El-Mizân Tefsiri

Allame Muhammed Hüseyin TABATABAİ(r.a)
                             Cilt:7

                     EN'ÂM SURESİ

                             ( Tamamı:1-165)

                                         İÇİNDEKİLER



64 .......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

AYETLERİN MEÂLİ

21- Allah'a yalan uyduran ya da O'nun ayetlerini yalanlayandan daha
zalim kimdir? Şüphe yok ki, zalimler kurtuluşa ermezler.
22- (Hatırla) o günü ki, onların hepsini toplarız, sonra (Allah'a) ortak
koşanlara, "Hani (Allah'a) ortak sandıklarınız nerede?" deriz.
23- Sonra onların, "Rabbimiz Allah'a andolsun ki biz, ortak koşanlardan
değildik." demekten başka çareleri kalmaz.
24- Bak, nasıl kendilerine karşı yalan söylediler ve uydurdukları şeyler
kendilerinden kaybolup gitti!
25- İçlerinden seni dinleyenler vardır; fakat biz onu anlamalarına engel
olmak için kalplerinin üstüne kılıflar, kulaklarının içine de ağırlık
koyduk. Onlar, her mucizeyi görseler de yine ona inanmazlar. Nihayet
sana geldiklerinde de seninle tartışırlar; inkâr edenler, "Bu, eskilerin
masallarından başka bir şey değildir." derler.
26- Onlar, hem (insanları) ondan men ederler, hem de kendileri ondan
uzak dururlar. Böylece yalnız kendilerini helâk ediyorlar, ama
farkında değiller.
27- Onların, ateşin başında durdurulduklarında, "Keşke (dünyaya) geri
döndürülsek de Rabbimizin ayetlerini yalanla-masak ve inananlardan
olsak!" dediklerini bir görsen!
28- Hayır, daha önce gizlemekte oldukları onlara göründü! Geri döndürülseler,
yine men edildikleri şeylere dönecekler. Çünkü onlar, yalancıdırlar.
29- Onlar, "Dünya hayatımızdan başka bir hayat yoktur. Biz diriltilecek
değiliz." dediler.
30- Onları, Rablerinin huzurunda durdurulduklarında bir görsen!
(Rableri,) "Bu, gerçek değil mi?" der. "Andolsun Rabbi-mize gerçektir."
derler. "Öyleyse, inkâr ettiğinizden dolayı tadın azabı!" der.
31- Allah'ın huzuruna çıkmayı yalanlayanlar, gerçekten zi-yana uğradılar.
Nihayet kendilerine (kıyamet) saati ansızın gelip çatınca, günahlarını
sırtlarına yüklenmiş oldukları hâlde, "Onun (kıyametin)
hakkındaki ihmalkâr tutumumuzdan dolayı vah bize!" derler. Bakın,
yüklendikleri şeyler ne de kötüdür!
En'âm Sûresi / 21-32 .............................................................................................. 65
32- Dünya hayatı, bir oyun, bir eğlenceden başka bir şey değildir. Korunanlar
için elbette ahiret yurdu daha iyidir. Düşünmüyor musunuz?!

AYETLERİN AÇIKLAMASI

Burada, bir kez daha ayetlerin akışında esas alınan hitap şekline,
muhatap sıygasına dönüş yapılıyor. Peygamberimize (s.a.a) yönelinerek
müşriklerin, inanç ilkelerine yönelik haksız tutumları hatırlatılıyor.
Bu ilkeler tevhit, nübüvvet ve ahiret gününe imandır. Bu üç ilkeye,
"Allah'a yalan uydurandan... daha zalim kimdir?...", "İçlerinden
seni dinleyenler vardır..."
ve "Onlar, 'Dünya hayatımızdan başka bir
hayat yoktur...' dediler."
ayetleriyle işaret edilmiştir.
Sonra, onların bu tutumlarının en büyük zulüm olduğu, kendilerini bu
şekilde helâk ettikleri ve hüsrana uğrattıkları belirtiliyor. Ardından, bu
haksızlıkların kıyamet günü nasıl tekrar kendilerine geri döneceği,
karşılığını nasıl eksiksiz bir şekilde alacakları anlatılıyor. Orada, dünyada
kendi ağızlarıyla söyledikleri şeyleri inkâr edecekleri, bu arada
salih amellerde bulunmak üzere yeniden dünyaya dönmeyi arzulayacakları,
yüce Allah'ın huzurunda dünyada kaçırdıkları büyük fırsat için
hasretle iç geçirecekleri hatırlatılıyor.

21) Allah'a yalan uyduran ya da O'nun ayetlerini yalanlayandan daha
zalim kimdir?


Zulüm, günahların en çirkinidir. Hatta ayrıntılı bir analiz yapılırsa, diğer
günahların da içlerinde zulüm unsurunu barındırdıkları oranda
çirkinleştikleri görülür. Zulüm; orta çizgiden, dengeden sapmak, çıkmak
demektir.

Zulüm, onu işleyen kişinin özellikleri açısından büyük veya küçük olabildiği
gibi, kendisine zulüm uygulanan veya uygulanmak istenen
kişinin durumu açısından da büyük veya küçük olabilir. Zulüm uygulanan
kişinin konumu yükseldikçe, ona yönelik zulüm de büyür, korkunçlaşır.
Allah'tan daha ulu, daha büyük kimse yoktur; yine O'na
delâlet eden ayetlerinden de daha önemli bir şey olamaz. Dolayısıyla,
bu kutsal varlığa veya bir şekilde bu varlıkla ilintili olan bir şeye

66 ..................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

yönelik bir zulmü işleyen kimseden de daha zalim biri olamaz. Böyle
bir kimse, aslında sadece kendine zulmediyor olsa bile.
Yüce Allah, şu ifadeyle aklın bu tespitini doğrulamıştır: "Allah'a yalan
uyduran ya da O'nun ayetlerini yalanlayandan daha zalim kimdir?"
Allah'a yalan uydurmak, O'nun ortağının olduğunu ileri sürmek şeklinde
olur. Ki ortağı yoktur. Ya da yalan yere O'nun peygamberi olmayı
iddia etmek veya birinin kendi yanından uydurduğu bir hükmü, bir
yasayı O'na izafe etmesi şeklinde olur. O'na delâlet eden ayetleri yalanlamak
ise, doğru sözlü elçinin ilâhî ayetler (mucizeler) eşliğindeki
iddiasını yalanlamak ve hak dini inkâr etmek şeklinde olur. Yaratıcının
varlığını inkâr etmek de bu kapsama girer.

Bu ayet, müşriklerin durumlarıyla örtüşmektedir. İçerdiği kanıt da onlara
yöneliktir. Çünkü onlar, putlara ibadet ediyorlardı. Putların, yüce
Allah'ın ortakları olduğunu iddia ediyorlardı. Bunların evrensel olgular
bağlamında aracılar, şefaatçiler olduğunu söylüyorlardı. Onların iddialarına
göre, evrensel fenomenlerin idaresi bu aracı tanrıların elindeydi
ve bu bağlamda kendi başlarına hareket ediyorlardı. Bu, bir
yandan. Öte yandan da nübüvvete/peygamberlik misyonuna ve
ahiret gününe delâlet eden ayetleri inkâr etmeleri bakımından da bu
ayetin muhatapları konumundadırlar.

Bazıları, Peygamber efendimizin (s.a.a) veya onun soyundan gelen
masum imamların ya da ümmetinden saygın velilerin şefaat edeceklerine
inanan kimseleri de bu kapsama almış ve dünyevî ya da uhrevî
bir meseleyle ilgili olarak onlardan şefaat dilemeyi, bu ayetin ve konuyla
ilgili diğer ayetlerin işaret ettikleri şirk olarak nitelendirmişlerdir.
Fakat bu iddiayı ileri sürenler, yüce Allah'ın kendi izniyle kayıtlı olmak
üzere, dünya ve ahiret meseleleriyle ilgili olmak gibi herhangi bir sınırlandırma
getirmeden şefaat yapılabileceğini ifade ettiğini görmemişler
gibi.

Oysa yüce Allah şöyle buyurmuştur: "İzni olmaksızın O'nun katında
şefaatte bulunacak kimdir?"
(Bakara, 255) Yine yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"O'ndan başka yalvardıkları şeyler, şefaat yetkisine sahip
değillerdir. Ancak bilgileri olarak hakka şahitlik edenler bunun dışın

En'âm Sûresi / 21-32 ................................................................ 67

dadır." (Zuhruf, 86) Burada, şefaatin, hakka şahitlik eden âlimlerin
hakkı olduğundan söz ediliyor. Hakka şahitlik eden âlimlerin kesin
olan fertleri, hiç kuşkusuz, peygamberler ve özellikle de bizim peygamberimizdir.
Çünkü yüce Allah, şu sözleriyle Peygamberimizin (s.a.a) şahitlik edeceğini dile getirmiştir:
"Seni de bunlara şahit getirdiğimiz za-man" (Nisâ, 41) Bir diğer ayette de
Peygamberimizin (s.a.a) bilgisine işaret etmiştir: "Sana bu kitabı, her şeyi açıklayan
olarak indirdik."
(Nahl, 89) "Onu Ruh'ul-Emin indirdi, senin kalbine." (Şuarâ, 193-
194) Her şeyin açıklamasını içeren bir kitabın, bu kitapla ilgili bilgiye
sahip olmayan birine indirilmesi akla sığar mı? Ya da yüce Allah'ın
onu şahit olarak göndermesine rağmen onun hakka şahitlik etmemesi
düşünülebilir mi?

