El-Mizân Tefsiri

Allame Muhammed Hüseyin TABATABAİ(r.a)
                             Cilt:7

                     EN'ÂM SURESİ

                             ( Tamamı:1-165)

                                         İÇİNDEKİLER



En'âm Sûresi / 19-20 .............................................................................................. 55

AYETLERİN MEÂLİ

19- De ki: "Şahitlik bakımından hangi şey en büyüktür?" De ki: "Benimle
sizin aranızda Allah şahittir. Bu Kur'ân bana vahyolundu ki, onunla
sizi ve ulaştığı herkesi uyarayım. Siz, gerçekten Allah ile beraber
başka tanrılar olduğuna şahitlik ediyor musunuz?!" De ki: "Ben
şahitlik etmem." De ki: "O, ancak bir tek tanrıdır ve ben sizin ortak
koştuğunuz şeylerden uzağım."
20- Kendilerine kitap verdiklerimiz, oğullarını tanıdıkları gibi onu tanırlar.
Kendilerini ziyan edenler, işte onlar inanmazlar.

AYETLERİN AÇIKLAMASI

Bu ayetler grubunda, Allah'ın tek ve ortaksız ilâh oluşu vahiy yoluyla
kanıtlanıyor. Çünkü ilâhın tekliği ve şirkin bu tek ilâh açısından olumsuzlanması,
akıl açısından çeşitli yöntemlerle varılacak bir sonuç olsa
da, bunu içinde en ufak bir kuşku bulunmayan vahiy yoluyla da
kanıtlamanın herhangi bir sakıncası yoktur. Amaç, yüce Allah'ın tek
ve ortaksız ilâh olduğunu kesin bir bilgi olarak zihinlere yerleştirmektir.
Bu amaca, muhataplarına meydan okuyan Kur'ân gibi, ilâhî bir

56 ........................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

vahiy olduğu hususunda en ufak bir kuşku bulunmayan vahiy yoluyla
ulaşılıyorsa, buna dayanmanın hiçbir sakıncası olmaz.

19) De ki: "Şahitlik bakımından hangi şey en büyüktür?" De ki: "Benimle
sizin aranızda Allah şahittir."


Burada yüce Allah, şahitlik bakımından en büyük şeyin hangi şey olduğunu
sormasını emrediyor. Şahitlik, görmek ve benzeri bir yöntemle
olayı somut olarak algılamak ve daha sonra, algılanan şeyi haber
verme ve benzeri bir yöntemle iletmek demektir. Açıktır ki, algılama
ve iletme -özellikle de algılama- algılayanların algılama gücüne, algılanan
olayın açıklık derecesine ve iletenin beyan gücüne göre değişir,
farklık arz eder. Bu farklılık bazen fahiş derecelere varır.
Örneğin; yanılma, unutma veya gaflet etme illeti bulunan bir algılayan
ile, duyduğunu ve gördüğünü olduğu gibi algılayan ve öylece koruyan
kimse bir olamaz. Ayık insanla sarhoş insan aynı olamaz. Bir
işin uzmanı ve deneyimlisi ile, o işten haberi olmayan yabancı biri de
aynı kefeye konulamaz.

Mesele bundan ibaret olduğuna göre, yüce Allah'ın şahitlik bakımından
herkesten ve her şeyden daha büyük olduğundan kuşku duyulmaz.
Çünkü büyük-küçük her şeyi, O meydana getirmiştir. Her iş
ve her şey sonuç itibariyle gelip O'na dayanır. O, her şeyi kuşatmıştır.
O, her şeyle beraberdir. Göklerde ve yerde bulunan zerre kadar, bundan
daha küçük veya daha büyük hiçbir şey O'nun bilgisinin kapsamının
dışına çıkmaz. Hiçbir şeyi şaşırmaz, hiçbir şeyi unutmaz.
Mesele en ufak bir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde açık ve ortada
olduğu için, "De ki: 'Göklerde ve yerde olanlar kimindir?' De ki: Allah-
'ındır." (En'âm, 12) ayetinde veya "De ki: 'Yeryüzü ve onda bulunanlar
kimindir?' 'Allah'ındır.' diyecekler." (Mü'minûn, 84-85) ayetinde olduğu
gibi, "Şahitlik bakımından Allah en büyüktür." gibi bir cevaba gerek
duyulmamıştır.

