman'ı...' Bu sıralama Yahya'ya ve İsa'ya kadar devam eder.
Şimdi söyler misin bana, İsa İbrahim'in soyundan değil midir? "
Haccac dedi ki: "Evet bu ayeti okudum." [c.1, s.367, h: 52]
Ben derim ki: Aynı rivayet ed-Dürr'ül-Mensûr tesfsirinde Ebu
Hatem'den, o da Ebu'l-Harb b. Ebu'l-Esved'den aktarılır.
Yine ed-Dürr'ül-Mensûr'da Ebu'ş-Şeyh, Hâkim ve Beyhakî Ab-dulmalik
b.Umeyr'den şöyle rivayet eder: Yahya b. Ma'mer Haccac'ın yanına
girdi. O sırada Hüseyin'den söz etti. Haccac dedi ki: "O Peygamber'in
soyundan değildi." Yahya ona şöyle tepki gösterdi: "Yalan
söylüyorsun." Haccac dedi ki: "O zaman Hüseyin'in Peygamber'in soyu
olduğuna ilişkin bir kanıt göstermen lâzım gelir." Yahya, "Onun soyundan
Davud'u, Süleyman'ı... İsa ve İlyas'ı." ayetini okudu ve şöyle
dedi: "Burada yüce Allah İsa'nın annesi kanalıyla İbrahim'in soyundan
geldiğini haber vermektedir." Haccac dedi ki: "Doğru söylüyorsun."
[c.3, s.28]

Ben derim ki: Alusî, Ruh'ul-Maanî adlı tefsirinde "Ve İsa" ifadesiyle ilgili
olarak diyor ki: "İbrahim'in soyu bağlamında İsa'nın adının

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 411

zikredilmesi gösteriyor ki, insanın soyunun kapsamına kızlarından
gelen çocuklar da girer. Çünkü İsa'nın İbrahim'e intisabı ancak annesinin
kanalıyla söz konusudur. Fakat buna karşı şöyle bir itirazda bulunulmuştur:
'İsa'nın annesine izafe edilerek zikredilmesini engelleyecek
bir babası olmadığı için, başkalarının anne kanalıyla babalarının
soyundan geldiklerini kanıtlamak için onunla mukayese edilmeleri
yanlış olur. Kur'ân'ın onu anne kanalıyla İbrahim'in soyundan kabul
etmesi babasının olmamasından dolayıdır.' Ama bu yaklaşımın
doğru olmadığı açıktır. Kaldı ki bu konuyla ilgili birtakım ihtilâflar
vardır. Ancak kız çocuğunun çocuklarının da insanın soyunun kapsamına
girdiğini savunanlar bu ayeti kanıt olarak gösterirler. Bazılarının
rivayet ettiğine göre, Musa Kâzım (r) da halife Reşid'in yanında
bu ayeti kanıt olarak göstermiştir." [c.7, s.213]

Tefsir'ul-Kebir'de deniliyor ki: "Ebu Cafer (r) Haccac b. Yusuf'un yanında
bu ayeti ve Mübahele Ayeti'ni kanıt olarak göstermiştir. Resulullah,
'Geliniz, oğullarımızı ve oğullarınızı çağıralım.' ayetinin inmesi
üzerine Hasan ve Hüseyin'i (r) çağırmıştır. Bazılarının iddiasına
göre, bu Hz. Peygamber'e (s.a.v) has bir durumdur. Bizim mezhebe
mensup olanların bu konuyla ilgili fetvaları farklılık arz etmektedir.
Benim kanaatime göre, kız çocuğunun çocukları, insanın soyunun
kapsamına girer." (Tefsir'ul-Kebir'den alıntı burada son buldu.)
el-Menar tefsirinde şöyle deniyor: "Ben derim ki: Bu konuyla ilgili olarak
Buharî'de merfu olarak Ebubekre'den şöyle bir hadis rivayet edilir:
'Bu oğlum seyyittir (liderdir, büyüktür).' Hz. Peygamber bunu söylerken
Hasan'ı kastetmiştir. Araplar oğul kelimesini kız çocuğunun
oğulları anlamında kullanmazlar. Yine Ebu Nuaym'ın Mari-fet'us-Sahabe
adlı eserinde Ömer'den merfu olarak şöyle rivayet edilir: 'Adem-
'in bütün çocukları babalarına nispet edilirler. Fatıma'nın çocukları
hariç. Onların babası ve soyları benim.' Nitekim insanlar da bunu esas
alarak Fatıma'nın (a.s) çocukları için 'Evlâd'ur-Resul', Peygamber-
'in oğulları, soyu ve Ehlibeyti isimlerini kullanmışlardır." (Alıntı burada
son buldu.)