Yine yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ki insanlara şahitler olasınız."
(Bakara, 143) "Ve aranızdan bazı şahitler edinmesi için." (Âl-i İmrân,
140) "Biz bu misalleri insanlara anlatıyoruz, ama onları, âlimlerden
başkası düşünüp anlamaz." (Ankebût, 43) Bu ayetlerde İslâm ümmetinde
âlim şahitlerin olduğu belirtiliyor. Bu ise, ancak hakka şahitlik
etmekle mümkün olan bir durumdur.

Öte yandan yüce Allah, Peygamber efendimizin (s.a.a) Ehlibeyti hakkında
şöyle buyurmuştur: "Allah, ancak siz Ehlibeyt'ten her türlü kötülüğü
gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor." (Ahzâb, 33) Burada Ehlibeyt'in,
Allah'ın temiz kılmasıyla temiz kılınan, arındırılan kimseler
olduklarından söz ediliyor. Bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur: "O,
elbette değerli bir Kur'ândır. Saklı bir kitaptadır. Ona temiz kılınanlardan
başkası dokunamaz." (Vâkıa, 77-79) Burada da yüce Allah, arındırılan,
temiz kılınan kimseleri, her şeyin açıklamasını içeren Kur'ân'ı bilenler olarak
nitelendirmiştir. Bu ümmetin içinden hakka şahitlik
edecek olanların kesin olanı, hiç kuşkusuz, bu arındırılmış, temiz
kılınmış kimselerdir. Çünkü saçmalığın ve günahkârlığın hakka ulaşması
mümkün değildir. Tefsirimizin birinci cildinde şefaatin anlamıyla
ilgili olarak doyurucu bilgiler sunduk. Oraya bakabilirsiniz.
Şüphe yok ki, zalimler kurtuluşa ermezler.

Kurtuluş anlamına gelen "felâh", "fevz", "necah", "zafer" ve "saadet"
kelimeleri, birbirlerine yakın anlamlar ifade eden kavramlardır. Bu

68 .......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7
yüzden Ragıp, "felâh" kelimesini, arzulanan şeyin elde edilmesi şeklinde
açıklamıştır ki bu, "saadet"in anlamına yakın bir anlamdır. el-
Müfredat'ta şöyle diyor: "el-Felhu; yarmak, ayırmak demektir. Araplar,
'el-Hadidu bil-hadidi yuflah=Demir demirle yarılır' derler. Çiftçiye
de 'el-fellâh' denmesi, bu yüzdendir [toprağı yardığındandır]. 'el-Felâh'
ise; zafer, kurtuluş ve arzulanan şeyin elde edilmesi demektir. Bu ise,
dünyevî ve uhrevî olmak üzere iki kısma ayrılır."

"Dünyevî kurtuluş; dünya hayatını güzelleştiren, onu hoş kılan mutluluklara
kavuşmak anlamına gelir. Bu mutluluklar; insanın varlığını
sürdürmesi, zenginlik ve onurdur. Şair şu sözleriyle bunu kastetmiştir:"
"İstediğin şekilde mutlu olmaya çalış. Bazen mutluluk, eksik bir akılla
bile elde edilebilir ve ileri derecede zeki olan bir kimse onu yakalamayabilir."
"Uhrevî kurtuluşu ise, dört kısma ayırabiliriz: Sonu olmayan kalıcılık.
Yoksulluğu olmayan zenginlik. Zilleti olmayan onur. Cehaleti olmayan
ilim." (el-Müfredat'tan alınan alıntı burada son buldu.)

Dolayısıyla şunu söylemek de mümkündür: "Felâh=kurtuluş", mutluluk
demektir. Mutluluğun bu şekilde adlandırılmasının sebebine gelince;
çünkü insan, istediği şeyi elde etmek, arzuladığı şeye kavuşmak
için etrafındaki engelleri yarması gerekir.

Bu, kuşatıcı bir anlamdır ve bu kelimenin kullanıldığı tüm yerler açısından
geçerlidir. Sözgelimi yüce Allah şöyle buyurmuştur: "İnananlar,
kurtuluşa ermiştir."
(Mü'minûn, 1) "Nefsini arındıran kurtulmuştur."
(Şems, 9) "Şüphe yok ki, kâfirler kurtuluşa ermezler." (Mü'minûn, 117)
Bunun gibi "felâh" kavramının kullanıldığı birçok ayet örnek gösterilebilir.
Dolayısıyla, zulmün bir nitelik olarak ele alındığı, "Şüphe yok ki, zalimler
kurtuluşa ermezler."
ifadesinin anlamı şudur: Zalimler, zulümleriyle
elde etmek istedikleri şeye kavuşamazlar. Zulüm; zalimi, zul-mü
aracılığıyla arzuladığı mutluluğa ve zafere ulaştırmaz.
Çünkü mutluluk, ancak gerçekte ve dış âlemde arzulanan bir şey olması
durumunda mutluluk olarak nitelendirilebilir. Bu durumda doğal
varlığı itibariyle bu mutluluğu arzu eden şeyin veya kimsenin de,

En'âm Sûresi / 21-32 ........................................................................ 69

söz konusu mutlulukla uyumlu sebepler ve araçlarla donatılmış olması
gerekir. Örneğin; varlığının kalıcılık kazanması, insan açısından
arzulanan bir mutluluktur. Bu mutluluğun elde edilmesi için vücudunda
yok olan bir şeyin yerine yenisinin konulması gerekmektedir.

Bu amaçla da insan, son derece ayrıntılı bir beslenme yeteneğiyle, bu
amaca uygun araç ve gereçlerle donatılmıştır. Ayrıca dış âlemde de
onun bünyesi ve mizacına uygun olan şeyler vardır. Onları bu iş için
kendisine bahşedilen sebepler ve araçlar vasıtasıyla alır, sonra onları
ayıklamaya tâbi tutar, onlara vücudundan ayrılan şeylere benzer nitelikler
kazandırır, ardından onları vücuduna ekler. Böylece bir parçası
ayrıldığı için eksilen beden yeniden tamamlanmış olur. Bu evrensel
bir düzendir. Bu düzenin hükmü, istisnasız duyu organlarımızla algıladığımız,
gözlemleyebildiğimiz dış dünyadaki tüm varlık türleri için
geçerlidir. Hiçbir varlık, kesinlikle bu düzenin hükmünün dışında değildir.
Evrene egemen olan sistemin işleyişi işte böyledir. Amaçlanan her
hedefin, arzulanan her mutluluğun kendine özgü bir yolu vardır; onlara
ancak bu özel yollarla ulaşılır. Eğer onlara, evrensel düzenin alışık
olduğu sebeplerinin dışındaki bir yolla ulaşılmak istenirse, bu, sebeplerin
işlevsizliği ve yolların iptali anlamına gelir. Sebeplerin işlevsizliği
ve yolların iptali ise, bunlarla ilintili tüm sebep ve ilgilerin, bağıntıların
ifsadı demektir. Varlığını sürdürme hedefine, yemek yeme ve sindirme
yolunun dışındaki bir yolla ulaşmak isteyen bir insan düşünün. Bu
durum, o insanın beslenme donanımının işlevsiz hâle gelmesine yol
açar. Beslenme donanımının işlevsiz hâle gelmesi, gelişme ve üreme
yeteneğinin de temelden işlevsiz hâle gelmesi anlamını ifade eder.
Bilinç ve iradesiyle yaşayan canlı türlerine yönelik ilâhî inayet, onların
yaşamlarının dış âleme ilişkin olarak edindikleri bilgilerle amellerinin
örtüşmesi esasına dayalı olarak gelişmesini öngörmüştür. Eğer bilgisi
dış âlemden bir şekilde saparsa, bu, onun amellerinin iptalini gerektirir.
Şayet bu durum tekrarlanırsa, sonuç, zatın iptaline kadar varabilir.
Yanılarak, yemek yerine zehir veya ekmek yerine çamur yiyen insanın
karşılaşacağı durumlar gibi.

70 ........................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

İnsanın, dış âleme egemen olan düzenden algıladığı birtakım
inançarı ve görüşleri vardır. Bu inanç ve görüşleri temel edinerek
amellerini buna dayandırır. Başlangıç ve sona ilişkin inançlarını (tevhit
ve ahiret inançlarını) ve ibadetleri ile muamelelerinde esas aldığı
uygulamalı hükümleri buna örnek gösterebiliriz.

Bunlar, öz doğaları itibariyle, insanın mutluluklarına giden yollardır.
Bunların dışında o mutluluklara ulaşmanın yolları yoktur. İnsan bunları
izlediği zaman arzusuna kavuşur, mutluluğunu elde eder. Eğer bu
yollardan sapıp başka yolları izlemeye koyulursa, -ki bunun bir adı da
zulümdür- bu yol onu arzusuna kavuşturmaz, bir an için ulaşsa bile,
oradaki varlığı uzun süreli olmaz, bu hâli kalıcılık kazanmaz. Çünkü
başka yollar da onunla ilintilidir, sahip oldukları tüm güç ve imkânlarıyla
bu hususta onunla çekişecek, ona karşı çıkacak, onunla zıtlaşacaklardır.
Sonra, bu tür hüküm ve görüşlerin belirlenmesinde esas rolü
oynayan dış dünyanın kapsamındaki varlıklar da, bu insanın amelini
onaylamayacaktır. Bu durum, aykırı yolu izleyen kimsenin işi ters
yüz oluncaya, mutluluğu yok oluncaya, yaşamı zehir oluncaya kadar
devam edecektir.

