236 ...................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

AYETLERİN MEÂLİ

37- Dediler ki: "Ona Rabbinden bir mucize indirilmeli değil miydi?"
De ki: "Şüphesiz Allah, bir mucize indirmeye kadirdir; fakat onların
çoğu bilmez."
38- Yeryüzünde hareket eden hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan
hiçbir kuş yoktur ki, (onlar da) sizin gibi birer ümmet olmasınlar. Biz,
kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmamışızdır. Sonra (onlar), Rablerinin
huzurunda bir araya getirilecekler.
39- Ayetlerimizi yalanlayanlar, karanlıklar içinde kalmış sağır ve dilsizlerdir.
Allah kimi dilerse, onu saptırır ve kimi dilerse, onu doğru yola
koyar.
40- De ki: "Düşündünüz mü hiç? Eğer Allah'ın azabı size gelse, ya da
kıyamet saati size gelse, Allah'tan başkasına mı yalvarırsınız? Doğru
sözlüyseniz (söyleyin bakalım)."
41- "Hayır, yalnız O'na yalvarırsınız. O da dilerse, kendisine yalvararak
kaldırılmasını istediğiniz belâyı kaldırır ve siz ortak koştuğunuz şeyleri
unutursunuz."
42- Senden önceki bazı ümmetlere de elçiler gönderdik. Sonra, yalvarsınlar
diye onları darlık ve sıkıntı ile yakalayıp cezalandırdık.
43- Hiç olmazsa, onlara azabımız geldiği zaman yalvarsalardı! Fakat
kalpleri katılaştı ve şeytan, yapmakta olduklarını onlara süslü gösterdi.
44- Kendilerine yapılan uyarıları unutunca, her şeyin kapılarını onlara
açtık. Nihayet kendilerine verilenlerle sevince daldıkları sırada ansızın
onları yakaladık, birden bire donakaldılar.
45- Böylece zulmeden toplumun ardı kesildi ve hamd, âlemlerin
Rabbi Allah'a mahsustur.
46- De ki: "Düşündünüz mü hiç? Eğer Allah, işitme duyunuzu ve gözlerinizi
alsa, kalplerinizi de mühürlese, Allah'tan başka bunları size getirecek
tanrı kimdir?" Bak, delilleri nasıl döndürüyoruz (açıklıyoruz), sonra
yine onlar yüz çeviriyorlar?!
47- De ki: "Düşündünüz mü hiç? Eğer Allah'ın azabı ansızın ya da aEn'âm
Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 237
çıkça size gelse, zalim toplumdan başkası mı helâk edilir?"
48- Biz, elçileri ancak müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Artık
kim inanır ve kendini düzeltirse, onlara ne bir korku var, ne de üzülürler
onlar.
49- Ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, yoldan çıkmalarından dolayı
onlara azap dokunacaktır.
50- De ki: "Ben size, 'Allah'ın hazineleri benim yanımdadır.'
demiyorum. Gaybı da bilmem. Size, 'Ben bir meleğim.' de
demiyorum. Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum." De ki: "Kör
ile gören hiç bir olur mu? Düşünmüyor musunuz?"
51- Rablerinin huzurunda bir araya getirileceklerinden korkanları onunla
(Kur'ân'la) uyar; onların O'ndan başka ne bir velileri, ne de bir
destekçileri yoktur; belki korunurlar.
52- Rablerinin yüzünü (rızasını) isteyerek sabah akşam O'na yalvaranları
kovma. Onların hesabından sana bir sorumluluk yok, senin
hesabından da onlara bir sorumluluk yok ki, onları kovup da zalimlerden
olasın!
53- Böylece biz, onların kimini kimi ile denedik ki, "Allah, aramızdan
şunlara mı lütfu lâyık gördü?!" desinler. Allah, şükr-edenleri daha iyi
bilmez mi?
54- Ayetlerimize inananlar sana geldikleri zaman de ki: "Selâm size!
Rabbiniz, kendi üzerine rahmeti yazmıştır ki, sizden kim, bilmeyerek
(cahillik ederek) bir kötülük işler de sonra ardından tövbe edip düzelirse,
muhakkak ki O, bağışlayandır, merhamet edendir."
55- Böylece ayetleri genişçe açıklıyoruz ki [gerçekler iyice anlaşılsın]
ve bu arada suçluların yolu açık seçik meydana çıksın.

AYETLERİN AÇIKLAMASI

Tevhit inancı ve peygamberlik delili (mucize) konusunda müşriklere
karşı değişik açılardan kanıtlar sunuluyor.

37) Dediler ki: "Ona Rabbinden bir mucize indirilmeli değil miydi?" De
ki: "Şüphesiz Allah, bir mucize indirmeye kadirdir; fakat onların çoğu bil-

238 ........................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

mez."

Burada müşriklerin, Peygamberimizden (s.a.a) bir mucize istediklerine
işaret ediliyor. Onların bu istekleri, Hz. Peygamber'i zor durumda
bırakma amacına yöneliktir. Akıllarınca mucize göstermemesi durumunda
Peygamber'in doğru söylemediğini kanıtlamış olacaklardı.
Oysa onlar, bu istekte bulundukları sırada, en büyük ayet, en büyük
mucize olan Kur'ân orta yerde duruyordu; üzerlerine sure sure, ayet
ayet iniyor, kendilerine her münasebetle okunuyordu. Bu da gösteriyor
ki, "Ona Rabbinden bir mucize indirilmeli değil miydi?" ifadesiyle
dile getirdikleri mucize, Kur'ân'dan ayrı bir şeydir. Demek oluyor ki,
onlar Kur'ân'ı kendilerini ikna edecek, saçma sapan düşüncelerle dolu,
nefsanî heveslerin tutsağı olan gönüllerini razı edecek bir mucize,
bir ayet gibi görmüyorlardı.
Düzmece ilâhlarına karşı taassupları, onları öyle bir fanatikliğe itmişti
ki, sanki onların Rabbi değilmiş gibi yüce Allah'tan kopmuşlardı.
Bu yüzden, "Ona Rabbinden bir mucize indirilmeli değil miydi?"
demişlerdi, "Rabbimizden" veya "Allah'tan" gibi bir ifade kullanmamışlardı.
Amaçları; Hz. Peygamber'in konumunu basitleştirmek, istekleri
karşısında çaresizliğini vurgulamaktı. Yani, eğer o, iddiasında
sami-mîyse, sunduğu mesaj gerçeğin ifadesiyse, o hâlde insanları
kulluk sunmaya davet ettiği Rabbinin kendisine arka çıkması, ona
yardım etmesi, davasının hak içerikli olduğunu kanıtlayan bir mucize
indirmesi gerekir.
Onları böyle bir öneride bulunmaya iten etken, iki konuya ilişkin bilgisizlikleriydi.
Birincisi: Onlara göre, düzmece ilâhlar, evrende etkinlik
alanlarına girdiğini sandıkları işlerde bağımsız hareket ederler. Bunun
yanında onların şefaatçilik makamları da vardır. Örneğin savaş
veya barış tanrısı, kendi işini dilediği gibi yönlendirir ve bir başkası
onun bu işe ilişkin plânlarını bozamaz. Karaların tanrısı, denizlerin
tanrısı, aşk tanrısı, nefret tanrısı ve diğer tanrılar da öyle. Bu durumda
yüce Allah için yapacak iş kalmıyor. Çünkü işleri yardımcıları arasında
bölüştürmüştür. Bunlar şefaatçiler (yardımcı tanrılar), O ise
tanrılar tanrısıdır. Dolayısıyla O'nun, onların bu düzmece tanrılarının
tanrılıklarını olumsuzlayacak bir mucize indirmesi söz konusu olaEn'âm
Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 239
maz.(!)
Onların bu sanılarını teşvik edici, kalplerindeki bu inancı pekiştirici bir
unsur da, Hicaz Yahudilerinden duydukları, Allah'ın eli kolu bağlı olduğuna,
yürürlükteki sistemi değiştirip sebepler âlemine egemen olan
alışılmış düzeni bozmasına imkân olmadığına ilişkin sözlerdi. [Bu,
birinci bilgisizlikleriydi.]
İkincisi: Yüce Allah katından inen mucizeler, eğer insanların bir önerisi
olmaksızın sırf elçilerden birine özgü olarak ortaya konulmuş olursa,
bunlar sadece söz konusu elçinin çağrısının doğruluğunu vurgulamaya
yönelik açık deliller işlevini görürler. Bu mucizeler açısından,
çağrıya muhatap olan insanlar sakıncalı bir duruma (azaba) maruz
kalmazlar. Hz. Musa'ya verilen asa ve beyaz el mucizelerini, Hz. İsa'ya
bahşedilen ölüleri diriltme, doğuştan kör ve alacalı olanı iyileştirme
ve kuş yaratma mucizelerini ve Hz. Muhammed'e (Allah'ın salât ve
selâmı ona, Ehlibeyti'ne ve o peygamberlerin üzerine olsun) verilen
Kur'ân mucizesini buna örnek gösterebiliriz.
Ama eğer bir mucize insanların önerileri sonucu gösterilmiş olursa,
buna ilişkin ilâhî yasa şu şekilde cereyan eder: İnsanlar ona inanırlarsa,
hiç. İnanmazlarsa, üzerlerine azap indirilir ve artık bekletilmezler.
Hz. Nuh'un, Hz. Hud'un, Hz. Salih'in ve diğer bazı peygamberlerin
gösterdikleri mucizeleri buna örnek gösterebiliriz. Kur'ân'da buna işaret
eden birçok ayet vardır: "'Ona bir melek indirilmeli değil miydi?'
dediler. Eğer bir melek indirseydik, artık iş bitirilmiş olur, sonra kendilerine
mühlet verilmezdi." (En'âm, 8) "Bizi, (elçiyi) mucizelerle göndermekten
alıkoyan şey, evvelkilerin onları yalanlamış olmasıdır. Semud
kavmine açık bir mucize olarak dişi deveyi verdik. Ama onlar,
onunla (inanacakları yerde) zalim oldular." (İsrâ, 59)
"Dediler ki: 'Ona Rabbinden bir mucize indirilmeli değil miydi?' De ki:
Şüphesiz Allah, bir mucize indirmeye kadirdir; fakat onların çoğu
bilmez." ifadesiyle, yukarıda değindiğimiz her iki hususa işaret edilmiştir.
Burada, öncelikle yüce Allah'ın dilediği her mucizeyi indirebileceğine
işaret ediliyor. "Allah" ismiyle müsemma olan bir zatın buna kudretinin
olmayacağı tasavvur edilebilir mi? Dikkat edilirse cevapta,
240 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7
"Rab" niteliği yerine "Allah" ismi kullanılmıştır. Bununla hükmün
kanıtına işaret etme amacı güdülmüştür. Çünkü mutlak ulûhiyet,
bütün kemal niteliklerini bünyesinde toplar, herhangi bir sınırla sınırlı,
herhangi bir kayıtla kayıtlı olmaz. Müşrikleri, Peygamber'i âciz bırakmak
için mucize istemeye iten etken de, ulûhiyet makamına ilişkin
cehaletleriydi.
Ayrıca, istedikleri mucizenin indirilmesinin kendi çıkarlarına da uygun
olmadığını bilmiyorlardı. Böyle bir mucize istemeye cür'et etmekle,
kendilerini topluca helâke sürüklediklerinin, köklerinin kurutulması
durumuyla karşı karşıya kalacaklarının farkında değillerdi. İfadelerde
bu anlamın bir şekilde gözetildiğinin kanıtı, bu kanıtlamaların ardından
gelen şu değerlendirme cümlesidir: "De ki: 'Eğer acele istediğiniz
şey benim yanımda olsaydı, elbette benimle sizin aranızda, iş şimdi
bitirilmişti. Çünkü Allah zalimleri daha iyi bilir." (En'âm, 58)
Ayette "tef'il" kalıbından "nuzzile" ve "yunezzile" fiillerinin kullanılmış
olması gösteriyor ki, onlar, aşamalı olarak gösterilen bir mucizenin
indirilmesini veya peş peşe birkaç mucizenin indirilmesini istemişlerdir.
Nitekim Kur'ân'ın başka bir yerinde bu isteklerinden söz edilirken
buna işaret edilmiştir: "Dediler ki: Yerden bize bir göze fışkırtmadıkça
ya da senin... bir bahçen olmadıkça, ... ya da göğe çıkmadıkça, sana
inanmayız. Üzerimize, okuyacağımız bir kitap indirmedikçe, göğe
çıkmana da inanmayız." (İsrâ, 90-93) "Bizimle karşılaşmayı ummayanlar,
'Bize melekler indirilmeli, yahut Rabbimizi görmeli değil miydik?'
dediler." (Furkan, 21) "İnkâr edenler, 'Kur'ân, ona bir defada indirilmeli
değil miydi?' dediler." (Furkan, 32)
İbn-i Kesir'in söz konusu fiilleri "nezele" ve "yunzile" şeklinde şeddesiz
okuduğu da rivayet edilir.

38) Yeryüzünde hareket eden hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir
kuş yoktur ki, (onlar da) sizin gibi birer ümmet olmasınlar.


Ayetin orijinalinde geçen "ed-dâbbeh" yeryüzünde hareket eden, debelenen
bütün canlılar için kullanılan bir isimdir. Ancak daha çok atlar
için kullanılır. "ed-Debb" ve "ed-debîb", yavaş yürüyüş anlamına
gelir.

En'âm Sûresi / 74-83 ......................................................................... 241

Ayetin orijinalinde geçen "et-tâir" havada kanatlarıyla uçan canlılara
denir. Çoğulu "et-tayr"dır. "er-Râkib" ve "er-rekb" gibi. Ümmet ise,
aynı amaç etrafında birleşen, o amaç doğrultusunda ilerleyen insan
topluluğu demektir. Aynı din, aynı hukuk sistemi, aynı zaman ve aynı
mekân etrafında birleşmek gibi. Bu kelimenin anlamının aslı, "yönelmek"
tir. Biri bir şeye yöneldi mi, Araplar "emme/yeummu" ifadesini
kullanırlar. "el-Haşr" ise, insanları savaş veya göç gibi sosyolojik
bir olay için bir araya toplamak, seferber etmek anlamına gelir.
Ayette, kuşun "iki kanadıyla uçan" niteliğiyle nitelendirilmesi, hayvanların
"yeryüzünde hareket eden" niteliğiyle nitelendirilmesine bir
karşılık mahiyetindedir. Bu ifade, aslında "Karada ve havada yaşayan
hiçbir hayvan yoktur ki..." demekle aynı anlamı ifade etmektedir. Ayrıca
bu niteleme ile, kavramlar açısından yaşanabilen anlam kaymalarını
da önleme amaçlanmıştır. Nitekim "ed-debîb", yavaş hareket
etme anlamına geldiği gibi, "uçma" da hızlı hareket etme şeklinde
algılanabilir. İşte böyle bir karışıklığa meydan vermemek için bu ayrıntıya
başvurulmuş, "iki kanadıyla uçan" nitelemesine gerek duyulmuştur.

HAYVANLAR ÂLEMİ

Tefsirini sunduğumuz ayette hitap, insanlara yöneliktir. Ayrıca ayette,
karada veya havada yaşayan hayvanların da insanlar gibi birer ümmet
olduklarından söz ediliyor. Bununla onların, sayıları kalabalık
topluluklar oldukları kastedilmiyor. Çünkü "ümmet" kavramı, salt sayısal
çokluk anlamında kullanılmaz. Tam tersine, bu sayısal çokluğu
oluşturan bireyler, zorunlu olarak veya kendi istekleriyle bir hedef etrafında
birleşip o hedefe yöneldiklerinde böyle bir niteliği hak ederler.
Yine bununla, onların sırf çeşitli canlı türleri oldukları ve her türün bireylerinin
kendi türlerine özgü yaşama, beslenme, çiftleşme, üreme,
barınma tarzları olduğu da kastedilmiyor. Çünkü bu hususlardaki ortaklık
bağlamında insanlara benzediklerine hükmedilebilse de, ayetin
sonunda yer alan, "Sonra (onlar), Rablerinin huzurunda bir araya
getirilecekler." ifadesi gösteriyor ki, bu noktada ön plâna çıkarılan
benzerlikten maksat, beslenme, çiftleşme ve barınma gibi hu-

242 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

suslardaki benzerlik değildir. Bilâkis, diğer bir ortak nokta vardır ki,
onları da tıpkı insanlar gibi, Allah'ın huzurunda toplanma durumunda
bırakıyor. İnsanların Allah'ın huzurunda toplanmasını gerektiren şey
ise, bir tür bilinçsel yaşamdan başka bir şey değildir. İnsanın mutluluk
veya mutsuzluğunu belirleyen şey de, bu bilinçsel yaşamdır. Yoksa,
insan topluluğunun herhangi bir bireyi, dünyadaki en lezzetli yemeği
yiyebilir, en başarılı evliliği, en tatmin edici birleşmeyi gerçekleştirebilir,
en görkemli evde barınabilir, ama bununla beraber, işlediği
zulüm ve günahtan dolayı mutlu olmayabilir. Bunun tam tersi de
mümkündür. Bakarsın bir insan, kendisini saran tüm sıkıntılara, musibetlere
ve meşakkatlere rağmen, sahip olduğu insanî erdemler ve
kulluk nuru sayesinde son derece mutlu, huzurlu ve hayatından
memnundur.

Daha doğrusu insanın bilinçsel yaşamı, -buna dilersen, insanın fıtratı
da diyebilirsin- peygamberlik davetinin desteğiyle insan için inanç ve
amellerden oluşan bir yasal düzen öngörür. İnsan eğer bu düzene uyar,
onun belirlediği yönde hareket eder ve içinde yaşadığı toplum da
bu bağlamda kendisiyle uyumlu olursa, dünya ve ahiret hayatında
mutlu olur. Şayet içinde yaşadığı toplumun uyumu olmaksızın tek
başına hareket ederse, bu sayede yalnızca ahirette veya hem dünyada
ve hem de ahirette mutlu olur. Ama eğer bu düzene uymayıp da
öngördüğü yasaların bir kısmını veya tümünü terk ederse, hem dünyada
ve hem de ahirette mutsuz olur.

İnsan için hükme bağlanan bu yasaları iki cümlede ifade etmek
mümkündür: Hayra ve itaate yöneltmek, kötülükten ve günahtan alıkoymak.
İstersen şöyle de diye bilirsin: Adalete ve doğruluğa çağrı,
zulmü ve haktan sapmayı yasaklama. Çünkü insan bozulmamış fıtratı
uyarınca, bazı şeyleri güzel görür; bunlar kendisi ya da başkaları açısından
adalet niteliğine sahiptirler. Yine fıtratı uyarınca, bazı şeyleri
de çirkin görür; bunlar da kendisi veya başkaları açısından zulüm niteliklidirler.
İlâhî dinse, bunları pekiştirir ve ayrıntılarını ortaya koyar.
Bundan önceki birçok açıklamadan hareketle böyle bir sonuca varıyoruz.
Kur'ân'da yer alan birçok ayetten de bu sonucu algılayabiliyoruz:
"Nefse ve onu biçimlendirip de ona kötülüğünü ve iyiliğini il

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................... 243

ham edene andolsun ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa
ermiş, onu kötülülüklere gömen de ziyan etmiştir." (Şems, 7-10) "İnsanlar
tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberleri
gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa
düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak
kitaplar indirdi. Ancak kendilerine kitap verilenler, apaçık deliller
kendilerine geldikten sonra, aralarındaki kıskançlıktan ötürü onda
anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah, iman edenleri hakkında
ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izniyle eriştirdi. Allah, dilediğini
doğru yola iletir." (Bakara, 213)

Hayatın birçok alanında insanlara eşlik eden hayvanların davranışları
üzerinde durup düşündüğümüz zaman, hayvan türlerinden birinin hayat
tarzı ve yaşayış şekli üzerinde derin etütler yaptığımız zaman,
bunların da tıpkı insanlar gibi bireysel ve toplumsal inançlara ve görüşlere
sahip olduklarını görürüz. Varlığını sürdürme amacına yönelik
hareketleri ve duruşları, işte bu inanç ve görüşler esasına dayalı olarak
biçimlenir. Tıpkı insanın dünya hayatındaki davranışlarını bir dizi
inanç ve görüşe dayandırması gibi.

Örneğin herhangi birimiz beslenmeyi, cinsel birleşmeyi ya da çocuk
sahibi olmayı arzu eder. Yahut kendisine zulmedilmesinden ve fakirlikten
hoşlanmaz. Bu bağlamda zihninde bir düşünce belirir ki, yiyecek
araması veya bir şeyler yemesi ya da bir yerde depolaması gerekmektedir.
Yahut evlenmesi ve çocuk sahibi olması lâzım
gelmektedir. Yine bu bağlamda düşünür ki, zulme katlanmaması,
fakirliğe sabretmemesi gerekir. Böylece zihninde beliren bu
düşüncelerin önünde açtığı yollarda hareket ederek bu sorunlarına
çözümler bulmanın peşine düşer.

Aynı şekilde gözlemlediğimiz kadarıyla, herhangi bir hayvan da hayatının
gereksinimlerini karşılama bağlamında tutarlı bir hareketlilik hâlinde
olur. Bununla beslenme, çiftleşme ya da barınma gibi ihtiyaçlarını
karşılamayı hedefler. Bu da, söz konusu hayvanın ihtiyaçlarının ve bu
ihtiyaçları giderecek şeylerin bilincinde olduğundan kuşku edilmemesi
gerektiğini gösteren bir olgudur. Yine buradan hareketle anlıyoruz ki,
bu hayvanın kendine özgü görüş ve inançları da vardır. Bunların etkisiy-

244 ....................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

le, tıpkı insanlarda olduğu gibi, yararlı şeyleri elde etmeye, zararlı şeyleri
de kendinden uzaklaştırmaya yönelir. Bazen hayvanların bir avı yakalamak
veya düşmandan kurtulmak için akıl almaz hile ve tuzaklara
başvurduklarını görüyoruz ki, birer bireysel ve toplumsal yöntem olarak
biz insanlar, ancak asırlar sonra bunları ortaya çıkarabiliyoruz.
Birçok hayvan türlerini araştıran bilim adamları, karıncalar, bal arıları
ve ağaç kurtları üzerinde yaptıkları araştırmalar sonucu, uygarlık ve
sosyal yaşam bağlamında insanı dehşete düşüren bulgular elde etmişler.
Sanat ve yönetim incelikleri açısından öyle manzaralarla karşılaşmışlar
ki, ancak uygarlıkta ileri gitmiş insan topluluklarında bunların
benzerlerine rastlayabiliriz.

Kur'ân-ı Kerim de, hayvanların tanınmasını, yaratılışları ve hareketleri
üzerinde düşünülmesini teşvik edici ifadeler içerir: "Sizin yaratılışınızda
ve (Allah'ın yeryüzünde) yaymakta olduğu canlılarda, kesin olarak
inananlar için deliller vardır." (Câsiye, 4) Kur'ân-ı Kerim, sığır, kuş,
bal arısı ve karınca gibi hayvanların durumlarından ibret dersleri çıkarılmasını
emreder.

