El-Mizân Tefsiri

Allame Muhammed Hüseyin TABATABAİ(r.a)
                             Cilt:7

                     EN'ÂM SURESİ

                             ( Tamamı:1-165)

                                         İÇİNDEKİLER



AYETLERİN MEÂLİ

56- De ki: "Ben, Allah'tan başka yalvardıklarınıza tapmaktan men olundum."
De ki: "Ben, sizin keyiflerinize uymam. Çünkü o takdirde
sapıtmış ve hidayeti bulanlardan olmamış olurum."
57- De ki: "Ben, Rabbimden gelen açık bir delil üzerindeyim. Siz ise
onu yalanladınız. Acele istediğiniz şey de, benim yanımda değildir.
Hüküm vermek, yalnız Allah'a aittir. O, gerçeği ayırır ve O, ayırt edenlerin
en iyisidir."
58- De ki: "Eğer acele istediğiniz şey (mucize), benim yanımda olsaydı,
elbette benimle sizin aranızda iş şimdi bitirilmişti. (Çünkü) Allah,
zalimleri daha iyi bilir."
59- Gaybın hazineleri O'nun yanındadır; onları O'ndan başkası bilmez.
Karada ve denizde olanları O bilir. Hiçbir yaprak düşmez ki O, onu
bilmesin. Yine yerin karanlıklarına hiçbir tane (düşmez), yaş ve kuru
hiçbir şey düşmez ki (O, onları bilmesin ve bütün bunlar) apaçık bir
kitapta olmasın.
60- O'dur ki, geceleyin sizi(n ruhunuzu) alır ve gündüzün ne işlediğinizi
bilir. Sonra belirlenmiş süre tamamlansın diye onda (gündüzün) sizi
diriltir. Sonra dönüşünüz O'nadır. Sonra da yaptıklarınızı size haber
verecektir.
61- Ve O, kullarının üstünde mutlak galiptir. Bu arada üzerinize koruyucular
gönderir. Nihayet birinize ölüm geldiği zaman, elçilerimiz onu(
n canını) alırlar ve onlar ihmalkârlık etmezler.
62- Sonra gerçek mevlâları olan Allah'a döndürülürler. Haberiniz olsun,
hüküm yalnız O'nundur ve O, hesap görenlerin en çabuğudur.
63- De ki: "Gizli ve açık olarak, 'Bizi bundan kurtarırsa, elbette şükredenlerden
oluruz.' diye kendisine yalvarıp yakardığınız zaman, karanın
ve denizin karanlıklarından sizi kim kurtarıyor?"
64- De ki: "Ondan ve her sıkıntıdan sizi Allah kurtarıyor. Sonra siz, yine
O'na ortak koşuyorsunuz."
65- De ki: "O, sizin üzerinize, üstünüzden yahut ayaklarınızın altından
bir azap göndermeye ya da sizi fırkalara bölmeye ve kiminize kiminiEn'âm
zin hıncını tattırmaya kadirdir." Bak, belki anlarlar diye delilleri nasıl
döndürüyoruz (açıklıyoruz).
66- O gerçek iken, kavmin onu yalanladı. De ki: "Ben size vekil değilim."
67- "Her haberin gerçekleşeceği bir zaman vardır. Yakında bilirsiniz."
68- Ayetlerimiz hakkında münasebetsizliğe dalanları gördüğün zaman,
ondan başka bir söze dalıncaya kadar onlardan yüz çevir. Şayet
şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra, o zalimler topluluğuyla
beraber oturma.
69- Korunanlara, onların hesabından bir sorumluluk yoktur. Fakat,
belki korunurlar diye, (bu) bir hatırlatmadır.
70- Dinlerini oyun ve eğlence yerine koyan ve dünya hayatının aldattığı
kimseleri bırak ve onunla (o Kur'ânla) hatırlat ki kişi, kazandıkları
(günahlar) sebebiyle alıkonmasın. Onun Allah'tan başka ne bir velisi,
ne de bir şefaatçisi yoktur. Her türlü fidyeyi verse de, ondan alınmaz.
İşte onlar, kazandıkları (günahlar) sebebiyle alıkonmuşlardır. İnkâr
etmelerinden dolayı onlar için kaynar sudan bir içecek ve acı bir azap
vardır.
71- De ki: "Allah'tan başka, bize ne yarar, ne zarar veremeyen şeylere
mi yalvaralım? Ve Allah bizi doğru yola ilettikten sonra, ökçelerimiz
üzerinde geriye mi döndürülelim? Tıpkı şeytanların yeryüzünde aşağılık
duruma düşürerek şaşkın bir hâlde bıraktıkları, arkadaşlarının ise,
'Bize gel!' diye kendisini doğru yola çağırdıkları kimse gibi (mi olalım)?"
De ki: "Hidayet, ancak Allah'ın hidayetidir ve bize âlemlerin
Rabbine teslim olmamız emredilmiştir."
72- "Ve (bize söylenmiştir ki:) Namazı kılın ve O'ndan sakının. Huzurunda
bir araya getirileceğiniz (mabut), O'dur."
73- Gökleri ve yeri hak ile yaratan O'dur. "Ol!" dediği gün, oluverir.
Sözü haktır. Sûra üflendiği gün, mülk O'nundur. Gaybı (görülmezi) ve
görüleni bilir. O, hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır.

AYETLERİN AÇIKLAMASI

302 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Yukarıdaki ayetler, tevhit inancı ve onunla doğrudan ilintili olan peygamberlik
misyonu ve ahiret gibi hususlarda müşriklere karşı sunulan
kanıtların bütünleyicisi konumundadır. Ayetlerin bitişik ve ahenkli
bir akışa sahip oldukları gözlemlenmektedir.

56) De ki: "Ben, Allah'tan başka yalvardıklarınıza tapmaktan men olundum.
De ki: "Ben, sizin keyiflerinize uymam. Çünkü o takdirde sapıtmış
ve hidayeti bulanlardan olmamış olurum."


Peygamberimizin onlara, Allah'a ortak koştukları düzmece ilâhlara
tapmaktan men olunduğunu haber vermesine ilişkin bu emir, aslında
onların bunlara ibadet etmelerini yasaklayıcı bir kinayeli anlatımdır.
Ardından bu yasağın gerekçesine şu ifadelerle işaret ediliyor: "De ki:
Ben, sizin keyiflerinize uymam." Gerekçe şudur: Onların düzmece ilâhlara
kulluk sunmaları, aslında keyiflerine uymalarının bir göstergesidir.
Oysa Peygamberimiz bundan men edilmiştir. Ardından da şu
sözlerle nefsin keyfine uyulmaması gereğinin gerekçesine işaret ediliyor:
"Çünkü o takdirde sapıtmış ve hidayeti bulanlardan olmamış
olurum."
Buna göre, nefsin keyfine uyulmaması gereğinin sebebi,
sapıklık ve hidayeti bulanlar topluluğundan çıkma durumudur. Hidayeti
bulanlar, Allah'ın doğru yolunu kabul edip benimseyenler ve bununla
tanınanlardır. Bu demektir ki, nefsin keyfine uymak, hidayet niteliğinin
insanın içinde yer edip kalıcılık kazanması ile bağdaşmaz,
tevhit nurunun kalpte yarar verici bir şekilde sürekli olarak parlamasına
engel oluşturur.

Bütün bunlarla, putlara tapmanın yasaklanmasının veya onlara tapmaktan
kaçınmanın gerekçesi, eksiksiz bir beyan ile özet bir biçimde
açıklanmış oluyor. Buna göre, putlara tapmak, heva ve hevese, nefsin
keyfine uymak demektir. Heva ve hevese uymaksa, sapıklık ve ilâhî
hidayeti benimseyen doğru yol üzerindeki insanların topluluğundan
çıkmak demektir.

57) De ki: "Ben, Rabbimden gelen açık bir delil üzerindeyim. Siz ise
onu yalanladınız. Acele istediğiniz şey de, benim yanımda değildir. Hüküm
vermek, yalnız Allah'a aittir.


Ayetin orijinalinde geçen "beyyine" açık kanıt demektir. Kelimenin

En'âm Sûresi / 74-83 ......................................................................... 303

kökü "beyan"dır ki açıklık anlamına gelir. Bu sözcüğün kökeninde, bir
şeyin başka bir şeyden bir daha kavuşmayacak ve karışmayacak şekilde
ayrılması, uzaklaşması anlamı yatmaktadır. "Beyn=ara, bevn=
fasıla, beynûne=ayrılık" gibi sözcükler de bu kökten türemiştir. Kanıta
"beyyine" denilmesi, hakkın batıldan ayrılmasını sağlamasından, sayesinde
hakkı açıkça görmenin, zorlanmaksızın algılamanın mümkün
olmasından dolayıdır.

"Siz ise onu yalanladınız." ifadesindeki zamir, Kur'ân'a dönüktür. Ayetin
akışından anladığımız kadarıyla, onların yalanlamaları, Peygamberimizin
(s.a.a) dayandığı kanıtla ilintilidir. Anlamın bütünlüğünden
bunu anlamak mümkündür. Ayrıca bu çıkarsamayı, "Acele istediğiniz
şey de, benim yanımda değildir..."
sözü de pekiştirmektedir. Çünkü
bu son cümleyi de eklediğimiz zaman ayetin bütününden şöyle bir
anlam elde etmiş oluyoruz: Allah'ın benim peygamberliğimi desteklemek
için sunduğu kanıtı, yani Kur'ân'ı siz yalanlamaktasınız. Sizin
önerdiğiniz ve bir an önce göstermem için acele ettiğiniz mucizeleri
göstermek de, benim elimde değildir, benim yetkime bırakılmamıştır.
Şu hâlde aramızda bir uzlaşma söz konusu değildir. Çünkü bana
sizin istemediğiniz bir şey verilmiş, siz de benden bana verilmeyen bir
şey istiyorsunuz.

Bundan da anlaşılıyor ki: "Kezzebtum bihi=Siz ise onu yalanladınız."
ifadesindeki orijinalindeki mecrur zamir, kanıta yöneliktir. Çünkü ondan
maksat, Kur'ân'dır. "Acele istediğiniz şey de, benim yanımda değildir."
ifadesinde ise, kinaye yöntemiyle acele istedikleri şey üzerinde
bir etkinliğinin olmadığının belirtilmesi amaçlanmaktadır. Çünkü,
özellikle bağışlamak ve vermek konusunda bir şeyin insanın gücü
dahilinde olabilmesi için, onun insanın yanında mevcut olması ya da
elinin ulaştığı bir yerde depolanmış olması gerekir ki, ondan dilediğini
versin. İşte "benim yanımda değildir." ifadesiyle, lâzımın olumsuzlan-
ması suretiyle melzum da olumsuzlanarak, istenilen şey konusunda
gücü ve yetkisi olmadığı anlatılmak istenmiştir.

"Hüküm vermek, yalnız Allah'a aittir..." Bu ifade, söz konusu
olumsuzlama neden ilişkin bir açıklama niteliğindedir.
Olumsuzlamanın ve sınırlandırmayı ifade eden istisna yöntemine
başvurulmasının nedeni de budur. Bununla olumsuzlamanın

304 ........................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

de budur. Bununla olumsuzlamanın olumsuzlanan olgunun cinsini
kapsadığına işaret edilmek isteniyor. Demek isteniyor ki, Allah'tan
başkası, hüküm verme olgusunun cinsi bağlamında hiçbir yetkiye
sahip değildir. Bu yetki, sırf ulu Allah'a aittir.

HÜKMÜN ANLAMI VE YALNIZCA ALLAH'A AİT OLUŞU

"Hüküm" sözcüğünün kökü, bir şeyin parçalarının bölünmeyecek, çözülmeyecek,
parçalara ayrılmayacak, etkisi zayıflamayacak ve biçimi
ortadan kalkmayacak şekilde kaynaşması, açıklıkların ve aralıkların
kapatılması suretiyle sağlamlaştırılması anlamını ifade eder. Bu kelimenin
"ihkâm", "tahkim", "hikmet" ve "hükûmet" gibi çeşitli türevleri,
bu anlam üzerinde birleşmektedirler.

İnsanlar arasındaki yönetsel ve hukuksal uygulamalarda bu anlamın
gerçekleştiğini gözlemlemek mümkündür. Çünkü yöneticiler ve başkanlar
bir şeyi emrettikleri zaman, emirlerine muhatap olan kişilere
görevi düğümlenmiş, onları bununla bağlamış gibi oluyorlar. Bu düğümü
çözmeleri ve bu bağdan kurtulmaları söz konusu değildir. Falan
eşyanın sahibi veya falan şeyde hak sahibi olmak da böyledir.
Söz konusu kişiyle o eşya veya o şey arasında bir tür kaynaşmışlık ve
bütünleşmişlik olur. Başkası onunla, o eşya arasına girip de o eşyada
tasarrufta bulunamaz. Veya onunla, üzerinde hak sahibi olduğu şeyin
arasına girip de hakkını kullanmasına engel olamaz. Bir kimse kalkıp,
eşya sahibiyle o eşya hususunda çekişirse, sözgelimi eşyanın
kendisine ait olduğunu iddia ederse ya da bir şey üzerinde hak sahibi
olan kimsenin bu hakkının aslında kendisine ait olduğunu ileri sürerek
onun hakkını geçersiz kılmaya çalışırsa, yukarıda işaret ettiğimiz
sağlamlık gevşemiş, muhkemlik zayıflamış olur.

Ardından meselenin çözümü için başvurulan hakem veya yargıç mülkiyeti
veya hakkı taraflardan birine bağladığında, aslında gevşemeden
sonra bir sağlamlaştırma, fetretten sonra bir güçlendirme söz
konusu olur. Hakemin veya yargıcın, "Falan eşyanın mülkiyeti falan
adama aittir. Falan şey üzerindeki tasarruf hakkı şu adamındır." şek

En'âm Sûresi / 74-83 .................................................................. 305

lindeki sözü, çekişme ve sürtüşme sorununu ortadan kaldıran bir
güçlendirme, pekiştirme işlevini görür. Artık malik ve hak sahibinden
başkası, onunla mülkü ve hakkı arasına giremez. Kısacası, emreden
amir ve hükmeden yargıç, emrinde ve hükmünde emre ve hükme
konu olan şeyle ilgili olarak bir bağıntı meydana getirerek, bu hususta
baş gösteren gevşekliği gidermiş, güçsüzlüğü güçlendirmiş oluyorlar.
İşte hüküm dediğimiz şey budur.

İnsanlar bu yolla kararlaştırılmalı/itibarî konulara ilişkin hükümlerin
anlamını kavramış, sonra bunun, yargısı ve kaderi bağlamında Allah-
'a izafe edildiğinde gerçek varlıklara da uyarlanabileceğini fark etmişlerdir.
Buna göre, çekirdeğin toprakta gelişip yeşermesi, dal ve
yapraklara sahip olması, sonra meyve vermesi, aynı şekilde embriyonun
hayat ve duygu sahibi bir bedene dönüşmesi, bütün bunlar,
yüce Allah tarafından verilen hükümler ve kararlar niteliğindedir. İşte
hükmün anlamından anladığımız budur: Bir şeyin başka bir şey için
ispatlanması veya bir şey gerçekleşince başka bir şeyin de
ispatlanması.

Kur'ân'ın öğretilerine esas olarak aldığı tevhit teorisi, yüce Allah'ın
varlıklar üzerinde tek ve ortaksız bir etkinliğe sahip olduğunu ortaya
koymaktadır. Gerçi, bu etkinliğin yüce Allah'a izafe edilmesi hep aynı
tarzda olmaz ve varlıkların farklılıkları oranında birtakım farklılıklar
arz eder. Örneğin yüce Allah'ın yaratmayı kendine izafe ettiğini gördükten
sonra, çeşitli şekillerde başkalarına da izafe ettiğini görmemiz
mümkündür. İlim, kudret, hayat, dileme, rızk ve güzellik gibi olgular
için de aynı durum geçerlidir. Kısacası, etki yüce Allah'a ait olduğuna
göre, bir tür etki demek olan hüküm de O'na aittir.

Bu hususta varoluşsal gerçeklere ilişkin hüküm ile kararlaştırılmalı/
itibarî yasal olgulara ilişkin hüküm arasında herhangi bir fark yoktur.
Bu anlamın şu ayetlerde vurgulandığını gözlemlemek mümkündür:
"Hüküm vermek yalnız Allah'a aittir." (En'âm, 57; Yûsuf, 67) "Haberiniz
olsun, hüküm yalnız O'nundur."
(En'âm, 62) "İlkte de, sonda da
hamd O'na mahsustur; hüküm de O'nundur."
(Kasas, 70) "Allah hüküm
verir, O'nun hükmünün ardına düşecek (onu sorgulayacak) yoktur."

(Ra'd, 41) Eğer Allah'tan başkasının hüküm vermek gibi bir yetkisi ol-

306 ..................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

saydı, Allah'ın hükmünün ardına düşmesi ve iradesine karşı çıkması
gibi bir yetkisi de olurdu. Bir diğer ayette de şöyle buyuruluyor: "O
hâlde hüküm, yüce ve büyük olan Allah'a aittir."
(Mü'min, 12) Bunun
gibi daha birçok ayet örnek gösterilebilir. Bu özel ya da genel nitelikli
ayetler, varoluşsal hükmün yüce Allah'a ait olduğunu ifade etmektedirler.
Yasama nitelikli hükmün de sırf Allah'a ait olduğunu şu ayetten anlayabiliriz:

"Hüküm, yalnız Allah'ındır. O, yalnız kendisine tapmanızı
buyurmuştur. İşte doğru din budur."
(Yûsuf, 40)

Dolayısıyla, bu ayetlerden de anlaşıldığı kadarıyla, mutlak anlamda hüküm
verme yetkisi, sadece Allah'a aittir ve hiç kimse bu hususta O'na ortak değildir. Ancak
bazı ayetlerde yüce Allah'ın hükmü, özellikle yasama nitelikli olanı
kendisinden başkasına izafe ettiğini de görüyoruz. Buna şu ayetleri
örnek gösterebiliriz: "İçinizden iki adil kişinin hükmedeceği..."
(Mâide, 95) Bir diğer ayette de Hz. Davud'a (a.s) şöyle hitap ediliyor:
"Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O hâlde, insanlar arasında adaletle
hükmet." (Sâd, 26) Peygamberimize (s.a.a) hitaben de şöyle
buyuruluyor: "Onların arasında Allah'ın indirdiğiyle hükmet." (Maide,
49) "Şu hâlde, onların arasında Allah'ın indirdiğiyle hükmet." (Mâide,
48) "Peygamberler, onunla hüküm verirlerdi." (Mâide, 44) Bunun gibi
birçok ayeti örnek göstermek mümkündür.

Bu ayetleri önceki ayetler grubuyla birlikte incelediğimiz zaman,
hükmün öncelikle ve temelde yüce Allah'a ait olduğu, O'nun dışında
hiç kimsenin kendinden kaynaklanan bağımsız hüküm verme yetkisinin
olmadığı anlaşılır. O'ndan başkası, ancak O'nun izniyle hüküm
verebilir. Bu yüzden yüce Allah, kendisini hükmedenlerin en iyi hükmedeni
ve en hayırlısı olarak nitelendirmiştir. Bu da temelli oluşu,
bağımsızlığı ve öncelikliliği ifade eder: "Allah hüküm verenlerin en iyi
hüküm vereni değil midir?"
(Tîn, 8) Diğer bir ayette de şöyle buyurulmuştur:
"O, hükmedenlerin en iyisidir." (A'râf, 87)

Görüldüğü gibi, yüce Allah'ın izni ve benzeri bir gerekçeyle, O'ndan
başkasına hüküm vermeyi izafe eden ayetler, kararlaştırılmalı/itibarî
konulara özgüdür. Varoluşsal hüküm bağlamında ise -hatırladığım
kadarıyla- O'ndan başkasına da bunun izafe edileceğine ilişkin bir i

En'âm Sûresi / 74-83 ..................................................................... 307

fade bulunmamaktadır. Gerçi yüce Allah'a izafe edilen sıfat ve fiillerin
anlamlarının genel olarak izin gibi bir gerekçeyle bir şekilde Allah'tan
başkasına da izafe edilmesi mümkündür. İlim, kudret, yaratma,
rızk, diriltme, irade gibi olguları buna örnek gösterebiliriz. Kur'ân
ayetlerinde de buna ilişkin açıklamalar çoktur ve onları burada sıralamaya
gerek de yoktur.

Büyük bir ihtimalle, varoluşsal bağlamda izinle de olsa hükmün Allah'tan
başkasına izafe edilmemiş olmasıyla yüce Allah'a saygı unsuru
gözetilmiştir. Çünkü bu sıfatın bir şekilde bağımsızlık anlamı vardır.
Dolayısıyla, böyle bir anlamı aracı konumdaki sebeplere izafe
etmenin hiçbir yolu bulunmamaktadır. Nitekim varoluşsal yargı ve
emir için böyle bir özellik söz konusudur. Bu bağlamda Bedî' (örneksiz
yaratan) Bari' ( yoktan var eden) Fatır (yoktan yaratan) lafızlarını
da buna örnek gösterebiliriz. Çünkü bu lafızlar bir tür bağımsızlık anlamını
içerirler. Bu yüzden de, yüce Allah'ın rububiyetine saygıdan dolayı,
O'ndan başkası hakkında bu ifadelerin kullanılmasından kaçınılmıştır.
* * *

Şimdi üzerinde durduğumuz ayetin tefsirine dönebiliriz. "Hüküm
vermek yalnız Allah'a aittir." ifadesinde varoluşsal yargı kastedilmiştir.
"Acele istediğiniz şey de, benim yanımda değildir." ifadesi de,
hükmün yalnız Allah'a ait olmasının gerekçesini açıklamaya yöneliktir.
Dolayısıyla -ayetin akışından anladığımız kadarıyla- şöyle bir anlam
kastedilmiştir: Hüküm vermek, yalnız Allah'a aittir. Sizinle benim
aramızda hüküm vermek gibi bir yetkim yoktur. Sizin kendinize bir
mucize göstermeme ilişkin isteğiniz de bu kapsama girer. Dolayısıyla
bu konuda size olumlu bir cevap vermem mümkün değildir.
Buna göre, "Acele istediğiniz şey de, benim yanımda değildir." ifadesi
de, kinaye niteliğinde bir kullanımdır. Sanki onlar, Kur'ân dışında bir
ayet getirmesini istemekle, onunla kendileri arasında hüküm vermesini
istemişlerdir. Belki de bir sonraki ayette mevsul ve sıla lafızlarının
tekrar edilmesinin altındaki sır budur. Adı geçen ayette yüce Allah
şöyle buyuruyor: "De ki: Eğer acele istediğiniz şey, benim yanımda
olsaydı..." Oysa ayetlerin akışının zahiri, "Eğer o, benim yanımda

308 ..................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

olsaydı" şeklinde bir ifadenin kullanılmasını gerektirmektedir. Buna
göre, önceki ayette geçen "Acele istediğiniz şey" ifadesinden maksat,
ayetin gerektirdiği şeydir. Yani, yüce Allah'ın evrene egemen kıldığı
yasalar doğrultusunda onunla kendileri arasında karar verilmesi. İkinci
ayette ise kastedilen, ayetin kendisidir. Kinayenin aksi yönde
olması da ihtimal dahilindedir. Buna göre de, birinci ayette geçen "Acele
istediğiniz şey" ifadesiyle açıkça karar verme, ikinci ayette ise,
kinaye yoluyla ayetin kendisi kastedilmiş olur.
O, gerçeği ayırır ve O, ayırt edenlerin en iyisidir.