Gemi azıya alan bir zalimin kötülüğü, günahkârlıkla övüncünü ve
sahte gücünü yasal olmayan yollardan mutluluğu elde etmek için
kullanmaya yöneltebilir. Yüce Allah'ın birliğine ilişkin hak esaslı tevhit
inancını inkâra kalkışabilir. Ya da meşru insan haklarını çiğnemeye
yeltenebilir. İnsanların mallarına el koyarak, onları haksız yere
gasp edebilir. Ya da insanların namuslarına tecavüz ederek, onları
kirletebilir. Veya insanların canlarına kastederek kanlarını haksız yere
dökebilir. Namaz, oruç, hac gibi Allah'a yönelik kulluğun göstergesi
olan herhangi bir ibadeti küçümseyici, engelleyici bir tavır içinde
olabilir. Bu bağlamda bir günah işleyebilir, örneğin yalan söyleyebilir,
iftira atabilir, insanları kandırabilir.

Bütün bunları yapabilir ve bu hususta amacına da ulaşabilir. Bir kuruntudan
ibaret sanısına kapılarak arzusunu elde ettiğini düşünüp bir
an için nefsini hoşnut da edebilir. Ancak o, böyle davranırken dünya
ve ahirette ticareti ziyan etmiş, çabaları boşa gitmiştir, fakat farkında
değildir.

En'âm Sûresi / 21-32 .................................................................................. 71

Dünyada ziyan etmiştir; çünkü izlediği yol, hercümerç yoludur, düzenin
bozulması yoludur. İzlediği yol, hak ve doğru olsaydı, genelleşmesi
gerekirdi. Oysa bu yolun genelleşmesi, düzenin bozulması demektir.
Düzenin bozulması da, insanların sosyal hayatlarının ortadan
kalkmasına yol açar. Dolayısıyla, insan denen canlı türünün varlığının
kalıcılık kazanmasını sağlayan düzen, ne olursa olsun, onun yasal
olmayan amelleriyle elde ettiği şeyler hususunda onunla mücadele
edecektir. Bu mücadele, onun amelleriyle kazandıklarının ifsat olmasına,
çabalarının boşa gitmesine kadar sürer ve er veya geç bu sonuca
da ulaşılır, zulmü sonsuza dek sürmez.

Ahirette ziyan etmiştir; çünkü işlediği zulüm, tüm sonuçlarıyla birlikte
amel defterine yazılmış, canının yazı tahtasına nakşedilmiştir. Onunla
cezalandırılacak, onunla yaşayacaktır. Siz canlarınızda olanı açığa
vursanız da, gizleseniz de, Allah sizi onunla sorgulayacaktır.
Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp
bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? İçinizden bunları yapanların kazancı,
dünya hayatında ancak horluktan ibaret, kıyamet günüyse onlar
daha çetin bir azaba atılırlar. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir."
(Bakara, 85) "Onlardan öncekiler de yalanladılar, bundan dolayı hiç
farkına varmadıkları bir yönden onlara azap geldi. Allah, dünya hayatında
onlara horluk tattırdı, ahiret azabı ise daha büyüktür. Keşke bilselerdi!"
(Zümer, 25-26) "İnsanlardan kimi bilmeden, ne bir yol göstereni,
ne de aydınlatıcı bir kitabı olmadan, Allah hakkında tartışır. Allah'ın
yolundan saptırmak için boynunu öteye döndürerek tartışmasını
sürdürür. Dünyada onun için bir kepazelik vardır, kıyamet günü
de ona yangın azabını tattıracağız. İşte bu, senin ellerinin yapıp öne
sürdüğü işler yüzündendir. Allah kullara zulmedici değildir."
(Hacc, 8-
10)

Bu konuda örnek gösterilebilecek birçok ayet vardır.
Görüldüğü gibi, örnek olarak gösterdiğimiz ayetlerde hem toplumsal,
hem de bireysel zulümlere işaret edilmiştir. Dolayısıyla, ayetler, yukarıdan
beri yaptığımız açıklamaları doğrular mahiyettedir. Hiç kuşkusuz
bu konuda en kapsamlısı da, tefsirini sunduğumuz ayette yer
alan şu ifadedir: "Şüphe yok ki, zalimler kurtuluşa ermezler."

72 .......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

22-23) (Hatırla) o günü ki, onların hepsini toplarız... Sonra... başka çareleri
kalmaz.


Zarf (yevm=gün), takdir edilen bir ifadeyle ilintilidir. Açılımı ise şöyledir:
"Hatırla o günü ki..." Ayette, özellikle "hepsini" şeklinde bir ifadeye
yer verilmiş olması, Allah'ın ilim ve kudretinin onlardan hiçbirini
dışarıda bırakmadığını vurgulama amacına yöneliktir. Buna göre, yüce
Allah, onların hepsini ilim ve kudretiyle kuşatmıştır; kıyamet günü
tek bir kişi dışarıda kalmayacak şekilde onların hepsini toplayacak,
bir araya getirecektir.

Bu ifade, bir bakıma, "Şüphe yok ki, zalimler kurtuluşa ermezler."
cümlesinin açıklaması mahiyetindedir. Sanki başlangıçta, "Şüphe
yok ki, zalimler kurtuluşa ermezler." denildiği için biri, "Bu nasıl olur?"
diye bir soru sormuş ve ona şu şekilde cevap verilmiş gibi:
"Çünkü Allah, ileride onları toplayacak, Allah'a ortak koştukları şeyleri
onlara soracaktır. Onlar, ortak koştukları şeyleri orada bulamayacaklar,
onları kaybetmiş olacaklar. Bu kez ortak koşmalarını inkâr
edecekler ve bu hususta Allah adına yalan yere yemin edeceklerdir.
Eğer bu zalimler, Allah'a birtakım ortaklar koşma hususunda muratlarına
ermiş olsalardı, kıyamet günü, ortak koştukları şeyler onların
yanında olurdu da yalan söylemek durumunda kalmazlardı. Orada
onları, iddia ettikleri ortaklık ve şefaat makamında görürlerdi ve şefaatlerine
de nail olurlardı.

"Sonra... başka çareleri kalmaz." ifadesine gelince; bazılarına göre,
bu ifadenin orijinalinde geçen [ve mealde "çare" olarak çevrilen] "fitne"
sözcüğü "cevap" anlamında kullanılmıştır. Yani verdikleri cevap,
müşrik olmadıklarına dair Allah adına yemin etmek şeklinde olmuştur.
Bazılarına göre, ifadenin bir muzaf takdir edilmek suretiyle açıklanması
gerekir ve takdir de şudur: "Putlar fitnesine kapılmalarının
(putlarla imtihana çekilmelerinin) akıbeti, ancak şöyle demeleri oldu..."
Bazılarına göre, ayette geçen "fitne"den maksat, mazerettir.
Kuş-kusuz, bu değerlendirmelerin her birinin haklı bir yanı vardır.

24) Bak, nasıl kendilerine karşı yalan söylediler ve uydurdukları şeyler
kendilerinden kaybolup gitti.


En'âm Sûresi / 21-32 .............................................................................................. 73

Kıyamet günü içinde bulunacakları duruma ilişkin bir sahneye karşı
bir tanıtlık çağrısını ifade etmektedir. Bu çağrının amacı, onların ileride
kendilerine karşı yalan söyleyeceklerinin, uydurdukları şeyleri yitireceklerinin
açıklanmasıdır. Eğer zulümleri onları kurtuluşa erdirecek
olsaydı, zulümleriyle aradıkları mutluluğu elde edecek olsalardı,
akıbetleri, sahip olduklarını yitirmek, kendilerine karşı yalan söylemek
olmazdı.

Kendilerine karşı yalan söylemeleri hususuna gelince; onlar, Allah adına
yemin ederek müşrik olmadıklarını söyleyince, dünyadayken, Allah'ın
ortakları olduğuna ilişkin iddialarını yalanlamış oldular. Oysa
dünyadayken, bu inançlarında oldukça iddialıydılar, bu hususta her
türlü açık kanıttan ve ayetten yüz çevirirlerdi. Tamamen zulüm ve inatçılık
esaslı bir tutum içindeydiler. İşte bu, kendilerini yalanlamaları,
kendilerine karşı yalan söylemeleri demektir.

Uydurdukları şeylerin kendilerinden kaybolup gitmesine gelince; o
gün açık bir şekilde ortaya çıkacaktır ki, emir, mülk ve kuvvet bütünüyle
Allah'ındır. Allah'tan başkasının sahip olduğu tek şey, sadece
kulluk zilletidir, yoksulluktur, muhtaçlıktır; bağımsız olduğu hiçbir husus
yoktur. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Zulmedenler, azabı görecekleri
zaman, bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın gerçekten
şiddetli azap edici olduğunu keşke bir görselerdi!" (Bakara,
165) Diğer bir ayette de şöyle buyurmuştur: "Bu gün mülk kimindir? O
tek ve kahhar olan Allah'ın." (Mü'min, 16) "O kimsenin kimseye yardım
etmeyeceği gün. O gün buyruk yalnız Allah'ındır." (İnfitâr, 19)
İnsanlar o gün, ilâhlığın tek ve ortaksız Allah'ın tekelinde olduğunu
açıkça görecekler. Putperestler, putlarının ve Allah'a ortak koştukları
şeylerin ne kendilerine, ne de başkasına herhangi bir yarar veya zarar
dokundurma gücüne sahip olmadıklarını kendi gözleriyle görecekler.
Putları ve düzmece ilâhlarıyla ilgili olarak ileri sürdükleri rab-lık sıfatı
ve şefaat yetkisi gibi hususların bütünüyle Allah'a ait olduğunu anlayacaklar.
Bu gibi sıfatların Allah'tan başkasına ait olduğunu sanmalarında
yanıldıklarının farkına varacaklar. Böylece uydurdukları şeyler
kendilerinden kaybolup gidecektir.