Ben derim ki: Meselede bir karışıklık söz konusudur. Büyük bilginlerden
bazıları bu konuda meseleyi karıştırmış görünüyorlar. Konunun

412 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

lafzî olduğunu ve dilsel yöntemlerle çözüleceğini sanmışlardır. Öyle ki
bazıları şairin şu sözlerini kanıt olarak ileri sürmüştür:
"Oğullarımız, oğullarımızın oğullarıdır. Kızlarımız;
onların oğulları, uzak adamların oğullarıdır."

Bir diğer kanıt da şairin şu sözleridir:
"İnsanların anneleri kaplardır,
emanet bırakılan. Soylar ise babalarındır."

Hiç kuşkusuz bu yaklaşım yanlıştır. Burada akrabalık sorununun bir
bölümü olarak toplumsal hukukla ilgili bir durumla karşı karşıyayız.
Ümmetler ve uluslar bunun belirlenmesinde, sınırlandırmasında farklı
yaklaşımlar içinde olmuşlardır. Kadın akrabalığın kapsamına girer
mi? Adamın kızlarının çocukları adamın çocukları sayılır mı? Akrabalık
sırf doğumla mı sınırlıdır, yoksa evlâtlıklar da insanın akrabalarının
kapsamına girerler mi? Cahiliye döneminde Araplar kadına doğal
akrabalıktan başka bir statü tanımazlardı. Bunun da etkisi evlilik ve
geçim gibi doğal uygulamalarla sınırlıydı. Kadına mirastan pay vermeyi
vb. hususları öngören kanunî bir akrabalık tanımazlardı. Kız çocuğunun
çocukları ise akraba sayılmazlardı. Ama evlâtlıkların akrabalıklarını
onaylarlardı. Evlâtlıklarını oğulları gibi çağırırlardı. Bunu
yaparken dayanakları dilde böyle bir nitelemeyi haklı kılacak bir örnek
olduğu için değil elbette, bunu kendilerine komşu olan ileri ülkelerden
öğrenmişlerdi. Roma ve İran gibi büyük ülkelerin medenî yasalarından
veya ulusal geleneklerinden almışlardı.

İslâm gelince, evlâtlıkların gerçek akraba gibi algılanmalarına ilişkin
cahiliye anlayışını tamamen geçersiz saydı. Yüce Allah bu konuda
şöyle buyurmuştur: "Evlâtlıklarınızı sizin öz oğullarınız yapmadı."
(Ahzâb, 4) İslâm gelince, kadını akraba statüsüne yükseltti. Buna bağlı
olarak birtakım haklar tanıdı. Kız çocuğunun çocuklarını da insanın
çocuklarının kapsamına aldı. Yüce Allah miras ayetinde şöyle buyuruyor:
"Allah size, evlâtlarınız hakkında şunu tavsiye eder: Erkeğin
payı iki kızın payı kadardır." (Nisâ, 11) Bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur:
"Ana-babanın ve yakınların geriye bıraktıklarından erkeklere
bir pay vardır; ana-babanın ve yakınların geriye bıraktıklarından

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 413

kadınlara da bir pay vardır. Gerek azından gerek çoğundan (fark
etmez)." (Nisâ, 7) Evlenilmesi yasak olan kadınları kapsayan ayette de
şöyle bu-yuruluyor: "Size şunlar haram kılınmıştır: Anlarınız, kızlarınız...
Bunların dışında kalanı... size helâl kılındı." (Nisâ, 23-24) Bu ayetlerde
kız çocuğunun kızı insanın kendi kızı, evlâtları da insanın kendi
evlâtları olarak isimlendirilmiştir ki, bunda en küçük bir kuşku yoktur.
Ayrıca yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Yahya, İsa ve İlyas'ı da..."
Burada İsa, İbrahim'in veya Nuh'un soyunun kapsamına alınmıştır.
Oysa her ikisine de ancak anne kanalıyla intisap edebilir.
Ehlibeyt İmamları (Allah'ın selâmı üzerlerine olsun) bu ayeti, evlenilmesi
yasak olan kadınlarla ilgili ayeti ve Mübahele=Lânetleşme Ayeti'ni
kız çocuğunun oğlunun insanın oğlu sayıldığının kanıtı olarak ileri
sürmüşlerdir. Kanıtlama özel bir konu etrafında [Hz. Fatıma-nın çocukları
hakkında] cereyan etmişse de kanıt genel niteliklidir. İmam
Muhammed Bâkır'ın (a.s) gösterdiği bir kanıt daha vardır ki, bunların
tümünden çok daha nettir. el-Kâfi'de müellif kendi rivayet zinciriyle
Abdussamed b. Beşir'den, o da Ebu'l-Carud'dan şöyle rivayet eder:
İmam Bâkır (a.s) dedi ki: "Ey Ebu Carud, Hasan ve Hüseyin'le ilgili olarak
size ne diyorlar?" Dedim ki: "Onların Resulullah'ın oğulları olduklarını
inkâr ediyorlar." Dedi ki: "Peki siz onlara karşı hangi kanıtı
ortaya koyuyorsunuz?" Dedim ki: "Yüce Allah'ın Meryem oğlu İsa'yla
ilgili şu sözlerini kanıt olarak gösteriyoruz: 'Onun soyundan Davud'u,
Süleyman'ı, Eyyub'u, Yusuf'u, Musa'yı ve Harun'u doğru yola iletmiştik.
Biz iyilik edenleri işte böyle ödüllendiririz. Zekeriyya, Yahya, İsa
da...' Burada yüce Allah Meryem oğlu İsa'yı Nuh'un soyunun kapsamına
almıştır." Dedi ki: "Peki buna karşı size ne söylüyorlar?" Dedim
ki: "Kız çocuğunun çocuğu bazen insanın evlâtlarından sayılır, ama
sulbünden gelmiş olarak değil.' Dedi ki: "Peki buna karşı hangi kanıtı
ileri sürüyorsunuz?" Dedim ki: "Yüce Allah'ın, Resulü'ne (s.a.a) hitaben
buyurduğu şu ayeti kanıt gösteriyoruz: 'Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı,
kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım.'
[Âl-i İmrân, 61]" Dedi ki: "Buna cevap olarak ne diyorlar?" Dedim
ki: "Diyorlar ki: Arap dilinde bir adamın başkasının oğullarını kastederek,
'oğullarımız' demesinin örnekleri çoktur."