Bu ifadenin orijinalini yedi kıraat imamından Asım, Nafi ve İbn-i Kesir
"yekussu" şeklinde okumuşlardır. Bu da bir şeyi kesmek, başka
bir şeyden ayırmak anlamına gelir. "Kız kardeşine, 'Onun izini takip
et.' dedi." (Kasas, 11) ayetinde geçen "kussî" kelimesi de buradan
türemiştir. Diğer kıraat imamları ise, "kazâ'" kökünden gelen
"yakzî" şeklinde okumuşlardır. Buna göre, kelimenin sonunda bulunması
gereken "ya" harfi yazıda düşmüştür. Tıpkı "Ama uyarılar
fayda ver-miyor." (Kamer, 5) ayetinin orijinalinde geçen "tuğni" ifadesinin
sonundaki "ya" harfinin aynı gerekçeyle yazılmaması gibi.
Her iki kıraatin de kendine göre bir mantığı olmakla birlikte anlam
olarak ikisi de aynı hedefe yöneliktir. Çünkü hakkı kesip batıldan
ayırmak, hükmedip karara bağlamanın bir gereğidir. Bununla beraber,
"O, ayırt edenlerin en iyisidir." cümlesine, ayırma anlamına gelen
"kassa" kökü daha uygun düşmektedir.

Ancak bazı müfessirlerin ihtimal verdiği gibi "yekuss'ul-hakka" ifadesinde
geçen "kassa" fiilinin bir şeyden haber verme veya bir şeyin izini
sürme anlamında kullanılmış olması ihtimaline gelince; bu iki anlam
ayetin konusuyla bağdaşmamaktadır.

Birinci anlama gelince; yüce Allah Kur'ân'ın birçok yerinde peygamberlerin
kıssalarını ve onların ümmetlerinin başından geçen olayları
anlatmışsa da burada böyle bir ihtimali gerektiren bir durum söz
konusu değildir. Dolayısıyla yüce Allah'ın kendisini bu şekilde nitelendirmesini
gerektiren bir husus yoktur.

İkinci anlama gelince de; bu anlama göre ayetin anlamının özü şöyle

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................... 309

olur: "Yüce Allah, mülkünü yönetirken, yarattıklarının işlerini düzenlerken
hakka tâbi olur, hakkın peşinden gider." Gerçi yüce Allah ancak
hak ile hükmeder ve haktan başka bir karar vermez, ancak hikmet
üzere olan Kur'ân'ın ifade tarzı, tâbi olmayı ve peşinden gitmeyi
yüce Allah'a izafe etmez. Yüce Allah, "Hak, Rabbindendir." (Âl-i İmrân,
60) buyurmuş, buna karşın "Hak, Rabbinle beraberdir." buyurmamıştır.
Çünkü beraberlik kavramının anlamında, destek verme, pekiştirme
unsurları yatar. Bu da zayıflığı, çaresizliği çağrıştırır.

YÜCE ALLAH'IN FİİLİNİN VE HÜKMÜNÜN GERÇEK ANLAMI

Yüce Allah'ın hükmü hakkın kendisidir, hakka uygun veya hakla uyuşan
değil. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Bir şey objeler dünyasında sabit
olduğu, somut olarak gerçekleştiği zaman hak olur. Aynı zamanda
bunun vehim sonucu uydurulmamış olması, bir zihin tarafından kurgulanmaması
da gerekir. Objeler dünyasında yer alan bir varlık olan
insanı, aynı şekilde yeri, onda biten bitkileri ve ondan beslenen hayvanları
buna örnek gösterebiliriz. Bir haberin hak olabilmesi için de
bizim kavrayışımızdan bağımsız olarak kendiliğinden sabit realiteyle
örtüşmesi gerekir.

Bir hüküm ve yargının hak olabilmesi için de evrene egemen olan yasaya
uygun olması gerekir. Bir kimse herhangi bir emir verdiğinde
veya bir yargıç bir hüküm verdiğinde, bu hükmün ve yargının mutlak
ve evrensel hak olması için evrene egemen olan yasalar sisteminin
özünden algılanan mutlak ve evrensel maslahat normlarına uygun
olması şarttır. Genel evrensel düzen göz önünde bulundurulmaksızın
evrenin bazı parçalarının durumları esas alınarak belirlenen nispî bir
uyumluluk söz konusuysa, buna dayalı olarak verilen hüküm de nispî
olarak hak niteliğini kazanır.

Bir kimse bize adalete uymayı ve zulümden sakınmayı emrettiği zaman,
onun bu emri hak olur. Çünkü evrene egemen olan yasalar sistemi
varlıkları mutluluklarına ve iyiliklerine yöneltir. Evrene egemen
olan yasa, insanın toplumsal bir yaşayışı esas almasını öngörmekte
ve bireylerden meydana gelen her topluma, parçalarını birbiriyle

310 ........................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

kaynaştırmasını ve parçaların birbirleriyle çatışmasına engel olmasını
emretmektedir. Böyle olunca toplumun bir tarafı diğer tarafı ifsat
edici bir tavır içinde olmaz. O zaman toplum, varoluşsal olarak kendisi
için öngörülen mutluluktan payına düşeni alır, bunu bir araya gelmiş
bireylerinin arasında da bölüştürür. Çünkü insan denen canlı türünün
çıkarı, mutlak olarak ifade edecek olursak, hayatta mutlu olmaktır.
Adaleti emretmek ve zulümden kaçınmak da bu hedefle örtüşmektedir.
Çünkü bunların ikisi de haktır. Buna karşın adaleti yasaklamak
ve zulmü emretmek insanın evrensel çıkarıyla bağdaşmamaktadır.
Çünkü her ikisi de batıldır. Tevhit haktır; çünkü insanı
gerçek yaşayışı itibariyle mutluluğa yöneltir. Şirk batıldır; çünkü insanı
ölümcül bir mutsuzluğa ve sonsuz bir azaba sürükler.
Aynı şekilde, tartışan iki taraf arasında verilen hükmün hak olması
da, verilen hükmün evrensel insanî maslahata ya da özel bir ulusun
maslahatına ya da belli bir ümmetin maslahatına uygun olmasına
bağlıdır. Bilindiği gibi, gerçek maslahat da, mutlak veya nispî olarak
evrende egemen olan yasaların özünden algılanan maslahattır.

Bundan da anlaşılıyor ki, ne şekilde olursa olsun "hak", zihin dışında
bir olgu olarak var olan evrenden, ona egemen olan düzenden ve onun
işleyişi bazında geçerli olan yasalardan algılanır. Hiç kuşkusuz
egemen düzeni, yasaları ve prensipleri ile evren ve varlık bütünü, yüce
Allah'ın fiili konumundadır; O'ndan başlayıp, O'nunla kaim olup,
O'nda son bulur. Şu hâlde, ne şekilde olursa olsun hak ve nasıl tasavvur
edilirse edilsin maslahat, O'nun fiiline tâbidirler, O'nun peşinden
giderler, O'na dayanmak suretiyle ayakta dururlar. Yoksa yüce Allah,
fiilleri itibariyle hakka tâbi değildir, hakkın peşinden gitmez. Çünkü O,
bizzat haktır; O'nun dışındaki şeyler de O'nunla hak olma niteliğini kazanırlar.
Biz Ademoğulları, kendi serbest seçimimizle işlediğimiz fiillerle, varlığımızdaki
eksiklikleri gidermeyi ve yaşamsal ihtiyaçlarımızı karşılamayı
hedefleriz. Bu bağlamda işlediğimiz fiiller, bizim için öngörülen
mutlulukla uyuşabilirler de, uyuşmayabilirler de. Bu yüzden, işlediğimiz
fiillerde, daima maslahat olduğunu düşündüğümüz yönü, yani
durumumuz açısından yapıcı ve varlığımız açısından mutluluk veri

En'âm Sûresi / 74-83 .................................................................... 311

ci olduğuna inandığımız yönü gözetleme zorundayız. Bunun için de,
insanlığın evrensel maslahatına uygun, insanlar için amaçlanan mutluluk
hedefiyle örtüşen birtakım pratik yasalara, genel hükümlere,
toplumsal kurallara ve geleneklere uymak mecburiyetindeyiz.
Buradan hareketle şunu anlıyoruz ki: Maslahatlar ve mefsedelerin
(doğrular ve yanlışların, uygun olanlar ve aykırı olanların, yararlı olanlar
ve zararlı olanların) zihin dünyasının da, dış dünyanın da dışında,
bilgi dünyasından da, obje dünyasından da kopuk bir gerçeklikleri, bir
hakikatleri vardır. Bu maslahat ve mefsedeler, dış dünyada olguların
onlarla uyum içerisinde olup olmamasına göre etkinliklerini gösterirler.
Şayet fiillerimiz veya hükümlerimiz, zihin ve dış dünyadan bağımsız
olarak gerçeklikleri olan bu maslahatlarla uyum içinde olursa, onlarda
maslahat niteliği belirginlik kazanır ve mutlulukla sonuçlanır.
Şayet onlara ters düşer de aynı şekilde gerçeklikleri olan
mefsedelerle uyum içinde olursa, o zaman da fiillerimiz ve hükümlerimiz,
bizi her türlü zarara ve kötülüğe götürür.

Dolayısıyla bu tür bir gerçekliğin; gerçek, değişmez, ortadan kalk-maz
bir gerçekliği vardır. Şu hâlde, gerçek maslahatlar ve mefsedeler, aynı
şekilde bunların güzellik ve çirkinlik gibi insanı yapmaya veya terk
etmeye iten sıfatları, yine yapma veya yapmama gerekliliği gibi bu
maslahatlar ve mefsedelerden kaynaklanan hükümler için yok olmayı,
geçersiz kılınmayı, değişmeyi, başkalaşmayı kabul etmeyen bir
tür sabit oluş, bir tür gerçeklik söz konusudur. Bu maslahatlar ve
mef-sedeler bize egemendirler; bizi şu işleri yapmaya, şu işleri terk
etmeye yöneltirler. Akıl da, sair evrensel olguları algıladığı gibi, böyle
bir sabit oluşları ve gerçeklikleri olan bu maslahatlar ve mefsedeleri
algılayabilmektedir.

Sonra insanlar, ilâhî hüküm ve yasaların, hüküm kavramının anlamı
açısından insanlar tarafından konulan hüküm ve kanunlardan ayrı
olmadığını, aynı şekilde fiilin anlamı itibariyle yüce Allah'ın fiillerinin
bizim fiillerimizden ayrı olmadığını gözlemlediklerinden, yüce Allah'a
izafe edilen hükümlerin ve fiillerin de, gerçek maslahatlarla uyuşma,
güzellik niteliğiyle nitelenme açısından tıpkı bizim hükümlerimiz ve
fiillerimiz gibi olduğuna hükmetmişler. Buna göre, özellikle de yüce

312 ..................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Allah'ın her şeyin hakikatini bildiği ve kullarının maslahatını gördüğü
gerçeği de dikkate alınarak gerçek maslahatların O'nun fiilleri üzerinde
bir tür etkinliği, hükümleri üzerinde egemenliği söz konusudur.
Ancak bunların tümü aşırı görüşlerdir. Şimdiye kadar yaptığımız açıklamalardan
anlaşıldığı gibi bunlar, gerçeklikleri olmayan itibarî (kararlaştırılmalı,
anlaşmalı) hüküm ve bilgilerdir. Doğal ihtiyaçlar ve
sosyal hayatın zorunlulukları, bizi bunları kararlaştırma ve varsayma
zorunda bırakmıştır. Sosyal ortamın dışında bunların bir gerçekliği,
bir değeri yoktur. Bunlar, sırf yasama ve karara bağlama ortamında
kararlaştırılmış şeylerdir ki, insan bunlar aracılığıyla kendisi için yararlı
olan işlerle zararlı olan işleri ayırt eder, kendisi için yapıcı olanı
yıkıcı olandan, mutluluk verici olanı mutsuzluk verenden ayırır.
İslâm'ın ilk dönemlerinde dinsel bilgileri araştırma amacıyla ortaya
çıkan iki ekolün mezhepsel tutuculuğu, onları bu hususta karşılıklı
olarak iki aşırı tutum içine itmiştir. Bu gruplardan biri -mufevvize-,
kendiliğinden gerçekliği olan maslahatlar ve mefsedelerden, gerçek
güzellik ve çirkinlikten bunların değişmez, başkalaşmaz, ezelî ve ebedî
bir sabit oluşlarından söz ederek bunların yüce Allah üzerinde
gerektirme ve yasaklama şeklinde hâkimiyeti olduğunu, yüce Allah-
'ın varoluşsal ve yasal fiilleri üzerinde sakındırma ve izin verme şeklinde
etkinlikleri bulunduğunu söylemişlerdir. Böylece yüce Allah'ı
mutlak saltanatı ve egemenliğinden soyutlamış, mülkünün koşulsuzluğunu
geçersiz kılmışlardır.

Diğer grup ise -cebriye-, bütün bunları olumsuzlamış, bir şeyin güzelliğinin
ilâhî emrin onunla ilintili olmasından, çirkinliğinin de ilâhî
yasağın onunla ilintili olmasından kaynaklandığında ısrar etmişlerdir.
Onlara göre, varoluşun ve yasamanın bir hedefi, bir gayesi yoktur. İnsan,
fiilleri hususunda herhangi bir şeye malik değildir. Fiilden önce
de onu işleyecek gücü bulunmamaktadır. Nitekim birinci grup da, insanın
kendi fiilini yarattığını ve yüce Allah'ın bu hususta bir şeye malik
olmadığını ileri sürmüşlerdir.

Görüldüğü gibi, bu görüşlerin ikisi de aşırılığın, ifrat ve tefritin somut
göstergeleridir. Aslında ne bu, ne de ötekisi doğrudur. İşin gerçeği
şudur: Bu ve benzeri şeyler, birtakım itibarî/kararlaştırılmalı şey

En'âm Sûresi / 74-83 ....................................................................... 313

lerdir ki, bunların gerçekliği olan bir dayanakları vardır. O da şundan
ibarettir: İnsan -toplumsal bir yaşam sürdüren diğer canlı türleri de
kendi kapasiteleri oranında benzer bir durumdalar- hayatının kalıcılığından
ve mutluluğu yakalamaktan başka bir amacı olmayan hayat
yolculuğunda eksik ve muhtaç bir varlıktır ki, bilinç ve iradesinden
kaynaklanan toplumsal nitelikli eylemleriyle eksiklerini tamamlamayı,
ihtiyaçlarını gidermeyi amaçlar. Bu durum onu, mutluluğuna ulaşmak
ve mutsuzluğundan uzak durmak yolunda yaptığı işlerin ve
bu işlerle ilintili olan olguları da, gerçekte dış dünyaya ait olguların nitelikleri
olan güzellik, çirkinlik, gereklilik, yasaklık, caizlik, mülk ve
hak gibi niteliklerle niteleme durumunda bırakmıştır. Buradan hareketle
bunlarla ilgili olarak da bir tür sebep-sonuç ilişkisi öngörerek
birtakım genel ve özel nitelikli kanunlar belirlemiş ve bunlar açısından
da, gerçek olgular için geçerli olan bir tür sabit oluşun, bir tür
gerçekliğin söz konusu olduğuna inanmıştır. Böyle yapmış ki, bu sayede
pürüzsüz bir şekilde sosyal hayatını sürdürebilsin.
Sözgelimi, gülün güzel olduğu gibi, adaletin de güzel olduğuna, kokuşmuş
bir leşin çirkin olduğu gibi, zulmün de çirkin olduğuna inandığımızı
görebilirsin. Yine, organlarımızın bize ait olduğu gibi, malın
da bize ait olduğuna, sonucun eksiksiz sebebi açısından gerekli olduğu
gibi, falanca işi yapmanın da gerekli olduğuna inanırız. Değerlendirmelerimiz
ve nitelemelerimiz bu esasa göre devam edip gider. Bu
nedenle de, bu hususla ilgili görüş ve değerlendirmelerin çeşitli toplumlar
bazında, toplumsal amaçlarının farklı olmasıyla orantılı olarak
farklılıklar gösterdiğini gözlemleriz. Bir toplumun çirkin gördüğü bir
şeyi bir başka toplumun güzel gördüğüne rastlamak mümkündür. Bir
grubun geçersiz kıldığı bir hükmün bir başka toplum tarafından uygulandığını
görmek de rastlanan bir durumdur. Bir ümmetin maruf ve
iyi bildiği şeyi, bir başka ümmetin münker ve kötü gördüğüne, birinin
çirkin gördüğünü öbürünün güzel gördüğüne rastlayabiliriz. Hatta bir
tek ümmet bazında, zamanın geçmesi ve toplumsal yaşamın aşamalarının
değişmesi doğrultusunda, yaşamın bir gerekliliği olarak uygulanan
bir yasa terk edilir, sonra tekrar uygulamaya geçirilir, ardından
tekrar yürürlükten kaldırılır. Bu, toplumlara göre değişen amaçlar açısından
geçerli olan bir durumdur. İki kişinin bile ihtilâf etmedi-

314 .............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

ği toplum, adalet ve zulüm gibi genel amaçlara gelince; bunların taşıdığı
güzellik, çirkinlik, gereklilik, yasaklık gibi nitelikler, kesinlikle
değişemeyeceği gibi, kimse de farklı bir görüşte olamaz. Bu, meselenin
biz insanlara yönelik boyutu.

Yüce Allah'a gelince; O da, dinini genel sosyal yasalar kalıbında sunduğu
için, sosyal yasalar kalıbında biçimlenmiş olarak sunulan gerçek
bilgileri açıklarken, biz insanların hayat yolculuğumuzda dikkate
aldığımız şeylere itibar etmiştir. Bu doğrultuda, sunduğu bilgiler üzerinde
düşünmemizi ve bize ilettiği gerçekleri algılamamızı istemiştir.
Tıpkı kendi aramızda uyguladığımız yaşam yasalarını düşünüp algıladığımız
gibi. Bu bağlamda, kendisini ibadet edilen Rab, bizleri de ibadet
sunan kullar olarak nitelendirmiştir. Bu çerçevede, temel inançlardan
ve pratik yasalardan oluşan bir dininin olduğunu, bu din
karşısındaki tutumumuzun, sosyal görüşlerimiz bazında esas aldığımız
yönteme uygun olarak sevap ya da azabı gerektirdiğini, ona uymanın
bizim durumumuzu yapıcı yönde etkileyeceğini, akıbetimizin
güzel olacağını, mutluluğa ulaşacağımızı hatırlatmıştır.
Buna göre, inanmak ve benimsemek zorunda olduğumuz temel inanç
prensipleri var. İbadetler, muameleler ve sosyal ilişkiler bazında
yapmak ve gözetmek zorunda olduğumuz görevlerimiz ve ilâhî yasalar
var. Nitekim bütün insanî topluluklarda aynı şey geçerlidir.
İşte inanç ya da amele ilişkin toplumsal bilgileri araştırdığımız gibi,
inanç ya da amele ilişkin dinsel bilgileri de araştırmamıza izin veren,
aynı şekilde, toplumsal bilgilerde dayandığımız gibi dinsel bilgilerde
de aklî görüşlere ve amelî önermelere dayanmamızı caiz kılan husus
da budur. Buna göre, yüce Allah, kulları için ancak dünya ve ahiret
açısından çıkarlarına uygun olan yükümlülük ve görevleri öngörür;
sadece güzel olanı emreder, sadece din ve dünya açısından bozgunculuk
niteliğine sahip olan çirkin şeyleri yasaklar. O, ancak aklın tercih
ettiğini yapar ve ancak yapılmaması gerekeni yapmaz.
Bununla beraber yüce Allah iki şeyi bize hatırlatmaktadır:
Birincisi: Aslında mesele, özü itibariyle bundan çok daha büyüktür.
Çünkü bu sayılanların tümü, toplumsal görüşlerin maddelerinden derlenen
bilgilerdir. Bunlar da toplumun boyutlarını aşamazlar, örne

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................... 315

ğin göksel âleme yükselemezler. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle
buyurmuştur: "Biz, düşünüp anlamanız için onu Arapça bir Kur'ân
yaptık. O, katımızda bulunan ana kitapta oldukça yücedir, hikmet doludur."
(Zuhruf, 4) Yine verdiği bir örnek zımnında şöyle buyurmuştur:
"Gökten bir su indirdi de dereler kendi ölçüsünce çağlayıp aktı. Sel
üste çıkan köpüğü taşıdı. Süs yahut eşya yapmak için ateşte yakıp erittikleri
madenlerde de bunun gibi bir köpük vardır. Allah, hak ile batılı
böyle benzetme ile anlatır." (Ra'd, 17) Peygamber efendimiz (s.a.a)
de bir hadiste şöyle buyurmuştur: "Biz peygamberler topluluğuna, insanlara
akıllarının kapasitesi oranında söz söylememiz emredildi." Bunun
gibi gerek kitaptan ve gerekse sünnetten birçok örnek sunmak
mümkündür.

Bu açıklamadan, yüce Allah'ın fiillerinden karşıtlarının ispatı anlamında
güzellik ve maslahata uygunluk niteliklerinin olumsuzlanması
gibi bir anlam çıkarmamak gerekir. Yani, yüce Allah'ın fiilleri açısından
çirkinlik ve kötülük gibi niteliklerin ispatı veya tıpkı çocukların
fiilleri gibi yüce Allah'ın fiillerinin de aklî itibardan yoksun olduğu
yönüne gidilmemelidir. Yüce Allah bu tür yakıştırmalardan münezzehtir.
Nitekim göz denilen organa sahip olma anlamında görmenin
akıl için olumsuzlanması, onun kör olduğunun ya da kavrama düzeyinde
olmadığının ispatı anlamına gelmez. Bilâkis bunu söylemekle
aklın bu açıdan kusurdan tenzih edilmesi amaçlanır.
İkincisi: Güzellik ve maslahatla ilgili yönler, bizim aramızda aklî hükümler
ve amellerin gerekçelendirilmesinde ölçü olarak kullanıldığı
gibi, yüce Allah'ın fiilleri ve yasal hükümleri açısından da ölçü olarak
kullanılır. Ancak bu iki alan arasında önemli bir fark vardır. Şöyle ki,
bunlar bizim açımızdan iradeye hâkim ve isteme egemen pozisyondadırlar.
Çünkü, biz akıllı varlıklar olarak bir fiili güzel ve maslahatımıza
uygun, onunla çelişmez gördüğümüz zaman onu işlemeye yöneliriz.
Aynı niteliklerde bir hüküm gördüğümüzde onu yasalaştırma hususunda
tereddüt göstermez, derhal onunla hükmederiz, onu toplumumuzun
bir kuralı hâline getiririz.

Bu yönler ve sebepler, yani güzellik ve maslahatla ilgili yönler, varoluş
yasalarından ve objeler âleminden edindiğimiz soyut anlamlar-

316 ........................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

dan başka bir şey değildir. Bu objeler dünyası ise, bizim zihin içi dünyamızdan
ayrıdır. Bizim dışımızda, bağımsız bir olgudur. Dolayısıyla
biz, bizim maslahatımıza uygun olan güzel amelleri tercih etmekle
hayat yolculuğumuzda tökezlememeyi, amellerimizin varoluş yasalarına
uygun olmasını ve gerçeklik yolu üzerinde olmasını amaçlamış
oluruz. Şu hâlde bu yönler ve maslahatlar, objeler dünyasından algılanan,
onların ayrıntısı konumundaki anlamlardır. Bizim amellerimiz
ise, bu yönlerin ayrıntısı, bunların egemenliği ve etkisi altındadır. Bizim
koyduğumuz hükümlere ilişkin değerlendirme de, tıpkı bizim fiillerimize
ilişkin değerlendirme gibi olacaktır.

Yüce Allah'ın fiiline gelince; o, zihin dışı âlemin ve objektif varlığın ta
kendisidir ki, biz güzellik ve maslahat yönlerini ondan algılamaktayız.
Dolayısıyla bunlar, ondan algılandıkları için, onun ayrıntıları konumundadırlar.
Öyleyse yüce Allah'ın fiili, nasıl objeler dünyasının ayrıntısı,
onun egemenliği ve etkinliği altında olarak sayılabilir?! Aynı şekilde,
yüce Allah'ın yasalaştırdığı hükümler de, realiteyi doğurur, realitenin
peşinden gitmez. Bu açıdan meselenin özünün anlaşıldığını
düşünüyoruz.