74 .................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Eğer onlardan yardım isteseler, öylesine umutsuz bir cevap alırlar ki,
bütün beklentileri boşa çıkar. Nitekim yüce Allah, onların bu durumuna
şöyle işaret eder: "Ortak koşanlar, ortak koştukları şeyleri gördükleri
zaman, 'Rabbimiz, işte senden başka yalvarıp taptığımız ortaklarımız!'
derler. Onlar da kendilerine, 'Siz tamamen yalancılarsınız.'
diye bağırırlar ve o gün Allah'a teslim bayrağı çekerler. Uydurup
durdukları şeyler, böylece kendilerinden kaybolup gider."
(Nahl, 86-87)

"İşte Rabbiniz Allah budur. Mülk O'nundur, O'ndan başka yalvardığınız
şeyler ise bir çekirdek zarına bile sahip değillerdir. Onları çağırsanız,
çağırmanızı işitmezler. İşitseler bile size cevap veremezler. Kıyamet
günü de, sizin onları Allah'a ortak koşmanızı tanımazlar."
(Fâtır,
13-14)

"O gün onları hep bir araya toplarız, sonra ortak koşanlara,
'Haydi siz ve koştuğunuz ortaklar yerlerinize.' deriz. Artık aralarını
açmışızdır. Koştukları ortaklar, 'Siz bize tapmıyordunuz.' demektedirler.
'Şimdi bizimle sizin aranızda Allah'ın şahit olması yeter; doğrusu
biz sizin bize tapmanızdan tamamen habersizdik!' İşte orada her can,
geçmişte yaptıklarını dener. Gerçek sahipleri olan Allah'a döndürülürler
ve uydurdukları şeyler, kendilerinden kaybolup gider."
(Yûnus, 28-
30)

Yukarıda örnek olarak sunduğumuz ayetler üzerinde durup düşündüğümüz
zaman, uydurdukları şeylerin kaybolup gitmesinin, ortak koştukları
şeylerin gerçek mahiyetlerinin ortaya çıkması, ortaklık ve şefaatçilik
niteliklerinden yoksun olduklarının anlaşılması anlamında
kullanıldığını görürüz. Bunu görünce, müşrikler, dünya hayatında, onlarda
gördükleri bu özelliklerin birer seraptan başka bir şey olmadığını
bizzat gözlemlemiş olurlar. Yüce Allah, onların bu durumlarını şu
ifadelerle dile getirmiştir: "İnkâr edenlere gelince; onların işleri, düz
arazideki serap gibidir. Susayan onu su sanır, fakat yanına gelince
hiçbir şey olmadığını anlar ve yanında Allah'ı bulur; Allah onun hesabını
tam görür."
(Nûr, 39)

Eğer desen ki: Yukarıda da işaret edildiği gibi, kıyamet gününün niteliklerini
anlatan Kur'ân ayetleri, o gün hakikatlerin tüm çıplaklığıyla
ortaya çıkacağını, gizlilik perdelerinin bütünüyle ortadan kalkacağını
ve batılla hakkın karışmışlığının söz konusu olmayacağını ifade etmektedir.
Bunlar, dünya hayatına özgü durumlardır. Ahiret hayatında

En'âm Sûresi / 21-32 ................................................................................. 75

böyle şeyler söz konusu değildir. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle
buyurmuştur: "O gün onlar, ortaya çıkarlar; onlardan hiçbir şey Allah-
'a gizli kalmaz."
(Mü'min, 16) O hâlde, böyle bir durum karşısında müşriklerin
yalan söylemelerinin ne gibi bir yararı olabilir? Aksi, bütün
çıplaklığıyla gözlerinin önünde olduğu hâlde nasıl yalan söyleyebilirler?
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "O gün herkes, işlediği
her hayrı hazır bulur ve işlediği her kötülüğü de..."
(Âl-i İmrân, 30)
Buna karşılık derim ki: Kıyamet günü onların yalan söyleyecekleri
ve yalanları üzerine yemin edecekleri Kur'ân'da birkaç yerde geçmektedir.
Buna şu ayeti örnek gösterebiliriz: "Allah onların hepsini
tekrar dirilttiği gün, dünyada size yemin ettikleri gibi O'na da yemin
edecekler."
(Mücâdele, 18) Ancak onların kıyamet günü yalan söylemeleri
ve bu yalan üzerine yemin etmeleri, dünyada yalan söyleyerek
birtakım amaçları gerçekleştirdikleri gibi yanlış ve fasit bir amaca
ulaşma ve hakkı örtbas etme amacına yönelik değildir. Çünkü
ahiret, işlenen amellerin karşılığının verildiği yerdir, çalışma ve
kazanma yeri değildir.

Ne var ki onlar, tehlikelerden korunmak, birtakım çıkarları sağlamak
için yalan yere yemin etmeyi, yalan haberler vermeyi, hile ve aldatma
yoluna başvurmayı bir alışkanlık hâline getirdikleri için, yalancılık bir
karakter olarak nefislerine kazınmıştır. Bir karakter de nefiste kök
salınca, insanı bu karakterin eğilimlerini gerçekleştirmeye zorlar. Örneğin
küfürbaz bir insan, istese de sövmekten kendini alamaz. Büyüklenme,
başkalarını küçümseme ve gerçeğe karşı burun kıvırma
karakteri ruhunun ayrılmaz bir parçası hâline gelmiş bir insan da,
mütevazı olmayı, gerçeğe boyun eğmeyi beceremez. Tehlike sezdiği
kimi durumlarda munisleşip uysallık görünümüne bürünse de, mütevazı
bir pozisyon sergilese de, bu sadece görüntüden ibarettir ve yalnızca
dili boyun eğdiğini ifade etmektedir. İçine gelince; eski hâlini
sürdürmektedir, değişmemiştir ve hiçbir zaman da değişmeyecektir.
İşte kıyamet günü yalan söylemelerinin altında yatan sır budur. O gün
bütün gizlilikler açığa çıkar. Yalanla şekillenmiş bir iç dünya da ancak
yalan olarak kendini gösterir. İçinde ne gizliyorsa, onu açığa vurur.
Yüce Allah bu gerçeğe şöyle işaret etmiştir: "Allah'tan hiçbir sözü giz-

76 .................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

leyemezler." (Nisâ, 42) Bunun gibi, dünyada taraflar arasında çekişme
olduğu gibi, kıyamet günü de aralarında aynı çekişme meydana gelir.
Yüce Allah, Kur'ân'ın birçok yerinde bu hususa işaret etmiştir. Bunun
en güzel anlatımı ise, şu ayette ifadesini bulmaktadır: "İşte bu, cehennem
ehlinin tartışması, gerçektir."
(Sâd, 64) Azap ehlinin durumu
bu. Bağışlanma ve cennet ehline gelince; bu dünyada içlerinde besledikleri
esenlik ve berraklık, orada da dışa yansır. Yüce Allah, buna
şu şekilde işaret etmektedir: "Orada ne boş bir söz ve ne de günaha
sokan bir lâf işitirler. Söylenen, yalnız 'Selâm, selâm'dır."
(Vâkıa, 25-
26) Bu açıklamalar, konunun anlaşılması için yeterlidir.

25) İçlerinden seni dinleyenler vardır...

Ayetin orijinalinde geçen "ekinneh" kelimesi "kinn" kelimesinin çoğuludur
ve bir şeyi gizleyen, örten şey (kılıf) anlamına gelir. "Vakr" ise,
ağır işitme demektir. "Esatîr" kelimesi de "ustureh" kelimesinin çoğuludur.
el-Müberred'den nakledildiğine göre, bu kelimenin anlamı, yalan
ve aldatmadır. Öyle anlaşılıyor ki, bu kelimenin aslı, yazı, ağaç
veya insandan oluşan saf ve dizi demek olan "satır"dır. Ancak daha
sonra, toplanan, düzenlenen ve tertip edilen yalan haberler dizisi anlamında
kullanılması yaygınlaşmıştır.

Ayetin akışı, "Onlar, 'Bu eskilerin masallarından başka bir şey değildir.'
derler." şeklinde bir ifadenin kullanılmasını gerektiriyor. Fakat
"onlar" zamiri yerine "inkâr edenler" ifadesinin kullanılması, onların
bu sataşmalarının sebebinin küfür olduğunu vurgulama amacına
yöneliktir.

26) Onlar, hem (insanları) ondan men ederler, hem de kendileri ondan
uzak dururlar. Böylece yalnız kendilerini helâk ediyorlar, ama farkında değiller.