414 .......................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

İmam Bâkır (a.s) buyurdu ki: "Size Allah'ın kitabından Hasan ve Hüseyin'in
Resulullah'ın soyundan geldiklerini gösteren öyle bir kanıt
sunacağım ki, kâfirlerden başkası onu inkâr etmez." Dedim ki: "Sana
kurban olayım, bu kanıt nerededir?" Buyurdu ki: "Yüce Allah şöyle
buyurmuştur: 'Size şunlar haram kılınmıştır: Analarınız, kızlarınız ve
kız kardeşleriniz...' İmam (a.s) ayeti, 'kendi sulbünüzden olan oğullarınızın
eşleri' bölümüne kadar okudu ve şöyle dedi: "Ey Ebu Carud,
şimdi söyler misin bana, Resulullah'ın Hasan ve Hüseyin'in eşleriyle
evlenmesi caiz olur muydu? Eğer buna, evet, derlerse yalan söylemiş,
büyük bir günah işlemiş olurlar. Eğer, hayır, derlerse bu durumda,
Hasan ve Hüseyin'in Peygamber'in sulbünden olduklarını kabul etmiş
olurlar."1 Buna yakın bir rivayeti Kummî de kendi tefsirinde aktarmıştır.
[c.1, s.209]

Kısacası, mesele dilsel ve lafızla ilgili bir husus değildir. İslâm, kadının
doğal yakınlığını2 da, yasal yakınlığını da gerekli görür. Aynı şekilde
kızların çocuklarının da insanın çocukları olduğunu hükme bağlamıştır.
Yine insanın soyunun erkek tarafından devam edebildiği gibi
kadın tarafından da devam edeceğinin altını çizmiştir. Bunun yanında
evlâtlık yoluyla veya gayri meşru ilişki sonucu doğan bir çocuğun
insanın kendi soyunun kapsamına alınması uygulamasını geçersiz
saymıştır. Hem Şiîlerin, hem de Sünnîlerin Hz. Peygamberden (s.a.a)
rivayet ettikleri bir hadiste şöyle buyuruluyor: "Çocuk kadının şer'î
kocasına aittir. Zina edenin hakkı ise taştır." Ne var ki dinî gerçekleri
önemsememe eğilimi insanlara bu gerçeği unutturmuştur. Bunun
miras ve evlilik yasağı dışında pek etkinliği görülmemektedir. İslâm-
-------------------
1- [Ravzat'ul-Kâfi, c.8, s.317, h: 501]
2- Doğal yakınlık derken, doğum ve canlı türleri arasında geçerli olan tekvinî veraset

kuralı uyarınca doğum sebebiyle belirginleşen birtakım ilişkileri kastetmi-yoruz. Bilâkis,
bizim bu ifadeyi kullanırken kastettiğimiz, insanın evlâdının kendisine ait olması,
evlâdını himaye etme hakkına sahip olması gibi kural olarak konulurken fazla
bir çabayı gerektirmeyen yasal hükümleri doğuran doğal ilişkilerdir. Bunun tam karşısında
ise, [evlilikten kaynaklanan birtakım haklar gibi] yasalaşması için fazladan
çabayı gerektiren ilişkiler vardır. Hukukçuların terminolojisinde, bu da doğal hükümle
aynı konumdadır.