İşte bizim kanaatimize göre, çeşitli türlere ayrılan hayvanların, hayatlarıyla
ilgili hususlarda ve amaçlarda, davranışlarını dayandırdıkları
bu görüş ve akideler, sürükleyici ve engelleyici hükümler içermese
de, en azından bazı şeylerin iyi, bazılarınınsa çirkin görülmesini,
dolayısıyla zulüm ve adalet kavramlarını içermektedir.
Herhangi bir hayvan türünün bireylerinin aralarında davranış ve huy
bakımından birtakım farklılıklar görülmesi de bunu destekleyen bir
bulgudur. Sözgelimi iki atın, iki koçun veya iki horozun huyları birbirinden
çok farklı olabilmektedir. Biri son derece sert ve huysuz olurken,
diğeri oldukça yumuşak ve uysal olabiliyor.
Bunu, kimi hayvan türlerinde bazı bireylerin şahsında gözlemlediğimiz
sevgi, nefret, şefkat, merhamet, katılık veya saldırganlık gibi huylar
da desteklemektedir. Ki bunun benzerlerini insanlarda görüyoruz.
Yine insanlar bazında bu gibi unsurların, fiillerin güzel veya çirkin olarak
nitelendirilmesinde belirleyici olduklarını biliyoruz. Amellerin zulüm
veya adalet nitelikli olmaları da bu gibi unsurlar bağlamında belirginlik
kazanan bir olgudur. Sonra bunların insanın uhrevî haya

En'âm Sûresi / 74-83 ..................................................................... 245

tı üzerinde de etkili olduğu bir gerçektir. Allah'ın huzurunda toplanmalarında,
amellerine göre hesaba çekilmelerinde, uhrevî nimet veya
azaba maruz kalmalarında da bunun etkisini biliyoruz.
Bu noktada, tıpkı insanlar gibi hayvanların da haşredilecekleri hususu
belirginlik kazanıyor. Çünkü yüce Allah, adalet, zulüm, takva ve
günah gibi niteliklerin insanların amellerine uyarlanmasını, haşrin
gerekçesi olarak sayıyor. Bu nitelikleri haşrin varlığının kanıtları olarak
ön plâna çıkarıyor. Şu ayetlerde olduğu gibi: "Yoksa biz, inanıp iyi
işler yapanları, yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız?
Yoksa korunanları yoldan çıkanlar gibi mi tutacağız?" (Sâd, 28) Hatta
yüce Allah, göklerde, yerde ve ikisi arasında yaratılan varlıkların haşrinin
geçersiz olmasının, bütün bunların yaratılışlarının geçersizliğine,
boş bir eğlenceye dönüşmesine neden olacağını belirtir. Nitekim, biraz
önce örnek gösterdiğimiz ayetin hemen öncesinde şöyle buyurmuştur:
"Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık. Bu,
inkâr edenlerin zannıdır. Ateşten vay hâllerine o inkâr edenlerin!"
(Sâd, 27)

Bu nedenle, şimdi soruyoruz: Acaba insanlar gibi hayvanlar da Allah-
'ın huzurunda toplanacaklar mı? Eğer hayvanlar da Allah'ın huzurunda
toplanacaklarsa, acaba bu toplanışları insanlarınki gibi mi olacaktır;
onların da amelleri tartılacak mı, dünyadaki yükümlülüklerini yerine
getirişleriyle bağlantılı olarak cennetle ödüllendirilecekler mi? Ya
da cehennemle cezalandırılacaklar mı? Onlarla ilgili olarak dünyevî
yükümlülük, elçilerin gönderilişi ve hükümlerin indirilişi şeklinde mi
gerçekleşmiştir? Eğer öyle olmuşsa, acaba onlara gönderilen elçi,
kendi hemcinslerinden mi olmuş, yoksa bir insan mı olmuş?
Açıklamanın akışının bu noktasında insanın aklına gelebilecek sorulardır
bunlar?

Birinci soruya, yani, "Acaba insanların dışındaki canlıların da haşredilmeleri
söz konusu mudur?" sorusuna gelince; bununla ilgili olarak
tefsirini sunduğumuz ayetin sonunda yer alan "Sonra (onlar),
Rablerinin huzurunda bir araya getirilecekler." şeklindeki ifade, yukarıdaki
soruya yeterli bir cevap niteliğindedir. Buna yakın bir ifade de
şu ayette yer almaktadır: "Vahşi hayvanlar bir araya getirildiği za-

246 ..................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7
man." (Tekvîr, 5)

Hatta göklerin, yerin, güneşin, ayın, yıldızların, cinlerin, taşların, putların
ve müşriklerin Allah'ı bir yana bırakarak ibadet ettikleri diğer
düzmece ilâhların da geri döndürüleceklerine ilişkin birçok ayet vardır.
Aynı şekilde altın ve gümüşün de ahiret günü yeniden var edileceklerini
ve cehennem ateşinde kızdırılarak zekâtı vermeyenlerin alınlarının
ve yanlarının onunla dağlanacağını ifade eden ayet de vardır.

Bu gibi ayetleri teker teker sunmanın gereğini duymuyoruz. Ayrıca,
bunlara ilişkin rivayetler de sayılmayacak kadar çoktur.
İkinci soruya, yani, hayvanların da tıpkı insanlar gibi haşredilip, amellerinden
dolayı hesaba çekilecekleri, bundan dolayı ödüllendirilecekleri
veya azaba çarptırılacakları hususuyla ilgili soruya gelince; bu soruya
verilecek cevap şudur: Bu, bireylerin toplanıp zorlamayla bir yere
doğru sürüklenmeleri anlamına gelen haşrin vazgeçilmez bir sonucudur.
Gök, yer, güneş, ay ve taş gibi şeyler hakkında ise haşretme
ifadesi kullanılmamıştır. Aşağıdaki ayetler bu hususa örnek oluşturmaktadır:
"O gün yer başka yere dönüştürülür, gökler de (başka göklere) ve (insanlar)
tek ve kahredici Allah'ın huzuruna çıkarlar."
(İbrâhîm, 48) "Kıyamet
günü yer tamamen O'nun avucu içindedir, gökler de sağ elinde
dürülmüştür."
(Zümer, 67) "Güneş ve ay bir araya getirildiği zaman."
(Kıyâmet, 9) "Siz ve Allah'tan başka taptıklarınız, cehennem odunusunuz.
Siz oraya gireceksiniz. Eğer onlar tanrı olsalardı, oraya
girmezlerdi." (Enbiyâ, 98-99)

Kaldı ki, yüce Allah'ın sözündeki, insanların haşriyle ilgili ifadelerinin
özü, bunun onlar arasında baş gösteren ihtilâfların hak esasına dayalı
olarak çözüme kavuşturulması amacıyla gerçekleşeceği yönündedir.
Bu hususla ilgili olarak yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Rabbin,
ayrılığa düştükleri konularda kıyamet günü onların aralarında hükmedecektir."

(Secde, 25) "Sonra dönüşünüz bana olacak. O zaman, ayrılığa
düştüğünüz şeyler hakkında aranızda ben hükmedeceğim."
(Âl-i
İmrân, 55) Bunun gibi daha birçok ayet örnek gösterilebilir.
Tümünün dönüşü ise, iyilik yapanın ödüllendirilmesi ve zulmedenin
de zulmünden dolayı cezalandırılmasına yöneliktir. Nitekim yüce

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................ 247

Allah şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki biz, suçlulardan öç alıcıyız."
(Secde, 22) "Sakın, Allah'ı elçilerine verdiği sözden cayar sanma! Allah,
mutlak üstündür, öç alandır. O gün yer başka yere dönüştürülür, gökler
de (başka göklere) ve (insanlar) tek ve kahredici Allah'ın huzuruna
çıkarlar." (İbrâhîm, 47-48) Bu iki nitelik, yani iyilik ve zulüm nitelikleri,
genel anlamda hayvanların davranışları açısından da söz konusudur.
Bu sonucu, şu ayetten çıkan anlam da destekler mahiyettedir: "Eğer
Allah, insanları yaptıkları işler yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı,
yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat, onları belirtilmiş bir
süreye kadar erteliyor."
(Fâtır, 45) Bu ayetten şu anlaşılıyor: "Eğer insanların
işledikleri zulümler, hemen ilâhî azabı gerektirecek olsaydı,
bu, zulüm olmasından dolayı olurdu. Zulüm ise, insan olsun, hayvan
olsun bütün canlılar için söz konusu olan bir niteliktir. Bu durumda,
yüce Allah'ın yeryüzünde hiçbir canlı bırakmaması gerekirdi." Gerçi,
bu ayette sözü edilen canlıdan maksadın, özel olarak insan olduğunu
da söyleyen olmuştur.

Diğer canlıların da kıyamet günü haşredilip yaptıkları kötülüklerin cezasını
çekecek olmaları, onların bilinç ve irade bakımından insanlarla
eşit olmalarını, nefsî ve ruhsal açıdan insan derecesine çıkmalarını
gerektirmez; aklî zorunluluk bunu reddeder, gerek hayvanların ve gerekse
insanların sergiledikleri davranışların etkileri böyle bir ihtimali
ortadan kaldırır.

Hatta, insanların ve diğer canlıların kıyamet günü, dünyadayken işledikleri
amellerden sorumlu tutulup cezalandırılma, hesaba çekilip
ödüllendirilme bakımından ortak bir zeminde bulunmaları, onların
her açıdan denk ve eşit olmalarını gerektirici bir durum olmadığı gibi,
bizzat insan bireylerinin kendi aralarında ortak bir düzlemde olmaları
da, amellerinin inceliklerine dikkat edilmesi ve detayları üzerinde durulması
açısından aynı şekilde hesaba çekilmelerini, dolayısıyla akıllı
insanla aptal insanın, doğru yolu bulan insanla doğru yolu bulma imkânından
yoksun insanın aynı sanık sandalyesine oturtulmasını
gerektirmez.

Kaldı ki, yüce Allah, bazı hayvan bireylerinden öyle şeyler anlatıyor ki,
ince anlamları, soyut kavramları anlama açısından, anlama ve kav-

248 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

ram bağlamında orta düzeyli bir insandan hiç de geri kalır bir yönleri
olmadığı anlaşılıyor. Örneğin, yüce Allah'ın Hz. Süleyman (a.s) kıssası
çerçevesinde bir karıncadan aktardığı sözler gibi: "Karınca vadisine
geldikleri zaman bir karınca, 'Ey karıncalar, yuvalarınıza girin ki, Süleyman
ve orduları, farkında olmayarak sizi ezmesinler.' dedi."
(Neml,
18)

Yine aynı surede, bir hüthüt kuşunun bir süre ortadan kayboluşunun
ardından Hz. Süleyman'a söylediği sözleri gibi: "Hüthüt dedi ki: Senin
(bilgice) kuşatmadığın bir şeyi kuşattım ve Seba'dan sana gerçek bir
haber getirdim. Ben, onlara hükümdarlık eden bir kadın gördüm.
Kendisine her şey verilmiş ve büyük bir tahtı var. Onun ve kavminin,
Allah'ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan, onlara işlerini
süslemiş de onları doğru yoldan çevirmiş, bu yüzden yola gelemiyorlar..."

(Neml, 22-24)

Bilgili bir araştırmacı, bu ayetlerde sözü edilen hayvandan görülen
anlayış ve bilinç belirtileri üzerinde durup düşündüğü, ardından bunların
objektif değerlerini ölçtüğü zaman, bu derecede bir anlayış ve
bilincin, birtakım bilgiler bütününe ve çeşitli kavrayışlara dayandığından,
bunların da bazı yalın ve bileşik anlamlardan kaynaklandığından
kuşku duymaz.

Zoologların hayvanlar üzerinde yaptıkları derin araştırmalar, çeşitli
hayvan türlerine yönelik eğitsel faaliyetler sonucu elde ettikleri ilginç
bulgular, şaşırtıcı durumlar, bizim bu çıkarsamamızı destekler
mahiyettedir. Bu bulgulara baktığımızda bunların ancak latif bir iradeye,
derin bir düşünceye ve keskin bir bilince sahip bir canlıdan
kaynaklanabileceğini düşünürüz.

Üçüncü ve dördüncü soruya, yani, "Hayvanlar, dünyevî yükümlülüklerini
kendilerine gönderilen bir elçiden ve indirilen vahiy yoluyla mı alırlar?
Ve bu elçi, gönderildiği hayvan türünün bir bireyi midir?" sorularına
gelince; şu kadar söyleyebiliriz ki, hayvanlar âlemi şu ana kadar
bizim için bir meçhuldür, kalın bir perdenin gerisindedir. Dolayısıyla,
bu tür konulara kafa yormak, yararsız bir uğraşıdan ve bu konulara
ilişkin bir şey söylemek, bilgisizce konuşmaktan başka bir şey
olmaz. Kur'ân-ı Kerim de, zahirinden anladığımız kadarıyla, bu husus

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................ 249

ta herhangi bir açıklama sunmamaktadır. Ayrıca, ne Peygamberimizden
(s.a.a), ne de Ehlibeyt İmamlarından (a.s) bu hususla ilgili bir
değerlendirmeye esas alınacak bir rivayet de nakledilmemiştir.
Şu kadarı var ki, hayvan topluluklarının da, tıpkı insan toplulukları gibi,
özünde ilâhî dini barındırdığını ve bunun insanlarda olduğu gibi fıtrattan
kaynaklandığını anlıyoruz. Fıtrat menşeli dinin, insanı Allah'ın
huzurunda toplanmaya ve amellerinin cezasını almaya hazırladığı gibi,
hayvanları da hazırladığını biliyoruz. Bununla beraber, insanlarla
karşılaştırdığımızda, hayvanların davranışlarından gözlemlediğimiz
kadarıyla, hayvanlara, insanlarınkine benzer ayrıntılı bilgilerin verilmediğini
ve insanlar gibi ayrıntılı şekilde ilâhî yükümlülüklerle sorumlu
kılınmadığını söyleyebiliriz. Her şeyin insanların emrine verildiğini
ve insanların bütün canlılardan üstün olduğunu dile getiren Kur'ân
ayetleri de bu hususu desteklemektedir.
* * *

Şimdi ayetin metnini yeniden ele alalım: "Yeryüzünde hareket
eden hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, (onlar
da) sizin gibi birer ümmet olmasınlar." ifadesi gösteriyor ki, tüm hayvan
türleri arasında rastladığımız hayvan toplulukları, kendi türlerine
özgü bilinçli amaçlar etrafında oluşmuşlardır. Her hayvan türü, tıpkı
insanda olduğu gibi, bilinç ve iradesi oranında bu amaçlara yönelik
eylemler içine girer.

Bu da beslenme, gelişme ve üreme gibi sadece bu dünya hayatıyla
sınırlı doğal amaçlara özgü bir durum değildir. Aksine bunun etkinliği,
ölümden sonrasını da kapsar ve onu diğer bir hayatla irtibatlandırır.
Bilinç ve irade pınarlarından beslenen mutluluk ve mutsuzluk olgularıyla
bağlantılı hâle getirir.

Bazılarının buna şöyle itiraz edeceklerini duyar gibi oluyoruz: Bilim
adamları, insan dışındaki canlı türlerinin serbest irade ve seçme yeteneğinden
yoksun olduklarını kesin olarak ortaya koymuşlardır. Bu
yüzden hayvanların fiilleri de, tıpkı bitkilerin fiilleri gibi, istem dışı doğal
fiiller olarak değerlendirilir. Bu nedenledir ki, yararına olan bir
şeyle karşılaştığında üzerine atlamaktan kendini alamaz. Kedinin fa-

250 ...................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

reyi veya aslanın avını gördüğünde yaptığı gibi. Yine bir hayvan kendisinden
üstün olan düşmanıyla karşılaştığında derhal kaçmaktan
kendini alamaz. Farenin kediyle veya ceylanın aslanla karşılaştığında
olduğu gibi. Dolayısıyla, insanların dışındaki canlılar açısından serbest
irade ve isteme dayalı mutluluk ve mutsuzluktan söz etmenin
bir anlamı yoktur.

Ancak insanın isteme bağlı eylemlerini yerine getirirken birer aracı
olarak kullandığı istem ve psikolojik haletler üzerinde iyice düşündüğümüz
zaman, bu kuşkunun yersiz olduğunu anlarız. Şöyle ki: İnsanın
isteme bağlı eylemlerinin yerine getirilmesine esas oluşturan bilinç
ve irade olgularının insanın ruhsal yapısına yerleştirilmiş olmasının
gerekçesi, bilinçli bir canlı türü olarak insanın objeler dünyasında
madde üzerinde tasarrufta bulunması ve kendisine yararlı olan şeyleri
zararlı olan şeylerden ayırmak suretiyle varlığını koruma amacına
dönük olarak onlardan yararlanmasıdır. İlâhî iradenin insanı bilinç ve
irade olgularıyla donatması bu yüzdendir. İnsan, bu diri bilinciyle
kendisine zararlı olan şeyi yararlı olan şeyden ayırır. Bir yarar söz konusu
olduğunda, onu irade eder ve ona dönük fiilini gerçekleştirir.
Şayet karşısına çıkan olgunun yararlılık özelliği açıksa ve bunun yararlı
olduğuna hükmetmek için vicdanından ve ona ilişkin temel bilgiden
başka ek unsurlara gerek yoksa, karşısına çıkar çıkmaz onu ister
ve hemen gerekli olan eylemi gerçekleştirir, bir an bile
duraksamadan onun üzerinde tasarrufta bulunur. Bunu soluk alıp
verme gibi insanın temel ve köklü fonksiyonlarının şahsında
gözlemleyebiliriz. Fakat, insanın karşısına çıkan olgunun yararlılık
özelliği açık değilse, buna ilişkin sağlıklı bir bilginin oluşması için
nedenlerde eksiklik söz konusuysa ya da objeler dünyasından veya
inanç sisteminden kaynaklanan engeller varsa, yararlılık özelliği
kesinlik kazanmadığı için, salt bilgi, onun insanın iradesi ve eylemi
bazında gerçekleşmesi için yeterli olmaz.

İşte bu gibi olgular söz konusu olduğunda düşünme olgusu devreye
girer. Eksikliklerinin, engellerinin ve gizli kalmasını sağlayan etkenlerin
belirlenmesine çalışılır. Böylece onun gerçekten yararlı mı, yoksa
zararlı mı olduğu tespit edilir. Şayet bu araştırma sonucu, onun yarar

En'âm Sûresi / 74-83 ................................................................. 251

lı olduğu ortaya çıkarsa, hemen akabinde ona yönelik bir irade belirginleşir
ve bu da ona dönük bir eylemi gündeme getirir. Tıpkı yararlılık
özelliği açık olup düşünmeyi gerektirmeyen olgularda olduğu gibi.
Örneğin, acıkmış bir insanı gözlerimizin önüne getirelim. Bu insan açlığını
giderecek bir gıda maddesi gördüğünde bununla ilgili olarak
kuşkuya düşebilir. Acaba temiz midir, yenebilir mi, yoksa bozuk bir
yiyecek mi, zehirli mi, zararlı maddeler içeriyor mu? Ya da bu yiyecek
kendi malı mıdır, başkasına mı aittir, üzerinde tasarruf etme hakkına
sahip midir, değil midir? İşte bu tür kuşkuların belirdiği bir anda
karşısına çıkan yiyecek maddesi üzerinde tasarruf etmekten imtina
eder, geri çekilir. İki taraftan biri kesinlik kazanıncaya kadar
gözlemini sürdürür. Şayet vardığı yargı, o gıda maddesini yiyebileceği
yönünde ise, bu onun yararlı olduğunun da göstergesi olur.
Bundan sonra istemde bulunup eyleme geçmesi için bekleme gereğini
duymaz.

Eğer bu madde hakkında ta baştan itibaren bir kuşkusu bulunmazsa,
onun temiz ve yenebilir bir gıda olduğunu bilirse, varlığından haberdar
olur olmaz gözlem ve düşünme gereğini duymadan hemen
onu ister. Bu şekilde oluşan bir bilgi, söz konusu olguya yönelik istem
ve tasarrufta bulunma eyleminden ayrılmaz.
İstemle ilgili olarak özetle şunu söyleyebiliriz: İnsan, üzerinde tasarrufta
bulunacağı bazı şeyleri ayırt edememişse, yararlı mı, zararlı mı
olduğunu ilk bakışta tespit edememişse, buna açıklık getirmek için
gözlem ve düşünme olgularına başvurarak iki taraftan veya taraflardan
birini tercih eder. Ama ilk bakışta ayırt edebilmişse, hemen onu
ister ve gerekli eylemi gerçekleştirir; bekleme gereğini duymaz, hiçbir
şekilde gözlem ve denetim yapmaz. Dolayısıyla insan, ister irdeleme
sonucu olsun, ister olmasın yararlı olduğunu bildiği bir şeyi ister. İrdeleme
ve gözlemi ise, sağlıklı bir yargıda bulunmasının önündeki engelleri
kaldırmak için gerçekleştirir.

Öte yandan, serbest istemlerine dayalı olarak fiillerini gerçekleştiren
insan bireylerinin durumunu irdelediğimizde, istemlerinin esasını oluşturan
ilkeler bazında büyük farklılıklar arz ettiklerini görürüz. Cesaret,
korkaklık, iffetlilik, açgözlülük, ataklık, tembellik, ağırbaşlılık

252 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

ve hafif meşreplik gibi ruhsal nitelikleri ve içsel durumları kastediyoruz.
Aynı şekilde akletme gücü ve zayıflığı, isabetli ya da isabetsiz görüş
sahibi olma gibi hususlarda da farklılık gösterirler.
Örneğin açgözlü insanın kendini zorunlu, istemi devre dışı bırakılmış
gibi gördüğü iştah çekici şeylerin karşısında, iffetli ve temiz bir insan
en ufak bir tepki göstermez. Korkak bir insan, herhangi bir görev bağlamında
ya da savaş ortamında gördüğü en ufak bir eziyet karşısında
iradesini kaybeder ve bu eziyeti isteminin devre dışı kalması için bir
mazeret olarak görür. Ama kızıl ölümü bile hiçe sayan cesur bir insan,
her türlü acıya göğüs germeyi bir erdemlilik olarak görür, amacını
gerçekleştirmek uğruna her türlü acıyı göze alır. Ahmak ve kıt akıllı
bir kimse, en basit bir tasavvur ile herhangi bir şeyi tercih etmeye
yönelebilir. Akıllı ve ağır başlı bir kimse ise, bu tür tasavvurlar sonucu
herhangi bir şeyi tercih etmeyi bir oyun ve eğlenceden ibaret görür.
Sonra, iyi ile kötüyü birbirinden ayıramayan çocukların fiilleri de isteme
bağlıdır; ama olgun insanlar bunları önemsemez, üzerinde durmaya
değer bulmazlar.