Bu açıklamalardan sonra şunu anlıyoruz: Güzellik ve maslahatla ilgili
yönler, biz akıl sahibi varlıkların fiilleri ve hükümleri için olduğu kadar,
yüce Allah'ın fiilleri ve hükümleri için de geçerlidir. Ancak bunlar,
bizim fiillerimiz ve hükümlerimiz açısından egemen ve etkileyen pozisyonundadırlar.
Dilersen, bunlara saikler ve ereksel nedenler de diyebilirsin.
Yüce Allah'ın fiilleri ve hükümleri açısından ise, bunlar,
ayrılmaz gerekliliklerdir. Dilersen, bunlara kesintisiz, sürekli, yinelenen
faydalar da diyebilirsin. Biz, akıl sahibi varlıklar olarak bir şey
yaptığımızda veya bir hüküm verdiğimizde, onunla hayrı ve mutluluğu
elde etmeyi, henüz sahip olmadığımız şeye sahip olmayı hedefleriz.
Yüce Allah ise, bir şey yaptığında veya bir hüküm verdiğinde, Allah
olduğu için öyle davranır. Bununla birlikte bizim fiillerimize terettüp
eden güzellik ve maslahat, O'nun fiiline de terettüp eder. Bir de, bizim
fiillerimiz, sorumluluk gerektirir, amaçlarıyla ve maslahatlarıyla
da gerekçelendirilirler. Ama O'nun fiilleri, O'nun için sorumluluk gerektirmez,
sahip olmadığı bir gaye ile de gerekçelendirilmezler. Bilâ

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................. 317

kis O'nun fiilleri, gerekleri ve gerekli nitelikleriyle belirginlik kazanırlar.
O, yaptığından sorulmaz; ama insanlar yaptıklarından sorulurlar.
Artık meselenin iyice anlaşılmış olduğunu sanıyoruz.
Kur'ân'ın gösterdiği de budur: "O, yaptığından sorulmaz; ama onlar
sorulurlar." (Enbiyâ, 23) "İlkte de, sonda da hamd O'na mahsusutur;
hüküm de O'nundur." (Kasas, 70) "Allah, dilediğini yapar." (İbrâhîm, 27)
"Allah hüküm verir, O'nun hükmünün ardına düşecek (onu sorgulayacak)
yoktur." (Ra'd, 41)

Eğer Allah'ın fiilleri de, tıpkı bizim akıl esaslı fiillerimiz gibi olsaydı,
O'nun hükmünün de peşine düşüp sorgulama durumu olurdu. Sadece
güzelleştirici bir maslahata dayanması hâlinde bu durum söz konusu
olmazdı. Dilediğini yapma gibi bir serbestisi değil, maslahatın
gerektirdiğini ve "De ki: Allah kötülüğü emretmez." (A'râf, 28) "Ey inananlar,
sizi yaşatacak şeylere çağırdığı zaman Allah'ın ve elçisinin
çağrısına koşun."
(Enfâl, 24) gibi ilâhî hükümleri çeşitli açılardan güzellik
ve maslahata uygunlukla gerekçelendiren ayetlerin öngördüğünü
yapma gibi bir zorunluluğu olurdu.
* * *

58) De ki: "Eğer acele istediğiniz şey, benim yanımda olsaydı, elbette
benimle sizin aranızda iş şimdi bitirilmişti. (Çünkü) Allah, zalimleri daha iyi
bilir.


Eğer sizin benden istediğiniz mucizeyi göstermek benim gücüm dahilinde
olsaydı -ki bir peygambere bu şekilde mucize gösterildiği zaman,
bunun kaçınılmaz bir gereği olarak onunla ümmeti arasındaki
mesele çözülür, iş bitirilir- benimle sizin aramızdaki iş çoktan bitirilmiş
olurdu. Taraflardan biri kurtulur, diğeri ise helâk edici bir azaba
duçar olurdu. Ancak bu durumda sizden başkası helâk olmazdı; çünkü
zalim olan sizsiniz. İlâhî azap da ancak zulümlerinden dolayı zalimleri
yakalar. Yüce Allah da, zalimlerle başkalarını birbirine karıştırmaktan
münezzehtir, zalimleri başkalarından ayırt edemeyip sizin
yerinize beni helâk etmekten yücedir.
Şu hâlde, "(Çünkü) Allah, zalimleri daha iyi bilir." ifadesi, gerekçelendirme
amaçlı bir kinayedir. Demek isteniyor ki, siz azaba uğratı-

318 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

lacaksınız. Çünkü siz zalimsiniz. İlâhî azap da zalimleri bırakıp başkalarına
ilişmez. Genel olarak bundan önce geçen şu ayetin içerdiği
hususa işaret edilmektedir: "De ki: Düşündünüz mü hiç? Eğer Allah-
'ın azabı ansızın ya da açıkça size gelse, zalim toplumdan başkası
mı helâk edilir?" (En'âm, 47)

59) Gaybın hazineleri O'nun yanındadır; onları O'ndan başkası bilmez.
Karada ve denizde olanları O bilir. Hiçbir yaprak düşmez ki O, onu bilmesin.
Yine yerin karanlıklarına hiçbir tane (düşmez), yaş ve kuru hiçbir şey
düşmez ki (O, onları bilmesin ve bütün bunlar) apaçık bir kitapta olmasın.


Bu ayetin, önceki ayetlerle bağlantısı bazında şöyle bir görüş ileri sürülmüştür:
Bundan önceki ayet, "Allah, zalimleri daha iyi bilir." cümlesiyle
son bulduğu için, yüce Allah konuyla ilgili açıklamayı arttırmak
maksadıyla, gaybın hazinelerinin veya bu hazinelerin anahtarlarının
kendi katında olduğunu ve bunları sadece kendisinin bildiğini açıklamıştır.
Çünkü O, küçük büyük her şeyi bilir.

Ancak bu değerlendirme, "onları O'ndan başkası bilmez." ifadesinin
içerdiği sınırlandırma anlamının belirginlik kazanmasına katkıda
bulunmuyor. Dolayısıyla önceki iki ayetin geneliyle bağlantılandırılmasını
daha uygun buluyoruz. "De ki: Ben Rabbimden gelen açık bir
delil üzerindeyim... Allah, zalimleri daha iyi bilir." ayetlerini kastediyoruz.
Çünkü bu ayetler, genel olarak şu mesajı veriyor: Onların istedikleri
mucize ve bunun kaçınılmaz bir gereği olan kendisiyle onların arasında
hüküm verilip işin bitirilmesi durumu, yüce Allah'ın katındadır.
O'ndan başkasının O'nun katındakine ulaşmasına imkân yoktur.
Onu yalnız O bilir ve onunla hükmeder. İşi bitiren hükmünde ve zalimleri
azaba uğratmada yanılmaz. Çünkü O, onları herkesten daha iyi
bilir. Dolayısıyla O, gaybı bilir ve bu hususta kimse O'na ortak değildir.
İrili ufaklı her şeyi bilir; ne şaşırır, ne de unutur. Bu açıklamalardan
sonra konunun daha da açıklığa kavuşması için, "Gaybın hazineleri
O'nun yanındadır..." ifadesini ekliyor. Böylece gaybı bilmenin sırf Allah'a
özgü olduğunu ve O'nun bilgisinin her şeyi kuşattığını vurguluyor.
Ardından gelen üç ayetle de açıklama tamamlanıyor.
Böylece bu ayetler, aynı konuya ilişkin benzeri ayetlerin yönelik oldukları
amaca yönelmiş oluyorlar. Örneğin yüce Allah, Hud ile

En'âm Sûresi / 74-83 ...................................................................... 319

soydaşları arasında şöyle bir konuşmanın geçtiğini bildiriyor: "Dediler
ki: Sen bizi tanrılarımızdan çevirmek için mi geldin? Doğrulardan isen,
bizi tehdit ettiğin şeyi bize getir. Dedi ki: Bilgi, ancak Allah'ın katındadır.
Ben, benimle gönderilen şeyi size duyuruyorum." (Ahkaf, 22,23)

Ardından diyoruz ki: "el-Mefatih" hazine anlamına gelen "mefteh"in çoğuludur.
Anahtar anlamına gelen "mifteh"in çoğulu olması da ihtimal
dahilindedir. Bunu, "Ve indehu mefatîh'ul-gaybi" şeklindeki istisnaî
okuyuş tarzı da destekleyici mahiyettedir. Aslında her iki anlam amaç
açısından birdir. Çünkü hazinelerin anahtarları elinde olan kimse
de, genellikle tıpkı hazineler yanında olan kimse gibi, onlarda bulunanları
bilir, onlar üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunabilir. Ancak
bu konuya ilişkin diğer ayetlerin ilk anlamı desteklediğini görüyoruz.
Çünkü yüce Allah, Kur'ân'da birçok kere -yedi yerde- hazinelerinden
ve rahmetinin hazinelerinden söz etmiştir. Buna karşın herhangi
bir ayette bu hazinelerin anahtarlarından söz etmemiştir: "Yoksa
Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır?" (Tûr, 37), "Ben size, 'Allah-
'ın hazineleri yanımdadır.' demiyorum." (En'âm, 50), "Hiçbir şey yoktur
ki, onun hazineleri bizim yanımızda olmasın." (Hicr, 21), "Göklerin ve
yerin hazineleri Allah'ındır." (Münafikûn, 7), "Yoksa Rabbinin rahmetinin
hazineleri onların yanında mı?" (Sâd, 9) Şu hâlde, ayette geçen
"mefatih'-ul-gayb" ifadesiyle "gayb hazineleri"nin kastedilmiş olması
daha güçlü bir ihtimaldir.

Hangi anlam kastedilmiş olursa olsun, "Gaybın hazineleri O'nun yanındadır;
onları O'ndan başkası bilmez." ifadesi, gayba ilişkin bilginin
sırf Allah'a özgü olduğunu vurgulama amacına yöneliktir. Bunun nedeni
de, gaybın hazinelerinin ancak Allah'ın bilmesi ya da gaybın anahtarlarının
O'ndan başkası tarafından bilinmemesidir. Şu hâlde,
O'ndan başkasının bu hazinelere ulaşmasına imkân yoktur; çünkü bu
hazineleri açıp onlar üzerinde tasarrufta bulunmayı mümkün kılan
anahtarlara sahip değildirler.

Ayetin baş tarafı, gayba ilişkin bilgiyi Allah'a özgü kılıyor olmakla beraber,
ayetin sonunda sırf gayb bilgisi üzerinde durulmuyor, tersine,
O'nun bilgisinin her şeyi kuşattığına, şeylerin görünür ya da gö-

320 .............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

rünmez olmasının fark etmediğine işaret ediliyor. Çünkü yaş ve kuru
her şeyin sırf gaybla ilintili olmayacağı açıktır. Dolayısıyla ayet, yüce
Allah'ın bilgisinin görünür görünmez her şeyi kuşattığını vurgulamaya
yöneliktir. Ancak ayetin baş kısmı, sırf O'nun gaybı bildiğini vurgulamaya
tahsis edilmişken, ayetin sonunda, O'nun görünür görünmez
her şeyi bildiğine dikkat çekiliyor.

Öte yandan, ayetin giriş kısmı, gaybî olguları dikkatimize sunuyor.
Bunlar, gayb hazinelerinde gizlilik perdeleri altında, belirsizlik kilitlerinin
gerisinde bulunan olgulardır. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur:
"Hiçbir şey yoktur ki, onun hazineleri bizim yanımızda olmasın."
(Hicr, 21) Bu ayetten anladığımız kadarıyla, O'nun katındaki gayb
hazinelerinde olanlar, görülebilir olgulara ilişkin sınırlarla sınırlı olmayan
alışageldiğimiz ölçülere sığmayan olgulardır. Hiç kuşkusuz, bunların
gayb hazinelerinin kapsamına giren olgular olmasının nedeni,
sınır ve ölçüm ötesine taşan niteliklere sahip olmalarıdır. Çünkü bizler,
ancak sınırlı ve ölçülebilen şeyleri bilgice kuşatabiliriz. Gayb hazinelerinde
bulunan şeylerse, gözlemlenebilir âlemin düzeyine inmeden,
sınır ve ölçü alanına indirgenmeden, kısacası, ölçülebilir varlığıyla
objeler dünyasında yer almadan önce sınırsız ve ölçülemez durumdadırlar.
Bununla beraber, ayetten algıladığımız kadarıyla bunlar,
Allah katında bir tür sabit oluşla sabittirler, bir tür gerçeklikleri vardır.
Buna göre, gözlemlenen evrende yer alan ve zaman zindanının mahkûmları
hâline gelen olgular, meydana gelişlerinden ve oluşlarından
önce, Allah katında, O'nun hazinelerinde, belirsiz ve ölçülemez bir
şekilde mevcut ve sabittirler. Bununla beraber, bizim onların sabit oluşlarının
niteliğini kavramamız imkânsızdır. Şu hâlde olgular, zaman
menzillerinde, ölçüm sınırları dahilinde kendine özgü bir varlığa kavuşmadan
önce gayb hazinelerinde yer alıyorlardı. Hatta gayb hazinelerinde
bizim algıladığımız gözlemlenebilir, zamansal olgulara benzemeyen
birtakım şeylerin de saklanmış ve korunmuş olması da
muhtemeldir. Henüz gözlem alanına çıkmamış bu tür gaybî olguları,
"mutlak gayb" olarak adlandırmamız yerinde olur.
Eşya ve olgular, gerçekleşme ve varolma giysisine büründükten, sınır
ve ölçü bağlamında objeler dünyasındaki yerini aldıktan sonra, bu sı

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................... 321

nırlar ve ölçüler dahilinde olan şey, gerçekte yine de gayb hazinelerine
ve mutlak gayba dönüktür. Bunlardan bizim gözlem alanımıza giren
ve bilgimizin kapsamına dahil olan şey ise, bunların sınırları ve
ölçüleridir. Dolayısıyla onları bildiğimiz andan itibaren, gözlemlenebilir
olgular niteliğini kazanırlar. Onları bilmediğimiz durumlarda ise,
gay-bîlik niteliğine sahip olurlar. Buna göre, bizim açımızdan bilinmez
oldukları zaman onları "göreceli gayb" şeklinde nitelendirmek, daha
doğru olur. Çünkü böyle bir durumda söz konusu olgu için baş gösteren
bu nitelik, görecelidir. Nispetlere ve orantılara göre değişkenlik
arz eder. Tıpkı bir evdeki eşyaların, evin içinde bulunan kimseler açısından
gözlemlenir, evin dışındaki kimseler açısından ise gaybî olgular
olarak değerlendirilmesi gibi. Aynı şekilde gözle algılanan ışık ve
renk gibi olgular, görme duyusu açısından gözlemlenebilir, işitme duyusu
açısından ise gayb sayılırlar. Yine, kulak tarafından algılanan
şeyler, işitme duyusu açısından gözlemlenebilir, görme duyusu açısından
ise gayb konumundadırlar. Bu iki duyunun algıladıkları da,
bedeninde bunlara sahip olan insan açısından gözlemlenir, bunlara
sahip olmayan insan açısından ise gayb niteliğindedir.

Yüce Allah'ın, "Karada ve denizde olanları O bilir. Hiçbir yaprak
düşmez ki O, onu bilmesin. Yine yerin karanlıklarına hiçbir tane (düşmez),
yaş ve kuru hiçbir şey düşmez ki (O, onları bilmesin ve bütün
bunlar) apaçık bir kitapta olmasın." ayetinde işaret ettiği hususlar,
sözünü ettiğimiz bu göreceli gaybın kapsamına girerler. Çünkü bunların
tümü, sınırlı ve ölçülebilir olgulardır. Dolayısıyla doğaları itibariyle
bizim tarafımızdan bilinmemeleri, gözlemlenememeleri söz konusu
değildir. Şu hâlde, bunların tümü göreceli gaybın kapsamına girmektedir.
Öte yandan ayet, bu olguların apaçık bir kitapta olduklarını da ifade
ediyor. Peki bunlardan apaçık kitapta yer alan nedir? Acaba bu şeylerin
görünürlüğü ve görünmezliğiyle her şeyi mi bu kitapta yer alıyor?
Yoksa sadece gaybî boyutlarıyla mı yer alıyorlar? Diğer bir ifadeyle:
Acaba apaçık kitap, eşyaların objelerini kapsayan şu evren
midir? Dolayısıyla objelerin bir kısmı bir kısmına göre gayb sayılsa bile,
evrenin bütünü açısından gözlemlenebilir olması mı kastediliyor?

322 ........................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Yoksa apaçık kitap, bu evrenin ötesinde yer alan ve içinde her şeyin
bir tür yazıyla yazıldığı, bir şekilde saklandığı, maddî âlemde yaşayanların
gözlemleyemediği bir olgu mudur? Dolayısıyla bu kitabın içeriği
mutlak gayb mıdır?

Başka bir açıdan ifade edecek olursak: Ayette genel olarak değinilen
ve evrende yer alan eşyalar, acaba bizim bildiğimiz kitaplarda yer alan
bir yazının bir kitapta yer alması gibi, bizzat mı apaçık kitapta yer
alırlar? Yoksa tıpkı dış dünyadaki objelerin anlamları itibariyle bir şekilde
bizim yazdığımız sayfalara ve kitaplara yansıması gibi, anlamları
itibariyle mi yer alıp bilgiyle dış dünyanın örtüşmesi gibi evrendeki
eşyalarla örtüşüyorlar mı?

Şu kadarı var ki, "Ne yerde, ne de kendi canlarınızda meydana gelen
hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta olmasın."
(Hadîd, 22)
ayeti gösteriyor ki, bu kitabın objeler dünyasında gerçekleşen
olaylarla ilintisi, bir kitapta yazılan çalışma programının, objeler
dünyasında gerçekleşen çalışmayla ilintisine benzemektedir.
Buna yakın bir anlamı şu ayetlerden de algılayabiliriz: "Ne yerde, nede
gökte zerre ağırlığınca bir şey, Rabbinin bilgisinden kaçmaz. Bundan
küçük ya da büyük hiçbir şey de yoktur ki apaçık bir kitapta olmasın."
(Yûnus, 61), "Göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey, O'ndan
gizli kalmaz. Bundan küçük ya da büyük hiçbir şey de yoktur ki apaçık
bir kitapta olmasın." (Sebe, 3), "Peki ya ilk nesillerin durumu ne
olacak? dedi. Dedi ki: Onların bilgisi, Rabbimin yanında bir kitaptadır;
Rab-bim şaşmaz ve unutmaz." (Tâhâ, 52) Bunun gibi daha birçok ayet
örnek gösterilebilir.

O hâlde, bu apaçık kitap, her ne ise, şu objeler dünyasındaki eşyalardan,
bir şekilde farklıdır. Bu eşyalardan önce vardır, onların yok olmasından
sonra da varlığını sürdürür. Tıpkı, bir çalışmanın gerçekleşmesinden
önce söz konusu çalışmanın ayrıntılarını içeren, çalışma
gerçekleştikten sonra da o ayrıntıları koruyan yazılı bir çalışma programı
gibi.

Üstelik, şu maddî dünyamızda yer alan varlıklar ve olaylar, genel hareket
yasası etkisi altında değişip dönüşürler. Ancak ayetlerden algıladığımız
kadarıyla, bu kitabın kapsadığı şeylerin değişmesi ve

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................... 323

bozulması söz konusu değildir. Bunu şu ayetlerden öğreniyoruz: "Allah
dilediğini siler, dilediğini bırakır. Kitabın aslı ise O'nun katındadır."
(Ra'd, 39), "Levh-i Mahfuzdadır (korunmuş bir levhadadır)." (Burûc,
22), "Yanımızda her şeyi koruyan (saklayan) bir kitap vardır." (Kaf, 4)
Görüldüğü gibi, bu ayetler gösteriyor ki, bu kitap, olayların ve şahısların
tüm değişken ve dönüşken özellikleri ve niteliklerini kapsamakla
beraber, kendisi değişmemekte, dönüşme ve bozulmaya uğramamaktadır.
Buradan anlıyoruz ki, bu kitap, bir açıdan gayb hazinelerinden ve Allah'ın
yanındaki eşyaların kaynaklarından ayrıdır. Çünkü yüce Allah,
bu hazineleri ve kaynakları ölçülemez ve sınırlandırılamaz olarak nitelendirir.
Ölçüm ise, eşyanın gayb hazinelerinden maddî âlemin gözlemlenebilirlik
düzeyine inişi sürecinde söz konusu olur. Buna karşın
bu kitabın, eşyanın ve olayların sınırlarının inceliklerini kapsadığına
işaret eder. Bu da gösteriyor ki, sözünü ettiğimiz apaçık kitap, bu açıdan
Allah'ın yanındaki gayb hazinelerinden ayrıdır. Bu kitap, Allah-
'ın yarattığı bir şeydir ki, bütün her şey, hem gayb hazinelerinden indikten
sonra, hem henüz gerçekleşme düzlemine ulaşmadan önce
ve hem de gerçekleştikten ve olup bittikten sonra onda kaydedilir,
onda korunur.

Bu çıkarsamanın bir tanığı da, yüce Allah'ın, bu kitabı, bilgisinin âlemde
cereyan eden görünür ya da görünmez olayları ve olguları
kapsadığını vurgulama bağlamında zikrediyor olmasıdır. Allah'tan
başka hiç kimsenin bilemediği mutlak gayba gelince; bunu yüce Allah,
katındaki gayb hazinelerinde olmak şeklinde nitelendirir ve kendisinden
başkasının bunu bilemediğini dile getirir. Hatta bazı ayetlerden
hazinelerin değil, ama kitabın, Allah'tan başkaları tarafından bilinmesine
ilişkin işaretler ya da kanıtlar algılayabiliriz: "Saklanmış bir
kitaptadır; ona temizlenmişlerden başkası dokunamaz." (Vâkıa, 78- 79)
Buna göre, yüce Allah tarafından yaratılan hiçbir şey yoktur ki, gayb
hazinelerinde aslı bulunmasın, varlığını bu asla dayalı olarak sürdürmesin.
Yine Allah tarafından yaratılan hiçbir şey yoktur ki, varlığından
önce, varoluşu sırasında ve varoluşundan sonra kitapta kayıtlı olmasın.
Şu kadarı var ki kitap, derece olarak hazinelerden aşağıdadır.

324 ......................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Buradan hareketle zeki bir araştırmacı, sırf bir kitap olmakla beraber
apaçık kitabın, maddî yazı levhaları ve yaprakları türünden bir şey
olmadığını anlar. Çünkü maddî bir yazı sayfası, her nasıl tasavvur edilirse
edilsin, hangi ölçülerde kabul edilirse edilsin, ebediyete kadar
uzanan tüm şeyler, kendisinden başka bütün varlıklar şöyle dursun,
bizzat kendi varoluş tarihini bile içeremez, kapasitesi buna el vermez.
Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan sırasıyla şu hususlar açıklığa
kavuşuyor:

Birincisi: Gayb hazinelerinden maksat, ölçü kalıplarına sokulmadan
önce eşyayı kapsayan ilâhî hazinelerdir. Aşağıdaki ayetten algıladığımız
kadarıyla, bu hazineler, her şeyin gaybını kapsamaktadır. "Hiçbir
şey yoktur ki onun hazineleri, bizim yanımızda olmasın; ama biz
onu bilinen bir miktar ile indiririz." (Hicr, 21)

İkincisi: Apaçık kitaptan maksat, öyle bir şeydir ki, fiilî çalışma ile çalışma
programı arasındaki münasebet ne ise, bütün eşya ile onun
münasebeti de odur. Dolayısıyla bu kitapta varlıklar için bir tür belirlenme
ve ölçülme söz konusudur. Ancak bu kitap, eşyadan önce, eşya
ile beraber ve eşyadan sonra vardır. Yine bu kitap, Allah'ın eşyaya
ilişkin ilmini kapsar. Bu öyle bir ilimdir ki, şaşırma ve unutulma ihtimali
onda yoktur. Bu yüzden bazen, bu kitaptan maksadın, eşyanın
değişikliğe uğraması söz konusu olmayan varoluş mertebesi, objeler
dünyasında gerçekleşme düzeyi olduğu fikri zihinde uyanabilir. Çünkü
bir şey, ancak meydana geldikten, gerçekleştikten sonra değişime
uğrayabilir. Onun için, "Bir şeyin gerçekleştiği durumunun değişmesi
söz konusu olamaz." demişlerdir.