Bununla beraber, "De ki: Benimle sizin aranızda Allah şahittir." ifadesi,
böyle bir cevaba delâlet etmekte ve yerini doldurmaktadır. "Şahittir"
sözünün mahzuf bir müptedanın, yani Allah'a dönük bir zamirin
haberi olması da uzak bir ihtimal değildir. Bu durumda ifadeyi şöyle
açıklamak mümkündür: "De ki: Allah. O, benimle sizin aranızda şa

En'âm Sûresi / 19-20 .............................................................................. 57

hittir." Böylece bu ifade, hem sorunun cevabını, hem de yeniden başlayan
ifadenin amacını içermiş olur.

"De ki: Benimle sizin aranızda Allah şahittir." ifadesi, Peygamberimizin
(s.a.a) Allah'ın şahitliğini haber vermesini içermekle beraber, "De
ki" ifadesini de içerdiğinden dolayı, bizzat söz konusu şahitliği de yerine
getirmektedir. Çünkü yüce Allah'ın, Peygamberimize (s.a.a) yönelik
olarak peygamberliğine şahit olduğunu haber vermesine ilişkin
emri, zorunlu olarak bu şahitliği de ifade eder. Dolayısıyla burada,
Kur'ân-ı Kerim'in başka ayetlerinde olduğu gibi, onun peygamberliğine
ve Kur'ân'ın Allah katından indirilmiş bir vahiy olduğuna ilişkin olarak
sunulan ifadelere benzer ifadelere yer verme gereği duyulmamıştır.
Örneğin yüce Allah bazı ayetlerde şöyle buyurmaktadır: "Allah
biliyor ki, sen O'nun elçisisin." (Münâfikûn, 1) "Fakat Allah, sana indirdiğine
şahitlik eder; onu kendi bilgisiyle indirmiştir." (Nisâ, 166) Bunun
gibi, şahitlik etme ifadesiyle veya başka bir ifadeyle bu hususa doğrudan
veya dolaylı olarak işaret eden birçok ayeti örnek vermek
mümkündür.

Yüce Allah'ın ayette işaret edilen şahitliğinin, "Benimle sizin aranızda"
ifadesiyle kayıtlandırılması, yüce Allah'ın iki hasım taraf, yani
Peygamberimizle (s.a.a) soydaşları arasında aracılık yaptığına delâlet
eder. Peygamberin onlardan ayrı düştüğü tek husus ise, peygamberlik
ve resulluk iddiasında bulunması, Kur'ân'ın Allah katından kendisine
indiğini söylemesidir. Ancak, daha sonra Kur'ân'ın vahiy yoluyla
kendisine indirildiği, "Bu Kur'ân bana vahyolundu." ifadesiyle belirtildiğine
göre, yüce Allah'ın onunla soydaşları arsında şahitlik yapmasından
maksat, onun peygamberliğine şahitlikte bulunmasıdır. Hemen
arkasında gelen ayette geçen şu ifade de bunu destekler mahiyettedir:
"Kendilerine kitap verdiklerimiz, oğullarını tanıdıkları gibi
onu tanırlar." İnşaallah yeri gelince, bu ayet üzerinde duracağız.

"Bu Kur'ân bana vahyolundu ki, onunla sizi ve ulaştığı herkesi uyarayım."

Peygamber efendimizden (s.a.a) müşriklere söylemesi istenen sözlerin
bir bölümüdür bu. Ve "...Allah şahittir." sözüne atfedilmiştir. Peygamberlik
misyonunun insanlara yönelttiği çağrının korku boyutu e-

58 .......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

sas alınarak Kur'ân'ın iniş hedefinin uyarı olduğu belirtiliyor. Bu boyutun
ön plâna çıkarılması, genel olarak insanların zihinleri üzerinde
daha etkili olur. Çünkü umutlandırma ve ödül vaat etme yöntemi,
davetin iki boyutundan biri olsa da ve Kur'ân'da genel olarak bu yönteme
başvurulsa da, hayra yönelik umutlandırma, insanı zorunlu olarak
onu bulmaya yöneltici bir etki bırakmaz; sadece insanın içinde bir
arzu, bir iştiyak duygusu uyandırır. Buna karşın korkutma, daha etkili
ve harekete geçirici olur. Bunun nedeni de, muhtemel zararı önlemenin
aklen zorunlu oluşudur.