Yine, diyaloglarımızda birtakım sosyal mazeretleri gerekçe göstererek
kimi fiillerimizin zorunlu ve istem dışı olduğunu ileri süreriz. Oysa gerçekte
hiç de öyle değildir. Örneğin, sigara içen bir kimsenin alışkanlık
mazeretine sığınması, uykucu bir insanın hâlsizliği bahane etmesi, hırsız
veya hain bir insanın da yoksulluğu gerekçe göstermesi gibi.
İstem ve sebeplerinin dayandığı ilkelerle ilgili bu fahiş farklılıklar ve
isteme bağlı fiiller dünyasındaki bu geniş yelpaze, dini ve diğer sosyal
sistemleri, isteme bağlı fiiller için insan toplumunun güç ve anlama
bağlamında orta hâlli fertlerini esas alarak bir sınır tayin etmeye yöneltmiştir.
Buna dayalı olarak da emir ve yasakları, ödül ve sevapları
ve tasarrufların geçerliliği gibi durumları tespit etme yönüne gitmişlerdir.
Orta hâlli bir insanın isteme bağlı fiillerine esas oluşturan şartlar
ve sebepler tam olarak gerçekleşmediği durumlarda bir eylemde
bulunan kimseleri mazur kabul etmişlerdir.
İstem bağlamında baz alınan ve alt düzeyinin istemliliğini olumsuzlayan
bu orta hâl, varoluşsal açıdan gerçeği tam olarak yansıtmasa da,

En'âm Sûresi / 74-83 ................................................................ 253

dinin ya da toplumun çıkarını gözetmeyi esas alan dinsel ya da toplumsal
yargı açısından da tanınan, kabul edilen bir şeydir.
Şimdiye kadar yaptığımız açıklamalar üzerinde iyice durup düşündüğümüz
zaman, insanların dışındaki canlıların bütünüyle seçme iradesinden
yoksun olmadıklarını görürüz. Bununla beraber, seçmenin, istemde
bulunmanın anlamı bazında orta hâlli bir insandan daha alt
düzeyde olduklarını kabul etmemiz de bir zorunluluktur. Örneğin kimi
hayvanlarda, özellikle evcil hayvanlarda, engellerin söz konusu olduğu
durumlarda bir şeyi yapıp yapmamakta tereddüt ettiklerini gözlemliyoruz.
Aynı şekilde, zorla veya korkuyla ya da eğitilerek bir şeyi
yapmaktan kaçındıkları da sıkça gözlemlenen bir olgudur. Bütün
bunlar gösteriyor ki, bu hayvanlar söz konusu eylemi yapıp yapmamaya
karar verme yeteneğine sahiptirler. İşte istemde bulunma ve
serbestçe seçme yeteneğinin özü de budur. Gerçi düşünüp karar verme
hususunda hayvanların son derece zayıf oldukları ve orta hâlli bir
insanın düzeyine dahi erişmedikleri de gözlemlenen bir diğer gerçektir.
Zayıf da olsa, insanların dışında hayvanların da istemde bulunma,
serbest seçimi gerçekleştirme anlamından büsbütün yoksun olmadıkları
anlaşıldığına göre, yüce Allah'ın onların bu yeteneklerinin ortalama
düzeyini esas alarak, onlar için bizim kavrayamadığımız bir yükümlülükler
manzumesi öngörmüş olması mümkündür. Ya da onları,
bu istemlerini esas alan ve bizim bilmediğimiz bir başka muameleye
tâbi tutması, Allah'ın daha iyi bildiği bir gerçeğe boyun eğdikleri zaman
onları ödüllendirmesi, karşı çıktıkları zaman da cezalandırması
mümkündür.

Biz, kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmamışızdır.

Bu ifade, ayetin akışı içinde bir ara cümle konumundadır. Ayetin akışından
anladığımız kadarıyla, içinde herhangi bir eksik bırakılmayan
şey, kitaptır. "Hiçbir şeyi" sözcüğü ise, eksik bırakılabilecek türden
şeylere yönelik bir işarettir. Dolayısıyla şöyle bir anlam çıkıyor karşımıza:
Durumunun gözetilmesi, gereklerinin yerine getirilmesi ve özelliklerinin
açıklanması gereken hiçbir şey yoktur ki, eksik bırakılmaksızın
kitapta onu yer verilmiş olmasın. Dolayısıyla kitap tam ve eksik-

254 ......................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

sizdir.

Eğer ayette geçen "kitap"tan maksat, yüce Allah'ın Kur'ân'ın birçok
yerinde kitap olarak isimlendirdiği ve içinde, olmuş olan, olmakta olan
ve olacak olan her şeyin yazılı bulunduğu levh-i mahfuz ise, bu
durumda şöyle bir anlam kastedilmiş olur: İnsan topluluklarına benzeyen
hayvan topululuklarının ümmetsel yaşamlarına egemen olan
bu düzenlerin, yüce Allah tarafından hayvan türlerinin yaratılışlarının
esası hâline getirilmeleri gerekir ki, hayvanların yaratılışları gereksiz
bir işmiş gibi algılanmasın ve varlıkları boşa gitmesin, bu canlı
türleri kapasiteleri oranında kemal düzeyine erişme lütfundan yoksun
kalmasın.

Dolayısıyla bu ayet, özel bir nitelikte, şu ayetlerin genel bir nitelikte
işaret ettikleri bir hususu vurgulamaktadır: "Rabbinin bağışı men
edilmez."
(İsrâ, 20) "Hiçbir canlı yoktur ki O, onun perçeminden tutmuş
olmasın. Gerçekten Rabbim doğru bir yol üzerindedir."
(Hûd, 56)
Eğer bundan maksat Kur'ân-ı Kerim ise, -ki yüce Allah birçok yerde
onu kitap olarak isimlendirmiştir- o zaman da şöyle bir anlam kastedilmiş
olur: Ulu Kur'ân, bir hidayet kitabıdır, insanları doğru yola iletir.
Bunun için de hakka yönelik bir yol göstericilikte kaçınılmaz öneme
sahip gerçek bilgileri açıklamayı esas alan bir yöntemi izler, salt hakikati
gözetir. Bu yüzden, insanların dünya ve ahiret mutlulukları için
gerekli olan hiçbir şeyi eksik bırakmadan açıklamıştır. Nitekim bir
ayette şöyle buyurulmuştur: "Sana bu kitabı, her şeyi açıklayan olarak
indirdik."
(Nahl, 89)

İnsanların, ahiretle ilgili olarak derin kavrayışa ulaşmak için, kıyamet
günü dirilip ilâhî huzurda toplanma ile dünya hayatındaki ümmet
nitelikli toplumsal yaşayış arasındaki bağlantıyı bilmeleri gerekir.
Ayrıca, hem kendi yaşantılarında, hem de diğer hayvanların yaşantılarında
gözlemledikleri bu durumun, birtakım başka yararlarının
da olduğunu göz önünde bulundurmaları gerekir. Bu yararların
başında, Allah'ın birliği, latif gücü, yaratılış ve evrene egemen olan
düzen konusundaki inayeti hususunda derinleşmek gelir.
Bu yararların en önemlilerinden biri de, varlıkların eksiklikten mükemmelliğe
doğru bir süreç izlemekte olduğunu anlamaktır. Bu

En'âm Sûresi / 74-83 .............................................................................. 255

sürecin bazı aşamaları insanla birlikte tüm canlıları kuşatırken, bazı
aşamaları da daha aşağıdaki varlık türlerini kapsamaktadır. Bitkiler
âleminden başlayıp insanlık âleminin hemen eşiğine ve insanlık âlemine
doğru gelişme gösteren bir süreçtir bu. Nitekim yüce Allah,
hayvanları bilip tanımayı, onların varlıklarına yerleştirilen evrensel
ayetleri gözlemlemeyi ısrarla teşvik etmektedir. Bunu, insan türünün
mutluluğunu gerektiren en üst düzeydeki bilgiye ulaşmanın, yani yüce
Allah ile ilgili kesin bilgiye ulaşmanın yolu olarak nitelendirmektedir:
"Sizin yaratılışınızda ve yeryüzünde yaymakta olduğu canlılarda,
kesin olarak inananlar için ibretler vardır."
(Câsiye, 4) Hayvanlar
âleminin gözlemlenmesini teşvik eden çok sayıda ayet yer alır
Kur'ân'da.

Bu bağlamda tefsirini sunduğumuz ayette, yukarıda işaret ettiğimiz
her iki anlam da esas alınarak "kitab" sözcüğüyle mutlak anlamda
kitap kastedilmiş olabilir. Buna göre, karşımıza şöyle bir anlam çıkar:
Yüce Allah, yazdıklarında hiçbir şeyi eksik bırakmaz. Bunun varoluş
kitabındaki boyutuna gelince; O, her canlı türü için ulaşabileceği bir
kemal düzeyi öngörür, takdir eder. Örneğin hayvan türleri için, tıpkı
insan türü için öngördüğü gibi, ümmet nitelikli toplumsal bir yaşama
bağlı bir mutluluk öngörmüş ve bu öngörüsünde, söz konusu hayvan
türünün buna ilişkin kabiliyetini esas almıştır. Bu yüzden onunla ilgili
hiçbir hususu eksik bırakmamıştır. Meselenin, insanlara indirilen vahiy
nitelikli kitaba yansıyan boyutuna gelince; O, bu kitapta insanların
iyiliğine ve dünya-ahiret mutluluklarına yarayan tüm bilgileri açıklamış
ve bu hususta eksik bir şey bırakmamıştır. Bu bilgilerden biri olarak
da, hayvanlar âlemini de ihmal etmemiş, tefsirini sunduğumuz
bu ayette, hayvanlarla ilgili bir gerçeğe parmak basmıştır. Buna göre,
yüce Allah, hayvanlara bir tür varoluşsal mutluluk bahşetmiştir. Onları
canlı ümmetler kılmış ve varoluşlarıyla Allah'a doğru hareket etmelerini
ve tıpkı insanlar gibi O'nun huzurunda toplanmalarını sağlamıştır.
Sonra (onlar), Rablerinin huzurunda bir araya getirilecekler.

Burada Allah'ın huzurunda toplanma, yani haşir olgusunun hayvanları
da kapsadığı açıklanıyor. Buna göre, hayvanlara ihsan edilen ya-

256 ........................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

şam, sonunda Allah'ın huzurunda toplanmayı gerektiren türden bir
yaşamdır. Tıpkı insanların yaşamlarının bu özelliğe sahip olduğu gibi.
Nitekim bu yüzden, onlar için de bilinç ve akıl sahipleri için kullanılan
zamir kullanılmış ve "ilâ Rabbihim yuhşerûn=Rablerinin huzurunda
bir araya getirilecekler." denmiştir. Bununla hoşnutluğun, gazabın,
ödüllendirmenin ve cezalandırmanın eksenini oluşturan özün hayvanlarda
da varolduğuna işaret edilmek istenmiştir.

Ayette, yüce Allah ile ilgili olarak, önce üçüncü şahıs sıygasından birinci
çoğul şahıs sıygasına, sonra yine üçüncü şahıs sıygasına geçiş
yapılıyor. Buna "iltifat sanatı" denir. Ayet üzerinde düşündüğümüz zaman,
ayetin akışının üçüncü şahıs sıygasını gerektirdiğini görürüz.
Ancak, "Biz, kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmamışızdır." ifadesinde
çoğul şahıs sıygasına geçiş yapılmış olması, bu ara cümlenin, Peygamber'e
yönelik özel bir hitap olmasından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla,
Pey-gamber'e (s.a.a) yönelik hitap sona erdikten sonra, tekrar
ayetin akışının aslına dönüş yapılmıştır.

Bu ayetin ifade ettiği anlam bazında ileri sürülen son derece ilginç
görüşlerden biri, bu ayetin tenasuha (reenkarnasyon) delâlet ettiği
iddiasıdır. Güya insan ruhu ölümle birlikte bedeninden ayrıldıktan
sonra, karakterinde kökleşen alçak huylara uygun düşen herhangi bir
hayvanın bedenine girer. Hileci bir nefsin tilki bedenine, bozguncu
kindar bir nefsin kurt bedenine, insanların hata ve ayıplarını ortaya
çıkarmaya düşkün nefsin domuz bedenine, aç gözlü obur nefsin öküz
bedenine girmesi gibi. Böylece bu ruhlar bedenden bedene girerek
azap görürler. Bu, alçak karakterli bedbaht ruhlar için geçerlidir. Mutlu
ruhlar ise, ölümden sonra, nimetlenen mutlu ve faziletli insanların
bedenlerine girerler. Bu anlayışa göre, ayetin anlamı şöyledir: "Hiçbir
hayvan yoktur ki, sizin gibi insan toplulukları olmasınlar. Bunlar sizin
gibi insanlarken ölümden sonra hayvanlar şekline girmişlerdir..."
Ancak bizim açıklamalarımızdan, ayetin bu tarz bir yoruma mesnet
oluşturacak bir yönü bulunmadığı anlaşılmaktadır. Ayetin sonunda
yer alan, "Sonra (onlar), Rablerinin huzurunda bir araya getirilecekler."
ifadesi de böyle bir yorumla bağdaşmamaktadır. Kaldı ki, bu ve
benzeri yorumların yanlış ve batıl olduğu, onlara değinip doğru mu,

En'âm Sûresi / 74-83 .................................................................. 257

yanlış mı olduğunu incelemeye gerek duyulmayacak kadar açıktır.
Yine bu ayetle ilgili olarak ileri sürülen ilginç yorumlardan biri de şudur:
Hayvanların haşredilmelerinden maksat, ölmeleridir. Dolayısıyla hayvanlar
öldükten sonra diriltilmeyeceklerdir. Bir diğer görüşe göre de,
burada ölüm ve diriliş birlikte kastedilmiştir. Ne var ki, birinci görüşü,
"Rablerinin huzurunda bir araya getirilecekler (Rablerinin huzuruna götürülecekler)."
ifadesi olumsuzlamaktadır. Çünkü Allah'ın huzuruna
ölmenin bir anlamı yoktur. İkinci görüşe gelince, gereksiz bir birliktelik
esas alınmıştır. Çünkü ölümü dirilişe eklemenin bir anlamı olmadığı
gibi, ayette de bunu gerektirecek bir durum söz konusu değildir.

39) Ayetlerimizi yalanlayanlar, karanlıklar içinde kalmış sağır ve dilsizlerdir.
Allah kimi dilerse, onu saptırır...


Burada yüce Allah, şunu demek istiyor: Allah'ın ayetlerini yalanlayanlar
işitme, konuşma ve görme nimetlerinden yoksundurlar. Çünkü onlar
karanlıklar içindedirler. Karanlıklar içinde olanların da görme organları
iş görmez. Öte yandan sağır olduklarından dolayı hak sözü işitip
ona icabet etmeleri de güçlerinin kapsamında değildir. Dilsiz olmalarından
dolayı da hak sözü söyleyemiyorlar, tevhit ve risalet hakkında
tanıklıkta bulunamıyorlar. Karanlıklar tarafından çepeçevre
kuşatıldıkları için de hak yolu görüp izlemeleri imkânları dahilinde
değildir.

"Allah kimi dilerse, onu saptırır..." ifadesi gösteriyor ki, onların sağırlıkları,
dilsizlikleri ve karanlıklar içinde kalmışlıkları, Allah'ın ayetlerini
yalanlamalarının bir cezası olarak Allah tarafından içine düşürüldükleri
bir azap, bir pisliktir. Çünkü yüce Allah, kendisine izafe ettiği
saptırmayı onlar için bir ceza kılmıştır. Tıpkı şu ayette işaret edildiği
gibi: "Onunla sadece fasıkları saptırır." (Bakara, 26)
Şu hâlde, Allah'ın ayetlerini yalanlamaları, sağır, dilsiz ve karanlıklar
içinde oluşlarından kaynaklanmamaktadır. Aksine Allah'ın ayetlerini
yalanlamalarından dolayı sağır, dilsiz ve karanlıklar içinde kalmışlardır.
Dolayısıyla yüce Allah'ın onları saptırmasından maksat, onları
sağır, dilsiz ve karanlıklar içine düşmüş kimseler kılmasıdır. Yüce Allah'ın
saptırmasını dilediği kimselerden maksat da, ayetlerini yalanlayan
kimselerdir.

258 ........................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Karşılaştırma yaptığımız zaman, yüce Allah'ın dilediği kimseyi doğru
yola koymasından maksadın da, ona gerçekleri işitmesini sağlayacak
işitme organını bahşetmesi olduğu ortaya çıkmaktadır. Böyle bir
insan, ilâhî davetçiye icabet eder ve gözleriyle de gerçeği görebilir. Bu
da Allah'ın, ayetlerini yalanlamayan kimseye verdiği ödüldür. Dolayısıyla
yüce Allah, dilediği kimseyi saptırır, ancak hak edenden başkasını
saptırmayı da dilemez. Aynı şekilde, dilediği kimseyi de doğru yola
koyar, ancak rahmetine talip olandan başkası için de bunu dilemez.
Daha önce yüce Allah'ın bazı kimseleri nitelendirirken kullandığı sağırlık,
dilsizlik ve körlük gibi niteliklerin gerçekte ne anlam ifade ettiklerini
açıklamıştık. Bu ayette ise, dikkat çeken bir başka husus
vardır. O da, "karanlıklar içinde kalmış sağır ve dilsizlerdir" ifadesinin
orijinalinde, sayılan üç nitelikten ikincisinin birincisine atfedilip üçüncüsünün
atfedilmemesi durumudur. Şöyle ki: Önce sağırlıktan söz ediliyor
ki, bu onların niteliklerinden biridir. Sonra dilsizlikten söz ediliyor
ve önceki niteliğe atfediliyor, ki bu da onların ikinci nitelikleridir.
Ardından onların karanlıklar içinde oluşlarından söz ediliyor, fakat
üçüncü bir nitelikleri olduğu hâlde önceki ifadeye atfedilmiyor. Kısacası,
niteliklerden biri diğerine atfedilirken bir başkası atfedilmiyor.
Oysa anlam itibariyle tefsirini sunduğumuz bu ayetle benzerlik oluşturan
bir başka ayette niteliklerin hiçbiri birbirine atfedilmeden zikredilmiştir.
Bununla münafıklarla ilgili şu ayeti kastediyoruz: "Sağırdırlar,
dilsizdirler, kördürler."
(Bakara, 18) Yine bu ayetin benzeri bir
başka ayette ise, niteliklerin hepsi birbirine atfedilmiştir. O da, kâfirlerle
ilgili şu ayettir: "Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir
ve gözlerinde de perde vardır." (Bakara, 7)


Büyük bir ihtimalle, tefsirini sunduğumuz bu ayette, yani, "karanlıklar
içinde kalmış sağır ve dilsizlerdir." ifadesinde böyle bir ifade tarzına
gidilmiş olmasının sebebi, sağır olanların dilsiz olanlardan ayrı olduklarına
işaret etmektir. Buna göre sağırlar, büyüklerine tâbi olan taklitçi
cahillerdir ki bu durumları, onların hak içerikli mesajı duymalarını
sağlayacak bir işitme organlarının kalmamasına sebep olmuştur.
Dilsizlerse, uyulan liderlerdir. Onlar, tevhit inancını esas alan ve şirki

En'âm Sûresi / 74-83 ................................................................ 259

yeryüzünden silmeyi amaçlayan davetin gerçek olduğunu bilirler. Fakat,
inatçılıklarından ve azgın kişiliklerinden dolayı hak mesajın doğruluğunu
itiraf etmek ve ona tanıklıkta bulunmak için dillerini kıpırdatmazlar.
Ama her iki grup da karanlıklar içinde olmak hususunda
ortaktırlar. Bu karanlıklar içinde hakkı görmeleri de imkânsızdır.
Başkalarının da işaretlerle onlara gerçeği göstermesine imkân yoktur.
Karanlıklar içinde oldukları için hakka yönelik işaretlerin onlara
bir faydası olmaz.

Ayetlerin akışı içinde yer verilen ifadelerin her iki grubu da hedef alması
da bu değerlendirmemizi destekler mahiyettedir. Nitekim önceki
ayetlerde yer alan, "Onlar, hem (insanları) ondan men ederler,
hem de kendileri ondan uzak dururlar."
(En'âm, 26) ifadesi ile "Fakat
onların çoğu bilmez."
(En'âm, 37) ifadesinde buna yönelik bir işaret
vardır.

Bu değerlendirmemiz, tefsirini sunmakta olduğumuz ayetle ilgilidir.
Münafıklarla ilgili, "Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler." ifadesine gelince,
burada bu niteliklerin aynı zaman içinde onlar için geçerli olduğuna
işaret edilmektedir. Bunun nedeni de, onların her açıdan Allah-
'ın rahmetinden uzaklaşmış olmalarıdır. Kâfirlerle ilgili, "Allah, onların
kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir ve gözlerinde de perde
vardır." ifadesine gelince, burada, kulakların mühürlenmesinin kalplerin
mühürlenmesinden farklı bir mahiyet arz ettiğine işaret edilmek
istenmiştir. Nitekim yüce Allah bir ayette onların şöyle dediklerini bize
aktarmaktadır: "Dediler ki: Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz
kılıflar içinde, kulaklarımızda bir ağırlık ve seninle bizim aramızda bir
perde var." (Fussilet, 5) Kuşkusuz, ayetin bundan farklı şekillerde yorumlanması
da mümkündür.

40-41) De ki: "Düşündünüz mü hiç? Eğer Allah'ın azabı size gelse, ya
da kıyamet saati size gelse, Allah'tan başkasına mı yalvarırsınız?... O da dilerse,
kendisine yalvararak kaldırılmasını istediğiniz belâyı kaldırır ve siz
ortak koştuğunuz şeyleri unutursunuz."


"Düşündünüz mü hiç?" anlamına aldığımız "ereeytekum" ifadesi,
başındaki soru edatı olan "hemze"siyle mazi, müzekker (eril), müfred
(tekil) sıygası (kipi) ile "er-ru'yeh" mastarından türemiştir ve sonun-

260 ....................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

daki zamir de muhatap çoğul zamiridir. Edebiyat bilginleri, bu ifadeyi
"bana haber ver" anlamına almışlardır. Ragıp İsfahanî el-Müfredat
adlı eserinde şöyle der: "Ereeyte, 'ehbirnî=bana haber ver' anlamında
kullanılır. Sonuna 'kaf' harfi getirilip tesniye (ikil), cem (çoğul) ve
te'nis (di-şil) hâlinde 'ta' harfi yerini korur. 'Kaf' harfi değişikliğe uğrar,
'ta' harfi değil. Nitekim yüce Allah, 'Ereeyteke haze'llezî...' ve 'Kul
ereeytekum...' buyurmuştur." (el-Müfredat'tan alınan alıntı sona erdi.)

Tefsirini sunduğumuz bu ayette, müşriklere karşı yeni kanıtlar sunuluyor
ve bir yönden şirklerinin batıl olduğu kanıtlanıyor. Bu bağlamda Allah
tarafından bir azabın veya kıyamet saatinin gelmesi ihtimaline işaret
ediliyor. Bu durumda kendilerinden azabı giderecek birini çağıracakları
farz ediliyor. Çünkü insan fıtratı, zorlukla karşılaştığı zaman,
bunu gidereceğine inandığı birinden yardım isteme eğilimine sahiptir.
Sonra, böyle bir ihtimalin gerçekleşmesi durumunda, eğer doğru sözlü
iseler kimden yardım isteyeceklerine ilişkin bir soru yöneltiliyor. Allah'tan
başka, kendi yanınızdan tanrı ismini yakıştırdığınız putlarınızı
ve heykellerinizi mi, yoksa Allah'ı mı çağıracaksınız? Kulluk sunduğunuz
bu düzmece tanrıların da tıpkı sizin gibi evrensel yasalar sistemine
mahkum olduklarını, onlara yönelik çağrılarınızın bir yarar
sağlamayacağını gördüğünüz böylesi bir ortamda Allah'tan başkasını
yardıma çağırmanız mümkün müdür?!