İnsanların ona tâbi olmasına engel oluyorlar, kendileri de ondan uzak
duruyorlar. "Böylece yalnız kendilerini helâk ediyorlar" ifadesindeki
hasır, tersten hasrın bir örneğini oluşturmaktadır. Çünkü onlar, insanların
tâbi olmasına engel olmakla ve kendileri de uzak durmakla ilâhî
daveti yok edeceklerini düşünüyorlardı. Ama Allah, nurunu kesinlikle
tamamlayacaktır. O hâlde, farkına varmadan helâk olacak olanlar,
onların kendileri olacaktır.

En'âm Sûresi / 21-32 .......................................................... 77

27-28) Onların, ateşin başında durdurulduklarında "Keşke..." dediklerini
bir görsen! Hayır, daha önce gizlemekte oldukları, onlara göründü. Geri
döndürülseler, yine men edildikleri şeylere dönecekler. Çünkü onlar, yalancıdırlar.

Onların inkârcılıklarının, küfürde ısrarcı bir tutum içinde olmalarının
ve Allah'ın ayetlerinden yüz çevirmelerinin akıbeti açıklanıyor.

"Keşke (dünyaya) geri döndürülsek de Rabbimizin ayetlerini yalanlamasak..."
"Lâ-nukezzibe=yalanlamasak" ve "nekune=olsak" şeklinde
(nasb ile) okunuşu esas alınarak; bu, onların dünyaya yeniden dönüp
müminlerin yolunu izlemeye, böylece kıyamet gününün azabından
kurtulmaya yönelik bir temennisini ifade eder. Bu sözleri, Allah'a
ortak koştuklarını inkâr etmelerine ve bu hususta yalan yere yemin
etmelerine benziyor. Bu, psikolojik karakterlerinin kıyamet günü dışa
yansımasından başka bir şey değildir. Çünkü onlar, ulaşamayacakları
hayırlar ve kaçırdıkları menfaatler hususunda boş temennilerde bulunmayı
alışkanlık hâline getirmişlerdir. Özellikle de, kötü tercihlerinden
ve yanlış seçimlerinden dolayı kaçırdıkları menfaatler hususunda
boş temennilerde bulunmaları daha çok olur. Birkaç ayet sonra, kıyamet
günüyle ilgili olarak ihmalkâr ve umursamaz bir tutum içinde
olmalarından dolayı ah vah etmeleri de, bunun benzeri bir durumdur.
Kaldı ki temenni, gerçekleşmesi zor olan şeylerle ilgili olarak sahih
olduğu gibi, gerçekleşmesi mümkün olmayan muhal şeylerle ilgili olarak
da sahihtir. Geçen günlerin geri dönmesini temenni etmek gibi.
Şair şöyle der:

"Keşke demenin bir faydası var mı acaba? Ama gene keşke
Gençlik satışa çıkarılsaydı da satın alsaydım!"

"Hayır, daha önce gizlemekte oldukları, onlara göründü..." Ayetin akışından
anlaşıldığı kadarıyla "onlara" ve "gizlemekte oldukları" kelimelerindeki
zamirler, aynı mercie dönüktür. O da, yukarıda kendilerinden
söz edilen müşriklerdir. Yine ayette geçen "önce"den maksat
da dünyadır. Buna göre, şöyle bir anlam elde ediyoruz: Bu müşrikler,
ateşin başında durduruldukları zaman, dünyadayken gizledikleri şeyler
açık bir şekilde karşılarına çıkar. Bunları açıkça görmeleri, kendi-

78 .......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

lerini dünyaya geri dönmeyi, Allah'ın ayetlerine inanmayı ve müminler
topluluğuna katılmayı temenni etmeye yöneltir.

Gizlediklerini ortaya çıkaran şey ise, ateşten başka bir şey değildir.
Çünkü onlar, daha önce dünyadayken, gerçek kendilerine açıkça göründükten
sonra, inkârlarıyla onu örtmüşler, gizlemişlerdi. Nitekim
onların bu durumlarına şu ve benzeri ayetler işaret etmektedir:
"Andolsun, sen bundan gaflet içindeydin. Biz senin kendin çekmiş
olduğun perdeyi açtık; bu gün artık gözün keskindir."
(Kaf, 22) Dolayısıyla,
dünyadayken kendilerine açıkça göründüğü hâlde inkâr ettikleri
gerçek, onları böyle bir temennide bulunmaya itmiş olamaz. Ayetin
akışı da, ateşin kendilerine görünmesi ve kıyamet gününün korkusu
bir yana bırakılarak sırf, hakkın ortaya çıkışının onları böyle bir
temennide bulunmaya ittiğini çıkarsamaya elverişli değildir.

Aynı konuyu işleyen bazı ayetlerin içerdikleri ifadelerden de böyle bir
sonuca varmak mümkündür. Şu ayetler gibi: "Allah'ın vaadi gerçektir,
kıyamette hiç şüphe yoktur, dendiği zaman, 'Kıyamet nedir,
bilmiyoruz; onu sadece bir kuruntu sanıyoruz, biz ona inanmıyoruz.'
demiştiniz. Yaptıkları kötü işler onlara göründü ve alay edip durdukları
şey onları kuşattı."
(Câsiye, 33)

"Eğer yeryüzünde bulunanların tümü ve onun bir misli daha zulmedenlerin
olsaydı, kıyamet günü o kötü azaptan kurtulmak için onu fidye olarak verirlerdi.
Çünkü hiç hesap etmedikleri şeyler, Allah tarafından karşılarına çıkmıştır. Kazandıkları
kötülükler kendilerine görünmüş ve alay edip durdukları şey
onları kuşatmıştır."
(Zümer, 47-48)

Tefsir bilginleri, "Hayır, daha önce gizlemekte oldukları onlara göründü."
ifadesiyle ilgili olarak birçok görüş ileri sürmüşlerdir. el-Menar
tefsirinde bunlar dokuza kadar çıkarılır. Orada şöyle deniyor: "Onların
dünyada gizleyip de ahirette kendilerine görünen şeyin ne olduğu
hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür:

Birincisi:
Bu, onların kötü amelleri ve çirkin işleridir ki, amel defterlerinde
kendilerine görünmüştür, organları da bunlarla ilgili olarak aleyhlerinde şahitlikte bulunmuştur."

En'âm Sûresi / 21-32 ........................................................................ 79

"İkincisi: Bu, onların uydurdukları, iftira olarak ileri sürdükleri ve mutluluklarını
sağlayacağını sandıkları amelleridir ki, yüce Allah, onları boşa çıkarmıştır."

"Üçüncüsü: Bu, onların ahirette, ateşin başında durdurulmalarından
önce gizledikleri küfürleri ve yalanlamalarıdır. Nitekim onların şöyle
dedikleri daha önce açıklanmıştı: Sonra onların, 'Rabbimiz Allah'a
andolsun ki biz ortak koşanlardan değildik.' demekten başka çareleri
kalmaz."

"Dördüncüsü:
Bu, onların Peygamber'e karşı ayak direterek, hakka
karşı büyüklenerek inkâr ettikleri, gizledikleri hak ve imandır. Bu ise,
ancak küfürde ayak direten ve hak karşısında büyüklük taslayan en
katı kâfirlerin durumlarıyla örtüşür. Ki onların bir kısmı hakkında şöyle
buyurulmuştur: 'Vicdanları onların doğruluğuna kesin kanaat getirdiği
hâlde, zulümleri ve kibirleri yüzünden onları inkâr ettiler.' (Neml, 14)"

"Beşincisi: Bu, liderlerin izleyicilerinden gizledikleri, peygamberlerin
getirdiği gerçektir ki, şimdi o liderlere uyan izleyiciler için de açığa
çıkmıştır. Ehlikitap'tan bazı kimselerin, Peygamberimizin (s.a.a) elçiliğini,
niteliklerini ve peygamberlerinin dile getirdiği müjdelemeleri
gizlemeleri de bu kapsama girer."

"Altıncısı:
Bu, münafıkların dünyadayken küfrü gizleyip imanı ve İslâm'ı
açığa vurarak gizledikleri durumdur."

"Yedincisi: Bu, ölümden sonra diriliş, amellerin karşılığı ve cehennem
azabıdır. Onların bunları gizlemeleri ise, bunları yalanlamalarıdır. Zaten
küfrün asıl anlamı da budur."

"Sekizincisi: İfadede mahzuf bir muzaf söz konusudur. Buna göre,
şöyle bir anlam çıkıyor karşımıza: Gizledikleri küfrün ve kötü amellerin
vebali kendilerine görünmüş, cezası onları kuşatmıştır. Onun acısını
duyuyorlar, buna dayanamıyorlar. Bu yüzden dünyaya geri dönüp
ayetleri yalanlamaktan, imana aykırı davranışlardan uzak durarak bu
acıdan kurtulmayı temenni ediyorlar. Tıpkı ölümcül bir hastalığa yakalanan
insanın ölümü istemesi gibi. Böyle birinin ölümü istemesi,
ölümü sevdiğinden değildir kuşkusuz, onun derdi, hastalığın verdiği
acılardan kurtulmaktır."
80 .......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

"Biz bu görüşlerden hiçbirini tercih etmiyoruz. Bizim tercihimiz bir
başkasıdır ki, onu da dokuzuncu görüş olarak zikrediyoruz."

"Dokuzuncusu: O gün, bu ayetlerde kendilerinden söz edilenlere ve
aynı şekilde onların durumunda olan diğer kâfirlere, dünyadayken
gizledikleri ve kendilerince veya kimlerden gizliyorlardıysa onlarca
çirkin olan amelleri açığa çıkar." (el-Menar'dan alınan alıntı burada
son buldu.)