Kısacası bu kitap, hilkat âleminde olmuş olan, olacak olan ve olan her
şeyi kaydetmektedir. Bu kitabın herhangi bir şeyi dışarıda bırakması
mümkün değildir. Bununla beraber bu kitap, eşyayı ölçülebilirliği ve sınırlılığıyla
kapsar. Bundan ötede ise, değişime açık levhalar ve kitaplar
vardır. Bunlarda yazılı bir şeyin silinmesi veya olduğu gibi bırakılması
ihtimal dahilindedir. Buna şu ayet de işaret etmektedir: "Allah dilediğini
siler, dilediğini bırakır. Kitabın aslı ise O'nun katındadır." Çünkü silme
ve silmeden bırakma, -özellikle de kitabın aslının karşısında kullanılınca-
ancak kitap kapsamında söz konusu edilecek şeylerdir.

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................... 325

Bununla, "Gaybın hazineleri O'nun yanındadır..." ayetinin öncesindeki
ayetlerle ilintisi açığa çıkıyor. Çünkü bundan önceki iki ayetin ana
teması şuydu: Sizin benden istediğiniz ve benimle sizin aramızda hüküm
verecek ve işi bitirecek olan mucizeler, benim gücüm dahilinde
değildir. Aynı şekilde, hak hükmü verme yetkisi de bana ait değildir.
Bilâkis bu yetki, Rabbimin katındadır; O'nun bilgisi ve gücü dahilindedir.
Eğer bunlar benim elimde ve yetkimde olsaydı, aramızdaki iş
şimdi çoktan bitirilmişti; zalimlerden başkasına ilişmeyen azap şimdiye
kadar sizi kuşatmıştı. Çünkü Allah, zalim olanların sizler olduğunu
biliyor. O, herhangi bir şeyi bilmemesi söz konusu olmayan âlimdir.
İş bitirici mucizeler bağlamında dilediği ve hükme bağladığı şeyi
önceden öğrenmenin, ele geçirmenin imkânı yoktur. Çünkü gaybın
hazineleri O'nun yanındadır, onları O'ndan başka kimse bilmez. Öte
yandan O, zalimleri bilir ve onları başkalarıyla karıştırmaz. Çünkü O,
karada ve denizde olan, irili ufaklı her şeyi bilir ve her şey apaçık bir
kitapta kaydedilmiştir.

"Gaybın hazineleri O'nun yanındadır; onları O'ndan başkası bilmez."
ifadesi, mutlak gayba dönüktür. Onu da Allah'tan başka kimse
bilemez. Buna göre, "onları... bilmez." ifadesi, cümle içinde 'hâl' konumundadır.
Bu da gösteriyor ki, gaybın hazineleri bilgi türündendir.
Ancak bu bilgi, bizim alışageldiğimiz bilgiden farklıdır. Bilginin anlamı
bazında bizim zihnimizde uyanan şey, eşyanın varoluşundan ve ölçülebilir
duruma gelişinden sonra onlardan edinilen biçim, algılanan anlamdır.
Gayb hazineleri ise, açıklandığı gibi, eşya daha varolmamış,
varoluşsal kalıplara girip ölçülebilirlik niteliğini kazanmamış iken onlara
ilişkin bilgi demektir. Yani, bilinen objeden etkilenmesi söz konusu
olmayan sonsuz bilgi.

"Karada ve denizde olanları O bilir." ifadesi, başkalarının bilgisinin de
ilintili olabileceği şeyleri de kapsayacak şekilde O'nun bilgisinin genelleştirilmesi
amacına yöneliktir. Çünkü bunların bir kısmı bazılarının
bilgisine açık olabildiği gibi, bazısı açısından gayb niteliğinde olabilir.
Karada olanların önce zikredilmesi, bunların muhataplarca daha
iyi bilinmesinden dolayıdır.
"Hiçbir yaprak düşmez ki O, onu bilmesin." Özellikle yaprakların dü-

326 ........................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

şüşünün gündeme getirilmesinin nedeni, insanın buna ilişkin bir bilgiye
ulaşmasının son derece güç olmasıdır. Ağaçların yapraklarının
sayısal olarak çok olmaları, insanı onları sayma hususunda âciz bırakır.
Bu yüzden insan bunları birbirinden ayıramaz olur. Dolayısıyla bu
yaprakların her birinin geçirdiği evreleri ve durumları denetlemesi,
onlardan birinin düşmesiyle sayılarında bir azalma meydana geldiğinin
farkına varması mümkün olmaz.

"Yine yerin karanlıklarına hiçbir tane (düşmez), yaş ve kuru hiçbir şey
düşmez ki..."
Bütün bunlar, "hiçbir yaprak..." ifadesine atfedilmişlerdir.
Ayetin akışının zahirinden bunu anlıyoruz. Yerin karanlıklarından
maksat, toprağın karanlık altıdır ki, taneler oradan yeşerip filiz verirler.
Bir kısmı da yeşeremeden orada çürüyüp giderler. Bu durumda
şöyle bir anlam elde ediyoruz: Toprağın karanlık altına düşen hiçbir
tohum, düşen yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, Allah onları bilmesin.
Buna göre, "apaçık bir kitapta olmasın" ifadesi, "onu bilmesin" ifadesi
açısından onun yerini dolduran bir bedeldir. Bu durumda ifadenin
anlamı şöyledir: "Bu sayılanlardan hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta
yer almamış ve yazılmamış olsun."

Kitabın "mubin" olarak nitelendirilmesi, eğer "açıklayıcı ve ortaya çıkarıcı"
anlamında ele alınırsa, bu; kitabın, okuruna her şeyi, değişim
ve dönüşümden kaynaklanan kapalılıktan, gizlilik perdelerinden uzak
bir şekilde, tam gerçekliliğiyle, orijinal durumuyla göstermesinden
dolayıdır. Eğer "kendi açık olan" anlamında ele alınırsa, bu da yerinde
bir nitelemedir. Çünkü kitap, gerçekte yazılı olan şey demektir.
Yazılı olan şey ise, anlatılan şeyden ibarettir. Şu hâlde, eğer anlatılan
şey açıksa ve üzerinde herhangi bir perde ve örtü yoksa, demek ki,
kitap da öyledir.

60) O'dur ki, geceleyin sizi(n ruhunuzu) alır ve gündüzün ne işlediğinizi
bilir.


Ayetin orijinalinde geçen "yeteveffa" fiilinin mastarı olan "teveffî" kelimesi,
bir şeyin tastamam alınması demektir. Yüce Allah Kur'ân'da
bu kelimeyi, ölüm anında olduğu gibi, canlı ruhun alınması anlamında
kullanır. Nitekim bu ayetten sonraki ayette şöyle bir ifade yer al

En'âm Sûresi / 74-83 .......................................................................... 327

maktadır: "Nihayet birinize ölüm geldiği zaman, elçilerimiz onu(n canını)
alırlar."

Kur'ân'da "imate=öldürme, ölüm verme", "teveffî=tastamam alma"
sayıldığı gibi, "iname=uyutma, uykuya daldırma" da "teveffî" sayılmıştır.
Şu ayette olduğu gibi: "Allah, ölümleri anında canları alır, ölmeyenleri
de uykularında." (Zümer, 42) Çünkü, ruhun beden üzerinde
tasarruf etmesinin kesintiye uğraması bakımından ölümle uyku aynı
konumdadır. Nitekim uykudan sonra uyandırma anlamına gelen
"baas" ile ölümden sonra diriltme anlamına gelen "baas", nefsin beden
üzerinde kesintiye uğrayan tasarrufuna yeniden başlaması anlamında
birleşirler. Teveffînin (uyutmanın) gece, baasın da (diriltmenin
de) gündüzle kayıtlandırılması, genelde insanların geceleri
uyuyup gündüzleri uyanık olduklarından dolayıdır.

"Sizi(n ruhunuzu) alır" ifadesi gösteriyor ki ruh, "ben" diye ifade edilen
insanın gerçekliğinin tamamıdır. Yoksa kimi zaman ruhun insanın bir
parçası olduğuna ya da insana ârız olan bir şekil, bir nitelik olduğuna
ilişkin olarak zihnimizde uyanan düşünceler doğru değildir. Bu gerçeği
kanıtlama bakımından şu ayet daha belirgindir: "Biz toprakta kaybolduktan
sonra, yeni bir yaratılış içinde mi olacağız?' dediler. Doğrusu
onlar, Rablerinin huzuruna çıkmayı inkâr edenlerdir. De ki: Size
vekil edilen ölüm meleği, sizi(n canınızı) alır, sonra Rabbinize döndürülürsünüz."
(Secde, 10-11) Çünkü kâfirlerin ölümden sonra tekrar dirilişi
imkânsız görmeleri, insanın hakikatinin bedenden ibaret olduğunu
sanmalarından kaynaklanmaktadır. Beden de ölümle birlikte çürür,
bileşimleri çözülür ve toprakta kaybolup gider. Buna verilen cevap
ise, insanın hakikatinin ruh (nefs) olduğuna dayalıdır. Ölüm meleği
de ruhu aldığına göre, insanın herhangi bir şeyinin kaybolması
söz konusu değildir.

"Ve gündüzün ne işlediğinizi bilir." ayetinin orijinalinde geçen
"cerahtum" fiilinin mastarı olan "el-cerh" organla yapmak demektir.
Bundan maksat da işleyip kazanmaktır. Dolayısıyla ayette, "Sizin
gündüzün kazandıklarınızı bilir." anlamı kastedilmektedir. Cümlenin
akışına uygun düşeni, "ve ya'lemu ma..." cümlesindeki "vav"ın hâl
edatı olması, bütün cümlenin de "sizi(n ruhunuzu) alır" ifadesinin fai-

328 .............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

linden hâl olmasıdır. Bu durumda, "Sonra... onda (gündüzün) sizi diriltir."
ifadesi, "O'dur ki, geceleyin sizi(n ruhunuzu) alır..." ifadesine bağlanmış
olur. Böylece konunun akışına yabancı olan bir anlam da araya
girmemiş olur. Çünkü tefsirini sunduğumuz bu iki ayet, ilâhî plânlama
ve yönetimin, insanın dünya hayatına, ölümü anına ve Rabbine
dönünceye kadar geçirdiği evrelere ilişkin tasarrufunu açıklamaya
yöneliktir. Bu anlamı vurgulama amacına yönelik söz konusu iki ayetin
içerdiği cümlelerin ana eksenini şu ifade oluşturmaktadır:

"O'dur ki, geceleyin sizi(n ruhunuzu) alır... Sonra belirlenmiş süre tamamlansın
diye onda (gündüzün) sizi diriltir... Bu arada üzerinize koruyucular
gönderir. Nihayet birinize ölüm geldiği zaman, elçilerimiz
onu(n canını) alırlar ve onlar ihmalkârlık etmezler. Sonra gerçek
mevlâları olan Allah'a döndürülürler."
Ayetlerde kastedilen asıl amaç
budur. Bunun dışındakilerse, bu asıl amacın yanında zımnen anlatılan
şeylerdir. Dolayısıyla ayetin anlamı şöyle belirginleşmektedir:
"O'dur ki, sizin gündüzün ne kazandığınızı bildiği hâlde, geceleyin sizi(
n ruhunuzu) alır, sonra gündüzün sizi diriltir..."
Sonra belirlenmiş süre tamamlansın diye onda (gündüzün) sizi diriltir...
İfadenin orijinalinde, uyandırma eylemi "baas=diriltme" olarak isimlendirilmiştir.
Bunun nedeni, hemen öncesinde uykuya daldırmanın
"teveffî=canı alma" olarak isimlendirilmiş olmasıdır. Bu arada dirilmenin
amacı olarak da belirlenmiş sürenin, ecelin dolması şeklinde
ifade ediliyor. Bu ise, Allah katında belirlenmiş bir süredir ki, insanın
dünyevî hayatı, onun ötesine geçemez. Bunu şu ayetten anlıyoruz:
"Süreleri (ecelleri) gelince, ne bir an geri kalırlar, ne de öne geçerler."
(A'râf, 34)

Belirlenmiş sürenin tamamlanmasının amaç olarak gündeme getirilmesi,
yüce Allah'ın hesap görenlerin en çabuğu olmasına yönelik
bir işaret mahiyetindedir. Eğer önceden böyle bir süreyi tamamlamaları
öngörülmeseydi, Allah, kötü amellerinden ve günahlarından
dolayı onları anında yakalardı. Nitekim yüce Allah buna şu şekilde
işaret etmiştir:

"Onlar, ancak kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki çe

En'âm Sûresi / 74-83 .......................................................................... 329

kememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer Rabbinden, belli bir
süreye kadar yaşatma sözü geçmiş olmasaydı, aralarında hüküm
verilir (işleri bitirilir)di." (Şûra, 14) Geçmiş sözden maksat ise, Hz.
Âdem'in yeryüzüne indirilişi kıssası bağlamında işaret edilen şu husustur:
"Sizin yeryüzünde bir süreye kadar kalıp geçinmeniz gerekmektedir."
(A'râf, 24)

Dolayısıyla şöyle bir anlam belirginleşiyor: Allah, gündüzün kazandığınız
kötülükleri ve başka şeyleri bildiği hâlde, geceleyin sizin ruhlarınızı
ve canlarınızı alır. Ancak ölmenizi gerektirecek şekilde ruhlarınızı
tutmaz. Bilâkis, gündüzün sizi yeniden diriltir ki, belirlenmiş ecelleriniz
tamamlansın. Sonra ölümün üzerinize inmesi, ardından haş-rin
gerçekleşmesiyle de O'na döndürüleceksiniz. O zaman yapmakta olduklarınızı
size haber verecektir.

61) Ve O, kullarının üstünde mutlak galiptir.

Tefsirini sunduğumuz bu surenin 17. ayetinin açıklaması çerçevesinde
bu ifadenin anlamı üzerinde durduk.

Bu arada üzerinize koruyucular gönderir. Nihayet birinize ölüm geldiği
zaman...

Burada koruyucuların gönderilmesi mutlak olarak ifade edilmiştir.
Ne gönderme eyleminde, ne de koruyucuların kendisinde herhangi
bir kayda yer verilmemiştir. Sonra bu eylemin ölümün gelmesiyle
son bulacağı ifade edilmiştir. Bundan şunu anlıyoruz ki: Bu gönderilen
koruyucuların görevi, insanı kendisine yönelen her belâdan, her
musibetten korumaktır, insana ilişmek üzere olan afetlere engel
olmaktır. Çünkü içinde yaşadığımız âlemde karşılıklı etkileşim, itişip
kakışma nitelikli bir hayattır. Bu hayatta yer alan hiçbir şey yoktur
ki, her açıdan bir başkasının karşı koyuşu ile karşılaşmasın.
Çünkü bu doğal âlemin her bir parçası, varoluştan aldığı payı tamamlama
ve arttırma çabası içindedir. Bir başkasında bir eksilme
olmadıkça da birinde bir artış olmaz. Dolayısıyla varlıklar sürekli olarak
çekişme ve birbirini alt etme mücadelesi içindedirler. Bu âlemin
bir parçası da insandır. İnsanın varlığının terkibi son derece latiftir.
Bildiğimiz kadarıyla en ince bileşim insanın varoluşunda ger-

330 .......................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

çekleştirilmiştir. Dolayısıyla varoluştaki rakipleri herkesten daha
çok, düşmanları herkesten daha tehlikelidirler.

Bu yüzden yüce Allah, ona koruyucu melekler göndermiştir. Bu melekler,
onu olayların beklenmedik musibetlerinden, belâların ansızın
gelip çatlamalarından korurlar. Eceli gelinceye kadar onu yok olmaktan
korurlar. Eceli geldi mi, onu o belâlarla baş başa bırakırlar. Bu belâlar
ve musibetler onun işini bitirir. Bu, hadislerde böyle açıklanmıştır.
"Üzerinizde koruyucular vardır; değerli yazıcılar. Yaptığınız her şeyi bilirler."
(İnfitâr, 10-12) ayetlerine gelince; burada amelleri tespit edip
kaydeden melekler kastedilmiştir. Ancak bazıları bu ayetleri, tefsirini
sunduğumuz ayetin açıklaması gibi algılamışlardır. Ayet, bu anlamı
büsbütün dışlamasa da, "Nihayet birinize ölüm geldiği zaman..." ifadesi,
daha önce de vurguladığımız gibi, önceki anlamı destekleyici
mahiyettedir.

Elçilerimiz onu(n canını) alırlar ve onlar ihmalkârlık etmezler.
Ayetin akışından anladığımız kadarıyla [ihmalkârlık etmek diye tercüme
edilen] "tefrit"ten maksat, canı almaya yönelik ilâhî emri yerine
getirirken ağır davranmak, müsamaha göstermektir. Çünkü yüce
Allah meleklerini, "Kendilerine emredileni yerine getirirler." şeklinde
nitelendirmektedir. Sonra her ümmetin kendi ecelinin ipoteğinde olduğunu
vurgulamıştır. Ecelleri geldiği zaman ne bir an geri kalırlar,
ne de bir an öne geçerler. Şu hâlde, can alma işini üstlenen melekler,
kendileri için belirlenen görevden geri kalmazlar; falan saatte ve falan
şartlarda falancanın canını alacaklarına dair kendilerine verilen
emri yerine getirmede müsamahalı davranmazlar. Bir zerre kadar
dahi görevlerini aksatmazlar. Dolayısıyla onlar, asla ihmalkârlık etmezler.
Acaba bu elçiler, başta zikredilen elçiler midir, ki can alma görevini
üstlenenler de bu koruyucular olsunlar? Ayette bu sorunun cevabı olabilecek
bir ifadeye yer verilmiyor. Ancak, zayıf da olsa, bunların aynı
melekler olduklarına yönelik bir işaret algılamak mümkündür. Ne var
ki, can almakla görevlendirilen bu melekler her kim olurlarsa olsunlar,
ölüm meleğinin (Azrail'in) yardımcılarıdırlar. Nitekim yüce Al

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................... 331

lah bir ayette şöyle buyurmuştur: "De ki: Üzerinize vekil edilen ölüm
meleği canınızı alır." (Secde, 11)

Tefsirini sunduğumuz ayette can almanın söz konusu elçilere, biraz
önce aktarılan ayette ölüm meleğine, "Allah, canları alır." (Zümer, 42)
ayetinde ise yüce Allah'a izafe edilmesi, izafenin mertebelerini gösteren
ifade tarzlarıdır. Buna göre, her iş yüce Allah'ta son bulur. O, her
türlü tasarruf yetkisine sahip olan mutlak maliktir, hükümrandır. Ölüm
meleği de, ruhların kabzedilmesi işini yardımcıları aracılığıyla
yapabilir. Bu yardımcılar da, işin sebepleri, araçları ve gereçleri konumundadırlar.
Tıpkı yazı yazmakta kullanılan kalem gibi. Ki kalemin
arkasında bir el vardır. İkisinin de ötesinde yazıyı yazan insan bulunmaktadır.

62) Sonra gerçek mevlâları olan Allah'a döndürülürler.

Burada, onların ölümden sonra diriltilerek yüce Allah'a döneceklerine
işaret ediliyor. Ayetin orijinalinde yüce Allah'ın, gerçek mevlâları olarak
nitelendirilmesi, bundan önce, uyutma, uyandırma, plânlayıp yönetme,
öldürme ve diriltme gibi tasarruflarının gerekçesine işaret
etme amacına yöneliktir. Burada önce mevlâlığın anlamı analiz ediliyor,
sonra yüce Allah için mevlâlık hakkı ispat ediliyor. Buna göre
mevlâ, kölenin sahibi demektir. Kölenin sahibininse, onun üzerinde
dilediği gibi tasarrufta bulunma hakkı ve yetkisi vardır. Yüce Allah
gerçek mülke sahip olduğuna göre ve evren üzerinde meydana getirme,
yönetme, yönlendirme ve geri döndürme gibi tasarruflarda bulunduğuna
göre, O, gerçek mevlâdır ve bu anlamıyla mevlâlık niteliği
hiçbir zaman O'ndan ayrılmaz.

Hak (gerçek) ise, yüce Allah'ın güzel isimleri arasında yer alır. Çünkü
yüce Allah, zatı ve sıfatlarıyla yok olmayacak şekilde sabittir, değişime
ve dönüşüme tâbi değildir. "Döndürülürler" ifadesindeki zamir,
"Nihayet birinize ölüm geldiği zaman" ifadesinde işaret edilen o birlere
dönüktür. Çünkü ölüm hükmü herkesi kapsar. Toplumun bütün bireyleri
bu hususta aynı konumdadırlar. Bundan da anlaşılıyor ki,
"Sonra... döndürülürler." ifadesi, önceki ikinci şahıs sıygasından üçüncü
şahıs sıygasına geçiş şeklindeki bir iltifat mahiyetinde değildir.

332 ........................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Haberiniz olsun, hüküm yalnız O'nundur ve O, hesap görenlerin en çabuğudur.
Bundan önce yüce Allah, gayb hazinelerinin sadece kendisinde olduğunu,
her şeyi içeren apaçık kitabı bildiğini, var oldukları andan huzuruna
toplanacakları ana kadar yarattıklarının işlerini düzenlediğini
bildirdikten sonra hüküm verme yetkisinin de başkasına değil, sadece
kendisine ait olduğunu bildiriyor. Buna daha önceki bir ifadede de
işaret edilmişti: "Hüküm vermek, yalnız Allah'a aittir." Bunları bildirdikten
sonra açıklamasının sonucunu ilân ediyor ve buyuruyor ki:
"Habe-riniz olsun, hüküm yalnız O'nundur." Gaflet ettikleri bu gerçeğe
açıkça dikkat çekiyor ki, daldıkları gafletten uyansınlar.
"Ve O, hesap görenlerin en çabuğudur." ifadesi de, önceki açıklamanın
bir diğer sonucudur. Burada demek isteniyor ki, yüce Allah,
kulların işledikleri amellerin hesabını sormayı en uygun zamanından
geciktirmez. Bunlardan ertelenen bir şey oluyorsa, bu, onun için öngörülen
sürenin tamamlanmasından dolayıdır.

63) De ki: "...Bizi bundan kurtarırsa, elbette şükredenlerden oluruz, diye
kendisine yalvarıp yakardığınız zaman, karanın ve denizin karanlıklarından
sizi kim kurtarıyor?"


Karanın ve denizin karanlıklarından kurtarılmaktan, insanların karada
veya denizde gerçekleştirdiği seferlerde karşılaştığı zorluklardan
kurtarılmak kastediliyor gibidir. Yolculuk esnasında çekilen meşakkatleri,
şiddetli yağmurları, kar yağışını, eşkıyalar tarafından yolların
kesilmesini ve fırtına gibi olayları buna örnek gösterebiliriz. Özellikle
gecenin karanlığında veya bulutlu bir havada yahut şiddetli bir rüzgarda
bu meşakkatler bir kat daha artar. Bunun sonucunda insanın
şaşkınlığı artar, yolunu kaybeder, kendini koruyamaz hâle gelir. Bu
nedenle ifadenin akışı içinde kurtarılma eylemi karanlıklar kavramıyla
irtibat-landırılmıştır. Asıl kastedilen anlam, karada veya denizde,
çıkılan bir yolculuk esnasında insanın başına gelen zorluklardan, kimin
onu kurtardığının sorulmasıdır.
Zorlukların karaya ve denize izafe edilmeleri, kara ve denizin bu zorlukların
zarfı oluşu itibariyledir. Ardından bu zorluklar karanın ve denizin
karanlıklarına izafe edilmiştir. Bunun nedeni de, bu tür zor

En'âm Sûresi / 74-83 ...................................................................... 333

lukların şiddetinin artması bağlamında karanlıkların tam bir etkinliğe
sahip olmasıdır. Daha sonra zorluklar ifadesi atılmış, onun yerine karanlıklar
ifadesi kullanılmış ve kurtarılma onunla ilintilendirilmiştir.
Bunun üzerine, "Karanın ve denizin karanlıklarından sizi kim kurtarıyor?"
denilmiştir.