Tam tersine tanrı diye adlandırılan bu ortakları unutursunuz. Çünkü
insan bir musibetle çepeçevre kuşatıldığı, büyük sarsıntılar geçirdiği
zamanlarda kendinden başka her şeyi unutur. Sadece nefsinde bu
musibetin kaldırılmasına yönelik bir umut kalır. Bu musibeti kaldıracağını
düşündüğü zat ise, Rabbidir. Siz de Allah'a ortak koştuğunuz
düzmece ilâhlarınızı unutur, onların dışında uğradığınız musibeti gidereceğine
inandığınız Allah'ı çağırırsınız. Allah da dilerse, giderilmesini
istediğiniz şeyi giderir. Yoksa O, size cevap vermek zorunda değildir;
çağrıldığı zaman mutlaka çağıranın sıkıntısı giderecek diye bir
mecburiyeti yoktur. Bilâkis O, her durumda her şeye kadirdir.
Madem ki yüce Allah, her şeye güç yetiren Rabdir ve insan kendisini
çepeçevre kuşatan aman vermez musibetler anında kendinden başka
her şeyi unuttuğunda bile O'nu unutmamakta ve zorunlu ola

En'âm Sûresi / 74-83 .......................................................................... 261

rak O'na yönelmekte, tanrı adı verilen düzmece ilâhlara yönelmemektedir,
öyleyse başkaları değil, sadece O, insanların Rabbidir.
Buna göre ayetin anlamı şöyledir: "(Ey Muhammed!) De ki: Düşündünüz
mü hiç? Yani bana söyleyin bakayım: Eğer Allah'ın azabı size gelse,
ya da kıyamet saati size gelse, -burada Allah'tan bir azabın gelmesi
farz ediliyor, ki onlar da bunu inkâr etmemekteler; ayrıca, kıyamet
saatinin gelip çatması farz ediliyor, ki onlar bunu inkâr etseler
de inkârları kaale alınmıyor- Allah'tan başkasına mı yalvarırsınız? Bu
azabı sizden gidersin diye? Nitekim yüce Allah, onların gerek dünyada
ve gerekse ahirette azabın giderilmesi için yalvardıklarını haber
vermiştir. Çünkü bir sıkıntı zamanında, bunu gidereceğine inanılan
birini yardıma çağırmak insanın temel fıtrî özelliklerinden biridir.
Doğru sözlüyseniz (ve insaf üzere konuşacaksanız, söyleyin bakalım.)
Hayır, yalnız O'na yalvarırsınız. Sadece Allah'a yalvarırsınız, O'nun dışında
kulluk sunduğunuz putlarınıza değil. O da dilerse, kendisine
yalvararak kaldırılmasını istediğiniz belâyı kaldırır. Duçar olduğunuz
azabı, dilerse giderir. Tıpkı Yunus kavminin maruz kaldığı azabı giderdiği
gibi. Yoksa dileğinizi kabul etmek yönünde ne bir zorunluluğu,
ne de bir mecburiyeti vardır. Çünkü O'nun zatî sıfatlarından olan kudreti
her şeye yeter. Ve siz ortak koştuğunuz putları unutursunuz. İnsanın
karakteristik özelliğinin bir gereği olarak daha önce kulluk sunduğunuz
heykelleri ve putları unutursunuz. Çünkü insan, fıtratının
temel bir özelliği olarak çepeçevre musibetlerle kuşatıldığı zaman
kendisiyle meşgul olup her şeyi unutur. İçinde bulunduğu durum, yarar
sağlamayan başka şeylerle uğraşmasına el vermediği için hiçbir
şey onun ilgisini çekmez. Şu hâlde, böyle bir ortamda ve böyle bir
meşguliyet içinde Allah'a dua etmesi ve putları unutması, yüce Allah-
'ın tek ve ortaksız ilâh olduğunun, O'ndan başka mabut olmadığının
en açık kanıtıdır."

Buraya kadar, ayetin anlamıyla ilgili olarak yaptığımız açıklamalardan
sırasıyla şu hususlar açıklığa kavuşuyor:

Birincisi: Azabın gelmesi veya kıyamet saatinin gelip çatması, ay-nı
şekilde bunun giderilmesi için dua edilmesi de, ayetin kanıtsallığı
çerçevesinde varsayılan olgulardır. Bununla güdülen amaç, böyle bir

262 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

durumda dua edilenin yüce Allah olduğunun, putlara dua edilmeyeceğinin
açıklanmasıdır. Zorluklar ve musibetler anında dua etme, belâların
dört koldan üzerine çullandığı ve bütün maddî sebeplerin ortadan
kaybolduğu durumlarda insanın öz doğasının bir gereği olarak
bunları kendisinden giderecek birine yöneldiği gerçeğine gelince; bu,
ayetin üzerinde durduğu kanıtın dışında, başka bir kanıttır. Ayetin üzerinde
durduğu kanıtın amacı, tevhidi kanıtlamaktır. Bu ikinci kanıtın
amacı ise, yaratıcının birliğini (tevhidi) değil, varlığını kanıtlamaktır.
Gerçi bu iki amacın birbirlerini gerektirdikleri de bir realitedir.

İkincisi: "Kendisine yalvararak kaldırılmasını istediğiniz belâyı kaldırır."
ifadesinin, "dilerse" ifadesiyle kayıtlandırılması, kudretin
mutlaklığını açıklama amacına yöneliktir. Buna göre, yüce Allah her
türlü zorluğu, her türlü belâyı kaldırma, hatta geleceğinde kuşku
bulunmayan kıyamet saatini bile kaldırma gücüne sahiptir. Herhangi
bir şeye yönelik kesin yargısı, onun kesinlikle olmasını ve
gerekmesini zorunlu kılsa bile bu, O'nun söz konusu şeyi yapmamaya
olan gücünü ortadan kaldırmaz. Çünkü O, hükmettiği ve
hükmetmediği şeyler üzerinde mutlak güce sahiptir. Geri
çevrilmeyecek ve kesinlikle olacak olan diğer her azap, bu hususta
kıyamet saati gibidir. Dilerse onu getirir, dilemezse getirmez.
Bununla beraber O, her zaman kesin olarak hükmettiğini, kesin olarak
vadettiğini diler. Allah verdiği sözden dön-mez. Maksadın
aYnüclaeş ıAldllıağhın, ık uemnduiynoi,r udzu. alara icabet eden olarak tanıtmış olmakla birlikte
kendisine dua eden herhangi bir kimsenin duasına karşılık vermeyebilir.
Nitekim şöyle buyurmuştur: "Kullarım beni sana soracak
olursa, muhakkak ki ben pek yakınım; bana dua ettiği zaman dua
edenin duasına cevap veririm." (Bakara, 186) Bir diğer ayette dua edene
cevap vermesinin kesin olduğunu belirtmiştir: "Bana dua edin, duanızı
kabul edeyim." (Mü'min, 60) Çünkü dualara karşılık vermeye ilişkin
vaat, icabet etmeme gücünü O'ndan almaz. Gerçi, kendisine gerçek
anlamda dua edenlere daima karşılık verir. Buna ilişkin yasası,
bir dosdoğru yol olarak şaşmadan akıp gitmektedir.
Bundan da anlıyoruz ki, bazılarının bu ayetin zahiren ifade ettiği anlamın,
Kur'ân ve sünnette yer alan kıyamet saatinin gelmesinde
En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 263
kuşku olmadığına, onun gerçekleşmesinin engellenemeyeceğine,
"Kâfirlerin yalvarması hep çıkmazdadır." (Mü'min, 50) ayetinden de
anlaşıldığı gibi, kâfirlerin köklerini kurutacak olan azabın kaçınılmaz
olduğuna ilişkin ifadelerle çeliştiği yönündeki değerlendirmeleri yersizdir.
Değerlendirmeleri şu yönden yanlıştır: Tefsirini sunduğumuz ayet,
yüce Allah'ın dilediğini yapma gücüne sahip olduğuna ve O'nun her
şeye gücünün yettiğine işaret etmekten başka bir anlam taşımıyor.
Fakat O'nun her şeyi dilediğine ve her şeyi yaptığına ilişkin bir işareti
bu ayetten algılamak mümkün değildir. Bu nedenle, kıyametin
kopmasına yönelik kesin hükmü ve bir kavmin kökten yok edilmesine
yönelik azabının kesinlikle gerçekleşecek olması, bunun aksini
yapmaya yönelik kudretini olumsuzlamaz. Dolayısıyla O, verdiği sözü
hiç bozmamasına ve dileğiyle çelişmemesine rağmen dilerse aksini
de yapabilir.
"Kâfirlerin yalvarması hep çıkmazdadır." ifadesiyle de, kâfirlerin cehennemdeki,
cehennem azabının kaldırılmasına veya hafifletilmesine
yönelik dualarına işaret ediliyor. Bilindiği gibi, hüküm kesinleştikten,
karar verildikten sonra dua, gerçek anlamda gerçekleşmez.
Çünkü yüce Allah'tan canlıların diriltilmemesini, cehenneme girenlere
azap edilmemesini istemek, yüce Allah'tan Allah olmamasını istemek
gibidir. Çünkü ulûhiyetin bir gereği de canlıların amelleri doğrultusunda
O'nun huzuruna varmalarıdır. Bu tür dualar, şeklen dua
sayılırlar, gerçek anlamda ise dua değillerdir. Yoksa eğer bir dua gerçek
anlamda dua olur, yani yüce Allah gerçekten çağrılır ve bu çağrı
gerçekten yüce Allah'a yönelik olursa, "Bana dua ettiği zaman dua
edenin duasına cevap veririm." ayetinden de anlaşıldığı gibi, böyle bir
dua kesinlikle geri çevrilmez. Böyle bir duayı yapan kişi de, sadece
dua anında olsa bile, kâfir olarak kalmaz. Nitekim yüce Allah bir ayette
buna şu şekilde işaret etmiştir: "Gemiye bindikleri zaman, dini
yalnız Allah'a halis kılarak O'na yalvarırlar. Fakat Allah onları salimen
karaya çıkarınca hemen O'na ortak koşarlar."
(Ankebût, 65)
Dolayısıyla "Kâfirlerin yalvarması hep çıkmazdadır." ifadesinde işaret
edilen dua, onların kâfir olarak yaptıkları duadır. Çünkü küfür

264 ............................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

melekesinin amel yurdu olan dünyada tövbe ve iman ile onlardan
ayrılması mümkün olsa bile, ceza yurdu olan ahiret yurdunda onlardan
ayrılması mümkün değildir.

Şu hâlde, onların kıyamet günü ya da cehennemde üzerlerindeki azabın
giderilmesi için Allah'a dua etmeleri, yüce Allah'ın anlattığı şekliyle,
kıyamet günü söyledikleri, "Rabbimiz Allah'a andolsun ki, biz ortak
koşanlardan değildik."
(En'âm, 23) şeklindeki yalanlarına benzer.
Ancak o gün yalan hiçbir işe yaramayacaktır. Ne var ki, onlar dünyadayken
yalan söylemeyi alışkanlık hâline getirdikleri ve bu kötü alışkanlık
onların nefislerinde kök saldığı için, sırların ortaya döküldüğü
kıyamet günü de bunun belirtileri ortaya çıkacaktır. Tıpkı cehennemde
bir şeyler yiyecekleri, içecekleri ve kavga edecekleri gibi. Bütün
bunların onlar için kaçınılmaz olduğunu söylemek istiyoruz.

Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Kendilerine, kaynamış bir gözeden
su içirilir. Onlar için kuru dikenden başka yiyecek yoktur. O da
ne semirtir, ne de açlığı giderir."
(Ğâşiye, 5-7) Yine buyurmuştur: "Sonra
siz, ey sapık yalanlayıcılar, mutlaka bir zakkum ağacından yiyeceksiniz.
Onunla karınlarınızı dolduracaksınız. Üzerine de kaynar su
içeceksiniz. Hem de susuzluk hastalığına tutulmuş develerin içişi gibi
içeceksiniz." (Vâkıa, 51-55) Yine buyurmuştur: "Bu, bir gerçektir, cehennem
ehlinin tartışması." (Sâd, 64) Bu ayetlerde işaret edilen hususların
tümü, onların dünya hayatında edindikleri karakterlerin
ahiret hayatında tezahür etmesidir.
Örnek olarak aldığımız ayetle ilgili olarak söylediklerimizi, onların
yaptıkları duanın gerçek anlamda bir dua olmadığı yönündeki değerlendirmemizi
destekleyen bir husus da, ondan önceki şu ifadelerdir:
"Ateştekiler, cehennemin bekçilerine dediler ki: 'Rabbinize dua edin
de hiç değilse bir gün, bizden azabı hafifletsin.' Bekçiler dediler ki:
'Elçileriniz size açık kanıtlar getirmezler miydi?' 'Evet getirirlerdi.' dediler.
Bekçiler, 'Öyleyse yalvarıp durun; kâfirlerin yalvarması hep
çıkmazdadır.' dediler." (Mü'min, 49-50) Onların cehennem bekçilerinden
Rablerine, üzerlerindeki azabın bir gün hafiflemesi için dua etmelerini
istemeleri, kendilerinin yapacağı duanın kabul edilmesinden
yana ümitsiz olduklarını göstermektedir. Kabul edilmesinden yana
En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 265
ümitsiz olunan bir dua ise, gerçek dua ve gerçek istek değildir. Çünkü
kesinlikle olmayacak bir şeye istek yöneltilmez.

Üçüncüsü: "Ve siz ortak koştuğunuz şeyleri unutursunuz." ifadesinde
geçen unutma, gerçek anlamında kullanılmıştır. Bunu büyük zorluklarla
kuşatılmış, önemli meselelerle uğraşan insanların durumunda
gözlemleyebiliriz. Böyle durumlardaki insanlar, sadece kendileriyle
uğraşırlar ve yüce Allah dışında her şeyi unuturlar. Dolayısıyla ayeti
bazılarının yaptığı gibi yorumlamanın gereği yoktur. Diyorlar ki: "Ve
siz ortak koştuğunuz şeyleri unutursunuz." ifadesinde geçen unutmadan
maksat, bir şeyden, unutan kimsenin yüz çevirdiği gibi yüz
çevirmektir.
Gerçi ayeti bu şekilde anlamanın da önünde bir engel yoktur. Çün-kü
unutma kelimesinin bu anlamda kullanılması yaygındır. Kur'ân'da da
çok kere unutma sözcüğü, bir şeyden yüz çevirme ve ona ilgi göstermeme
anlamında kullanılmıştır. Buna şu ayeti örnek gösterebiliriz:
"Ve kendilerine şöyle denildi: Siz bu gününüzle karşılaşmayı nasıl unuttunuzsa,
biz de bu gün sizi unutuyoruz." (Câsiye, 34) Bunun gibi daha
birçok ayet örnek gösterilebilir.

42) Senden önceki bazı ümmetlere de elçiler gönderdik. Sonra, yalvarsınlar
diye onları darlık ve sıkıntı ile yakalayıp cezalandırdık.


Ayetin orijinalinde geçen "el-be'sâ" aynı kökten olan "el-be's", ve "elbu's"
kelimeleri darlık, zorluk ve istenmeyen şey anlamına gelir. Ne
var ki, sözcüğün "el-bu's" şeklindeki türevi genellikle, savaş anlamında
kullanılır. "el-Be's" ve "el-be'sâ" türevleri ise, savaş dışında yoksulluk,
kuraklık ve kıtlık gibi diğer zorluklar anlamında kullanılır. "ez-
Zarr" ve "ez-zarrâ" ise, gam ve cehalet gibi insan nefsine dönük veya
hastalık ve sakatlık gibi bedene dönük ya da makam ve mevkii kaybetme,
malı yitirme gibi bunların dışında kalan bir şeye dönük kötü
durumları ifade eder. Ayette "be'sâ" ile "zarrâ" (darlık ile sıkıntı) kavramlarının
birlikte kullanılmasının maksadı, kuraklık, sel ve deprem
gibi dış dünyada yaşanan zorluklarla, bunlardan yana insanlara musallat
olan korku, yoksulluk, kötü hâllere düşme gibi durumların birlikte
gündeme getirilmesi olsa gerektir.
266 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7
"ez-Zaraeh" kelimesi, zillet, alçaklık demektir. "at-Tazarru" ise, alçalış
anlamına gelir. Maksat, Allah'a yalvarıp yakarmadır, üzerlerine inen
korkunç musibetin giderilmesi için O'na yakarmadır.
Yüce Allah, bu ve bundan sonraki toplam dört ayette, Peygamberine
(s.a.a), kendilerine apaçık belgeler desteğinde elçiler gelmiş bulunan
geçmiş ümmetlerle ilgili olarak yürürlüğe koyduğu yasasından söz
etmektedir. Buna göre yüce Allah, onlara elçiler gönderirdi. Bu elçiler,
onlara Allah'ın birliğini hatırlatarak, O'na yalvarmalarını, içtenlikle ve
ihlâsla O'na dönüp tövbe etmelerini önerirlerdi. Sonra yüce Allah onları
çeşitli zorluk ve sıkıntılardan geçirirdi, darlıklara ve meşakkatlere
duçar ederdi. Fakat bu zorluk ve sıkıntılar, onları yalvarmaya zorlayacak,
mecbur edecek derecede olmazdı. Bunu yapardı ki onlar, kendi
iradeleri ve iyi seçimleriyle yüce Allah'a yakarsınlar, kalpleri yumuşayıp
da şeytanın baştan çıkarıcı süslerinden yüz çevirsinler ve zahirî
sebeplere takılıp kalmasınlar. Fakat onlar Allah'a yalvarıp yakarmadıkları
gibi, dünya metaı ve dünyevî zevklerle meşgul olmaları sonucu
kalpleri gittikçe katılaştı, yaptıklarını şeytan onlara güzel gösterdi ve
bu durum, onlara Allah'ı anmayı unutturdu.
Onlar Allah'ı anmayı unutunca, yüce Allah üzerlerine her şeyin kapılarını
açtı, üzerlerine türlü nimetler akıttı. Nihayet sahip oldukları nimetlerle
sevinip şımardılar, büyüklük kompleksine kapıldılar, kendilerini
Allah'tan bağımsız sandılar. İşte o zaman Allah onları ansızın ve
farkında olmadıkları bir sırada kıskıvrak yakalayıverdi. O zaman kurtuluştan
umutlarını kestiler, sahip oldukları tüm maddî sebeplerin işe
yaramaz olduğunu acı acı seyrettiler. Böylece zulmeden toplumun
ardı kesildi ve hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur.
Bu yasa, yavaş yavaş helâke götürme ve tuzağa düşürme yasasıdır.
Yüce Allah, bir ayette bu yasayı şöyle açıklamaktadır: "Ayetlerimizi
yalanlayanları, hiç bilmeyecekleri yerden yavaş yavaş helâke yaklaştıracağız.
Onlara mühlet veriyorum. Şüphesiz benim tuzağım sağlamdır."
( A'râf, 182-183)
Ayetin anlamı ile ilgili olarak yaptığımız açıklamaların yanı sıra ayetin
akışı üzerinde durup düşündüğümüz zaman, bu ayetin, insanın tevhit
esaslı fıtrat üzere yaratıldığını, öz doğasının tevhidi kabul etmeEn'âm
Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 267
ye yatkın olduğunu, maddî sebeplerin ortadan kalktığı, iş görmez bir
hâle geldiği sırada, insanın öz doğası gereği tevhide yöneldiğini ifade
eden ayetlerle çelişmediğini görürüz. Nitekim yüce Allah bir ayette bu
hususa şu şekilde işaret etmiştir: "Denizde onları, gölgeler gibi dalgalar
sardığı zaman, dini yalnız kendisine has kılarak Allah'a yalvarırlar.
Fakat O, onları kurtarıp karaya çıkarınca, içlerinden yalnızca bir kısmı
aşırı da gitmez, geri de kalmaz (orta yolu izler). Ayetlerimizi ise,
nankör gaddarlardan başkası inkâr etmez." (Lokmân, 32)
Çünkü tefsirini sunduğumuz ayetin işaret ettiği darlık ve sıkıntıdan
maksat, insanın tüm maddî sebeplerden ümit kesecek, her türlü
normal aracı unutacak hâle geldiği düzeydeki bir darlık ve sıkıntı
değildir. Bunun kanıtı da, "yalvarsınlar diye" ifadesidir. Çünkü ifadenin
orijinalinde geçen "lealle" kelimesi, temenni bildirir. Zorlama ve
mecburiyet ortamlarında ise, temenniye yer yoktur. "Ve şeytan,
yapmakta olduklarını onlara süslü gösterdi." ifadesi de, buna ilişkin
bir kanıt konumundadır. Çünkü ifadenin zahirinden anladığımız kadarıyla,
onların aldanmaları devam etmekte ve içine düştükleri darlık
ve sıkıntıdan kurtulmak için hâlâ kendi elleriyle yaptıkları işlerine
güvenmekte, hayatın engellerini bertaraf etmek, yaşamın içindeki
karşıtları ortadan kaldırmak için plânladıkları önlemlere başvurmaktalar.
Kendilerini Allah'a yalvarmaktan, O'na sarılmaktan alıkoyan
doğal sebeplere sarılmakla uğraşmaktalar.
Nitekim bir ayette bu hususa şöyle işaret edilmiştir: "Elçileri onlara
açık kanıtlarla gelince, yanlarında bulunan bilgi ile sevinip övündüler.
Sonunda, alay ede durdukları şey, kendilerini kuşatıverdi. Ne
zaman ki azabımızı gördüler, 'Tek Allah'a inandık ve O'na ortak koştuğumuz
şeyleri inkâr ettik.' dediler." (Mü'min, 83-84) Görüldüğü gibi,
birinci ayet, tefsirini sunduğumuz ayete benzer bir tarzda onların içinde
bulundukları durumu anlatmakta, yalvarmaktan yüz çevirişlerini,
işledikleri amellerle övünüşlerini ifade etmektedir. İkinci ayet
ise, zorluk zamanında tevhidi ikrar etme gerçeğini dile getiren diğer
ayetler gibi, onların da sıkıntıya düştüklerinde Allah'ın birliğini kabul
ettiklerini dile getirmektedir.
Buradan hareketle, bazılarının, bu ayeti kanıt göstererek, geçmiş top-
268 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7
lulukların korkunç musibetler ve zorlayıcı sıkıntılar zamanında bile
tevhitten uzak durduklarına, Allah'a yalvarmaya yanaşmadıklarına ilişkin
yorumlarının yersiz olduğu ortaya çıkmaktadır. Sözünü ettiğimiz
bazıları, tefsirini sunduğumuz ayeti tefsir ederken şunları söylemektedir:
"Allah elçisine yemin ediyor ki, kendisinden önce birtakım
elçileri, kendi toplumundan önceki toplumlara göndermiştir. Bu toplumlar
şirk hususunda onun kavminden daha köklüydüler, zulümde
daha ısrarcıydılar. Çünkü kendisinin kavmi en azından şiddetli bir sıkıntı
anında Allah'a yalvarmaktadırlar, edindikleri velileri ve Allah'a
eş koştukları putları unutmaktadırlar. Oysa önceki toplulukların kalplerini
zorluklar yumuşatmaz, şeytanın bozduğu fıtratlarını onarmazdı."
Oysa, adı geçen müfessirin bu yorumuna kalırsa, tevhit inancının, insanı
meşgul eden vehimlerin ortadan kalkması, zahirî sebeplerin işlevsiz
hâle gelmesi durumunda ortaya çıkan fıtrî bir olgu olmaması
ya da fıtratın temelden iptal edilmesinin mümkün olduğu gerekmektedir.
Halbuki yüce Allah, fıtratla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Sen
yüzünü, Allah'ı birleyici olarak doğruca dine çevir; Allah'ın yaratma
kanununa ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması değişti-
rilemez" (Rûm, 30) Bu ayette yüce Allah tevhit esaslı dinin fıtrî
olduğunu belirtmiştir. Bu arada fıtratın da hiçbir değişime tâbi
olmadığını dile getirmiştir. İnsanların sıkıntı anlarında dini Allah'a
has kılarak sırf O'na yöneldiklerini ifade eden başka ayetler de bu
gerçeği pekiştirmektedirler.
Kaldı ki, zorluk zamanında tek ilâha yönelme ve maddî sebeplerden
ilgiyi kesme gerçeğini zorunlu olarak kendi vicdanımızda gözlemleyebiliyoruz.
Bu hususta ilkel insan ile, günümüzün insanı arasında en
küçük bir farklılık kesinlikle yoktur.