Ardından adı geçen müellif, sözü; küfrün liderlerini, onların izleyicilerini,
yanı sıra birtakım hayâsızca işler yapıp da bunu insanlardan gizleyen
ya da kulluk görevlerini yerine getirmediği hâlde, buna ilişkin
yalancı mazeretler uyduran ve gerçek durumun anlaşılmaması için
bin dereden su getiren münafıkları ve fasıkları kapsayacak şekilde
uzatır.

Bizim yaptığımız değerlendirmeye yeniden bakıp üzerinde düşündüğümüz
zaman, yukarıda sıralanan değerlendirmelerin her birinde birtakım
eksikliklerin, yanlışlıkların olduğu görülecektir. Fakat biz, sözü
uzatma gereğini duymuyoruz.

"Geri döndürülseler, yine men edildikleri şeylere dönecekler." Dünya
hayatında ruhlarında kökleşen alçaltıcı karakterlerden kaynaklanan
davranışlara işaret ediliyor. Çünkü onları dünyaya geri dönmeyi, orada
Allah'ın ayetlerine inanmayı ve müminler topluluğuna katılmayı
temenni etmeye yönelten etken, terk ettikleri hakkın, gerektirdiği
tüm azap çeşitleriyle birlikte kıyamet günü ortaya çıkmış olmasıdır.
Bu ise, ahiret hayatının bir gereğidir. Çünkü ahiret hayatı, gaybî gerçeklerin
somut olarak ortaya çıkmasını gerektirmektedir.
Eğer dünyaya geri dönecek olurlarsa, dünya hayatının karakteristik
özelliği yine etkinliğini gösterecektir, gayb, yine kalın perdelerini indirecektir.
Tekrar kişisel tercihleriyle başbaşa kalacaklardır. Nefsin arzusu,
şeytanın vesveseleri, kulların kötü örneklikleri, büyüklenme
duygusu, azgınlık gibi tepkimeler kendini gösterecektir. Tekrar eski
şirklerine, hakka karşı inatçılık etmelerine döneceklerdir. Çünkü onları
dünya hayatında hakka karşı çıkmaya ve Allah'ın ayetlerini yalanlamaya
iten objektif ortam, ölümden sonra dirilerek dünyaya geri

En'âm Sûresi / 21-32 .......................................................................................81

dönmeleri durumunda olduğu gibi yerinde olacaktır ve bu seferki
hükmü öncekinden farklı olmayacaktır.

"Çünkü onlar yalancıdırlar." Yani, "Keşke (dünyaya) geri döndürülsek
de Rabbimizin ayetlerini yalanlamasak..." sözleri yalandır. Gerçi temennide
bulunmanın, ifade olarak hakkında doğru veya yalan değerlendirmesi
yapılmaz. Ancak onlar, "Keşke geri döndürülsek de... yalanlamasak"
derken, "Keşke Rabbimiz bizi geri döndürse! Eğer bizi
geri döndürürse, artık yalanlamayacağız." demek istiyorlar. Dikkat
edilirse, "Dönsek de yalanlamasak." demiyorlar. Bu açıdan sözleri bir
istek ve bir de vaat içermektedir. Geri dönmeyi istiyorlar ve iman edip
salih amelde bulunmayı vaat ediyorlar.

Nitekim bu durumun şu ayette daha açık bir şekilde dile getirildiğini
görüyoruz: "Rablerinin huzurunda utançtan başlarını öne eğmiş,
'Rabbimiz, gördük, işittik; bizi geri döndür, iyi iş yapalım; artık kesin
olarak inandık.' demekte olan suçluları bir görsen!" (Secde, 12) Başka
bir ayette de şöyle buyurulmuştur: "Onlar orada, 'Rabbimiz bizi çıkar,
yaptığımızdan başkasını yapalım.' diye feryat ederler." (Fâtır, 37)
Kısacası, "Keşke (dünyaya) geri döndürülsek de... yalanlamasak..." ifadesi,
"Rabbimiz bizi dünyaya geri döndür, senin ayetlerini yalanlamayalım
ve müminlerden olalım." anlamında kullanılmıştır. Dolayısıyla,
bu sözlerinin yalan ve doğru olma ihtimali vardır ve bu sözler
için yalan değerlendirmesi yapmak yerindedir.
Yaptıkları temenni bazında yalanın onlara izafe edilmesi şu şekilde
de yorumlanabilir: Bu ifadeden maksat, arzu ve temennilerinin yalan
olduğunu belirtmektir. Yani, bu temenninin dış dünyada gerçekleşemeyeceğini
ifade etmektir. Örneğin, elde edilemeyecek bir şeyi arzulayan
kimseye, "Senin yalanın emelindir." derler.
Bazıları da şu değerlendirmeyi yapmışlardır: "Burada, onların kendileri
için söyledikleri, gerçeği yakalamış olmak ve hak inanca sahip
olmak gibi sözlerin yalan olduğu kastediliyor." Bu değerlendirmenin
ne kadar zayıf olduğu ortadadır.

29-30) Onlar, "Dünya hayatımızdan başka bir hayat yoktur. Biz diriltilecek
değiliz." dediler. Onları, Rablerinin huzurunda durdurulduklarında bir
görsen! (Rableri,) "Bu gerçek değil mi? der... "Öyleyse... tadın azabı!" der.


82 ................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Burada, onların kıyamet günü gerçekleşecek haşir ve buna bağlı olarak
şahitlerin getirilmesi ve inkâr ettikleri şeyleri itiraf etmeleri gibi
olguları inkâr ettikleri hatırlatılmaktadır. Yüce Allah'ın Kur'ân'da defalarca
anlattığı gibi, putperestler ahireti inkâr ederlerdi. Allah'a ortak
koştukları şeylerin şefaat ediciler olduğuna inanmaları ise, menfaatleri
celp, zararları ve korkulan durumları bertaraf etmek gibi dünyevî
meselelerle ilgiliydi.

"Onlar, 'Dünya hayatımızdan başka bir hayat yoktur...' dediler." ifadesiyle,
onların inkârları dile getiriliyor. Yani, hayat, yalnızca şu dünya
hayatıdır; ondan sonra başka bir hayat yoktur. Ölümden sonra diriltilecek
de değiliz. "Onları... durdurulduklarında bir görsen!" ifadesi de,
"başka bir hayat yoktur" sözlerinin içerdiği iddialarına yönelik bir cevap
niteliğindedir. Açıklama da Peygamber efendimize (s.a.a) yöneliktir.
Bunu, "bir görsen!" sözünün içerdiği temenni anlamından çıkarıyoruz.
Demek isteniyor ki: Onlar, ileride, inkâr ettiklerini doğrulayacaklar,
"Biz diriltilecek değiliz." diyerek reddettiklerini itiraf edecekler.
Bu, Rablerinin huzurunda durdurulduklarında gerçekleşecektir.
Dünyadayken kendilerine haber verilen bu ortamı, çıplak gözle görecekler.
Onlara dünyadayken, "Sizler öldükten sonra diriltileceksiniz."
deniyordu da inanmıyorlardı. Ama artık şimdi, dünyada inkâr ettiklerini
burada itiraf edecekler.

Buradan anlıyoruz ki yüce Allah, "Onları, Rablerinin huzurunda durdurulduklarında
bir görsen!" ifadesinde, "ölümden sonra diriliş"i Allah'ın
huzuruna çıkma, Allah ile karşılaşma şeklinde açıklamaktadır. Bundan
sonraki ayette geçen, "Allah'ın huzuruna çıkmayı (Allah ile karşılaşmayı)
yalanlayanlar, gerçekten ziyana uğradılar. Nihayet kendilerine
kıyamet vakti ansızın gelip çatınca..." ifadesi de bunu pekiştirmektedir.
Çünkü bu ifadede, önceki ayetlerde geçen "haşir", "ölümden
sonra dirilme" ve "kıyamet" gibi deyimler yerine "karşılaşma/buluşma/
huzura çıkma" ifadesi kullanılmış, sonra "saat"ten, yani kıyamet
saatinden söz edilmiştir.

"Bu, gerçek değil mi?" Yani, sizin dünyadayken inkâr ettiğiniz, Allah
ile buluşma anlamına gelen ölümden sonra dirilme gerçek değil mi?
"Andolsun Rabbimize gerçektir, derler. 'Öyleyse, inkâr ettiğinizden
En'âm Sûresi / 21-32 .............................................................................................. 83
dolayı tadın azabı!' der." Yani, gerçeği gizlemenizden dolayı şimdi tadın
azabı.

31) Allah'ın huzuruna çıkmayı yalanlayanlar, gerçekten ziyana uğradılar...

Mecma'ul-Beyan adlı tefsirde şu açıklamaya yer veriliyor: "Ansızın gelen
her şey için 'beğteten' ifadesi kullanılır. Araplar, 'Beğetehu'lemru/
yebğetuhu/beğteten' derler. Yani, falan iş ansızın başına geldi."
(Mecma'ul-Beyan'dan alınan alıntı burada son buldu.)