Bir sonraki ayette işaret edildiği gibi her türlü zorluktan, üzüntüden
ve istenmeyen durumdan kurtaran yüce Allah olduğu hâlde, kurtarılma
bağlamında sadece karanlıkların zikredilmesinin nedeni, karada
ve denizde gerçekleştirilen yolculukların insanlar açısından zorluk,
yorgunluk ve meşakkat nitelikleriyle belirginlik kazanmış olmasıdır.
Ayetin orijinalinde geçen "tazarru", Ragıp İsfahanî'nin belirttiğine
göre, zelilliğini, horluk ve hakirliğini açığa vurma (yalvarma) anlamına
gelir. Bu nedenledir ki, "hufye=gizleme, örtme" kavramına
karşılık olarak kullanılmıştır. Dolayısıyla dua bağlamında "huf-ye"
ve "tazarru" gizli ve açık dua demektir. Bir insanın başına bir musibet
geldiği zaman başlangıçta içinden ve gizlice dua edip yalvarır.
Ardından musibetin şiddeti artıp, ümitsizlik belirtileri baş gösterince
ve tüm sebeplerden ümidini kesince etrafında olup da ezikliğini
ve onur kırıcı durumunu görecek insanlara aldırış etmemeye ve açıktan
açığa dua edip yalvarmaya başlar. Dolayısıyla bu bağlamda
gizli ve açık duanın birlikte zikredilmiş olması, yüce Allah'ın insanları
karanın ve denizin şiddetli ve hafif musibetlerinden kurtardığına
yönelik bir işarettir.

"Bizi bundan kurtarırsa, elbette şükredenlerden oluruz." ifadesi, insanın
uğradığı musibetten kurtulmak için dua ettiği böyle bir ortamda
bir de Rabbine bir söz verdiğine işaret etmektedir. Buna göre insan,
kendisini böyle bir durumdan kurtarması durumunda şükredenlerden
olacağına, eski küfründen vazgeçeceğine dair Allah'a söz vermektedir.
Bu şekilde söz vermek, aslında insanların kendi aralarında uygulaya
geldikleri bir uygulamadan kaynaklanmaktadır. Şöyle ki, herhangi birimiz,
gide gide yorgun düştüğünde, belâlar ve musibetlerle kuşatıldığında,
yoksul düştüğünde veya düşman tarafından sarıldığında,
kendi kanaatince gücünün yettiğine inandığı bir kimseden yardım is-

334 ................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

ter. Bunu yaparken de onun hoşuna gideceğine, kararlılığını arttıracağına,
yiğitliğini harekete geçireceğine inandığı şeylerden söz eder.
Onu güzel övgülerle över veya mal vaadinde bulunur ya da onun sözünden
çıkmayacağından veya ona karşı vefalı bir dost olacağından
söz eder. Bütün bunları yapmasının nedeni, aramızda geçen bütün
sosyal faaliyetlerin iki tarafa dayalı olarak ayakta duran muameleden,
alış-verişlerden ibaret olmasıdır. İnsan bu faaliyetler esnasında
bir şey alırken, bir şey de verir. Çünkü ihtiyaçlar insanı kuşatmış bulunmaktadır.
Dolayısıyla bir iş yapması veya bir etkinlikte bulunması,
ancak kendisine dönük bir çıkardan dolayı olabilir. Aynı durum, evrenin
diğer parçaları için de geçerlidir.

Fakat, Allah muhtaç olmaktan münezzehtir. Herhangi bir eksikliği
yoktur. Dolayısıyla bir şey yaptığı zaman, bunun sağladığı yarar, ancak
yarattığı herhangi bir varlığa dönük olabilir. Dolayısıyla insanın
musibet anında, yüce Allah'a tevhitle yönelerek, O'na şükredeceğini
ve itaat edeceğini, fıtrî duasının kapsamında dile getirmesi, şundan
kaynaklanmaktadır:

İnsanın başına bir musibet geldiği zaman, bu esnada maddî sebeplerin
ortadan kalktığını, görebildiği kadarıyla kurtuluşunu sağlayacak
araçların da ortada görünmediğini fark ettiğinde, yüce Allah'ın tek
sebep olduğunu anlar. İçine düştüğü sıkıntılı durumdan sadece O'nun
kendisini kurtarabileceğini görür. Yaratıldığı günden bu güne kadar
bütün işlerinin O'nun tarafından yönetildiğini hatırlar. Bütün varlıklara
ilişkin her sebebi de, O'nun yönettiğinin bilincine varır. Bu yüzden
kendini zalim ve aşırı bulur. Allah'ın huzurunda haksız duruma düştüğünü
fark eder. O'nun kendisinin üzüntüsünü gidermesini, ihtiyacını
karşılamasını hak etmediğini düşünür. Çünkü Allah'a karşı suçlu durumundadır.
Birtakım kötülükler işlemiştir. Böylece işlediği günahların
vebalini omuzlarında hisseder. Bu anda Rabbine şükredeceğine,
itaat edeceğine ilişkin vaatlerde bulunur. Bununla, O'nun tarafından
duasının kabul olmasını ve sıkıntısının giderilmesini hak edeceğini
düşünür.

Ama kurtulduktan sonra da, Rabbine verdiği sözleri unuttuğunu, vaadini
hatırlamadığını görürüz. Nitekim yüce Allah bir sonraki ayetin

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 335

sonunda insanın bu durumuna şu şekilde işaret etmiştir: "Sonra siz
yine O'na ortak koşuyorsunuz."

64) De ki: "Ondan ve her sıkıntıdan sizi Allah kurtarıyor. Sonra siz, yine
O'na ortak koşuyorsunuz."


Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde der ki: "el-Kerb; şiddetli üzüntü,
gam demektir. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurur: 'Onu ve ailesini
büyük üzüntüden kurtardık.' el-Kurbetu; gumme gibi, gam ve
üzüntü anlamına gelir. Bu kelimenin aslı, yerin eşilmesi, toprağın alt
üst edilip sürülmesi anlamına gelen 'kirb' sözcüğüdür. Üzüntü de insan
nefsini bu tür bir alt üst oluş durumuyla yüz yüze bırakır. Bir ata
sözünde şöyle denir: 'el-Kirabu ale'l-bakar=Toprağı sürmek öküzün işidir.'
Ama bu, 'el-Kilâbu ale'l-bakar' anlamında değildir. Bu kelimenin,
güneşin batmaya yüz tutması anlamına gelen el-kerb kökünden
gelmiş olması da muhtemeldir. Araplar, 'İnaun kurban' derler. 'Karib'
kökünden türeyen 'kurban' gibi. Yani, 'Kap, dolmaya yakındır.' Ya da
bu kelime, el-kereb kökünden de türemiş olabilir. Bunun anlamı da,
kovanın ipine sağlam bir düğüm atmaktır. Buna göre, üzüntünün elkerb
olarak isimlendirilmesi, kalbin içinde bir düğüm meydana getirmiş
olmasından olabilir. Araplar, 'Ekrebtu'd-delve' derler. Yani, kovanın
ipini sağlam bağladım." (Ragıp'tan alınan alıntı burada son buldu.)
Tefsirini sunduğumuz bu ayette, karanın ve denizin karanlıklarına diğer
her türlü sıkıntı da eklenerek herkesi kapsamına alan bir ifade
karşımıza çıkmıştır. Çünkü hiçbir insan yoktur ki, hayatı boyunca sıkıntılardan
ve üzüntülerden yana bir şeyle karşılaşmış olmasın. Şu
hâlde, üzüntüyü giderme isteğinde bulunma ve dua etme, bütün
insanlar için geçerli olan bir şeydir. Bunu açıktan yapmalarıyla
gizliden yapmaları arasında da herhangi bir fark yoktur.
Dolayısıyla ayette kastedilen anlamı şu şekilde özetleyebiliriz: Siz karanın
ve denizin karanlıklarında ve başka durumlarda üzerinize şiddetli
musibetler indiğinde, bütün görünür sebepler ortadan kaybolduğunda,
aklınıza gelebilecek bütün kurtuluş çareleri bir bir geçersiz
kaldığında, insanî fıtratınıza dönmekten başka seçeneğinizin olmadığını
bizzat gözlemlersiniz. O zaman tanıklık edersiniz ki, yüce Allah

336 .................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

sizin Rabbinizdir, O'ndan başka Rab yoktur. O zaman kesin olarak anlarsınız
ki, O'ndan başkasına kulluk sunmanız, aslında bir zulümdür,
günahtır. Bunun kanıtı da, sizin o sırada O'na yakarmanız, gizlice ya
da açıkça dua etmenizdir. Bundan sonra eğer kurtulacak olursanız
O'na şükredeceğinizi ve O'na nankörlük etmeyeceğinizi vaat etmenizdir.
Fa-kat siz kurtulduktan sonra yeminle pekiştirdiğiniz sözünüzü
unutursunuz, eski küfrünüze devam edersiniz. Bu açıdan tefsirini
sunduğumuz iki ayette, müşriklere yönelik bir kanıtsal saldırı ve yeminlerini
bozmalarından ve vaatlerinin aksini yapmalarından dolayı
bir ayıplanma söz konusudur.

65) De ki: "O, sizin üzerinize, üstünüzden yahut ayaklarınızın altından
bir azap göndermeye... kadirdir..."


Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde der ki: "el-Ba's sözcüğünün
asıl anlamı, bir şeyi harekete geçirme ve yönlendirmedir. Araplar,
'Baastuhu fenbaase=Onu harekete geçirdim, o da hareket etti.' derler.
Harekete geçirme, ilintili olduğu olguya göre farklı bir anlam ifade
edebilir. Örneğin, 'Baast'ul-baire', 'Deveyi sürdüm' anlamına gelir.
Bir ayette ise, 'Ve'l-mevta yeb'asuhumullah=Ölüleri ise Allah diriltir.'
bu-yurulmuştur. Yani Allah, onları kabirlerinden çıkartır ve kıyamete
doğru sürükler... Şu hâlde, 'ba's=harekete geçirme' iki kısma ayrılır.
Bir kısmı beşerîdir. Deveyi sürmek ve bir insanı bir ihtiyaç peşinde
göndermek gibi. Bir kısmı da ilâhîdir. Bu da iki kısma ayrılır: Birincisi:
Objeleri, cinsleri ve türleri yoktan var etmek. Bu, salt yüce Allah'a özgüdür
ve O'ndan başka hiç kimse buna güç yetiremez. İkincisi: Ölüleri
diriltmek. Yüce Allah, İsa (a.s) gibi bazı velilerine bu özelliği bahşetmiştir."
(Ragıp'tan alınan alıntı burada son buldu.)

Kısacası, bu kelimenin anlamının esasında, bir şeyi kaldırma ve uyandırma
anlamı yatmaktadır. Bu gerekçeyle yöneltme ve gönderme
anlamında da kullanılır. Çünkü bir ihtiyaca yöneltme ve bir kavme
gönderme olgusu, genellikle bir durgunluk, hareketsizlik ve dinginlikten
sonra gerçekleşir. Buna göre, azabı harekete geçirmek anlamında
azap göndermek, bu azabın her an onlara yönelebilecek, onların
üzerine çökebilecek mahiyette olduğunu, ancak iman ve itaat gibi bir
engelin bunun gerçekleşmesini engellediğini ima etmektedir. Bu

En'âm Sûresi / 74-83 ....................................................................... 337

konunun, ileride size sunacağımız tamamlayıcı bir açıklaması vardır.
Mecma'ul-Beyan tefsirinde müellif der ki: "Bir şeye açıklık
getirmediğimiz, bir kısmını bir kısmına karıştırdığımız zaman 'lebistu
aley-him'ul-emre ve elbisuhu' denir. Elbiseyi giymek anlamında da
'lebis-tu's-sevbe ve elbisuhu' denir. el-Lebs; işin veya konuşmanın
karışması demektir. Lâbestu'l-emre; işi karıştırdım, demektir. eşŞiya';
fırkalar, gruplar demektir. Her grup, her fırka, başlı başına bir
'şia'dır. Birinin şiası, ona tâbi olanlar, uyanlar demektir. et-Teşeyyu;
dinsel ve yönetsel anlamda tâbi olma anlamına gelir." (Mecma'ul-
Beyan'dan alınan alıntı burada son buldu.)

Bu durumda, "ya da sizi fırkalara bölmeye" ifadesinden maksat, onları
birbirine karıştırmak, farklı gruplar hâline getirmektir.
O hâlde, "De ki: O, sizin üzerinize, üstünüzden yahut ayaklarınızın altından
bir azap göndermeye... kadirdir."
ifadesi, görünürde yüce Allah'ın
üstten ve alttan onların üzerine azap gönderme gücüne sahip
olduğunu vurgulamaya yöneliktir. Bir şeyi yapabilme gücü ise, onu
yap-mayı gerektirmez. Bununla birlikte azap etmeye gücü yettiğinin
vurgulanması, korkutma ve uyarı için yeterlidir. Ancak konunun akışından
algıladığımız kadarıyla maksat, salt Allah'ın buna kadir olduğunu
vurgulamak değildir. Bilâkis, onların bu tür bir azabı bir şekilde
hak ettikleri de ima edilmektedir. Buna göre, eğer onlar Allah'a ve
ayetlerine iman etrafında birleşmeyecek olurlarsa, bu azabın üzerlerine
gönderilmesi bir gereklilik hâlini alacaktır. Nitekim "ba's" kavramının
anlamı üzerinde dururken, bu anlamın "ba's" kavramından
istifade edilebileceğine değinmiştik. Bundan sonra yer alan, "Her haberin
gerçekleşeceği bir zaman vardır. Yakında bilirsiniz." ifadesi de,
açık bir tehdit olması hasebiyle, bu çıkarsamayı destekler mahiyettedir.

Öte yandan yüce Allah, Kur'ân'ın değişik ayetlerinde, buna benzer
konular bağlamında, İslâm ümmetini açıkça azapla tehdit etmiştir:
"Her ümmetin bir peygamberi vardır. Peygamberleri onlara gelince,
aralarında adaletle hükmolunur... 'Sahiden bize söylediğin gerçek
midir?' diye senden haber soruyorlar. De ki: Evet, Rabbim hakkı için o
gerçektir. Siz onu önleyemezsiniz." (Yûnus, 47- 53), "İşte bu sizin üm-

338 ......................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

metiniz, bir tek ümmettir. Rabbiniz de benim. O hâlde yalnız bana
kulluk edin. Ancak onlar, işlerini aralarında parçaladılar." (Enbiyâ, 93-
97), "Sen yüzünü, Allah'ı birleyici olarak doğruca dine çevir... Ortak
koşanlardan olmayın, dinlerini parçalayıp bölük bölük olanların
arasında yer almayın..." (Rûm, 30- 45)

Bazılarına göre, üstten gelen azaptan maksat, Ad, Semud, Şuayb ve
Lut kavimlerine yapıldığı gibi göksel çığlık, taş yağmurları, tufan ve
rüzgârdır. Alttan gelen azaptan maksat da, Karun gibi yerin dibine
geçirilmeleridir. Bazılarına göre de, üstten gelen azaptan maksat,
büyükleri ve zorba yöneticileri aracılığıyla tattıkları eziyet, alttan gelen
azaptan maksat da, ayak takımından veya kölelerden çektikleri
eziyetlerdir. Diğer bazılarına göre de, üstten ve alttan gelen azaptan
maksat, insanlığın son çağlarda icat ettiği ateşli silâhlar, savaş uçakları,
yakıcı ve yıkıcı bombalar atan toplar, deniz altıları, gemi batıran
su altı silâhlarıdır. Çünkü yüce Allah, Kur'ân'da bir tehditten, bir uyarıdan
söz ediyor. Yüce Allah da, mülkünde gerçekleşecek olanları
herkesten daha iyi bilmektedir.

Doğrusu bu ifade, yukarıda sözü edilen bütün anlamlara uyarlanabilir
türdendir. Nitekim, ayetin inişinden sonra, bu ifadeyle örtüşen bazı
gelişmeler meydana gelmiştir. Bu gelişmelerin temel ekseni, bu yolun
hazırlayıcısı, hiç kuşkusuz bu ümmetin başlangıçta üzerinde birleştiği
ve Peygamber'in (s.a.a) insanları yönelttiği kelime hususunda
ihtilâfa düşmeleri olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.a), ümmetini hak
mesaj üzerinde ittifak etmeye çağırıyordu. Allah elçisine şunu emrediyordu:
Onlara de ki: Bu benim dosdoğru yolumdur. Ona uyun. Onu
bırakıp başka yollara uymayın. Aksi takdirde parçalanırsınız.
"...Ya da sizi fırkalara bölmeye ve kiminize kiminizin hıncını tattırmaya
kadirdir."
Bak, belki anlarlar diye delilleri nasıl döndürüyoruz (açıklıyoruz).

Ayetin akışından anlaşıldığı kadarıyla, bununla, Peygamberimizden
(s.a.a) sonra yaşanan gruplaşmalar, hizipleşmeler kastediliyor. Bu
gruplaşmalar, sonraki dönemlerde değişik mezheplerin ortaya çıkmasına
yol açmış, bu mezhepler taassup elbisesine bürünüp cahiliye
bağnazlığıyla birbirlerine saldırmışlardır. Bunu, fırkalar arası savaşlar
ve katliamlar izlemiştir. Her grup başkasının her türlü saygınlığı

En'âm Sûresi / 74-83................................................................................... 339

nı çiğnemeyi mubah saymış, kendi zannınca onu dinin dışında görmüştür.
Buna göre, "ya da sizi fırkalara bölmeye ve kiminize kiminizin hıncını
tattırmaya kadirdir." ifadesinde iki değil, bir azaba işaret ediliyor.
Gerçi, bölünüp parçalanmalarını ve bir kısmına bir kısmının hıncının
tattırılmasını başlı başına birer azap şekli olarak algılamak mümkündür.
Çünkü bir toplum içinde bölünüp parçalanmanın, tefrikanın
başka kötü sonuçları da vardır. Bunun etkisiyle toplumun gücünde
zayıflama meydana gelir, kuvveti parçalanır. Ancak ayette sıralanan
hususlardan bir azabın kastedildiği anlaşılıyor. "Kiminize kiminizin
hıncını tattırmaya..." ifadesi, bunu destekler mahiyettedir. Çünkü bu
ifadede azap olarak sayılan şey, bölünüp parçalanmaya oranla, mutlak
bir ifadeye karşı mukayyet bir ifade konumundadır. Artı bir amaç
söz konusu olmadan da mutlak bir ifade karşısında mukayyet bir ifade
getirmek, doğru değildir. Kaldı ki iki cümlenin, bir arada olma
anlamını ifade eden "vav" atıf harfi ile birbiriyle ilintilendirilmiş olması
da, bizim bu çıkarsamamızı desteklemektedir.

Kısacası, tefsirini sunduğumuz ayetin anlamı şu şekilde belirginleşmektedir:
Ey Resul, onları tevhit sancağı altında birleşmekten kaçınmanın,
hak daveti dinlememenin akıbetinden korkutup uyararak
onlara de ki: Bu şekilde devam ederseniz, akıbetiniz kötü olur. Yüce
Allah sizi, bundan dolayı yakalayıp cezalandırabilir. Üzerinize bir azap
indirebilir. Sonra ondan kaçamazsınız, sığınacak bir yer de bulamazsınız.
Üstünüzden ve ayaklarınızın altından gelebilecek bir azaptır bu.
Ya da sizi birbirinize düşürür. Fırkalara, gruplara bölünürsünüz. Birbirinizle
çekişir, vuruşursunuz. Böylece bazılarınızın hıncını bazılarına
tattırır. Ardından açıklamaya şu ifadeyle son nokta konuluyor: "Bak,
belki anlarlar diye delilleri nasıl döndürüyoruz (açıklıyoruz)." Burada
kastedilen anlam açıktır.

66-67) O gerçek iken, kavmin onu yalanladı. De ki: "Ben size vekil değilim.
Her haberin gerçekleşeceği bir zaman vardır. Yakında bilirsiniz."


Hz. Peygamber'in (s.a.a) kavmiyle, ya Kureyş kabilesi veya Muzar
oymağı yahut bütün Araplar kastedilmiştir. Ancak, bazı ayetlerden
algıladığımız kadarıyla, Peygamber'in kavmi deyimiyle, Arap ulusu

340 ..................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

kastedilmektedir. Bunu şu ayetlerden de anlayabiliriz: "Biz onu Arap
olmayanlardan birine indirseydik de onu onlara okusaydı, ona inanacak
değillerdi. Böylece biz onu, suçluların kalbine soktuk. Acı azabı
görünceye kadar ona inanmazlar. Azap onlara öyle ansızın gelir ki,
onlar hiç farkında olmazlar." (Şuarâ, 198-202), "Biz, her elçiyi, ancak
kendi kavminin diliyle gönderdik ki onlara açıklasın." (İbrâhîm, 4)
Maksat her ne ve her kim olursa olsun, "O gerçek iken, kavmin onu
yalanladı." ifadesi, daha önce sunulan uyarının içerdiği tehdidin gerçekleşeceğinin
habercisi konumundadır. Âdete şöyle deniliyor: "Ey
ümmet, Rabbinizin birliği ilkesi etrafında birleşin, hak mesaja tâbi
olma hususunda görüş birliği içinde olun. Yoksa üstünüzden veya altınızdan
gelecek bir azaptan yahut ayrılığa ve hizipleşmeye düşmenizden
sizi kimse kurtaramaz. O zaman kılıçlarla, kırbaçlarla birbirinize
düşer, birbirinizi katledersiniz." Sonra hitap Hz. Peygamber'e
(s.a.a) yöneltiliyor ve ona şöyle deniyor: "Senin kavmin bunu yalanladı.
O hâlde korkunç bir azaba ya da tadacakları şiddetli bir musibete
hazır olsunlar."

Bununla şu hususlar ortaya çıkıyor:

Birincisi: "...onu yalanladı" ifadesindeki zamir, azaba dönüktür. Nitekim
Alusî'ye göre, müfessirlerin büyük bir çoğunluğu da bu görüştedir.
Bazılarına göre, zamir, delillerin döndürülmesine (açıklamasına)
ya da Kur'ân'a dönüktür ki, bu uzak bir ihtimaldir. Ancak önceki ayetin
içeriğini göz önünde bulundurduğumuzda, zamirin o ayette verilen
habere dönük olması, uzak bir ihtimal olarak görünmemektedir.