43) Hiç olmazsa, onlara azabımız geldiği zaman yalvarsalardı! Fakat
kalpleri katılaştı...


Ayetin orijinalinin başında bulunan "levlâ" edatı, ya teşvik ya da olumsuzlama
anlamında kullanılmıştır. Ancak ayetin, akışı içinde olumsuzluk
anlamını her hâlükârda ifade ettiğini söyleyebiliriz. Bunun
kanıtı da, "Fakat kalpleri katılaştı." ifadesidir. Kalbin katılığı,
En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 269
yumuşaklığının karşıtı bir durumdur. Bu durum, insanı etkileme özelliğine
sahip bir şeyi gözlemlerken ya da etkili bir sözü dinlerken etkilenmemesi
durumudur.
Buna göre, ayetin anlamı şöyledir: Onlar, Rablerinin azabı geldiği sırada
yalvarmadılar, alçalarak Rablerine dönmediler. Bilâkis, nefisleri
bu durum karşısında en ufak bir etkilenme göstermedi. Kendilerini
yüce Allah'ı anmaktan alıkoyan şeytanî amelleriyle övünüp eğlenmeye
daldılar. Durumlarını düzeltme yönünde bağımsız etkinliğe sahip
ol-duklarını düşündükleri zahirî sebeplere takılıp kaldılar.

44) Kendilerine yapılan uyarıları unutunca, her şeyin kapılarını onlara
açtık...


Her şeyin kapılarının açılmasından maksat, insanların hayatın meziyetlerinden
yararlanmak için uğruna birbirleriyle yarışıp rekabet ettikleri
mal, evlât, sağlık, refah, bolluk, can güvenliği, etkinlik ve kuvvet
gibi dünyevî nimetlerin kendilerine verilmesidir. Herhangi bir sınırlandırma
ve engel söz konusu olmaksızın bolca verilmesidir. Nitekim
bir malın hazinesinden bir kimseye belli bir miktar ve ölçüde verilmek
istendiği zaman, hazinenin kapısı açılır ve dilediği şey kendisine
verildikten sonra tekrar kapısı kapatılır. Ama herhangi bir sınırlandırma
olmaksızın verilmek istendiği zaman, hazinenin kapısı ardına
kadar açılır ve kimsenin yüzüne kapatılmaz. Burada da onlara nimetlerin
ölçüsüzce verildiği, ayetin akışına uygun bir kinayeli anlatımla
dile getirilmiştir.
Ayrıca kapıyı açma ifadesi, özü itibariyle iyilikler ve nimetler için kullanılan
bir deyimdir. Kötülükler ve cezalar söz konusu olduğunda, bu,
daha çok vermeme şeklinde gerçekleştiği için, kapıyı kapama deyimi
bu duruma daha uygun düşmektedir. Nitekim şu ayetten buna ilişkin
bir işaret algılamak mümkündür: "Allah, insanlara bir rahmet açtı mı,
onu tutan olamaz; O'nun tuttuğunu da O'ndan sonra salacak yoktur."
(Fâtır, 2)
Tefsirini sunduğumuz ayetin orijinalinde geçen "mublisûn" ifadesi,
"eblese iblâsen" kökünden gelir. Ragıp İsfahanî der ki: "İblâs, şiddetli
karamsarlıktan kaynaklanan üzüntü demektir... Üzülen insan çoğunlukla
sessiz kaldığı ve içinde bulunduğu üzüntüden dolayı, önemli o-

270 ........................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

lan her şeyi unuttuğu için, susan ve kanıtı çürütülen bir kimse için de
'eblese' ifadesi kullanılır." (Ragıp'tan alınan alıntı burada son buldu.)
Bu durumda "feiza hum mublisûn" ifadesine uygun anlam; "donakaldılar,
söyleyecek sözleri, ileri sürecek kanıtları kalmadı"dır.

Dolayısıyla ayetin anlamı şu şekilde belirginlik kazanmaktadır: Onlar
kendilerine hatırlatılan ilâhî mesajı unuttukları veya ondan yüz çevirdikleri
için, onlara peyderpey her türlü nimeti verdik. Tam nimetler
tamamlanıp, bunlarla sevinip şımardıkları bir sırada onları ansızın
kıskıvrak yakalayıverdik. Nefesleri kesildi, ileri sürebilecekleri hiçbir
kanıtları kalmadı. Çünkü onlar, bunu hak etmişlerdi.

45) Böylece zulmeden toplumun ardı kesildi ve hamd, âlemlerin Rabbi
Allah'a mahsustur.


"Dübür" bir şeyin ardı, arkası, gerisi demektir. Karşıtı, bir şeyin önü
anlamına gelen "kubül" kelimesidir. Bu iki kelime ile, bir şeyin öndeki
ve gerideki parçaları kastedilir. Nitekim bundan dolayı, insanın ön
ve arka organlarına da kinayeli olarak bu isimler verilmiştir. Kimi
zaman bu iki ifadenin anlamsal kapasiteleri geniş tutularak öndeki
ve arkadaki parçalarından sonra gelen şey anlamında da kullanılır.
Bu anlamıyla bir şeyin önü ve arkası, onun bir parçası olan şeyleri
değil, ondan ayrı olan şeyleri ifade eder. Bu iki kelimeden anlamlarına
uygun fiiller de türetilmiştir: Akbele, edbere, kabbele, debbere,
tekabbele, tedebbere, istakbele ve istedbere gibi. Bu türevlerden biri
de, ayette geçen "dâbir" kelimesidir ve bir şeyin arkasında kalan, onun
ardından gelen şey demektir. Araplar, "ems'ud-dâbir=geride kalan
dün" derler. Nitekim, "âmun kabil=gelecek sene" de derler. Bu
anlamda "dâbir", bir şeyin izi, eseri anlamında da kullanılır. İnsanın
kendisinden sonrakilere bıraktığı şeyler ve diğer eserleri gibi. Dolayısıyla,
"Böylece zulmeden toplumun ardı kesildi." ifadesi, şu anlamı
ifade etmektedir: Helâk oluş, onların tümünü kapsamına aldı, onlardan
geriye bir iz, bir eser kalmadı. Veyahut da: Helâk oluş, onların
kökünü kuruttu, onlardan geriye tek bir kişi kalmadı. Nitekim bir ayette
şöyle buyurulmuştur: "Onlardan hiç geri kalan görüyor musun?"
(Hâkka, 8)
En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 271
"Zulmeden toplumun ardı" ifadesinde, zamir yerine zahir isim kullanılmıştır.
Yani, "ardları" denilmemiştir. Bununla, böyle bir hükmün
sebebine işaret etme amacı güdülmüştür. Buna göre, toplumlarının
yok edilmesinin ve ardlarının kesilmesinin sebebi, zulüm işlemeleridir.
Bu ifade, aynı zamanda, şu sonuç cümlesine de zemin hazırlamaktadır:
"Ve hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur. "
Onları zulümle nitelendiren ve âlemlerin Rabbi olma sıfatıyla yüce Allah'a
yönelik övgü içeren bu ayet, başlarına gelen köklerini kurutma
azabıyla ilgili olarak kınanması gerekenlerin kendileri olduğunu vurgulama
amacına yöneliktir. Çünkü onlar zulmeden bir topluluktu. Bu
hususta yüce Allah'a ancak güzel övgü yöneltilebilir. O, kendileriyle
ilgili olarak sadece ilâhî hikmetin gerektirdiği şekilde davranmıştır.
Onları, yürüdükleri bu yola O yöneltmemiştir. Bilâkis kendi istekleri
ve rızalarıyla, kendi kötü seçimleriyle böyle bir yolu izlemişlerdir. Bu
nedenle, rezillik, horluk ve kötülük kâfirlerin, hamd ve övgü de âlemlerin
Rabbi Allah'ındır.

46) De ki: "Düşündünüz mü hiç? Eğer Allah, işitme duyunuzu ve gözlerinizi
alsa, kalplerinizi mühürlese, Allah'tan başka bunları size getirecek
tanrı kimdir?" Bak, delilleri nasıl döndürüyoruz, sonra yine onlar yüz çeviriyorlar?!


İşitme duyusunu ve gözleri almak, sağır ve kör ederek işitme ve görme
gücünü almak demektir. Kalpleri mühürlemek ise, kalplerin kapılarını,
dışarıdan hiçbir şey algılamayacak şekilde kapatmak, kilitlemektir.
Algılama kapıları bu şekilde kilitlenen kalplerin, artık herhangi
bir konuda bir düşünce sahibi olmaları, yapılması gereken işleri
diğerlerinden ayırabilmeleri, yararlı olan iyi işleri, zararlı olan kötü
işlerden seçebilmeleri söz konusu olamaz. Ancak bu kalpler, hâlâ
akletme yeteneklerini büsbütün yitirmiş değillerdir. Çünkü aksi takdirde,
delilik ve akılsızlık durumu söz konusu olurdu.
Şu müşrikler, yüce Allah ile ilgili hak sözü işitmedikleri ve O'nun tek
ve ortaksız olduğuna ilişkin ayetleri görmedikleri için kalpleri işitme
ve görme organlarının hiçbir verisini alamayacak duruma gelmiştir.
Dışarıdan bu şekilde hiçbir veriyi algılayamayan kalpler, hakkı batıldan
ayıramazlar. Bu da gösteriyor ki, onların yüce Allah'ın ilâhlığı ve
272 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7
birliği ile ilgili görüşleri ve bu görüşlerine dayalı olarak geliştirdikleri
dinleri batıldır, geçersizdir.
Özetleyecek olursak; Allah'ın ortaklarının olduğunu söylemek, aslında
kendi kendini çürüten bir iddiadır. Şöyle ki: Allah'ın ortaklarının
olduğu yönündeki görüşün esası, bu ortakların aracılar ve şefaatçiler
oldukları şeklindeki anlayışa dayanmaktadır. Yani bu ortaklar bir yararın
elde edilmesi ve bir zararın bertaraf edilmesi için şefaatçilik ederler,
aracılık yaparlar. Allah'a ortak koşulan bu düzmece ilâhların
fonksiyonları sadece şefaatçilik olduğuna göre, yüce Allah mülkünde
dilediği gibi hareket etme yetkisine ve gücüne sahiptir. Bu hususta
hiçbir engel O'nun önüne geçemez, hiçbir karşıt O'nun önünü
kesemez. Şu hâlde, eğer Allah işitme ve görme organlarınızı sizden
alsa, kalplerinizi mühürlese, bunu yaparken sizin ortak koştuğunuz
düzmece ilâhların hiçbiri O'na karşı çıkamaz. Çünkü onlar, sizin iddianıza
göre sadece şefaatçidirler, aracıdırlar. Karşı çıkabilen zıtlar, rakip
tanrılar değiller. Dolayısıyla eğer Allah bunu yapsa, sizin bu özelliklerinizi
elinizden alsa, onlardan hiçbiri bunları size geri veremez.
Çünkü onlar şefaatçiler ve aracılardır, yaratma ve var etmenin kaynakları
değil.
Bunlar bir yarar sağlamaya veya bir zarar gidermeye güç yetiremediklerine
göre, onların tanrılıklarının anlamı ne? Çünkü ancak var eden,
yok eden ve evren üzerinde dilediği gibi tasarruf edebilen kimse,
ilâh olabilir. İnsan fıtratının da, şu evrenin bir ilâhının olmasını zorunlu
görmesinin tek nedeni, varlık âleminde gözlemlediği hayır ve şer
nitelikli olayların kaynağını var eden bir gücün olduğu yönündeki kanısıdır.
Dolayısıyla bir şey, yaşanan olaylar açısından bir yarar veya
zarar dokunduramıyorsa, onu ilâh olarak isimlendirmek boş bir sözden
öte bir şey değildir.
Sağlam bir akla ve ayırt etme gücüne sahip olan bir insan, insanlar
tarafından taştan veya ağaçtan ya da herhangi bir madenden yapılma,
insan zihninin tasarımı olan bir şekli, bir heykeli evrenin yaratıcısı,
evren üzerinde var etme ve yok etme tasarrufunda bulunan bir ilâh
olarak göremez. Aklı başında hiçbir insan, başkaları tarafından
imal edildiğini gözleriyle gördüğü, tanrı edinilen bir heykeli, bir putu
En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 273
evreni örneksiz yaratan bir mabut gibi algılayamaz.
Başka bir ifadeyle: Ulûhiyet kavramı, aracı şefaatçi anlamında bir ortaklığı
onaylamaz. Çünkü yapma ve yaratmanın kaynağı olma, özü itibariyle
dilediği gibi tasarruf etmede bağımsız olmayı ve yapılan/yaratılanın
boyun eğmesini hak etmede tek ve ortaksız olmayı gerektirmektedir.
Eğer ileri sürülen aracıların bağımsız iş yapma yetkileri
varsa, o zaman demek ki bunlar, aracı veya şefaatçi değil, asıl ve
kaynaktırlar. Yok eğer bağımsız hareket etmek gibi bir yetkileri söz
konusu değilse, o zaman bunlar için alet ve araç demek daha doğru
olur. Bu da demektir ki, onları meydana getiren ve kendileri üzerinde
ilâhlık yetkisine sahip olan biri vardır.
Bu nedenledir ki, evrendeki bütün sebepler, sadece ve sadece alet ve
araç fonksiyonuna sahiptirler. Yemenin doymanın sebebi, içmenin
kanmanın sebebi, anne babanın çocuğun dünyaya gelişinin sebebi,
kalemin yazmanın sebebi ve yürümenin mesafe katetmenin sebebi
olması gibi.
"Bak, delilleri nasıl döndürüyoruz (açıklıyoruz), sonra yine onlar yüz
çeviriyorlar?!" Delillerin döndürülüp çevrilmesi, onların insanların anlamalarını
sağlayacak ifadelerle sunulması demektir. "es-Sudûf" ise,
yüz çevirme, arkasını dönme anlamına gelir. Bir şeyden yüz çevrildiği,
ona eğilim gösterilmediği zaman, "sadefe/yesdifu/sudûfen" fiili kullanılır.

47) De ki: "Düşündünüz mü hiç? Eğer Allah'ın azabı ansızın ya da açıkça
size gelse..."


Ayette geçen "cehreten" kelimesi, kuşkuya yer bırakmayan tam açıklık
demektir. Bu yüzden, ansızın gelmek anlamına gelen
"bağteten" kelimesine karşılık olarak kullanılmıştır. Çünkü bir şey
ansızın geldi mi, kişi ancak onunla karşılaştıktan, o şey kendisini kuşatıp
sardıktan sonra o şeyi fark eder, dolayısıyla ona tedbir alıp sakınma
imkânını bırakmaz.

Ayetin akışı içinde sunulan bu kanıt bağlamında genel olarak şu hususa
dikkat çekiliyor: Zalimler, Allah'ın azabından yana büyük bir tehlike
içindedirler. Bu, atlatabilecekleri veya onlardan şaşıp başkalarına
dokunacak bir azap değildir. Şaşması ve sapması olmayan

274 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

bir azaptır. Ardından da, onların zalim olmalarının nedeninin, ilâhî
davetin dışına çıkmaları, Allah'ın ayetlerini yalanlamaları olduğu açıklanıyor.
Hiç kuşkusuz, azabın anlamı; suçlunun kendisine zarar veren, kendisini
çökerten bir cezayla karşılaşmasıdır, suçunun cezasını görmesidir.
Bir suç da ancak zulüm niteliğine sahip olunarak işlenir. Buna
göre, eğer Allah katından üzerlerine bir azap indirilecek olursa, bu
azap ancak zalim olanları helâk eder. Tefsirini sunduğumuz ayet bunu
açık-lıyor, sonraki iki ayet de onların zalim olduklarını bildiriyor.

48-49) Biz, elçileri ancak müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndeririz...
Ayetlerimizi yalanlayanlara gelince... onlara azap dokunacaktır.


Bu iki ayette, onların zalimler oldukları belirtiliyor. Dolayısıyla eğer Allah'ın
azabı kendilerine gelecek olursa, zalimler oldukları için onlardan
başkası helâk olmayacaktır.

Nitekim ayetlerin akışında bir değişiklik yapılmasının ve açıklamanın
doğrudan Peygamberimize (s.a.a) yöneltilmesinin nedeni de budur.
Bununla, Allah'ın azabının niteliğini onun haber vermesi amaçlanıyor.
Çünkü onun böyle bir azabın varlığından haber vermesi, bahaneleri
daha etkili bir şekilde ortadan kaldırır. Bu arada birinci çoğul şahıs
kipi kullanılarak kararın, azamet sahibi ulu bir makamdan çıktığına
işaret edilmek istenmiştir.

Buna göre yüce Allah, Peygamberi'ne (s.a.a), onlara bir kanıt sunmasını
ve bu kanıt bağlamında onlara, eğer Allah'ın azabı gelecek
olursa, bu azabın onlardan sadece zalim olanları helâk edeceğini bildirmesini
emrediyor. Ardından yüce Allah, elçisine şöyle buyuruyor:
Sana kanıtı sunan ve azabı indirecek olan biz, sana haber veriyoruz
ki: Biz, elçileri ancak müjdelemek ve uyarmak için gönderiyoruz. Artık
kim inanır ve durumunu düzeltirse, onun için herhangi bir olumsuzluk
söz konusu değildir. Kim de ayetlerimizi yalanlarsa, fasıklık
yapıp kulluk sınırlarının dışına çıktığı için, azabımız ona dokunur. O
hâlde, kendilerine baksınlar, hangi grubun mensubudurlar?!
Önceki bölümlerde iman, ıslâh ve fısk kavramlarının anlamları, ayrıca
korku ve üzüntünün müminlerden giderilmiş olmasının anlamı ü

En'âm Sûresi / 74-83 ..................................................................... 275

zerinde yeterli açıklamalarda bulunmuşuzdur.

50) De ki: "Ben size, 'Allah'ın hazineleri benim yanımdadır.'
demiyorum. Gaybı da bilmem. Size, 'Ben bir meleğim.' de demi-yorum.
Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum." De ki: "Kör ile gören hiç bir olur
mu?..."


"Allah'ın hazineleri"nden maksat, şu ayette ifadesini bulan husus olsa
gerektir: "De ki: Eğer siz Rabbimin rahmet hazinelerine sahip olsaydınız,
harcamaktan korkarak tutardınız."
(İsrâ, 100) Bu ayette sözü
edilen rahmet hazinelerinin etkileri ise, şu ayette açıklanmaktadır:
"Allah, insanlara bir rahmet açtı mı, onu tutan olamaz." (Fâtır, 2) Burada
varoluş bağışına işaret ediliyor. Ki bu bağış, Allah katından eşyaya
varoluş ve varoluşun etkileri şeklinde yansımaktadır. Yüce Allah
bir ayette bu hususa şu açıklığı getirmektedir: "O'nun işi, bir şeyin
olmasını istedi mi, ona, sadece 'Ol' demektir, hemen oluverir." (Yâsîn,
82) Burada, bu bağışın kaynağının yüce Allah'ın azamet ve ululuk
makamından sadır olan "Ol" sözü olduğu belirtiliyor. Bu gerçeğe diğer
bir ayette şu şekilde işaret edilmiştir: "Hiçbir şey yoktur ki onun
hazineleri, bizim yanımızda olmasın; ama biz onu bilinen bir ölçü ile indiriyoruz."

(Hicr, 21)

Şu hâlde, Allah'ın hazinelerinden maksat, kendisinden sâdır olması
suretiyle dilediği şeyi veren makamdır. Bu makam bir şeye varlığını
vermekle tükenmez, bahşetme ve dağıtma ile âciz duruma düşmez.
Bu da, yüce Allah'a özgü bir makamdır. Onun dışındakiler, kim ve ne
olursa olsunlar, sınırlıdırlar, yanlarında bulunan şeyler de bir ölçüye
tâbidir. Onlardan bir şey verdiklerinde, verdikleri oranda eksilir. Durumu
bundan ibaret olan bir kimse de, yoksulu zengin kılma gücüne
sahip olmaz, isteyeni razı edemez, isteklere karşılık veremez.
"Gaybı da bilmem." Burada kendisine vahyedilmeyen bağımsız bir
bilgiden söz ediliyor. Çünkü yüce Allah, ifadenin sonunda ayrıca vahiy
olgusuna işaret ediyor, "Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum."
buyurarak. Nitekim ulu Allah, Kur'ân'ın birçok yerinde, peygamberlerine
vahyettiklerinin bir kısmının gaybın kapsamına girdiğini belirtmektedir.

"Gaybı bilen O'dur. Razı olduğu bir elçi dışında kimseyi
gaybına vâkıf kılmaz. "
(Cin, 26-27) Bir yerde de, Yusuf kıssasını anlat-

276 ......................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

tıktan sonra şöyle buyuruyor: "Bunlar, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir.
Onlar kararlarını verip tuzak kurarlarken sen yanlarında
değildin."
(Yûsuf, 102) Meryem kıssasının kapsamında da şöyle buyuruyor:
"Bunlar, gayb haberlerindendir; bunları sana vahyediyoruz. Onlardan
hangisi Meryem'in bakımını üstlenecek diye kalemleriyle kur-
'a atarlarken, sen yanlarında değildin; çekişirlerken de yanlarında
değildin."
(Âl-i İmrân, 44) Nuh kıssası anlatıldıktan sonra da şöyle buyuruyor:
"Bunlar, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Ne sen, ne de
kavmin, daha önce bunları bilmiyordunuz."
(Hûd, 49)

Şu hâlde, tefsirini sunduğumuz ayetin akışı içinde Peygamberimizin
gaybı bilmesini olumsuzlamaktan maksat, Peygamberimizin varlığı
itibariyle, öz doğasından kaynaklanan bir yetenek olarak kendisine,
normal insanların bilmelerine imkân bulunmayan varlıkların gizliliklerinden
hiçbir şeyin gizli kalamayacağı bir donanıma sahip olmasını
olumsuzlamaktır.