Ragıp İsfahanî de el-Müfredat adlı eserinde (ayette geçen "hasret=
vah" ifadesiyle ilgili olarak) şunları söyler: "el-Hasru; örtülü şeyin
üzerindeki örtüyü açmak demektir. 'Hasertu an'iz-zira'=(Kolumu sıvayarak)
dirseğimi açtım' derler. el-Hasir; üzerinde zırh ve miğfer bulunmayan
kimse demektir. el-Mihsere; süpürge demektir. Yorgun,
bitkin düşene de 'el-hasir' denir. Bunun nedeni, gücünün sıyrılıp gitmiş
olması ve güçsüzlüğünün ortaya çıkmasıdır... el-Hasretu; elden
kaçan şeyden dolayı üzülmeyi, pişmanlık duymayı ifade eder. Çünkü
o şeyin elden kaçmasına sebep olan davranışıyla ilgili cehaleti artık
sıyrılıp gitmiş ya da elden kaçan şeyden dolayı duyduğu üzüntüyle
gücü sıyrılıp gitmiş veya elden kaçanı yakalamaya artık gücü kalmamıştır."
(el-Müfredat'tan gerekli alıntı burada son buldu.)

Yine (ayette geçen "evzar=günah yükleri" ifadesiyle ilgili olarak) der ki:
"el-Vezeru; dağda sığınılan yer, sığınak anlamına gelir. 'Hayır, sığınacak
yer yoktur. O gün varıp durulacak yer, ancak Rabbinin huzurudur." [Kıyâmet,
11-12] el-Vizru; ağırlık demektir. Bu isimlendirmede, dağdaki sığınak
örnek alınmıştır. Çünkü sığınak da dağ için bir ağırlık mahiyetindedir.
Bu benzerlik itibariyle günah için 'es-sıklu' (ağırlık) niteliği kullanıldığı
gibi, aynı anlama gelen 'el-vizru' niteliği de kullanılır. 'Kendi veballerini
(evzar) tam olarak yüklensinler.' [Nahl, 25] 'Hem kendi yüklerini,
hem de kendi yükleriyle beraber başka yükleri (eskal) taşıyacaklar.'
[Ankebût, 13]" (el-Müfredat'tan alınan alıntı burada son buldu.)

Tefsirini sunduğumuz bu ayet, onların ölümden sonra dirilmeyi inkâr
etmelerinin olumsuz sonuçlarından bir diğerini açıklıyor. Buna göre,
kıyamet saati onlara ansızın gelip çatacaktır. Bundan dolayı, ellerinden
kaçırdıkları fırsat için pişmanlık duyacaklardır. Bu sırada sırtla-

84 .......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

rında taşıdıkları günahları ve ağırlıkları gözlerinin önüne gelecektir.
Bir insanın içine düşebileceği en ağır ve en küçük düşürücü bir durumdur
bu. Yüklendikleri ağırlık veya günah ya da günahın vebali ne
de kötüdür!s

"Allah'ın huzuruna çıkmayı (Allah ile buluşmayı) yalanlayanlar, gerçekten
ziyana uğradılar."
ifadesi, "Onlar, 'Dünya hayatımızdan baş-ka
bir hayat yoktur.' dediler... Öyleyse... tadın azabı!" ifadesinin bir sonucu
mahiyetindedir. Buna göre, onlar ölümden sonra dirilişi ve onu izleyen
kıyamet olgusunu inkâr etmekle, ahiret rahatını ve Allah ile buluşma
ferahlığını acı bir azapla değiştirmişler ve bu alış verişlerinde
büyük bir zarara uğramışlardır.

32) Dünya hayatı, bir oyun, bir eğlenceden başka bir şey değildir. Korunanlar
için elbette ahiret yurdu daha iyidir. Düşünmüyor musunuz?


Önceki ayetlerdeki açıklamaları bütünleyen bir ifadedir. Burada dünya
ve ahiret hayatlarının gerçek mahiyetleri açıklanıyor. Dünya ve
ahiret hayatı arasında karşılaştırma yapılıyor. Buna göre, dünya hayatı
bir oyun ve eğlencedir. Başka değil. Çünkü oyun ve eğlencede olduğu
gibi, bu hayatın ekseninde gerçekliği olmayan inançlar ve vehim
esaslı amaçlar yer almaktadır. Sonra dünya hayatı, insanı çok
daha önemli, daha kalıcı ve daha gerçek olan öteki hayattan alıkoyar.
Bu onun eğlence olma özelliğinin bir gereğidir. Eğlence oyalayıcıdır.
Dolayısıyla, dünya hayatı bir eğlenceden ibarettir. Ahiret hayatı
ise, gerçek ve kalıcı bir hayat olmasından dolayı, daha iyidir; ama bu
hayatı da ancak korunanlar/muttakiler elde edebilirler. Şu hâlde bu
hayat, onlar için daha hayırlıdır.

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

Tefsir'ul-Ayyâşî'de Hişam b. Salim'den, o da İmam Cafer Sadık'tan
(a.s) şöyle rivayet eder: "Yüce Allah kıyamet günü kimsenin aklına
gelmeyecek günahları affeder. Öyle ki, müşrikler de ümitlenerek;
'Rabbimiz Allah'a andolsun ki biz ortak koşanlardan değildik.' derler."
[c.1, s.357, h: 15]

En'âm Sûresi / 21-32 ..................................................................... 85

Mecma'ul-Beyan adlı tefsirde, "Sonra... demekten başka çareleri
kalmaz." ifadesiyle ilgili olarak şöyle deniyor: "Yani, öyle demekten
başka mazeretleri kalmaz." Müellif, bu anlamın İmam Cafer Sadık'-
tan (a.s) da rivayet edildiğini belirtir. [c.3, s.330, Beyrut Baskısı]

Tefsir'ul-Kummî'de, "Onlar, hem (insanları) ondan men ederler, hem
de kendileri ondan uzak dururlar..." ayetiyle ilgili olarak şöyle deniyor:
"Haşimoğulları, Kureyş'e karşı Resulullah'ı (s.a.a) savunurdu, buna
karşın kendileri ondan uzak durur, ona inanmazlardı." [c.1, s.196]

Ben derim ki: Bu rivayet, mahiyet itibariyle Atâ ve Mukatil'den aktarılan
şu rivayete yakındır: "Burada kastedilen, Hz. Peygamberin (s.a.a)
amcası Ebu Talip'tir. O, Kurey'şin Peygamberimize ilişmesine engel
olur, ama kendisi ondan uzak durur, ona inanmazdı." [Mecma'ul-Beyan,
c.3, s.336]

Ancak ayetin akışı, bu rivayetle örtüşmemektedir. Çünkü zamir Hz.
Peygamber'e değil, Kur'ân'a dönüktür. Kaldı ki, Ehlibeyt İmamlarından
Ebu Talib'in iman ettiğine ilişkin çokça hadis rivayet edilmiştir.

Mecma'ul-Beyan adlı eserde şöyle deniyor: "Ehlibeyt İmamları (hepsine
selâm olsun), Ebu Talib'in iman ettiği hususunda icma etmişlerdir.
Ehlibeyt İmamlarının icması da bağlayıcı kanıttır. Çünkü onlar,
Hz. Peygamber'in (s.a.a) emriyle uyulması zorunlu olan iki ağırlık merkezinden
(Kur'an ve Ehlibeyt) birini oluşturmaktadırlar. Resulullah,
bunlara uyulduğu sürece, sapıklığa düşülmeyeceğini vurgulamıştır."

"Bunu İbn-i Ömer'den aktarılan şu rivayet de desteklemektedir: 'Ebu
Bekir fetih günü babası Ebu Kuhafe'yi Resulullah'ın (s.a.a) yanına getirdi.
Bunu gören Peygamberimiz şöyle dedi: 'Niçin bu yaşlı adamı getirdin,
bana söyleseydin, ben ona giderdim?' Ebu Kuhafe'nin gözleri
görmüyordu. Ebu Bekir şöyle dedi: 'Onun sana gelmesinden dolayı Allah
tarafından ödüllendirilmesini istedim. Seni hak üzere gön-deren Allah'a
yemin ederim ki, babamın Müslüman olmasından daha fazla
Ebu Talib'in Müslüman olmasına sevinmiştim. Çünkü onun Müslüman
olması, senin gözlerinin sevinçle parlamasına neden olmuştu.'
Bunun üzerine Resulullah, 'Doğru söylüyorsun.' buyurdu."

"Taberî kendi rivayet zinciriyle şöyle anlatır: 'Kureyş liderleri Ebu
Talib'in Hz. Peygamber'i (s.a.a) himaye ettiğini görünce, topluca yanı-

86 .......................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

na gidip şöyle dediler: 'Sana Kureyş'in, en yakışıklı, en cömert ve en
cesur delikanlısı olan Ammara b. Velid'i getirdik. Onu sana verelim,
sen de birliğimizi parçalayan, düşüncelerimizi ahmaklık olarak nitelendiren
yeğenini bize ver, öldürelim.' Ebu Talip onlara şu cevabı verdi:
'Bana karşı hiç de adil davranmıyorsunuz. Bana oğlunuzu, besleyeyim
diye verirken, öldürmeniz için oğlumu size vermemi
istiyorsunuz. Hayır öyle değil; asıl yeğenimi öldürmenize karşılık her
birinizin oğlunuzu getirmeniz ve benim de onları öldürmem gerekir.'
Sonra şu şiiri okudu:"

"Elçiyi, âlemlerin hükümdarının elçisini savunduk / Şimşek
gibi parlayan kılıçlarla."
"Evet savunuyorum, himaye ediyorum mutlak saltanat
sahibi Allah'ın elçisini / Bu ona şefkat besleyen bir haminin
himayesidir."
"Ebu Talib'in Müslümanlığını gösteren sözleri ve şiirleri saymakla bitmez.
İşte bunlardan birkaçı:"
"Bilmiyor musunuz ki, biz Muhammed'i bulduk / Bir nebi
olarak, tıpkı Musa gibi, ilk kitaplarda yazılmış hâlde."
"Babamız Haşim böyle bir oğlu savunmak için hazırlık
yapmadı mı? / Ve oğullarına onun uğruna savaşıp vuruşmayı
vasiyet etmedi mi?"
"Kendisine ait diğer bir kasidede ise şu ifadelere yer veriyor:"
"Ahmed'e diyorlar ki, sen bir adamsın ki / Dilin yalan
söyler, seni amacına ulaştıracak araçların çok zayıf."
"Haberiniz olsun! Ahmed onlara getirmiştir / Hakkı ve
hiçbir zaman onlara yalan söylememiştir."
"Peygamberimizin (s.a.a) bir mucizesi olarak boykot yazısının çürümüş
olmasını da şu şekilde dile getirmektedir:"
"Kuşkusuz sayfa işinde ibret alınacak bir ders vardır /
Kavminden uzak biri bir şeyi haber verdiğinde ona şaşılır."
"Allah o sayfadan küfürlerini ve dikbaşlılıklarını sildi /
Hakkı açık ve anlaşılır bir dille ifade edenden intikam alamadılar."