İkincisi: Bu haber, yani "O gerçek iken, kavmin onu yalanladı." ifadesi,
ayetlerin akışından algıladığımız kadarıyla, asıl haber için yol açmaya
yönelik bir ilk haber anlamındadır. Âdeta şöyle deniyor: "Senin
ümmetinin Allah'a ve ayetlerine iman ilkesi etrafında toplanması gerekir.
İçlerine küfrün, Allah'ı ve ayetleri inkâr etme anlayışının sızmaması
için sürekli hazırlıklı olmalılar ki, aralarında ihtilâflar baş
göstermesin ve üzerlerine Allah'ın azabı inmesin." Sonra şöyle deniyor:
"Ancak bütün ümmetin veya seninle çağdaş olanların ya da senden
sonra gelen dünya halklarının arasından senin kavmin, sıkıca sarılmaları
gereken ilkeleri çiğnediler ve ilâhî azaba ilişkin haberi

En'âm Sûresi / 74-83 ...................................................................... 341

yalanladılar. Böylece akıbetine duçar olmaları kaçınılmaz oldu. İleride
bunu bileceklerdir."
Hiç kuşkusuz Peygamber'i (s.a.a) veya Kur'ân'ı
yahut azabı yalanlayanlar, sadece Peygamber'in kavmi olan Araplar
değildir. Aksine başta Yahudiler olmak üzere başka kavimler de,
hem onun zamanında, hem de ondan sonra onu yalanladılar. Bunların
yalanlamaları ve ihtilâf etmeleri, tehdit edildikleri azap üzerinde
inkâr edilemez bir etkinliğe sahiptir. Durum böyleyken, sadece Hz.
Peygamber'in (s.a.a) kavminin zikredilmiş olması, bizim yaptığımız
değerlendirmeyi destekleyen bir unsurdur.

İslâm toplumunun psikolojisine yönelik analitik bir araştırma, bizim
ayetten algıladığımız bu çıkarsamayı destekleyici bulguları elde etmemizi
sağlar. Çünkü İslâm ümmeti bugün psikolojik bir çöküş hâlini
yaşamaktadır. Ümmetin gücü büyük bir zaafa uğramıştır. Bir söylem
etrafında birleşememektedirler. Bunun nedeninin de, yapılacak bir
analiz sonucu, içlerindeki ihtilâflara ve Peygamberimizin (s.a.a) vefatından
sonra İslâm'ın ilk dönemlerinde yaşanan çekişmelere dayandığı
gözlemlenecektir. Sonra bunun da, Peygamberimizin (s.a.a) hicretten
önce ve sonra kavminden gördüğü tepkilere, yalanlamalara,
görüşünü küçümsemelere dayandığı görülecektir.

Gerçi bunlar, hak mesajın belirginleşip etrafını aydınlatmasından
sonra İslâmî davet sancağı altında birleşip İslâm'ın çağrısı etrafında
toplandılar, ancak İslâm'ın temiz toplumu, hiçbir zaman nifak kirinden
tamamen arınamadı. Kur'ân'da yer alan birçok ayet bu gerçeğe
parmak basmaktadır. Münafıklar azımsanmayacak sayıdaydılar. İslâm
toplumunun onların kötü etkilerinden tamamen kurtulması, bireylerinin
ruhsal yapıları üzerinde etkinlikte bulunmalarını bütünüyle
engellemesi veya onların hepsinin Peygamberimizin (s.a.a) hayatı
boyunca içselleştirilip salih unsurlara dönüştürülmeleri olası değildi.
Tamamıyla sönmeyen fitne ateşleri, çok geçmeden tekrar alevlendi.
Gittikçe yayıldı ve hâlâ tutuşup durmaktadır. Ve bütün bu olup bitenler,
başlangıca dayanmaktadır. Arapların deyimiyle: "Avın tamamı
yaban eşeğinin karnındadır."1
---------------
1- İşin önemini bildiren bir deyimdir. Bu deyim şuradan ortaya çıkmıştır: Üç arkadaş


342 ...................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Üçüncüsü: "De ki: Ben size vekil değilim." ifadesi, bir kinaye niteliğindedir.
Yani, vazgeç onlardan ve de ki: "Sizin sorumluluğunuz bana ait
değildir. Sizin yükünüzü ben taşımıyorum. Dolayısıyla bu açıdan size
öğüt vererek sizin de yalanlamanıza engel olmam söz konusu değildir.
Konumum itibariyle sorumlu olduğum şey, sizi beklemekte olan
bir azaba karşı sizi uyarmaktır."

Buradan hareketle şunu da anlıyoruz ki: "Her haberin gerçekleşeceği
bir zaman vardır. Yakında bilirsiniz." ifadesi, Peygamber'in sözünün
devamı ve tamamlayıcısıdır. Peygamber (s.a.a) bunu kavmine yönelik
olarak söylemiştir. "Yakında bilirsiniz" ifadesindeki hitap, bunu
kanıtlayıcı bir unsurdur. Çünkü bu bağlamda kavim, Allah'ın değil,
Peygamber'in (s.a.a) muhatabı konumundadır.

"Her haberin gerçekleşeceği bir zaman vardır. Yakında bilirsiniz." sözü,
açık bir tehdit içeriyor ve bunun kesin olarak gerçekleşeceğini bildiriyor.
Biraz önceki açıklamalarımızla, İslâm ümmetinin başına gelecek
bölünme ve şiddetli iç çatışmalara duçar olma bağlamında
müşriklere hitap etmenin normal olduğu anlaşılmıştır, sanıyoruz.
Çünkü bu işin kökleri sonuçta onlara dayanmaktadır. Ayrıca insanlar
bir tek ümmettirler; öncekilerin yaptığından sonrakiler sorumlu olur.
Sonrakiler arasında ortaya çıkan bir şey öncekilere kadar uzanır. Bunu
bilip bilmemeleri fark etmez. Kendi üzerlerinde gözlemleyip gözlemlememeleri
bu gerçeği değiştirmez. Yüce Allah bir ayette şöyle
buyurmuştur: "Ama onlar şüphe içinde oynuyorlar. Göğün açık bir
duman getireceği günü gözetle. Duman insanları sarar. Bu, acı bir
azaptır. 'Rabbimiz, bizden azabı aç, biz artık inanıyoruz.' (derler.) Artık
nasıl düşünüp öğüt alacaklar? Oysa kendilerine apaçık bir elçi
gelmişti. Ondan yüz çevirdiler. 'Bu, öğretilmiştir, cinlenmiştir.' dediler.
Biz sizden azabı birazcık kaldırırız; ama siz yine inkâra dönersiniz."

(Duhân, 9-15) avlanmaya çıkmış. Biri bir tavşan, biri bir ceylân, diğeri de
bir yaban eşeği avlanmış. Sonra kendi aralarında kimin avı daha önemli,
daha gözde diye konuşurlarken yaban eşeği avlanan, avlandığı hayvanın
büyüklüğünü, önemini anlatmak için, "Sizin avlandıklarınız,
benim avlandığımın karnına sığar." anlamında yukarıdaki sözü söylemiştir.
-Musahhih

En'âm Sûresi / 74-83 ....................................................................... 343

Bu tür ayetler üzerinde düşünüldüğünde, öncekilerin işledikleri suçlardan
ötürü nasıl sonrakilerin cezalandırıldıkları görülecektir. Ya da
bu ayetleri, daha önce Yunus, Enbiya ve Rum surelerinden aktardığımız
ayetler kategorisine koyabiliriz. Kur'ân-ı Kerim'de yer alan çok
sayıdaki ayette, bu ümmetin ileride karşılaşacağı vahim akıbete, üstlendiği
ağır vebale, ardından yüce Allah'ın yetişen yardımına işaret
edilir. Hiç kuşkusuz, büyük bir yekûn tutan bu ayetlerin araştırmacılar
tarafından yeterince ele alınmamış olması, en büyük kusur ve ihmaldir.
Oysa bu ayetlerin ümmetin durumuyla, dünya ve ahiret mutluluğuyla
direkt bağlantısı vardır.

68) Ayetlerimiz hakkında münasebetsizliğe dalanları gördüğün zaman,
ondan başka bir söze dalıncaya kadar onlardan yüz çevir.


Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde der ki: "el-Havz, suya dalmak
ve sudan geçmek demektir. Bu ifade, istiare yoluyla işlerle ilgili
olarak da kullanılır. Kur'ân'da genellikle dalınması yerilen hususlar
bağlamında kullanılır." (Ragıp'tan yapılan alıntı son buldu.) Dolayısıyla
bundan maksat, batıl sözlere başlayıp iyice dalmaktır. Gerçek olan
ayetlerden söz edip onlarla alay etmek ve lâfı uzattıkça uzatmak gibi.
Yüz çevirmek ifadesiyle de, onların daldığı sözlere katılmamak kastedilmiştir.
Bulundukları yerden kalkmak, oturdukları yerden çıkmak
gibi onlara katılmama anlamını ifade eden bir davranışta bulunmak
yani. "Ondan başka bir söze dalıncaya kadar" ifadesindeki kayıt, yasak
olan şeyin, hak nitelikli bile olsa mutlak olarak onlarla birlikte
oturmak olmadığını vurgulamaya yöneliktir. Yasak olan, Allah'ın ayetlerini
alaya aldıkları sürece onlarla birlikte oturmaktır.

Bundan da anlıyoruz ki ayette, hazıf yoluyla bir tür özetleme yönüne
gidilmiştir. Dolayısıyla ifadenin takdirî açılımı şöyledir: "Ayetlerimiz
hakkında konuşmaya dalanların, onlar hakkında konuşmaya daldıklarını
gördüğün zaman, onlardan yüz çevir..." Dolayısıyla sıla cümlesine
benzeyen cümle, ihtiyaç olmadığı için hazfedilmiştir. Bu durumda
şöyle bir anlam çıkıyor karşımıza -Allah doğrusunu herkesten daya iyi
bilir-: "Allah'ın ayetleri hakkında konuşmaya dalan ve onlarla alay
eden kimseleri, Allah'ın ayetleri hakkında konuşmaya dalmaya, onları
alaya almaya devam ettiklerini gördüğün zaman, onlardan yüz çe-

344 ...................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

vir, başka bir konuya dalıncaya kadar onların halkalarına katılma.
Başka bir konuya girdiklerinde, onlarla birlikte oturmanı engelleyecek
bir şey yoktur." Bu söz, müşriklere karşı ve hücceti onlara tamamlama
bağlamında söyleniyorsa da, işaret edilen gerekçe, hem
onları, hem de başkalarını kapsayacak niteliktedir. Ayetin sonunda
da şöyle bir ifade yer alıyor: "Hatırladıktan sonra, o zalimler topluluğuyla
oturma." Buna göre, Allah'ın ayetleri hakkında ileri geri konuşup
lâfa dalmak bir zulümdür. Dolayısıyla ayet, zalimlerin zulmüne
ortak olmayı yasaklamaktadır. Kur'ân'ın başka bir yerinde bu bağlamda
şu uyarıya yer verilmiştir: "Yoksa siz de onlar gibi olursunuz."
(Nisâ, 140)

Bununla da anlıyoruz ki: Ayet, Allah'ın ayetleri hakkında münasebetsizliğe
dalanlardan yüz çevirmeyi emretmiyor; bilâkis Allah'ın ayetleri
hakkında ileri geri konuşmaya daldıkları sürece onlardan yüz çevirmeyi
emrediyor.

"Ondan başka" ifadesindeki zamir, Allah'ın ayetleri bağlamında daldıkları
söze dönüktür. Çünkü o söz bir tür dalmadır; bu ise, ayette yasaklanmıştır.
Şayet şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra, o zalimler topluluğuyla
beraber oturma.

"İmma yunsiyenneke=Şayet... sana unuttursa" ifadesindeki "ma" fazladır
ve bir tür tekit ya da azaltma anlamını verir. "Nun" ise tekit içindir.
Dolayısıyla ifadenin normal şekli, "in yunsike"dir. Bu bakımdan
cümle, yasağı pekiştirme ve şiddetlendirmeye yöneliktir. Yani, şeytanın
sana unutturması sonucu, bizim bu yasağımızdan gafil olsan bile,
hatırladığın zaman, onların yanından kalmak hususunda gevşek davranma.
Çünkü kornanlar (muttakiler), Allah'ın ayetlerini oyun ve eğlence
konusu yapıp onlar üzerinde konuşmaya dalanlar gibi davranmazlar,
onların tutumlarına ortak olmazlar.

Bu ayette hitap, Peygamberimize (s.a.a) yöneliktir; fakat maksat, onun
ümmetidir. Daha önce peygamberlerin masum olduklarını, bu
ayette işaret edilen türden unutkanlıklara düşmeyeceklerini belirtmiştir.
Çünkü burada ilâhî bir hükmü unutma ve pratikte bu hükme
muhalefet etme söz konusudur. Hz. Peygamber'in böyle bir şey

En'âm Sûresi / 74-83 ................................................................ 345

yapması başkalarına örnek olabileceğinden onun hakkında böyle bir
şey mümkün değildir.

Hemen sonraki ayette, sözün ümmetin korunanlarına atfedilmesi de
bunu desteklemektedir. "Korunanlara, onların hesabından bir sorumluluk
yoktur..." ayetini kastediyorum.

Nisâ Suresi'nde yer alan şu ayet, bu bakımdan daha açık bir kanıtsallık
işlevini görmektedir: "O, kitapta size indirmiştir ki: Allah'ın ayetlerinin
inkâr edildiğini yahut alaya alındığını işittiğinizde, ondan başka
bir söze dalıncaya kadar onlarla bir arada oturmayın. Yoksa siz de
onlar gibi olursunuz. Doğrusu Allah, münafıkların ve kâfirlerin tümünü
cehennemde toplayacaktır." (Nisâ, 140) Çünkü Medine'de inen Nisâ
Suresi'nde yer alan bu ayette işaret edilen Allah'ın kitapta indirdiği
hükümden kastedilen, Mekke'de inen En'âm Suresi'nde yer alan bu
ayetteki hükümdür. Çünkü bu konuya değinen başka ayet yoktur. Görüldüğü
gibi, Nisâ Suresi'nin bu ayetinde, daha önce inen o hükmün
müminlere yönelik olduğuna değiniliyor. Bu da, "Ayetlerimiz hakkında
münasebetsizliğe dalanları gördüğün zaman..." hitabının Peygamber'e
(s.a.a) yönelik olmasını, ancak maksadın başkaları olmasını gerektirmektedir.
"Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla." gibi.

69) Korunanlara, onların hesabından bir sorumluluk yoktur. Fakat,
belki korunurlar diye, (bu) bir hatırlatmadır.


Demek isteniyor ki, Allah'ın ayetleri hakkında münasebetsiz konuşmalara
dalanların kazandıkları günah, sadece kendi omuzlarına biner,
başkalarının hanesine yazılmaz. Ancak o başkaları onlara benzerler,
onların davranışlarına ortak olurlar ya da onların amellerini
hoşnutlukla karşılarlarsa, başka. Çünkü bir işten, ancak onu yapan
kimse sorumlu tutulur. Fakat biz onları uyarıyoruz ki, korkup sakınsınlar.
Çünkü doğrudur ki bir insan, onlarla birlikte oturduğu zaman,
onların daldığı konuşmalara katılmayabilir, yaptıklarına kalben razı
olmayabilir, sırf onların yanında olması, onların zulümlerini desteklemek,
sözlerini onaylamak anlamına gelmeyebilir. Ancak Allah'a
karşı gelinmesine tanık olmak, günahın işlenmesini seyretmek, nefis
açısından günahı basitleştirir, görüp seyredenin gözünde suçu küçültür.
Günah önemsiz görüldüğü zaman da, insanın onu işlemesinin ih-

346 ........................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7
timali artar. Çünkü nefsin her türlü günaha yönelik bir arzuya sahip
olduğu bir gerçektir.

Dolayısıyla korunan bir insanın, Allah'ın haram kıldığı şeylerden uzak
duran bir kimsenin, günahlara aldırış etmeyen, Allah'ın sınırlarını çiğnemekten
sakınmayan kimselerden uzak durması gerekir. Nitekim
bu, bu durumda olanlara, Allah'ın ayetleri hakkında münasebetsizliğe
dalanlara da farz ve gereklidir. Hikmeti ise, Allah'a ve ayetlerine
yönelik cür'etkâr davranışların insanın gözünde basitleşmesidir. Çünkü
insanın gözünde günahın basitleşmesi, onu günaha yaklaştır, helâk
oluşla yüz yüze getirir. Bir tehlikenin etrafında dolaşanın, içine
düşmesinden korkulur.

Bu açıklamadan şu hususlar belirginlik kazanıyor:

Birincisi: Onların hesabına ortak olmama durumunun sadece korunanlardan,
kaçınanlardan olumsuzlanması, bununla beraber, bir işi
işlemeyenin, onu işleyene ortak olmadığı bir gerçek olması da gösteriyor
ki, verilmek istenen mesaj şudur: Onların meclislerine katılmak,
onlarla birlikte oturmak, insanı onlara verilecek cezadan emin
kılmaz. Onların sorumlu olduğu şeyden sorumlu tutulma ihtimali her
zaman vardır. Dolayısıyla bu ifadeyi şu şekilde algılayabiliriz: Onlarla
birlikte münasebetsizliğe dalmayanlara, onlarla birlikte dalmaktan
kaçındıkları sürece, onların hesabından bir sorumluluk yoktur. Ancak
biz onları, münasebetsizliğe dalanlarla birlikte oturmama hususunda
uyarıyoruz ki, bu şekilde münasebetsizliğe dalmaktan korunmalarını,
kaçınmalarını sürdürsünler ya da bu şekilde Allah'ın koyduğu haramlara
yönelik takvaları ve sakınmaları tamamlansın.

İkincisi: "Korunanlara, ...bir sorumluluk yoktur." ifadesinin orijinalinde
geçen "takva"dan maksat, genel anlamda korunup sakınmadır.
Yani, yüce Allah'ın razı olmadığı şeylerin genelinden kaçınıp korunma.
"Belki korunurlar" ifadesinde geçen "takva" ise, özel olarak Allah'ın
ayetleri hakkında münasebetsiz konuşmaya dalma günahından
sakınma anlamında kullanılmıştır. Ya da birincisinde takvanın
aslı, ikincisinde ise tamamı; yahut birincisinde takvanın özü, ikincisinde
ise ayrıntısı, yani yerine göre takvanın pratiğe yansıması kastedilmiştir.
Ki Allah'ın ayetleri hakkında münasebetsizce konuş

En'âm Sûresi / 74-83 ..................................................................... 347

maya dalmaktan kaçınmak da bunun pratiğe yansıyan bir örneğidir.
Burada bir diğer anlam da söz konusudur. Buna göre, birincisinde
müminlerin korunup sakınması ikincisinde ise, ayetler hakkında münasebetsiz
konuşmaya dalanların bundan sakınmaları kastedilmiş
olabilir. Dolayısıyla ifadenin takdirî açılımı şöyle olur: Fakat, bu şekilde
dalanlara hatırlatıp uyarın, belki ayetler hakkında konuşmaya
dalmaktan sakınırlar.

Üçüncüsü: "Hatırlatma" ifadesi, cümle içinde takdir edilen fiilin
mef'ul-ü mutlakıdır. Bu durumda şöyle bir anlam elde ediyoruz: Fakat
onlara hatırlatıyoruz" veya "Onlara hatırlatın". Bu ifade, mahzuf mübtedanın
haberi de olabilir. O zaman da anlam, "Fakat bu bir hatırlatmadır."
şeklinde belirginleşir. Ya da mahzuf haberin mübtedası da
olabilir. Dolayısıyla, "Sana düşen, onlara hatırlatmaktır." şeklinde bir
anlam elde ediyoruz. Bu yaklaşımlardan ilk akla gelen ise, ortadaki
yaklaşımdır.

70) Dinlerini oyun ve eğlence yerine koyan ve dünya hayatının aldattığı
kimseleri bırak ve onunla hatırlat ki kişi, kazandıkları sebebiyle
alıkonmasın...


Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde der ki: "el-Beslu, bir şeyi büzmek,
toparlamak ve men etmek, alıkoymak demektir. Büzmek,
toparlamak anlamını içerdiği için de, mecazî olarak, yüzün ekşitilmesi
anlamında da kullanılmış, yüzünü ekşitene 'bâsil' ve 'mübtesil'ülvech'
denilmiştir. Men etme ve alıkoyma anlamını içerdiği için de,
engellenen, yoksun bırakılan ve elinde ipotek bulunduran kimseye
'besl' denmiştir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: 'Ve onunla (o Kur'ân'la)
hatırlat ki kişi, kazandıkları (günahlar) sebebiyle alıkonmasın.' Yani,
sevaptan mahrum bırakılmasın. 'Haram' ile (engellenilen anlamında)
'besl' arasındaki fark, 'haram'ın genel olması, hem hüküm ve yasayla
yasaklanan şeyleri, hem de baskı ve zorla yasaklanan şeyleri
kapsıyor olmasıdır. 'Besl'in ise, sadece baskı ve zorla yasaklanan şeyleri
ifade ediyor olmasıdır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: 'İşte onlar, kazandıkları
(günahlar) sebebiyle alıkonmuşlardır.' Yani, sevaptan yoksun
bırakılmışlardır." (el-Müfredat'tan yapılan alıntı son buldu.)
Mecma'ul-Beyan adlı tefsirde şöyle deniyor: "Araplar, 'Ebseltuhu bi-

348 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

cerîretihi' derler. Yani, suçundan dolayı onu teslim ettim. el-Müstebsil;
kurtulamayacağını bildiği için teslim olan kimse demektir...
Ahfeş der ki: Tubsilu, 'cezalandırıyorsun' anlamını ifade eder. Yine
'tubsilu' ifadesinin 'ipotek ediyorsun, rehine koyuyorsun' anlamına
geldiği de söylenmiştir. Dikkat edilirse bunlar, birbirine yakın anlamlardır."
(Alıntı bitti.)

Buna göre, ayetin anlamı şöyle belirginleşmektedir: "Dinlerini oyun
ve eğlence yerine koyan kimseleri terk et..." Burada, nefislerinin arzularını,
keyiflerini din edinmeleri, dinlerini oyun ve eğlence konusu
yaptıkları olarak değerlendirilmiştir. Bu durumda, onlar için bir hak
din varsayılmıştır. Bu hak din, hiç kuşkusuz, fıtratlarının onları çağırdığı
şeydir. Dolayısıyla, fıtratlarının çağırdığı hak dini benimsemeleri,
ona ciddiyetle sarılmaları, onu karışıklıklardan ve tahriften korumaları
gerekirdi. Ama onlar, bunun yerine dinlerini oyun ve eğlence edindiler.
Keyiflerine göre şekilden şekle, nefislerinin arzusuna uygun
olarak kalıptan kalıba soktular.
Ardından, dinlerine oyun ve eğlence yerine koyuşlarına şu ifade atfediliyor:
"Ve dünya hayatının aldattığı kimseleri". Çünkü bunlar, birbirlerini
gerektiren durumlardır. Dünya hayatının lezzetlerinden sınırsız
zevk alma çabası ve bu yönde yoğun bir çaba içinde olmak, hak din
hususunda ciddiyeti terk etmeyi, onu bir eğlence, bir vakit geçirme
aracı hâline getirmeyi gerektirir.

Ardından, şöyle buyuruluyor: "Ve onunla hatırlat..." Yani Kur'ân ile hatırlat
ki, kişi kazandığı günahlar sebebiyle ilâhî mükâfattan ya da kişi
kazandığı günahlarla beraber sorguya çekilmeye ve cezalandırılmaya
teslim edilmesin. Bu duruma düşen bir kişinin Allah'tan başka ne bir
velisi, ne de şefaatçisi olur. Ne kadar bedel öderse ödesin, ne kadar
fidye verirse versin, bunlar kendisinden kabul edilmez. Çünkü o gün,
amellerin karşılıklarının verildiği gündür, alışveriş günü değil. İşte onlar,
Allah'ın sevabından alıkonmuş, men edilmişlerdir. Ya da Allah'ın
cezalandırmasına teslim edilmişlerdir. İnkâr etmelerinden dolayı onlar
için kaynar sudan bir içecek ve acı bir azap vardır.

71) De ki: "Allah'tan başka, bize ne yarar, ne zarar vermeyen şeylere

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 349

mi yalvaralım?"

Yadırgama amaçlı soru tarzında müşriklere karşı sunulmuş bir kanıttır.
Burada, Allah'a ortak koştukları düzmece ilâhların niteliği olarak
ne yarar, ne de zarar dokunduramayacak oluşları ön plâna çıkarılıyor.722
Çünkü, daha önce de belirttiğimiz gibi, müşriklerin tanrılar edinmelerinin
temelinde, yarar umudu veya zarar korkusu yatmaktaydı. Yüce
Allah'a ortak koşulan bu düzmece tanrılar, yarar veya zarar dokunduramadıklarına
göre, bunlara dua etmeyi, kulluk sunmayı ve kurbanlar
adamayı gerektiren bir durum yoktur demektir.