En'âm Sûresi / 91-105 ............................................................................... 415

'ın ilk dönemlerinde iktidara gelen kişilerin bu tür bir sonucun ortaya
çıkmasında büyük etkileri olduğu göz ardı edilemez bir gerçektir. Tefsirimizin
üçüncü cildinde, evlenilmesi yasak olan kadınlarla ilgili açıklamalar
içeren ayeti incelerken bu konu üzerinde bir ölçüde durmuştuk.

Tefsir'un-Numanî'de, müellif kendi rivayet zinciriyle Süleyman b. Harun
el-İclî'den şöyle rivayet eder: İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediğini
duydum: "Bu işin [hilâfet yetkisi] sahibinin hakkı Allah'ın koruması
altındadır. Bütün insanlar ölseler bile, Allah onları getirir, ortaya
çıkarır. Bunlar yüce Allah'ın haklarında şöyle buyurduğu kimselerdir:
'Eğer onlar, bunları inkâr ederse, biz, bunları inkâr etmeyecek
bir topluluğu bunlara vekil bırakmışızdır.' Bir diğer ayette de onlar
hakkında şöyle buyurmuştur: 'Allah yakında öyle bir toplum getirecektir
ki, O onları sever, onlar da O'nu severler. Müminlere karşı alçak
gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve şiddetlidirler.' [Mâide, 54]"
Ben derim ki: Bu rivayet, ayetin özel bir duruma uyarlanmasına ilişkin
bir örnek içermektedir.

el-Kâfi'de, müellif kendi rivayet zinciriyle Ebu Hamza'dan, o da İmam
Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet eder: "Yüce Allah Kur'ân'da şöyle buyurmuştur:
'Daha önce de Nuh'u... doğru yola iletmiştik... Eğer onlar,
bunları inkâr ederse, biz, bunları inkâr etmeyecek bir topluluğu bunlara
vekil bırakmışızdır.' Yüce Allah onun ehlibeytinin üstünlerinden,
kardeşlerden ve zürriyetlerden vekiller kılmıştır. İşte yüce Allah'ın şu
sözünde kastedilen budur: 'Eğer onlar, bunları inkâr ederse...' Eğer
senin ümmetin bunları inkâr ederse, biz, senin ehlibeytini senin getirdiğin
dine inanmanın vekilleri kılmışızdır. Onlar bunu ebediyen inkâr
etmezler. Seni görevlendirdiğim imanı zayi ve ihmal etmem.
Senden sonra senin ehlibeytinden, ümmetinin âlimleri, senden sonra
benim işimin sahipleri, içinde yalan, günah, vebal, kibir, böbürlenme
ve riya olmayan ilmin yorumcuları olan kimseler olacaktır." [Ravzat'ul-
Kâfi, c.8, s.119, h: 92]

416 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Ben derim ki: Ayyâşî bunu ve bundan önceki hadisi mürsel olarak rivayet
etmiştir.1 Bu da önceki gibi uyarlama türüne bir örnek oluşturmaktadır.
el-Mehasin adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle İbn-i Uyeyne'den,
o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "Bir
gün Ebu Abbas'ın [Mansur Davanikî] yanına gitmiştim. İnsanlar etrafında
kümelenmiş, yerlerini almışlardı. Elini bana uzattı. Önünde de
sofra kurulmuştu. Ben de yanına gitmek için adım attım. Fakat ayağım
sofraya takıldı, böylece yüce Allah'ın bana gelmesini dilediği duruma
düştüm. Allah şöyle buyuruyor: 'Eğer onlar, bunları inkâr ederse,
biz, bunları inkâr etmeyecek bir topululuğu, bunlara vekil bırakmışızdır.'
Bunlar öyle bir kavimdir ki, Allah'a andolsun ki namazı kılarlar,
zekâtı verirler ve Allah'ı çokça anarlar." [el-Mahasin, Kitab'ul-Mâ,
s.588, h: 88]

Ben derim ki: Bu rivayetin özü şudur: İmam (a.s) ayağının istemeden
sofranın bir tarafına takılmasından hayâ duymaktadır. Sanki sofraya
basmayı bir küfran-ı nimet gibi algılamıştır. Böylece, "bunları inkâr
etmeyecek..." ifadesindeki "küfür" sözcüğünü, nankörlüğü de kapsayacak
şekilde genelleştirmiştir.

Nehc'ül-Belâğa'da şöyle deniyor: "Peygamberinizin (s.a.a) hidayetine
uyun; çünkü o, en üstün hidayettir."

Ben derim ki: Bu anlamı ayetlerden açıkça algılayabiliriz.

Tefsir'ul-Kummî'de Hz. Peygamber'in (s.a.a) şöyle buyurduğu rivayet
edilir: "Yol göstericiliklerin en iyisi, en güzeli peygamberlerin yol göstericilikleridir."
1- [Tefsir'ul-Ayyâşî, c.1, s.369, h: 57]
En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 417