"Size, 'Ben bir meleğim.' de demiyorum." Bu ifade, yemek, içmek ve
cinsel birleşme gibi meleklerin gereksinim duymadıkları maddî ihtiyaçlardan
uzak olma durumunu olumsuzlama amacına yönelik bir
kinayedir. Başka ayetlerde de bu duruma işaret edilmiştir: "De ki:
Ben de sizin gibi bir beşerim... bana vahyolunuyor." (Kehf, 110) Tefsirini
sunduğumuz bu ayette, Peygamber'in insan oluşunun altının çizilmesi
yerine, onun melek olmadığının vurgulanması tercih edilmiştir.
Bununla, onların şu ayette ifade edilen türden itirazlarına cevap verme
amacı güdülmüştür: "Bu ne biçim elçi ki yemek yiyor, çarşılarda
geziyor?!" (Furkan, 7)

Buradan da anlıyoruz ki, tefsirini sunduğumuz ayet, olumsuzlama üstüne
olumsuzlama içermekle, bir bakıma onların çeşitli önerilerine
ve itirazlarına cevap vermeyi hedeflemektedir. Nitekim onlar, Peygamberimizden
mucize nitelikli ayetler istemişlerdi ve normal insanlar
tarafından sergilenen davranışlar sergilemesini bir elçi açısından
tuhaf karşılamışlardı. Nitekim şu ayet onların bu tutumlarını dile getirmektedir:
"Dediler ki: Bu ne biçim elçi ki yemek yiyor, çarşılarda
geziyor?! Ona, kendisiyle beraber uyarıcı olacak bir melek indirilseydi
ya! Yahut üstüne bir hazine atılsaydı, ya da ürününden yiyeceği bir

En'âm Sûresi / 74-83 ...................................................................... 277

bahçesi olsaydı ya!" (Furkan, 7-8)

Buna şu ayetleri de örnek gösterebiliriz: "Dediler ki: Yerden bize bir
göze fışkırtmadıkça, yahut senin hurmalardan ve üzümlerden oluşan
bir bahçen olup aralarından ırmaklar fışkırtmadıkça, yahut iddia ettiğin
gibi (azap olarak) üzerimize gökten parçalar düşürmedikçe, yahut
Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmedikçe, yahut altından bir evin
olmadıkça... sana inanmayız... De ki: Rabbimin şanı yücedir. Ben,
sadece elçi olarak gönderilen bir insan değil miyim?"
(İsrâ, 90-93)
"Sana alaylı alaylı başlarını sallayacaklar ve 'Ne zaman o?' diyecekler."
(İsrâ, 51) "Sana kıyamet saatini soruyorlar; 'Gelip çatması ne zaman?'
diye."
(A'râf, 187)

Buna göre, "De ki: Ben size... demiyorum..." ifadesi şu anlama gelmektedir:
Ben sizi, çağırdığım şeye çağırırken, tebliğ ettiğim şeyi size
tebliğ ederken, insanların normal hâli olarak üzerinde bulunduğum hâlin
ötesinde bir iddiada bulunmuyorum ki siz, bu iddiaları kanıtlamamı
isteyesiniz de ben de sizin bu isteklerinize cevap veremediğim için yalancı
durumuna düşeyim. Ben, Allah'ın hazinelerine sahip olduğumu
söylemi-yorum ki, siz benden pınarlar fışkırtıp nehirler akıtmamı veya
bir bahçe yaratmamı ya da altından bir ev yapmamı isteyesiniz. Ben
gaybı biliyorum demedim ki, sizin kıyamet saati gibi gayb perdesinin
gerisinde olan suallerinize cevap vereyim. Ayrıca ben, size melek olduğumu
söylemedim ki, yemek yememi, su içmemi ve mal kazanmak için
çarşılarda dolaşmamı gerekçe göstererek sözlerimin batıl olduğunu
söyleyesiniz.

"Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum." ifadesi, kendilerini Allah-
'a davet etmesi bağlamında onunla ilgili olarak söyledikleri mesnetsiz
yakıştırmaların bertaraf edilmesinden sonra, gerçek iddiasını açıklamaya
yöneliktir. Demek isteniyor ki: Ben Allah'ın elçisiyim demek,
Allah'ın hazineleri benim yanımdadır, ben gaybı bilirim ve ben
bir meleğim anlamına gelmez. Bu sözün anlamı şudur: Benim size
söylediklerimi Allah bana vahyediyor.

Dikkat edilirse, bu gerçek, bir iddia şeklinde de ileri sürülmemiş, bunun
yerine: "Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum." denilmiştir.
Bununla da, onun sadece kendisine vahyedilenleri tebliğ etmekle yü-

278 ........................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

kümlü olduğuna işaret ediliyor. Onun görevi, yalnızca kendisine vahyedilene
uymaktır, başka değil. Bunun ışığında ayetin akışı ile birlikte
şöyle bir sahne canlanıyor zihnimizde: Peygamberimiz, "Ben size şunu
şunu söylemiyorum." dedikten sonra, onlar da şu karşılığı veriyorlarmış
gibi: "Öyleyse sen de bizim gibi âciz bir insan olduğuna ve bize
karşı herhangi bir ayrıcalığın ve meziyetin bulunmadığına göre, bizden
ne istiyorsun?" O da onlara şu cevabı vermiştir: "Ben, sadece bana
vahyolunana uyuyorum. Buna bağlı olarak size müjde veriyorum
ve sizi uyarıyorum. Sizi tevhit dinine davet ediyorum."
Bu çıkarsamamızı kanıtlayan bir unsur da hemen sonrasında yer alan
şu ifadedir: "De ki: Kör ile gören hiç bir olur mu? Düşünmüyor musunuz?"
Bu ifadenin anlamı, ayetin akışını esas aldığımızda, şu şekilde
belirginleşmektedir: Ben insanlık ve âcizlik bakımından sizinle aynı seviyede
olsam bile, bu, sizi bana tâbi olmaya davet etmeme engel olmaz.
Çünkü Rabbim, size değil de bana vahiy indirmekle, sizden ayrı
olarak beni bir basiret sahibi kılmıştır. Bu bakımdan ben ve sizler, gören
kimseyle kör kimse gibiyiz. Kör ile gören kimse, insanlık açısından
eşit olsalar da kategorik olarak eşit değildirler. Bu ikisinin içinde bulundukları
durum üzerinde düşündüğümüz zaman şu yargıya varırız:
Kör insan gören insana uymalıdır. Cahil de âlime uymakla yükümlüdür.

51) Rablerinin huzurunda bir araya getirileceklerinden korkanları onunla
uyar; Onların O'ndan başka ne bir velileri, ne de bir destekçileri yoktur;
belki korunurlar.


Ayetteki "onunla" zamiri Kur'ân'a dönüktür. Bunu, bundan önceki ayette
geçen, "Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum." ifadesinden
anlıyoruz. "O'ndan başka ne bir velileri, ne de bir destekçileri yoktur."
ifadesi, cümle içinde, "korkma" veya "bir araya getirilme" fiilleriyle ilintili
hâl konumundadır.

Ayette geçen "korkma" ifadesiyle, bilinen anlamı kastedilmiştir. Bilgi
ve benzeri bir anlam değil. Çünkü ayetin akışından ilk etapta algılanan
anlamdan hareketle buna ilişkin bir kanıt bulmak mümkün
görünmüyor. Rablerinin huzurunda bir araya getirileceklerinden korkanlara
yönelik uyarı emri, uyarının hem onları, hem de başkalarını
kapsayacak şekilde genel olmasına engel oluşturmaz. Nitekim

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................ 279

bundan önceki ayetlerin birinden de böyle bir anlam elde etmek
mümkündür: "Bu Kur'ân bana vahyolundu ki, onunla sizi ve ulaştığı
herkesi uyarayım."
(En'âm, 19) Dolayısıyla, uyarının özellikle onlarla ilgili
olarak gün-deme getirilmesinin nedeni, Allah'ın huzuruna toplanma
korkusu taşıyanların uyarıyı daha çabuk dikkate alacakları, daveti
daha iyi anlayabilecekleridir. Bu yüzden uyarı sırf onlara özgü olarak
dile getirilmiş ve onların bu niteliklerine vurgu yapılmıştır. Amaç,
Peygamber'in onların davetiyle özellikle ilgilenmesi, onları başkalarının
yerine koyma-masıdır. Çünkü konumları itibariyle onlar hakka
daha yakındırlar ve iman etmelerine yönelik ümit daha güçlüdür. Dolayısıyla
bu ayeti, insanların uyarılmasını emreden diğer ayetlerle birlikte
düşündüğümüz zaman, şöyle bir anlam ifade ettiğini görüyoruz:
Bütün insanları uyar, özellikle Rablerinin huzurunda bir araya getirilmekten
korkanları.

"Onların O'ndan başka ne bir velileri, ne de bir destekçileri yoktur."
Burada, Allah'tan başkasının veliliği ve destekçiliği (şefaati) mutlak
olarak olumsuzlanmaktadır. Ancak başka ayetlerde bu mutlaklık kimi
kayıtlar altına alınmaktadır: "İzni olmaksızın O'nun katında şefaatte
bulunacak kimdir?"
(Bakara, 255) "Allah'ın razı olduğundan başkasına
şefaat etmezler."
(Enbiyâ, 28) "O'ndan başka tanrı diye yalvardıkları
şeyler, şefaat yetkisine sahip değillerdir. Ancak bilerek hakka
şahitlik edenler bunun dışındadır."
(Zuhruf, 86)

Tefsirini sunduğumuz ayette, böyle bir istisnaya başvurulmamasının
sebebi, hitabın putperestlere yönelik olmasıdır. Onlar, putların veliler
ve şefaatçiler olduklarını savunuyorlardı. Putlara böyle bir yetki yakıştırırken
izin veya yetki verme gibi bir kayda da yer vermiyorlardı.
Çünkü ilâhî izinden kaynaklanan velilik ve şefaat iddiası, Allah'ı bilmeyi,
bunun yanında vahyi ve peygamberliği bilmeyi gerektirmektedir.
Putperestlerse, peygamberliği bilmez, kabul etmezlerdi. Putları
için kabul ettikleri velâyet ve şefaati, onların kendilerinden kaynaklanan,
doğalarının zorunlu bir gereği olarak algılarlardı. Onlara göre,
putlarının bu yetkileri, Allah'ın iznine bağlı değildi. Varlıklar içinde
güçlü olanlar, Allah izin vermese de, doğaları gereği zayıf olanlar üzerinde
belli bir tasarrufta bulunabilirlermiş gibi. Dilersen şöyle de diye

280 ......................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

bilirsin: Güçlü varlıkları yaratmak, doğası itibariyle, onların kendilerinden
aşağı olanlar üzerinde tasarruf etmelerine ilişkin zorunlu bir
izni barındırmaktadır.

Kısaca özetleyecek olursak, "Onların O'ndan başka ne bir velileri, ne
de bir destekçileri yoktur." denilmiş, ama "O'nun izni olmadan" şeklinde
bir kayda yer verilmemiştir. Çünkü müşrikler, putların hiçbir sınırlanma
olmaksızın veliler ve şefaatçiler olduklarını söylüyorlardı. Şu
hâlde, onların Allah'ın dışında veli ve şefaatçi edindikleri şeylerin bu
özelliklerinin olumsuzlanması, kendi ispatlarına denk bir olumsuzlanmanın
gerçekleşmesi amacına yöneliktir. Böyle bir konuyla ilgili
istisna, aynı konuyu işleyen başka ayetler açısından olumlu olsa bile,
bu ayetin akışının bu özelliğinden dolayı yersiz olur.

Şimdiye kadar yapılan açıklamalardan anlaşılıyor ki ayet, zahirinin
mutlaklığı itibariyle, Allah'ın ayetlerinin hatırlatılması karşısında, kıyamet
günü ilâhî huzurda toplanma dolayısıyla kalbinde korku duyan
herkesin uyarılmasını öngörmektedir. Bunların Ehlikitap gibi haş-re
iman edenler veya putperestler ya da başkaları gibi inanmayanlar
olması bu açıdan fark etmez. Çünkü onlar da, haşre inanmasalar bile,
olabileceğine ihtimal verirler. Dolayısıyla buna ilişkin ihtimal veya
zan, içlerinde bir korkunun belirmesine neden olabilmektedir. Çünkü
bir şeyden korkmak, gerçekleşeceğine kesin olarak inanılmasa bile,
sırf olabileceği ihtimaliyle de söz konusu olabilir.

Müfessirler bu ayetle ilgili olarak farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.
Kimine göre, bu ayet, haşre iman eden müminler hakkında nazil olmuştur
ve bunlar, bir sonraki ayette yer alan, "Rablerinin yüzünü (rızasını)
isteyerek sabah akşam O'na yalvaranları kovma." ifadesinde
işaret edilen kimselerdir. Bazı müfessirlere göre, bu ayet, putperest
müşriklerden, ölümden sonra haşrin olmasına ihtimal veren bir grup
hakkında inmiştir. Gerçi suredeki hitaplar, surenin akışı itibariyle
Kureyş veya Arap müşriklerine yönelik olmakla birlikte, Mekke müşriklerinin
veya Arap müşriklerin içinde, surenin indiği dönemde, bu
görüşü savunan birine rastlanmamıştır. Diğer bazı müfessirlere göre
de, bunlardan maksat, Müslüman veya Ehlikitap, haşre iman eden
herkestir. Uyarının bütün insanlara yöneltilmesi gerekirken, özellikle

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................... 281

bunların uyarılmasının istenmiş olmasının nedeni, ahiretin varlığını
kabul etmelerinden dolayı, kanıtın öncelikle onlar açısından gerekli
ve bağlayıcı olmasıdır.

Ne var ki, ayette sadece haşirden korkma nitelikleri esas alınmıştır.
Bir şeyden korkmak ise, onun tam olarak gerçekleşmesine inanmaya
veya o şeyin varlığını kesin olarak kabul etmeye tekabül etmez.
Bilâkis, iki tarafı eşit düzeyde muhtemel bulma anlamında şüphe ve
iki taraftan birinin ağır basması anlamında zan da, tıpkı bilme gibi,
korkuyla bir araya gelebilir, korkmaya sebep olabilir. Bu, oldukça açıktır.

Bu bakımdan ayet, Peygamber efendimizi (s.a.a), hangi gruba mensup
olursa olsun, yüzünde korku belirtilerini gözlemlediği herkesi uyarmaya
teşvik etmektedir. Çünkü dinî davetin temelini, haşir, kötülük
ve iyiliklerin hesaplanması ve bunların karşılıklarının eksiksiz bir
şekilde verilmesi prensibi oluşturmaktadır. Dinî davetin bir kimse üzerinde
az da olsa etki bırakması için, o kimsenin haşri muhtemel
görmesi ve bu ihtimalin gerçekleşmesinden korku duyması gerekir.

Bu ihtimalin gerçekleşme oranı arttıkça korku da artar ve buna paralel
olarak da dinî davetin etkisi güçlenir. Nihayet kişi, yakinî inanç düzeyine
ulaşır ve karşıt ihtimal tamamen ortadan kalkar. Bu noktada
dinî davetin etkisi eksiksiz olarak kendini gösterir.

52) Rablerinin yüzünü (rızasını) isteyerek sabah akşam O'na yalvaranları
kovma.


Bir sonraki ayette yer alan, "Böylece biz, onların kimini kimi ile denedik..."
ifadesinden de anlaşılacağı gibi, ayetin akışı gösteriyor ki, Peygamberimizin
(s.a.a) kavminden bazı müşrikler, Peygamberimize
(s.a.a) yanındaki zayıf ve yoksul kimseleri kovmasını önermişlerdi. Allah
da bu ayette onu, bu işi yapmaktan men etmektedir.

Arap müşriklerinin bu önerisinin benzerini, geçmiş ümmetlerin ileri
gelen müstekbirleri de kendi elçilerine yöneltmişlerdi. Büyüklük duygusuna
ve gurura kapılarak, peygamberlerine, yanlarındaki zayıf ve
yoksul müminleri kovmalarını istemişlerdi. Nitekim yüce Allah, Nuh
kavminin böyle bir davranış içine girdiğini ve Nuh'un da onlara karşı,
tefsirini sunduğumuz bu ayetlerin içerdiği kanıtlara benzer kanıt-

282 ........................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

larla cevap verdiğini bize anlatmaktadır. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Kavminden ileri gelen inkârcı grup dedi ki: 'Biz seni ancak bizim
gibi bir insan görüyoruz ve sana bizim basit görüşlü ayak takımlarımızdan
başkasının uyduğunu görmüyoruz. Sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü
de görmüyoruz; tersine sizi yalancı sanıyoruz.' Dedi ki:
'Ey kavmim, ya ben Rabbimden apaçık bir delil üzerinde isem ve O,
kendi katından bana bir rahmet vermiş de bu sizin gözlerinizden
gizli kalmışsa, buna ne dersiniz? Siz onu istemezken, onu zorla mı
size kabul ettireceğiz?! Ben iman edenleri kovacak değilim; onlar
Rablerinin huzuruna gidecek (yaptıklarının hesabını verecek)ler...'
Ben size, 'Allah'ın hazineleri benim yanımdadır.' demiyorum. Gaybı
da bilmem. 'Ben bir meleğim.' de demiyorum. Sizin gözlerinizin hor
gördüğü kimseler için, 'Allah onlara bir hayır vermeyecektir.' de
demiyo-rum. Allah, onların içlerinde olanı daha iyi bilir. Böyle bir
şey yaptığım (onları kovduğum) takdirde, ben mutlaka zalimlerden
olurum."
(Hûd, 27- 31)

Yukarıda sunduğumuz ayetlerle, tefsirini sunduğumuz ayetleri birlikte
ele aldığımız zaman, rızasını isteyerek sabah akşam Rablerine
yalvaranlarla, müminlerin kastedildiğini anlıyoruz. Sabah akşam
Rablerine yalvarmalarının, dua etmelerinin -ki bu namaz kılmaları ya
da mutlak olarak dua etmeleri demektir- zikredilmesinin nedeni,
başka hiç kimsenin karışmadığı şekilde Rableriyle irtibat hâlinde oluşlarına
işaret etmektir. Bir de az sonra yer alacak, "Allah, şükredenleri
daha iyi bilmez mi?" ifadesine açıklık getirmektir.

"Yüzünü (rızasını) isteyerek" Yani, Allah'ın yüzünü (rızasını) isteyerek.
Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde şöyle der: "el-Vech kelimesinin
asıl anlamı bir organ olan yüzdür. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:
'Yüzlerinizi ve ellerinizi yıkayın.' [Mâide, 6] 'Ateş yüzlerini
kaplar.'
[İbrâh'im, 50] Yüz, ilk karşılaşılan ve de bedenin görünen kısmının
en şerefli sayılan bir organı olduğu için, her şeyin ön tarafı, en
şerefli kısmı ve başlangıcı için kullanılır olmuştur. Örneğin, 'Falan şeyin
yüzü (ön tarafı)' ve 'Günün yüzü (başlangıcı)' gibi ifadeler kullanılmıştır.
Hatta şu ayette zat anlamında da kullanıldığı söylenmiştir:
'Yalnız Rabbinin celâl ve ikram sahibi yüzü baki kalır.' [Rahmân, 38]

En'âm Sûresi / 74-83 ................................................................... 283

Bazılarına göre, 'Rabbinin yüzü'nden maksat, zatıdır. Diğer bazılarına
göre ise, burada yüz kelimesiyle, salih amellerle Allah'a yönelme
kastedilmiştir."

Ragıp devamla şöyle der: "Bazılarına göre, 'Nereye yönelirseniz yönelin,
orası Allahın vechidir.'
[Bakara, 115] 'Allah'ın vechi hariç her şey
helâk olucudur.' [Kasas, 88] 'Allah'ın vechini isteyenler.' [Rûm, 38] 'Size
Allah'ın vechi için yediriyoruz.' [İnsân, 9] ayetlerinin tümünde geçen
'vech' kelimesi, Allah'ın zatı anlamında kullanılmıştır. Bu demektir ki,
Allah'tan başka her şey helâk olacaktır. Bu anlam, benzeri tüm ayetler
için de geçerlidir. Bir rivayete göre, bu değerlendirme Ebu Abdullah
b. Rıza'ya sorulmuş ve o da şu cevabı vermiştir: 'Subhanallah!
Andolsun, büyük bir laf etmişlerdir. Oysa 'vech' kelimesiyle, işlerin
yönelik olduğu amaç kastedilmiştir. Bu da şu demektir: Kulların bütün
amelleri helâk olur, boşa gider, Allah'a yönelme amacı güdülen
ameller hariç. 'Onun vechini isteyerek' ve 'Allah'ın rızasını isterler' ifadelerinde
de bu anlamda kullanılmıştır." (el-Müfredat'tan alınan alıntı
burada sona erdi.)

Ben derim ki: "Vech" kelimesinin bir organ olan yüz anlamından, bir
şeyin başka bir şeyle karşılaştığı yönü anlamına geçilerek anlam ve
kullanım genişliğine kavuştuğu, şüphe edilmeyecek bir gerçektir. Kelimelerin
anlamlarının gelişme sürecinde bu, bilinen bir şeydir. Fakat,
biraz dikkat edilirse, yüz kelimesiyle zatın kastedilmesinin pek de
mümkün olmadığı görülür. Çünkü ne olursa olsun bir şey, ancak özünün
(zatının) görünen ve ortada olan sıfat ve isimlerinden biriyle başka
bir şeyin karşısına çıkar, ona kendisini gösterir. Bilgi de bu sıfat ve
isimlere taalluk eder. Biz, bildiğimiz bir şeyi, onun sıfatları veya isimlerinden
biri aracılığıyla biliriz. Sonra, bu bilgimizden hareketle onun
zatını, özünü kanıtlarız. Ama kesinlikle onun zatına, özüne direkt olarak
dokunamayız.

Çünkü bizler, varlıkları öncelikle duyu organları aracılığı ile algılarız.
Bunlarsa ancak şekiller, çizgiler ve nitelikler gibi özellikleri algılayabilirler.
Bu açıdan zatı ve özü algılamamız söz konusu değil. Sonra algıladığımız
bu özelliklerden hareketle, bunların bir de zatları ve özleri
olduğunu ve o arazlar ve sıfatların (özelliklerin) bu zatlarla kaim ol-

284 ........................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

duğunu anlarız. Çünkü arazlar ve sıfatlar, tâbidirler. Tâbiler de, kendilerini
ayakta tutacak bir şeye ihtiyaç duyarlar. Dolayısıyla, "Zeyd'in
zatı, özü" dediğimiz zaman, gerçekte bu sözle, Zeyd'in sıfatları ve özelliklerine
kıyasla kendimizin kendi sıfatlarımız ve özelliklerimize
olan nispetimiz, izafemiz gibi bir nispeti, izafesi olan bir şeyi kastediyoruz.
Şu hâlde zatların, özlerin kavranması, daima bir tür kıyas ve
izafeyle birlikte olan düşünsel bir kavrayıştır.