"Ve Allah bizi doğru yola ilettikten sonra, ökçelerimiz üzerinde geriye
mi döndürülelim? Tıpkı şeytanların... şaşkın bir hâlde bıraktıkları... kimse
gibi (mi olalım)?"

Ayetin orijinalinde geçen "istehvethu" kelimesinin mastarı olan
"istihva" alçalma ve düşüş isteği demektir. Ökçeler üzerinde döndürülmekse,
kinaye yollu sapıklık ve hidayeti terk etmek demektir.
Çünkü gerçek bir hidayetin gereği, dosdoğru yol üzerinde oluş, onun
üzerinde yürüyüştür. Dolayısıyla ökçelerin üzerinde geri dönmek, bu
yolda yürümekten vazgeçmek, geride bıraktığı yürüyüşüne, yani sapıklığa
geri dönmektir. Bu yüzden, "Ve Allah bizi doğru yola ilettikten
sonra, ökçelerimiz üzerinde geriye mi döndürülelim?" denilerek, bu
geri dönüşün, ilâhî hidayetten sonra olacağı vurgulanmıştır.
Bazıları, "Ve Allah bizi doğru yola ilettikten sonra, ökçelerimiz üzerinde
geriye mi döndürülelim?" ayeti ile, bu anlamda olan başka ayetleri,
sözgelimi Hz. Şuayb'ın ağzından aktarılan, "Kavminden büyüklük
taslayan ileri gelenler dediler ki: 'Ey Şuayb, mutlaka seni ve se-ninle
beraber inananları kentimizden çıkaracağız ya da dinimize dönersiniz!'
Dedi ki: 'İstemesek de mi? Eğer Allah bizi ondan kurtardıktan
sonra, tekrar sizin dininize dönersek, o zaman Allah'a yalan uydurmuş
oluruz. Rabbimiz Allah dilemedikten sonra, ona dönmemiz, bizim
için olur şey değildir." (A'râf, 89) şeklindeki ayeti ilginç bir şekilde
yorumlayıp tuhaf çıkarsamalarda bulunmuşlardır.
Bunların çıkarsamalarına göre, peygamberler, peygamberlikle görevlendirilmeden,
nübüvvet misyonunu üstlenmeden önce küfür üzerindeymişler.
Onlara göre, Allah'ın doğru yola iletmesinden sonra ökçe-

350 ...................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

ler üzerinde geri döndürülmek ve Allah'ın kurtarmasından sonra şirk
dinine dönmek ifadeleri, onların kurtarılmadan önce bu dinlere mensup
olduklarını gösteren kanıtlardır. Bu, çürük bir kanıtlamadır. Çünkü
peygamberlerin bu sözleri, dinsel topluluğun diliyledir. Ki bu toplumun
bireyleri de şirk üzerindeydiler. Nihayet yüce Allah, peygamberleri
aracılığıyla onları hidayete erdirmiştir. Bununla, bir toplumun
bireylerinin büyük kısmının başlangıçta şirk üzere olmalarının, önceki
küfürlerinin herkese izafe edilmesini caiz kılacağını söylemek istemiyoruz.
Yani, tağlip sanatıyla onların şirklerinin yanında peygamberlerinin
imanı görmezlikten gelinerek böyle bir kullanıma gidilmiştir.
Çünkü yüce Allah'ın hak sözü, böyle bir ihtimali içermez.

Bizim demek istediğimiz şudur: Hem peygamberi, hem de ümmeti
kapsayan dinsel topluluğun bireyleri için, "Onlar, ancak Allah'ın kendilerini
doğru yola iletmesinden sonra şirkten kurtuldular.' demek
doğrudur. Çünkü aksi takdirde, onların sapıklık üzere olmaktan başka
seçenekleri yoktu. Ümmete gelince; onlar, din aracılığıyla hidayete
ermeden önce şirk üzerindeydiler. Peygamberlerine gelince; onlar da,
Allah aracılığıyla hidayet etmişlerdir. Eğer Allah'ın hidayeti, yol göstericiliği
olmasaydı, kendilerinden yana onlar için sapıklıktan başka bir
şey söz konusu olamazdı. Çünkü Allah'tan başkası, kendisi için ne
yarar, ne de zarar verme gücüne sahip değildir. Dolayısıyla, onlar açısından
da, "Allah kendilerini doğru yola ilettikten sonra, ökçelerinin
üzerinde geri dönme veya Allah kendilerini kurtardıktan sonra yeniden
şirke dönme hakları yoktur." demek doğrudur.

Kısacası, bu ifade, onlarla ilintili olarak bir gerçeği dile getirmektedir.
Toplumlarının bir bireyi olan peygamberin, peygamberliğinden önce
küfür üzere olmamış olması da bu gerçeği değiştirmez. Çünkü iman
ve hidayet, her hâlükârda, onların kendilerinden olan durumlarından
sonra Allah tarafından kendilerine verilen bir nimettir. Kendilerinden
olan durumları ise, bilindiği gibi, sapıklıktır.

Kaldı ki, daha önce peygamberlerin masumluğuyla ilgili çeşitli konularda
gördük ki Kur'ân, onların en küçük bir günahtan bile masum
olduğunu ifade etmektedir. Böyle olunca, onlar için büyük günah,
hatta en büyük günah olan şirk nasıl tasavvur edilebilir?!

En'âm Sûresi / 74-83 .......................................................................... 351

"Tıpkı şeytanların yeryüzünde aşağılık duruma düşürerek şaşkın bir
hâlde bıraktıkları..."
ifadesi, bir örnektir. Burada, konumuyla ilgili bir
öngörüye, mutluluğu hususunda sarsılmaz bir kararlılığa sahip olmayan
şaşkın bir insanın durumu somutlaştırılmıştır. Bu adam, amacına
ulaşması için en düzgün ve en güzel yolu terk ediyor. Oysa kendinden
önce, nice arkadaşları bu yolu izleyerek hidayeti bulmuşlar. Ama o
hâlâ kendisini rezilliğe ve helâke çağıran şeytanlarla, hidayete eren
arkadaşları arasında şaşkın bir hâlde durmaktadır. Arkadaşları ya
menzillerine varmışlar ya da varmak üzeredirler ve onu "Bize gel!" diye
doğru yola çağırıyorlar. O ise, alçalışla düze çıkış arasında ne yapacağını
bilemeden öylece duruyor.

De ki: "Hidayet, ancak Allah'ın hidayetidir ve bize, âlemlerin Rabbine
teslim olmamız emredilmiştir."

Şayet mesele, fıtratla uyuşan ve "Allah'ın hidayeti" olarak adlandırılan
yüce Allah'ın çağrısı ile keyfe uymaktan, dini oyun ve eğlence konusu
yapmaktan ibaret olan şeytanların çağrısı arasında dönüyorsa,
Allah'ın hidayeti, gerçek hidayettir, başkası değil.
Fıtratın çağrısıyla uyuşan şeyin Allah'ın hidayeti olduğuna gelince; bu,
şüphe götürmeyecek kadar açık bir gerçektir. Çünkü gerçek hidayet,
varoluş ve yaratılışa uygun olandır. Bu ise, sadece Allah'ın gücü dahilindedir.
Biz de bir dini veya inancı, ancak gerçeklerle örtüştüğünü
düşündüğümüz için benimseriz. Gerçeklerse, Allah'ın elindedir. Dolayısıyla
Allah'ın hidayeti hiçbir zaman gerçeklerin ötesinde kalmaz.
Uyulması gereken gerçek hidayetin şeytanların çağrısı değil de Allah-
'ın hidayeti olduğuna gelince; bu da apaçık bir gerçektir. Çünkü başlangıcımız
ve sonumuz itibariyle, dünyadaki ve ahiretteki ihtiyaçlarımız
itibariyle, kısacası her şeyimizle bağlı olduğumuz güç, yüce Allah'tan
başkası değildir.

"Ve bize, âlemlerin Rabbine teslim olmamız emredilmiştir." Mecma'ul-
Beyan tefsirinde, müellif şöyle der: "Araplar, 'Emertuke litef'ale
(yapman için emrettim), emertuke en tef'ale (yapmanı emrettim),
emer-tuke bi-en tef'ale (yapmanı emrettim)' derler. 'Emertuke
bi-en tef'ale' ifadesindeki 'ba' beraberlik, bitişiklik anlamını ifade eder.
Yani, emrin o fiille ilintili olduğunu bildirir. 'Emertuke en-tef'ale'

352 ...................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

sözünde ise, söz konusu cer harfi hazfedilmiştir. 'Emertuke litef'ale'nin
anlamı ise, 'yapman için emrettim'dir. Zeccac der ki: İfadenin
takdirî açılımı şöyledir: 'Umirna key nuslime.' Yani, teslim olalım
diye bize emredildi."

"Ve bize... teslim olmamız emredilmiştir." cümlesi, "Hidayet, ancak
Allah'ın hidayetidir." ifadesini açıklamaya dönük bir atıftır. Şu hâlde,
teslim olma emri, Allah'ın hidayetinin bir örneğidir. Dolayısıyla, ifadenin
anlamı şu şekilde belirginleşmektedir: "Allah bize, kendisine
teslim olmamızı emretmiştir." Ancak, "Âlemlerin Rabbine" sözünün
zamir yerine konuluşuna bir hazırlık olsun diye fiilin faili belirsiz bırakılmıştır.
Böylece emrin illetine işaret edilmek istenmiştir. Demek isteniyor
ki: Bize gaipten, Allah'a teslim olmamız emredilmiştir. Çünkü
O, bütün âlemlerin Rabbidir. Âlemlerin tümünün veya -putperest-lerin
iddia ettiği gibi- bir kısmının, O'nun dışında başka bir rabbi veya başka
rableri yoktur.

Ayetten zahirinden anladığımız kadarıyla, "teslim olmak"tan (İslâm'dan)
maksat, salt kelimeişahadeti söylemek değil, bütün ilâhî emirlere teslim
olmaktır. Daha önce tefsirini sunduğumuz, "Hiç şüphesiz, din, Allah
katında İslâm'dır." (Âl-i İmrân, 19) ayetinden de anlaşılan budur.

72) "Ve (bize söylenmiştir ki:) Namazı kılın ve O'ndan sakının. Huzurunda
bir araya getirileceğiniz (mabut), O'dur."


Sözün akışı içinde, anlatım değişikliğine gidiliyor. Bu bağlamda emir,
söyleme anlamında kullanılıyor ve bu anlam esas alınarak sanki şöyle
denmek isteniyor: "Ve bize söylenmiştir ki: Âlemlerin Rabbine teslim
olun, namaz kılın ve ondan sakının."

Dinî amellerin ayrıntıları ikinci kez, "O'ndan sakının." ifadesiyle özetleniyor.
[Birinci kez, teslim olma emriyle özetlenmişti.] Yalnızca namazdan
açıkça söz ediliyor ki, bu namazın büyüklüğünü ve ona verilen
önemi vurgulamaya yöneliktir. Kur'ân-ı Kerim'in namaza ne adar
önem verdiği kuşku götürmeyen açık bir gerçektir.
"Huzurunda bir araya getirileceğiniz (mabut), O'dur." Şu hâlde O'na teslim
olmak, O'ndan sakınmak, korunmak gerekir. Çünkü dönüş O'nadır,
hesaba çekmek ve amellerin karşılığını vermek de O'nun elindir.

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 353

73) Gökleri ve yeri hak ile yaratan O'dur. Ol, dediği gün, oluverir. Sözü
haktır.


Yüce Allah'ın isimlerinin ve sıfatlarının bir kısmının burada zikredilmesinin
maksadı, bundan önceki sözleri açıklamak ve gerekçelendirmektir.
Çünkü yüce Allah, bundan önce hidayetin kendi hidayeti
olduğunu bildirmiş, sonra bunun bir tür tefsiri olarak, hidayetin anlamının
kendisine teslim olmak, namaz ve takva (sakınma, korunma)
olduğunu bildirmiştir. Bu ise, dinin bütünü demektir. Ardından,
yüce Allah, vazgeçilmemesi gereken hidayetin kendi hidayeti olduğunun
sebebi olarak da, bütün insanların huzurunda bir araya getirilecek,
toplanacak olmalarını gösteriyor. En sonunda, tam açıklamayı
da şöyle yapıyor: "Gökleri ve yeri hak ile yaratan O'dur..." Eğer yüce
Allah'ın sayılan bu isim ve niteliklerinden biri olumsuzlanırsa, açıklama
tamamlanmış olmaz.

"...Yaratan O'dur." sözüyle, yaratılışın bütünüyle O'nun fiili olduğunun
vurgulanması kastedilmiştir. Ayrıca bu fiil, hak ile yerine getirilmiştir,
batıl ile değil. Bir fiil batıl değilse, bir amacının olması kaçınılmazdır.
O hâlde yaratılışın da bir amacı vardır. O da, O'na dönüştür. Aşağıdaki
ayette zikredilen iki kanıttan birini de bu oluşturmaktadır: "Göğü, yeri
ve ikisinin arasındakileri boş yere yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin
zannıdır..." (Sâd, 27-28) Buna göre, göklerin ve yerin hak ile yaratılmış
olması, yaratılanların bir arada O'nun huzuruna varacakları sonucunu
vermektedir.

"Ol, dediği gün, oluverir." Ayetlerin akışından anlaşıldığı kadarıyla,
olması emredilen şey, haşir günüdür. Gerçi yaratılan her varlık bu şekilde
yaratılmaktadır. Nitekim yüce Allah bir ayette bu hususa şöyle
işaret etmiştir: "O'nun işi, bir şeyi dilediği zaman ona, 'Ol!' demektir,
hemen oluverir." (Yâsîn, 82) Tefsirini sunduğumuz ifadede geçen 'gün',
demekle ilintili zarftır. Anlamı ise şöyledir: "Kıyamet gününe, 'Ol!' dediği
gün, hemen oluverir." Bazıları demişlerdir ki, bu söz "şey"e söylenmiştir.
Bu durumda ifadenin takdirî açılımı şöyledir: "Bir şeye, 'Ol!'
dediği gün, hemen oluverir." Ancak bizim açıklamamız ayetin akışına
daha uygundur.

"Sözü haktır." Bir gerekçedir. Bununla, kendisinden önceki cümle ge-

354 .............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

rekçelendirilmiştir. Bunun kanıtı da cümlenin ayrılmış olmasıdır. Hak
ise, kelimenin tam anlamıyla sabit olan şey demektir. Zihin dışı varlık
ve dış dünya yani. "Ol, dediği gün, oluverir." ifadesinden de anlaşıldığı
gibi, O'nun sözü, fiili ve meydana getirişi olduğuna göre, yüce Allah'ın
sözü, reddedilmesi mümkün olmayan hakkın kendisidir. O'nun kelimelerini
değiştirecek yoktur. Yüce Allah buyuruyor ki: "Ve ben hakkı
(gerçeği) söylerim." (Sâd, 84)

Sûra üflendiği gün, mülk O'nundur.

Burada kıyamet günü kastediliyor. Bir ayette şöyle buyrulmuştur: "O
gün onlar, ortaya çıkarlar. Onlardan hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz. 'Bu
gün mülk kimindir?' O tek kahhar Allah'ın." (Mü'min, 16) Her zaman
mülk Allah'ın olduğu hâlde, sûra üflendiği gün mülkün O'na ait olmasından
maksat, bu gerçeğin, sebeplerin ortadan kalkması, çeşitli bağ
ve neseplerin kesilmesi suretiyle, açık bir şekilde ortaya çıkmasıdır.
Daha önce, değişik münasebetlerle bu konuya bölük pörçük de olsa
değinmiştik. İnşaallah, ileride münasip bir yerde bu konuya ve sûrun
anlamına ilişkin geniş ve doyurucu açıklamalarda bulunacağız.
Gaybı (görülmezi) ve görüleni bilir. O, hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır.
Bunun anlamını daha önce açıklamıştık. Ulu Allah'ın bu niteliği, hesaba
çekip karşılık vermenin dayanağıdır. "Hikmet sahibi" ve "her şeyden
haberdar" olma nitelikleri de öyle. Dolayısıyla yüce Allah, gaybı ve görülen
âlemi bilmesiyle, eşyanın dış kısmını da, iç yüzünü de bilir. Bir şey
açıklığı itibariyle ve bir şey de gizliliği itibariyle O'na gizli kalmaz. Hikmeti
sayesinde de yaratılış düzeni sağlam işler. Gerekli olan cezayı gerektiği
gibi belirler. Kimseye zulmetmez, gereksiz karşılık vermez. Her
şeyden haberdar olduğu için de küçük bir şey küçük olduğu, büyük bir
şey de büyük olduğu için O'nun gözünden kaçmaz.

Dolayısıyla yüce Allah'ın bu isim ve nitelikleri şunu açık ve net bir şekilde
ortaya koyuyorlar: Herkes O'nun huzuruna varacak, O'nun huzurunda
toplanacaktır. Gerçek hidayet, Allah'ın hidayetidir. Hak din, Allah'ın
emrettiği fıtrat dinidir. Çünkü yüce Allah, evreni bir amaç için
yaratmıştır. Bu amaca yönelik olarak evreni yaratmayı dilemiştir. Bu

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................ 355

amaç, O'na dönüşten ibarettir. Allah bunu dilediğine göre, ona 'Ol!'
diyecek, o da olacaktır. Çünkü O'nun sözü, geri çevrilemez haktır. O
gün kesin olarak ortaya çıkacak ki, mülk O'nundur. O'nun dışında
hiçbir şeyin başka bir şey üzerinde egemenliği yoktur. Orada O'nun
ayırt etmesiyle, kendisine itaat edenler, isyan edenlerden ayrılacaktır.
Çünkü O, hikmeti ve haberdarlığı ile görülmeyen ve görülen her
şeyi bilir.

Şimdiye kadar yapılan açıklamalardan şu hususlar ortaya çıkıyor:
Birincisi: "Hak ile" sözüyle, göklerin ve yerin yaratılışının hak yaratılış
olduğu kastediliyor. Yani hak, yaratılışın niteliğidir. Az önce, O'nun fiilinin
ve sözünün hak oluşunu da açıklamıştık. Bu ifadenin anlamının,
"O, gökleri ve yeri hak söz ile yarattı." olduğu yönündeki yorum ise,
uzak bir ihtimaldir.

İkincisi: "Ol, dediği gün, oluverir." sözü, ayetin akışından da anlaşıldığı
gibi, kıyamet gününün vuku bulmasıyla ilgilidir. Her şeyin yaratılışının
bu tarzda gerçekleşiyor olması, bu açıdan durumu değiştirmez.

Üçüncüsü: "Sûra üflendiği gün, mülk O'nundur." ifadesinde, kıyamet
gününün niteliklerinden özellikle sûra üfürülmesinden söz edilmesi
ile genel seferberlik, genel toplanma anlamına işaret etme amacı
güdülmüştür. Bu, önceki ayetin sonunda yer alan şu ifadeye de uygundur:
"Huzurunda bir araya getirileceğiniz (mabut), O'dur." Çünkü
ayetin orijinalinde geçen "haşir" sözcüğü, insanların mezarlarından
çıkarılıp toplu bir hâlde bir tür zorlamayla götürülmeleri, sürülmeleri
demektir. Sûra da ancak askerlerin kendilerini ilgilendiren önemli bir
iş için toplanmaları, içtima etmeleri için üflenir. Kıyamet günü insanların
mahşer meydanında toplanıp aralarında hüküm verilmesi için
ikinci kez sûra üflenir. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Sûra
üflendi. İşte onlar, kabirlerinden Rablerine koşuyorlar... O, sadece bir
korkunç sesten ibarettir. Ardından hemen, hepsi huzurumuza getirilmişlerdir.
O gün, hiç kimseye bir haksızlık yapılmaz ve siz ancak
yapmakta olduklarınızın karşılığını alırsınız." (Yâsîn, 51- 54)
Bu iki yerde "gün" aynı anlamda kullanılmamıştır. İlkinde, mutlak
zarf kastedilmiştir. Sözün akışı içinde kıyamet günü için bir zarf varsayılmıştır.
Bu, tıpkı bizim şu sözümüze benzer: Allah'ın hareketi ya-

356 ...................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

rattığı gün. Allah'ın günleri ve geceleri yarattığı zaman. Oysa bilindiği
gibi gün, hareketin meydana getirdiği bir şeydir. Zaman ise gece ve
gündüzden ibrettir. İkincisinde ise, günden, kıyametin kendisi kastedilmiştir.

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

ed-Dürr'ül-Mensûr'da, "O, gerçeği ayırır..." ifadesiyle ilgili olarak şöyle
denir: Darekutnî -el-İfrad'da- ve İbn-i Mürdeveyh, Übey b. Kâ'b-dan
şöyle rivayet ederler: "Resulullah (s.a.a), bu ayeti bir adama, 'O, gerçeği
ayırır ve O, ayırt edenlerin en iyisidir.' şeklinde okuttu." [c.3, s.14]

Aynı eserde, "Gaybın hazineleri O'nun yanındadır; onları O'ndan
başkası bilmez..." ayetiyle ilgili olarak şöyle denir: Ahmed, Buharî,
Haşiş b. Esram -el-İstikame'de-, İbn-i Ebî Hatem, Ebu'ş-Şeyh ve İbn-i
Mürdeveyh, İbn-i Ömer'den Resulullah'ın (s.a.a) şöyle dediğini rivayet
ederler: "Gaybın anahtarları beş tanedir; Allah'tan başka kimse onları
bilmez. Yarın ne olacağını Allah'tan başka kimse bilmez. Rahimlerin
ne zaman eksilteceğini ve yüklerini bırakacağını Allah'tan başka
kimse bilmez. Yağmurun ne zaman yağacağını Allah'tan başka kimse
bilmez. Hiç kimse nerede öleceğini bilmez; bunu ancak Allah bilir.
Kıyametin ne zaman kopacağını da yüce Allah'tan başka kimse bilemez."
[c.3, s.15]

Ben derim ki: Sahih olması durumunda bu rivayeti, tefsirini sunduğumuz
sırada belirttiğimiz gibi, ayetin genelliğiyle çelişir gibi algılamamak
gerekir. Çünkü bu bağlamda sayısal bir sınırlandırmanın hiçbir
anlamı yoktur. Rivayette işaret edilen gaybî olayları, oluştan önce
bilinen olaylar adı altında toplayabiliriz. Oysa, bizzat ayetin tanıklığıyla,
bu beş şeyin dışında gaybın başka örnekleri de vardır.

Aynı eserde şöyle geçer: el-Hatib, Tarih'inde, zayıf bir rivayet zinciriyle
İbn-i Ömer'den Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder:
"Toprakta hiçbir ekin ve ağacın dalında hiçbir meyve yoktur ki, üzerinde
şöyle yazılı olmasın: 'Bismillahirrahmanirrahim. Bu, falan oğlu
falanın rızkıdır.' 'Hiçbir yaprak düşmez ki O, onu bilmesin. Yine yerin
karanlıklarına hiçbir tane (düşmez), yaş ve kuru hiçbir şey düşmez ki

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................ 357

(O, onları bilmesin ve bütün bunlar) apaçık bir kitapta olmasın.' ayetiyle
buna işaret edilmiştir." [c.3, s.15]
Ben derim ki: Rivayet zincirinin zayıflığı bir yana, içeriği de ayetle bu
şekilde örtüşmemektedir.