İkinci nedeni de, İslâm çağrısının fıtrat dinine yönelik oluşudur. Çünkü
bu din, insanların fıtratında gizlidir. Genellikle insanlar, bu dini şirk
ve günah gibi arızî olgularla örterler, belirginleşmesine engel olurlar.
Bu da onların mutsuz bir hayat sürdürmelerine ve ilâhî gazaba uğramalarına
neden olur. Dolayısıyla, bu duruma düşmüş insanların fıtrat
dinine davet edilmeleri aşamasında öncelikle uyarı boyutunun esas
alınması hikmetin bir gereğidir. Belki de, meselenin bu boyutundan
dolayı, Peygamberin (s.a.a) misyonu kimi ayetlerde uyarıcılıkla sınırlandırılmıştır:
"Sen, sadece bir uyarıcısın." (Fâtır, 23) "Ben, ancak apaçık
bir uyarıcıyım." (Ankebût, 50)

Bu, insanların büyük bir kısmı için geçerli olan bir yaklaşımdır. Allah-
'ın kulları arasında sayıları az olan özel bir gruba gelince; onlar, Allah-
'ı sevdikleri için O'na ibadet ederler, ateş korkusuyla veya cennet
umuduyla değil. Onlar, korku ve umut arası davetten başka bir şey
algılarlar. Onların anlayışında ateş, uzaklığın ve gazaba uğramışlığın
yurdudur. Bu yüzden ateşe girmekten korkarlar. Cennet ise, yakınlığın
ve hoşnutluğun yurdudur. Bu yüzden cenneti iştiyakla arzu ederler.
"Onunla sizi ve ulaştığı herkesi uyarayım." ifadesi, bunun Mekke
müşriklerine veya Kureyşlilere ya da genel olarak Araplara yönelik bir
hitap olduğunu göstermektedir. Fakat, ifadenin akışı içinde, hitap
zamirinden "ulaştığı kimseler"e doğru bir geçiş yapılmış olması, -ki
ulaştığı kimselerden maksat, Peygamberimizle (s.a.a) yüz yüze konuşmayan,
onun yaşadığı dönemdeki insanlarla, vefatından sonraki
kimselerdir- gösteriyor ki, "onunla sizi... uyarayım" sözünde muhatap

En'âm Sûresi / 19-20 .................................................................................... 59

alınanlardan maksat, Peygamberimizin (s.a.a) doğrudan konuşarak
davet ettiği kimselerdir. Bu bakımdan ayetin inişinden önce davet ettiği,
ya da ayetin inişi esnasında davet ettiği, yahut ayetin inişinden
sonra davet ettiği kimseler arasında herhangi bir fark yoktur.

Buna göre, "Bu Kur'ân bana vahyolundu ki, onunla sizi ve ulaştığı
herkesi uyarayım."
ifadesi, Peygamberimizin (s.a.a) davetinin, Kur'ân
aracılığıyla, onu kendisinden dinleyen veya kendisinden sonra kıyamet
gününe kadar başkalarından dinleyen herkese yönelik, evrensel
bir davet olduğunu gösterir. Dilersen şöyle de diyebilirsin: Ayet;
Kur'ân'ın, inişinden kıyamet gününe kadar tüm insanlara Allah tarafından
sunulan bir kanıt ve hakkı söyleyen bir kitap olduğunu göstermektedir.
"Onunla sizi... uyarayım." denilmiş, buna karşın, "Onu okumakla sizi
uyarayım." denilmemiştir. Çünkü Kur'ân, lafzını duyan, anlamını bilen,
amaçlarını kavrayan veya lafzı kendisi için açıklanan, içeriğini
duyan kimseler için bir kanıttır. Çünkü bir kavme yazılan bir mektubun
mutlaka onların dilinde yazılmış olması zorunlu değildir. Bilâkis
önemli olan, söz konusu kavme kanıtın tamamlanmış olması ve ulaştırılmak
istenen mesajın onları kapsıyor olmasıdır. Nitekim Peygamber
efendimiz (s.a.a) Mısırlılara, Habeşistanlılara, Bizanslılara ve
İranlılara davet mektupları göndermiştir. Oysa bu kavimlerin hiçbirinin
dili Kur'ân dili değildi. Bu milletlerin iman etmesinden önce bazı
mensupları, Peygamberin hayatında ona iman etmişlerdi. Selman-ı
Farisî, Bilal-i Habeşî, Süheyb-i Rumî gibi. Bu arada İbranîce konuşan
bazı Yahudiler de Müslüman olmuşlardı. Bütün bunlar kuşku duyulmayan
tarihsel gerçeklerdir.