En'âm Sûresi / 21-32 .......................................................................... 87

"Abdullah'ın oğlu aramızda hep doğru sözlü olmuştur /
Kavmimizin öfkesine rağmen suçlanmış, kınanmış değildir."
"Diğer bir kasidede, kardeşi Hamza'yı Hz. Peygambere tâbi olmaya
ve ona itaat etme hususunda sabırlı olmaya teşvik eder:"
"Ya'lâ'nın babası! Sabret, Ahmed'in dininde / Dinin
mazharı ol, sabırla başarırsın."
"Beni sevindirdin, mümin olduğunu söylediğin zaman /
Allah için, Allah Resulünun yardımcısı ol."
"Bir diğer kasidede şunları söylüyor:"
"Peygamber Muhammed'e yardım edeceğim / Onun için
savaşacağım; mızraklarla ve bütün adamlarımla."
"Bir diğer kasidede ise, Necaşî'yi Hz. Peygamber'e (s.a.a) yardım etmeye
teşvik ediyor:"
"Bil ki, ey Habeş kıralı, Muhammed / Musa'nın ve Meryem
oğlu Mesih'in veziridir."
"Onların getirdiğinin benzeri olan bir hidayet getirdi /
Hepsi Allah'ın emriyle hidayete erdirirler ve korunurlar."
"Siz bunu kitabınızda okuyorsunuz / Doğru söz olarak,
yalan değil."
"Öyleyse Allah'a eşler koşmayın ve Müslüman olun /
Hakk'ın yolu karanlık değildir."
"Ölüm döşeğindeyken, vasiyetini bir kaside hâlinde dile getirir:"
"İyi görünümlü Peygamber'e yardım etmeyi tavsiye ediyorum
/ Oğlum Ali'ye ve kavmin yaşlısı Abbas'a."
"Koruyucu aslan Hamza'ya ve / Cafer'e onu insanlara
karşı himaye etsinler."
"Anam ve doğurdukları size feda olsun / Ahmed'i insanlara
karşı savunurken siperler gibi olun."
"Buna benzer beyitler, onun meşhur kasideleri içinde yer almaktadır.
Ayrıca, vasiyetleri ve hutbelerinde de aynı yönde sözleri vardır. Bunları
burada sıralamak kitabın kapasitesini aşacak şekilde fazla yer tutacağı
için tümünü sunma gereğini duymuyoruz." (Mecma'ul-Beyandan
alınan alıntı burada son buldu.) [c.3, s.444-446]

88 ......................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Ebu Talib'in Müslüman olmadığını savunanların dayanakları, Ehlisünnet
kanallarında aktarılan bazı rivayetlerdir. Onun Müslüman olduğunu
savunanlar ise, Ehlibeyt İmamlarından gelen hadisleri ve yine
Ehlisünnet kanallarında aktarılan bazı hadisleri esas alırlar. Bu konuda
ondan nakledilen şiirler de önemli bir ipucu olarak algılanır.
Herkes tercih ettiğinden sorumludur.

Tefsir'ul-Ayyâşî'de Halid'den, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet
eder: "Geri döndürülseler, yine men edildikleri şeylere dönecekler.
Çünkü onlar temelde lânetlenmiş kimselerdirler." [c.1, s.359, h: 19]
Yine aynı eserde, Osman b. İsa'dan, o da arkadaşlarının birinden, o
da İmam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: İmam buyurdu ki: "Yüce
Allah suya, 'Tatlı ve susuzluğu giderici ol, cennetimi ve itaatkâr kullarımı
senden yaratayım.' dedi. Yine suya, 'Tuzlu ve acı ol, ateşi ve isyankâr
kullarımı senden yaratayım.' dedi. Sonra her iki suyu toprağa
döktü. Sonra eliyle -ki O'nun eli daima sağdır/güçlüdür- bir avuç toprak
aldı. Ondan, onları zerreler biçiminde yarattı. Sonra onlara, 'Ben
sizin Rabbiniz değil miyim ve sizin bana itaat etmeniz zorunlu değil
mi?' diye onları kendilerine şahit tuttu. Onlar da, 'Rabbimizsin.' diye
karşılık verdiler. Sonra ateşe, 'Ateş ol.' diye emretti. Ateş tutuşup alevlenince
insanlara şöyle seslendi: 'İçine girin.' Bir kısmı ateşe girmekte
acele etti, bir kısmı da ağır davrandı, bir kısmı ise hiç yerinden
ayrılmadı. Ateşin sıcak olduğunu fark edince geri döndüler ve hiç
kimse girmedi."

"Sonra bir avuç daha toprak aldı. Ondan, onları zerreler biçiminde yarattı.
Sonra onları da öncekiler gibi kendilerine şahit tuttu. Ardından
onlara şöyle dedi: 'Şu ateşe girin.' Bir kısmı ağır davrandı, bir kısmı
acele etti, bir kısmı da bir göz açıp kapama anı kadar kısa bir sürede
oraya vardı ve tümü ateşe girdiler. Sonra dedi ki: 'Oradan sağlam olarak
çıkın.' Böylece oradan çıktılar, kimseye bir şey olmadı."
"Bunun üzerine öbürleri dediler ki: 'Ya Rabbi, bizi bağışla. Biz de onların
yaptığı gibi yapalım.' Buyurdu ki: 'Sizi bağışladım.' Bunun üzerine
bir kısmı acele ile koştu, bir kısmı hiç yerinden ayrılmadı. Daha önce
yaptıklarının aynısını tekrar ettiler. İşte, 'Geri döndürülseler, yine men

En'âm Sûresi / 21-32 .................................................................89

edildikleri şeylere dönecekler. Çünkü onlar, yalancıdırlar.' ayetinde
buna işaret edilmiştir." [c.1, s.358, h: 18]

Ben derim ki: Bu ve önceki rivayet, "zerr" âlemiyle ilgilidir. A'râf suresinde
yer alan, "Rabbin, Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini
almış ve 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' diye onları kendilerine
şahit tutmuştu. Onlar da, 'Sen bizim Rabbimizsin.' demişlerdi."

ayetini incelerken bu hususla ilgili ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız.
Orada söyleyeceklerimizin kısacası şudur: Ahiretteki sevap ve azabın,
öncesindeki dünya hayatında işlenen itaat ve günah nitelikli davranışlarla
tam bir bağlantısı olduğu gibi, dünyadaki itaat ve günah nitelikli
davranışların da, rütbe itibariyle öncesinde olan zerr âlemiyle
tam bir bağlantısı vardır.

Dolayısıyla İmam'ın,"İşte, 'Geri döndürülseler, yine men edildikleri
şeylere dönecekler. Çünkü onlar yalancıdırlar.' ayetinde buna işaret
edilmiştir." şeklindeki sözünün anlamı şudur: Bu ayetin ifade ettiği
anlama göre, onlar haşir meydanından dünyaya geri döndürülseler,
daha önce yapmaları yasaklanan şeyleri yine yaparlar. Çünkü onlar
zerr âleminden itibaren yalancıdırlar. Orada Allah'a yalan söylemişlerdi.
Önceki rivayette geçen, "Geri döndürülseler, yine men edildikleri
şeylere dönecekler. Çünkü onlar temelde lânetlenmiş kimselerdirler."
ifadesiyle de aynı anlam kastedilmiştir. Yani onlar zerr âleminde
yalan söyledikleri için lânetlenmişlerdir.

Bu bakımdan, yukarıda sunduğumuz iki rivayet, buraya kadar ayetin
anlamıyla ilgili olarak işaret ettiğimiz üç yorum şeklinden ayrı, bir
dördüncü yorumu içermektedir.

Mecma'ul-Beyan tefsirinde, A'meş'ten, o da Ebu Salih'ten, o da
Peygamberimizden (s.a.a), "Kıyamet hakkındaki ihmalkâr tutumumuzdan
dolayı vah bize!" ifadesiyle ilgili olarak şöyle rivayet edilir: "Ateş ehli,
cennetteki yerlerini görüp yaptıklarına pişmanlık duyarak, 'Vah bize!'
diye iç geçirirler."
[c.3, s.343]