Mahiyeti (belli bir sınırı) olan zatların, düşünsel olarak eksiksiz bir şekilde
kavranması, ancak onların sıfatları ve etkileri aracılığıyla, bir tür
kıyas ve izafe yardımıyla gerçekleştiğine göre, zatı için sınır, varlığı için
sonluluk söz konusu olmayan yüce Allah açısından durum daha
açık ve daha belirgindir. Çünkü bir şey hakkında bilgi sahibi olmak,
ancak o şeyin sahip olduğu şeylerin sınırlarının belirlenmesiyle mümkündür.

Bu açıdan yüce Allah'ın bilgice kuşatılması mümkün değildir:
"Bütün yüzler, o diri olan ve her şeyi ayakta tutan yüce zata boyun
eğmiştir." (Tâhâ, 111) "O'nu bilgice kuşatamazlar." (Tâhâ, 110)
Bir şeyin yüzü (vechi), başka bir şeye yönelik olan tarafı demektir. Bu
nedenle, aynı kökten türeyen ve işaret edilen taraf anlamına gelen
cihet (yön) de, yüz (vech) sayılmaktadır. Çünkü işaret yoluyla belirlenen
şey açısından yön (cihet), başkasına yönelen bir insanın yüzü konumundadır.
Bu açıdan salih ameller Allah'ın yüzü gibidirler. Yıkıcı,
bozguncu ameller de şeytanın yüzüdürler. Aşağıdaki ifadeleri, bu anlama
yormak mümkündür: "Allah'ın yüzünü isteyenler." [Rûm, 38] "Biz
size Allah'ın yüzü için yediriyoruz." (İnsan, 9) Ve benzeri diğer ayetler.
Aynı şekilde, yüce Allah'ın onlarla yarattıklarına yöneldiği rahmet, yaratma,
hidayet gibi fiilî sıfatları, hatta yüce Allah'ı bir şekilde bilmemize
yarayan hayat, ilim ve kudret gibi zatî sıfatları, Allah'ın yüzüdürler.
Allah, bunlar aracılığıyla yarattıklarına yönelir, yarattıklarıyla karşılaşır.
Şu ayetin buna işaret ettiğini, hatta delâlet ettiğini söyleyebiliriz:
"Yalnız Rabbinin celâl ve ikram sahibi yüzü baki kalacaktır."
(Rahmân, 27) Çünkü, ayetin zahirinden algıladığımız kadarıyla "celâl
ve ikram sahibi" ifadesi, "yüz"ün sıfatıdır, "Rabb"in değil. Bu inceliğe
özellikle dikkat edilmesi gerekir.

En'âm Sûresi / 74-83 ..................................................................... 285

Yüce Allah'ın tarafının O'nun yüzü ve yönü olarak kabul edilebileceği
anlaşıldığına göre, bir şekilde O'na izafe edilen, O'na yakın olduğu
kabul edilen şeylerin de O'nun yüzü olarak algılanması doğru olur. İsimleri,
sıfatları ve dini gibi; salih ameller gibi. Aynı şekilde peygamberler,
melekler, şehitler ve günahları bağışlanmış müminler de yüce
Allah'ın yüzü konumundadırlar.

Böylece şu hususlar açıklığa kavuşuyor:

Birincisi: Şu ayetlerin ifade ettikleri anlam zihnimizde belirginleşiyor:
"Allah'ın yanında bulunan bakidir." (Nahl, 96), "O'nun yanında bulunanlar,
büyüklük taslayıp O'na kulluk etmekten geri durmazlar." (Enbiyâ,
19), "Rabbinin yanında olanlar, büyüklük taslayıp O'na kulluktan geri
durmazlar ve O'nu tespih ederler." (A'râf, 206) Yine, Allah yolunda öldürülenlere
ilişkin şu ifadeyi de bu kategoride değerlendirebiliriz: "Bilâkis
onlar diridirler ve Rablerinin yanında rızıklanırlar." (Âl-i İmrân,
169), "Hiçbir şey yoktur ki, onun hazineleri bizim yanımızda olmasın."
(Hicr, 21)

Şu hâlde bu ayetleri, önceki ayetle birlikte değerlendirdiğimiz zaman,
bu olguların tümünün yüce Allah'ın baki oluşuyla beka ve sonsuzluk
kazandıklarını görürüz. Dolayısıyla bunların helâk olmaları, yok olup
gitmeleri mümkün değildir. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur:
"O'nun yüzünden başka her şey helâk olacaktır." (Kasas, 88) Bu ayetteki
sınırlandırma gösteriyor ki, bunların tümü Allah'ın yüzüdür. Diğer
bir ifadeyle, O'nun tarafına, O'nun cihetine düşmektedir. O'nun yanında,
O'nun tarafında mutmain olmuş, istikrar bulmuşlardır.

İkincisi: Kulun Rabbine yönelik isteğine konu olan şeyler, Allah'ın yüzü
konumundadır. Şu ayetlerdeki ifadeleri buna örnek gösterebiliriz:
"Rablerinin lütuf ve rızasını arayarak..." (Mâide, 2), "Rabbinden umduğun
bir rahmeti bekleyerek." (İsrâ, 28), "O'na yol arayın." (Mâide, 35)
Bütün bunlar, Allah'ın yüzüdür. Çünkü rahmet, rıza ve lütuf gibi fiillerinin
sıfatları, Allah'ın yüzü hükmündedir. Şimdiye kadar yaptığımız
değerlendirmelerden hareketle Allah'ın yolunu da O'nun yüzü sayabiliriz:
"Allah'ın yüzünü (rızasını) kazanmak için..." (Bakara, 272)
Onların hesabından sana bir sorumluluk yok, senin hesabından da onlara
bir sorumluluk yok.

286 ........................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Hesap; toplama, çıkarma ve benzeri işlemlerle sayıları kullanmak
demektir. Amellerin ayıklanması, değerlendirilmesi ve buna bağlı olarak
ücretlerin belirlenmesi veya bir sonuca varılması, toplama veya
çıkarma suretiyle sayıların kullanılmasından ayrı düşünülemeyeceği
için, bu iş, amellerin hesaplanması olarak isimlendirilmiştir.
Amellerin hesaplanması, karşılıklarının eksiksiz verilmesine dönük
olduğuna ve karşılık verme de sırf Allah'a ait olduğuna göre, hesap
da Allah'ın kontrolü, denetimi ve yetkisi altındadır. Bunu şu ayetlerden
algılayabiliriz: "Onların hesapları yalnız Rabbime aittir." (Şuarâ,
113), "Sonra onların hesabını görmek de bize düşer." (Gâşiye, 26) Bu
anlamın, aşağıdaki ayete başka bir açıdan yansıdığını görüyoruz:
"Şüphesiz Allah, her şeyi (hakkıyla) hesaplayandır." (Nisâ, 86) Bu ifadeyle,
yüce Allah'ın her şey üzerindeki egemenliğine, hükümranlığına
ve denetimine işaret edilmiştir.

Şu hâlde, tefsirini sunduğumuz ayette, Hz. Peygamber'in, onların hesabından,
onların da onun hesabından sorumlu olmadıklarının vurgulanmasından
maksat şudur: Peygamber (s.a.a), onların amellerini
hesaplayıp karşılığını verecek kişi değildir. Dolayısıyla da durumlarından
hoşnut olmayınca, onlarla birlikte olmaktan tiksinince, onları
yanından uzaklaştırması söz konusu olamaz. Aynı şekilde, onlar da
Peygamber'in (s.a.a) amellerini sayıp hesaplayacak değillerdir. Dolayısıyla
da Peygamber'in (s.a.a) onlarla tartışmaktan, kendisine kötü
bir karşılık vermelerinden korkunca veya büyüklenerek, ululanarak
onlardan hoşlanmayınca, onları kendinden uzaklaştırması söz konusu
olamaz. Buna göre her iki cümle, yani, hem "Sana bir sorumluluk
yok" ifadesi, hem de "Onlara bir sorumluluk yok" ifadesi, ayetin akışı
içinde ayrı ayrı kastedilmiştir.

"Onların hesabından sana bir sorumluluk yok" ifadesinden, onların
hesaplarının, yani hesaba çekilecek amellerinin Peygamber'e yüklenmesinin,
dolayısıyla bunun ağırlığını hissetmesinin olumsuzlanması
da kastedilmiş olabilir. Her amelin bir ağırlığının olduğu ve bu
ağırlığın o ameli işleyenin veya onu yüklenenin omuzlarında olduğu
yönündeki anlayış, bu ihtimali gündeme getirmektedir. Buna göre, ifadenin
anlamı şöyledir: Onların yaptıkları amellerinin ağırlığından

En'âm Sûresi / 74-83 .......................................................................... 287

hiçbir şey senin üzerinde değildir. Bu durumda, ifade anlam bakımından
tam olduğu ve ifadenin tamamlanması için ek bir cümleye
ihtiyaç olmadığı hâlde, "Senin hesabından da onlara bir sorumluluk
yok" ifadesine yer verilmiş olması, ihtimallerin hepsine yer verilme ve
anlatımın uyumunu vurgulama amacına yöneliktir.

Öte yandan, şöyle de denebilir: Bu iki cümle, yani, "Onların hesabından
sana bir sorumluluk yok, senin hesabından da onlara bir sorumluluk
yok." ifadesi, Hz. Peygamberle (s.a.a) onların arasında, hesap
ve amellerin sorumluluğu bazında bir ilintinin olmadığını vurgulamaya
yönelik bir kinayedir.

"Ayette sözü edilen hesaptan maksat, amellerin hesabı değil, rızk
hesabıdır." diyen de olmuştur. Buna göre, şöyle bir anlam verilmiştir:
Onların rızklarının hesabını yapmak sana düşmez. Onların rızkını veren
Allah'tır, bu rızkın hesabını yapmak da O'na düşer. Bu açıdan,
"Senin hesabından da onlara bir sorumluluk yok." ifadesi, yukarıda
işaret edildiği şekilde anlatımın uyumunu vurgulama amacına yöneliktir.
Ayet, bu iki şekilde de yorumlanmaya açık olsa da, bizim yaptığımız
birinci yorum daha uygundur.Ki onları kovup da zalimlerden olasın!
Zalimler topluluğunun kapsamına girmek, onları, yani Rablerine dua
edenleri kovmanın bir ayrıntısı, bir sonucu olarak sunuluyor. İfadenin
doğası, "zalimlerden olasın" sözünün, ayetin başında geçen "O'na
yalvaranları kovma" sözünün bir ayrıntısı olmasını gerektirmektedir.
Ancak, ayrıntı ve ayrıntılandırılan ifade arasına başka cümleler girip
söz uzadığından, "kovma" sözü ikinci kez bir ayrıntı şeklinde yineleniyor
ve ardından onun ayrıntısı olarak, "zalimlerden olasın" cümlesine
yer veriliyor. Bu şekilde aralarında bağlantı kurularak, karışıklığın
önüne geçiliyor.

Dolayısıyla ayetteki ifadeyle ilgili olarak şöyle denemez: "İfade; bir
şeyin, kendisinin ayrıntısı olması örneğini içermektedir. Çünkü, özetleyecek
olursak, karşımıza şöyle bir ifade çıkacaktır: Rablerine dua
edenleri kovma ki onları kovmuş olursun." Böyle bir şey dene-mez;
çünkü açıkladığımız gibi, "kovma" ifadesinin ikinci kez tekrarlanma-

288 ......................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

sı; ayrıntının, yani "zalimlerden olasın" sözünün, aslıyla irtibatlandırılması
amacına yöneliktir.

53) Böylece biz, onların kimini kimi ile denedik ki, "Allah, aramızdan
şunlara mı lütfu lâyık gördü?" desinler. Allah, şükredenleri daha iyi bilmez
mi?


Ayetin orijinalinde geçen "fitne" kelimesi, sınama, deneme anlamına
gelir. Ayetin akışı gösteriyor ki, "Allah, aramızdan şunlara mı lütfu lâyık
gördü?" sorusu, muhatabı küçümseme, alaya alma amacına yöneliktir.
Bilindiği gibi, onlar, ancak misyonunu küçümsedikleri, toplumsal
statüsünü tahkir ettikleri kimselerle alay ederlerdi. Bunun
nedeni de, bunların yoksullukları, düşkünlükleri, güçlüler ve ulular
nezdinde düşük düzeyde oluşlarıydı.

Buna göre yüce Allah, Elçisine (s.a.a) bu değişiklik ve farklılıkların ilâhî
bir sınama olduğunu bildiriyor. Bu şekilde insanları sınayıp deniyor
ki, nankörlerle şükredenler birbirinden ayrılsınlar. Bu sınama sonucunda
nankör müstekbirler, yoksul müminleri kast ederek şöyle
diyorlar: "Allah bizim aramızdan şunlara mı lütfu lâyık gördü?!" Çünkü
insanlara göre, toplumsal yasalar, bu yasalara sahip çıkanların
onurlu ya da düşük düzeyli oluşlarıyla irtibatlandırılarak değerlendirilir.
Aynı şekilde bir amel de, onu işleyen kişinin toplumsal ağırlığı baz
alınarak ölçülür. Bu açıdan yoksulların, ezilenlerin ve kölelerin izlediği
yol, zenginler ve ezenler tarafından küçümsenir. Bir zavallının yaptığı
iş ya da bir kölenin veya bir tutsağın söylediği söz küçümsenir. Nüfuz
sahibi güçlüler bunlara ilgi duymazlar.

Bu nedenle, yoksulların, ırgatların ve kölelerin dine girmeleri, Hz. Peygamber'in
(s.a.a) onlara önem vermesi, onları kendisine yakın görmesi,
toplumun ekâbir kesimine mensup tağutlar açısından dinin önemsizliğinin
belirtisi olarak algılanmıştır. Onlara göre bu, elit kesimin,
eşrafın dinle ilgilenmemesini gerektiren bir nedendir.
"Allah, şükredenleri daha iyi bilmez mi?" ifadesi, "Allah, aramızdan
şunlara mı lütfu lâyık gördü?" sözlerinden algılanan "ihtimal vermeme"
anlayışından kaynaklanan alay edişlerine bir cevap niteliğindedir.
Bu cevabın özü şudur: "Onlar (tağutlar) değil, şunlardır (zavallılar)

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................ 289

Allah'a şükredenler." Bu yüzden yüce Allah, lütfunun kapsamına almak
için zavallıları öne almış, tağutları da geri itmiştir. Bu durumu Allah,
kendisinin nimetine şükredenleri bildiği şeklinde kinayeli bir ifadeyle
vurgulamıştır ki bu, onların şükredenler oldukları anlamına gelir.
Şu kuşku götürmez bir gerçektir ki nimet bahşeden, ancak nimetine
teşekkürle karşılık verenlere lütufta bulunur, onlara yönelik nimetini
arttırır. Öte yandan, yüce Allah'ın, Yusuf'un (a.s) dilinden aktardığı
şu sözde, Allah'ı birlemeyi ve ortağı O'ndan olumsuzlamayı
şükür olarak nitelendirmiştir: "Bizim, herhangi bir şeyi Allah'a ortak
koşmamız bize yaraşmaz. Bu, bize ve bütün insanlara Allah'ın bir
lütfudur, ama insanların çoğu şükretmez." (Yûsuf, 38)

Buna göre tefsirini sunduğumuz ayet, onların cahil olduklarından dolayı
saygınlığı ve onurluluğu mal, oğul ve makam sahibi olmak gibi
dünyanın çekici, alımlı süsleri bazında ileri bir düzeyde olmaya dayandırdıklarını
açıklamaktadır. Oysa dünyanın çekici süslerinin Allah
katında hiçbir değeri ve saygınlığı yoktur. Meselenin eksenini, gerçekte
şükür vasfı oluşturmaktadır. Nimetse, gerçekte Allah'ın velâyeti
altına girmektir.

54) Ayetlerimize inananlar sana geldikleri zaman de ki: "Selâm size!
Rabbiniz... yazmıştır ki, sizden kim, bilmeyerek bir kötülük işler de sonra
ardından tövbe edip düzelirse..."


Daha önce "selâm"ın ne anlama geldiğini belirtmiştik. Allah'ın kendi
üzerine yazması, kendisi için gerekli kılması demektir. Yani, O'nun fiilinin
rahmet niteliğiyle nitelenmekten ayrışması imkânsızdır. Ayette
geçen "aslehe" fiilinin mastarı olan "ıslâh" ise, düzelip uygun hâle
gelmek anlamına gelir. Bu sözcük, gerçekte geçişli olsa da, burada
geçişsizdir. Aslı, nefsin ya da amelin ıslâh edilmesi, düzeltilmesidir.
Tefsirini sunduğumuz ayetin önceki ayetle bağlantısı belirgindir. Burada
ulu Allah -müminleri kovmasını yasakladıktan sonra- Peygamberine
(s.a.a) onlara yönelmesini, onlara selâm vermesini, onlardan
işlediği günahlardan dolayı geri dönmesiz bir tövbede bulunanların
Allah'ın bağışlamasına ve rahmetine kavuşacaklarını müjdelemesini,
böylece morallerini düzeltip gönüllerini hoş tutmasını, kalplerinin
hüznünü yatıştırmasını emrediyor.

290 .................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Bununla sırasıyla şu hususlar açıklığa kavuşuyor:

Birincisi: Tövbe konusunu işleyen ayetlerden biri olan bu ayet, küfür
ve şirk dışındaki günah ve kötülüklerden tövbe etmeyi işliyor. Bunun
kanıtı da, "Sizden kim... işler de..." ifadesidir. Allah'ın ayetlerine iman
edenlerden yani.

İkincisi: Burada geçen "bilmemek (cehalet)"ten maksat, inkâr ve inadın
karşıtı olan bilmemektir. Çünkü inkâr ve inat, bilmemenin,
cehaletin karşıtı olan taammütten (bilerek ve kasten işlemek) kaynaklanırlar.
Oysa Allah'ın ayetlerine inanan, sabah akşam O'nun yüzünü,
rızasını isteyerek dua eden bir kimse, büyüklenerek ve üstünlük
taslayarak O'na isyan etmez. Olsa olsa şehvet veya gazap menşeli
bir tutkuya uymanın etkisiyle kendisini bürüyen cahillikten dolayı
O'na karşı gelme durumuna düşer.

Üçüncüsü: "Tövbe edip" ifadesinin "düzelirse" sözüyle kayıtlandırılması,
tövbenin tüm hakikatiyle gerçekleşmesine işaret etme amacına
yöneliktir. Çünkü gerçekten Allah'a yönelmek, O'nun katına sığınmak
durumu, O'nun pak makamında, günahkârın pişman olup arındığı
günah kiriyle bir arada olmaz. Dolayısıyla tövbe, sırf dillerde
telaffuz edilen ve kalplere nüfuz etmeyen "Allah'a tövbe ediyorum"
sözü değildir. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "İçinizdekini
açığa vursanız da, gizleseniz de, Allah sizi onunla sorguya
çeker." (Bakara, 284)

Dördüncüsü: Yüce Allah'ın "Bağışlayan=Gafûr" ve "Acıyan= Ra-hîm"
gibi fiilî sıfatlarını gerçek anlamda zamanla kayıtlandırmak doğrudur.
Çünkü yüce Allah, rahmeti üzerine yazmış, kendine gerekli kıl-mış olsa
da, bu rahmet, ancak bazı kullarının bilmeden bir kötülük işledikleri,
sonra bu kötülükten tövbe edip durumlarını düzelttikleri zaman
kendisini gösterir, etkisini yapar.

Tefsirimizin dördüncü cildinde, "Allah'ın kabulünü üzerine aldığı tövbe..."
(Nisâ, 17) ayeti ile sonrasındaki ayeti açıklarken konuyla ilgili
detaylı bilgiler sunduk.

55) Böylece ayetleri genişçe açıklıyoruz ki [gerçekler iyice anlaşılsın]
ve suçluların yolu açık seçik meydana çıksın.


En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................ 291

Ayetlerin akışının oluşturduğu atmosferden de anlaşılacağı gibi, ayetleri
genişçe açıklamaktan maksat, ilâhî bilgilerin açıklanması, kapalılık
ve giriftlikten kurtarılmasıdır. "Ve li-testebîne sebîl'ul-mucrimîn=
Bu arada suçluların yolu açık seçik meydana çıksın." ifadesinin
başındaki "lâm" harfi, amaç bildiren bir edattır. Bu cümle, büyüklüğüne
ve önemine duyulan bir saygıdan dolayı açıkça zikrine gerek
duyulmayan mukadder bir ifadeye matuftur. Bu tür kullanımların
Kur'-ân'da örnekleri çoktur. Buna şu ayetleri örnek gösterebiliriz: "Bu
günleri insanlar arasında dolaştırıyoruz ki, [onları sınayalım] ve Allah
iman edenleri bilsin." (Âl-i İmrân, 140) "Böylece biz İbrahim'e göklerin
ve yerin melekûtunu gösteriyorduk ki, [müşriklerle tartışırken bir kanıt
gösterebilsin] ve eksin inananlardan olsun." (En'âm, 75)

Buna göre, ayetin ifade ettiği anlam şudur: Biz, birtakım önemli yararların
sağlanması amacıyla ilâhî bilgileri bu şekilde açıklıyor, bazısını
bazısından ayırıyor ve üzerlerine kapaklanan belirsizliği gideriyoruz.
Bu önemli yararlardan biri de, suçluların yolunun belli olması,
böylece ayetlerimize inanan kullarımızın ondan uzak durmasıdır.
Buna göre, suçluların yolundan maksat, suçluların Allah'ın birliğini
ve bu birliğe (tevhide) ilişkin gerçek bilgileri ifade eden ayetlere karşı
izledikleri yoldur. İnkâr, inat, ayetlerden yüz çevirme ve nimete
karşı nankörlük etme yolu yani.

Denebilir ki: Suçluların yolundan maksat, suçlularla ilgili olarak izlenen
yoldur. Bu da, dünyada lânetlenmeleri ve nihayet üzerlerine azabın
indirilmesi, ahirette ise kötü bir hesapla karşılaşmaları ve acı bir
azaba uğratılmaları şeklinde belirginleşen Allah'ın onlarla ilgili olarak
yürürlüğe koyduğu yasa olarak izah edilebilir. Ancak surede, konuyla
ilgili olarak sunulan ayetlerin akışı, birinci anlamın daha uygun olduğunu
göstermektedir.