"Siz gerçekten Allah ile beraber başka tanrılar olduğuna şahitlik ediyor
musunuz?!" De ki: "Ben şahitlik etmem." De ki: "O, ancak bir tek tanrıdır ve
ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım."

Başta Allah'ın şahitliğinden söz edildi. Bu, Peygamberin gönderilmiş
bir elçi olduğuna ilişkin en büyük şahitlikti. O, Peygamberi, bütün insanları
tevhit dinine davet etmesi için göndermiştir. Bu bakımdan Allah'ın,
ulûhiyetinde ortağının olmadığına ilişkin şahitliğinden sonra,
bir kimse çıkıp da Allah ile beraber başka ilâhların bulunduğunu ileri

60 .......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

süremez. Bu nedenle yüce Allah, Peygamberine, olumsuzlayıcı ve
şaşkınlık belirtici bir tarzda şu soruyu sormasını emrediyor: "Onlar,
birçok tanrının varlığına inanıyorlar mı?!" Sorulan şeyin, tekit edatları
olan "en" ve "lâm" ile pekiştirilmiş olması da bunu gösterir. Âdeta, Allah'ın
şahitliği duyulduktan sonra, insanın içinin böyle bir iddiada bulunmayı
kabul etmeyeceği vurgulanır gibi.

Ardından yüce Allah, bu şahitlik hususunda onlardan farklı bir tutum
sergilemesini emrediyor. Onların yaptıkları şahitliği kendisinden uzaklaştırmasını,
olumsuzlamasını istiyor. "De ki: Ben şahitlik etmem."
buyuruyor. Yani, sizin yaptığınız şahitliği etmem. Bunu ayetin
akışıyla oluşan ortamın çağrıştırdığı anlamdan hareketle belirliyoruz.
Sonra şöyle buyuruyor: "De ki: O, ancak bir tek tanrıdır ve ben sizin
ortak koştuğunuz şeylerden uzağım." Bu da, Allah'ın birliğine yönelik
bir şahitlik ve müşrikler tarafından iddia edilen düzmece ilâhlardan
berî oluşun ilânıdır.

20) Kendilerine kitap verdiklerimiz, oğullarını tanıdıkları gibi onu tanırlar.
Kendilerini ziyan edenler, işte onlar inanmazlar.


Burada, yüce Allah'ın Ehlikitab'a indirdiği kitapların kapsamında yaptığı
şahitlikten haber veriliyor. Ehlikitap bilginlerinin de yanlarındaki
kitaplardan hareketle Peygamberi tanıdıkları bildiriliyor. Çünkü önceki
peygamberler, Hz. Muhammed'i (s.a.a), birtakım özelliklerini zikrederek
kendi ümmetlerine müjdelemişlerdi. Ona ilişkin olarak zikrettikleri
sıfatların Peygamberimize ait olduğu, kuşku götürmeyen bir
gerçektir.

Dolayısıyla Ehlikitap, bildikleri sıfatları aracılığıyla Peygamberi tanımaktaydılar.
Tıpkı oğullarını tanıdıkları gibi. Yüce Allah bir ayette şöyle
buyuruyor: "Onlar ki yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları
o elçiye, o ümmî peygambere uyarlar." (A'râf, 157) Diğer bir ayette de
şöyle buyuruyor: "Muhammed, Allah'ın elçisidir. Onun yanında bulunanlar,
kâfirlere karşı çetin, birbirlerine karşı merhametlidirler. Onların
rükû ve secde ederek Allah'ın lütuf ve rızasını aradıklarını görürsün.
Yüzlerinde secde izinden nişanları vardır. Bunlar, onların Tevrat'-
taki vasıflarıdır. İncil'deki vasıfları ise şöyledir..." (Fetih, 29) "İs

En'âm Sûresi / 19-20 .............................................................................. 61

railoğulları bilginlerinin onu bilmesi de, onlar için yeterli bir delil değil
mi?" (Şuarâ, 197)

Bu arada Ehlikitab'a mensup bazı bilginler, Peygamberimize ilişkin
müjdeleyici ifadeleri ve sıfatları gizliyor, ona inanmaya yanaşmıyorlardı.
Bundan dolayı yüce Allah, onların bu tutumlarından dolayı
hüsrana uğradıklarını bildirerek şöyle buyuruyor: "Kendilerini ziyan
edenler, işte onlar inanmazlar."