Tefsir'ul-Ayyâşî'de, Ebu'r-Rebî' eş-Şamî'den şöyle rivayet edilir: İmam
Cafer Sadık'tan (a.s), "Hiçbir yaprak düşmez ki O, onu bilmesin... apaçık
bir kitapta olmasın." ayetini sordum. Buyurdu ki: "Yapraktan
kasıt, düşük çocuktur. Tane, çocuktur. Yerin karanlıkları, rahimdir.
Yaş, hayat bulan; kuru ise, ölendir. Bütün bunlar apaçık kitap-tadır."
[c.1, s.361]

Ben derim ki: Bu hadisi Kuleynî1 ve Şeyh Saduk2 Ebu'r-Rebî' vasıtasıyla
İmam Cafer Sadık'tan (a.s), Kummî3 de mürsel olarak rivayet etmiştir.
Ancak rivayet, ayetin zahiriyle örtüşmüyor. Buna benzer bir
başka rivayet de var. Bunu Ayyâşî, Hüseyin b. Said'den, o da İmam
Ebu'l-Hasan'dan (a.s) rivayet etmiştir.4

Mecma'ul-Beyan tefsirinde, "De ki: O, sizin üzerinize, üstünüzden... bir
azap göndermeye... kadirdir." ayetiyle ilgili olarak şu açıklamaya yer
veriliyor: "Üstten gelecek azaptan maksat, zalim sultanlardır. 'Yahut
ayaklarınızın altından' ifadesiyle de kötü huylu, hayırsız köleler kastediliyor.
Bu yorum, İmam Cafer Sadık'tan (a.s) da rivayet edilmiştir."

Mecma'ul-Beyan sahibinin, "Ya da sizi fırkalara bölmeye..." ifadesine
ilişkin yorumu ise şöyledir: "Bir görüşe göre, bundan şu anlam kastedilmiştir:
Aranıza düşmanlık ve asabiyet duygularını salarak bazınızı
bazınıza düşürür. Bu yorum, İmam Cafer'den (a.s) rivayet edilmiştir."
Müellifin, "Ve kiminize kiminizin hıncını tattırmaya" ifadesine ilişkin
yorumu da şöyledir: "Bundan maksat, kötü komşuluktur. Bu yorum
da İmam Cafer'den (a.s) rivayet edilmiştir." [c.3, s.315]

Tefsir'ul-Kummî'de, "Üzerinize, üstünüzden... bir azap göndermeye..."
ifadesiyle ilgili olarak şöyle deniyor: "Bundan maksat, zorba sultan-

1- [el-Kâfi, c.8, s.208, h: 349]
2- [Maan'il-Ahbar, s.215]
3- [Tefsir-ul-Kummî, c.1, s.203]
4- [Tefsir'ul-Ayyâşî, c.1, s.361]

358 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

lar, zalim yöneticilerdir. 'Yahut ayaklarınızın altından.' Bundan maksat
da, düşük ahlâklı alçak ve hayırsız insanlardır. 'Sizi fırkalara bölmeye.'
Bundan maksat da asabiyettir. 'Ve kiminize kiminizin hıncını
tattırmaya.' Bununla da kötü, geçimsiz komşular kastedilmiştir."
Kummî der ki: "Ebu'l-Carud'un İmam Bâkır'dan (a.s) aktardığına
göre, o, şöyle buyurmuştur: 'O, sizin üzerinize, üstünüzden... bir azap
göndermeye kadirdir.' Bu, duman ve çığlıktır. 'Yahut ayaklarınızın altından.'
Bu, yerin dibine geçirilmektir. 'Ya da sizi fırkalara bölmeye.'
Bu dinde ihtilâfa düşüp bazınızın bazınızı yermesidir. 'Ve kiminize kiminizin
hıncını tattırmaya.' Bu da, birbirinizi öldürmenizdir. Bütün
bunlar, kıble ehliyle ilgilidir. Sonunda yüce Allah şöyle buyuruyor:
Bak, belki anlarlar diye delilleri nasıl döndürüyoruz (açıklıyoruz)." [c.1,
s.204]

ed-Dürr'ül-Mensûr adlı tefsirde şöyle geçer: Abdurrezzak, Abd b.
Humeyd, Buharî, Tirmizî, Nesaî, Nuaym b. Hammad -el-Fiten adlı eserde-,
İbn-i Cerir, İbn-i Münzir, İbn-i Ebî Hatem, İbn-i Hibban, Ebu'şŞeyh,
İbn-i Mürdeveyh ve Beyhakî -el-Esma ve's-Sıfat adlı eserde-
Cabir b. Abdullah'tan şöyle rivayet ederler: "De ki: O, sizin üzerinize,
üstünüzden... bir azap indirmeye... kadirdir." ayeti inince, Re-sulullah
(s.a.a), "Senin yüzüne (hoşnutluğuna) sığınıyorum." buyurdu. "Yahut
ayaklarınızın altından..." ifadesi inince, "Senin yüzüne sığınıyorum."
buyurdu. "Ya da sizi fırkalara bölmeye ve kiminize kiminizin hıncını
tattırmaya kadirdir." ifadesi inince Resulullah, "Bu, en hafifi veya en
kolayıdır." buyurdu. [c.3, s.17]

Ben derim ki: Buna yakın bir hadis, İbn-i Mürdeveyh aracılığyla
Cabir'den rivayet edilmiştir. [c.3, s.17]

Yine aynı eserde şöyle geçer: Ahmed, hasen olduğunu belirterek
Tirmizî, Nuaym b. Hammad -el-Fiten adlı eserde-, İbn-i Ebî Hatem ve
İbn-i Mürdeveyh, Sa'd b. Ebî Vakkas'tan, o da Peygamberimizden
(s.a.a), "De ki: O, sizin üzerinize, üstünüzden yahut ayaklarınızın altından
bir azap göndermeye... kadirdir." ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet
eder: "Bütün bunlar olacaktır ve henüz somut olarak tevilleri
ortaya çıkmamıştır." [c.3, s.17]

Ben derim ki: Bu konuda Ehlisünnet kaynaklarında aktarılan

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................. 359

başka rivayetler de var. Şiî kaynakların Ehlibeyt İmamlarından (s.a)
aktardıkları rivayetlerde ise, ayette üstlerinden yahut ayaklarının altından
geleceği vaat edilen azap, yani çığlık ve yer yutması azabının
ileride gerçekleşeceği ifade edilir. Ümmetin fırkalara bölünüp kimine
kiminin hıncının tattırılması ise, bunun birçok örneği fiilen yaşanmıştır,
yaşanmaktadır.

Suyutî ed-Dürr'ül-Mensûr adlı tefsirinde ve İbn-i Kesir kendi tefsirinde
aktardıkları çeşitli rivayetlerde belirtildiğine göre, "De ki: O, sizin
üzerinize, üstünüzden yahut ayaklarınızın altından bir azap göndermeye...
kadirdir." ayeti inince Peygamberimiz (s.a.a) Rabbine sığındı
ve O'na, bu azapları ümmetine göndermemesi için dua etti. Yüce
Allah, bazı dualarını kabul etti, diğer bazısına ise icabet etmedi.
İcabet etmediği dua, fırkalara bölünmemeleri, kimine kiminin hıncını
tattırmamasıdır." [c.3, s.17]

Bu rivayetler -çok sayıda olmakla beraber- isnatları itibariyle zayıf
ve kuvvetli oluşlarından öte, ayetin zahiriyle bağdaşmadıkları için zayıftırlar.
Çünkü bu ayetten sonraki iki ayette şöyle buyruluyor: "O,
gerçek iken, kavmin onu yalanladı. De ki: Ben size vekil değilim. Her
haberin gerçekleşeceği bir zaman vardır. Yakında bilirsiniz." Bu ayetler,
sözü edilen azabın kesinlikle gerçekleşeceğini açık bir ifadeyle
ortaya koyması açısından bir tehdit niteliğindedir. Bu ayetler -En'âm
Suresi'nin kapsamında oluşları itibariyle- bir defada inmişlerdir. Yüce
Allah, bunu ümmetine duyurmasını Peygamberi'ne emretmiştir. Eğer
musibeti kaldırmaya ilişkin bir bedâ söz konusu olsaydı, bunu yüce
Allah'ın kelâmında görmemiz gerekirdi. Çünkü Allah'ın kelâmına, önden
ve arkadan batıl bulaşmaz. Daha önce de belirttiğimiz gibi, buna
ilişkin bir belirti olmadığı gibi, bunun aksini gösteren işaretler vardır.
Kur'ân'da yer alan birçok ayet, içerikleri itibariyle bu ayetleri destekler
mahiyettedir. Yûnus ve Rûm surelerinde yer alan ilgili ayetleri buna
örnek gösterebiliriz.

Kaldı ki bu rivayetler, bu musibetlerin vaki olacağını ve ümmetin
başına bu belâların geleceğini gösteren ve Sünnî ve Şiî kaynaklarca
aktarılan başka rivayetlerle de bağdaşmamaktadır.
Aynı şekilde, üzerinde durduğumuz bu rivayetler, sayısal olarak

360 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

çok olmakla ve birçoğunda Hz. Peygamber'in (s.a.a) bu duayı, "De ki:
O, ...göndermeye... kadirdir." ayetinden sonra yaptığı belirtilmekle beraber,
istenilen şeylerin sayısında aralarında ihtilâf vardır. Çünkü bazısında
Peygamberimizin (s.a.a) üç istekte, bazısında dört istekte bulunduğu
belirtilir. Ayrıca, kabul edilen isteklerinin sayısında da rivayetler
arasında birlik yoktur. Bazısında bir, bazısında ise iki olduğundan
söz edilir. Yine isteklerin kendisinde de farklılıklar göze çarpmaktadır.
Örneğin; rivayetlerin bazısında bu isteklerin, gökten taş
yağması ve insanların yere batması, aralarında bölünmelerin olmaması
ve kimine kiminin hıncının tattırılmaması olduğu belirtilirken,
bazısında bunların, yere batma, kıtlık yılı ve çarpışmalarının kendi
aralarında olması olduğu belirtilir. Diğer bazı rivayetlerde, bunların,
genel kıtlık yılı, kendilerinin dışında bir düşmanın üzerlerine musallat
olması ve kimine kiminin hıncının tattırılması olduğu ifade edilir.
Başka bir grup rivayette ise, Peygamberimizin (s.a.a) isteklerinin,
ümmetinin sapıklık üzere birleşmemeleri, kendilerinin dışında bir
düşmanın başlarına musallat olmaması, kıtlık yıllarıyla helâk olmamaları,
ayrı ayrı gruplara bölünmemeleri, kimine kiminin hıncının tattırılmaması
şeklinde olduğu dile getirilmiştir. Konuyla ilgili başka rivayetlerde,
Peygamberimizin (s.a.a), kendilerinin dışında bir düşmanın
ümmetine musallat olmamasını, yere batırılarak helâk edilmemelerini,
çarpışmalarının kendi aralarında olmamasını istediği ifade
ediliyor.

Diğer bazı rivayetlerde, kendilerinden önceki toplumların helâk
edildikleri azaplarla helâk edilmemelerini, kendilerinin dışında bir
düşmanın üzerlerine musallat olmamasını, farklı gruplara bölünmemelerini,
kimine kiminin hıncının tattırılmamasını istediği dile getiriliyor.
Başka rivayetlerde ise, bunların, üstlerinden ve ayaklarının altından
azap gönderilmesi, fırka fırka bölünmeleri ve kimine kiminin
hıncının tattırılması olduğu ifade ediliyor.

Öte yandan, bu rivayetlerin çoğunda, Peygamberimizin (s.a.a) bu
duayı, Âliye bölgesinde Ensar köylerinden biri olan "Muaviyeoğulları
Harrası" köyünde yaptığı söyleniyor ki bu, olayın hicretten sonra gerçekleşmiş
olmasını gerektirmektedir. Oysa En'âm Suresi hicretten

En'âm Sûresi / 74-83 ....................................................................... 361

önce Mekke'de bir defada nazil olmuştur. Ayrıca, bu rivayetler iyice
incelendiğinde aralarında başka çelişkilerin olduğu da görülecektir.
Eğer mutlaka bu rivayetlerden birini kabul etmek gerekirse, Suyu-
tî'nin Abdurrezzak, Abd b. Humeyd, İbn-i Cerir, İbn-i Münzir ve İbn-i
Mürdeveyh kanalıyla Şeddad b. Evs'den, onun da merfu olarak Peygamberimizden
(s.a.a) aktardığı şu rivayeti tercih etmek daha isabetli
olur: "Yüce Allah yeryüzünü, doğusunu ve batısını görebileceğim
şekilde benim için dürüp topladı ve ümmetimin egemenliği, yeryüzünün
benim için dürülen kısmına kadar yayılacaktır. Bana iki hazine
verildi. Biri kırmızı, biri de beyazdır. Rabbimden, ümmetimi genel açlık
yılıyla helâk etmemesini, onları grup grup bölmemesini, bazısına
bazısının hıncını tattırmamasını istedim. Rabbim bana dedi ki: Ey
Muhammed, ben bir hüküm verdiğim zaman, kimse onu geri
çeviremez. Senin ümmetini genel açlık yılıyla helâk etmeyeceğim.
Onlara, helâk etmek üzere onların dışından bir düşmanı musallat
etmeyeceğim. Ama onların bazısı bazısını helâk edecek, bazısı bazısını
öldürecek, bazısı bazısını tutsak edecektir."

Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Ben
ümmetim hesabına saptırıcı önderlerden korkuyorum. Ümmetimin
arasına kılıç daldırılırsa, bu kılıç kıyamete kadar üzerlerinden kaldırılmaz."
[ed-Dürr'ül-Mensûr, c.3, s.19]

Bu rivayet ve bunun içeriğini ifade eden rivayetler, yukarıda değinilen
problemlerin çoğundan uzaktır. Bir kere bu rivayette, duanın
ayetin inişinden hemen sonra yapıldığından söz edilmiyor. Bununla
beraber, maksadın, genel helâkın, ümmeti temelden yok edecek azabın
kaldırılması olduğunu söylemeliyiz. Yoksa bu ümmet nice genel
felâketlere, kılıçtan geçirilmelere ve katliamlara maruz kalmıştır.
Moğol saldırılarının, Endülüs'e yönelik haçlı savaşlarının ve benzeri
diğer felâketlerin ölümcül etkilerini kimse inkâr edemez. Ayrıca, bu
dua ve isteklerin, bi'setin ilk dönemlerinde ve bu surenin inişinden
önce gerçekleştiğini düşünüyoruz. Çünkü Peygamberimiz (s.a.a),
Rabbinin makamının ululuğunu herkesten daha iyi bilecek durumdadır.
Dolayısıyla bu ayetler kendisine vahyedildikten sonra,
Rabbinden hükmünü değiştirmesini, ümmetine tebliğ etmesini em-

362 ........................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7
rettiği yargısını geri çevirmesini istemez.

Her neyse; Kur'ân-ı Kerim, ayetleri aracılığıyla işin özünü bize bildirmiştir.
Buna göre bu din, kıyamet gününe kadar ayakta kalacaktır.
Bu ümmet, bir bütün olarak temelden yok edilmeyecektir. Buna karşın,
yüce Allah, geçmiş ümmetleri sınadığı çeşitli musibetlerle bu
ümmeti de sınayacaktır. Bu ümmet adım adım onların izinden gidecektir.
Bu hususta aralarında en ufak bir farklılık olmayacaktır.
Hz. Peygamber'den (s.a.a) ve Ehlibeyt İmamlarından (a.s) aktarılan
ve delâleti açık, sâdır olduğu kesin olan çok sayıdaki hadisler de,
bunun böyle olacağını bildirmektedir.

ed-Dürr'ül-Mensûr adlı tefsirde belirtildiğine göre, Nahhas "en-
Nasih" adlı eserinde İbn-i Abbas'tan, "De ki: Ben size vekil değilim."
ifadesiyle ilgili olarak şöyle rivayet eder: "Bu ayet, 'Müşrikleri bulduğunuz
yerde öldürün." şeklinde kılıç kullanmayı öngören ayetin inişiyle
neshedilmiştir." [c.3, s.20]

Ben derim ki: Daha önceki açıklamalarda, "De ki: Ben size vekil
değilim." ifadesinin kendisinden sonra yer alan, "Her haberin gerçekleşeceği
bir zaman vardır. Yakında bilirsiniz." ifadesinin içerdiği tehdide
ilişkin bir hazırlık mahiyetindedir. Bu açıdan ayetin anlamı neshi
kabul etmez.

Tefsir'ul-Kummî'de, "Ayetlerimiz hakkında münasebetsizliğe
dalanları gördüğün zaman..." ayetiyle ilgili olarak müellif kendi
rivayet zinciriyle Abdula'la b. A'yün'den şöyle rivayet eder: Resulullah
(s.a.a) buyurdu ki: "Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kimse, bir
imama sövülen veya bir Müslümanın gıybeti yapılan bir mecliste
oturmasın. Çünkü yüce Allah kitabında şöyle buyurmuştur:
Ayetlerimiz hakkında münasebetsizliğe dalanları gördüğün zaman,
ondan başka bir söze dalıncaya kadar onlardan yüz çevir. Şayet
şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra, o zalimler topluluğuyla
beraber oturma." [c.1, s.207]

ed-Dürr'ül-Mensûr'da belirtildiğine göre, Abd b. Humeyd, İbn-i
Cerir ve Ebu Nuaym -el-Hilye adlı eserde- Ebu Cafer'den şöyle rivayet
ederler: "Birbirleriyle husumet edenlerin yanında oturmayın. Çünkü

En'âm Sûresi / 74-83 .......................................................................... 363

onlar, Allah'ın ayetleri hakkında münasebetsizliğe dalanlardır." [c.3,
s.20]

Yine aynı eserde belirtildiğine göre, Abd b. Humeyd ve İbn-i
Münzir, Muhammed b. Ali'den şöyle rivayet ederler: "Nefislerinin arzularına
uyanlar, Allah'ın ayetleri hakkında münasebetsizliğe dalanlardandır."
[c.3, s.20 ]

Tefsir'ul-Ayyâşî'de, Rib'î b. Abdullah'tan, o da kendisine anlatan
bir kişiden, o da İmam Bâkır'dan (a.s), "Ayetlerimiz hakkında münasebetsizliğe
dalanları gördüğün zaman" ifadesiyle ilgili olarak şöyle
rivayet eder: "Burada kastedilen, Allah hakkında konuşmak,
Kur'ân'la ilgili olarak tartışmaya girmektir." "Ondan başka bir söze
dalıncaya kadar onlardan yüz çevir." ifadesiyle ilgili olarak da şöyle
buyurdu: "Masalcılar da bunlardandır." [c.1, s.362]

Ben derim ki: Rivayetler, görüldüğü gibi, ayeti genelleştirmektedirler.
Bu da, ayetin içeriğinin özünün esas alınmasından kaynaklanmaktadır.
Mecma'ul-Beyan tefsirinde müellif, İmam Bâkır'dan (a.s) şöyle
dediğini rivayet eder: "...hatırladıktan sonra, o zalimler topluluğuyla
beraber oturma" ayeti inince, Müslümanlar dediler ki: 'Nasıl yapalım?
Müşriklerin Kur'ân'ı alaya aldıkları her seferinde ayağa kalkacaksak,
onları terk edeceksek, o zaman Mescid-i Haram'a girmememiz, Kâbe'yi
tavaf etmememiz gerekir.' Bunun üzerine yüce Allah, 'Korunanlara,
onların hesabından bir sorumluluk yoktur.' ayetini indirdi. Onlara,
ellerinden geldiğince müşrikleri uyarmaları emredildi." [c.3, s.94]

Ben derim ki: Bu rivayet, görüldüğü gibi, "(Bu) bir hatırlatmadır"
ifadesindeki "hatırlatma" kelimesini mef'ul-ü mutlak, "belki korunurlar
diye" sözündeki iki zamiri de müşriklere yönelik olarak esas almaktadır.
Bu durumda şöyle bir takdirî açıklama elde etmiş oluruz:
"Fakat onlara hatırlat; belki bu hatırlatma ile sakınırlar." Geride rivayetle
ilgili bir pürüz olarak, surenin bir defada inmiş olması kalıyor.

ed-Dürr'ül-Mensûr'da belirtildiğine göre, İbn-i Cerir, İbn-i Münzir ve
Ebu'ş-Şeyh, İbn-i Curayh'tan şöyle rivayet ederler: "Müşrikler, Peygamberimizin
(s.a.a) yanında oturuyor, onu dinlemek istiyorlardı. Dinleyince
de onunla alay ediyorlardı. Bunun üzerine, 'Ayetlerimiz hak-

364 .................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

kında münasebetsizliğe dalanları gördüğün zaman, ...onlardan yüz
çevir...' ayeti indi. Bunun üzerine, alay ettikleri zaman, Peygamberimiz
(s.a.a) onların yanından kalkıyordu. Bu durum karşısında alay
etmekten sakınıyorlardı. Birbirlerine diyorlardı ki: 'Alay etmeyin, yoksa
kalkıp gider.' İşte, 'belki korunurlar diye' ifadesiyle kastedilen budur.
Yani, 'Belki, alay edip senin kalkmana sebep olmaktan sakınırlar.'
Ardından şu ayet indi: 'Korunanlara, onların hesabından bir sorumluluk
yoktur.' Yani, 'Senin onlarla birlikte oturmandan dolayı. Fakat
yine de onlarla birlikte oturma.' Sonra bu hüküm Medine'de inen,
'O, kitapta size indirmiştir ki: ...işittiğinizde... Yoksa siz de onlar gibi
olursunuz.' ayetiyle neshedilmiştir. Yani, bu ayet, "Korunanlara, onların
hesabından bir sorumluluk yoktur..." ayetini neshetmiştir. [c.3,
s.20]

Ben derim ki: Eğer "Ayetlerimiz hakkında münasebetsizliğe dalanları
gördüğün zaman..." ifadesiyle aynı anlamı içeren Mâide Suresin'deki
"O, kitapta size indirmiştir ki:..." ayeti, "Korunanlara... bir sorumluluk
yoktur." ayetini neshetmişse, bu durumda, "Korunanlara...
bir sorumluluk yoktur." ayeti de, "...dalanları gördüğün zaman..." ayetini
neshetmiş demektir. Bu, oldukça açıktır. Ama surenin bir kere de
indiği gerçeğiyle bu değerlendirmeyi bağdaştırmak mümkün değildir.
Ancak ravinin işaret ettiği anlamın, üç ayet arasında ikincinin birinciyi
neshetmesi, üçüncü tarafından da neshedilmesi gibi bir çelişkiye
yol açmayacağı da açıktır.

Bunun bir benzeri de, yine ed-Dürr'ül-Mensûr'da belirtildiğine göre,
Nahhas'ın "en-Nasih" adlı eserinde İbn-i Abbas'tan, "Korunanlara,
onların hesabından bir sorumluluk yoktur." ayetiyle ilgili olarak naklettiği
şu rivayettir: "Bu ayet, Mekke inişlidir. Medine'de inen, 'O, kitapta
size indirmiştir ki: Allah'ın ayetlerinin inkâr edildiğini... işittiğinizde...'
ayetiyle neshedilmiştir." [c.3, s.21]

Tefsir'ul-Burhan'da, "Sözü haktır... mülk O'nundur..." ayetiyle ilgili
olarak İbn-i Babeveyh'ten, o da kendi rivayet zinciriyle Sa'lebe b.
Meymun'dan, o da bizim mezhebimize mensup bazı âlimlerden, onlar
da İmam Cafer Sadık'tan (a.s), "Gaybı (görülmezi) ve görüleni bilir."
ifadesiyle ilgili olarak şöyle rivayet ederler: "Gaybdan maksat,

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................... 365

henüz olmayan şeylerdir. Görülenden maksat da, bugüne kadar olan
şeylerdir." [c.1, s.530]

Ben derim ki: Bu rivayette gayb ve gözlemlenen âlemin bizim yanımızda
en çok bilinen karşılıklarına işaret edilmiştir. Biraz önceki
açıklamalarda ve daha önce gaybın başka karşılıklarının da
olduğunu belirtmiştik.
366 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7