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

el-Kâfi'de, müellif kendi rivayet zinciriyle merfu olarak İmam Rıza'-
dan (a.s) şöyle rivayet eder: "Yüce Allah, Peygamberimizin (s.a.a) ruhunu
kabzetmeden dinini kemale erdirdi, ona her şeyin açıklamasını
içeren Kur'ân'ı indirdi. Kur'ân'da helâl ve haram olan şeyleri, ce-

292 ...................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

zaî müeyyideleri, hükümleri ve insanların ihtiyaç duyduğu her şeyi
eksiksiz bir şekilde açıkladı. Yüce Allah, 'Biz kitapta hiçbir şeyi eksik
bırakmamışızdır.' buyurmuştur." [c.1, s.198, h:1]

Tefsir'ul-Kummî'de müellif şöyle der: Bana Ahmed b. Muhammed anlattı,
ona Cafer b. Muhammed anlatmış, ona Kesir b. Ayyaş anlatmış,
ona da Ebu'l-Carud, İmam Muhammed Bâkır'ın (a.s), "Ayetlerimizi yalanlayanlar...
sağır ve dilsizdirler." ayetiyle ilgili olarak şöyle buyurduğunu
söylemiş:
"Yani, hidayete, yol gösterici mesaja karşı sağırdırlar. İyiliği ve hayrı
da konuşamaz dilsizdirler: 'Karanlıklar içinde kalmışlar.' Yani, küfrün
karanlıkları içindedirler. 'Allah kimi dilerse, onu saptırır ve kimi dilerse,
onu doğru yola koyar.' Bu, şu ümmetin kaderiyesine (kaderi inkâr
edenlere) karşı bir cevaptır. Allah kıyamet günü onları Sabiîler
(Yıldızperestler), Hıristiyanlar ve Mecusîler (Ateşperestler) ile birlikte
haşreder. Bunun üzerine derler ki: 'Rabbimiz Allah'a andolsun ki biz,
ortak koşanlardan değildik.'1 Allah onlara şu karşılığı verir: Bak, nasıl
kendilerine karşı yalan söylediler ve uydurdukları şeyler kendilerinden
kaybolup gitti."2

İmam devamla der ki: "Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: Haberiniz olsun
ki, her ümmetin Mecusîleri vardır. Bu ümmetin Mecusîleri de, 'Kader
yoktur!' diyenler ve irade ve kudretin kendilerinde olduğunu sananlardır."
[c.1, s.198]

Tefsir'ul-Burhan'da bu hadis nakledilirken şu açıklamaya yer verilir:
Ali b. İbrahim Kummî'nin tefsirinin diğer bir nüshasında hadis şu şekilde
aktarılır: Buyurdu ki: "Haberiniz olsun ki, her ümmetin Mecusîleri
vardır. Bu ümmetin Mecusîleri de, 'Kader yoktur!' diyenler ve irade
ve kudretin ne kendi lehlerine, ne de aleyhlerine olmadığını sananlardır."
Üçüncü bir nüshada ise hadisin metni şöyledir: "Bu ümmetin
Mecusîleri de, 'Kader yoktur.' diyenler ve irade ve kudretin
kendilerinde olmadığını sananlardır." [c.1, s.524]
1- [En'âm, 23]
2- [En'âm, 24]

En'âm Sûresi / 74-83 .................................................................... 293

Ben derim ki: Kader meselesi, İslâm'ın ilk dönemlerinde üzerinde
konuşulan bir meseledir. O dönemde bir grup kaderi, yani Allah'ın iradesinin
bir şekilde kulların amelleriyle ilintili olmasını inkâr etti. İnsanın,
işlediği fiiller bazında bağımsız bir irade ve kudrete sahip olduğunu
savundu. Onlara göre, insan, fiilinin bağımsız yaratıcısıydı. Bu
guruba, kaderle ilgili tartışmalara girenler anlamında Kaderiye adı
verildi. Gerek Şiîler ve gerekse Sünnîler Resulullah efendimizden
(s.a.a) şu hadisi rivayet etmişlerdir: "Kaderiye, bu ümmetin Mecusîleridir."
Bu hadisin, yukarıda işaret edilen gruba uyduğu açıktır. Çünkü
bunlar, ameller için ayrı bir yaratıcı -ki bu insandır-, diğer şeyler için
de ayrı bir yaratıcı -ki o da Allah'tır- öngörürler. Bu düalizmdir. Mecusîlerin,
iyilik tanrısı ve kötülük tanrısı diye yaptıkları ikiciliğin aynısıdır.
Peygamber efendimizden (s.a.a) ve Ehlibeyt İmamlarından (a.s) bu
rivayeti anlam olarak açıklayan başka hadisler de aktarılmıştır. Bu
da, Kur'ân'ın da vurguladığı gibi, gösteriyor ki, ortada kader diye bir
şey vardır ve kulların fiilleri üzerinde Allah'ın dilemesi etkilidir.
Kaderi olumsuzlayan bir grup olan Mutezile ekolüne mensup olanlar,
rivayette sözü edilen "Kaderiye"den, kaderi savunanların kastedildiğini
ileri sürmüşler. Çünkü onlar da, tıpkı Mecusîler gibi hayır ve şerri
insan dışında bir yaratıcıya isnat ediyorlar. Biz, bu konuda daha önce
bazı açıklamalar yaptık, inşaallah ileride de daha detaylı açıklamalara
yer vereceğiz.

Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan anlaşıldığı gibi, kaderi inkâr
etmekle, irade ve kudretin insanın elinde olmadığını ve insana devredilmediğini
söylemek, birbiriyle bağdaşmayan iki zıt görüştür. Çünkü
kaderi olumsuzlamak, insanın irade ve kudret açısından bağımsızlığını
savunmayı; kaderin varlığını kabul etmekse, insanın irade ve
kudret açısından bağımsızlığını olumsuzlamayı gerektirir.
Buna göre, diğer iki nüshada yer aldığı şekilde, hem "Kader yoktur."
deyip, hem de irade ve kudretin ne kendi lehlerine, ne de aleyhlerine
olmadığını söylemek, bazı müstensihlerin tahrifinden başka bir şey
değildir. Müstensih, "Kader yoktur." sözünü esas alırken anlamı karıştırdığından
hadisin gerisini değiştirmiştir.

ed-Dürr'ül-Mensûr adlı tefsirde şöyle deniyor: Ahmed, İbn-i Cerir,

294 ..................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

İbn-i Ebî Hatem, İbn-i Münzir, Taberanî el-Kebir adlı eserinde, Ebu'ş Şeyh,
İbn-i Mürdeveyh ve Beyhakî "eş-Şuab" adlı eserinde Ukbe b.
Amir'den, o da Resulullah efendimizden (s.a.a) şöyle rivayet eder:
"Allah'ın, kendisine karşı günah işleyerek yaşamını sürdürdüğü
hâlde kuluna sevdiği nimetleri bahşettiğini görürsen, bil ki bu, Allah'ın
onu yavaş yavaş kötü akıbetine doğru sürüklemesidir." Sonra
Resulullah (s.a.a), 'Kendilerine yapılan uyarıları unutunca, her
şeyin kapılarını onlara açtık...'1 ayeti ile arkasındaki ayeti okudu."
[c.3, s.12]

Aynı eserde şöyle geçer: İbn-i Ebî Hatem, Ebu'ş-Şeyh ve İbn-i
Mürdeveyh, Ubade b. Samit'ten şöyle rivayet ederler: Resulullah efendimiz
(s.a.a) buyurdu ki: "Yüce Allah bir kavim için kalıcılık ve gelişmişlik
dilediği zaman onları kanaatkârlık ve gözü toklukla rızıklandırır.
Bir kavmi yok etmek istediğinde ise, onlar için -veya onlara- hıyanet
kapılarını açar: Nihayet kendilerine verilenlerle sevince daldıkları
sırada ansızın onları yakaladık, birden bire donakaldılar. Böylece
zulmeden toplumun ardı kesildi ve hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a
mahsustur." [c.3, s.12]

Yine aynı eserde şöyle denir: İbn-i Münzir Cafer'den şöyle rivayet eder:
"Allah, Davud'a şöyle vahyetti: Her durumda benden kork. En çok
da her taraftan üzerine nimetlerin akmaya başladığı durumlarda
kork. Sakın o zaman seni yere vurmayayım. Çünkü bu durumda artık
sana merhamet gözüyle bakmam." [c.3, s.12]

Ben derim ki: Rivayette geçen "seni yere vurmamalıyım" sözü uyarı
ifade eden bir nehiydir. "artık sana bakmam" sözünün orijinali ["lâenzure"]
de mansuptur ve nehiyle ilintili bir ayrıntı niteliğindedir.
Tefsir'ul-Kummî'de, "De ki: 'Düşündünüz mü hiç? Eğer Allah'ın azabı
ansızın ya da açıkça size gelse..." ayetiyle ilgili olarak şöyle deniliyor:
"Bu ayet, Peygamberimizin Medine'ye hicret ettiği sıralarda indi. Bu
esnada ashabı, çeşitli zorluklar, meşakkatler, yorgunluklar ve hastalıklarla
karşılaşmışlardı. Bu durumu Resulullah'a şikâyet ettiler. Bunun
üzerine yüce Allah peygamberine vahyetti ki: Ey Muhammed, on-
1- [En'âm, 44]

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................ 295

lara de ki: 'Düşündünüz mü hiç? Eğer Allah'ın azabı ansızın ya da açıkça
size gelse, zalim toplumdan başkası mı helâk edilir?' Yani, size
ancak dünyada yorgunluk ve zarar isabet eder. Ama insanın helâk
olması demek olan elem verici azap ise, ancak zalim kavme isabet
eder." [c.1, s.201]

Ben derim ki: Bu rivayet, zayıf olmasının ötesinde, En'âm Suresi'nin
Mekke'de ve bir kerede indiğine ilişkin çok sayıdaki rivayetlerle de
çelişmektedir. Kaldı ki, ayetin içeriği de, bu kıssayla örtüşmemektedir.
Ayetin tefsiri bağlamında söylenen bu tarz sözler de, Kur'ân'ın ifade
tarzıyla bağdaşmamaktadır.

Mecma'ul-Beyan tefsirinde, "...korkanları onunla uyar..." ifadesiyle ilgili
olarak şöyle rivayet edilir: İmam Sadık (a.s) buyurdu ki: "Rablerine
kavuşmaktan korkanları Kur'ân ile uyar. Allah katındaki nimetleri
anarak onları teşvik et. Çünkü Kur'ân şefaati kabul edilen bir şefaatçidir,
onlar için şefaat eder." [c.3, s.70, Beyrut baskısı]

Ben derim ki: Hadisten anlaşıldığı kadarıyla ayette geçen "min
dûnihi=ondan başka" ifadesindeki zamir Kur'ân'a döndürülmüştür.
Gerçi Allah'ın kelâmında Kur'ân'ın "imam" olarak isimlendirildiği gibi
"veli" olarak da isimlendirilmesine rastlanmamıştır; ancak böyle bir
anlam vermek de doğrudur.

ed-Dürr'ül-Mensûr adlı tefsirde şöyle geçer: Ahmed, İbn-i Cerir, İbn-i
Ebî Hatem, Taberanî, Ebu'ş-Şeyh, İbn-i Mürdeveyh ve Ebu Nu-aym "el-
Hilye" adlı eserinde Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle rivayet etmişlerdir:
"Kureyş'in ileri gelenleri Resulullah'ın yanından geçiyorlardı. O sırada
Peygamber'in yanında Suheyb, Ammar, Bilâl ve Habbab gibi zayıf
Müslümanlar bulunuyordu. Kureyş'in ileri gelenleri dediler ki: 'Ey Muhammed,
kavmin içinden bunlara mı razı oldun?! Aramızdan Allah
bunlara mı lütufta bulundu?! Biz bunlara mı uyacağız?! Bunları yanından
kov! Eğer onları kovarsan, bakarsın biz de sana tâbi oluruz.'
Bunun üzerine Allah onlar hakkında şu ayeti indirdi: Rablerinin huzurunda
bir araya getirileceklerinden korkanları onunla uyar..." [c.3,
s.12]

Ben derim ki: Mecma'ul-Beyan tefsirinde, müellif bu hadisi,
Salebî'den, o da kendi isnadıyla Abdullah b. Mes'ud'dan muhtasar

296 ........................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

olarak rivayet etmiştir. [c.3, s.305]

Yine aynı eserde şöyle denir: İbn-i Cerir ve İbn-i Münzir, İkri-me'den
şöyle rivayet ederler: "Utbe b. Rebia, Şeybe b. Rebia, Karza b.
Abduamr b. Nevfel, Haris b. Amir b. Nevfel ve Mut'im b. Adiy b. Hıyar
b. Nevfel Abdumenaf oğulları kâfirlerinden bir grup ileri gelenle birlikte
Ebu Talib'in yanına gittiler ve dediler ki: Kardeşinin oğlu, şu köleleri
yanından kovsa olmaz mı? Onlar bizim kölelerimiz ve ırgatlarımızdır.
Eğer onları yanından kovarsa, sinemizde daha büyük bir yer edinir,
ona daha fazla eğilim gösteririz ve onu tasdik edip uyma ihtimalimiz
daha güçlenir."

"Ebu Talip soydaşlarının bu önerisini Resulullah efendimize iletti. Bunun
üzerine Ömer dedi ki: 'Bu öneriyi kabul etsen olmaz mı? Böylece
onların bu sözleriyle neyi kastettiklerini anlamış oluruz. Bakalım işin
sonu nereye varacaktır?' Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi:
Rablerinin huzurunda bir araya getirileceklerinden korkanları onunla
uyar... Allah, şükredenleri daha iyi bilmez mi?"

"Bunlar; Bilâl, Ammar b. Yasir, Ebu Huzeyfe'nin kölesi Salim, Üseyd'in
kölesi Sabah, Mekke'deki kimi kabilelerin yanaşması durumundaki
İbn-i Mes'ud, Mikdad b. Amr, Vakid b. Abdullah el-Hanzelî,
Züşşimaleyn lakaplı Amr b. Abduamr ve Mirsed b. Ebî Mirsed gibi zayıf
Müslümanlardı."

"İşte Kureyş'e mensup küfür önderleri ile köleler ve yanaşmalar hakkında
şu ayet indi: 'Böylece biz onların kimini kimi ile denedik ki: ...
desinler...' Bu ayet inince Ömer, daha önce söylediği sözden dolayı
özür diledi. Sonra yüce Allah şu ayeti indirdi: Ayetlerimize inananlar
sana geldikleri zaman..." [c.3, s.13]

Aynı kaynakta şöyle geçer: İbn-i Ebî Şeybe, İbn-i Mace, Ebu Ya'-la, Ebu
Nuaym "el-Hilye" adlı eserinde, İbn-i Cerir, İbn-i Münzir, İbn-i Ebî
Hatem, Ebu'ş-Şeyh, İbn-i Mürdeveyh ve Beyhakî "ed-Delâil" adlı eserinde
Habbab'dan şöyle rivayet ederler: "Bir gün Akra' b. Habis et-
Temimî ve Uyeyne b. Husayn el-Fezarî geldiler. Peygamber'in Bilâl,
Süheyb, Ammar ve Habbab gibi bir grup güçsüz müminin yanında oturduğunu
gördüler. Bu saydığım kişileri Peygamber'in yanında görünce
küçümsediler. Onların arasından geçerek Peygamber'in

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................... 297

yanına geldiler ve dediler ki: 'Biz senin yanında bize özgü ayrı bir meclisin
olmasını istiyoruz ki, Araplar bununla bizim ayrıcalıklı konumumuzu
görsünler. Çünkü Arap heyetleri sana gelecektir. Ve biz Arapların
bizi şu kölelerle birlikte yanında oturur vaziyette görmelerinden
utanç duyuyoruz. Biz sana geldiğimiz zaman, onları yanımızdan kaldır.
Biz gittikten sonra dilersen onların yanında oturabilirsin.' Hz. Peygamber,
'Tamam.' dedi. Bunun üzerine dediler ki: 'Buna dair bize yazılı
bir güvence ver.' Peygamberimiz bir kâğıt getirilmesini istedi. Sonra
yazması için Ali'yi çağırdı. Biz de o sırada Peygamberimizin yanında
oturuyorduk."
"O sırada Cebrail şu ayeti indirdi: 'Rablerinin yüzünü (rızasını) isteyerek
sabah akşam O'na yalvaranları kovma... de ki: Selâm size!
Rabbiniz, kendi üzerine rahmeti yazmıştır.' Bunun üzerine Peygamber
(s.a.a) kâğıdı elinden attı, sonra bizi çağırdı. Biz yanına geldiğimizde
o şöyle diyordu: 'Selâm size! Rabbiniz, kendi üzerine rahmeti
yazmıştır.' Bu hadiseden sonra bizler Peygamber'in yanında oturuyorken,
o, kalkmak istediğinde kalkar giderdi ve bizi bırakırdı. Sonra
Allah şu ayeti indirdi: 'Nefsini, sabah akşam, rızasını isteyerek Rablerine
yalvaranlarla beraber tut.'1 Bu ayetin inişinden sonra, Resulullah
bizimle birlikte oturduğunda, onun kalkması gerektiği zamanlarda
önce biz kalkardık ve onu orada bırakırdık, sonra o kalkar giderdi."
[c.3, s.13]

Ben derim ki: Mecma'ul-Beyan tefsirinde, müellif bu hadisi Selman'dan
ve Habbab'dan rivayet etmiştir.2 Sunduğumuz bu üç rivayetin
anlamını içeren başka rivayetler de aktarılmıştır. Surenin giriş
kısmında, En'âm Suresi'nin Mekke döneminde ve bir kerede indiğine
ilişkin değerlendirmemizi yeniden göz önünde bulundurup, yanı sıra
ayetlerin akışını da incelediğimizde, bu rivayetlerde anlatılanların, bizim
öteden beri olayların ayetlere uyarlanması dediğimiz durumdan
başka bir şey olmadığını görürüz. Şöyle ki: Raviler, bazı ayetlerin içeriklerinin
Peygamberimizin zamanında yaşanan bazı olaylara uydu-

1- [Kehf, 28]
2- [c.3, s.72]

298 ................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

ğunu görmüşlerdir. Bunun üzerine olayı, ayetin iniş sebebi olarak değerlendirmişlerdir.
Bununla, ayetin bir kerede ve bağımsız olarak bu
olay hakkında ve bu olaydan yana meydana gelen kuşkuyu kaldırmak
için indiğini kastetmemişlerdir. Bilâkis bununla, söz konusu olaydan
yana meydana gelen kuşkunun bu ayetle giderileceğini vurgulamak
istemişlerdir.

Nitekim aynı yöntemle başka olaylara ilişin kuşkular da giderilmektedir.
Bunu, "Rablerinin yüzünü (rızasını) isteyerek sabah akşam O'na
yalvaranları kovma..." ayetinin iniş sebebi olarak gösterilen üç rivayetten
de gözlemleyebiliyoruz. Çünkü kıssalar birbirine benzer, ama
farklı olmakla beraber, amaç aynıdır. Öyle anlaşılıyor ki, Ku-reyş'in ileri
gelenleri Peygamberimize birkaç defa gelmişler ve her defasında
yanındaki zayıf müminleri kovmasını önermişler. Ayetin içeriğinde de
bu önerilere veya bunların bir kısmına yönelik bir işaret var gibidir.
Bu şekilde, ayetlerin iniş sebebi olarak, Peygamber efendimizin zamanında
yaşanan çeşitli olaylar ve kıssalar aktarılmıştır. Aslında bu
olayların ve kıssaların ayetlerin anlamlarıyla bir şekilde ilişkisi söz
konusudur. Yoksa, ayetlerin özel olarak aktarılan bu olaylarla ilintili
olması gibi bir zorunluluk söz konusu değildir. Ancak daha sonraki
dönemlerde hadislerin anlam olarak yaygın bir şekilde rivayet edilmesi,
nakilde oldukça müsamahalı davranılması sonucu, insanlar bu
ayetlerin özellikle aktarılan bu olaylarla ilgili olarak indiklerini ve bu
olayların ayetlerin tek iniş sebepleri olduğunu sanmışlardır. Dolayısıyla
iniş sebepleriyle ilgili aktarılan bu gibi rivayetlere fazla güvenmemek
gerekir. Özellikle tefsirini sunduğumuz bu sure gibi bir kerede
inen sureler söz konusu olduğunda iniş sebeplerine ilişkin rivayetlerin
güvenilmezliği daha bir belirginlik kazanmaktadır. Çünkü bu gibi rivayetler,
ilgili oldukları ayetlerin, Peygamberimizin zamanında yaşanan
bu olaylarla bir şekilde ilintili olduklarını ortaya koymaktan öte
bir anlam ifade etmezler. Özellikle uydurma rivayetlerin, art niyetli
katıştırmaların, yanı sıra zayıf rivayetlerin çokluğunu, sonra ilk kuşak
ravilerin bu tür rivayetleri nakletmede oldukça hoş görülü davrandıklarını
göz önünde bulundurduğumuzda, söylediklerimizin ne kadar
doğru olduğu daha iyi anlaşılır.

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................... 299

ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, Zübeyr b. Bekkar'ın "Ahbar'ul-Me-dine"
adlı eserinden naklen Ömer b. Abdullah b. Muhacir'den şöyle rivayet
eder: "Bu ayet, bazı insanların Peygamberimizden Suffa ashabından
bazı zayıf Müslümanları kovmasını istemesi üzerine inmiştir." Bununla
ilgili olarak da yukarıda sunduğumuza benzer bir kıssa aktarılmıştır.
Ancak En'âm Suresi'nin hicretten önce, Mekke'de ve bir kerede
nazil olmuş olması, bu rivayetin zayıf olduğunu ortaya koymaktadır.
[c.3, s.13]

Tefsir'ul-Ayyâşî'de, Ebu Amr ez-Zübeyrî'den, o da İmam Cafer Sadık'-
tan (a.s) şöyle rivayet eder: "Ölmeden önce tövbe eden kula Allah
rahmet etsin. Çünkü tövbe, hataların kirinden temizleyici, helâk edici
bedbahtlıktan kurtarıcıdır. Allah tövbe eden salih kullarına merhamet
etmeyi üzerine yazmıştır: Rabbiniz, kendi üzerine rahmeti yazmıştır
ki, sizden kim, bilmeyerek (cahillik ederek) bir kötülük işler de sonra
ardından tövbe edip düzelirse, muhakkak ki O, bağışlayandır, merhamet
edendir." [c.1, s.361, h: 27]

Tefsir'ul-Burhan'da, İbn-i Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilir: "Ayetlerimize
inananlar sana geldikleri zaman..." ayeti Ali, Hamza ve Zeyd
hakkında inmiştir." [c.1, s.527]

Ben derim ki: Birçok rivayette, önceki ayetlerin de Ehlibeyt düşmanları
hakkında indiği belirtilir. Görüldüğü kadarıyla bütün bunlar uyarlama
ve tatbik etme kapsamına girmektedir. Ya da anlamın batınını
esas almanın örnekleridir. Çünkü surenin Mekke'de ve bir kerede
inmiş olması, bu tür rivayetlerin iniş sebebi olması ihtimalini ortadan
kaldırmaktadır. Bu yüzden söz konusu rivayetleri burada sunma gereğini
duymadık. Yine de doğrusunu yüce Allah herkesten daha iyi bilir.

300 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7