Bakara Suresi'nde yer alan benzeri ayeti (146. ayet) incelerken, mesele
üzerinde bir nebze durmuş ve orada ifadenin akışı içinde birinci
şahıstan üçüncü şahsa geçiş yapılmasının gerekçelerini açıklamıştık.
İnşaallah A'râf Suresi'nin 156. ayetini tefsir ederken bu konuya
daha detaylı açıklamalar getireceğiz.

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

Tefsir'ul-Burhan'da İbn-i Babeveyh'den, o da kendi rivayet zinciriyle
Muhammed b. İsa b. Ubeyd'den şöyle rivayet eder:

"İmam Rıza (a.s) bana buyurdu ki: 'Biri sana, 'Bana Allah'tan haber
ver; O, bir şey midir, değil midir?' diye sorsa, ne cevap verirsin?' Dedim
ki: 'Yüce Allah, 'De ki: Şahitlik bakımından hangi şey en büyüktür?
De ki: Benimle sizin aranızda Allah şahittir.' buyurmakla bir şey
olduğunu göstermiştir. Dolayısıyla ben diyorum ki: O, bir şeydir; ama
başka şeyler gibi değildir. Çünkü O'nun açısından şeyliği olumsuzlamak,
O'nu olumsuzlamak, iptal etmek anlamına gelir.' İmam, bana
buyurdu ki: Doğru söyledin, hem de güzel açıkladın."
"Ardından İmam Rıza (a.s) şöyle buyurdu: Tevhit açısından insanlar
üç mezhebe ayrılırlar: Biri olumsuzlama, biri teşbih, biri de teşbihsiz
olumlama. Olumsuzlama mezhebi caiz değildir. Teşbih mezhebi de
caiz değildir. Çünkü yüce Allah'a hiçbir şey benzemez. Doğrusu, üçüncü
mezhebin yaklaşımıdır: Teşbihsiz olumlama." [c.1, s.519]
Ben derim ki: Olumsuzlama mezhebinden maksat, sıfatların anlamlarını
yüce Allah'tan olumsuzlamaktır. Mutezile mezhebinin yaklaşımını
buna örnek gösterebiliriz. Olumlu sıfatların, karşıtlarının olumsuzlanması
şeklinde algılanması da bu anlama gelir. Örneğin, "Allah-

62 ......................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

'ın kadir olmasının anlamı, O'nun âciz olmamasıdır. Âlim olmasının
anlamı, cahil olmamasıdır." demek gibi. Bu sözü söyleyenin maksadı,
sonuç itibariyle İmam'ın (a.s) zikrettiği üçüncü mezhebin yaklaşımına
dönen bir anlam olursa, o başka.

Teşbih mezhebinden maksat da, yüce Allah'ın başkalarına benzetilmesidir.
-Oysa benzeri hiçbir şey yoktur.- Yani bizdeki gibi, anlamları
sınırlı, başkalarından bu özellikleriyle ayrılan sıfatların, O'nun açısından
da olumlanması. O'nun kudretinin bizim kudretimiz, O'nun ilminin
bizim ilmimiz gibi olması yani. Eğer O'nun bizimkine benzer sıfatları
olursa, bizimkine benzer ihtiyaçları da olur. O zaman da "varlığı
zorunlu ilâh" olamaz. Allah bundan münezzehtir.

Teşbihsiz olumlamadan maksat da, O'nun için asıl anlamlarıyla bazı
sıfatların olumlanmasıdır. Bu arada bu sıfatlar açısından, mümkün
nitelikli varlıklarda rastlandığı türden sınırlandırıcı özelliklerin olumsuzlanması
gerekir. Yani sıfat olumlanmalı, ama sıfatın sınırlılığı olumsuzlanmalıdır.
Tefsir'ul-Kummî'de, Ebu'l-Carud'un İmam Bâkır'dan (a.s) aktardığı rivayette
şöyle deniyor: "De ki: 'Şahitlik bakımından hangi şey daha
büyüktür?' De ki: Benimle sizin aranızda Allah şahittir." Mekke müşrikleri
dediler ki: "Ya Muhammed, Allah, senin dışında gönderecek
elçi bulamadı mı? Söylediğin şeyleri doğrulayacak birini bulabileceğini
tahmin etmiyoruz. -Bu konuşma Peygamberimizin Mekke'de onları
ilk davet ettiği günlerde geçiyor.- Senin hakkında Yahudi ve Hıristiyanlara
birtakım sorular sorduk. Dediklerine göre, senin hakkında
onların yanında herhangi bir bilgi yoktur. Öyleyse, senin Allah'ın elçisi
olduğuna şahitlik edecek birini getir." Resulullah (s.a.a) buyurdu ki:
"Benimle sizin aranızda Allah şahittir." [c.1, s.195]

Tefsir'ul-Ayyâşî'de Bukeyr'den, o da Muhammed'den, o da İmam Bâkır'dan,
"Onunla sizi ve ulaştığı herkesi uyarayım." ayetiyle ilgili olarak
şöyle rivayet edilir: "Ali, Kur'ân'ın ulaştığı kimselerdendir." [c.1,
s.356, h: 14]

Ben derim ki: Ayetin zahiri gösteriyor ki, "men belağa=ulaştığı kimse"
ifadesi, "liyunzirekum=sizi uyarayım" ifadesindeki "kum=siz" zamirine
matuftur. Bazı rivayetlerde ise, "ulaştığı kimse"den maksadın İmam

En'âm Sûresi / 19-20 .................................................................... 63

(Ali) olduğu belirtiliyor. Bu da "ulaştığı kimse" ifadesinin "sizi uyarayım"
ifadesinin takdir edilen failine atfedilmesini gerektirir. [Bu durumda
şöyle bir anlam ortaya çıkar: "Onunla ben ve onun ulaştığı
kimse, sizi uyaralım."] Ayetin zahiri ise, önceki yaklaşımı destekler
mahiyettedir.

Tefsir'ul-Burhan'da İbn-i Babeveyh'den, o da kendi rivayet zinciriyle
Yahya b. İmrân el-Halebî'den, o da babasından, o da İmam Cafer Sadık'tan
(a.s) şöyle rivayet eder: İmam'a, "Bu Kur'ân bana vahyolun-du
ki, onula sizi ve ulaştığı herkesi uyarayım." soruldu. Buyurdu ki:
"Dünyadaki tüm dilleri konuşan insanları yani." [c.1, s.520, h: 6]
Ben derim ki: Böyle bir sonucun ayetten nasıl çıkarsanacağını daha
önce açıklamıştık.

Tefsir'ul-Menar'da, Ebu'ş-Şeyh'in Übey b. Kâb'dan şöyle rivayet ettiği
belirtilir: "Peygamberimizin huzuruna bazı esirler getirildi. Peygamberimiz
(s.a.a) onlara, 'Siz İslâm'a davet edildiniz mi?' diye sordu. 'Hayır.'
dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz onları serbest bıraktı ve
'Bu Kur'ân bana vahyolundu ki, onunla sizi ve ulaştığı herkesi uyarayım.'
ayetini okudu. Ardından şöyle buyurdu: Onları serbest bırakın.
Yerlerine güven içinde gitsinler. Çünkü onlar İslâm'a davet edilmiş
değildirler." [c.7, s.341]

Tefsir'ul-Kummî'de şöyle rivayet edilir: "Ömer b. Hattab, Abdullah b.
Selâm'a, 'Siz Muhammed'i kitaplarınızdaki sıfatlarından hareketle
tanıyabiliyor musunuz?' dedi. Abdullah b. Selâm dedi ki: 'Evet, Allah'a
andolsun ki, onu sizin aranızda gördüğümüz zaman yüce Allah'ın bize
bildirdiği sıfatlarla tanıyoruz. Tıpkı birimizin kendi oğlunu diğer çocuklarla
beraber gördüğü zaman tanıması gibi. İbn-i Selâm'ın yemin ettiği
zatın hakkı için, ben Muhammed'i kendi oğlumdan daha iyi tanıyorum.'"
[c.1, s.195]